Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Selef Alimleri "fi es Sema"yı Nasıl Anlamışlardır?

A Çevrimdışı

Abu Jafar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bazli´lari "fi es-Sema"´yi yanlis anliyorlar, Göklerin icinde´diye anliyorlar.

Selef Alim´leri "fi es-Sema"´yi nasil acikladilar?

Ve Imem et-Taberi´nin Sifat konusunda Akidesini bilmek isderdim.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kardeşim fi es-Sema'yı istiva konusuyla alakalı mı soruyorsun?



*******
İkinci sorunun cevabı :


İBN CERİR et-TABERİ’NİN GÖRÜŞLERİ


Hamd, Allah’a mahsustur. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayete ilettiğini kimse saptıramaz. Saptırdığını da kimse hidayete iletemez.

Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O bir ve tektir, O’nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve rasuludur. Allah’ın salat ve selamı ona, aile halkına, ashabına ve güzel bir şekilde onlara tabi olanlara olsun. Hepsine pek çok salat ve selam olsun.


Başta Câmi’u’l-beyân adlı tefsiri olmak üzere et-Tebsîr fî usûli’d-dîn ,er-Red ‘alâ zi’l-esfâr ve Sarîhu’s-Sunne (veya Şerhu’s-Sunne,’Akîdetu’t-Taberî) gibi akaide dair eserlerin yanı sıra Kur’an’ı anlama ve ondan doğru hükümler çıkarma yöntemine ilişkin kitaplar yazan Taberî, benimsediği i’tikâdî görüşleriyle Ehl-i Sunnet’in erken devir öncü alimleri arasında yer alır.
Genelde Ahmed b. Hanbel’den övgü ile söz etmek(Taberî, Sarîhu’s-Sunne, s.538) ve Selefiyye’ye benzer görüşleri benimsemekle birlikte akâid sisteminde aklî delillere de başvurduğu için kısmen Sunnî bir kelamcı olarak da kabul edilmesi mümkündür. Bazı felsefe kitapları okuduğuna ilişkin rivayetler (Taberî, et-Tebsîr, s.45) ile dinde aklî tefekkure başvurulmasını kabul etmeyen Dâvud b. Ali’yi reddetmek amacıyla müstakil bir eser yazması da onun dinî düşüncede aklî bilgilere itibar ettiğini gösterici mahiyettedir. Hanbelîyye-Selefiyye mensuplarınca bidatçilikle itham edilmesi de onun Selefiyye’ye bütünüyle uymadığının bir kanıtı sayılabilir (Zehebî, XIV, 277).
Eserlerinde Gadîr-i Hum rivayetlerine yer vermesi, Ali b. Ebu Tâlib’in faziletine dair rivayetleri derlemesi ve çıplak ayak üzerine meshetmeyi caiz görmesi sebebiyle Şia’ya nispet edilmesine rağmen (Zehebî, V,100; İbn Kudâme, I,133; İbn Hacer,V,100)
Taberî, Sunnî bir alimdir. Zira bu husus eserlerindeki beyanlarıyla sâbit olduğu gibi Şîa’ya yönelik eleştirileri de mevcuttur. Ehl-i Sünnet’e o derece bağlıdır ki yahudilerle hırıstiyanlar hakkında nâzil olan bazı ayetlerin kapsamına Ehl-i Bid’at fırkarını da dahil etmiştir (Taberî, Tefsîr , III,181, VIII,106).

Hz. Peygamber’in vefatından sonra müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk ihtilaflara ve zaman içinde zuhûr eden akaid problemlerine sırasıyla temas edip Cehmiyye, Mu’tezile, Murcie, Havâric, Şia gibi Ehl-i Bid’at adını verdiği mezheplerin görüşlerini şiddetle eleştirirken (Hamevî, XVIII,82) aklî tahlillere girişmesi onun bu alanda önemli bir yere sahip olduğunu kabul etmek için yeterlidir. O sadece nakle bağlı kalan bir alim değildir; aksine Allah’ın, katile uygulanmasını emrettiği kısâsı, namaz gibi terk edilmesi mümkün olmayacak şekilde farz kılmadığını savunması örneğinde olduğu gibi akılcı bir bakış açısıyla hüküm veren muctehid bir alimdir (Taberî, Tefsîr, II,102).
Ona göre müslümanlar arasında vukû bulan ilk ihtilaf hilafet konusudur. Bunun ardından, insanlara karşı yeryüzünde Allah’ın hüccetini teşkil eden bir dînî önderin bulunup bulunmadığı meselesi tartışılmış, daha sonra sırasıyla kullara ait fiillerin kaza ve kaderle ilişkisi, büyük günah işleyen müslümanların hükmü ve ircâ meselesi, imanın tanımı ve mahiyeti, Kur’ân’ın mahluk olup olmaması, kabir azabı ve ahirette Allah’ın görülmesi, son olarak da Kur’ân’ı telaffuz (mes’eletu’l-lafz) meslesi birer i’tikâdî problem olarak ortaya çıkmıştır (Taberî, et-Tebsîr, s.156-203; a.mlf., Sarîhu’s-Sunne, s.204).


Taberî’nin dikkat çeken i’tikâdî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:

1. Bilgi problemi:
Dînî ve dünyevî bilgiler iki kaynaktan elde edilir; birisi duyular, diğeri duyuların algıladığı bilgilerle akıl yürüterek ve tefekkürde bulunarak istidlalde bulunmaktır ki buna nazar da denilir. Dinin kaynağını teşkil eden peygamberin verdiği haberler, kulak vasıtasıyla işitildiğinden dînî bilgiler de duyuların içinde mutalaa edilebilir. Duyu verileriyle istidlalde bulunmak akıl yürütmeyi gerektirir. Akıl yürütmenin doğruya isabet edebilmesi için kişinin, zihinsel açıdan sağlıklı olup hastalıklardan uzak bulunması gerekir. Aksi takdirde isabetli bir akli bilgiye ulaşmak mümkün olmaz. Akıl vahyin bildirdiği hususları imkansız bulmaz, aksine teyit eder (Taberî, et-Tebsîr, s.113; Tefsîr, I,101,242,253, VIII,124, XII,86-87,XV,147).
Buna göre bilginin kaynakları duyular, akıl yürütme ve haberden oluşur. Dînî bilginin kaynağı Kur’ân ve meşhur hadislerdir. Hz. Peygamber’in getirdiği bilgilerle din tamamlandığından vasî, hüccet veya daha başka bir isim verilen kişilerin verdiği bilgiler din adına geçerli değildir (Taberî, et-Tebsîr, s.167).

2. İlliyyet:
Maddî varlıklarda sebep-sonuç arasındaki ilişki zorunludur, sebep var olunca onun peşinden sonuç zarurî olarak gelir. Meselâ ateş varsa yanma ve yakma da zorunludur. Bu durum insanlara ait fiillerde de söz konusudur. Şayet kafirler iman etmiyorsa bunun sebebi Allah’ın onlarda iman etme kudretini yaratmamasıdır. Eğer yaratsaydı iman etmeleri kaçınılmaz olurdu. Buna mukabil muminlerin iman etmesinin sebebi de Allah’ın onlarda iman etme kudretini yaratmasıdır. Bu da iman ve itaat etme kudreti ile inkar ve isyan etme kudretinin ayrı olduğunu gösterir. Çünkü sebep ile sonuç arasında zorunlu bir ilişki vardır (Taberî, et-Tebsîr, s.168,174).

3. Ulûhiyyet:
Dînin i’tikâdî konularını iki esasta toplamak mümkündür, bunlar da Allah’ın tevhidi ve adâletidir. Her ikisi da duyu verileriyle istidlalde bulunarak bilinebilir (Taberî,et-Tebsîr,s.114).
Allah kelimesi, Arabca olup el-ilah demektir ve evreni yaratan ve yöneten yüce varlık anlamına gelir. Evrendeki varlıkların bilgi ve irade eseri olduğunu gösteren ilginç bir yapı taşımasından hareketle akıl yürüterek benzeri bulunmayan yüce bir yaratıcısının varlığına kesin bir şekilde ulaşmak mümkündür. Aklın ulaştığı bu sonucu inkarcıların reddetmesi bu bilginin yanlışlığını göstermez, aksine bu durum inkarcıların, arzularını aklın önüne geçirmek suretiyle zihinsel bir afete maruz kaldıklarını kanıtlar (Taberî, Tefsir, I,54-55,195,248,II,65, XI,86-87).
Allah’ın zâtı varlığını ifade ettiği gibi isimleri de sıfatları bulunduğunu belirtir ve bunların varlığı vahiyle bilindiği gibi akıl yürüterek de bilinir.Allah’ın ezelî ve ebedî olan hayat, ilim, irade , kudret gibi sıfatları bulunduğunu bilmeyen mümin adını almayı hak etmez (Taberî, et-Tebsîr, s.127-129,130-134).
Hayat sıfatı Allah’ın varlığının sona ermemesi, tekvîn sıfatı da var etmeyi dilediği varlığa “ol” demesi anlamına gelir. Allah’a kıdem sıfatı atfedilmesi gerekir, çünkü varlığının başlangıcı yoktur. İlim sıfatı Allah’ın, varlık ve olayları vuku bulmadan önce bilmesini kapsar. Bazı ayetlerde bazı insanların imtihan edilmesinin, Allah’ın sonucu bilmesi için gerçekleştirildiği anlamına gelen ifadelerin kullanılması imtihana konu olan olayların insanlara gösterilmesini sağlamaya yöneliktir (Taberî,Tefsîr, I,510,III,164, XVIIII,49, XXX,347).
Naslarda Allah’a atfedilen ve akıl yürüterek O’na nispet edilemeyecek olan sıfatların bir kısmı ulûhiyyete uygun anlamlarla te’vil edilmeli, tevîl edilemeyenler ise teşbîhten tamamen kaçınılarak kabul edilmelidir. Bunlardan “vech” zât, “yed” nimet ve kuvvet, “cenb” emir, “istivâ” malik olma ve hakimiyet, “ityân” ilim ve nusrat anlamlarına gelir (Taberî, Tefsîr, I,80-81,132-133,192, II,329, III,316, VII,161,XXVI,76,XXIX,38; a.mlf. et-Tebsîr, s.134-145; Sarsûr, s.126,367,435).
Kur’ân Allah’ın kelamı ve kelamı da sıfatı olduğundan hiçbir cümle içinde Kur’ân’a mahluk sıfatı verilemez. İnsana ait bir fiil olan Kur’ân’ı telaffuz etme ve yazma fiilleri ise mahluktur (Taberî, et-Tebsîr, s.153-155, 200-201).
Zâtını ve sıfatlarını bilmek Allah’ın maddî bir varlık olmasını gerektirmediği gibi ahirette muminlerce görülmesi de onun maddeye benzemesini gerektirmez. Akıl ise rü’yetullahı mümkün görür (Taberî, Tefsir, VII,303,303; a.mlf., et-Tebsîr, s.150).

4. Efâl-i ibâd :
İnsana ait fiiller kendi seçimi ve Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. İnsanın, Allah’ın yaratmasına ihtiyaç duymadan kendi kudret ve iradesiyle fiillerini kendi başına gerçekleştirmesi mümkün olsaydı Allah’tan yardım dilemesine gerek kalmaz, böylece Allah’tan müstağni kalırdı. Halbuki Kur’an’da, muminlerin iman ve itaat etmekte Allah’tan yardım talep etmesi gerektiği bildirilmektedir (el-Fâtiha 1/5-6). Bu da muminlerin Allah’ın yardımı (tevfîk) ve yaratması sayesinde iman ettiğini, buna karşılık kafirlerin de Allah’ın kendilerinde yarattığı inkar sebebiyle inkar ettiğini gösterir. Buna göre iman etme gücü ile inkar etme gücü aynı değildir. Allah, mümin ile inkar, kafir ile iman arasına girer de bu sebeple mümin kafir olmaz, kafir ise iman etmez. Bu itibarla insana ait fiiller üzerinde insanın fark edemediği bir müdahalesi vardır. Kafirin iman etmesine engel olması, tercihine yönelik bir cezadır, mümini inkar etmekten koruması da tercihine dair mukafattır (Hamevî, XVIII,82).
Tevfîk olmadan iman, hızlân olmadan da inkar gerçekleşmez. Eğer kafire iman etme gücü verseydi iman etmemesi imkansız olurdu, mumine de inkar etme gücü verseydi kafir olmamsı imkansız hale gelirdi. İnsanın sorumluluğu ise yaptığı iman veya inkar etmeye ilişkin seçimine dayanır. İnsan yaptığı seçim sebebiyle tevfîk veya hızlâna müstahak olur, peşinden de Allah, insanda iman veya inkar etme kudretini yaratır. Bu sebeple insana ait fiiller hem insana, hem de Allah’a nispet edilir (Taberî,Tefsîr, I,70,84-85,IX,204,217; a.mlf., et-Tebsîr, s.172-174).

5.Nubuvvet:
Peygamberin, mucizelerinin yanı sıra herhangi bir bilinen yönteme ve kaynağa baş vurmadan gayb aleminden haber verip bunun olaylarla teyid edilmesi doğruluğunun delillerindendir. Bütün peygamberler erkeklerden seçilmiştir, kadın peygamber yoktur. Peygamberlerin kendilerine vahy edilen haberler ve vaidler konusunda herhangi bir şüphe içinde bulunmazlar. İlâhî aleme dair müşahedelerinde bir şüphe ve tereddüt içine düşmeleri peygamberlik sıfatlarıyla bağdaşmaz. Peygamberlerden Hz.İdris ve Hz.İsa diri olarak gök katlarına yükseltilmiştir (Taberî, Tefsîr, III,278, XIII,80,86-87,XVI,96).
Hz.Peygamber’in nübüvvetine dair en önemli delil, muhtevası, nazmı ve belagatı itibariyle benzeri getirilemeyen Kur’ân’dır. Bunun dışındaki en önemli delil ise Tevrat ve İncil’de müjdelenmesi ve bunu Ehl-i Kitap alimlerinin bilmesidir. Nitekim Selmân-ı Fârisî’nin müslüman olması bir papazdan aldığı bu tür bilginin izini sürmesidir. Bir ümmî insan olarak Hz.Âdem’in yaratılışından diğer peygamberlerin tevhid mücâdelelerine dair haberler vermesi de peygamberliğinin açık delillerindendir (a.e., I,85,165,220, 321-323,370-372,II,53-54, III,266).
İsrâ ve Mi’râc ruh ve bedenle birlikte vukû bulmuştur. Zira sadece ruhen gerçekleşmesinde Hz.peygamber’in nübüvvetine delil teşkil etme özelliği taşımaz. Burağ’a bindirildiğine dair rivayetler de bunu teyit eder. Hz.Peygamber’in Makâm-ı Mahmûd’u Mevkıf’te insanlara şefaat etmesi manasına gelebileceği gibi Mucâhid b. Cebr’in kabul ettiği üzere arşa oturtulması anlamına da gelebilir. Bunu engelleyen aklî ve naklî hiçbir delil yoktur (a.e., XV,16-17,147-148).
Velî iman ve takvâ sahibi olan müminlerdir. Onlara verilen müjde dünya hayatında sadık rüyalar görmeleri veya ölümleri anında ruhlarını alan meleklerce ilâhî rahmete ve rızâya nail olacaklarının bildirilmesidir (a.e., XI,131-132).

6. Kıyâmet ve âhiret :
Kıyâmet alametlerinden nüzûl-i İsa mütevâtir hadislere dayandığı dikkate alınarak vukû bulacağına inanmak gerekir. Ayrıca Allah Hz.Îsâ’yı öldürüp ruhen katına yükseltseydi nüzûlünden önce diriltilip tekrar öldürülmesi gerekirdi. Bu da insanın bir defa öldürüleceğine dair Kur’ân’ın verdiği bilgilere aykırıdır (a.e.,III,291). Bazı görüşlerin aksine Ye’cûc ve Me’cûc olayı ise henüz vukû bulmamıştır, kıyâmetin kopmasından önce gerçekleşecektir (a.e., XVI,22).
İnsanın yaratılması esnasında meleklerce bedenine üflenen ruh, ölümü anıda yine meleklerce bedenden çıkarılıp alınır. Berzah aleminde müminlerin kabirlerinden cennete bir kapı açılır ve cenneti seyredip hoş kokusunu alırlar, kafirlerin kabirlerinden de cehenneme bir kapı açılır ve cehennemi seyredip kötü kokusunu hissederler.Şehitler ise diğer müminlerden farklı olarak berzah aleminde cennet nimetlerinden yararlanır. Bu konudaki hadisleri reddetmek mümkün değildir. Allah’ın cansız bir bedene azap etmesini akıl da imkansız görmez. Ayrıca kabir azap ve nimetine dair Kurân’dan da açık deliller vardır (Taberî, et-Tebsîr, s.205-212; a.mlf., Tefsîr,I,188-189,II,39,XI,11-12).
Cennete fâsıkların, cehenneme de müminlerin girmeyeceğini ileri süren görüşler naslara aykırıdır. Tevhid ehlinden olan fâsıklar uzun süre cehennemde kalıp cezalarını çektikten sonra cennete gireceklerine dair mütevâtir hadisler mevcuttur. Kur’an’da da şakîlerin cehennemde ebedî olarak kalacakları belirtilmekle birlikte bir istisnâ kaydı ile bunların cehennemden çıkacaklarına işaret edilmiştir (a.e., XII,119).

7.İman-Günah-Tekfîr :
Mutlak anlamda iman, “inanılması farz olan esasların doğruluğunu bilip tasdik ettikten sonra inancını diliyle ifade etmek ve ilâhî buyrukları uygulamak” diye tanımlanır. Buna göre kamil imanda bilgi, ,ikrar ve uygulamadan oluşan unsurlar vardır. Bunların hepsini yerine getirmek farzdır. Sadece kalbiyle tasdik edip bunu ifade eden ve büyük günah işleyen kişi fâsık müslümandır. Uygulamada ihmali bulunan müslümanların imanı eksiktir, ihmali bulunmayanların imanı ise fazladır Bütün unsularını bir araya getirmek herkes için zor olduğundan “inşaallah müminim” ifadesini kullanmak daha doğru bir yaklaşımdır (Taberî,et-Tebsîr, s.184,189-198; a.mlf.,Tefsîr,I,101,117).
Hakkında kesin delil bulunan ve inanılması veya yapılması farz olan bir hükmü inkar etmek kişiyi İslâm dîninden çıkarır. Bu itibarla Allah’ın yüce sıfatları bulunduğunu veya bunların kadîm olduğunu inkar etmek yahut delillerini bilmemek ve Kur’ân’ın mahluk olduğunu iddia etmek tekfir sebepleri arasında yer alır (Taberî,et-Tebsîr, 124,129,151-152,164).
Ebu Bekir b. Ebu Kuhâfe ile Ömer b. el-Hattâb’ın hidâyet önderleri olmadığını söyleyip onlara ta’n etmek Hz.Peygamber’e ta’n etmek anlamına gelir, bu sebeple de bu tutumu sergileyenlerin İslâm dîniyle ilgisi kalmaz. Çünkü hilâfet meselesine ilişkin ihtilafı çözmek için emirliğin Kureyş’e ait olduğunu söyleyen Ebu Bekir’i ashabın çok büyük ekseriyeti teyit etmiştir (a.e.,156-158; İbn Hacer,V,101).
Taberî, başta ulûhiyyet, hatta sem’iyyât meseleleri olmak üzere i’tikâdî konularda aklî istidlallere başvurmak ve akâid meselelerinde aklî bilgiler kullanmakla önemli ölçüde Selefiyye’nin mütekaddimîninden ayrılmış, belli başlı haberî sıfatları tevil etmiş, imana bilgi unsurunu da eklemiş, ancak bazı âhâd hadisleri mütevâtir kabul etmiş ve tekfirde katı sayılabilecek bir tutum takınmış Sünnî bir alimdir. Zira farz olan inanç ve davranışları delilleriyle bilmeyen kişinin müslüman olamayacağını söylemesi bunu göstermektedir.Esbebp-sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olduğuna hükmetmesiyle de kelâmcılara muhalefet etmiştir.
Eserleri Ehl-i Sunnet’in kaynakları arasında yer almış, Ebu Ya’lâ el-Ferrâ, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye gibi muteahhir dönem Selefiyye alimlerine öncülük ettiğini söylemek mümkündür.
Husâm b. Hasan Sarsûr Taberî’nin ilâhî sıfatlara dair görüşlerini Âyâtu’s-sıfât ve menhecu İbn Cerîr et-Taberî fî tefsîri me’ânîhâ adlı eserinde mukayeseli olarak incelemiştir.



İsim ve Sıfat Tevhidi Konusunda Selef’in Metodu


Kitab ve Sunnet’te sabit olan isim ve sıfatlara ilave ve eksiltme yapmaksızın iman etmek gerekir.

İmamlar’ın İmam’ı, İbn Huzeyme (rahımullah) şöyle der:

Allah’ın sıfatları konusundaki hadisler Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den tevaturle ve Kitaba uygun olarak gelmiştir. Önceki nesiller de sonrakilere sahabilerden ve tabiilerden başlayarak günümüze kadar bu hadisleri nesilden nesile nakletmişlerdir. O sıfatları Allah hakkında kabul edip te’vilden ve inkardan sakınmış teşbihi ve keyfiyet yorumunu terk ederek o sıfatlarla Allah’ı tanımış O’na inanmış ve Allah’ın Kitabında bildirdiği Rasulu (s.a.v.)’in de o Kitabdakileri açıklama sadedinde verdiği bilgilere de teslim olmuşlardır. (İbn Kudame, Zemmu’t-Te’vil, s. 140; el-Hucce fi Beyani’l-Mahacce 1/101)

Ebu Bekir el-İsmaili de şöyle der: Biliniz ki hadiscilerin yani ehl-i sunnet ve’l cemaatin yolu Allah’a kitablarına ve peygamberlerine iman etmek Allah’ın Kitabının ve Peygamberinden gelen sahih rivayetlerin bildirdiği şeyleri kabul etmektir.Orada gelen şeylerden sapmaya ve onları reddetmeye imkan yoktur. Çünkü mu’minler Kitab ve Sunnete uymakla emrolunmuşlardır. Nitekim Allah Kitap ve Sünnete uyanların hidayetini garanti eder. Peygamberlerinin onları doğru yola ileteceğini ifade eder. Ona muhalefetin de fitneye ve elem verici bir azaba yol açacağı uyarısında bulunur. Yine onlar Allah’ın hem kendisinin ve hem de Rasülünün bildirdiği güzel isimlere ve sıfatlara sahip olduğuna inanırlar.

الإسماعيلي الامام الحافظ الثبت شيخ الإسلام أبو بكر أحمد بن إبراهيم بن إسماعيل بن العباس الإسماعيلي
الجرجاني كبير
(Ahmed İbn İbrahim İbn İsmail İbn el-Abbas el-İsmaili el-Curcani Ebu Bekir: Zehebi onun hakkında şöyle demiştir: İmam hafız sebt/sağlam şeyhulislam H. 371 senesinde vefat etmiştir. Tezkiratu’l-Huffaz 3/947 Tabakatu’ş-Şafiiyye 3/7)

Onlar isim ve sıfatların tamamını –Kitab ve Sunnette geçtikleri gibi- zahiri manaları üzere kabul ederler. Bu sıfatları çarpıtmaksızın ve nasıl olduklarına dair yorum yapmaksınız onların gerektirdiği Allah’a uygun mükemmellikleri aynen kabul ederler. Buna göre Allah’ın Kitabının ve Rasulu (s.a.v.)'in Sunnetinin bildirdiği her şeye iman etmek farzdır. Kendisine deliller sunulduktan sonra kim onları inkar eder veya onlar hakkında eğri yola saparsa onun küfründen korkulur.
Nitekim İmam Şafii şöyle der: Allah’u Teala’nın Kitabında zikredilen ve Peygamberinin haber verdiği isim ve sıfatları vardır. Kendisine Kur’an’dan ve Sünnetten bu isimlerin ve sıfatların varlığına dair delil getirilen kimsenin bunları reddetmesi caiz değildir. Çünkü onları Kur’an bildirmiştir ve Rasulullah (s.a.v.)’den de onlar hakkında sahih rivayetler gelmiştir. Kendisine delil getirildikten sonra kim buna muhalefet ederse Allah’ı inkar etmiş olur.Kendisine delil sunulmadan önce ise bilmediği için mazur sayılır. (İbn Kudame , Zemmu’t-Te’vil, s.139-142)
Dolayısıyla da selef dinin izin vermediği hiçbir şeyi Allah’a isim olarak vermezler. Dinde yer alan isimlerle O’nu isimlendirmek farzdır dinde yer almayan isimlerle O’nu isimlendirmek ise doğru değildir.

Nitekim Abdurrahman İbn Kasım el-Utaki şöyle demiştir. Bir kimsenin Allah’ı ancak O’nun Kur’an’da kendisini vasfettiği şeylerle vasıflandırması gerekir. (İbn Ebi Zemeneyn, Usulu’s-Sunne, 1/212)

(Abdurrahman İbn el-Kasım İbn Halid İbn Cunade el-Utaki Ebu Abdullah el-Basri İbn Hacer onun hakkında şöyle der: Fakihtir Malik’in arkadaşıdır. Güvenilir onuncu tabakadandır. H. 191 yılında vefat etmiştir. Takribu’t-Tehzib 1/495; Tehzibu’t-Tehzib 6/252)

Secezi de şöyle demiştir: Muctehid imamlar sıfatların ancak tevkifi olarak bilinebileceğinde ittifak etmişlerdir. Aynı şekilde onların izahı da ancak tevkifi bilgilerle caizdir. Allah’ı ancak kendisinin ve Rasulunun vasfettiği şeylerle vasfetmek caizdir. (Kitabu’l-Harf ve’s-Savt, s.139)

Ebu Suleyman el-Hattabi şöyle demiştir: Allah Teala’yı kabul etmek demek, O’nun keyfiyetini değil varlığını kabul etmek olunca sıfatlarını kabul etmek de bunların keyfiyetlerini belirlemek değil varlıklarını kabul etmek anlamına gelir. (el-Erbain fi Sıfati Rabbi’l-Alemin, s.117)

Hafız Ebu’l-Kasım et-Teymi de şöyle demiştir: Allah’ın zatını ispat etmek O’nun keyfiyetini değil varlığını isbat etmek demektir. Sıfatlarının isbatı da böyledir. Selefin tamamı bu görüştedir. (el-Hucce fi Beyani’l-Mehacce, s.34)

İshak İbn Rahaveyh şöyle der: Allah’ın eli bildiğimiz bir el gibidir veya elin aynısıdır. İşitmesi başkasının işitmesi gibidir ve işitmenin aynısıdır dediği zaman bu bir teşbih/benzetme olur. Fakat Allah’ın eli vardır, Allah işitir Allah görür gibi şeyler söylediği zaman, bunların nasıl olduğu konusunda yorum ve benzetme yapmazsa bu teşbih olmaz. Bu Allah’ın şu sözü gibi olur: O’nun benzeri hiçbir şey yoktur O işitendir görendir (Şu'ra) (Sunenu’t-Tirmizi, 3/42)

Tirmizi de şöyle der: Bu ve benzeri sıfatlar ve Rab Teala’nın her gece dünya semasına inmesi gibi rivayetler hakkında ilim adamları şöyle demişlerdir:
Bu tür hadislere yorum yapmaksızın, verhme kapılmaksızın ve nasıl diye sormaksızın inanırız. Ehl-i Sunnet ve’l-Cemaatin ilim sahibleri de böyle demişlerdir. Cehmiler ise bu rivayetleri inkar etmişler ve bu bir teşbihtir demişlerdir. (Sunenu’t-Tirmizi, 3/41-42, 5/ 251)

İmam Muhammed İbnu’l-Hasan da şöyle demiştir: Doğudan batıya kadar bütün fıkıhçılar, Rab Teala’nın sıfatları konusunda Kur’an’a ve güvenilir raviler yoluyla Rasulullah (s.a.v.)'den gelen sahih hadislere, Te’vil nitelendirme ve teşbih yapmaksızın iman etme konusunda ittifak etmişlerdir. (Lalekai Şerhu İtikadi, Ehli’s-Sunne ve’l-Cemaa, 2/432-433)


واعلم أنّ فصل ما بيننا وبين المبتدعة هو مسألة العقل ، فإنهم أسسوا دينهم على المعقول ، وجعلوا الاتباع والمأثور تبعًا للعقول
وأما أهل السنة قالوا: الأصل في الدين الاتباع والمعقول تبع، ولو كان أساس الدين على المعقول لا ستغنى الخلق عن الوحي، وعن الأنبياء صلوات الله عليهم، ولبطل معنى الأمر والنهي، ولقال من شاء ما شاء، ولو كان الدين بني على المعقول لجاز للمؤمنين أن لا يقبلوا شيئاً حتى يعقلو

Ebu Muzaffer es-Sem’ani de şöyle dermiştir: Şunu bil ki bizimle bid’atçıları ayıran şey akıl meselesidir. Onlar dinlerini akıl üzerine kurdular akla tabi oldular ve nakli akla uydurdular. Ehl’i-Sunnet ise şöyle dedi; dinde asıl olan tabi olmaktır akıl nakle tabidir. Eğer dinin temeli akıl üzere kurulmuş olsaydı insanların vahye ve peygamberlere ihtiyacı kalmazdı. Dinin emir ve yasağı geçersiz olur ve dileyen dilediği şeyi söylerdi. Yine eğer din akıl üzerine bina edilmiş olsaydı mu’minlerin akılları yatmadıkça hiçbir şeyi kabul etmemeleri gerekirdi. (Savnu’l-Mantık, s.182)

Hafız İbn Abdilberr şöyle der: Sahabe ve Tabiin alimlerinin Allah’ın arşı üzerinde olduğu ilminin ise her yerde olduğu hususunda icma olduklarını nakletmiş ve bu hususta onlara muhalefet eden hiç kimse huccet getirememiştir, demiştir. (et-Temhid, 7/137-138)

Muhammed İbn Yusuf şöyle der: Her kim ki, Allah’ın arşı’nın üzerinde değildir, derse o kafirdir. (Buhari, Hakku’l-Ef ali’l-İbad ve’r-Red ale’l-Cehmiyye, 128)

عن صدقة قال : سمعت سليمان التيمي يقول : ( لو سئلت أين الله لقلت في السماء )
Sadaka’dan dedi ki: Suleyman et-Teymi’yi şöyle derken dinledim: Bana 'Allah nerededir?' diye sorulacak olursa, şubhesiz 'semadadır' derim.

(Bunu el-Lalekai (2/92) rivayet etmiştir. Buhari de bunu Halku Ef’ali’l-İbad ve’r-Redd ale’l-Cehmiyye Kitabında zikretmiştir, s.71)

( صحيح ) وروى عبد الله بن أحمد بن حنبل في الرد على الجهمية حدثني أبي حدثنا شريح بن النعمان عن عبد الله بن نافع قال : قال مالك بن أنس : الله في السماء وعلمه في كل مكان لا يخلو منه شيء
Abdullah b. Ahmed b. Hanbeli, er-Reddu ale’l-Cehmiyye’de şunu rivayet etmektedir. Bana babam tahdis etti, bize Şureyh b. Naim tahdis etti, o söyledi ki: Abdullah b. Nafi dedi ki: Allah semada’dır, ilmi her yerdedir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında değildir.

(Bunu Ebu Davud el-Mesail’de (s.263) el-Acurri (s.289) el-Lalekai (I/92/b) rivayet etmiştir.)

( صحيح ) صح عن علي بن الحسن بن شقيق قال : قلت لعبد الله بن المبارك كيف نعرف ربنا عزوجل قال :

في السماء السابعة على عرشه ولا نقول كما تقول الجهمية : إنه هاهنا في الأرض فقيل هذا لأحمد بن حنبل فقال : هكذا هو عندنا .
وفي يرواية للمصنف عنه قال :
سألت ابن المبارك : كيف ينبغي لنا أن نعرف ربنا عز وجل ؟ قال : على السماء السابعة على عرشه ولا نقول كما تقول الجهمية : إنه هاهنا في الأرض

Şeyhu’l-İslam Abdullah b. el-Muberak (rahımullah) şöyle dedi:
Ali b. el-Hasen b Şekik’den şöyle dediği sahih olarak rivayet edilmiştir: Abdullah b. el-Muberak’e : 'Aziz ve Celil olan Rabbimizi nasıl tanırız?' diye sordum. Dedi ki: 'O yedinci semada Arşı üstündedir. Cehmiyye’nin dediği gibi, 'O, işte burada yerdedir' demeyiz'.


Bu husus Ahmed b. Hanbel’e söylenince, O, 'Bu bize göre de böyledir' demiştir.

Yine diğer bir rivayette: İbnu’l-Muberak’e sordum: 'Aziz ve Celil olan Rabbimizi nasıl tanımamız gerekir?' Dedi ki: 'Yedinci semanın üstünde Arşı üzerindedir. Bizler, Cehmiyye’nin dediği gibi, 'O, işte burada yerdedir' demeyiz.
(Bunu İmam Buhari rahımullah, Halku Ef’ali’l-İbad ve’r-Redd ale’l-Cehmiyye Kitabında zikretmiştir, s.15)


Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun, Peygamberimiz Muhammed’e salat ve selam olsun.
 
A Çevrimdışı

Abu Jafar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Ilk önce bi tesekkür ederim bu güzel yazi icin, Allah, azza wa jall, senden razi olsun.

Evet, Istiva konusiyla alakali soriyorum.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İstiva konusunda bir yazı hazırlamıştım fakat dün yollarken hata oldu, saatlerce ayarladığım yazı gitti. İnşeallah musait zamanda ayarlayacağım .
 
A Çevrimdışı

Abu Jafar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Hayirlisi in shaa Allah.

In shaa Allah, zaman´in olursa yapsan cok güzel olur.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Selef alimlerinin "fi es-Sema" nasıl anladıkları hakkında, muhalif görüş sahibi Elmalılı Hamdi yazır, aşağıdaki ayetlerin açıklamasında, Selefin nasıl anladığını ve kendince hatalı gördüğü ve doğru sandığı görüşü aktarmaktadır :



وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاء بُرُوجاً وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ (Hicr 16)

"Andolsun biz, gök yüzünde birtakım burçlar (yıldızlar) yarattık, bakanlar için onları süsledik." (Hicr 16)

İbn Abbas der ki: Biz, semada güneşe ve aya burçlar yani, konaklama yerleri yaratmışızdır. Bu burçların isimleri şöyledir:
Hamel (koç), Sevr (öküz), Cevza (ikiz), Seratan (yengeç), Esed (aslan), Sümbüle (başak), Mizan (terazi), Akrep, Kavs (yay), Cedy (oğlak), Delv (kova), Hut (bahk).

Arablar, yıldızların yerlerini ve onların doğuş ve batış hallerini bilmeyi en üstün ilimler arasında sayarlar ve yıldızlar ile yollarını bulurlar, vakitleri, bolluk ve kuraklık zamanlarını onlarla tayin etmeye çalışırlar. Derler ki: Felekte on iki burç vardır. Her bir burç ise iki buçuk mildir.
"Buruc" aslında zuhur (çıkmak, görünmek) demektir. Zinetini açığa çıkarması anlamıyla "kadının teberrucu" tabiri buradan gelmektedir. Yine bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce en-Nisa Surası'nda (4/78, âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

el-Hasen ve Katade derler kî: Burçlardan kasıt yıldızlardır. Onlara bu ismin veriliş sebebi ise görünmeleri ve yüksekçe yerde bulunmaları, yükselmeleridir.

Burçların, büyük yıldızlar demek olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı Ebu Salih yapmıştır. Bununla da yedi gezegeni kastetmektedir. Başka bir topluluk ise "burçlar"dan kasıt, Allah'ın gökte yaratmış olduğu ve içinde koruyucu bekçilerin bulunduğu yüksek köşkler ve evlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.


"Ve onu" yani semayı "seyredenler için" ibret alıp düşünenler için "süslemişizdir." Nitekim el-Mulk Surası'nda da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun, Biz dünya semasını kandillerle süsledik." (el-Mulk, 67/5) (İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an)




(Mulk 16) أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يَخْسِفَ بِكُمُ الأَرْضَ فَإِذَا هِيَ تَمُورُ
(Mulk 17) أَمْ أَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِباً فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ
Mulk 16 : "Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O yer sarsıldıkça sarsılır."

Mulk 17 : "Yoksa gökte olanın üzerinize taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu bileceksiniz."




. أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
"Gökte olandan emin mi oldunuz?"

مَّن فِي السَّمَاء
"Semadaki zat (gökte olan)" demektir.

Bu ünvan bizden üstün olarak gökte bulunan akıl sahibi varlıkların hepsini içine almaktadır. Onun için bazı müfessirler "göktekiler"den maksadın melekler olduğunu söylemişlerdir. Lâkin sözün gelişi, bunun melekler değil de, Allah Teâlâ olduğunu göstermektedir ki selef âlimlerinden nakledilen görüş de çoğunlukla budur.

Ancak ,

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ
"O'nun kürsüsü (tahtı)gökleri ve yeri içine alır..." (Bakara, 2/255) âyetinde ifade edildiği gibi Arş'tan da üstün olan ve لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetine göre de benzeri bulunmayan Allah Teâlâ göktedir demek nasıl olur? فِي zarfiyyet mânâsına geldiği ve zarf, mazrûfundan (zarflanandan) büyük olduğu cihetle göğün Allah Teâlâ'dan daha büyük olması, yahut O'nun da yarattığı cisimler gibi mekana muhtaç olması ve mekanın O'na ihtiyaç duymaması lazım gelmez mi? Ve o halde O, her şeyi kuşatıcı olur mu? diye birçok soru sorulabilir. Zaten bu yüzdendir ki söz konusu âyetle ilgili oldukça fazla münakaşa yapılmıştır. Bu konuda mânâsı en muhkem (açık ve kesin) olan لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ âyetini, Allah Teâlâ'nın mekandan ve cihetten berî olduğuna dair zikredilen naklî ve aklî delilleri iyi kavrayamamış olan Muşebbihe Mezhebi taraftarları, birçok mânâya ihtimali olması itibariyle az çok muteşabih olan مَّن فِي السَّمَاء "gökte olan" dan maksadın Allah Teâla olduğunda ve bundan dolayı da "Allah göktedir." demekte ısrar etmişler ve gökten de cismânî mânâ anlamak istemişlerdir. Bazıları da الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى "Rahmân Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) âyeti ile uyumlu hale getirmek için buradaki عَلَى فِىى mânâsına alarak göğün üzerinde, yani fevkında Arş üzerinde demek olduğunu söylemişlerdir. Ancak bundan kimisi sabit kalmak, kimisi de cihet (yön) mânâsını çıkarmışlardır. Bunlar ise, muhkem olan لَيْسَ كَمِثْلِهِ ِشَيْءٌ âyetine ve daha başka âyet ve delillere de ters düşmektedir.

Ebu Muslim el-İsfahâni gibi bazıları da bunun, "Allah göktedir" diye zanneden muşriklerin zanlarına göre bir hitab olduğunu benimsemişlerse de, burada da hitabın önceki âyette olduğu gibi umumi bir anlam taşımasının söz gelimine daha uygun olmasından dolayı bu görüşün de makbul olduğunu ileri sürmek oldukça zordur. Bir kısım âlimler de bunun,

وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاء إِلَهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ
"Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." (Zuhruf, 43/84),
وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا "Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 41/12) âyetleri doğrultusunda yani "Hükmü, emri gökte cereyan etmektedir." demek olduğunu söylemişlerdir.
Selef âlimleri ise bunu da اَلرَّ حْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى âyeti gibi muteşabih kabul ederek لاَيَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللهُ "Muteşabihin te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez..." (Al-i İmrân, 3/7) deyip te'vile girişmemişler, yani bundan şu kasdedilmektedir, diye mânâyı tayin etmeye kalkışmamışlar; mahiyetini Allah'a havale ederek bir cariye hadisinde olduğu gibi فِى السَّمَآءِ "gökte" demekle yetinmeyi daha ihtiyatlı görmüşler ve لَيْسَ كَمِثْلِهِ ِشَيْءٌ "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." demekten de geri durmamışlardır.
Allah Teâlâ'nın yüce zatına ters düştüğü aklen ve naklen bilinen cisimlendirmek, benzetmek ve hulûl (bir cisme girme) fikirleri gibi batıl inançlara düşülmemesi için bizim ulaştığımız kanaat şudur: Buradaki sema, gök dediğimiz cismânî semadan ibaret değil, mutlak yükseklik ve üstünlük işaretidir. Maddî, manevî, cismânî ve ruhani bütün yaratıkların, mekanın ve zamanın üstü demek olan mutlak yükseklik mânâsınadır. İşte bu anlama göre مَنْ فِى السَّمَآءِ ancak Allah Teâlâ'dır. Zira her şeyin üzerinde, her şeyden üstün olan ancak O'dur. Arşın üzerinde demenin mânâsı da budur. Bunlar, gerek الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى "Rahmân Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) gerek مَّن فِي السَّمَاء "semada olan" (Mulk, 67/16) vasıfları, tıpkı تَبَارَكَ وَتَعَالَى "yüce ve yüksek olmak" وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيم "O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255), وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِير "O, her şeye gücü yetendir." (Hadid, 57/2), إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيط "O, her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54), لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْء "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetlerinde olduğu gibi mutlak tenzih ifade eden vasıflardır. Ve bu mânâ ile yücelik O'nun gerek yeryüzünde ve gerek semada eşyadan hiçbir şeye karşı nisbetinde bir fark ifade etmez.

O, فِي السَّمَاء إِلَهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ "Hem gökte hem de yerde ilâhtır." (Zuhruf, 43/84) âyetinin de gösterdiği gibi yerin ve göğün yaratıcısıdır. Ayrıca O, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُم "Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetine göre de, nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Ancak O, her şeyden üstündür. Bizim nazarımızda yüceliğin en yüksek örneği gök olduğu için Allah Teâlâ'nın mutlak yüceliği de onunla ifade edilmiştir. Yalnızca yaratıcı ve yaratıkların isimlerini mukayese etmekle bile bu mânâ açıkça anlaşılmış olur. Allah göktedir. Göğün üzerindedir. Arş'ın üstündedir demekte ısrar edenlerin asıl maksatları da, Allah'ı cisimlendirmekten berî kılmakla bu mutlak yüceliği ispat etmektir. Fakat bunu takdir edemeyenler teşbihe sapmışlardır. Biz gök kelimesinden de yükseklik mânâsı anlarsak da, bu kelimenin kökü renk mânâsına olan "gök"le ilgilidir ve sema ise mutlak yükseklik mânâsını ifade eden "sumuv"den türemiştir. Bu yüzdendir ki gök tabirinde tecsim (cisimlendirme), sema tabirinde de yükseklik mânâsı açıkça anlaşılmaktadır. Gök demek her zaman sema demenin yerini tutmaz.


Onun için "Allah semadadır." demek, Allah şu cisimlendirilen göktedir anlamında değildir. Sonra şunu da belirtmek gerekir ki فِي harfinin ifade ettiği zarfiyyet ister hakiki olsun, ister mecazi olsun "kapsamak" mânâsını gerektirmez. Mesela, "Sema başımızdadır." "Yer ayağımızın altındadır." dediğimiz zaman bu cümlelerden "Kuş havadadır." cümlesinde olduğu gibi zarfiyyet mânâsı anlamayız. Ne başımızın semayı, ne de ayağımızın altının yeri kuşatmış olduğu iddiasında bulunmayız.
İşte bu gibi yerlerde با،الى،على،فى gibi diğer bir harf mânâsıyla da tefsir edilebilir. Bu yüzdendir ki مَّن فِي السَّمَاء sözündeki zarfiyyet ile اَلنَّجْمُ فِي السَّمَاء "yıldız semadadır" cümlesindeki zarfiyyet aynı anlamda değildir. Bunun gibi Allah Teâlâ'nın semada olmasını, Güneş'in semada olması arzında değil, hisse göre ilmin, cahile göre âlimin, yaratıklara göre yaratıcının, mahkûma göre hâkimin ve memura göre âmirin üstünlüğü tarzında anlamak gerekmektedir.

Âyette عَلَى السَّمَاء buyurulmayıp فِي السَّمَاء olarak zikredilmesi ise, O'nun yüceliğinin görünen ve görünmeyen her şeyi dışardan ve içerden kuşatmış olduğunu, semanın yalnız üstünde değil, içinde de hükmünü, ulûhiyyet ve yaratıcılığını ifade etmek gibi bir nükteyi de kapsadığını gösterir. Bu ise tamamen وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهرَكُمْ"O,göklerde ve yerde tek Allah'tır. Sizin gizlinizi, açığınızı, (hayır ve şerden) ne kazanacağınızı bilir." (En'âm, 6/3) âyeti gibidir. فِي السَّمَاءِاَمْرُهُ "Allah'ın emri semadadır,"şeklinde tefsir edenler de bu anlamı kasdetmişlerdir. Demek ki, اَللهُ فِي السَّمَاءِلاَفِى الْاَرْضِ "Allah, yerde değil, göktedir." tezini savunanlar, O'nun mekândan munezzeh (berî) olarak her yerde hazır ve nâzır olduğunu inkâr edip وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهرَكُمْ âyetinin açık anlamına karşı gelmişlerdir.

Evet, sadece
اَللهُ فِى الْاَرْضِ
"Allah yerdedir." demenin de caiz olmayacağında ittifak vardır. Çünkü bununla mekan anlamı kasdedilmese bile, alçaklık mânâsına geldiği kolayca anlaşılmaktadır. Halbuki sadece اَللهُ فِي السَّمَاء "Allah semadadır." demek ise, cisim, mekân ve cihet kasdedilmeyerek, mutlak yücelik ve yükseklik mânâsıyla caizdir. Çünkü sema, yeri de kuşatmaktadır. Fakat اللهُ لَيْسَ فِى السَّمَآءِ "Allah yerde değildir." sözü O'nun yerde Allahlık ve tapınılma vasfını, ilim ve kudretinin nufuzunu inkâr, yahut yeri O'nun kuşatması dışında tutmak kasdıyla söylenirse caiz olmaz, küfür olur. Çünkü وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ"O, göklerde ve yerde tek Allah'tır." (En'âm, 6/3) ve إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيطٌ "Muhakkak O, her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54) Ancak mekân, alçaklık ve cisimlendirmeyi ortadan kaldırma mânâsı kasdedilirse, noksan sıfatlardan berî kılınmış olacağı için doğrudur. Yer, bize göre bile itaatkârdır. Lâkin bu mânâda اللهُ لَيْسَ فِى السَّمَآءِ"Allah, semada değildir, yani semada sabit değildir." demek de doğrudur ve öyle itikad edilmelidir. Çünkü O, semanın yaratıcısıdır. وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ"O'nun kursusu semavat ve arzı kuşatmış." (Bakara, 2/255)dır.وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ "O yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255), لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) اللَّهُ الصَّمَدُ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
"Allah sameddir, O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş ya da denk değildir." (İhlas, 112/2-4)
Bunun için وَهُوَ اللهُ فِى السَّمَوَاتِ وَفِى الْاَرْضِ âyetinden de "Allah Teâlâ'nın zatı, gökler ve yerin içinde sabittir." tarzında bir mânâ çıkarmaya kalkışmak doğru değildir. O'nu, göklerde ve yerde tapınılan Allah, diye anlamak gerekir. يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهرَكُمْ "Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir." (En'âm, 6/3) âyeti de bunu beyan etmektedir.

Allah bütün göklerden ve yerden, Arş ve Kursi'den ve her şeyden büyük, lütufkâr ve haberdardır. Her şeyden mutlak bir üstünlükle üstün olan yüce Rab'dır. İşte bu mânâ ile مَّن فِي السَّمَاء 'dan "Allah" mânâsı anlamak doğru olur. Yaratan O, yeri itaatkâr kılan O, dönüş kendisine olan, dünya ve ahiret kendisinde birleşen mülkün sahibi, üstün ve yüce olan ancak O'dur. فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِن رِّزْقِهِ وَإِلَيْهِ النُّشُورُ "Şu halde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'nadır." (Mulk, 67/15) emriyle bizim yeryüzünde yürümemizin ve dönüşümüzün kendisinden geldiği gibi yine kendisinde son bulduğunu bildirerek bizi, yalnız yerdeki rızık ve hayat ile bırakmayıp وَفِي السَّمَاء رِزْقُكُمْ "Rızkınız semadadır." (Zariyat, 51/22) âyetinin ifade ettiği gibi gökte rızıklandırmak üzere kendisine davet buyurmakta olduğunu ve şu halde bizim yerin omuzlarında yürürken yer ile beraber ona doğru gidiyor olduğumuzu, bu gidişin ise kolay olmayıp ilerlemesi ne kadar yüksek ise, alçalma ve iniş tehlikesinin de o nisbette büyük bulunduğunu beyan ederek uyarı makamında siz lütfu ve kudreti altında bulunduğunuz "O semadakinden emin misiniz?" ءَاَمِنْتُمْ مَنْ فِىى السَّمَآءِ َ diye buyurmuştur.

Yani O'nun sizi ve yeri hep bulunduğunuz halde tutup duracağından ve gidişinizde sizi hiç helak etmeyeceğinden emin oldunuz, güven kazandınız da hiç korkunuz kalmadı mı? O yer üzerindeki hareketlerinizde nasıl küfür ve nankörlüğe, şeytanlık ve isyana sapar da korkmazsınız O üstünüzdekinden?
أَن يَخْسِفَ بِكُمُ الأَرْضَ Sizi yere geçirivermesinden, yahut yer ile beraber batırıvermesinden ki فَإِذَا هِيَ تَمُورُ o vakit bir de bakarsınız ki o altınızdaki itaatkâr olan yer ızdırapla çalkalanıyordur. O ızdıraplarla bir volkan ateşinde kaynar gidersiniz, o cehennemi boylarsınız. O halde Allah'tan korkun da o yerin üzerinde yürürken küfür ve şeytanlıkla onu bozmaktan, Allah'ın emirleri hilafına haksız ve çirkin hareketlerden sakının.

Bu uyarı, yerin itaatkârlığını ortadan kaldırmakla dahilinden uyarıdır.

أَمْ أَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا âyeti de, yerin itaatkârlığı ve uysallığı durduğu halde haricinden uyarıdır. Yani yoksa emin misiniz o semadakinden, korkmaz mısınız?
Şeytanlara atış taneleriyle saldırıldığı gibi üzerinize semadan bir hâsıb, taşlar, mermiler yağdırmağa memur bir elçi, bir melek, bir rüzgar gönderivermesinden.
فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ Artık ileride nezirimin nasıl olduğunu bileceksiniz. Gönderdiğim peygamberin yahud onunla haber verdiğim uyarı ve tehdidimin ne olduğunu, yani şimdi iman etmezseniz ileride fiilen bilmeğe mecbur olacaksınız.

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili Tefsiri)
 
ibnikayyim Çevrimdışı

ibnikayyim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
bu hususta soru sromanın bidat olduğu notunu da düşmek gerekir......
 
Üst Ana Sayfa Alt