Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Put Nöbeti Râbita

S Çevrimdışı

selefi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Rabıta, bağ ve ilgi anlamında Kurân asıllı bir kavramdır. Bu kelimenin Kurân-ı Kerim’deki anlamı konusunda Râğib el-Isfehanî’den şunları öğreniyoruz:

Muhafızların bulunduğu mekâna ribat denir… Murabata, muhafaza etme, koruma anlamındadır. Allah (cc): “Ey müminler! Sabredin, sabırda yardımlaşın ve murabata/rabıta yapın” (4/200) derken bununla kastedilen şey, İslam ülkesini korumak için sınır boylarında nöbet tutmaktır. Nöbetçilerle beraber, savaş atlarının da hazır tutulduğu sınır kulelerinin adı da ribat’tır. Demek ki rabıtada bağlı olma, dikkani ayırmama gibi bir mana da vardır.

Murabata/rabıta iki türlüdür: 1. Yukarıda söylediğimiz, İslam ülkesinin sınır boylarında nöbet tutmak ve düşmana karşı uyanık olmak. Bu mana murabatanın hakiki manasıdır. 2.Nefsin hilelerine karşı uyanık olmak. Bu da murabatanın mecazi manasıdır. Bu manada olarak Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Bir namazın ardından diğerini beklemek ribat/rabıta kabilindendir”. “Size Allah’ın hatalarınızı ne ile sileceğini, derecelerinizi ne ile yükselteceğini söyleyeyim mi? Evet, buyur, söyle dediler. Zor şartlarda dahi mükemmel bir abdest almak, mescitlere doğru çok adım atmak, bir namazın ardından diğerini intizar etmek… İşte ribat/rabıta budur, rabıta budur, rabıta budur”

Bunlardan çıkan sonuç şudur:

Rabıta kelimesinin aslı Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunmaktadır ve hakikat ve mecaz anlamları, Râğib’ten alarak yukarıda zikrettiğimiz gibidir. İkinci olarak, Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunan bir kavramı Hz. Peygamber’in ve onu izleyenlerin anladığı gibi anlamak esastır. Bu ve benzeri kavramları doğru anlayabilmek için muhtaç olduğumuz birinci kural budur.

İkinci kuralımız ise, sık sık tekrarladığımız gibi şudur: İbadetler tevkîfidir, yani Hz. Peygamber tarafından sabitlenmiştir, onlarda hiçbir artırma ve eksiltme olmaz. Çünkü ibadetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı akıl üstü konulardır ve bizler ibadetlerden hiçbir şeyi kaldıramayacağımız gibi, onları değiştiremeyiz ve eklemeler de yapamayız. Onlar tamamen Mabudun hakkıdır ve onlara müdahale bidat sayılır. Efendimizin ifadesiyle; “Bütün bidatler dalalettir ve bütün dalaletler de cehenneme götürür”.

Tasavvufta rabıta denince, Nakşiler tarafından (Yani Hz. Peygamber’den yaklaşık 800 sene sonra) geliştirilen bir disiplin akla gelir. Mürit şeyhini sevecek, ona kalben bağlanacak, buradan Hz. Peygamber’e, oradan da Allah’a ulaşılacak ve O’nunla irtibatlı olunacaktır. Bunun için mürit öncelikle şeyhinin suretini hayal edecek, onun güzelliklerinin, ahlakının kendisine feyezan etmesini isteyecektir. Hatta şeyh müridini Allah’a bağladığı için onun kendisi bizatihi rabıtadır/bağdır. (Enver Fuad. Mu’cem 88). Bu hayal etmeyi gerçekleştirmek üzere bazı tarikatlarda müritler, üzerlerinde şeyhinin resmini bulundurmaktadırlar. Hatta Hz. Peygamber (sav) adına yapılan hayali bir resmi üzerlerinde bulunduran tarikat mensupları da vardır ve bana bu resmi gösterdiler. Bu elbette cehaletten öte bir cinayettir.

Böyle bir eğitim tekniği kullanıldığında olumlu sonuçlarının ve bir takım psikolojik faydalarının olup olmayacağı eğitimci gözüyle tartışılabilir. Ama rabıtanın bir ibadet olduğu var sayılırsa bunu İslam’ı anlama usulü içerisinde bir yere oturtmamız elbette mümkün gözükmemektedir. Şöyle de diyebiliriz: Bir ibadet düşünün ki, Hz. Peygamber onu hiç yapmamış, öğretmemiş ve onu izleyen selefi salihin de böyle bir şeyden haberdar olmamıştır. Böyle bir ibadetin olması mümkün değildir. Bu anlamdaki rabıta için delil getirilen: “Sadıklarla beraber olun” mealindeki ayet-i kerime, ya da “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisi şerifi de İslamî gelenek içerisinde “rabıta” ortaya çıkıncaya kadar hiç böyle anlaşılmamıştır. Zorlama bir tevil yapmadan böyle anlaşılması da mümkün değildir. Zorlama tevillerin insanları saptıracağını da bizzat Kurân-ı Kerim söylemektedir. (Bkz. 3/7). Sahabe efendilerimizin Hz. Peygamber’e olan sevgilerinden böyle bir uygulama çıkarmak da mümkün değildir. Aksi halde, Allah Rasulü’nü izleyen 800 yıl, insanlar, hatta bizzat Hz. Peygamber’in kendisi bunu keşfedememiş ve anlamamış olurlardı. Oysa akide ve ibadetler konusunda en doğru anlama, Hz. Peygamber’le beraber olanların, sonra da onları izleyenlerin anlamasıdır. Bunda bütün İslam alimleri ittifak halindedir.

Şunu da bilmeliyiz ki, tasavvuf diye anlatılan şey; bir hal, İslam’ın daha dikkatli ve hassas yaşanma biçimi; zikir, zühd, ibadet ve tefekkür olarak Hz. Peygamber’den beri varolan bir yaşama biçimi {olmalıdır. İbadeti yalnız Allah'a has kılmak ise} İslam’ın ta kendisidir. Tarikatlar ise –Kitap ve sünnet çizgisinde kaldıkları sürece- tasavvufun mektepleri ve mezhepleridirler. Ancak rabıta tasavvufun şartlarından değildir ve tasavvufun ehli sünnet çizgisinde yaşandığı ilk yüzyıllarında da onda bu anlamda bir rabıta hiç olmamıştır. Sevginin, bağlılığın, kardeşliğin, ittibaın rabıta diye anlatılması da elbette isabetli olmaz. Dolayısıyla rabıtayı kabul edip etmemekle, tasavvufu kabul edip etmemek farklı şeylerdir. Doğrusu sağlam tarikatlerdeki güzel insanların hatırı için rabıtayı da onların anladığı gibi kabul etmek isterdim. Ancak İslamın ve hakikatın hatırı daha büyüktür ve buna karşı saygısızlığı hiç göze alamam, bu sebeple de dini bir delile dayanmayan bir uygulamayı gerekli göremem.

Durum bu olmakla birlikle, birleri bunu bir eğitim aracı olarak görür ve uygularlarsa kendi bilecekleri bir şeydir ve dediğimiz gibi bu tartışılabilir. Ancak ben hiçbir tarikatın rabıtaya böyle baktığını görmedim. Aksine o bir ibadet olarak görülür ve hatta müritler çoğu zaman onu günlük farz namazlarından daha önemli tutarlar. Bunun hükmünü ise yukarıda anlatmaya çalıştık.

Bu noktada şunu da zikretmeliyiz ki, tasavvuf bu günkü hali itibariyle bir Rabbani alimlere muhtaçtır. Nasıl onlar zamanında tarikatlar İslam’dan çok uzaklaşmışlardı ve o bu konuda bir tecdid gerçekleştirip, onları tekrar Sünni ve Kurânî çizgiye oturttu ise, bu gün de bunu yapacak birisine şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü çok azı hariç, tarikatlar bu gün ya cehalet ve sapmaların, ya da sahtekarlık, derin ilişkiler ve düzenbazlığın hakim olduğu karanlık odaklardır. Ancak tecdid, teceddüt ve yeniden Kurânî çizgiye gelme ihtiyacının umumi olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüzdeki en büyük İslam alimleri, sözünü ettiğimiz anlamdaki rabıtaya bidat olarak baktıklarını da burada zikretmeliyiz. Mesela Ramazan el-Bûtî şöyle söyler:



“Şüphesiz tarikat şeyhlerinin sonradan icad ettikleri rabıta bidattir, çünkü bunun dinde hiçbir dayanağı bulunmamaktadır”.http://www.bouti.com/cgi-bin/bsearch.cgi



http://www.farukbeser.com/cevapoku.asp?id=261
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
bilgilendirdiğin için Allah razı olsun. faruk beşer hoca sevdiğim bir büyüğümdür. halen sakarya üniversitesi kampüs camiinde cuma sohbetleri verir. yolu düşen kardeşlerimizi misafir olarak bekleriz.
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
RABITA HAKKINDA FARKLI BİR BAKIŞ AÇISI: bu yorumlar hakkındaki görüşlerinizi bekliyorum. selefi abinin dediği gibi ortada delil olmamasına rağmen akıl ile bir takım manalar çıkmış ortaya. rabıta ibadettir diyenlerin görüşleri Aşşağıdaki gibidir. karşıt görüşleri de beklerim.

RABITA

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Soru:

--Rabıta yapılırken mürid şeyhi ne olarak görmelidir? Rabıtaya şirk diyenlere verilecek aklî ve naklî deliller nelerdir?

--Rabıta ile ilgili Necib Fâzıl merhumun güzel bir kitabı vardır. Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz'in Rabıta Risâlesi'nden faydalanarak, kendisi de birtakım görgülerini katarak yazmış. Onu okumanızı tavsiye ederim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri,

(Ve kûnû maas sâdıkîn) "Sadık kullarımla beraber olun!" buyuruyor. Yâni "Onlar gibi olun, onların yanında olun, onların cephesinde olun, onların gittiği yolda, onların safında bulunun!" mânâsına geliyor. Onun mânevî tatbikatı, mânevî bakımdan beraber olmak, böyle rabıta ile sağlanıyor.

İnsanın hocasıyla beraber olması, vaazını dinlemesi, nasihatını dinlemesi, dinini ondan öğrenmesi lâzım!.. Bu her zaman mümkün olmuyor. Hem insanlar muhtelif yerlerde oturuyorlar, uzak diyarlara gitmiş oluyorlar. Hem de, günün bir kısmının istirahatle geçmesi gerekiyor. Günün her saatinde insanın hizmette olması da kolay olmuyor. O bakımdan rabıta yapılıyor.

Rabıta yapıldığı zaman, mürid şeyhinin huzurunda olmuş oluyor. Onu denetleyici olarak da düşünebilir. Sevdiği bir kimse olarak, hocası olarak onu karşısında hayal edecek, zikri beraber yaptığını düşünecek.

Rabıtanın şirk olmasının hiç bir aslı, esası, dayanağı yoktur. Çünkü, insanın gözünü kapatması serbesttir. Gözünü kapattığı zaman sevdiği bir insanı düşünmesi serbesttir. Bunun şirkle hiç bir ilgisi yoktur. Onlar herhalde tasavvufu bilmiyorlar veya rabıtayı bilmiyorlar, böyle bir görüşe saplanıyorlar. Ya da İbn-i Teymiye'nin filân kitaplarını iyi okumuyorlar.

Ben şöyle onların kitaplarını ve o kitaplardan alınan özetleri okuyunca, baktım o da bizim gibi düşünüyor. Tasavvufa saygılı, bu gibi pek çok konuda oldukça güzel ifadeleri var... Demek ki yarım bilgili olan insanlar, meseleyi anlamadıkları için yalan yanlış konuşuyorlar.

Şirk Allah'a ortak koşmak demektir. Allah'a ortak koşmakla ilgili herhangi bir şey burda olmadığı için, öyle bir husus yoktur. İnsanın sevdiği bir kimse ile beraber olmak istemesi, beraberliğini düşünmesi şirk değildir.

Birçok mânevî faydaları var... Feyz almak bakımından, insanın yetişmesi bakımından fevkalâde önemli...

Râmûzül Ehâdis'te bir hadis-i şerif var; Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ÇBir geniş arazide, çölde giderken hayvanınız ürktü, kaçtı. Yardım edecek bir kimse de yok... Çölde uçsuz bucaksız dağların, kum tepelerinin arasında kayboldu. Bulmanız mümkün değil... Kaldınız çaresiz... Sular orda, yiyecek orda... Kumların üstünde bata çıka sizin yürümeniz mümkün değil... Yandınız, mahvoldunuz. Böyle bir durumla karşılaştınız. Ne yapacaksınız?..

--Deyiniz ki: "(Yâ ricâlallah!) Ey Allah'ın erleri, Allah'ın ricâli!.. (eğîsûnî) Bana yardım edin! (eînûnî) Bana yardımcı olun, benim imdadıma yetişin!" diye böyle söyleyin! Çünkü, Allah'ın sizin görmediğiniz maddî mânevî erleri olur, evliyâullahı olur; onlar imdada yetişirler." diye Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.

Onun için, Peygamber Efendimiz böyle deyin dediğine göre, Allah'ın evliyâsına da böyle selâhiyet verildiğine göre; hani ondan yardım istese bile, yine bir mahzuru yoktur. Çünkü, mahzuru olsaydı, Peygamber Efendimiz tavsiye etmezdi. Onun için bu şirk lafı bir taassubdan kaynaklanıyor.

Bir takım insanlar tasavvufa düşman olmuşlar. Bu tasavvuf düşmanlığını İngilizler körüklemiş. Meselâ geçtiğimiz asırda, İngilizler Osmanlı'yla çeşitli cephelerde harb ederken, iki büyük tehlike tesbit etmişler:

1. Hac
2. Tasavvuf, tarikatlar

Neden?.. Hacca gittiği zaman müslümanlar, dünyanın dörtbir yerinden gelip bir yerde toplanıyorlar. "İngilizler falanca yerde şöyle yaptı, böyle yaptı... Ona karşı şöyle tedbir alalım, böyle tedbir alalım!.." diyorlar. Ondan dolayı İngilizlerin başarısı veya gayrimüslimlerin, İslâm'a suikast için çalışanların oyunları bozulmuş oluyor. Onun için hacca düşmanlar...

O zamandan başlamışlar, hac mevsimi geldiğinde haccı engellemeye... İşte, "Salgın hastalık var!" filân diye yalan dolan haberler yaymağa... Bu, yakın zamanlara kadar devam etti. Sonra birden salgın hastalıklar filân hepsi kalktı. Yalanmış demek ki...

Yâni, hac mevsiminde ilkönce "Bir salgın hastalık var!" diyorlardı. "Gidersen, ölürsün!" diyorlardı. Hastaneye havale ediyorlardı, seyahat hürriyetini tahdit ediyorlardı. Doktorların keyfine kalıyordu. Rapor vermeyince, adam burda kahrından ölüyordu. Saçma sapan şeyler... Şimdi bak hiç bir şey olmuyor elhamdü lillâh... Yalanları ortaya çıktı.

Bir de bu tarikatlardan, tasavvuftan has müslüman yetiştiği için çok korkmuşlar. Meselâ deniliyor ki, "Hâlâ Orta Asya'da, Türkistan'da, Rus diyarlarında bozulmadan duran insanlar, bu tarikat sayesinde, tasavvuf sayesinde korunabilmişler, Rus baskılarının karşısında durabilmişler." diyorlar.

Ayrıca bir de hilâfet meselesinden çok korkuyorlardı. müslümanların halifesi olursa, ödleri patlıyor. Neden?.. O zaman, "Azerbaycan'da Ruslar saldırmış, ona karşı tedbir alın!.. Bulgaristan'da Bulgarlar şöyle yapmış, ona karşı tedbir alın!.." dediği zaman, tüm Ümmet-i Muhammed ayağa kalkacağından, böyle bir merkeze bağlılığı istememişler. Halbuki onu kurmak, her müslümanın boynuna vacib!.. Çok önemli bir şey... Çünkü dağınık olduğun zaman, düşman tek tek yakalayıp mahvediyor. Kuzucukları birer birer kurtlar parçalıyor.

O bakımdan böyle şeyler olduğundan, bir tasavvuf düşmanlığı almış gitmiş. Suud'da korkunç bir tasavvuf düşmanlığı var... İran'da kendine göre bir acaib tasavvuf düşmanlığı var... Radikal müslüman dediğimiz, yeni müslüman kardeşlerde bir tasavvuf düşmanlığı var...

Kur'an-ı Kerim'de zikir emri var... Seksen doksan yerde Allah-u Teâlâ Hazretleri zikri emrediyor. Nefsi terbiye etmek, tezkiye etmek vazifesi Kur'an-ı Kerim'de var:

(Kad eflaha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." Ahlâkı güzelleştirme emri Kur'an-ı Kerim'de var... Nefsin oyunlarına karşı tedbir almak, şeytanla mücadele etmek meselesi var... Tasavvufun tüm konuları Kur'an-ı Kerim'in emirlerinden çıkmış, hepsi Kur'an-ı Kerim'de var... Sen bunları nasıl inkâr edersin, zikri nasıl inkâr edersin?.. İslâm'ı bilip tasavvufu inkâr etmek mümkün değil... Ama cahiller tutturmuşlar, öyle gidiyorlar.

Biz de bunların yanlışlığını belirtmek için mecmualarımızda en alim kimselerle röportajlar yaptırıp yayınlıyoruz. Büyük mezheb imamları tasavvuf hakkında ne demişler, onların sözlerin yazıyoruz. İmam-ı Azam böyle buyurmuş, İmam Şafiî böyle buyurmuş, İmam Mâlik böyle buyurmuş, Ahmed ibn-i Hanbel böyle buyurmuş... Şu zâtı medhetmiş, bu şeyhe bağlanmış filân diye onları yazıyoruz ki, millet bu oyunun tesiri altında kalmasın diye...

Soru:

--Rabıta Allah'la kulun arasına girmek midir?

--Muhterem kardeşlerim! Rabıta, irtibat mânâsına geliyor, ilgi kurmak, irtibatlı olmak mânâsına geliyor. Nasıl hani, İstasyonu arayıp düğmeyi çeviriyorsunuz; ilgiyi kurduğunuz zaman, o radyo istasyonunun yayınını alabiliyorsanız, böyle bir ayarlama gibi bir şey olmuş oluyor.

Rabıta, bir sevgi bağlantısıdır, bir saygı bağlantısıdır. O bakımdan... Şimdi bir insan hocasıyla beraber, şeyhiyle beraber bir yerde olsa güzel olur. Aynı mecliste olsalar, sohbetinde bulunsa, sözünü dinlese; beraberce ellerine tesbihleri alsalar, zikirleri yapsalar güzel olur. Bu böyle olmadığı zaman, gözünü kapatacak, mürşidiyle irtibatını kuracak, mürşidini karşısında tasavvur edecek... O da onun karşısında oturmuş, mübârek bir mecliste beraberlermiş diye göz önüne getirecek... Böyle gönül aleminden bir irtibat sağlayacak... Bu irtibata rabıta deniliyor.

Böyle mürşidiyle bir irtibat kurduğu zaman; ziyaretine gittiği zaman, aynı mecliste beraber zikir yapsalar nasıl oluyorsa, orda da öyle bir durum oluyor. Beraber zikretmiş olacaklar, irtibat kurmuş olarak zikretmiş olacaklar. O zaman, böyle bir bağlantı kurulduğu zaman, mürşidindeki füyûzat ve mânevî berekât kendisine intikal eder. O bağlantının bereketiyle kendisi çok feyizyâb olur ve yaptığı ibâdetin tadını duyar, faidesini görür.

Böyle bir fenâ fillâh-beka billâh makamına ermiş mürşid-i kâmil ile irtibat kurduğu zaman insan, istasyonu bulmuş gibi oluyor yâni... O zaman kendisi çok istifade eder. Büyüklerimiz böyle diyorlar. Bu bir sevgi bağlantısıdır ve kısa zamanda müridin terakkî etmesi için gerekli bir çalışmadır.

Bunun hem asrımızın modern ilimlerinden, hem de tarihimizden ve dinimizden çok misalleri vardır. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Rasûlüllah Efendimizi her zaman karşısında görürmüş. Hattâ utanırmış. O kadar böyle canlı bir tarzda karşısında görürmüş ki, utanırmış ayağını filân da uzatamazmış. Yanında değil ama, yanında gibi... İşte buna fenâ firrasûl makamı derler. Yâni, nereye baksa Rasûlüllah'ı görüyor; Rasûlüllah'ı görür hale gelmiş oluyor.

O hale ermek için de, ilkönce fenâ fişşeyh makamı denilen hale ermiş olmak, şeyhini görür hale gelmek lâzım ki; ordan fenâ firrasûl makamı nasib olsun, ordan fenâ fillah makamı nasib olsun diye, büyüklerimiz böyle bu meseleyi açıklamışlardır.

Bir de bazı kitaplarda belirtiliyor ki, Yusuf Aleyhisselâm'ın hikâyesinde, tam öyle Zelihâ valide kapıları kapatıp da, "Gel bakalım!" dediği zaman;

(Lev lâ enraâ burhâne rabbihî) diye bildiriliyor ayet-i kerimede... "Rabbinin burhanını gördü, kendisine hakim oldu, uymadı. Kapıya doğru kaçtı." diye bildirildiği sırada, o gördüğü burhan nedir diye bazı kimseler diyorlar ki rivâyetlerde: Babası Ya'kub AS'ı karşısında görmüş... Ya'kub AS'ın hayalini aynen karşısında görmüş. Babası karşısında... Evlâdına böyle bakıyor. O zaman kendisine daha iyi hakim olmuş, o teklife karşı direnmiş.

O bakımdan bu işin bir takım mânevî tarafları vardır. O vazifeyi yapan insanlarda da böyle bazı şeyler hasıl oluyor.

Evliyâullahın işleri, bizim bildiğimiz şu dünya hayatındaki işlerimizden biraz farklı oluyor. Şimdi Pakistan'dan birisi bana bir mektup gönderdi. Türkiyeden Pakistan'a gitmiş. Benden de cevap istiyor. "Rüyamda Mehmed Zâhid Hocamız'ı gördüm." diyor, gördüğü şeyleri anlatıyor: "Heyecandan uyandım. Yatakta yanımda yatan hanımım: 'Şimdi odadan dışarıya çıkan ihtiyar zâtı sen de gördün mü?' dedi. 'Yok!' dedim. 'Nasıl bir kimseydi anlat bakalım!' dedim. Tıpkı Hocamız'ı tarif etti." diyor. Evet, rüyasında görünmüş buna ama, yanlarına da ruhaniyetiyle gelmiş. Karısı da görmüş de, soruyor rüyayı gören kimseye: "Gördün mü, şu kapıdan çıkan zâtı? Sırf ben mi gördüm, sen de gördün mü?" diye...

Aynı şeyi, bizim burda bir Lütfullah kardeşimiz vardı, --Allah rahmet eylesin, cennet mekânı olsun-- o anlattı. Kıztaşı'nda apartmanda otururlardı. "Bir gün odada yemeğimizi yedik. Ben de odadan sofaya çıkmak istedim. Sofanın elektriği kapalı, karanlık sofa... Kapıyı tam açtım, karanlıkta Mehmed Zâhid Hocamız böyle karşımda duruyor... Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor... Korkulacak bir değil ama, heyecanlandım, tüylerim diken diken oldu. Sırtımdan bir soğuk ter boşandı. Ondan sonra yavaş yavaş Hocamız karşımdan kayboldu." dedi.

Şemseddin-i Sivâsî Hazretlerini anlatıyorlar: Müridiyle kapıdan çıkmış, şöyle bir duvara yaslanmış, şöyle bir müddet durmuş, gözleri kapalı... Müridi diyor ki:

"--Ne oldu efendim, rahatsızlandınız mı?.."

"--Hayır evlâdım, rahatsızlanmadım. Buna rahatsızlık demezler, buna insilâh derler. İnsanın ruhu bedeninden çıkar, o zaman böyle beden böyle şeysiz kalır. O hal oldu da onun için böyle oldu." diyor.

Yâni, bu tasavvufî hayatın ihlâslı, aşık-ı sâdık mensuplarına Allah-u Teâlâ Hazretleri, başta sizin ve bizim kolay anlayamayacağımız, mânevî bir takım haller nasib ediyor. Rabıta da öyle bir hal olmuş oluyor. Yapan görür.

Soru:

--"Rabıta şirktir, İslâm'da delili yoktur." diyorlar; ne dersiniz?

--Hayır! Allah'tan başka bir tanrı düşünmek şirktir. Rabıta ise, hayalinde şeyhini tahayyül etmektir. Bu şirk değildir.

Hayal kurmak yasak değildir. İnsan sevdiği için annesini babasını düşünebilir gözünü kapattığı zaman... Memleketini düşünebilir. Yaz mevsimini, tatili vs. yi düşünebilir... Gözünü kapatır, Kâbe-i Müşerrefe'yi, Medine-i Münevvere'yi düşünebilir. Bunun gibi hocasını düşünebilir.

Hocasını hayalinde karşısında düşünür, bu gayet normaldir. Şirk, Allah'ın birliğini kabul etmemek demek; bununla bir ilgisi yok...

Rabıtayı bilmiyorlar, uzaktan uzağa tenkid ediyorlar. Ne olduğundan haberleri olmadığı şeyleri tenkid ediyorlar.

Soru:

--Şeyh ile rabıta yapmanın bid'at olduğu söyleniyor; ne dersiniz?

--Hayır, bid'at değildir. Taa Peygamber Efendimiz'in zamanına kadar giden geçmişi vardır. Hattâ Kur'an-ı Kerim'de ona dair işaretler vardır. Bu bir mânevî haldir. İnsan o çalışmayı yaptığı zaman hasıl olur. Bu bid'at da değildir, şirk de değildir, yanlış da değildir. Güzeldir, iyi bir tasavvufî çalışmadır ve faydalıdır.

Soru:

--Rabıtada tahayyülde zorluk çekiyorum, ne tavsiye edersiniz?

--Şeyhinin sohbetine fazla devam etsin. Sevgisi ziyadeleşince olur.

Soru:

--Resimle rabıta olur mu?

--Olmaz, uygun değil!.. Pis suyla abdest alınır mı?.. Resimin ancak bir takım meşrû sebeplerle müsaadesi var... Sen onu meşrû sebepler için kullanabilirsin. Pasaport çıkacak, tapuda lâzım, bilmem nerde lâzım; orda kullanabilirsin. Onun dışında öyle resimle rabıta yapmak bid'attir, uygun değildir. Tarikatta bid'attır, böyle şey olmaz!.. O hocasına, usûlüne uygun olarak rabıta edecek, resimle yapmayacak!..

Soru:

--Rabıta-i mürşidin müridi yetiştirme ve olgunlaştırmadaki rolü nedir?

--Çok büyüktür. Hadis-i şeriften alınmadır. Peygamber Efendimiz'le sahabesi arasında rabıta vardı. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden Peygamber Efendimiz'in hayali gitmediği için, yalnız olduğu zaman bile rahat olamıyordu. Ayağını uzatamıyordu, serbest olamıyordu.

Yâni, rabıta sevmekten kaynaklanır. Ayrıca, bu rabıta dolayısıyla hakîkaten mânevî bir yakınlık ve bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılık, mürşide rabıtadan, Rasûlüllah'a rabıtaya götürür insanı... Sonunda insan, Rasûlüllah'la rabıta etme haline gelir. Onun için, bir yetiştirme merhalesidir bu... Bilinenden bilinmeyene doğru yükselmedir. Kolaydan zora doğru ilerlemedir. Bir merhaledir ve şarttır.

Peygamber Efendimiz diyor ki: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan bile daha çok sevmedikçe, hakîkî müslüman olamazsınız."

Rabıta aslında sevgiden kaynaklanıyor. O sevgi ile, onu düşünmesiyle, onunla mânevî beraberliğini kuruyor. Bu beraberlik kuruluyor.

İnsan rûhî merhalelerde ilerlediği zaman, bu bedene bağlı kalmıyor ruhu... Yusuf AS, Yâkub AS'ı görüvermiş karşısında... Zeliha Hatun kapıyı kapatıp, "Hadi, ikimiz kaldık!" dediği zaman, Yâkub AS'ı görüveriyor karşısında... "Ne yapıyorsun evlâdım, bu ne durumdur?.." gibilerden, Yâkub AS'ın böyle parmağını ısıraraktan göründüğünü naklederler. Evliyâullahın da böyle görünmesi vardır.

Evliyâullahın ruhları bedenlerinden çıkıp böyle dolaşabilir. Bizim şeyh efendilerimizden birisine demişler ki, "Efendim sizi filânca yerde gördük..." "Evet evlâdım! Demin oraları düşünüvermiştim." demiş. Burdan düşünür gibi bir şeyle, o tarafta onun şeyi görünür. Böyle şeyler olur. Bunlar hep rabıtanın inceliklerinden, detaylarındandır.

Kişinin gözünü kapatıp annesini babasını düşünmesi nasıl tatlı bir şeyse, normal bir şeyse...

--Ne yapıyorsun?..

--Ah, ak sakallı babacığım hatırıma geldi. Nur yüzlü, başörtülü annem hatırıma geldi. Gözümü kapattım, onu hayal ediyorum.

Bunun şirkle bir ilgisi olmadığı gibi, insanın da şeyhini böyle düşünmesi, sevgi bağı olarak lâzımdır ve gereklidir. Sevmesi, sayması, dinlemesi ve böyle düşünmesi feyzinin çok olması için de gereklidir. Bu bir alıştırmadır. Sonunda Rasûlüllah'la görüşme haline gelebilmesi için alıştırmadır, başlangıçtır, birinci bölümüdür işin... Daha ötedeki bölümlerine bir gidiştir. Onun için gereklidir.

Soru:

--Rabıtada Peygamber Efendimiz'i düşünsek, daha iyi olmaz mı?..

--Zâten oraya getirecek. Yâni, Peygamber Efendimiz'i düşünmeye müridin ilk başta kabiliyeti yetmez ve o tecellîye kendisi tahammül edemez. Hocasını düşünmekten başlar. O eğitime alıştıktan sonra, Rasûlüllah'a gelir zâten...

Merdivenin altındaki iki basamağa ne lüzum var?.. Bunlar olmasa üst kata çıkamaz mıyız?.. Çıkamazsın; çünkü, buraya basacaksın, oraya öyle çıkacaksın! Alt merdiven olmadan üst merdivene çıkılmıyor.

Soru:

--Rabıtaya delil olarak Peygamber SAS'in zamanından bir örnek verir misiniz?

--Peygamber SAS Efendimiz, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden hiç gitmezmiş. Evde yalnız olduğu zamanda bile... Hattâ onun hayalinin gözünün önünde devamlı olmasından dolayı, ayağını uzatmaya utanırmış, helâya gitmeye utanırmış. Bu bağlılığın bir misâlidir, fenâ fir rasul olmanın alâmetidir. Rabıta da zâten, o olsun diye yapılan bir çalışmadır.

Soru:

--Rabıta-i mürşid yaparken mürşid Allah ile kulu arasına girmiyor mu?

--Olmuyor. Ne demek Allah ile kul arasına girmek; nerden çıkmış? İlgisi yok!..

İnsan namaza duracağı zaman, "Allahu ekber" derken Kâbe'yi karşısında hayal edecek. Kâbe'ye doğru dönüyor ya... Tasavvur edecek: Mültezem şurada, Hacer-i Esved şurada, Hatîm şurasında, Makàm-ı İbrâhim şurada... Bu Allah'la kulun arasına Kâbe'nin girmesi midir?.. Değil... Böyle bir şey tasavvur edebilir.

İnsan askerdeyken gözünü kapattı, annesini babasını düşündü. "Ah evim, barkım, annem, babam..." diye hayal etti. Bu Allah'la kulu arasına girmek değildir, onunla bir ilgisi yoktur.

Şimdi biz karşı karşıya konuşuyoruz. Mürid de tesbih çekerken şeyhimle beraber çekiyoruz diye düşünüyor; ne var yâni?..

Allah mekândan münezzehtir. Öyle aradan, aralıktan filân da münezzehtir. Araya girmek diye bir şey bahis konusu değildir.
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Bediüzzaman Ve Tasavvuf

Bediuzzaman'ın hem müteşerrii hem mutasavvıf olduğu, hem Nakşıbendi, hem Kadiri, hem Şazeli tarikatlarından tefeyyüz ettiği, fakat Kadiri tarikatının onda daha galebe çaldığı ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Üstad efradlardan olup ilm-i Kelamda müceddiddir. İhyau'l-Ulumiddin kitabı Allah'ın muhabbetini, Şeyh Yusuf-ı Hemedani'nin kitabları Resulullah'ın muhabbetini, İmam-ı Şa'rani'nin kitabları Hüsn-i Zan ve Edebi, Bediuzzamanın kitabları iman kuvvetini temin ve teyid edicidir. Bunların mütaalası Müslümanlar'a önemle tavsiye olunur.
Görevi, Mehdi Aleyhisselam'a zemin hazırlamaktır. Bunu birçok yerde ifade ettiği gibi aşağıda ki nazmında da ifade etmiştir.

Ya naziru inne eh(kalın h)feru ya siral meşevve şeti an emrin azimin.

Yine bir mektubunda Hz. Mehdi'nin üç görevi olduğunu belirtir;
Birincisi İnkişaf-ı Hakayık-ı İmaniyye;
İkincisi İttihadi İslamiyye;
Üçüncüsü Tesisi Şeriatı Muhamediyye' dir. Bu görevlerin üçünü ancak ve ancak Hz. Mehdi ifa edecektir.

Bediuzzaman diyor ki '' Birçok safdil evliyalar Mehdi olacağım demişlersede bu üç vazifeyi ifa edenediklerinden Mehdi-i Ma'hut olamamışlardır.''
Bediuzzaman, Birinci Dünya Harbinde Ruslara karşı talebeleriyle beraber bizzat mücadele vermiş, Dini İslamın hakimiyeti için amansız mücadele vermiştir. Kendisin hapisten hapise atılmış.Hoacam yüksek ferasetinden istifade etmek istiyoruz, yüksek fikirlerinizi ibraz etmenizi rica ediyoruz'' dendiğinde , Bediuzzaman da '' Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur'' demiştir. Bediuzzaman , Hakk'ı her yerde korkmadan , taviz vermeden haykırmıştır. Bediuzzamanın yolundan gitmeyip, onun ismini istimal etmek üstada büyük bir hakarettir.
Üstad Beşinci Sözlerde '' Zaman tarikat zamanı değil, iman kurtarma zamanıdır'' demektedir.; bu herkese şamil olmayıp imanı olmayanlar için geçerlidir.
İslamı bir binaya benzetecek olursak ilk önce arsaya, sonra binaya, sonrada tefrişata gerek vardır. Bina sağlam bir imandır, tefrişat ise tarikatla olur. İman olmayınca tefrişat olmaz. Üstad zamanında , okullarda ve her tarafta amansız bir imansızlık salgını vardı. Okullarda, haşa Allah'ın olmadığı aşılanıyordu o küçücük çocuklara.

İşte bu şartlarda üstad Allah'ın varlığını, birliğini, azametini ilmi delillerle isbat etmiştir. ''Eczane'' temsil ile bu Kainat'ın bir tesadüfün neticesi olarak meydana gelmediğini, bir Halik'ının olduğunu ispat etmişti. Hal böyle iken üstadın tefrişatla başlaması işi yokuşa sürmekten başka birşey olmazdı.

Üstadın kendisi efradlardan olup, hayatında tasavvuf yolunu tatbik etmiştir. Yukarıda '' Zaman tarikat zamanı değildir'' sözünün mukayyed olmadığını , herkes için geçerli olmadığını ifade etmiştik; şimdi bunu üstadın kendi sözleriyle isbat edelim
Üstad Diyanet'in Daru'l Hikmet müessesinde aza iken Gavs Abdulkadir Geylani (k.s) hazretlerinin Futuhatu'l- Gayb adlı eserini aldı ve tefeül etti, yani rastgele açtı; orada

'' Sen Daru'l-Hikmettesin; kalb(hastalıklarının) tedavisi çin tabib ara'' ibaresini okudu....
Üstad '' Tahkik ettim, Resulullah'tan bu zamana kadar böyle bir müessese kurulmamıştı. Anladım ki , Abdulkadir Geylani(k.s) burada bana hitab ediyor ve hemen '' Sen benim tabibim ol'' dedim, oldu. Beni cerrahi bir ameliyat yaptı; sonra o kitab bana o kadar tesir ettiki onu zorla bitirdim'' buyurmuştur. Çoğu yerde üstad bir müşkili olduğunda, üç ihlas bir Fatiha okuyup Abdulkadiri Geylani(k.s) Hazretlerinin ruhuna hediye edip ondan istimdad dileyerek giderdiğini beyan etmektedir.

Telvihat-ı Tis'a adlı eserinde ise tarikatın mahiyetini, gerekliliğini beyan etmektedir.(merak eden olursa oraya başvurabilir)

Yine eserlerinde de '' Benim maneviyatım üveysidir; İmam-ı Gazali den ders aldım; sonra Hz. ALİ den ders aldım. İmamı Gazali nin verdiği dersleri Hz. ALİ de verdi. Anladım ki İmam-ı Gazali nin de üstadı Hz. ALİ dir.''

Üveysi, hayatta olmayan büyükten manen ders alana denir. Hatta büyük bir haşiyesinde diyor ki, Nakşibendi tarikatına mensup Şeyh Abdurrahman- Taği Hazretlerinin son demlerinde bir melaike taifesi ona görünmüş, onlara demişki ''Niçin geldiniz'' Demişler ki ''Biz Evliyaullahın ruhunu kabz etmeye gelmşiz''; onlara demişki '' Gidiniz, Alim-i Amil'in ruhunu kabzeden melaikeler gelsin''. Bir müddet sonra bir taife melaike gelmiş onlara demişki ''Niçin geldiniz?'' onlar demiş ki''Alimi Amil'in ruhunu kabz etmeye gelmişiz.'' o vakit onlara demiş ki 'benim ruhumu kabzediniz'. Onun ruhunu o vakit kabzetmişler.

Bunlardan anlaşılıyor ki üstad ehl-i tarikataa çok saygı duyuyordu. Tarikat zamanı değildir, diyenlerin kulakları çınlasın...

İslam binası tamam olanın tarikat feyzleriyle tefriş olması elzemdir. Üstad tarikat pirlerinden Gavs-ı Geylani yi dualarında dahi, dualarının kabul olunması için onu vesile yapmış ve ona istiğase ettiğini, birçok ifadelrinde apaçık beyan etmiştir...
'' Kalbi işlettirmek için en büyük vasıta velayet meratibinde zikri-ilahi ile tarikat yolunda, hakikat-ı ilahiye teveccüh etmektir''.

Bediüzzaman (Mektubat)
'' Merkez-i hilafet olan İstanbul, 550 sene bütün alem-i hıristiyan karşısında muhafaza ettiren İstanbulda 500 yerde fışkıran envar-ı tevhid ve o merkez-i İslamiye'deki ehli imanın mühim bir nokta-i istimdadı o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i ilahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile euşu huruşlarıdır.''
Bediüzzaman (Mektubat)

ALINTI: http://www.ihvan-forum.com/showthread.php?t=4359
hazırlayan; zınar
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Hayrettin Karaman

Soru:
Râbıta nedir, dince sakıncası var mıdır?

Cevap:
Rabıta, zikirden önce veya günün uygun zamanlarında müridin (tarikat eğitimi gören kimsenin) şeyhini (mürşidini) hatırlamasıdır. Uzun tartışmalara konu olan râbıta bir ibadet değildir, tasavvufta bir eğitim tekniğidir. Amacının dışına çıkarılır ve şirke vardırılırsa çok sakıncalı olur, amacının içinde kalırsa (yani şeyhi hatırda tutarak ondan meşru ölçüler içinde istifade etmeye; ilminden, ahlakından, güzel hallerinden yararlanmaya, onu özümsemeye yönelik bir teknik olursa) sakıncası olmayabilir.

ALINTI : http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00156.htm
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
TASAVVUFÇU NAKŞİLERİN KÜFRÜ RABITA


Râbıtayı Kanıtlamada Nakşibendîlerin Kullandığı Üslûp

Qusheyrî ve Gazalî gibi iyi eğitim görmüş nadir şahsiyetler istisna edilecek olursa esasen bütün tasavvufçuların anlatım ve açıklama tarzları perişan, rasgele ve dağınıktır. Bu durum elbette ki Nakşibendîler için de aynen söz konusudur.

Genellikle bütün yazıp çizdiklerinde ve özellikle râbıtaya ilişkin olarak kaleme aldıkları mektup ve kitapçıklarda bir anlatım mantığına rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yazılarında hiç bir metod ve disiplin yoktur.

Hiç kuşku yok ki anlatım mantığının temeli diyalektik kurallar üzerinde kuruludur. Çünkü kanıtlamak, ilim kaynaklarına akılcı yollardan başvurmak suretiyle gerçekleri belli bir açıklama düzeni ve mantık silsilesi içinde ortaya çıkarma sanatıdır. Bu sanatın icrasında eğer tez ile kanıt arasında hiç bir ilgi ortaya konamazsa, ya da bu iki şey arasında herhangi bir ilgi yokken bunun var olduğu yolunda kuru bir inat sergilenirse bunda artık bir anlatım mantığı aramak abes olur. Doğrusu böyle bir tutuma, müzmin bir megalomani tezahürü demek daha doğru olur.

Nitekim râbıta konusunda Nakşibendîlerin sergilediği inat aynen böyledir.

İşte örnekleri:

Son dönem Nakşî şeyhlerinden İsmet Garibullah râbıtasız çalışan insanın deli olduğuna kesin şekilde hükmetmekte ve bu konuda aynen şunları söylemektedir:

«Bin yıl olsa ah vah sırr-u celî,

Hakka vasıl kimsenin olmaz dili ;

Manevi sohbetle vasıl her velî ;

Râbıtasız sa'yeden mutlak deli.»

Demek ki bir insan eğer gidip bir Nakşî şeyhine bağlanmamışsa ve tabiatıyla “mürşidsiz olduğu için“ böyle birinin şeklini de zihninde canlandırmaksızın çalışıyorsa (yani ibâdet ediyorsa!) o insan, İsmet Efendi'ye göre mutlak surette delidir! Bu konudaki kanıtı da aynen, kendisinden önceki şeyhlerin ileri sürdüğü gibi Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyetidir (!)

Bir başka örnek de Halid Bağdadî'ye mal edilen Risâle-i Hâlidiyye tercümesindeki şu ifadelerdir:

«Eğer denilirse ki râbıtaya delil-i sâbit var mıdır ? Biz deriz ki:

–Naam, (yani evet) kitab ve sünnet ve kıyas ile delil sabittir. Emma kitâb ile sübûtu, Hak Teâlâ'nın "ve'bteğû ileyhi'l-vesîlete" kavl-i şerifidir.»

Ne ilginçtir ki Nakşibendîler bu kitabın Halid Bağdâdî'ye ait olup olmadığını bile şimdiye kadar kanıtlayamamışlardır. Çünkü bu kitapçık onların iddiasına göre Bağdâdî tarafından yazılmış olan Arapça bir metnin tercümesidir. Bu metnin nerede olduğu hakkında ise hiç bir şey söylememektedirler. Hal böyle iken râbıtanın, sözde Allah'ın kitabında ve Rasulullah (s)'ın sünnetinde sabit delilleri bulunduğunu bu kitapçığa dayanarak söylemektedirler!

Allah'ın kitabından, davâlarına kesin birer delil olarak ileri sürdükleri Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerinden râbıta diye bir anlam çıkarmak, Nakşibendîlikteki mantık iflasının sadece bir tek kanıtı değil, görüldüğü üzere bu düşünceyle sergiledikleri anlatım üslûbu da onların ilim divanında ne duruma düştüklerini açıkça ortaya koymaktadır.

Bir tarîkat şeyhine bağlanmayı, ondan sonra da belli bir şekilde hareketsiz oturup o insanı zihinde canlandırmayı ve onun (her ne demekse) rûhâniyetinden medet ummayı bu iki âyet-i kerîme ile açıklamaya çalışmak acaba hangi ilgiyle mümkün olabilmektedir?

Aslında Nakşibendîler bu perişan mantığın sıkıntısını çekmiyor değiller. Nitekim onlara bu yüzden yönelebilecek eleştirileri başlarından savabilmek için bakınız, Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesiyle ilgili olarak neler söylüyorlar:

«Eğer denilirse ki: Burada vesîleden murâd, râbıtadan gayrıdır; Biz deriz ki: Mefhum âmdır. (kavram geneldir.) Taleb-i vesîle ile emir sabit oldu ise râbıta vesâilin efdalıdır.»

Dikkat edilecek olursa Nakşî rûhânileri bu anlatımla öyle karanlık bir dehlizin içinde dolaşıyorlar ki aslında neyi kanıtlamaya çalıştıkları da belli değildir. Çünkü Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesini, temelde râbıtayı kanıtlamak için burada ileri sürdükleri halde konuyu hemen saptırıp bu kez «vesîle» kavramı üzerine dikkatleri çekmeye çalışmaktadırlar. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için (hayırlı ve yararlı işlerden başka bir şey olmayan) «vesîle» yi, sanki Müslümanlar inkâr ediyormuş gibi onu râbıtanın yerine koyarak böyle hileli bir yoldan savunmaya geçmektedirler.

Acizliğin ve çaresizliğin zoru altında ezilen Nakşîler, hiç bir zaman kendilerini ciddiye almamış olan İslâm âlimlerinin muhtemel bir itirazını sürekli olarak hesaplamış olmalıdırlar ki râbıta meselesini işledikleri hemen her yerde hayâlî bir düşman karşısında yaşamış ve zaman zaman dillerini sertleştirerek saldırgan bir tavır da almışlardır. Bu suretle Naşibendîlikte «münkirlik edebiyatı» da diyebileceğimiz bir hakaret üslûbu gelişmiştir.

İşte bu üslûbun örneklerinden birkaçı:

Halid Bağdâdî'nin, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği ileri sürülen mektubun hemen ilk satırlarında aynen şu ifadeler yer almaktadır:

«Hakikatın sırrından gâfil bazı kimseler, râbıtayı tarîkatta bir bid'at (yani tarîkata keyfi olarak sonradan ilave edilmiş bir husus) sayıyorlar. Ona, asılsız ve gerçek tarafı olmayan bir şeydir, diyorlar. Bilakis o, bizim Yüce Nakşibendî Tarîkatımızın büyük prensiplerinden biridir. Hatta gerçeğe ermek yolunda -Aziz Kitab'a- (Kur'ân-ı Kerîm'e) ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetine tutunduktan sonra, yapışılması gereken sebeplerin en büyüklerinden biridir. »

Halid Bağdâdî'nin mürîdlerinden Mustafa Fevzi de bu konuda şeyhini izleyerek râbıta aleyhdarlarını aşağıdaki beyitlerde şöyle kötülemektedir:

«Bazı câhiller edermiş qıyl-u qâl,

Herze gûyân-u şerîr-u bed maqâl ;

Za'mederlermiş ki gûya râbıta,

Küfrimiş, mezmûm imiş hem vâsıta,

Şeyhe eylermiş perestiş salikîn,

Eylemişler ihtirâ' bir başka dîn,

Sümme hâşa, Sümme hâşa yâ kerîm,

Bu söze estağfirullah'el azıym. »

Keza Halid Bağdâdî'ye ait olduğu söylenen Risâle-i Hâlidiyye'de, Hz. Ebubekr'in tuvalette bulunurken Hz. Peygamber (s)'i düşünmekten rahatsız olduğu ve bunu kendisine anlattığı nakledilmekte, bunun da râbıtaya bir kanıt olduğu ileri sürülürken sözde esas amacın, zihinde canlandırılan kimsenin bizzat kendisi olmadığı, bilakis onun bir araç olduğu ifade edilmekte ve nihâyet: «Münkirler, emreyn beynini fark ve temyizden kasırlardır.» (yani: İnkar edenler, bu iki şey arasındaki farkı algılayabilecek basiret ve anlayıştan yoksundurlar.) diyerek râbıtayı kabul etmeyenler bu suretle aşağılanmaktadır.

Özellikle Necip Fazıl Kısakürek'in, râbıtaya karşı çıkabileceklere yağdırdığı hakaretler dikkat çekicidir. Şeyhinin bu konudaki bir kitapçığına yazdığı giriş bölümünde aynen şu sözleri sarf etmektedir:

«Sonsuzluğa eriş ve sonsuzlukta oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen bu eseri, ulvi gayesinin yanı başında, dini esrar ve derinlik buludundan mahrum bırakmak isteyen ve gûya dinden yana geçinen bazı maddeci mankafalara indirilmiş bir balyoz mahiyetini taşıyor.»

Bu Nakşibendî şâirin, edebî ve havalı bir üslûpla Arvâsî'nin Râbıta Risâlesi'ni ,«Sonsuzluğa eriş ve sonsuzlukta oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen..» bir eser diye göklere çıkararak onu balyoz gibi üzerlerine indirdiği ve “mankafa“ diyerek aşağıladığı insanlar, hiç kuşkusuz Allah'ın Yüce Kitabı'nı ve Rasûlullah (s)'ın Sünnet-i Senniyyesi'ni, bir avuç Nakşibendînin cür'et ettiği gibi Patanjali meditasyonu ile çarpıtmayan, bilakis bu iki nur kaynağına sıkıca bağlı olan birkaç yüz bin Müminden başka kimseler değildir!

Nakşi okur-yazarlarında kendini gösteren bu râbıta paranoyasının, aslında pek zorlayıcı bir nedeni de yoktur. Nitekim şimdiye kadar râbıtaya karşı kampanya açmış birine rastlanmamıştır. Çünkü râbıta çok yeni bir meseledir de ondan. Şuna inanılmalıdır ki çok önceleri değil, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi zamanında bile bu konu eğer Müslümanların gündemine gelmiş olsaydı bu zat mutlak surette râbıta hakkındaki kanâatini ortaya koyacaktı. Zaten râbıtanın ne olduğunu ve Nakşibendîlik doktrinine ne zaman ve hangi kaynaklardan, hangi nedenlerle İslâm'a sızdırıldığını meydana çıkaran kanıtlardan biri de budur. Ve çünkü eğer râbıta çok eski bir mesele olsaydı, İslâm âlimleri onu mutlak surette işleyecek, Kur'ân ve Sünnet'in süzgecinden geçirecek ve hakkındaki ictihadlarını ortaya koyacaklardı.

Esasen râbıtanın çağımızda tartışma gündemine getirilmiş olması bu konuda akla gelebilecek birçok soruyu kendiliğinden cevaplamakta ve bu inanışın içyüzünü ortaya sermektedir.

İşte bu gerçekler karşısında Nakşibendî Tarîkat çevreleri, davâlarını kanıtlayabilecek durumda olamadıkları için bu kez ilmin kabul edemeyeceği yolları izlemekte ve yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere Müslümanlara hakaret etmek suretiyle rahatlamaya çalışmaktadırlar.

ALINTI : Ferit AYDIN (eski nakşi şeyhlerinden)
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
RABITA

Bağlantı, bağlantı vasıtası, bağlılık, tutarlılık, tertip, düzen, bağ, münâsebet, ilgi; müridin, şeyhini düşünerek, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vasıtasiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'e ve Allah'a kalbini bağlaması anlamında bir tasavvufî terim. "Rabıta" Arapça bir kelime olup, "r-b-t" kökünden türemiş bir isimdir. Çoğulu "revâtib"dir.
Kur'an'da "rabıta" kelimesi geçmemekle beraber, kökü olan "r.b.t" mazi fiili iki yerde, muzarisi olan "yerbitü" bir yerde, emri çoğul olarak "râbitü" şeklinde bir yerde ve aynı kökten gelen "ribât" ismi de bir yerde geçmektedir (Kehf, 18/14; el-Kasas 28/10; el-Enfâl 8/11; Âl-i İmran 3/200; el-Enfâl 8/60).
Bütün bu ayetlerde geçen bu kelimeler, birbirlerine yakın manalar ifâde etmektedirler. Hemen hemen hepsinde "bağ, bağlantı, bağlılık" manaları için kullanılmışlardır:
(Ashabı Kehf'in) kalplerini (sabır ve metânetle) bağla(yıp kuvvetlendir)miştik" (el-Kehf, 18/14);
"Musâ'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı. Eğer biz (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş (sabır ve sükûnete bağlamamış) olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı" (el-Kasas, 28/ 10).
"O zaman sizi, Allah'tan bir güven almak üzere hafif bir uyku bürüyordu; üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu " (el-Enfâl, 8/ I 1).
Bu ayetlerde geçen "r.b.t" kelimesi, insanı sabır, sükûnet ve metanette sabit kılmak, ona bu duyguyu vererek itmi'nana kavuşturmak demektir (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kâhire 1977, IV, 216; el-Beydâvî, el-Envâr, Mısır 1955, II, 3).
Bazen de, "ribât" kelimesi, bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) manasını ifâde etmektedir:
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allahın düşmanını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, tam olarak size ödenir ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60).
"Râbitü" şeklindeki emrin bulunduğu ayetin meâli de şöyledir:
"Ey iman edenler, sabredin; direnip (düşman karşısında) sebât gösterin; üstün gelin; cihat için hazır ve rabıtalı olun" (Âl-i İmran, 3/200).
Bu ayette söz konusu olan "rabıta''nın ne demek olduğu hususunda alimlerin farklı yorumları vardır. Alimlerin bu husustaki değişik tariflerini şöyle sıralamamız mümkündür:
1- Atlarla saf bağlayıp tam bir irtibat halinde düşmana karşı durmak.
2- Düşman hudutlarındaki karakolları beklemek.
3- Allah düşmanlarının saldırısını önlemek için nöbet beklemek.
4- Bir namazdan sonra diğer namazı beklemek (et-Taberi, Camiul-Beyân on Te'vili Ayetil-Kur'an, Mısır 1954, IV, 221 v.d.; el-Kurtubî, el-Camiuli Ahkamil-Kur'an, Mısır 1967, IV, 323 vd.; er-Razî, et-Tefsirul-Kebir, IX, 156).
Bazıları da bu ayette kastedilen rabıtanın tasavvufî manada olduğunu söylemişlerdir (Muhammed Vehbi, Hulâsetul-Beyân fi Tefsiril-Kur'an, Şehzadebaşı 1341-1343, III, 289).
Mutasavvıflar rabıta'yı, müridin şeyhini düşünerek kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vasıtası ile Hz. Peygamber (s.a.s)'e ve Allah'a kalbini bağlaması şeklinde anlamışlardır. Hemen hemen bütün tarikatlarda rabıta vardır. Bilhassa Nakşibendiyyenin ıstılahlarındandır. Tarikat ehli, rabıtayı ayet ve hadise dayandırmaktadır. Onlara göre, "sadıklarla birlikte olun" (et-Tevbe, 9/119) gibi ayetler ve "kişi sevdiğiyle beraberdir" (Buharî, Edeb; 96; Müslim, Birr, 165; Tirmizî, Zühd, 50) gibi hadisler, rabıtanın caiz olduğunu göstermektedir (Süleyman Uludaş, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, Rabıta mad.).
Tasavvufta, kişi doğrudan doğruya Allah'ı düşünür, bir nevi Allah ile manevi bir bağ kurar ve hep O'nunla beraber olduğunu tasavvur eder. Bu şekilde manevi bir bağ kuramazsa, bağlı bulunduğu mürşidini düşünür. Onun bağlı bulunduğu şeyhlerin silsilesi ile Hz. Muhammed (s.a.s)'e ulaşır. O'nun vasıtası ile de Allah'a ulaşır ve O'nunla manevi bağ kurar. Tasavvuftaki rabıta, bu şekilde dolaylı yoldan Allah'a gitmek ve aracılar vasıtasıyla O'nunla manevi bağ kurmaktır. Doğrudan Allah ile manevi irtibat kuramayanlara bu şekildeki rabıta tavsiye edilmiştir. Aksi hallerde buna lüzum görülmemiştir (M. Halid, Rabıta hakkında risâle, İstanbul 1924, s. 238; Selçuk Eraydın, tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, s. 447).
Peygamberimiz (s.a.s)'in de, rabıta ve ribat hakkında söylemiş olduğu hayli hadis vardır. O'nun bu hadislerinden bazıları şöyledir:
"Bir gün Allah yolunda ribatta bulunmak, dünya ve dünyada bulanan her şeyden daha hayırlıdır" (Buharî, Cihad, 73; Müslim, İmâre, 163; Nesâî, Cihâd, 39; İbn Mace, Cihâd, 7);
Allah'ın onunla hataları affedip bağışlayacağı, dereceleri yükselteceği bir şeyi size söyleyeyim mi? Abdest üstüne abdest almak, camide cemaatle namaz kılmaya devam etmek ve her namazdan sonra diğer namazı beklemek. İşte ribat budur!. İşte ribat budur!. İşte ribat budur!. " (Müslim, Tehâret, 41; Tirmizi, Teharet, 39; Neseî, Teharet, 106; Muvatta, Sefer, 55);
"Kim bir günlük (yirmi dört saatlık) ribatta bulunursa, bir aylık oruç ve ibadetten daha fazla sevap kazanmış olur" (Nesaî, Cihad, 39; Tirmizî, Fedâilul-Cihâd, 35; İbn Mace, Cihâd, 7).
Bütün bu ayet ve hadislerden anlaşıldığı gibi, rabıta, çeşitli manalar için kullanılmıştır. Ancak daha çok bir cihat terimidir. Ayet ve hadislerin çoğunda rabıta, Allah ve Peygamberin düşmanlarına karşı silahlanma, cihat için hazırlıklı olma, müslümanlarla kâfirlerin arasındaki hudut karakollarında nöbet bekleme ve bu duygulara sıkı sıkıya bağlı olma demektir. Buna göre ayet ve hadislerde kasdedilen anlamlardan mutasavvıfların uygulamasını destekleyecek en ufak bir işaret yoktur. Ayet ve hadislerde dile getirilen cihad ruhunu meskenete çevirmekten başka bir şey yapmayan mutasavvıflar Kur'an ve hadislerdeki bu ribat kelimesini çok yanlış bir alana çekmişlerdir. Hiçbir sahabi Resulullah'ı aracı kılarak rabıta yapmadığı gibi, hiçbir tabii de sahabe'yi aracı kılarak rabıta yapmamıştır. Rabıtanın bu şekildeki uygulaması tarikatların Hicri yedinci yüzyıldan sonraki dönemlerde uydurdukları bir bid'attir.

ALINTI: Nureddin TURGAY
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ŞİRK VE ÇEŞİTLERİ

Hamd, Alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Salâtü Selâm, enbiyâların sonuncusu Resulullah’ın, Ehlinin, Sahabesinin ve de kıyamete kadar, onları dost edinenlerin üzerine olsun...
Tevhidin şirkle olan savaşı, Nûh Aleyhisselâm’ın kavmini, putlardan sakındırıp sadece Allah’a ibadete davet ettiği günden beri devam etmektedir.
Nûh Aleyhisselam’dan sonra da Resüller geldi ve gönderildikleri toplumları yalnız Allah’a ibadet etmeye, tapınageldikleri şeylerin ibâdete layık olmadıklarını orılara anlattılar. Bu hak batıl mücadelesi, Muhammed (S.A.V.) gelinceye kadar da böylece devam etti. Allah Resûlü (S.A.V.) kendisine nübüvvet verilmeden önce de çevresinde “sâdıkû’l-emîn/ doğru ve güvenilir” olarak bilinmesine rağmen onları; tevhide, yalnız Allah’a kul olmaya davet ettiğinde, “yalancılık ve sihirbazlıkla” suçlandı.
İşte bu, toplumlarını şirkten arındırarak tevhid inancına çağıran her peygamberin karşılaştığı bir durumdur. Bu mücadele her zaman varolmuştur.
Tevhid inancının varlığı ve de yokluğunun söz konusu olduğu tehlikeli bir düzlem olması hasebiyle şirk ve çeşitleri hakkında kardeşlerimizi biraz daha aydınlatmayı hedef edinerek risâlemizi sunuyor ve Allah’tan başarı diliyoruz.
«Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan öte dilediğine, dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir iftira da bulunmuştur» (Nisa, 48).
«Şüphesiz,kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun gideceği yer Cehennemdir. Zalimlere orada bir yardımcı da yoktur» (Maide, 72).
İnsanın, Allah azze ve celle’ye karşı açıkça isyanı olduğu için şirk, en büyük bir suçtur. Bu hal üzere ölen kimse ebediyen Cehennemde kalacaktır. (Allah korusun).
«Şüphesiz kitap ehli ve müşriklerden Kafir olanlar, Cehennem ateşinde ebedi olarak kalacaklardır. Onlar insanların en kötüleridirler» (Beyyine, 6).
Öyleyse şirk nedir?
Şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında, hükmünde, ulûhiyet, ibadet veya mülkünde ortağı, dengi bulunduğuna inanmak ve bunu benimsemektir. Küfür nasıl imanın zıttı ise, şirk de tamamen Tevhidin zıttıdır.
ŞİRKİN ÇEŞİTLERİ
 Büyük şirk
Bir şeyi Allah’a denk tutup ona ibadet etmek. İlah’mışcasına ona itaatte bulunmak, hem onun hem de Allah’ın emirlerini müsâvi görerek ortak koşmak, veya o şeyi Allah hükmünün önüne geçirmektir. Bazı hallerde Allah’ın kurallarının geçerli olamayacağına inanmak ta bu kabildendir. Kişi bu durumda geçerli gördüğü kanunları Allah’ın kanunlarına tercih ettiği için bilerek bilmeyerek şirke düşmüş olur. Şüphesiz bu kelimenin tek anlamıyla, şirkin en ağırı olup bu durumdaki kimse İslâmdan çıkmış ve bu durum üzere ölen kimse de ebedi cehennemde kalmak üzere müşrik olarak ölmüştür. (Allah korusun).
Bunun da bazı kısımları vardır;
 İtaatta şirk:
Allah’ın hükmünden başkasını kabul etmek, meşrû görmek veya onun Allah’ın hükmünden üstün yönleri olduğuna inanmaktır. Hüküm ve hakimiyet yalnızca Allah’a has bir haktır. (Hiçbir mahlûkun hükme ehliyeti yoktur. İnsan yalnızca Allah’ın hükümlerini uygulamakla memurdur),
«Hüküm yalnız Allah’ındır» (Yusuf, 40).
Allah’a isyan olan bir ameli helal görecek kadar alim veya şeyhlerine uyanlar (Allah korusun) bu sınıftadırlar.
«(Yahudiler) Allah’ı bırakıp alimlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler» (Tevbe, 31). Allah Resûlü (S.A.V.) Tirmîzi’de yer alan sahih bir hadiste bu ayeti Adiy b. Hâtem’e, “Hıristiyanlar alimlerine helali haram, haramı da helal kılmalarında itaat ediyorlardı. Kim Allah’tan başkasına şeriat koyma, (hayata tümüyle yön verme) hakkı iddia ederse Allah’tan indirileni inkar etmiştir” -şeklinde açıklamış, sonra da şu ayeti okumuştur,- «Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta kendileridirler» (Mâide, 44).
Emir ve yasaklama hakkı, sadece Allah’ındır, «Bilesiniz ki, yaratmak ta, emretmekte Ona mahsustur» (A’raf,54)
 Bilesiniz ki, .... O’na mahsustur ifâdesi, bu hakkın başkasına nisbetin asla mümkün olmadığına açık bir delildir. Ayette görüldüğü üzere yaratma ve emretme hakkını, Allah’tan başkasına nisbet eden kimse İslâm milletinin dışına çıkmış, müşrik olmuştur:
Yarattıkları üzere yegâne tasarruf sahibi olan yalnız Yaratıcıdır. Allah azze ve celle dir. Yarattıklarının yararına olanı en iyi bilen de sadece O’dur. O’ndan başkası hiç bir şey yaratmamıştır.
Allah’tan başkası, yaratılmış olduğundan acizdir, kendinde bile bilmediği sayısız husus vardır. İnsan bunu bile bilmekten âcizken yaratılmışlara uygun ve yararlı olanı nereden bilebilir ki? Bu da gösteriyor ki, insanlar tarafından hayata bir sistem olarak yön vermesi üzere konulan bütün kanun ve düzenler batıldır. Hiçbirisiyle hüküm vermek asla câiz değildir. Hakimiyet ancak Allah’ındır, O’ndan başkasının, katından bir hüküm getirme hakkı asla yoktur. (En maddesel konularda bile insan, dün inkar ettiğini bugün ikrar veya dün ikrar ettiğini bugün inkar ediyorsa bu âciz haliyle -Yaratıcısını ve de O’nun hükümlerini inkar ederek- ortaya koyacağı hayat sistemi elbette batıl olacak ve elbette her şeyi ilmiyle kuşatan hiçbir noksanlığı olmayan yüceler yücesi Allah’ın kanunları yegâne, alternatifsiz doğrular olacaktır). Allah’tan başkasının kanunlarına Kur’âni ifadeyle, “Cahiliyye hükümleriyle hükmetme” denilmektedir. Burada Allah azze ve celle, kendi hükmü dışında geçerli veya hayırlı olabilecek bir hükmün olmadığını açık ve kesin olarak bildirmiştir.
 Duâda şirk:
Hastalıktan şifa, musibetten afiyet, rızık genişliği vb. gibi ancak Allah’ın kâdir olduğu hususlarda ister Peygamber veya alim olsun, ister salih bir kul olsun mahluklardan medet ummak ya da Allah’a yapılan duâda onları vesile kılmak bu kabildendir. Zira onlar da duâyı yapan gibi yaratan değil amellerini kesbeden kullardır. Şifa bulmak veya nazar vs.’den korunmak için muska vb. şeyler edinmekte böyledir, Allah Resûlu (S.A.V.) “şüphesiz, muska ve temîmeler şirktir” ve “Kim boynuna muska takarsa Allah ona afiyet vermesin” buyurmuştur (sahihtir, Tirmizi). Duâ ibadettir ve de tüm ibâdetler ancak Allah’a mahsus kılınmalıdır. Allah’a ibâdette hiçbir şey, hiçbir kimse ortak edilemez,
 Deki: ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, ilâh’ınızın sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel yapsın ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi ortak koşmasın (Kehf, 110),
 Allah’ı bırakıp ta sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o taktirde sen mutlaka zalimlerden (müşriklerden) olursun (Yanus,106).
 Niyet ve gayede şirk:
Genellikle amelle özellikle de kişinin tümden Allah'a itaatten insiraf etmesi, uzaklaşmasıdır. Amelini dünyevî çıkarlar için yapan Allah’ın rızasını gözetmeyen kişi bu şirke düşmüş olur, ki bu itikadî bir şirktir.
 Kim, (yalnız) dünya hayatını ve onun zinetini istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir, halen yapmakta oldukları şeyler zaten batıldır (Hud, 15-16).
 Sevmede şirk:
Başkasını Allah’ı sever gibi ya da O’ndan daha fazla sevmekledir. Bu da şirktir. Sevgi ihlasla boyun eğmenin bir göstergesidir.
 İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a (haşa) eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise daha çok Allah’ı severler (Bakara, 165).
 Hulûl şirki:
Birleşme anlamına gelen ittihad sözcüğü ile de dile getirilen hulûl inancı (Allah’ın -hâşâ!- kulda çözülmesi), tasavvufa sonraları İran ve Hıristiyan kültürleri ile yeni platoncu felsefenin de etkileriyle ve özellikle şii tarikatlar kanalıyla girdi. Aşırı şiiler, Allah’ın önce Ali (R.A.)’a sonra da imamlara ve öteki şia ulularına hulûl ettiğini öne sürerler. Bu akımın önemli temsilcilerinden olan (Ben İlâhım) sözünden dolayı idam edilen Hallac-ı Mansûr, tutkularına hakim olarak nefsini eğiten kimsenin insâni niteliklerden sıyrılarak arınıp saflaşacağını böylece Allah’ın o kula hulül edeceğini savunur. Yaygınlaşan ve geniş bir yandaş kitlesince benimsenen bu düşünceler İbn-i Arâbi’nin sistemize ederek hararetle savunduğu Vahdeti Vücûd adı verilen tasavvuf akımının kökleşmesine yol açtı. Bu inançla insan ve Allah’ın bir bütün (?!) olarak değerlendirildiği, Allah’ın -hâşâ!- kulunda çözüleceği böylece aynı vasıflarla muttasıf olabileceği öne sürülmüştür ki, bu da maalesef bir çok tarikat tarafından öğretilegelmiştir. (Bkz. Vahdeti Vucud/ Aliyü’l-Kari,B.Larousse 11/54I7).
 Tasarrufta şirk:
Allah’ın Rububiyeti gereği O’na mahsus olan kâinattaki tasarruf ve tedbiri bir takım salih kimselere nisbet etmek, onların da bu hususta güç sahibi olduğuna inanmaktır. Bu salih insanların elbette diğer insanlardan faziletli yanları olabilir ancak bu Allah’a mahsus olan vasıflara nisbet edilmelerine varacak şekilde değildir. Peygamber de olsa bu böyledir. Örneğin mutlak gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. Dolayısıyla Allah’tan başkasının gaybı bildiği iddiası kişiye.- Allah adına bilmediği bir şeyi söylediği için büyük bir sorumluluk getirir, sahibini küfre götürür (Allah korusun),
 ...Eğer gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim (A’raf, 188).
 Korkuda Şirk:
Allah’a ve ahirete olan iman zayıflığının veya batıl inancın bir neticesi olarak kişinin; Allah’tan başkasının fayda ya da zarar verebileceğine inanması, korkuda başkalarını Allah’a denk tutmasıdır. Beşeri sistemlerin baskısından korkarak farzları terk etmek de böyledir. Doğrusu insan Allah’tan korkmalı ve bu korkusu onu daha fazla itaata sevk etmelidir.
Ancak yırtıcı hayvanlardan veya bir zalimden korkmak gibi doğal korkuya gelince şer’an mümkündür ve bu da şirk sayılmaz. Allahu Teâla, Musa’yı Aleyhisselam’ı şu ayette bu tür bir korkuyla vasfetmiştir,
 ...Etrafını kollayarak, korkuyla oradan ayrıldı (Kasas, 21).
 Tevekkülde Şirk:
Tevekkül, sebepleri yerine getiren insanın, Allah’ı vekil kılması, O’ndan işinde muvaffakiyet vermesini istemesi ve yalnız O’na güvenmesidir,  Sen, ölümsüz ve dâima diri olan Allah’a tevekkül et (güvenip dayan)... (Furkân, 58). Bunun için Allah’tan başkasına veya sebeplere tevekkül etmek caiz değildir.
Şirk olan tevekkül ise; Ancak Allah’ın kudreti dahilinde olan şeylerde Allah’tan başkasına kalben tevekkül edip bağlanmaktır veya Allah’tan başkasını rızık alıp veren olarak görmektir.
à Küçük şirk konusuna geçmeden önce çokların bilmeden düştüğü bazı önemli ve de hassas noktalara değinmekte yarar var, bunlar;
Şifayı mutlak surette doktor veya ilaca bağlamak. Din ve dünya işlerinde başarılı olmayı Allah’ın yardım ve izni atfı olmaksızın yalnız zekâ, gayret ve çalışmaya bağlamak. Kulların kanun, hüküm koyabileceklerine dair inanış. Ölüm nedenlerini mutlak surette trafik kazalarına veya yanlış ilaç kullanımına vs.’ye bağlamak vb, gibidir. Bu izafetleri mutlak olarak yapmaktan çok sakınmalıdır.
 Küçük şirk
Küçük şirk, İslam dairesinden çıkarmayacağı gibi tevhidin aslına da zarar vermez. Ancak bu tevhidin kemaline aykırıdır. Küçük şirk, büyük şirke yol açan vesiledir. Bunun da bazı kısımları vardır. Bunların başlı ca olanlarını Allah’ın yardımıyla zikretmeye çalışacağız,
 Kavli şirk:
Allah’tan başkasına yemin etmek gibi kişinin lisanıyla vâki olacağı şirk türüdür. “..senin sayende”, “Allah’tan başkası için hâkimler hâkimi” gibi sözler ve de kişiyi Abdu’n- nebî, Abdu’l- hüseyin gibi isimlerle Allah’tan başkasının kulluğuna nisbet etmek bu kabildendir. “Kur’an evliya çarpsın!”, “ekmek mushaf çarpsın!” vb. sözler de bu sınıftandır. Bunların tümünden sakınmalıdır.
 Fiili şirk:
Bazı şeyleri uğurlu saymak gibi inanışlardır. Bazı hayvanları, kuşları veya günleri uğursuz saymak; “kaynanan seni seviyormuş!”, -bir şey üzerine- “bugün misâfir gelecek!”, birisini anınca kulağının çınlayacağına dâir inanış (veya hıçkırık tuttuğunda anıldığına inanmak) gibi bazı tevafûkî olaylardan uğurlu sayarcasına anlam çıkarmak; fal bakmak veya baktırmak, niyet çekmek, türbelere para atmak, ip bağlamak (itîkad edilmemesi koşuluyla!) böyledir.
 ...Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir... (Ya’sin, 19),
Resûlullah (S.A.V.) “Uğura inanmak şirktir” buyurmuştur (Müslim)
 Kalbî şirk:
Riyâ, şöhret sevgisi, bazı amelleriyle dünya ve dünyalığı ahirete tercih edercesine arzu etmek gibi hususlar kalbi şirktir.
Bunu dört şekilde inceleyebiliriz;
1. Dünyevi bir menfaat sağlamak için amel yapmaktır. Kişi, amelinin ecrini dünyada alır ahirette ise bir nasibi yoktur. Bu da büyük şirktir (Bkz. Niyet ve gayde şirk).
2. İnsanların hoşnutluğu için yapılan Allah’ın azabından sakınma hedefi güdülmeyen amellerdir.
3. Mal edinebilmek, evlenebilmek, hacca gitmek için amel yapmak, ganimet için cihâda gitmek veya makam elde etme gayesiyle İslâmi ilimler okumak bu tür şirktendir. Burada da hedef Allah’ın rızası değil, hevâ ve hevestir.
4. Başkalarının rızasının gözetilmediği halde huşû ve takvâsızlıktan dolayı ifsad edilmiş amellerdir,
 ... “Allah ancak müttekiler (takvâ sahiplerin)’den kabul eder” (Maide, 27). Bu amel de kişiye ahirette bir yarar sağlamaz. İyi ve kötü amel birbirine karışmış, kötü olan galip gelmiştir.
Doğruluklarına kalben itikad edilmesi halinde bunlar büyük şirke dönüşür ki Allah azze ve celle hepimizi bunlara düşmekten korusun (Âmin).
 Gizli şirk
İbni Abbâs (R.A.) “Allah ve sen dilersen” gibi bir sözün “Allah ve falanca dilerse” anlamında olduğunu söylemiş ve bunun gizli şirk olduğunu belirtmiştir. Bu ifadenin yerine “evvel Allah, sonra da falanca dilerse” kullanılması gerekir. “Evvel Allah, sonra da senin sayende” demeli Allâh’a hiçbir varlık denk tutulmamalıdır. Buna düşen Yine “Allah’a ve sana güveniyorum” değil, “evvelen Allah’a, sonra da sana güveniyorum” denmelidir. Zira “ve” edatı eşitliği gerektirir. “Sonra” kullanarak derece farkını ispat etmek şarttır.
Allah Resûlu (S.A.V.) bunun keffâretini şöyle bildirmiştir, “Kim Lât ve Uzza’ya yemin ederse (hemen ardından) “Lâ İlâhe İll’allah” desin. Kim arkadaşına, “Gel! bahis -iddialaşmak ve kumar- oynayalım derse, sadaka versin” (Buhari, Müslim).
à Resulullah (S.A.V.) her tür şirkten şu duâyla Allah’a sığınmamızı bizlere öğretmiştir,  Rabbimiz, bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırım, bilmediğimizden de Sen’den bağışlanmamızı dileriz (Sahihtir, Ahmed).
Çokların sakınmadığı, imana zarar veren ameller
4 Sihir: Kalp ve bedene hastalık, ölüm vb. gibi fiziksel etkiler meydana getirebilen, eşlerin arasını açan ve cinlerle küfre düşmeye karşılık işbirliği içinde bulunan kimselerin bazı muska, üfürük, tılsım vs.’yle yaptığı bir fiildir. Bu, ameli küfür olduğu gibi bu işlerle uğraşanlar da kâfirdir. (Bkz. Bakara süresi 102).
4 Kâhinlik: Medyumluk olarak da tesmiye edilen kehânet, geleceği bildirme iddiasıdır. Kâhin veya medyum, Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği gaybî durumları, geleceği bildiğini iddia eder ki, bu haliyle Allah’ı inkar ederek kafir olmuş olur. Sözlerini doğrulayan da küfre düşer. (Bkz.Tasarrufta şirk).
4 Sihri çözmek: Sihre maruz kalan kimseyi Allah’ın izni’yle kurtarmak biri meşru diğeri ise haram olmak üzere iki yolla mümkündür.
a) Sihri, sihirle çözmek; bu küçük küfürdür.
b) Sihri Kur’ân ve Sünnette sabit olan duâları okuyarak (rukye ile) çözmektir ki, bu câizdir.
4 Falcılık ve astroloji: Ban yıldız ve burçları, yeryüzünde meydana gelen olaylara etkili kabul etmektir ki, kişi isterse bunun Allah’ın izniyle olabileceğine inansın şirktir. Sahibini İslâmdan çıkarır. Kur’ân’dan öğrendiğimiz kadarıyla yıldızların yaratılma gayesi; gökyüzünü süslemek, yolcuların yollarını belirlemesi ve “Mele-i A’fa”yı dinlemeye kalkan şeytanların taşlanmasıdır. Ancak yıldız hareketlerinin dünya olaylarıyla karşılaştırması yapılarak benzerlikler bulunmaya gidilirse bu, tevhid akidesinin kemâline aykırı olmakla birlikte sahibini küfre götürmeyen küçük şirk olur.
4 Nazarlıklar, muskalar: Mavi boncuk gibi ister belli vasıflardaki taşlar olsun ister ayet, hadis yazılı kağıtlar olsun birlikte değerlendirilirler. Çünkü bunlar konuya delil teşkil edebilecek naslarda umûmen ele alınmıştır. Bunları iki şekilde inceleyebiliriz,
a) Kur’an’dan olmayanlar: Nisbi veya külli etkisine inanan büyük şirke düşer. Maalesef bunların koruduğuna inanmak veya bir musibetten kurtulmayı bunlara bağlamak vb. gibi çarpık inanışlar halk arasında yayılagelmiş, böylece fâsid itikadlara zemin hazırlanmıştır. Bunlardan şiddetle sakınmalıdır.
b) Kur’andan olanlar: Mütekaddim ulemâdan muhtevanın yalnızca Kur’an ayetleri olması şartıyla bunun câiz olduğuna dâir bazı rivâyetler söz konusu ise de asıl olan delillerin umûmiliği, bunun haram oluşudur. Bundan kaçınmalıdır.
4 Okuma (Rukye): Kur’ân veya Sünnette yer alan; cin ibtilâsı vs. hastalara şifa için okunan zikir ve duâların tümüne verilen addır.
Rukyenin meşrû olabilmesi için;
a. Allah’tan başkasına güvenip ondan medet ummak gibi haram şeyler içermemesi,
b. mânasının anlaşılır olması,
c. Arapça olması (bilmeyen şifa için duâda bulunur),
d. Allah’ın izni olmadıkça şifanın hasıl olmayacağına inanılması şeklinde bazı kâideler vardır.
Şifa için bilezik, ip veya değişik vasıflardaki taş vs. edinmek gibi mezkûr kâidelerin dışında olan rukye, haram olur.
à Zarar ve yarar ancak Allah’ın izniyledir. Allah bütün yaratılmışlar üzerinde tek kuvvet ve kudret sahibidir. Her kim böyle şeylerin hayır ve şerre neden olduğuna inanırsa büyük şirke, bu yalnız bir şüpheden ibaretse küçük şirke düşmüş olur.
Müslümanların bir çok fitne, felaket, belaya maruz kalması, kanlarının ucuz olması, zillet içinde bulunmalarının başlıca nedeni İslâm topraklarında maalesef her çeşidiyle yaygın olan şirkî unsurlardır. Akidelerinin berraklığını gideren şirkî öğeler ve gerçek tevhid akidesinden yüz çevirmelerinden dolayı Allah’ın üzerlerine boşalttığı azaba müstehak olmuşlardır.
İslâmdan olmadığı halde İslâmmışcasına rağbet gören bidat ve hurafeler bunun veciz bir göstergesidir. Oysa İslâm bunları ve bunlara götüren yolları yıkıp tevhid akidesini ikâme etmeye gelmişti!..
Müslümanlar neredeyse kendilerinden önceki müşrik kavimler gibi dinlerini oyun ve eğlence edinme tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Ölmüş salihleri yüceltmeye, onlar için kurban kesmeye, duâlarında onlardan medet ummaya, kabirlerini bayram yerlerine çevirip onları tavaf etmeye başladılar. Allah Resûlü (S.A.V.)’in, “Allah katında mahlukâtın en şerlileri” olarak tanımladıkları kimseler gibi kabirleri ziyaret etmek için sefer eder, oraları mescide çevirir ve onları takdis eder oldular!
Tüm bunlardan daha korkunç olan da, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi terk ettiler!.. Beşeri sistemlerle yaşar onları destekler oldular. Onu sever ve savunur oldular! Her ne kadar değişik adlar kullansalar da onlar gibi faiz yemeye başladılar!..
Bu acı tablo karşısında, vaziyetin derdini taşıyan her müslümana, “Ey Rabbimiz! Bize yalnız Senin Hükümleri’nle yaşayabilmek için gayret edeceğimiz bir basiret, bir güç ver. Bizleri şirkin her türlü kirinden, tevhidin nuruyla temizle ve bizi dosdoğru yola ilet! Şüphesiz Sen her şeye gücü yetensin!” diye yalvararak duâ silahınâ sarılmak ve “Bismillah” demek düşer!
“Sallallahu alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve Sahbihi ecmâîn”


Alıntı
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Aracı Koymada Şirk

İyi bil ki, halis din yalnız Allah´ındır. O'ndan başka veliler edinenler şöyle derler: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz". Süphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör (inkarcı) insanı doğru yola iletmez. (39/3)
Gerçek dua/medet umma yalnızca O'nadır. O'ndan başka dua ettikleri, kendilerine hiçbir cevap veremezler. Bunların durumları, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış bekleyen adama benzer. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kafirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir. (13/14)
1. Giriş:
İnsanlar Allah'ı yanlış değerlendirmenin sonucu içine düştükleri diğer bir şirk türü de salih ve veli kabul edilen insanları Allah ile kendileri arasına aracı koymak suretiyle onları şirk koşmaktır. Burada da yine niyet Allah'a daha yakın olmaktır. Allah'ın günahkar kuluna o kişilerin yüzü suyu hürmetine rahmetle yaklaşacağı zannı bu şirkin temelinde yer almaktadır. Halbuki bu düşünce Allah'ı yanlış tanımaktır. Ve iyi niyet insanı şirkten korumamaktadır. Zira Hrıstiyanlar da bir peygamberi şirk koşarken kötü niyetle bunu yapmamaktadırlar. Bu şirk türünün en yaygın olduğu yer tarikatlardır.
2. Kavramların tanımı:
Veli: yardımcı, dost, koruyucu, kollayıcı. Gerçek manada veli Allah'tır. Mü'minler de birbirlerinin velileridirler/dostlarıdırlar. Allah'tan başka gerçek manasıyla veli edinmek şirktir.
Vesile: vasıta, araç demektir. İslam'da Allah'ı razı etmede vesile sadece iman ve salih amellerdir.
İbadet: boyun eğiş, karşılıklı saygı, korku veya sevgiye dayalı bağlılık ilişkisi.
Din: yaşam biçimi, hayat tarzı.
Tasavvuf: Tarikatların dayandığı düşünceye, yaşam biçimine verilen genel isim. Tasavvuf kendine özgü inancı, davranışları, değer yargıları ve ölçüleri olan, İslam'dan ayrı fakat İslam'danmış gibi gösterilen bir dindir. Kuzu postunda kurt misali. Etikette İslam yazılı fakat malın kendisi sahte. Kur'an'da geçen kelime ve kavramların arkasına gizlendiğinden, bu kavramları kullandığından insanları aldatabilmiş ve tarihten bugünlere kadar gelmiştir.
Tasavvufun veli, vesile/rabıta kavramlarına yüklediği anlam:
Veli: beşer üstü, fevkaladelik gösteren, şefaatçi olan, kendisinden medet umulan, Allah ile kul arasına aracı/kayırıcı olarak sokulan, kutsal kabul edilen insandır.
Vesile/rabıta: Müridin mürşidini, yani Allah'ın velisi kabul ettiği kişinin simasını her zaman zihninde hayalinde canlandırması, onu anması/zikretmesi, ihtiyaç anında ondan medet umması ve benzeri ibadet olan davranışları yapmak suretiyle Allah'a daha yakın olunacağına inanmak.
Görüldüğü gibi bu kavramların anlamları tasavvuf düşüncesinde çok farklı ve Kur'an tasdikli değil. Burada tasavvufun yaptığı Kur'an'ın bu kelimelerini alıp içini boşaltmak suretiyle farklı/şirk olan anlamlar doldurmak. Bu AİDS virüsüne benziyor. İnsan, direk virüsün kendisinden dolayı zarar görmüyorl, bu virüs sağlam organlarının hücrelerini boşaltarak içine gizleniyor ve yeni yeni tohumlar ekiyor ve çoğalıyor. İnsanın koruma mekanizması sağlam hücre sanarak bu şekilde devre dışı bırakılıyor, hücreler tamir edilemiyor. Durum bunun benzeridir.
3. Aracı koyma şirki:
Allah'a kul olabilmek için aracılara ihtiyaç yoktur. Yüce Rabbimizin kapısında zorba bekçiler olan diktatörler yoktur.
Aracılık konusunda insanlar bazılarını Allah'a yaklaştıran birer salih kul olarak görür ve bu kullara Allah tarafından uluhiyet, yücelik, sultanlık veya velilik verildiğine inanırlar. Bu inanca dayalı olarakta, tapılmaya[her ne kadar kendileri bunun böyle olmadığını söyleseler de durum değişmez] hak kazanmışlardır. Bunlara kulluk edilmedikçe, Allah'a ibadet de makbul olmaz. Çünkü bunlar da Allah'ın ortaklarıdır. Görür, duyar ve insanlara şefaat eder ve işlerini düzenlerler. Zaman ve mekana bağlı değillerdir, GAYBI BİLİRLER.
Bu şirk türünün sebeplerinden bir diğeri de aşırı tazim ve aşırı sevgidir. Tazim ve sevgi başta iyi niyetle başlayabilir. Hatta kendisine tazimde bulunulan insanlar Allah katında makbul ve böyle bir tazimden de kaçan insanlar olabilir. Allah'ın dışında tanrılaştırılan insanlar genelde iyi niyetle ve aşırı sevgiden ilahlaştırılmışlardır. Hz. İsa ve Meryem, Üzeyr peygamber ve hatta melekler bile sevgiden ötürü ilahlaştırılmışlardır. Yine müşriklerin meşhur Lat, Uzza, Menat, Suva gibi putlar da aşırı tazime hedef olmakla ortaya çıkmış putlardır. Kur'an, insanlardan kimilerinin Allah'tan başka ilahlar edindiğini ve onları Allah'tan daha çok sevdiğini, iman edenlerin ise Allah'a olan sevgisinin daha kuvvetli olduğunu söyler(Bakara ; 165).
Şunu hemen belirtelim ki sevgi hissi, sevgiye layık olan yüce Allah'a verilmezse tazime, oradan da şirke dönüşebilir. Çünkü aşırı sevgi, görmeyi perdeler, sadece hisler ön plana çıkar ve bakış açısı tamamen hissi ve duygusal olur. İşte insanlar çoğu zaman bu sevgi hislerini tatmin edebilmek için bazı varlıkları aşırı derecede severek ilahlaştırırlar. Kur'an'ın ifadesiyle ' Allah'tan başka sevgili putlar edinme' gerçekleşmiş olur.
Cenab-ı Hak bize o kadar yakındır ki, şah damarımızdan daha yakın olduğunu kitabında söylüyor ve bize hiç aracısız ibadet etmemizi, sadece kendisinden yardım istememizi emrediyor. Bunu bütün namazlarımızda, Fatihalarımızda söylüyoruz. Fakat bunlardan tamamen gafil bazı kimseler, bu aracılık müessesini asırlardır yaşatmakta devam ediyorlar ve günümüzün geçer akçelerinden birisi de budur.
3.1. Geçmişle bugün arasında fark yok- sadece isimler değişiyor:
Arap müşrikleri Yaratıcı(ilah) olarak bir tek Allah'a inanıyorlardı. Ancak tıpkı bugünde aynısının yapıldığı gibi Allah'a daha çok yaklaşmak niyetiyle o Lat, Menat adlı evliyalara sığınıyorlar. İslam Tarihçileri Lat, Menat, Uzza gibi putların, zamanında yaşamış salih insanlar adına dikilmiş birer put olduğunu yazarlar. Günümüzde değişen bir tek şey var. Lat, Menat yerine Gavsı Azam, Hacı Bektaş, Mevlana Celaleddin, Kutb-i İrşad, Mürşid-i Kamil vb. isimlerinin gelmesi.
„Allah ile kendi arasında bir vasıta ve şefaatçiyi kabule kendisini mecbur bilen adam, yâ zanneder ki Allah, kulunun istediğini bilmiyor.. Yahut kendi uzaklarda olduğundan işitmiyor da böyle bir vasıtaya muhtaç oluyor... Bir hükümdarın, kabul etme istemedigi dileği vezir ve memurlarının tesiriyle kabul ettigi gibi. Dünya büyüklerinin idarelerinde mecbur oldukları gibi. Böyle fâsid ve batıl zanlara kapılan adam bilmiyor ki, padisah bu vasıta ve müsavirlere muhtaçtır..” (Ímam Birgivi)
3.2. İslami Deliller:
Ayetlerden:
• Allah'tan başka yakardıkları(çağırdıkları, yalvardıkları) hiç bir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. Onlar ölüdürler, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerinin şuuruna da varamazlar. (Nahl; 20-22)

• De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilah kimdir?' Bak, biz nasıl ayetleri 'çeşitli biçimlerde açıklıyoruz da' sonra onlar (yine) sırt çevirip-engelliyorlar? (En'am; 46)

• O, Allah'tır, kendisinden başka ilah yoktur. Ilkte de, sonda da hamd O'nundur. Hüküm de O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. De ki: ' Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyamet gününe kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah'ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir? Yine de dinlemeyecek misiniz?' De ki: Gördünüz mü söyleyin, Allah, kıyamet gününe kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah'ın dışında size içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz? (Kasas; 70-72)

• De ki: ' Allah'ın dışında öne sürdüklerinizi çağırın. Onların göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile(hiç bir şeye) güçleri yetmez; onların bu ikisinde hiç bir ortaklığı olmadığı gibi, O'nun bunlardan hiç bir destekçi olanı da yoktur.(Sebe'; 22)

Ayrıca bkz.: Zümer 36-38 ; Zümer 43,44; Yunus 18; Zümer 3; Bakara 186; A'raf 128; Ahzab 3; Talak 3; Taha 46; Kaf 16; Yasin 74; Meryem 81; Ahkaf 4-5; Şuara 213; Fatiha 5; Nahl; 20-22; En'am 46; Kasas 70-72; Sebe' 22
Peygamber ve Sahabeden:
Örneğin Allah'ın Rasulü hem Rasûl, hem de O'nun bir velisi idi. Ve kızına diyordu ki: «Kızım Fatıma! Sakın babam Peygamber diye güvenme!.». Bu ikazını sık sık tekrarladığını hadis kitapları tekrar tekrar naklediyorlar.
İnancımıza göre Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali de velî idiler. Fakat zamanlarında kimseler bu velîlerle Rabıta kurarak, bunların simalarını gözlerinin önüne getirerek Allah'a yakınlık kurmaya çalışmamış ve kimse bunların herhangi birinden şefaat (yardım) talebinde bulunmamıştır, her Müslüman, her mü'min yalnızca Allah'tan şefaat (yardım) isteğinde bulunmuştur. Zira Rasûlullah (s.)'da onlara bunu öğütlüyordu.
3.3 Tasavvufun delilleri:
Tasavvufun ileri sürdüğü deliller delil sayılamayacak kadar zayıftır. Gerçek olsa idi, yani bu veliler gaybı bilseler, bereket yağdırsalar, istemekler öldürebilseler ve benzeri kerametleri gerçek olsa idi;
Uhud'da Hz. Hamza'yı öldürmek isteyen ve kendisinden 15 adım geride bulunan Hind'in vahşisinden haberi yoktu.
Hz. Ömer, iki adım gerisinde safta namaza duran ve hançerlemek isteyen Ebu Lülü künyeli zerdüştinin kalbinden geçenden habersizdi.
Hz. Ali kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve namazda yanına kadar sokulan caniyi bilemedi. Eğer veli olmak tasavvufun söylediği gibi olağanüstülük manasında olsaydı tüm bunları farkedemezler miydi? Yoksa bu sahabeler tasavvufun velilerinden daha mı küçükler?
3.4. Kur'an'a göre Peygamberin aracılığı/elçiliği

Kur'an, Yaratıcı ile yaratılan arasında aracı/elçi olan seçkin kişilerin nebi(çoğulu, enbiya) resul(çoğulu rüsül) diye anmaktadır. Bunların ilki haberci, ikincisi de mesaj getiren elçi anlamındadır. Müslümanlar Hz. Muhammed'i bu anlayışa bağlı olarak Resulullah (Allah'ın Elçisi) Nebiyullah (Allah'ın habercisi) ve yine Kur'an'ın bir ifadesine dayanarak Hatemülenbiya (Nebilerin sonuncusu) diye anarlar.
Bu aracılık meselesinde Kur'an'ın sergilediği tavır, kendine has bir tavırdır. Kur'an'a göre, Peygamberin aracılığı, insanların Allah'a gidiş konusunda kaderlerine hükmetmek değildir. Kur'an'ın tabiriyle, bu aracılık sadece bir tebliğ(mesajı açıklama) keyfiyetinden ibarettir. Peygamber bunun ötesinde ne bir yükümlülük, ne de bir hak taşımaktadır. Başka bir deyimle, Peygamber(Farsçadan dilimize geçmiş olan bu tabir de haber getiren anlamındadır.) yola ışık tutar; fakat yolu yürüyecek olan bizleriz. Peygamber, bizi sırtına alıp götüremeyeceği gibi, yürüdüğümüz yoldan geri dönmemize de sebep olamaz. Biraz daha açık söylersek, Kur'an, vaftiz ve aforoz kavram ve kurumlarını reddeder. Insanoğlunun kaderi başkalarının denetimine verilmemiştir.
Sonuç:
Allah'ın insanlara herkesten daha çok yakın olduğu ve her türlü duasına icabet ettiği halde, insanlardan bazılarının direk Allah'tan istemeyip, araya aracılar koyması şaşılacak bir şey. Düşünün, yakınınızda size yardım edecek güçlü biri var; siz ise ondan yardım istemeyip ta uzaklarda ve size hiç bir yardımı olamayacak birini arayıp bulmaya çalışıyorsunuz. Bu şu demektir; ya siz yanınızdaki varlığın gücüne inanmıyorsunuz veya aracıları O'nun kadar üstün görüyorsunuz!
Her iki halde de oldukça yanlıs yapıyorsunuz. Çünkü yüce Rabbimiz, '(Ey Muhammed) kullarım sana beni sorarlarsa (bilsinler ki) ben şüphesiz (onlara) yakınım. Benden isteyenin duasını kabul ederim' diye buyurmuştur (Bakara; 186). Yine Kaf suresinin 16. ayetinde de 'Ona şah damarından daha yakınız' diye buyrularak, insanların herkesten önce Allah'ı kendilerine yakın bilerek O'na yönelmeleri; O'na dua ve niyazda bulunmaları ve sadece O'na taatte bulunmalarının gerektiği vurgulanmıştır. Bu hak, tamamen Allah'a aittir. Bu hakkı gasbedenler, Allah'ı gereği gibi tanımamış ve Allah'a şirk koşmuş olacaklardır

ALINTI: Ömer Karaaslan
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
esad coşan a göre tasavvufa inanmamak küfre götürümüş.

Soru:

--Bazı kimseler, "Zamanımızda tasavvuf olur mu? Tasavvuf Yunus Emre zamanındaydı." diyorlar; bu konuyu açıklar mısınız?

--Bu söz kâfirliğe kadar gider. Neden kâfirliğe gider?.. Çünkü tasavvufta nefis terbiyesi var; Kur'an-ı Kerim'den... Zikir var; Kur'an-ı Kerim'den... Ahlâkı güzelleştirmek var; Kur'an-ı Kerim'den... Yunus Emre'nin mutasavvıf olması dindarlığından... Yâni, o zaman dindarlık var da şimdi dindarlık yok mu?.. O zaman Allah'ın emrine, Kur'an'a uymak var da şu devirde yok mu?.. Şu devirde daha fazla muhtacız.

Bu edepsizlikler, bu şuursuzluklar, bu terbiyesizlikler ondan oluyor. Hattâ müslümanlar camileri dolduruyor gibi görünüyor; tam müslüman olmamaları tasavvuf eksikliğinden... Eksik olan o malzeme... Tasavvuf olmadığından edepsiz... Tasavvuf olmadığından küstah... Tasavvuf olmadığından böyle...

Onun için, tasavvuf sadece bizim ümmetimiz zamanında da değil, tâ Hazret-i Adem zamanından beri ilm-i ahvâlil kulûbdür; yâni, gönlün ahvalinin ilmidir. "Allah insanların şekline, şemâiline, dışına bakmıyor; kalbine nazar ediyor." diye hadis-i şerif var... Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi ıslah etme ve tanzim etme ilmidir. O bakımdan, farzlardan önce farzdır. Biz bunu dergilerimizde açıkladık.


Ben üniversite profesörüyüm, dinî edebiyat prefesörüyüm. İstesem üniversitede kalabilirdim, orda devam edebilirdim. Bu yol en önemli yol olduğu için, bu yola geldim. Bu yol işin aslı, özü olduğu için, dinin temeli, ruhu bu olduğu için bu yola geldim. Bu olmadan, tasavvuf olmadan olmaz. Yunus Emre de, Mevlânâ da, Sahabe-i Kiram da, tabiin de, tebe-i tabiin de, bu asrın insanı da, bundan sonraki kıyamete kadar insanlar da buna muhtaçtır.

Bu iş zahirle bitmez, ille iç terbiyesi de olacak!.. İç terbiyesi de tasavvuf demek olduğuna göre, ilm-i tasavvuf olduğuna göre, bu farzdır. Bunun bu şekilde olduğunu bildiği halde inkâr eden, kâfir olur.

Ama çok cahil, bilmeden, yanlış bir kanaatten dolayı tasavvuf yok sanıyorsa, o zaman cahilliğinden dolayı cezayı yer ama, belki kâfir olmaz. Ama bile bile, yok böyle bir şey derse kâfir olur.


Biz bunu kendimiz söylemeyelim de dedik, kim fıkıhta yüksek bilgi sahibi, kim müftü, kim âlim, onlara sordurttuk. Tasavvuf erbabı olarak tanınmış değil de, fakih olarak, fıkıh alimi olarak tanınmış kimselere sordurttuk. Seneler önce dergilerimizde dergilerimizde neşrettik. Bu sayıda da --İslâm Mecmuası'nda-- yine gitmişler, sormuşlar; ki, bu hususta bizim dışımızdaki insanların, fakihlerin bilgisi alınsın diye...

Suudî Arabistan'da Mısır'ın çok büyük bir alimi var... Onun talebesi olan kardeşlerimiz, "Hocalarımızın içinde en çok beğendiğimiz odur." diyorlar. Ebüs Sünne diye tanınıyor, herkes itibar ediyor. Profesör, Hanefî fıkhını çok iyi bilen bir kimse... Gittik ona sorduk, onun da röportajı var İslâm Mecmuası'nın bu sayısında... Tasavvufu hepsi kabul ediyor.

Tasavvuf yok diyen çok cahil bir adam, hattâ çok tehlikeli bir durumda, belki küfre düşmüş durumda...

Bizim göbeğimiz oraya buraya bağlı değil ki; Kur'an ne demişse, Allah neyi emretmişse onu söylüyoruz. Bak burda biz bir tasavvufî cemaatiz, bir tekke mensubuyuz, hadis kitabı okuyoruz. Hadis kitabını okurken de yeri geldikçe, "Bak, büyüklerimiz ne kadar doğru söylemişler, işin aslı buymuş, şuymuş..." diye hadis-i şeriflerinden, ayet-i kerimelerden delilleri gösteriyoruz. Bir delil yeterken, bir parmak izi bir mahkûmu idama götürürken, biz binlerce delil getiriyoruz. Ama halâ tasavvuf yok da yok diye hop hop zıplıyor. Güneş balçıkla sıvanmaz ki...

Böyle insanlara belki cevap da vermemek lâzım! Çünkü muhatap alınacak kadar bile bir bilgi sahibi değil...

İbn-i Teymiye'yi ileri sürerler. Çİbn-i Teymiye'de TasavvufÈ diye kitaplar bile neşredildi. İbn-i Teymiye tasavvufu reddetmiyor ki... Bazı bid'at ehli insanların yaptığı şeylerin sünnete uygun tasavvufa uymadığını söylemiş kitaplarında...

İşin aslını böylece bilmek lâzım!..
 
S Çevrimdışı

selefi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Esat Coşan hocanın bu yazılarında islama aykırı bir çok mesele bulunmakta,hadis diye zikrettiği ramuzda geçen hadisin senet ve metni uydurma.Ayrıca buna iman insanı müşrik eder.Son dönemlerinde Esat Coşan hocadan kitab ve sunnet ışığında hikmetli sözler duymaya başlamıştık,Allah kendisine rahmet etsin.
 
hitman Çevrimdışı

hitman

Üye
İslam-TR Üyesi
adamlar nası bi zihniyet anlamak mümkün değil. bu tarikatçıların hepsi aynı. ilkokul terk olanları da prof. olanları da. cahil olanları hakkı zaten bilmeyen, nisbeten ilim sahibi olanları ise mezhebimiz meşrebimiz edebiyatına sığınıp bile bile hakka muhalefet eden kimseler, bundan şüphe etmeye hiç gerek yok.

esad çoşanın sözleri hayret verici. yani bunlar kesin olarak islam akidesine, kuran sünnete muhalif apaçık şirk ve küfür cinsinden korkunç sözlerdir.

yani neresinden tutsan kopuyor. bu akla ziyan cümlelerden hangi birine reddiye vereceksin. hak batıl hepsi karışık tencere olmuş. zoraki teviller, "e ne yapalım bize de hocalarımız böyle öğrettiler" cinsinden delil sayılmayacak hevaya dayalı söylemler.

düşünme yeteneğine sahip olan herhangi bir insan -gayrimüslim dahi olsa- tasavvufçuların bidat olan itikad ve amellerinin batıllığını anlar.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt