Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Husun Kubuh Akılla Bilinebilir mi?

H Çevrimdışı

hamdi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Selamu Aleykum

Ehli Sünnet vel Cemaate göre hüsn-kubuh(iyilik-kötülük) akılla bilinebilir mi?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullah;

Husun (İyilik, Güzellik, Hoşluk), Kubuh (Kötülük, Çirkinlik, Fenâlık)

Âlimler, şeriâtın emrettiği şeyin güzel, yasakladığının ise çirkin olduğunda ittifak etmişlerdir. Hal böyle olsa da huccet, şeriat ulaşmamış olsa da iyi ve çirkin şeyler akılla bilinebilir. Fakat ceza şeriattan sonra sabit olur.


Fakat aşağıdaki konularda âlimler arasında ihtilaf vardır:

Güzellik ve çirkinlik işlenen fiilin bizatihi kendisinde mi mevcuddur?
Yoksa şeriatın onu yasaklaması ya da emretmesi sebebiyle midir?
Aklın bunu tesbit etmesi mümkün müdür?
Akıl bunu tesbit edebiliyorsa bu tesbit her fiil için geçerli midir?


Güzellik ve çirkinlik dört bölümde özetlenebilir:

1- Kemal sıfatlara güzel, noksan sıfatlara çirkin denir. (Mesela ilim güzel, cehalet çirkindir.)
2- Maksada uygun olanı güzel, olmayana çirkin denir. (Mesela adâlete güzel, zulme çirkin denmesi gibi.)
3- İnsan tabiatına uygun olan güzel, olmayanın çirkin kabul edilmesi. (Mesela tatlı güzel, acı çirkindir.)
4- Dünyada övgüye, ahiratte mukâfata sebeb olan şey güzel, bunun aksine dünyada yerilmeye, ahirette cezaya sebeb olan şey de çirkindir.

İlk 3 maddede, güzellik ve çirkinlik akıl ile bilinebilir. Burada İslâm âlimleri arasında ittifak vardır.

4. maddede belirtilen güzellik ve çirkinlik, şer'i açıklamalar olmadan acaba sırf akılla bilinebilir mi? Bunun cevabını almak için şu temel hususların bilinmesi lazımdır:

Cenab-ı Hakkın emrettiği her şey güzel, yasakladığı şeyler ise çirkindir. Bunda İslâm alimleri arasında ittifak vardır .

Eş'ari'lerin çoğuna göre husun ve kubuh tamamen şer'idir.
Bir şeyin güzel olması, sırf şeriatın onu emretmesi; çirkin olması da sırf şeriatın onu yasaklaması sebebiyledir.
Mesela, kişinin bir kadınla zina olarak ilişkide bulunması ile nikahı altındaki kadınla ilişkide bulunması bizzatihi aynı fiildir. Ama şeriat birini yasakladığı için çirkinlik, birini de mubah kıldığı için güzellik vasfını kazanır.
Ayrıca akıl, vahiy olmaksızın bir fiilin çirkin mi, yoksa iyi mi olduğunu idrak edemez. Aksine, fiilin kendisinde böyle bir vasıf mevcut değildir ki, aklın onu idrak edebilip edemeyeceği söz konusu olsun .

Eşarî mezhebinden kıymetli âlim Allâme Adudiddin Abdurrahman El-Îcî’ye göre; dinin yasakladığı şey “kötü”, emrettiği de 'güzel'dir. Akıl bu konuda yetkili değildir. Husun ve kubuh bir fiilde hakiki olarak bulunmamakta, ancak dinin belirlemesi ile oluşmaktadır. Şayet durum aksine olsaydı, yani iyilik / kötülük, güzellik/çirkinlik eşyada hakiki olarak bulunsaydı, “nesih” -dinin bazı hükümlerinin yine Şâri’ye bağlı olarak değişmesi- ile güzelliğin çirkinliğe, çirkinliğin de güzelliğe dönüşmesi mümkün olmazdı. Bu açıdan, dinin emir, tavsiye ve yasaklarının hüsün ve kubuh konusundaki belirleyici etkisi açıktır.

El-Îcî’nin dolayısıyla da Mevakıf’ın önemli şârihi Seyyid Şerif el-Cürcânî, El-Îcî’nin bu ifadelerini şu şekilde anlamaktadır: İnsanlık tarihinin belirli zaman dilimlerinde Allah (c.c.) dini kurallar göndermiştir. Bu kurallar, sadece, dinin gönderilmiş olduğu o dönemdeki toplumların iyi/güzel ya da kötü/çirkin telakkilerine göre şekillenmiş olsaydı, daha sonraki çeşitli zamanlara, dönemlere ve anlayışlara göre dinin temel emir ve yasaklarının da değişmesi gerekecekti ki, bunun manasızlığı açıktır.

Mûtezile, Hanefiye hatta bir kısım Eş'ari'lere göre ise 'husun' ya da 'kubuh', fiilin kendisinde mevcuddur. Şeriât bir fiili emretmeden ya da yasaklamadan önce de onda bu vasıflar vardı. Bu sebeble Allah bir şeyi emrederken, o şey güzel olduğu için onu emretmiş: yasaklarken de, çirkin olduğu için onu yasaklamıştır.

Bir fiilin güzel mi, yoksa çirkin mi olduğunu akıl idrak edebilir mi?

Aklın idraki konusunda çerçeveyi en geniş tutan mezheb, Mûtezile olmuştur.
Onlara göre akıl, güzel mi yoksa çirkin mi olduğunu bilemeyeceği bazı meseleler olsa bile, şeriat onu emrettikten ya da yasakladıktan sonra akıl onu idrak eder. Böylece bu konularda şeriat sadece bir rehberlik yapmış olur. Neticede yine akıl hükmünü verecektir.

Maturudi'ye göre akıl, sadece Allah'ın varlığı ile Peygamberler gönderilmesini idrak edebilir.
Bu sebeble peygamberlerle muhatab olmamış insanlar da bununla sorumlu tutulacaklardır. Bir kısım Hanefi'lere göre ise, akıl, bazı şeylerin güzel mi yoksa çirkin mi olduğunu bilir ama bilemeyeceği konular da vardır. Mesela zulûm çirkin, adâletin ise iyi olduğunu akıl idrak edebilir ama namazın ve vakitleri ile rekatlarının güzel olduğunu idrak edemez. Hatta bazı şeyler vardır ki, şeriatın o konuda rehberliği olduktan yani emir ve yasağını belirttikten sonra da aklı o konudaki güzellik ya da çirkinliği idrak edemeyebilir. Ayrıca onlara göre güzelliğini ya da çirkinliğini idrak ettiği meselelerde bile, şeriatın emir ya da yasağı olmadan kişinin onları yapmaktan dolayı mukafat ya da ceza görmesi söz konusu değildir. Mutezile'ye göre ise, bu hususlarda da kişi mukafat ya da ceza görür.
Husn ve kubuh meselesi, kelâm ilmini ilgilendirdiği kadar fıkıh ilmini de ilgilendirmektedir. Meseleye bu açıdan bakıldığında Mutezile'nin görüşü aşırdır. Çünkü Mutezilenin görüşü, Allah ve Rasûlu'nun hüküm vermediği konularda akıl din makamına yükseltme gibi bir sonuç doğurabilir.


Husn ve Kubun hakkında İbn Kayyım (rahimehullah), Tedmûriye Risalesinde şöyle demektedir:

İnsanlar bu meyanda, fiillerin güzel ve çirkin (hasen ve kabîh) olanlarının akılla bilinib bilinmeyeceği konusunda görüş beyan etmişlerdir (tartışma konusu yapmışlardır.) Başka yerlerde bu mes'ele geniş biçimde ele alındı ve bu konuda ortaya çıkan kafa karışıklığını (nereden kaynaklandığını orada) açıkladık.

Onlar, fiilin / işin, fiili işleyen kimseye uygun veya ters oluşunun akılla bilineceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, fiilin, fiili işleyen kimsenin sevdiği ve haz / lezzet aldığı ya da sevmediği (nefret ettiği) ve kendisine rahatsızlık / eziyet veren bir şeye sebeb olması durumudur ki, bazen akıl, bazen şeriat vasıtasıyla, bazen de her ikisiyle bilinir.

Ancak bunun ayrıntılı / tafsilâtlı biçimde bilinmesi ve fiillerin sonucu olan akıbetin -ahiratte mutlu ya da kötü durumda olmanın- bilinmesi ancak şeriat / din ile mümkündür.

İnsanlar, -bu konularda genel hatlarıyla bilgi sahibi olsalar da- peygamberlerin, Allah'ın isim ve sıfatlarının tafsilâtına ilişkin bildirdikleri gibi, ahiret gününün ayrıntıları hakkında haber verdikleri ve şeriatlerin / dinin ayrıntı noktaları olarak emrettikleri şeyleri de akıllarıyla bilemezler.

İmanın kendisiyle gerçekleştiği ve Kitab'ın (Kur'an'ın) getirdiği bu ayrıntılar, Allah Te'âlâ'nın şu sözlerinin işaret / delâlet ettiği hususlardır:

"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir Kitab) vahyettik. Sen Kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (vahyettiğimiz o Kitab'ı) bir nûr yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidâyete / doğru yola iletiyoruz." (Şûra 52);

"De ki: Eğer (haktan) saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulursam, bu da Rabbim'in bana vahyettiği (Kur'ân) sayesindedir. Şubhesiz O, işitendir, yakındır." (Sebe'50);

"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum." (Enbiyâ 45).

Maamâfih, bir grup, güzellik ve çirkinliğin (husn ve kubh) bundan başka bir anlamı olduğunu vehmetmiştir.

Şeriatin bildirdiği hüsn ve kubhun bunun dışında olduğunu zanneden bir başka grup ise bunlara karşı durmuştur.

Aklî veya şer'î hüsn ve kubhu kabul eden ve bunun burada bahis konusu edilenden farklı gören her iki grup da hataya düşmüştür.

Allah Te'âlâ'nın, ilâhî nassların bildirdiği ve aklî delillerin de desteklediği, muhabbet / sevgi, rıda, kızgınlık ve sevinç gibi şeylerle tavsif edilmesini / vasıflanmasını reddeden bu her iki grup, Allah'ın çirkin (kabîh) olan fiilleri işlemeyeceği konusunda ittifak ettikten sonra, bunun, Allah'ın kabîhe güç yetirmesinin düşünülemeyeceği ve O (kabîhi işlemekten) munezzeh olduğu için Allah'ın zâtı gereği mi imkânsız olduğu, yoksa sadece kendilerinin ortaya koyduğu aklî kubh sebebiyle mi Allah'ın bunu işlemeyeceği şeklinde iki farklı görüşe ayrılmışlardır.

Her iki görüş de bâtıllığı açısından daha önce geçen iki görüş gibidir.

Bunlar, Allah'ın, hidayet ve dalâleti, itaat ve isyanı, iyileri ve günahkârları, cennetlik ve cehennemlikleri, rahmet ve azabı yaratması ile bunları emretmesi arasında ayırıma gitmemişler, Allah'ı verdiği azab veya terk ettiği zulûm, vermediği ihsan ve nimet ya da terk ettiği cezalandırmadan dolayı övgüye lâyık görmemişlerdir.

Diğerleri ise ortaya koydukları aklî kubha -ki bunun aslı yoktur- dayanarak, Allah'ı bunlardan tenzih etmişler ve güzel ve çirkin olan hususlar açısından O'nu yarattıklarıyla aynı seviyeye getirmişlerdir; emrettiği veya yasakladığı hususlar açısından Allah'ı kullarına benzetmişlerdir.

Yalnızca kaderi düşünen ve rubûbiyyet tevhidinde fena bulmayı fazla önemseyen, aşırı giden ve kevnî hakikatin sınırında (kevnî hakikatler hususunda geri) duran kimse: ilim ile cehaleti, doğru ile yalanı, iyilikle günahkârlığı, adaletle zulmü, itaatle isyanı, hidayet ile dalâleti, doğru yolda olmak ile sapmışlığı, Allah'a dost ve düşman olanları, cennetlik ve cehennemlikleri birbirinden ayıramaz.

Bu kimseler, -Allah'ın Kitab'ına, dinine ve koyduğu hükümlere apaçık biçimde muhalif oldukları gibi- duyu ve idrâkin, akıl ve kıyasın zorunlu olarak ortaya koyduğu hususlara da muhalefet etmektedirler. Şöyle ki:

Bunlardan bir kimsenin, herhangi bir şeyden haz alması/ lezzet duyması ve herhangi bir şeyden de acı duyması/eziyet görmesi, yeyip içtiği ve yemeyip içmediği şeyler arasında, sıcak ve soğuktan hangisinin kendisini rahatsız edip hangisinin etmediği arasında bir ayırım yapması (temyiz etmesi) gerekir. İşte faydalı ve zararlı olan şeyler arasındaki bu ayırım, şer'î ve dinî hakikatin ta kendisidir.

İnsanın, bu iki farklı durumun (haz alması/ lezzet duyması ve acı duyması/eziyet görmesinin) daimî biçimde birbirine eşit olduğu bir noktaya ulaşacağını zanneden kimse, asılsız bir şey uydurmuş ve duyuların/hislerin zarurî olarak bildirdiği hususlara aykırı düşmüştür.

Maamâfih insana, bazen bazı şeyleri hissetmesine mâni olacak sarhoşluk ve baygınlık gibi bir hal arız olabilir. Hayatta olmasına rağmen duyularının tamamen ortadan kalkması ise imkânsızdır. Zira uyuyan kimse bile kendini hissetme kabiliyetini kaybetmez, bilâkis uykusunda zaman zaman kendisini üzen (sıkıntı veren) zaman zaman da sevindiren şeyleri görür.

Fena, sekr, istilâm vb. terimlerle ifade edilen haller ise bazı şeyleri hissedip bazılarını hissetmemekten kaynaklanır. Bunlar, -ayırt etme gücünün zayıflığı sebebiyle- bunları yaşayanın eksikli olmasına rağmen, temyîz / ayırdetme gücünün tamamen ortadan kalkacağı bir noktaya ulaşmaz.

Bu makamda temyizi (ayırdetme gücünü) tamamen reddeden ve bu makamı yücelten kimse, kader ve din açısından kevnî ve dinî hakikatler hususunda ve ayrıca Allah'ın yaratması ve emri hususunda hataya düşmüştür. Zira bu halin var ve kendisinin yok olduğunu, bu halin övülen bir durum olduğunu zannetmiştir. Temyîz (ayırdetme) gücünün olmaması, akıl ve bilginin bulunmamasında övülecek bir durum yoktur.

Bazen sûfîlerin:

"istememeyi istiyorum",

"arif için haz söz konusu değildir" veya

"ben ölü yıkayıcının önündeki meyyit gibiyim" dediklerini duyarsın.

Bu kimseler bu suretle, emre muhatap oldukları iradelerinin kendilerinden sakıt olmasıyla ve istemeleri emrolunmayan "haz almamak"la, dolayısıyla kendilerinden istemeleri emrolunmayan şeyi istemek ve uzaklaşmaları emrolunmayan şeyden uzaklaşmayı terk etmek sebebiyle ölü gibi olmakla övünmektedirler.

Bunu irade eden kimse iradesini tamamen ortadan kaldırır, hiçbir haz ve acıyı (lezzet ve elemi), faydalı veya zararlı hiçbir şeyi hissetmez.

Bu kişi, duyu ve aklın zarurî verilerine (zorunlu kıldığına) karşı kibirli bir muhaliftir. Bunu (böyle bir durumu) öven kimse de dinin ve aklın gereklerine (zorunlu kıldığına) muhalif düşmüştür.



****

Husun - Kubuh Meselesi
Mûtezile, iyi (husun) ve kötünün (kubhun) Allah’ın iradesinden bağımsız objektif değerler olduğunu iddia eder. Bu bağlamda da aklın bir şeyi iyi olarak bilmesi onun “husun” olduğuna bunun tam tersi de o şeyin “kubhu”na delalet eder. Bu düşünüş tarzı bağımsız akıl ideolojisinin bir ürünüdür. (Candan, Abdulcelil, Kur’ân Tefsîrinde Sapma Nedenleri, Denge Yay., Đstanbul, 2000, 83–170)
Eşyadaki husun ve kubuh değerleri eşyanın lazımi sıfatları olup Allah’ın tasarruflarını dahi sınırlayacak güce sahibdir. Başka bir ifadeyle Mûtezile, Allah’ın kubuhu yaratmayacağını –sonraki dönemlerde ise yaratamayacağını– O’nun, hüsnü yaratmaya mecbur olduğunu söyler. Onların kubha ayrı bir yaratıcı tayin etmeleri, ontolojik sahada iki ayrı tekvin ve icat merkezi kabul etmek gibi bir düalizm riskini de beraberinde getirmiştir. Bu düşünüş biçimi ise Yunan düşüncesindeki hayrı ve şerri iki ayrı ilaha isnad etmeye dayalı düalist tasavvura oldukça benzer. (er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebir, XXII, 155) Onlara göre husun ve kubuh, eşyanın lazımî sıfatları olduğu için akıl tarafından kolaylıkla ya da tefekkürle tesbit edilebilir bir mahiyet arz eder. Bundan dolayı da vahiyden önce aklın iyi ve kötüyü bilmesi ve bulması vâcibdir. (Ebû Zehra, Târihu’l-Mezâhib el-İslâmiyye, I, 147; Bakillânî, et-Takrîb, I, s. 228–231) Bu anlayış Cehm b. Safvan’ın Mûtezileye bıraktığı en büyük mirasıdır. (Şehristânî, el-Milel, I, 115) Aklın iyiyi ve kötüyü tespitteki istidadı o kadar etkindir ki, peygamber bile getirdiği vahiyle bu makul olan aklî tesbitleri tasdik etmeye mecbur kalır. (Şehristânî, a.g.e, I, 50. Hem husun-kubhun vahiyden önce akılla bilinebileceği hem de vahyin bu tespitlere mutabık olarak gelmesinin zorunluluğu konusunda Kerramiye mezhebi de Mu’tezile ile aynı görüştedir. Bkz. en-Neşşâr, a.g.e, II, 47–52) Hatta vahiyden önce aklın husunu ve kubhu bulmasının vacib olduğunu söyleyen Nazzâm, aklın tesbitine uymayan naklin kesinlik taşımayacağını ifade eder. (İbn Nedîm, el-Fihrist, Kahire, 1348, sf: 252)) Mu’tezile sadece ibadet sahasında aklın vahye tabi olmak zorunda olduğunu söyledikten sonra, diğer hususların tamamının vahiy olmaksızın da bilinebileceğini ifade eder. (Kâdı Abdulcebbâr, Muteşâbihu’l-Kur’ân, s. 36) Öyle ki, Ebû Ali el-Cubbâî ve Ebû Haşim gibi bazı Mûtezilî ulema, vahyin şeriatı gibi, aklın da şeriatının olduğunu ifade etmişlerdir. (Hanefî, Hasan, İslâmi İlimlere Giriş, s. 91) Bu anlayışın bir sonucu olarak “İnsanların evvel-emir’de tek bir ummet olduğunu ancak ihtilafa düşmeleri sebebiyle peygamberlerin gönderildiğini” ifade den âyeti (Bakara 213) delil getirerek, bu insanların aklî ilkeler üzere yaşadığını, bu sebeble de aklın şeriatının asıl olduğunu ifade ederler. (Öztürk, Mustafa, Kur’ân’ın Mu’tezilî Yorumu, Ebû Muslim el-İsfehânî Örneği, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004, s. 255) Oysa ki Âdem’in daha mevcudiyetinin başında cennette bir takım vahyi talimatlara maruz kalması, bunları dinlememesi sonucu cennetten ihracı ve yeryüzüne indikten sonra Allah’tan aldığı bir takım kelimelerle Allah’a iltica ve tevbe edişi, insanın aklını ve var oluşunu anlamlı kılan temel kurucu ilkenin akıl değil vahiy olduğunun bir göstergesidir. (Âyetler Tâhâ 20/115–116, Bakara 2/37. A’râf 7/19–22) Bu bağlamda gerçek sorumluluğun akılın vahiyle buluştuğu noktada cereyan ettiğini ve aklın vahiyden önce hakikate ulaşma konusunda tam bir yetkinliğe sahip olamayacağını söylememiz gerekmektedir. Çünkü akıl bir bilgi ve ilkeler deposu değil, bilgi ve ilkeleri belirli bir usûl ve metotla elde etmeyi sağlayan bir bilgi işlem merkezidir. Bu bağlamda akıl bir metod ve ışığa muhtaçtır. Bu ise vahiydir. (el-Gazzâlî, Ebû Hamid b. Muhammed b. Muhammed, el-Đktisâd fi’l-İtikâd, Matbaatı Cerideti’l İslâmiye, Mısır, 1230, s. 2–3) Özellikle Kur’ân’da peygamber göndermeden azab edilmeyeceğinin vurgulanması (İsra 15) da bu gerçeği ifade eder. Bu sebeble teklifin ekmel bir biçimde tecelli edebilmesi için sağlıklı akılla sahih naklin (vahyin) ictiması gerekir. Yani teklif-i kâmile ancak tebliğ ile kaimdir. Hatta vahye muhatab toplum, vahyin sunuluşunun bir aşamasında inen bir yasaklayıcı âyetten önce o yasağı işlemiş olsalar dahi, bu bir sorun teşkil etmez. Örneğin içki haram kılınmadan önce içki içip ölenlerin bile, imânları sayesinde cezaya maruz kalmayacakları Kur’ân’da açıkça bildirilmiştir.(Mâide 5/93; Buhârî, Eşribe 3, Mezâlim 21, Tefsîru’l-Mâide 11; Muslim, Eşribe 9, Musakât 67; Nesâî, Eşribe 2; İbn Hanbel, II, 351; Ebû Dâvûd Hadîs No: 3673) Bu öyle güçlü bir ifadedir ki; İbrahim (a.s.), babası için vahiy gelmeden istiğfar etmiş, fakat vahiyden sonra vahiy bunu nehyettiği için bundan vazgeçmiştir. (Meryem 47) Mûtezilî tefsirci Zemahşerî bu âyetleri göz önüne alarak vahiyden önce istiğfarın caiz vahiyden sonra ise haram olduğunu ifade ederek Mûtezile’nin bu ilkesini ihlal etmeye mecbur kalmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 21)

Mûtezilenin ilk dönemlerinde şeri delilleri akıl, vahiy, sünnet ve icma diye sıralamasında, (Kâdı Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 88) vahyin akılla anlaşılması gibi iyi bir niyetin olduğu söylenebilir. Hatta Kâdı Abdulcebbâr, vahyin ancak akılla bilebileceği için Mûtezilî âlimlerin aklı diğer şeri delillere takdim ettiğini ifade eder. Çünkü ona göre akıl mescide getiren yol gibidir, amaç mesciddir. Ama yol olmadan mescide ulaşılamayacağı için yol mescidden daha önemlidir. Bu sebeble de her ne kadar vahiy amaç olsa da, vahye ulaştıran akıl vahiyden daha önemlidir. (Kâdı Abdülcebbâr, Fazlu’l-İ’tizâl ve Tabakâtu’l-Mu’tezile, s. 127) Ancak Kâdı Abdulcebbâr’ın verdiği bu örnekte bazı sorunlar söz konusudur. Burada mescidle ona götüren yol, ayrı bağlam ve alanlarda düşünülmüştür. Dahası mescid ve yol için, zihnen iki ayrı bani ve inşa edeci tahayyul edilmiştir. Bu sebeble bu örneğin Kur’ân’da ön görülen akıl-vahiy ilişkisi için uygun bir örnek olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü vahiy kendi gerçekliğini ortaya koyarken (mescidi yaparken), kendisini anlayabilecek akla belirli bir konum, usûl, misyon ve sınır da tayin eder. Yani mescidi yaparken mescide götüren yolu da inşa eder. Bu bağlamda akıl-vahiy ilişkisine ayırdığımız bölümde değindiğimiz üzere vahiy, hakikati ortaya koyarken aklın sağlıklı tefekkürünü sağlayıcı bütün temel ilke ve argümanları da ona sunar. Gerçi Kâdı Abdulcebbâr peygamberin akla uymayan bir mesaj getirdiğinde reddedileceği gerçeğine katılmamakla beraber (Kâdı Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 563) Peygamber’in akla muhalif bir vahiy getirmesinin de muhal olduğunu söylemeden de geçemez. (Kâdı Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 563 - 566) Kur’ân âyetlerinin yalnızca imân edenleri bağladığına ve heretik mezheb ve dinlerin iknası ya da imhası için, onların silahıyla yani felsefe ve mantıkla –onlara karşı koymanın gerekliliğine ilişkin kanaat, Mûtezileyi, gerek eşyanın zatında ve insanın fiillerinde gerekse Allah’ın lahutî efalinde akla dayalı bir takım husun ve kubuh ilkelerinin olduğunu iddiaya kadar götürmüştür. Heretik mantıkla mucadelede de bazı faydalardan hali olmayan bu usûlün, Kur’ân’ın inançla ilgili muteşâbih âyetlerinde de kullanılması –harici tarzda kullanıldığında faydalı bir merhemin dâhilen kullanıldığında vücutta pek çok yan etki oluşturması gibi– akılla vahiy arasında bir çatışmanın nuvesini teşkil etti. Özellikle husun ve kubhu eşyanın ve efalin zorunlu ve lazımî vasıfları olara görüp, bu vasıfların tesbit ve tayini yetkisini akla vermek ve sonrasında da husun ve kubha ilişkin ilkelerin Allah’ın lahutî efalinde de mevzu bahis olacağını iddia etmek, Allah’ı, rasyonel değerlendirmeye götüren oldukça mahzurlu bir sürecin kurucu öznesi olmuştur. Bu ise yaratılanın, cûz’i irade ve aklıyla, yaratıcının kulli irade ve ihtiyarına bir sınır tayin etmesi riskini (determinizm) taşımasından dolayı da oldukça mahzurludur.
 
Üst Ana Sayfa Alt