Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Muhkem, Muteşabihat, Mucize ve Kâbir Âzabı İnkarcılarının Çarpık Anlayışlarına Cevap?

W Çevrimdışı

wert

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Abdulmuiz akhim seni bu ara böyle sorularla uğraştırıyorum hakkını helal et ama bir mealciye doğru yola dönmesi için delilleriyle bu meseleleri anlatmak zorundayım inşallah.
Bana sorulan sorular şöyle;

1 - Kabir azabına yasin süresinde 51. Sûra üfürülmüştür! Bak, işte kabirlerden, Rablerine doğru akın akın gidiyorlar.52. Şöyle diyecekler: “Vay başımıza gelene! Kim kaldırdı bizi mezarımızdan? Rahman’ın vaat ettiği işte bu! Peygamberler doğru söylemişler.” bu ayetleri getirip olmadğını söylüyorlarmış falan. Allah için bunlara yine ayetten cevap varsa yaz inşallah ve akabinde ne kadar kabul etmeselerde hadisleride yaz inşallah..

2 - Mucize yok diyor bunuda inşallah delillerle açıklarsın?


3- Son olarak muteşabih ve muhkem ayet meselesinde bunlara örnek istiyor başka bir arkadaş tam olarak bunlar nelerdir diyor ve benim

hatırladığım kadarıyla munafıkların muteşbih ayetlerle uğraştığına dair bir ayet vardı bu ayeti biliyorsan yazarsan. Elinden alnından öptüm

akhim seni Allah için çok seviyorum Rabbim yolunu aydınlatsın inşallah :)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
C 1-
Kabir Azabı
"Sur'a üfürülünce, bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkmışlar Rabb'lerinc koşuyorlar."

"Vay halimize, uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "Bu, Rahman olan Allah'ın vaadettiği kıyamet günüdür. Peygamberler doğru söylemişlerdir." denilir." (Şûra 51 - 51)

Allah teala bu âyet-i kerimede ise Sur'a ikinci kez üfleneceğini ve ölülerin kabirlerinden kalkarak Allahın huzuruna koşarak gideceklerini beyan etmektedir. Kâbirlerinden çıkan kafirler, orada azab görmelerine rağmen kıyamet gününün daha dehşetli olduğunu görünce kendi kendilerine şöyle diyeceklerdir:
"Vay halimize, uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı?"
Onların bu sözüne karşılık ise: "Bu Rahman olan Allah'ın vaadettiği kıyamet günüdür. Peygamberler doğru söylemişlerdir." denilecektir.
Kâfirlere bu sözü söyleyenler ya melekler veya mu'minlerdir. Bu son sözün, kâfirlerin kendi sözlerinin devamı olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşe göre âyetin manası şöyledir:
"Kâfirler: "Vay halimize, uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı? Bu, rahman olan Allahın vaadettiği kıyamet günüdür. Demek ki peygamberler doğru söylemişlerdir."

Ebu Salih dedi ki: Birinci defa Sûra üfürüldüğü vakit, kâbirdekilerin azabı kaldırılır ve ikinci üfürüşe kadar bir uyku uyurlar. İkisi arasında da kırk yıllık bir süre vardır. İşte: "Vay bize! Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?" şeklindeki sözlerini bundan ötürü söyleyeceklerdir. Ayrıca İbn Abbas ve Katâde de böyle demişlerdir.

Meanî alimleri şöyle demişlerdir: Kâfirler cehennemi ve cehennemdeki türlü azabları görecekleri vakit, kabirlerindeki azabları ona kıyasla onlara bir uyku gibi gelecektir. Mucahid dedi ki: Bunun üzerine mu'minler onlara: "Bu Rahmanın vaadettiğidir" diyeceklerdir.
Katâde de dedi ki: Allah'ın kendilerine hidayet vermiş olduğu kimseler onlara: "Bu, Rahman'ın vaadettiğidir" diyecektir.
el-Ferra ise: Melekler onlara: "Bu, Rahman'ın vaadettiğidir" diyeceklerdir, demiştir.
en-Nehhas der ki: Bu görüşler arasında bir uyum vardır. Çünkü melekler hem mu'minlerdendirler, hem de Allah'ın hidayet verdiği kimselerdendirler.

«Derler ki: Yazıklar olsun bize, yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?»
Bununla dünya diyarında iken kabirlerinden kaldırılıp diriltilmeyeceklerini sandıkları mezarları kasdederler. Mahşer gününde yalanladıkları şeyi ayan-beyân görünce: «Yazıklar olsun bize, yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?» derler. Bu ifâde onların kabirlerinde de azâb çekmelerini önlemez. Çünkü kabir, daha sonraki azâblara nisbetle bir dinlenme yeri gibidir.
Ubeyy İbn Kâ'b, Mucâhid, Hasan ve Katâde derler ki: Onlar, dirilişten önceki bir uyumayla uyurlar. Katâde ise bunun iki nefha arasında olduğunu söyler. Bunun için onlar «Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?» demektedirler. Seleften birçok kişinin dediğine göre; onlar böyle deyince mûminler kendilerine «İşte bu, Rahmân'ın vâd etmiş olduğudur. Ve peygamberler doğru söylemişlerdi.» derler. Hasan ise onlara meleklerin böyle cevâb verdiğini bildirir ki, her iki görüş arasında çelişki yoktur ve her ikisini birleştirmek mümkündür. Abdurrahmân İbn Zeyd ise bu ifâdenin bütünüyle kâfirlerin sözü olduğunu bildirir. İbn Cerîr Taberî bu görüşü naklettikten sonra birincisini tercih eder ki bu, en doğrusudur. Çünkü bu ifâde, Allah Teâlâ'nın Sâffât süresindeki şu kavli gibidir:
«Ve dediler ki: Vay bize bu, din günüdür. Bu ayırdetme günüdür ki siz, onu yalanlamıştınız.» (Sâffât, 20-21). Rûm sûresinde ise şöyle buyurulur: «Kıyametin kopacağı gün, suçlular bir saattan başka kalmadıklarına yemîn ederler. İşte onlar böylece aldatılıp döndürülürler. Kendilerine bilgi ve îmân verilenler: Andolsun ki Allah'ın kitabında yazılan o yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu, yeniden diriliş günüdür. Ama siz bilmiyordunuz, derler.» (Rûm, 55-56).

İlgili Konu:

Kabir Azabı Var mı?

Çözüldü - Kabir Azabı Var mı?

C 2 -
Muhkem ve Muteşâbihât
Sana bu kitabı indiren O’dur. Kitabın bir kısım âyetleri muhkem olup bunlar onun esasını teşkil ederler. Diğer kısımlar ise muteşabihtirler. Kalblerinde eğrilik olan kimseler onun sadece muteşabihleri ile meşgul olurlar. Bundan maksatları, sırf fitne çıkarmak ve kendi anlayışlarına göre yorumlamaktır. Halbuki onların gerçek mânâlarını yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onların mânâlarını anlamaya çalışmakla beraber, asıl maksad ve mânâlarını Allah Tealâ’ya havale edip; ‘Allah’ın maksadı ne ise biz ona inandık. Gerek muhkemi, gerek muteşabihi hepsi Rabb'imiz tarafından gönderilmiştir...’ derler. Bunu ancak kamil ve öz akıl sahibleri düşünebilirler... Ve onlar sözlerini şu duayla bitirirler: ‘Ey bizim yüce Rabb'imiz! Doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi yanlışa saptırma, yüce katından bize rahmet bağışla. Şubhesiz sonsuz lütuf sahibi olan ancak Sensin." (Al-i İmran, 7 ve 8)

Muhkem; Anlam ve Mâhiyeti

Muhkem; Sağlam, anlamı açık, yorum götürmez, şubhe kabul etmez anlamında "if'âl" vezninde, Arabca ism-i mef’ul bir kelime; âyet ve hadislerde bulunan ve sevk edildiği maksada delâlet eden lafız mânâsına gelen bir fıkıh usûlü terimidir. Mânâsı, te’vil ve tahsis kabul etmeyecek derecede açıktır. Usûl ilminde anlamı açık olan lafızlar dörttür: Zâhir, nass, mufesser ve muhkem. Bu sıralamada muhkem, mânâsı en açık olan lafızdır. Bunun zıddı olan muteşâbih ise; mânâsı kapalı, yorum isteyen kelimelerdir. Mânâsı kapalı olan lafızlar dört olup; hafî, muşkil, mucmel ve muteşâbih olmak üzere, az kapalıdan çok kapalıya doğru sıralanmışlardır (M. Ebû Zehra, Usûlu'l-Fıkh, Kahire t.y, s. 119 vd.).

Muteşâbih; mânâsı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunmayan, Kitap ve Sünnet'te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah'a havâele edilen nass (âyet-hadis metni)dir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise muteşabihtir / benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik / kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık têvilini / yorumlarını yapmak için ondan muteşabih olanına uyarlar. Oysa onun têvilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabb'imizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (Âl-i İmrân, 7).
Bu âyette sözü edilen te'vil, bir âyet veya hadisi açık (zâhirî) anlamından çıkarıp muhtemel bulunduğu başka bir anlama yüklemektir. Böylece Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve mûteşâbih olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Muteşâbihler te'vil ve tahsisi kabul ederken; muhkem lafızlar bunları kabul etmeyecek derecede açık anlamlıdır. Hattâ bazen âyet veya hadis metninde, bu hükmün yürürlükten kaldırılmayı kabul etmeyeceğine delâlet eden bir ifade bulunur. Meselâ; "Cihâd kıyâmete kadar devam edecektir." (Ebû Dâvud, Cihad 33) hadisi ile zinâ iftirâsı (kazf) cezâsına uğrayanlarla ilgili olarak inen: "Onların şâhidliklerini ebedî olarak kabul etmeyin; onlar fâsıkların tâ kendileridir." (24/Nûr, 4) âyeti buna örnek verilebilir. Bunlardaki "kıyâmete kadar" veya "ebedi olarak" ifâdeleri, bu hükümlerin sonsuza kadar bu şekilde devam edeceği anlamına gelir. Bu da nass'ın muhkem olduğunu gösterir. Âyetin devamında; "Ancak bu iftira günahından sonra tevbe edip, kendini düzelterek İlâhî yola dönenler mustesnâdır" (24/Nûr, 5) buyurulur.
Hanefîler bu son nass'ın (âyet) istisnâyı da kabul etmediğini, kazf cezasına uğrayan kimsenin, tevbe etse, durumunu düzeltse bile şâhitliğinin kabul edilmeyeceğini söylerler. Çünkü onlara göre, şâhitliğin kabul edilmeyişi dinî bir cezâdır. İmam Şâfiî ise, bu istisnayı âyetin bütünü içinde değerlendirir ve tevbe edenlerin şâhitliğinin kabul edilebileceğini belirtir. Hanefîler, istisnâyı bir önceki cümlede yer alan "onlar fâsıkların ta kendileridir" kısmı ile bağlantılı kabul eder ve iftirâcının tevbe edince yalnız fâsıklık ithamından kurtulabileceğini belirtirler. Bu İlâhî hükümler, insanın hak, şeref, iffet ve haysiyetini korumayı amaçlamaktadır (M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 123, 124).
Muhkem'in neshi kabul etmeyişi nass'ın kendisinden ise, ona "muhkem li zâtihi" denir. Yukarıdaki örnekler bu niteliktedir. Nesheden başka bir nass bulunmaması yüzünden ise, buna da "muhkem li gayrihî" denir.
Muhkem lafız, kendinden daha az açık olan zâhir, nass veya müfesser bir lafızla çatışırsa, muhkem tercih edilir. Şu âyetler arasında bir çatışma görülür:
"Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce nikâhınız altında tutun veya onlardan güzellikle ayrılın. İçinizden, adalet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şâhid tutun" (65/Talâk, 2). Bu âyetteki iki şahid, "'adâletle" tefsir edilmiştir. Yani, şahit lafzı mufesserdir. Adalet ise, günah işlenmesi halinde ortadan kalkar. Bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz, iffetli kadına zina iftirası atan kimse hakkındaki "ebediyyen onların şahitliğini kabul etmeyin" âyeti ile çelişir. Sonsuza kadar ifadesi, bu âyeti muhkem kılmakta ve tevbe etse bile şahitliğinin kabul edilmeyeceğini ifade etmektedir. Mânâ muhkem olunca da, Hanefilere göre, müfessere tercih edilmiştir (Fethi ed-Derînî, el-Menâhicü'l-Usûliyye, Dimaşk 1395/1975, s., 66, 67; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y, II, 72, 73).
Muhkem'e, şu prensipler örnek verilebilir:
Kur'ân'da zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel hükümlere delâlet eden âyetler. Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve âhiret gününe iman gibi.
"Mûminlerin hepsi, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." (Bakara, 285).
Yine fazilet ve ahlâk esaslarını bildiren ve selîm fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm, hıyanet, yalan, sözde durmama, ana babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk) gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir. (1)

Muteşâbih; Anlam ve Mâhiyeti
Muteşâbih: Birbirine benzeyen birey ve cüzleri bulunan şeyler, kendisinde karışıklık ve iltibas bulunan şey; Kur'ân-ı Kerim'de mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, tefsirinde güçlük çekilen âyet veya kelimelerdir. Bunlara muteşâbihât denir. Bunların hangi mânâya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka hâricî bir delile ihtiyaç gösterirler. "Muteşâbih"in karşıtı "muhkem"dir. Allah'ın sıfatları, kıyâmetin durumu, Cennet nimetleri, Cehennem azâbı vs. hakkındaki lafızlar muteşâbihtir.
Bir âyette; "Allah, sözün en güzelini mûteşâbih ikişerli, bir kitab halinde indirdi" (39/Zumer, 23) buyurularak Kur'ân'ın tamamının mûteşâbih olduğu belirtilmektedir. Burada muteşâbih, benzeşme anlamında kullanılmıştır (Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, Tahran (t.y), VII, 17).
Kur'ân'ın baştan sona lafızları, anlatım uslûbu ve mânâları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir âyeti, başka bir âyetiyle çelişmez.
Başka bir âyette ise, Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve muteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:
Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise muteşabihtir / benzeşenlerdir. Kalblerinde bir eğrilik / kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık têvilini / yorumlarını yapmak için ondan muteşabih olanına uyarlar. Oysa onun têvilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabb'imizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiblerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (Âl-i İmrân, 7).

Bu âyette muteşâbih, muhkem'in karşıtı olarak kullanılmıştır. Muhkem, mânâsı apaçık anlaşılan âyetlerdir. Ayrıca "kitabın anası -ummu'l kitab-” olarak vasıflandırılmaları Arab dili açısından diğerlerinin anlaşılmasında başvurulacak kaynak anlamına gelir ve diğerlerinden sayıca daha çok olduklarını gösterir (Ebû İshak eş-Şâtibî, el-Muvâfakat, Beyrut 1975, III, 86).
Muteşâbihler ise, birden fazla anlama gelebilen veya mânâsında kapalılık bulunan âyetlerdir. Muteşâbihlik ya lafız yönünden, ya mânâ yönünden ya da her ikisi yönünden olur. Lafızda muteşâbihlik ya kelimede, ya da cümlede olur. Kelimenin garib bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu muteşâbih kılar. Cümlede muteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-te’hîr gibi cümlenin uslûbundan kaynaklanan durumdur.
Mânâ yönünden mûteşâbihlik; Allah'ın sıfatları, kıyâmet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne varmaktan âciz olduğu hususlardır. Hem mânâ, hem de lafız yönünden mûteşâbihler ise; âmm-hâs, nâsih-mensûh ve mubhematu'l-Kur'ân'ı ilgilendiren hususlardır (Râgıb el-İsfahânî, el-Mufredât fi Ğaribu'l-Kur'an, Beyrut (t.y), s. 254).

Geniş anlamıyla muteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla mûteşâbih, Allah'ın sıfatlarını konu alan âyetlerdir. Kur'ân-ı Kerim Allah hakkında istivâ, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zâhirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa te'vil mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, mûteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.

Selef âlimleri bu sıfatları zâhirleri üzere kabul eder, te'vil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te'vil etmek, meselâ "istivâ"ya "istilâ" demek "vech"e Allah'ın zâtı; "yed"e Allah'ın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları ta’tîl (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.
Selef âlimleri bunu söylerken, Allah'ın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah'ın cisim olduğunu kasdetmezler. “Nasıl Allah'ın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz” derler. İmam Mâlik'in, "istivâ"nın ne olduğunu soran birine; "İstivânın keyfiyeti akıl ile bilinemez. İstivâ'nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vâcib, hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklindeki cevabı meşhurdur (Beyhakî, Kitabu'l-Esmâ ve's-Sıfât, Mısır 1358, s. 408).
Bu sıfatları ilk te'vil eden fırka, Mu'tezile olmuştur. Daha sonra Muteahhirûn diye bilinen Ehl-i Sünnet kelâmcıları, Mutezileye uyarak bu sıfatları te'vil etmiş ve "onları zâhirleri üzere kabul edersek, bu bizi teşbih ve tecsime götürür" demişlerdir. (2)

Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve Muteşâbih Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “muhkemetun” kelimesi Muhammed sûresi, 20. âyette; “muhkemât” şeklinde çoğul olarak da Âl-i İmrân sûresi 7. âyette geçmektedir. “Muhkem” kelimesinin türediği h-k-m (hukm) ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de tam 210 yerde geçer. “Muteşâbih” ve çoğulu ise toplam 5 yerde (2/Bakara, 25; 3/Âl-i İmrân, 7; 6/En’âm, 99, 141; 39/Zumer, 23), bu kelimenin türediği ş-b-h ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de toplam 12 yerde kullanılır.
Muhkem ve muteşâbih kelimeleri Kur’an’da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Buna göre:
1) Kur’an’ın tamamı muhkemdir. “Elif, Lâm, Râ. Bu kitab öyle bir kitap ki, onun âyetleri muhkem kılınmıştır.” (Hud, 1).
Bu âyete göre Kur’an’ın bütün âyetleri muhkemdir. Bundan kasıt; onun hak kitap olduğunu, onda bir eksiklik bulunmadığını, lafızlarının fasih, mânâlarının sahih, bütün âyetlerinin ise hikmetle dolu olduğunu bildirmektir.
2) Kur’an’ın tamamı muteşâbihtir. “Allah en güzel sözü indirmiştir. O mûteşâbih bir kitabdır.” (Zumer, 23).
Bu âyete göre Kur’an’ın hepsi mûteşâbihtir. Mûteşâbih kelimesi birbirine benzer mânâsındadır. Buna göre bu âyetteki mûteşâbihten kasıt; Kur’an’ın bütün âyetleri güzellik, doğruluk ve hidâyeti gösterme bakımından birbirine benziyor demektir. Her âyetin bir mânâsı vardır. Fakat bu mânâlar hiç bir zaman birbirine zıt değildir.
3) Kur’an’ın bir kısmı muhkem, bir kısmı ise mûteşâbihtir. “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise mûteşâbihtir / benzeşenlerdir. Kalblerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık têvilini / yorumlarını yapmak için ondan mûteşabih olanına uyarlar. Oysa onun têvilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabb'imizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiblerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (Âl-i İmrân, 7)

Yani Ey Muhammed! Kur’an’ı sana Allah indirdi. Hiç kimsenin bu konuda şubhesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir hüküm yoktur. Âyetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur’an’daki âyetlerin bir kısmı muhkemdir ki onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar mânâsı ve tefsiri bilinen, tek mânâ ifâde eden, başka anlam verilemeyen, mânâsı tahrif edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan anlaşılan, haramı, helâli, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezaları, öğütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen âyetlerdir. Kur’an’ın çok az bir kısmı da mûteşâbihtir. Bunlar gerçek mânâsını Allah’tan başka kimsenin bilmediği, birkaç mânâya gelen, anlamı tahrif edilmeye, değişik mânâlar verilmeye müsait olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulan, Kur’an’ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen âyetlerdir. Kalplerinde şubhe hastalığı bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için mûteşâbih âyetleri hevâ ve heveslerine göre têvil ederler. Halbuki mûteşâbih âyetlerin gerçek têvilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olan kimseler ancak Allah’ın dilediği oranda cûz’î bilgiye sahib olurlar. Onlar şöyle derler: "Biz, muhkemiyle mûteşâbihiyle Kur’an âyetlerinin tamamına iman ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl sahiblerinden başkası böyle düşünmez."

Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise mûteşâbihtir / benzeşenlerdir. Kalblerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık têvilini / yorumlarını yapmak için ondan mûteşabih olanına uyarlar. Oysa onun têvilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabb'imizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiblerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (3/Âl-i İmrân, 7)
Elif, Lâm, Râ. Bu kitab öyle bir kitap ki, onun âyetleri muhkem kılınmıştır.” (Hud, 1)

"Allah, sözün en güzelini mûteşâbih, ikişerli bir kitab halinde indirdi." (Zumer, 23)

İman etmiş olanlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık (‘muhkemetun’ mûteşâbih olmayan, muhkem) bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin!”(Muhammed, 20)

İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği vakit, ‘bu, bundan önce dünyada bize verilenlerdendir’ derler. Ve bu rızık onlara bazı yönlerden dünyadakine benzer olarak (mûteşâbih) verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklar.” (Bakara, 25)

O gökten suyu indirendir. İşte Biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir yeşillik çıkardık ki, ondan birbiri üzerine binmiş dâneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan sarkan, (koparmak isteyene yakın) salkımlar; üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen (muştebih) bir kısmı da benzemeyen (ğayru muteşâbih) zeytin ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verilirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda iman eden bir toplum için âyetler / ibretler vardır.” (En’âm, 99)

Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde (mûteşâbih ve ğayru mûteşâbih) zeytin ve narları yaratan O’dur. Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (En’âm, 141)

Bilmeyenler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalbleri (akılları) birbirine benzedi (teşâbehet). Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.” (Bakara, 118)

Yâ Mûsâ! Rabb'ine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, zira o, bizce karıştı (Başka ineklere benzer oldu, ‘teşâbehe’). Biz, inşeAllah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.” (Bakara, 70)

De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: Allah’tır. O halde, O’nu bırakıp da bizzat kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahib olmayan dostlar mı edindiniz? De ki: Körle, gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi (teşâbehe) göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, güçlüdür ve kahredicidir.” (Râd, 16)

Muteşâbih Âyetleri Kim Bilir?
Âlimlerin çoğunluğuna göre, mûteşâbih âyetlerin te’vilini, Allah’tan başka kimse bilemez. Bunlara göre 3/Âl-i İmran, 7’deki vakf/durak, bu anlamı verecek biçimde gerçekleştirilir. Muteşâbih âyetler olduğu gibi kabul edilir, üzerinde durulmaz. Rasûlullah’ın ve sahâbînin anlayışı ve uygulaması bu yönde olmuş, mûteşabihlerin kurcalanmaması istenmiştir (Mebâhis, 322-325; El-İtkan, 2/6).

Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ise âyetteki vakfın “Ve’r-rasihune fi’l-ilmi”de olması lâzım geldiğini ve râsihlerin de mûteşâbih âyetlerin te’vilini bilebileceklerini söyler (Mebâhis, 282). Bu görüşü Ebû İshak eş-Şirâzî daha vâzıh bir şekilde açıklamıştır (Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 129).
Selef Mezhebi görüşü olarak da tanımlanan anlayışın yanı sıra Halef Mezhebi diye bilinen ve çoğunlukla kelâmcıların savunduğu görüşe göre mûteşabihler tevil edilebilir. Gerek Allah’ın mûteşâbih sıfatları, gerekse hurûfu’l-mukattaa te’vil edilebilir. Üstelik yapılacak têvillerin çeşitli yönlerden faydaları mevcuddur. Bu faydaları şöyle sıralamak mümkündür:
1) Bu âyetler sâyesinde insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir hürriyetine izin verilmiş olmaktadır. Böylece insanın şerefi yükseltilmektedir.
2) Müslümanlar daha çok öğrenmeye ve başka bilgiler edinmeye sevkedilmiştir.
3) Dinin tebliğ ve tesisine engel olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmek sûretiyle, meydana gelecek fesatların önüne ilk günden set çekilmiştir.
4) Muteşâbihler insan oğlu için bir deneme olmuş, onların iman veya inkâr etmelerinin bir ölçüsü kabul edilmiştir.
5) Muteşâbihler insan oğlunun güç ve yeteneği, ilim ve irfanı ne olursa olsun âciz bir yaratık olduğunun canlı delilidir.
6) Muteşâbih lafızlar, Kur’an’ın ciltler dolusu kalın kitaplardan oluşmasını önlemiş, mevcut haliyle ezberlenmesi ve korunması kolay bir kitap olmasını sağlamıştır. Üstelik bu durum çeşitli dil bilimlerinin öğrenilmesine de âmil olmuştur. (Menâhil, 2/282-286; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132-133; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, s. 149-150)


Muteşâbih Âyetlere Uyanlar
İlk devirlerde mûteşâbih âyetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Zira Kur’an bu gibi âyetleri kurcalayanların kalpleri hasta olduğunu beyan etmektedir. Rasûlullah da mûteşâbih âyetlere tâbi olanlardan sakınmayı emretmektedir. Âişe’den (r.anha) rivâyetle Rasâlullah (s.a.s.) 3/Âl-i İmrân, 7. âyetini okudu ve şöyle buyurdu:
Onun muteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah’ın isimlerini koyduğu kimselerdir, onlardan sakınınız.(Buhârî, Tefsir 3. sûre 1; Muslim, İlim 1; Ebû Dâvud, Sünnet 2; Tirmizî, Tefsir 3. sûre 2; İbn Mâce, Mukaddime 7; Ahmed bin Hanbel, Musned 6/48, 124, 132, 256).
Bu işi Ömer (r.anh) de sıkı tutmuştur. İbn Subeyg adında biri, bir gün Medine’ye gelip Kur’an’ın muteşâbihâtı hakkında sualler soruyormuş, bunu haber alan Ömer (r.anh) onu çağırtıp yaş hurma dallarıyla başını kanatıncaya kadar dövmüş ve onu Medine’den memleketine göndermiş, bu şahısla hiç kimsenin görüşmemesini Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye emretmişti (El-İtkan, 2/4; Tefsiru’l-Kasımî 1/99).

Muhkem ve Muteşâbihin Mâhiyeti Hakkında Çeşitli Görüşler
Kur’an ile ilgili kavramsal inceleme ve tartışma konularının en önemlilerinden birisini muteşâbih kavramı oluşturmuştur. Gerek Kur’an ilimlerinin bir bölümü olarak, gerekse tefsirlerde -özellikle Âl-i İmrân, 7. âyetinin yorumu munâsebetiyle- üzerinde geniş olarak durulmuş olan bu kavrama dair elimizde oldukça zengin bir malzeme bulunmaktadır. İlgili âyette (Âl-i İmrân, 7) açıkça görüldüğü üzere, Kur’an’ın âyetleri muhkem ve mûteşâbih olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Muhkem ve muteşâbih ile ne kastedildiğine gelince, İslâm âlimleri bu konuda birbirinden farklı pekçok görüş serdetmişlerdir. Reşid Rızâ, el-Menâr’da bu görüşleri on madde halinde özetle sunar:
1. İbn Abbas’tan da rivâyet edildiği söylenen bu görüşe göre muhkemden kastedilen 6/En’âm, 151-152. âyetleridir ki, bu âyetlerde yahûdilerin uymakla yükümlü oldukları ve On Emir diye bilinen hususlara işaret edilmektedir. Mûteşâbihler ise, sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaadır. Zira yahûdiler bu harflere ebced hesabını uygulayarak İslâm ümmetinin ömrünü belirlemek istemişlerdir.
2. Muhkem nâsih, mûteşâbih ise mensuh âyetlerdir. Bu görüş, İbn Abbas ve İbn Mes’ud’dan rivâyet edilmiştir.
3. Muhkem -Allah’ın birliği, kudreti ve hikmeti gibi- delili açık olan hususlardır. Mûteşâbih ise mânâsını anlamak için tedebbür ve teemmüle gerek duyulan hususlardır.
4. Muhkem açık veya kapalı olsun, herhangi bir delile dayanılarak bilinebilecek hususlardır. Müteşâbih ise, -kıyâmetin ne zaman kopacağı ve amellere ne kadar sevap veya günah terettup edeceği gibi- bilinmesi mümkün olmayan hususlardır.
5. Muhkem, helâl ve haramlarla ilgili âyetlerdir; bunların dışandakiler ise mûteşâbihi oluştururlar. Bu görüş Mucâhid’den nakledilmiştir.
6. Muhkem, tek bir yoruma müsâit olan âyetler, mûteşâbih ise birden fazla yoruma mûsâit olan âyetlerdir. Bu da Muhammed bin Câfer bin ez-Zübeyr’den nakledilmiştir. Burada muhkem “nass” anlamında, mûteşâbih ise onun mukabilinde kullanılmıştır.
7. Muhkem ve mûteşâbih ayrımı, kıssalarla ilgilidir. Muhkem, tafsilâtlı olarak anlatılan kıssalardır. Mûteşâbih ise sûreler içerisinde tekrar edilen kıssaların lafızlarındaki muğlaklıktır.
8. Muhkem, açıklamaya ihtiyacı olmayan âyetler; mûteşâbih ise, bunun aksi özellikteki âyetlerdir. Bu görüş ise Ahmed bin Hanbel’den nakledilmiştir.
9. Muhkem, amele konu olan âyetler, mûteşâbih ise amelle değil; imanla ilgili olan âyetlerdir. Bunu İbn Teymiyye zikretmiştir.
10. Muteşâbihten kastedilen Allah’ın sıfatlarıyla ilgili âyetlerdir. Bunu da İbn Teymiyye zikretmiştir (Reşid Rızâ, el-Menâr, 1. Baskı, Ofset, Beyrut, c. 3, s. 163-165)

Bu görüşlere ilâve olarak, muteşâbihler konusunu sistemli bir biçimde ele almaya özen göstermiş olan Râgıb el-İsfehânî (502/1108) şöyle der:
“Kur’ân-ı Kerim’de muteşâbih ya lafız, ya da mânâ yönünden başkasına benzemesi sebebiyle tefsiri mûşkil olandır.” Fukahâ, muteşâbihi, “kendisinden zâhirî mânâsı kastedilmeyen” diye tanımlamışlardır. Bunun hakikati şudur: Âyetler, birbirlerine karşı durumları açısından üç çeşittir:
Mutlak olarak muhkem olanlar,
Mutlak olarak muteşâbih olanlar,
Bir yönden muhkem ve bir yönden mûteşâbih olanlar.
Mûteşâbihler de üç çeşittir:
Sadece lafız yönünden mûteşâbih olanlar,
Sadece mânâ yönünden mûteşâbih olanlar,
Her iki yönden mûteşâbih olanlar.
Lafız yönünden mûteşâbih olanlar da iki çeşittir. Bunlardan biri, mufred lafızlarla ilgili olup bu, ya “el-eb” ve “yunzefûn” kelimelerinde olduğu gibi lafzın garip oluşu yönünden mûteşâbihtir. Ya da, “el-yed” ve “el-ayn” kelimelerinde olduğu gibi lafzın birden fazla mânâya kullanılması yönünden muteşâbihtir.
Lafız yönünden muteşâbihliğin diğer çeşidi ise, cümle ve terkiple ilgilidir. Bu nevi muteşâbih de üç çeşittir:
a- Sözün muhtasar -kısa- oluşundan kaynaklanan mûteşâbih: “Şayet yetimler hakkında adâleti yerine getirme husûsunda endişe ediyorsanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...” (4/Nisâ, 3) âyetinde olduğu gibi.
b- Sözün uzatılmasından kaynaklanan mûteşâbih: “Leyse kemislihî şey’un -(Allah’ın) benzeri hiçbir şey yoktur-.” (42/Şûrâ, 11) âyetinde olduğu gibi. Çünkü “leyse misluhû şey’un” denilmiş olsaydı, muhâtap açısından mânâ daha açık olurdu.
c- Sözün dizilişinden (takdim-têhirden) kaynaklanan mûteşâbih: “El-hamdu lillâhi’llezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe ve lem yec’al lehû ıvecen kayyimen -Hamd Allah’adır ki O, kuluna Kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı, dosdoğru (bir kitab) olarak...-” (18/Kehf, 1) âyeti buna misal olarak verilebilir. Âyetin takdiri (takdim-têhirsiz şekli) şöyledir: “... el-kitâbe kayyimen ve lem yec’al lehû ıvecen”
Mânâ yönünden mûteşâbihler ise, Allah’ın sıfatlarıyla kıyâmet gününün vasıflarından bahseden âyetlerdir. Çünkü duyularımızla algıladıklarımızın cinsinden olmayan şeyleri tasavvur edemeyiz. Allah’ın sıfatlarıyla âhiret tavsifleri de bu cinsten olup, bizce tasavvur edilmeleri mümkün değildir.
Hem mânâ, hem de lafız yönünden mûteşâbih olanlara gelince, beş çeşittir:
a- Âmm ve hâss lafızlarda olduğu gibi, kemiyet yönünden muteşâbih olanlar. “Ve kaatilu’l-muşrikîne (mûşrikleri öldürün)” (Tevbe, 36) âyetinde olduğu gibi. (Muşriklerden maksad, bütün muşriklerin mi, yoksa belli bir kısmının mı öldürülmesinin emredildiği meselesi muteşâbihtir. -Muşriklerin tamamı değil; antlaşmalara riâyet etmemiş bazı müşriklerin öldürülmesi emredilmektedir-)
b- Vucub ve nedb ifâde edenlerde olduğu gibi, keyfiyet yönünden muteşâbih olanlar: “...Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...” (Nisâ, 3) âyeti böyledir. (Burada muteşâbihlik, “evlenin” emriyle vücûbun mu, nedbin mi, yani evlenmenin vâcib/farz mı, yoksa tavsiye edilen bir mendub mu olduğunun anlaşılması gerektiği meselesidir.)
c- Nâsih ve mensuhta olduğu gibi, zaman yönünden mûteşâbih olanlar. Meselâ: “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun...” (Âl-i İmrân, 102) âyeti böyledir.
d- İndiği mekân hakkında, indiği meseleler açısından mûteşâbih olanlar. Meselâ: “Evlere arkalarından girmek iyilik değildir...” (Bakara, 189) âyetiyle,“Nesî / ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir.” (Tevbe, 37) âyeti böyledir. (3/Âl-i İmrân, 102. âyetinin nüzul sebebi konusunda Buhârî ve Muslim’in naklettikleri bir habere göre Ensâr, haccedip Medine’ye döndükleri zaman, evlerine kapılarından değil de arka tarafından girerlerdi. Âyette bu geleneğin bir yararının bulunmadığı ifâde edilmiştir -Bkz. Buhârî, Umre 18; Muslim, Tefsir 23-. Son âyetle ilgili olarak şu bilgilere ihtiyaç vardır: Arablar, câhiliyye döneminde kimi çıkarlarını korumak için haram ayların yerlerini değiştirirlerdi). Arabların câhiliyye dönemindeki bu gelenekleri bilinmeden bu âyetler anlaşılamaz.
e- Fiilin, kendileriyle sıhhat bulduğu ya da bâtıl olduğu şartlar açısından mûteşâbih olanlar. Namaz ve nikâhın şartlarında olduğu gibi.
El-İsfehânî, anlaşılıp anlaşılmamaları açısından da mûteşâbihleri üç kısma ayırır:
a- Bir kısmını bilmeye imkân yoktur. Kıyâmetin kopma zamanı, Dâbbetu’l-Arz’ın çıkış zamanı, Dâbbenin keyfiyeti vs. gibi hususlar bunlardandır.
b- Bir kısmının insanlar tarafından bilinmesi mûmkündür. Garîb lafızlarla, kapalı hükümler böyledir.
c- Üçüncü kısmı da iki grup arasındadır. İlimde derinlik sahibi olanlardan sadece bazıları onların hakikatini bilebilirler, başkaları bilemezler. Rasûlullah’ın (s.a.v.) Ali için söylediği: “Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl ve ona têvili öğret” sözüyle, İbn Abbas için söylediği benzeri sözü, bu çeşit mûteşâbihe işaret etmektedir (Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 254).
Râgıb’ın bu anlattıklarından şunu çıkarıyoruz: Bazı mûteşâbihlerin mûteşâbihlikleri geçicidir. Durumları açıklığa kavuştuktan sonra, mûteşâbih olmaktan çıkarlar. Bir kısmı da sürekli mûteşâbihtir. Geleceğe dâir haberler bunlardandır.

Muteşâbihin Kısımları: Râgıb el-İsfehani’nin yukarıdaki tasnifi dışında da mûteşâbihleri farklı tasnife tâbi tutanlar olmuştur. Genel olarak usûl ulemâsı mûteşâbihleri iki kısma ayırmışlardır:
1) Muhkemle mukayese edildiğinde mânâsı bilinebilen âyetler.
2) Hakikatini bilmeye imkân bulunmayan âyetler (Lisanu’l-Arab, 13/505).
Mucâhid bunları şöyle târif eder: “Muhkem âyetler helâl ve harama dâir olan âyetlerdir. Muteşâbihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden ayetlerdir.” (Buhârî, 6/41).
İbn Ebi Hatim de Ali b. Ebi Talha tarikiyle İbn Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir:
“Muhkemler nâsih, helâl, haram, hudud, ferâiz, iman edip amel edilen hususlardır. Mûteşâbihler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve iman edilip sâlih amel edilmeyen hususlardır. (El-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, 2/2)

Muteşâbihteki Gizliliğin Belirdiği Yönler:
Muteşâbihteki gizlilik şu yönlerde belirebilir:
1) Muteşâbihliğin Sadece Lafızda Olması:
Muteşâbih olan lafız ya mufred veya mûrekkeb olabilir. Mûfreddeki gizlilik ise kelimenin garabetinden veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Murekkebdeki gizlilik ise mûrekkebin muhtasar olmasından, itnab veya tertib cihetlerinden olabilir. Şimdi bunlara birer örnek verelim:
Garabeti ve az kullanılması sebebiyle mûfred lafızdaki teşâbuhe örnek: 80/Abese, 31. âyetteki “Ebben” kelimesi bu âyeti tâkib eden âyet yardımıyla hayvanların otladığı merâ mânâsına kullanıldığı anlaşılmaktadır. Mûşterek olması sebebiyle teşâbühe örnek; 37/Sâffât, 93. âyetindeki “yemîn” kelimesi sağ el, kuvvet ve kasem mânâları arasında müşterektir. Bu üç mânâdan hangisi verilirse verilsin mânâsı câiz olur. Murekkebdeki teşâbühe örnek:
“Elhamdu lillâhillezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe ve lem yec’al lehûıvecen kayyimen” (18/Kehf, 1). Bu âyetteki gizlilik “ıvecen” kelimesiyle “kayyimen” kelimelerindeki tertibdedir. Eğer bu tertib şöyle olsaydı daha zâhir olurdu: “Elhamdu lillâhillezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe kayyimen velem yec’al lehû ıvecen” (Menâhil, 175).

2) Muteşâbihliğin Sadece Mânâda Olması:
Bu kısmın açık örneklerini, Allah’ın sıfatları, kıyâmetin ahvâli, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı, Yaratanın sıfatlarının hakikatını ve diğer hususların durumunu ihâta edemez (Menâhil: 175).

3) Muteşâbihin Hem Lafız Hem de Mânâda Oluşu:
Bunun için de pek çok örnekler vardır. Meselâ: “İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir.” (2/Bakara, 189). Eğer bir kimse Arapların câhiliyye dönemindeki âdetlerini bilmezse Kur’an’ın bu nassını anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi âyetlerin anlaşılması hem lafızlara hem de mânâlara ait tarihi, ictimaî, ahlâkî vs. gibi birçok şeyin bilinmesine bağlıdır. Câhiliyye devrinde Arablar ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan bir delik açıp oradan girib çıkarlardı. Cenâb-ı Hak bunun için bu âyeti inzal etti. Bu âyetin hem lafzında ihtisardan dolayı bir teşâbüh, hem de mânâsında bir teşâbüh vardır. Eğer lafız “İyilik hac veya umre ihramında olduğunuz halde evlere arkalarından gelmeniz değildir.” şeklinde olsaydı daha açık olurdu. Câhilî Arap âdetini bilmezsek bu âyete bir mânâ verme imkânına da sahip olamayız (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132).

Muteşâbih olan sıfatlar konusunda ulemâ iki görüşe ayrılmıştır.

1) Selef Mezhebi: Allah’ın isim ve sıfatlarını teşbih, te’vil, ta’tiyl, tekyif ve temsil etmeden, olduğu gibi iman ederler. Bu konuda hiçbir yorum yapmazlar. Onlara göre Allah’ın isim ve sıfatları zâtına bağlıdır. Allah’ın zâtının mâhiyetini bilemeyeceğimiz için bu isim ve sıfatların mâhiyetini de bilemeyiz. İmam Mâlik b. Enes’e istivâ hakkında sorulduğunda şöyle demiştir:
İstivâ mâlumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan sual etmek bid’attir. Senin kötü bir insan olduğunu zanndiyorum, onu benden uzaklaştırın.”

2) Halef Mezhebi: Allah’ın isim ve sıfatlarını Arab dil kaidelerine uygun olarak zâtına lâyık bir şekilde te’vil ederler. Halef mezhebinin öncüleri İmamu’l-Harameyn, Abdu’l-Melik b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cuveynî eş-Şâfiî, Ebu’l-Meâlî (478/1085) ve ona tâbi olanlardır.

Âyetlerde Allah'ın Zâtı ve Sıfatları İçin Kullanılan Muteşâbih Örnekleri
Her iki mezhebi vuzuha kavuşturmak için muteşabih sıfatlarla ilgili bazı âyetleri zikredelim:
"Ve huve'l-kaahiru fevka ıbâdihî" “O, kulları üzerinde kahredici (hâkim) olandır.” (6/En’âm, 61)
"Ve câe rabbuke ve'lmelekü saffen saffâ" “Rabbin geldi(ği zaman) ve melekler de saf saf olarak.” (89/Fecr, 22)
"En tekuule nefsun yâ hasratâ alâ mâ ferrattü fî cenbillâh" “(O gün günahkâr) nefsin şöyle demesinden sakının: 'Allah yanında (O'na kullukta) işlediğim kusurlardan dolayı vay halime!” (39/Zumer, 56)
"Ve yebkaa vechu rabbike zü'l-celâli ve'l-ikrâm" “(Yalnız) Celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechi/yüzü bâki kalacaktır.” (55/Rahmân, 27)
"Ve li tusnea alâ aynî" “Gözümün önünde (Benim nezâretimde) yetiştirilmen için.” (20/Tâhâ, 39)
"Yedullahi fevka eydîhim" “Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” (48/Fetih, 10)
"Yehâfûne rabbehum min fevkıhim ve yef'alûne mâ yu'merûn" "Üstlerinde (Yüce kudretiyle duran) Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredilenleri yaparlar."(16/Nahl, 50)
"Ve yuhazzirukumullahu nefseh" “Allah size kendi nefsinden korkmanızı emrediyor.” (3Âl-i İmrân, 28)


Hadis-i Şerifler Açısından Muteşâbih

Peygamber'den rivâyet edilen hadisler arasında Kur'an'a uygun olarak Yüce Allah için vech (yüz), ayn (göz), yed (el), isba' (parmak) ve kadem (ayak)tan bahseden, bununla beraber bu kelimelerin hakiki veya mecâzî anlamda kullanıldığına dâir en küçük bir işaret taşımayan haberler oldukça fazladır. Aşağıda belirteceğimiz hadisler bu konudaki bâriz örneklerdir:
"Fe innallahe kad harrame ale'n-nâri men kaale lâ ilâhe illâllahu yenbeğî bizâlike vech'allah" "Allah, 'lâ ilâhe illâllah' diyen ve bununla Allah'ın vechini (yüzünü) talep eden kimseyi cehenneme haram kılmıştır." (Buhârî, Salât 46)
"Zukira'ddeccâlu ınde'n-nebî (s.a.s.) fekaale innallahe lâ yahfâ aleykum innallahe leyse bia'vera ve eşâra biyedihî ilâ aynihî ve innelmesîha'ddeccâle a'veru ayni'l-yümnâ." "... Peygamber (s.a.s.)'in yanında Deccâl zikredildiği zaman O, şöyle demiştir: 'Siz bilirsiniz ki, Allah'ın gözü şaşı değildir (Eliyle gözünü işaret ederek), fakat Mesih Deccal'ın sağ gözü şaşıdır." (Buhârî, Tevhid 17; Müslim, Fiten 20)
"... halegake'llahu bi-yedihî..." "Kıyâmet günü mûminler toplanırlar. Bulundukları yerde rahat etmeleri için, 'Rabbimizden şefaat dileyelim' diyerek Âdem'e (a.s.) gelirler ve ona: 'Ey Âdem! Sen insanların babasısın, Allah seni eliyle yarattı' derler... " Buhârî, Tevhid 19)
"İnnallahe yakbidu yevme'l-kıyâmeti'l-arza ve tekûnu's-semâvâtu bi-yemînihî summe yekuulü ene'l-meliku." "Allah, kıyâmet günü arzı tutar, gökler sağ elindedir ve der ki: 'Melik Benim." (Buhârî, tevhid 19)
"Kaale'llahu azze ve celle yu'zînî ibn âdeme yekuulü: Yâ haybete'd-dehri fe innî ene'd-dehru ukullibu leylete ve nehâruhû." "Yüce Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: 'Dehr/zaman Ben olduğum halde, Âdemoğlunun dehre sövmesi Bana ezâ verir. (Her) İş Benim elimdedir. Gece ve gündüzü Ben değiştiririm."(Muslim, Elfâz 1)
"... Ve tekuulu hel min mezîdin hattâ yasnea fîhâ rabbu'l-âlemîne kademehû feyenzevî ba'duhâ ilâ ba'dın sümme tekuulü kaddun kaddun." "...Âlemlerin Rabbi, ayağını üzerine koyuncaya kadar cehennem: 'Daha başka atılacak yok mu?' diye soracak. Allah ayağını üzerine koyunca, 'yeter, yeter' der." (Buhârî, Tevhid 19; Müslim, Cennet 13)
"Peygamber (s.a.v.) Ali bin Ebî Tâlib'in Yemen'den gönderdiği altın parçasını ashâbından dört kişi arasında taksim ettiği vakit, diğer bir sahâbi: 'biz buna diğerlerinden daha lâyıktık' deyince Peygamber (s.a.v.): 'elâ te'menûnî? ve ene emînun men fi's-semâ'..." "Ben semâda olan Allah'ın emîni olduğum halde, siz benden emîn değil misiniz? (beni güvenilir bulmuyor musunuz?)' demiştir." (Muslim, Zekât 47)
Uzunca bir hadiste Peygamber (s.a.v.) ile bir câriye arasında şu konuşma geçmektedir: "...Fe kaale lehâ 'eyne'llah? Kaalet: Fi'ssemâ'. Kaale: Men ene? Kaalet: ente Rasûlullah. Kaale: A'tıkhâ, feinnehâ mûminetun" "Peygamber ona şöyle sordu: 'Allah nerededir?' Câriye, şöyle cevap verdi: 'Allah göktedir.' Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona tekrar şöyle sordu: 'Ben kimim?' Câriye bu soruya: 'Sen Allah'ın Rasûlüsün' diye cevap verince Nebî (s.a.v.) onun için şöyle dedi: 'Bu câriyeyi âzâd edin, çünkü o bir mûminedir." (Muslim, Mesâcid 7)

Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre Allah'ın Rasûlü, yaptığı bir duâsına şöyle başlamıştır: "Rabbunallahi'llezî fi's-semâi..." "Göklerde olan Rabbimiz!..." (Ebû Dâvud, Tıb 19)
"Yenzilu rabbunâ tebârake ve teâlâ külle leyletin ile's-semâi'd-dünyâ..." "Allah her gece en yakın semâya iner..." (Buhârî, Teheccud 14; Muslim, Salâtu'l-Musâfirîn 24)

Metin ve meallerini yazdığımız bu hadisleri incelediğimiz zaman onların ifâdeleri arasında mûteşâbih olarak sayabileceğimiz şu kelimeleri görürüz: "Allah'ın yüzü, Allah'ın eli, Allah'ın ayağı." Ayrıca, bu hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın gökte olduğunu söyleyen bir câriyenin bu şekilde konuşmasına Hz. Peygamber'in herhangi bir itirazda bulunmadığı, üstelik onun bir mûmine olduğuna şâhitlik ettiğini görmekteyiz. Tabiatıyla bütün bu kelimeler mûteşâbih birer ifâdedirler. Bunlar tıpkı Kur'ân-ı Kerim'in bu meyandaki ifâdelerinin birer tekrarı gibidirler. Bu gerçek de Kur'an ile hadisin ifâde bakımından bir paralellik arzettiğinin açık göstergesidir. Hatta mûteşâbih ifâdelerden bazılarını Arab dilindeki kullanıma da bağlayabiliriz. Tıpkı yukarıda sözünü ettiğimiz câriyenin, "Allah'ın göklerde" olduğunu söylemesi örneğinde olduğu gibi. Biz Allah'ın mekândan mûnezzeh olduğunu biliriz ve böyle inanırız. Ancak O Yüce bir varlık olduğu için, câriye ve onunla aynı düşünce yapısına sahip olanlar göklere tanıdıkları kutsallığı ve erişilmezliği Cenâb-ı Hak için bir saygı unsuru olarak kabul etmiş olabilirler. Tabii ki, bu düşüncemiz sadece câriyenin bu ifâdeyi niçin kullanmış olması açısından bir yorum olabilir.

Selef Allah’ı kendisi için mûmtenî olan bu gibi zâhir şeylerden tenzih eder ve gayb âleminde, Allah’ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatlerinin ilmini O’na havâle eder. Sonraki alimler ise, İslamiyet’i ifsat etmek isteyen kimselerin mûteşâbih âyetleri gelişi güzel tefsir etmeleri üzerine halef âlimleri devreye girmişler istivâ’ya, istikrar, istevlâ, suûd, i’tidâl; Allah’ın gelişini, Allah’ın emrinin gelişi; Allah’ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi zâtıdır, Aynı inâyetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi mânâlar vermişlerdir (Zerkeşi-El-Burhan: 2/80-83; Suyûtî-El-İtkan, 2/6-7; Subhi es-Sâlih-Mebâhis, 226).
Bu âlimlere göre mûteşâbih âyetlerin te’vil edilmesi câiz görülmezse de, Kur’an’da işaret buyrulduğu vecihle, câiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla yapmak istedikleri te’villerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhâkemeye, dinin esaslarına uygun olarak yapılan te’viller makbul ve lâzımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam iman kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma’kul bir şekilde ortadan kaldırmak icap etmiştir (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132).

Muhkem, dili bilenin, kendisinden ancak bir tek mânâ anladığı kelâmdır. Bu anlama da mu’teber olan ise ilk Arab nesillerinin anlamasıdır, yoksa zamanımızın tetkikçilerinin anlaması değildir. Çünkü boş tedkik, şifâsı pek mûşkil öyle bir hastalıktır ki, muhkemi müteşâbih, ma’lumu da meçhul yapar.
Mûteşâbih ise, zamirin iki mercide dönmesi ihtimalinden dolayı iki mânâya ihtimali olan kelâmdır.
Bir şahıs: “Dikkat edin! Emîr bana filan kimseye lânet etmemi emretti. Allah ona lânet etsin” dediği zaman bu sözde olduğu gibi (Lâneti emîre mi, diğer kimseye mi diliyor, belli değil).
Yahut da mûteşâbihlik, bir kelimenin iki mânâda mûşterek olmasından ileri gelir. 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6 âyetindeki “lâmestumu’n-nisâ’ (kadınlara dokunma)”ifâdesinde olduğu gibi. Bu tâbir, hem kadınla cinsi mûnâsebet, hem de kadına el ile dokunma mânâsında mûşterektir. Yahud da mûteşâbihlik, atfın yakına ve uzağa ihtimali olmasından ileri gelir: 5/Mâide, 6, abdest alma âyetinde “ercül” kelimesinin uzağa ve yakına atfedilmek sûretiyle hem üstünlü, hem esreli (erculeküm, erculiküm şeklinde) okunmasında olduğu gibi.
Mûteşâbihlik, atıf ve isti’naf, yani bir evvelki üzerine atfedilmek yahut yeniden başlatılan bir cümle olmak ihtimalinden ileri gelir: 3/Âl-i İmran, 7. âyetinde geçen“râsihûne”nin başındaki “vav” ın bu ikiye ihtimali bulunması gibi.
Kinâye, hükümlerden bir hükmün sâbit olmasıdır, bununla hükmün kendisinin sâbit olması kast olunmaz, fakat maksud muhâtabın zihninin onu âdi yahut aklî bir lüzumla lâzım gelen şeye intikalidir. “Azîmu’r ramad = külü büyük” tâbirinde olduğu gibi. Çünkü bu sözün mânâsı ziyâfet çokluğudur.
5/Mâide, 64. âyetinden anlaşılan da kerem ve cömertlik mânâsıdır. Murad edilen mânânın hissedilen bir sûrette tasvir edilmesi de bu kabildendir. Bu, Arap şiirlerinde ve Arabların hutbelerinde geniş bir babdır. Kur’an-ı Azıym ve Peygamberimizin sünneti de bununla doludur.
“Onların içinden gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat. Onlara karşı süvârilerinle, piyâdelerinle yaygara çıkar. Mallarına, evlâtlarına ortak ol. Onlara vaad et.Şeytan bu! Onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder o.” (17/İsrâ, 64).
Şeytan burada, arkadaşlarına nidâ edip: ‘Bu cihetten gelin! Ve bu yönden girin!’ diye bağıran hırsızlar başkanına benzetilmiştir.
“Biz hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik, böylece onları her taraflarından sarıp kuşatıverdik, artık görmezler.” (36/Yâsin, 9).
Burada onların âyetleri iyice düşünmekten yüz çevirmeleri, iki eli boynuna kelepçelenmiş yahut her cihetten bütün etrafına bir set bina edilmiş de artık asla görmeğe muktedir olamayan kimseye benzetilmiştir.
“Korkudan (kanat gibi açılan) ellerini kendine kavuştur. (Korkma) Yani hatırını, zihnini dağınıklıktan topla.” Bunun örfteki nazîri/benzeri şudur:
Onlar bir kimsenin yiğitliğini takrir ettikleri zaman, kılıçla, o şöyle vurur diye işaret ederler, yahut onu hiç kimse kast edemez, derler.
Dehrden bir kere eline kılıç almış olmasa da onun ufuklar ahalisine galebesi ancak yiğitlik sıfatıyla olur. Şöyle demeleri de böyledir: Filan kimse; ben yeryüzünde bana karşı çıkacak hiç kimse görmüyorum, der. Yahut falan kimse şöyle yapar, derler ve bu şahıs o fiili yapmaz olsa da ve ondan bu söz çıkmamış olsa da dövüşçünün hasmını yenmesi vaktindeki dövüşme ehlinin heyetine işaret ederler. Ve filan beni boğdu ve boğazımın içinden lokmayı çekti, derler.
Târiz, umûmî bir hüküm yahut istenmeyen, inkâr edilen bir şeyi zikredip bununla özel bir şahsın halini takrir etmeyi kasd etmek, yahut muayyen bir kimsenin haline tenbih eylemektir. Bazen söz esnâsında bu şahsın hususiyetlerinden bir kısmı gelir, muhatab ise bu şahsa muttali olmaz. İşte Kur’an okuyucusu bu gibi yerlerde hayrete düşer, kıssayı bekler ve ona muhtaç olur. Peygamber (s.a.s.) bir şahsa karşı red yaptığı zaman: “şöyle şöyle yapan kavimlerin hali nedir?” diye hitap ederdi. Nitekim Yüce Allah’ın şu kavlinde de böyledir:
Allah ve Rasulu bir işe hükmettiği zaman mûmin bir erkek ve mûmin bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse muhakkak ki o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.” (33/Ahzâb, 36). Bu âyet Zeyneb kıssasına ta’rizdir.
“Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullarına, vermelerinde kusur etmesin...” (24/Nûr, 22) âyeti, Ebu Bekir es-Sıddîk’a ta’rizdir. İşte bu sûrette o kıssaya muttalî olamadıkları müddetçe o kelâmın isteğine erişemezler.

el-Mecâzu’l-Aklî: Aralarındaki benzeşme alâkasından dolayı fiilin fâilden başkasına isnad edilmesi yahut da mef’ûlün bih’in, mef’ûlün bih olmayan şeyin yerine ikame edilmesi ve mûtekellimin bu cinsten biri olduğu halde onun topluluğunda dâhil olduğunu iddia etmesidir. Nitekim bina eden emir değil de bina edicilerden biri olmakla beraber “Emîr, köşkü binâ etti” denilir, halbuki o ancak bina etmeyi emredendir. Bahar mevsiminde bitkiyi bitiren Yüce Allah olmakla beraber “bahar, sebzeyi bitirdi” denilir. Ve Allah doğruyu en bilendir.

Muteşâbihlerin ne anlama geldiğine dair ileri sürülen görüşler içerisinde doğruya en yakın olanı, “anlaşılması zor ve mânâsı kapalı olan hususların mûteşâbihler kapsamına girdiğini belirten” görüşlerdir. Bu görüş sahipleri, mûteşâbihin önemli bir özelliğinin “mânâdaki kapalılık ve anlamdaki zorluk” olduğu noktasını yakalarken, iyi bir başlangıç yapmışlardır. Ancak, buradaki kapalılık ve anlaşmazlığın her türlü kapalılık ve anlaşmazlığı kapsadığını zannetmişler ve böylece muteşâbihlerin gerçek anlamına ulaşma çabaları yarım kalmıştır.
Bu konuda doğruyu yakalamak için mûteşâbih kelimesinin yapısını tahlil etmek gerekmektedir. Muteşâbih kelimesinin mâzîsi olan “teşâbehe” fiilinin iki mânâsı vardır: Birisi iki şeyin birbirine benzemesi; diğeri ise, birbirine benzemesi dolayısıyla iki şeyin birbirinden ayırt edilemeyip birbirine karıştırılması. 2/Bakara, 70 ile 13/Ra’d, 16 âyetlerindeki “teşâbehe” kelimeleri “birbirine karıştırmak, ayırt edememek” anlamında kullanılmıştır. 2/Bakara, 118 ve 6/En’âm, 141 âyetlerindeki “teşâbehe” ve“mûteşâbih” kelimeleri ise; “birbirine benzemek, birbirine benzeyen iki şey” anlamında kullanılmıştır.
İslâm âlimleri, mûfessir ve mealcilerinden çoğu, 3/Âl-i İmrân Sûresinde geçen “mûteşâbihât” kelimesinin “muhkemin aksi, ne kast edildiğini anlamak zor olan, muğlak-kapalı” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Mûteşâbihâtla ilgili bu yorumda teşâbehe fiilinin yukarıda zikredilen iki mânâsından sadece birisi göz önüne alınmış, diğerine ise iltifat edilmemiştir. Halbuki bu kavramla ilgili olarak esas üzerinde durulması gereken nokta, “iki şeyin birbirine benzemesi” olmalıydı. Zira kelimenin esas kök anlamı budur. Kelimenin asıl anlamını bırakıp onun sonucu olan ikinci derecedeki anlamlar üzerinde yoğunlaşmak, elbette doğru değildir. Bu sebeble mûteşâbihât kelimesinin ne anlama geldiğini anlayabilmek için, öncelikle teşâbehe fiilinin asıl anlamı olan “benzeşme” üzerinde durmak gerekir.
Konuya bu açıdan yaklaşılacak olursa, şu sorunun sorulması kaçınılmaz olur: 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde sözü edilen "mûteşâbihât âyetler"de benzeşen; daha açık bir ifâdeyle benzeyen ile benzetilen nedir?
Bu sorunun cevabı şudur:
Muteşâbihât probleminin kaynağında insan idrâkini aşan birtakım metafizik konuların, insanın ürünü ve bu dünya ile ilgili kavramlarla ifâde edilmesi zorunluluğu yatmaktadır. Özellikle klasik literatürde "Allah'ın sıfatları" başlığı altında ele alınan konular başta olmak üzere, âhiret ile ilgili birtakım anlatımlarda kullanılan kavramlar bu dünyaya âit kavramlardır. Meselâ Allah'ın yed (el)inden, ayn (göz)ünden, vech (yüz)ünden; O'na izâfe edilen ityân (gelme), istivâ (kurulma, yerleşme); fevk (üstte olma); kurb (yakın olma); maiyye (beraber olma) gibi niteliklerden Kur'an'da sık sık sözedilmektedir. Bu dünyaya, hatta öncelikle insana âit olan bu kavramların, idrâkimizin ötesinde bir başka varlık ve bir başka âlem için kullanılması karşısında, bu kelimelerin bizim bildiğimiz gerçek anlamda kullanılmış olması düşünülebilir mi? Dolayısıyla "Allah'ın bizim gibi bir eli, gözü, yüzü var mıdır? O'nun gelmesi, yaklaşması da bizimki gibi midir?" soruları müteşâbih probleminin temelini oluşturmaktadır.
Kısaca, muteşâbihât bu dünyadaki varlıklar için kullanılan birtakım kavramların ya da nitelendirmelerin metafizik konularda ve özellikle Allah ile ilgili olarak kullanılmasından kaynaklanan ve bu benzerliğin doğurduğu problemin adıdır. Bu problemin sebebi "dil"den başka bir şey değildir. İnsan dili, duyuların konusu olan objelerle yola koyulur. Onu, duyularla algılanamayan gerçeklere uygulayınca, bu gerçekler ile, algılanabilen fenomenler arasında gizli veya açık birtakım benzetmelerin/teşbihlerin yapılması gerekir. Şiir dilinin her çeşidinde görülen bu ortak özelliğe, câhiliyye devri Arab şiiri de yabancı değildi. Şair, can sıkıcı geceyi, ağır ağır ayakları üstüne doğrulan bir hayvana benzetir. Burada herhangi bir karışıklığın ortaya çıkma tehlikesi sözkonusu değildir; çünkü gecenin ne olduğunu ve onun bir hayvan olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Fakat hakkında konuşulan şey, insanın alışageldiği anlamda duyunun konusu olmaktan uzak ise, yani duyu tecrübesinden elde edilen çıkarımların dışında kalan bir şey olursa, o zaman güçlük kendisini hissettirir. Sözgelişi insan "Allah'ın yed (el)i şeklindeki sözleri nasıl anlayacaktır? Başka bir ifâdeyle, insan zihninin geçmiş tecrübelere, yani zihne daha önce kaydedilmiş algı ve idrâklere dayanmaksızın faâliyet göstermediğini göz önünde bulunduracak olursak, çok önemli bir soru ile karşı karşıya geliriz: "Madem ki dinin metafizik kavramları, tabiatının özelliğinden dolayı, insanın mûşâhede ve tecrübelerinin sınırları ötesindeki bir âlemle ilgilidir, o halde bu fikirler bize başarıyla nasıl aktarılabilirler? Tecrübeye dayalı olarak ulaşmış olduğumuz algılar alanımızdan kısmen bile olsa, karşılığını bulamadığımız fikirlerin ihâtası bizden nasıl umulabilir?" Bunun cevabı bellidir: İğreti tasvir (istiâre)lerle. Veya Zemahşeri'nin 13/Ra'd, 35. âyetinin tefsirinde ifâde ettiği gibi "sembolik bir tasvir" yoluyla: Mûşâhede sahamızın dışında kalanları, mûşâhede edebildiklerimizle temsil ederek (temsîlen limâ ğâbe annâ bimâ nüşâhidu) ve işte Kur'an'da kullanıldığı şekliyle mûteşâbihât kavramının hakiki mânâsı da budur (Muhammed Esed, Kur'an'da Sembolizm ve Mecaz, Kelime Dergisi, 6/86 (1), s. 40).
Böylece Kur'an bize, birçok kavram ve ifâdelerinin, beşere kavratılması murâd edildiği halde, başka herhangi bir yolla buna imkân bulunmadığından -sırf bu temel nedenle- mecâzî tarzda anlaşılması gereğini açıkça ifâde eder. Dolayısıyla, eğer biz, Kur'an'ın her ifâde, cümle ve ibâresini, zâhirî mânâsıyla alarak onun bir mecaz, bir istiâre, bir temsil olması ihtimalini gözardı edersek, İlâhî vahyin gerçek rûhuna aykırı hareket etmiş oluruz. Örnek olarak, Allah'ın zâtına işaret eden bazı âyetleri düşünelim: Tanımlanamayan, zaman ve mekânda sınırsız ve beşer kavrayışının tamamen ötesinde bir varlık. O'nu tasavvur etmenin imkânsızlığı karşısında biz ancak O'nun ne olmadığını kavrayabiliriz. Yani, zaman ve mekânla sınırlanamayan, birtakım benzetmelerle tasvir edilemeyen, beşer düşüncesinin hiçbir türü ile çevrelenemeyen... Bu nedenle, O'nun varlığı ve etkinliği, çok yetersiz kalmakla beraber, ancak oldukça genelleştirilmiş mecazlarla bize aktarılabilir.
Bunun gibi, Kur'an O'ndan bahsederken "semâlarda" olduğunu, "arşı üzerine yerleştiği"ni bize bildiriyorsa, biz bu ifâdeleri zâhirî mânâlarıyla alamayız. Çünkü, aksi takdirde, farkına varılmadan "Allah'ın mekân içinde sonlu olduğu" ifâde edilmiş olur. Böyle bir sınırlılık sonsuz bir varlıkla bağdaşmayacağından, en küçük bir kuşkuya kapılmadan anlarız ki, Allah'ın "semâlarda" oluşu, "arş"ı, onun üzerine "yerleşmesi", beşer tecrübelerinin tamamen dışında kalan bir kavramın, yani "Allah'ın her şeye gücü yeter ve bütün varlıkların mutlak hükümrânı olduğu" kavramının, sadece lisanî vâsıtalarıdır. Aynı şekilde O, "her şeyi bilen", "her şeyi gören", "her şeyden haberdar" olarak nitelendiğinde, bu tasvirlerin, maddî bir "görme" ve "işitme" olayı ile meydana gelen şeyler olmadığını, ancak var olan ve vuku bulan her şeyde Allah'ın ebedî mevcûdiyetinin, beşerin anlayacağı terimlerle basit anlatımları olduğunu anlarız. Ve "hiçbir beşerî görüş O'nu idrâk edemeyeceğinden" (En'âm, 103), yaratmış olduğu evren içinde ve üzerinde kesintisiz etkinliğini mûşâhede etmenin ötesinde, insanın O'nu kavraması umulamaz (Muhammed Esed, a.g. makale, s. 40-41).

İnsan lisanının yetersizlikleri içerisinde -ki bu yetersizlikler insan dimağının fıtrî sınırlılığının zarûrî neticeleridirler- bu etkinlik, ancak çevrelenebilir, fakat gerçek şekliyle asla târif edilemez. Bizim için Allah’ın zâtını tasavvur ve tâyin etmek imkânsız olduğu gibi, O’nun “yaratma eylemi”nin -ve dolayısıyla yaratma planının- gerçek mâhiyetinin tasavvur ve tâyini de ihâtamızın dışında bulunmalıdır. Ancak Kur’an, kesin olarak Allah’ın “hikmetli” yaratıcılığı kavramına binâ edilen ahlâkî bir öğretiyi bize aktarmayı hedeflediğinden, ikinci husus (O’nun yaratma eylemi ve planı) insanın kavrayabileceği düşünce tarzlarına indirgenebilmelidir, nitekim indirgenmiştir.
Bu nedenle, ilk bakışta antropomorfik (teşbîhî-tecsîmî) görünen Allah’ın “gazab etmesi” veya “cezalandırması”, sâlih amellerden “hoşlanması”, yaratıklarını “sevmesi”, kendine bîgâne kalan günahkârlara “bîgâne kalması”, mahşer günü günahkârları “hesaba çekmesi”... gibi Allah’ın etkinliğinin beşer terminolojisine yapılan lafzî aktarımları; bize vahyolunan ahlâkî prensiplerin beşer lisanı yoluyla uygulanmasını umduğumuz sürece, kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Ancak, kaçınılmaz olan bu aktarımlarla tanımlanamaz olanı tanımlayabildiğimiz inancı içine girersek en büyük hatayı işlemiş oluruz.
Ve Kur’an’ın Âl-i İmrân Sûresinin yedinci âyetinde açıklandığı gibi, ancak “kalblerinde haktan sapma eğilimi olanlar” mecâzî olarak ifâde olunan âyetlere uyarlar; (sınırlanmış olanın dışına taşıp) karışıklık çıkarmaya ve (keyfî bir şekilde) onun nihâî mânâsını anlamaya çalışırsak... Fakat Allah’tan başka onun nihâî mânâsını kimse bilemez.” (Muhammed Esed, a.g. makale, s. 43)
Muteşâbihât probleminin, metafizik konuları anlatmak için zorunlu olarak insan dilinin kullanılmasından kaynaklanan bir problem olduğu dikkatlerden kaçınca, bunun doğal bir sonucu olarak, Kur’an’da mûteşâbihâtın niçin yer aldığı sorusuna İslâm âlimlerinin vermiş oldukları cevaplar da genellikle isâbetsiz olmuştur. Bu konuda “muteşâbihâtın hikmeti” olarak sunulan gerekçeler özetle şunlardır:

1. Muteşâbihât gaybla ilgili olduğu için “Kişi bunlara inanacak mıdır?” diye bir imtihan amacıyla mûteşâbihâta yer verilmiştir (ez-Zerkanî).
2. Kur’an’da mûteşâbihin mevcut olması, insanın taklidi terkederek, düşünmesi, fikir imal etmesi, Kur’an’ın inceliklerini anlamak için daha çok ilim elde etmesine bir sebebdir (Kadı Abdulcebbar).
3. Mûteşâbihler dolayısıyla âlimlerin Kur’an üzerinde düşünmeleri sağlanmıştır. Onlar mûteşâbihleri düşünecek, araştıracak ve Kur’an’ın kapalılıklarını ortaya koyacaktır. Faziletçe diğer insanlardan üstün olma hakkını elde edeceklerdir. Kur’an’ın tamamı muhkem olup, mânâsı apaçık anlaşılsaydı, onu anlama konusunda âlim de câhil de aynı seviyede olurdu (İbn Kuteybe).
4. Gelecekte vuku bulacak şeylerin ne zaman vuku bulacaklarının gizli tutulması, insanın yararınadır. Bu durum, insanın gevşemesine engel olduğu gibi, korku ve telâşa kapılmasına da engeldir.
5. Kur’ân-ı Kerim, Arab diliyle inmiştir ve Arab dilinin ifâde üslûpları bunu gerektirmektedir (M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 49).
Muteşâbihâta dâir bu söylediklerimiz gözönünde bulundurulacak olursa, sonuncu hâriç, diğerlerinin muteşâbihâta Kur’an’da yer verilmesinin hikmeti olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağı açıkça görülmektedir.

Muteşâbihât konusuyla ilgili olarak yapılması gereken son bir değerlendirme de şudur: Sadece Kur’an’ın değil; diğer mukaddes kitapların da anlaşılmasıyla ilgili en önemli konulardan biri olan meteşâbihât kavramının çözümü son derece önemlidir. Hıristiyanların İncil’de geçen ve mecâzî bir anlamda kullanıldığı açık olan, Allah için “Baba”, Hz. İsa için “Oğul” nitelendirmeleri lafzî anlamda alınmış ve sonuçtan “teslis” ortaya çıkmıştır. Hem Yahûdilikte ve hem de İslâm’da en çok tartışılan konulardan olan “teşbih ve tecsîm” tartışmalarının Kelâm’ın en önemli konularından olduğu, hatta “muşebbihe-mucessime” adlı mezheplerin ortaya çıktıkları mâlumdur. Bu konudaki tartışmalar bazen o kadar iki zıt kutupta ve öylesine aşırı bir biçimde tartışılmıştır ki, hadisçi İbn Huzeyme’nin gerçek tevhid inancını ortaya koyduğuna inandığı hadisleri derlediği Kitabu’t-Tevhid adlı eserini, meşhur mûfessir ve kelâmcı Fahruddin er-Râzî, Kitabu’ş-Şirk olarak nitelendirmekte tereddüt etmemiştir. Bu konudaki tartışmaların olumsuz birtakım toplumsal etkilerinin olduğu da muhakkaktır. Bu bakımdan mûteşâbihât konusunun sağlıklı bir yoruma kavuşturulması son derece önemlidir. Ancak bundan da önemli olan ve eleştirilmesi gereken bir husus vardır ki, o da şudur: Bu incelemenin konusu olan 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde de ifâde edildiği üzere, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinin “ana”sı, yani büyük kısmı, mûteşâbih değil; “muhkem” âyetlerdir. Mûteşâbihlere gelince, bunların gerçek anlamını bilmek, insan aklı için mümkün olmadığından, Kur’ân-ı Kerim bu konunun yanlış anlaşılmasının birtakım mahzurlara yol açacağı konusunda bizleri uyarmıştır. Nitekim İslâm düşüncesindeki konuyla ilgili tartışmaların da Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde gerçekleştirilmesi amacına pek de hizmet ettiği söylenemez. Durum bu olduğu halde, müslümanların tarih boyunca muteşâbihât konusunda sert, sonuçsuz ve bazen de faydasız tartışmalara girmiş olmaları, Kur’an’ın esas üzerinde durulması gereken “muhkem” âyetlerinin aleyhine olmuştur.
Kur’an’ın muhkem ve mûteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılması son derece önemli bir nokta olduğu halde, eski olsun, yeni olsun geniş tefsir yazanların çoğu, bu noktayı yeterince kavrayamamışlardır. Bunun sonucu olarak da muhkem âyetlerden çok, mûteşâbih âyetlerle veya aracı ve destekleyici nitelikteki konular üzerinde durmuşlardır. O kadar ki âdetâ âyet tersine çevrilmiş ve bu hususlar temel konular haline gelmiştir. Bu da birtakım problemlere, çelişkilere, zihinlerin karışmasına, Kur’an’ın tartışmalara mâruz bırakılmasına, kudsiyet ve amacı dâvet, nasihat, doğru yolu gösterme ve yaşama dışına çıkarılmasına; onun bir tarih ve sanat kitabı gibi, çelişkilerin ortaya konması ve karşı çıkılması mümkün olan birtakım nazariyeler kitabı haline sokulmasına yol açmıştır ki, bunun ne faydası vardır, ne de böyle yapmakta zorunluluk sözkonusudur (Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, Mısır, 1962, c. 1, s. 7).
Bu sebeble bizce günümüz müslüman aydınına düşen, onun “muhkem” âyetler üzerinde yoğunlaşması, bu âyetlerde bize sunulan öğretilerden hareketle, İslâm’ı ahlâk merkezli bir toplum projesi, bir hayat tarzı, bir dünya görüşü olarak insanlığa sunmaya çalışmasıdır. Böyle yapılmayıp da âdeta Kur’an’ı entelektüel tatmin aracı olarak gören bir yaklaşımla “muteşâbihât”a ağırlık verilir, esas üzerinde durulması gereken “muhkemât” ikinci plana itilirse, tarihte başımıza gelenleri tekrar yaşamamız kaçınılmaz olur. “Müslüman bir delikten iki defa sokulmaz.” (Bir defa işlediği hatayı tekrar işlememelidir) kuralı uyarınca, geçmişteki hatalara düşmekten sakınarak, insanlığa İslâm’ın mesajını sunma yolunda bıkıp usanmadan hummalı bir çaba içerisinde olmamız gerektiğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Kur’an’da mûteşâbihatın varlığı, yaratılmışlarla Yaratıcı arasındaki diyalogun getirdiği bir zorunluluktur ve Allah kendisi hakkında bilgi verirken bizim dilimizi kullanmayı irâde etmiştir. Bizim dilimizi kullanınca birtakım istifhamlar kafada oluşuyor:
“Eli var” denilince, acaba nasıldır, bizimki gibi mi? diye sorular akla gelebiliyor. Meselâ“Rahmân arş’a istivâ etti” (20/Tâhâ, 5). Buradaki harfî anlamı: “Allah tahta kuruldu”dur. Kur’an’ın indiği dönemde gücün sembolü kraldı. En güçlü insan o zaman kraldı; tahtı olur, kralın yardımcıları olur, ne derse aynen yapılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, gücü bu şekil bir benzetme ile sembolize ediyor. Yani Kur’ân-ı Kerim’e göre Melik, Mâlik ve Melik-i yevmi’d-din olan Allah’ın melekleri vardır. Burada gerçekten bir taht var, Allah da bu tahta kuruluyor anlamı verilmesi gerekmez. Gerçekte ne taht, ne de kurulma vardır. Sadece burada Allah’ın hâkimiyeti sembollerle anlatılmaktadır. Bu şekilde anlamamız gerekmektedir.
“Yedullahi fevka eydîhim” (48/Fetih, 10) âyetinde, yani “Allah’ın te’yîdi, yardımı onlarla beraberdir” anlamı vermek daha doğru olur. Yoksa, ortada bir el olup da Allah’ın elinin de elimiz üzerinde bulunması anlamı gerekmez. Bu da sembolik anlatımdır. Onun için dil felsefesini ilgilendirmesi bu yüzdendir. Arab dili bu tür kullanışa çok yatkındır. Belki de Arabca bu iş için seçildi. Diller içerisinde sembolik anlatıma en yatkın dillerden bir tanesi Arabcadır. O yüzden konuyu daha fazla deşeleyebilmek için Arab dilinin de çok ileri düzeyde bilinmesi, buna ilâveten dil felsefesi ve diğer benzeri disiplinlerde de belli bir düzeyde bulunulması gerekir. Allah, hâşâ âcizlikten değil; bize kendisini bizim dilimizle anlatmak istediği için bu dili, mûteşâbihleri kullanıyor. Biz bu konunun, problemin farkında olursak o zaman Kur’an’ın genel ilkeleri ışığında “Leyse kemislihî şey’un” (42/Şûrâ, 11) âyetinde olduğu gibi; O hiçbir şeye benzemeyeceği veya İhlâs Sûresinde olduğu gibi, O birdir, tektir, O doğmamıştır, baba da değildir, ihtiyacı yoktur, herhangi bir şeye benzemez. Bu genel çerçeve içinde değerlendirir, konunun dille ilgili olduğunu da bilirsek, problemi bir ölçüde atlatmış oluruz. “Allah’ın eşi, benzeri yoktur” genel ilkesinden hareketle mûteşâbihleri bir anlamda dil felsefesi ve dille ilgili izahlarla anlayabiliriz. Ama kastedildiği te’vil’i, yani nihâî yorumu “gerçekten Allah’ın zâtı nasıl bir şeydir? gibi soruların cevabını bulmak, hiçbir zaman insan için, insan aklı için mümkün olmayacaktır. Çünkü ontolojik varlık düzeyleri farklı olduğu için, hiçbir zaman cevab bulabilmek mümkün olmayacaktır. (3)

Muhkem ve muteşâbih konusu, İslâm tarihi boyunca çeşitli disiplinlerin, özellikle de Kur’an ilimlerinin temel bir problemi olarak ortaya çıkmıştır. Konunun çeşitli meselelerle olan yakın irtibatı ve bu sebeble de birçok İslâmî disiplinle (tefsir, kelâm, fıkıh gibi) temas halinde bulunması, konuyla ilgili geniş bir literatürün de varlığını mümkün kılmış ve kılmaya da devam etmektedir. Bununla birlikte gerek metodik, gerekse düşünsel bir netlik ve arınmanın oluşturulamaması sonucu klasik dönemden itibaren devralınan mirasta konuyla ilgili geliştirilen açıklama ve tahliller diğer Kur’an ilimleri problemleri gibi, tam vuzûha kavuşturulamamış; bundan da öte barındırdığı tutarsızlıklarla birlikte Kur’an mesajının anlaşılması konusunda olumsuz bir etkiye de zemin hazırlamıştır. Bu nedenle gerek usûl konusunda ve gerekse o usûle dayanılarak geliştirilen “ilimler” ve “düşünceler” konusunda eleştirel bir tutum içerisinde; yalnızca vahyin dokunulmaz ve tek ölçü olduğu bilincinden hareketle problemi yeniden ele almak ve çözümüne çalışmak, muhkem ve muteşâbih konusuna getirilen yeni yaklaşımlara katkıda bulunmak gereği hâsıl olmaktadır.

Muteşâbih kelimesinin kökeninde “benzeme” ve “şubhelenme” anlamları vardır. Nitekim “şubhe”, “şibh” ve “şebih” bu anlamlara gelmektedir. Kelimenin asıl mânâsını “benzeme”ye indirgemek mumkün görülmektedir. Zira “şubhelenmek”, “kuşkuya düşmek”, “benzeme” olayının sonucunda ortaya çıkan bir hâdise olarak kendini belli etmektedir. Zaten “teşâbehe” fiilinin de biri, “iki şeyin birbirine benzemesi”, diğeri de “iki şeyin birbirine benzemesinden dolayı ayırt edilemeyip o iki şeyin birbirine karıştırılması” olmak üzere iki anlamı vardır. O halde muteşâbih “birbirine benzeyen/benzeşen” anlamına gelmektedir. Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, bu benzeşmede benzeşenleri birbirine karıştırma ve bunun sonucunda bir kapalılığın ve şubhenin ortaya çıkması anlamı da kendini gösterebilmektedir (Râgıb el-İsfehânî, Müfredat, s. 443; İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c. 13, s. 503 vd.)


C 3-
Mûcize
İnsanlar, "Muhammedi maddi mucizeler" konusunda üç sınıfa ayrılır.

Birinci Sınıf: Bu tür insanlar, delillerde mubalağa ederler. Kitaplarda yazanlar onlar için yeterli kaynakdır. Bu kitaplar, ilk devir alimlerine mi, yoksa son devir alimlerine mi aittir? Rivayetleri doğru olarak veriyorlar mı vermiyorlar mı? Usule uygun mudur değil midir? Muhakkik alimler nazarında kabul görmüş müdür, görmemiş midir?

Bu sınıftaki insanlar için bu gibi konular pek o kadar önem arzetmez.
Onlar için Önemli olan; yazarı bilinmese de, anlatılanların bir kitabta geçmesi ya da peygamberi medh edici kasidelerde bulunmasıdır. Her yıl rebiü'l-evvel ayında okudukları kıssaların bu kitablarda yer alması yeterlidir. Bu bir avam akılcılığıdır, tartışmanın gereği bile yok. Kitaplarında yalan yanlış, makbul görülebilecek reddedilebilecek mevzular bulunabilir.
Din kültürümüz, gerçek nakillere ve açık akli delillere aykırı, garib meseleleri araştırarak kitablarına toplayan müellifler sayesinde büyük bir felekate maruz kalmıştır. Bazı yazarlar, şer'i hükümlerin helal ve haram yönünden düzenlemediği esaslar üzerinden hareket ederek, bu tür konularla ilgili rivayetlerin doğruluğunu araştırmadan kitablarına yerleştiriverirler. Aksine helal ve haram konusunda bir şey rivayet edecekleri zaman rivayetlerin sahihliğine, ravilerin durumlarına ve senetlerin güvenilirliğine sıkıca bağlı kalırlar, diğer taraftan faziletlere, tergib, terhib ve bu kabilden mucizevi meselelerin anlatımına gelince bu konuları oldukça gevşek tutarlar.

Bazı muellifler de; rivayetleri -falan falandan ve filan filandan- rivayet etmiştir diyerek, senetleri belirtmeye büyük özen gösterirler. Ne var ki; bunlar da, senetlerin öneminden bahsetmezler; Doğru mu, yanlış mı? Ravilerin değeri nedir? güvenilir mi, zayıf yönleri var mı veya cerh edilmişler mi? yalancılar mı, reddedilmişler mi? gibisinden şeylere önem vermezler. Onlar için senetleri belirtmek, kendilerini sorumluluktan ve yükten kurtarmış olmak için yeterlidir.
Bunun yanında, ilk asırlarda yaşayan alimlere göre senetlerden bahsetmek yeterli ve uygun görülüyordu, ancak son asırlarda özellikle de bizim asrımızda, senetleri belirtmek pek birşey ifade etmiyor artık, insanlar senetlere bakmaksızın, kitaplardan nakledilmesini yeterli görüyorlar.
İşte asrımızdaki müelliflerin ve kitapların çoğunun durumu budur. Onlar Taberi tarihinden, İbn-i Sa'd'ın tabakatından veya diğerlerinden nakiller yaptıklarmda hep aynı tavrı gösterirler.

İkinci Sınıf: Bu sınıfda bulunan insanlar da, mucizeleri ve evrende meydana gelen harkulade olayları reddetme konusunda oldukça aşındırlar. Dayandıkları delilleri ise; Muhammed (s.a.v.)'in en büyük mûcizesi Kur'an'ı Kerimdir. Kur'an'la şu tehditleri yapmıştır; onun bir mislini getirsinler, Kur'an'a benzer bir sure getirsinler veya ona benzer bir kitab getirsinler. İşte bu sebeble Kur'an bir mucizedir.
Muşrikler Peygamber'den, kendisini doğrulamak için bir takım mucizeler istediklerinde onların bu isteklerini kesin bir dille reddeden şu ayetler indi.
"Şöyle söylediler; Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahud da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahud da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitab indirmediğin sürece (göğe) çıktığında asla inanmayız." De ki: Rabbimi tenzih ederim ben sadece beşer bir elçiyim." (İsra 90 - 93)

Muşriklerin hemen oracıkta yalanlayacakları birtakım harikulade olayların gösterilmesini yasaklayan ayet ise şöyledir.
"Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semut milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz." (İsra 59)

Bir başka surede Kur'an, Muhammed (s.a.v.) için yeterli bir mucize olduğu gerekçesiyle muşriklerin başka mucize istekleri reddedilmiştir.
"Kendilerine okunan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır." (Ankebut 53)

İlahi hikmet, Muhammed (s.a.v.)'in mucizesini akli ve edebi bir mucize olarak kabul etmeyi gerekli görüyor. Yoksa maddi ve hissi mucizeler olarak değerlendirilmesini istemiyor. Bu, çocukluk devresini aşan beşeriyete daha layıktır. Son ve ebedi risaletin ruhuna daha uygundur. Hissi mucizeler gelip geçicidir ama akli mucizeler devamlı varlığını korur.
Buhari'nin sahihinde bulunan bir hadis bu görüşümüzü doğruluyor.
"Bütün peygamberlere, insanların iman edebileceği türden mucizeler verilmiştir. Bana verilen ise Allah'ın, bana gönderdiği vahiydir. Umuyorum ki kıyamet gününde, ümmeti ençok olan peygamber ben olurum."
Bana öyle geliyor ki; bu sınıftaki insanları bu konuma getiren iki temel sebeb vardır.

Birinci Sebeb; günümüzdeki insanların, her olayın arkasında sebeblerin varlığı ile ilgilenen bilimlerle uğraşıyor olmalarıdır. Bu ilim dalları sebeblerin musebbibler üzerinde te'sir bırakmasına dayanır. Sebeblerin hiç bir zaman değişiklik göstermeyen akli bir gereklilik olarak algılarlar. Mesela, ateşin daima yakıcı olması. Bıçağın, daima kesiciiik özelliğinde olması. Cansız varlıkların, hiç bir zaman hareket etmelerinin mümkün olmaması, Ölünün kesinlikle bir daha dirilemez ve hayat bulamaz olması vb.

İkinci Sebeb; Birinci sınıfta bulunan insanlar, harikulade olayları hak ve batıl ile isbata kalktıklarında Allah'ın bu alem için koyduğu kanunları hiçe sayacak derecede, ifrata kaçarlar. Böyle olunca da çoğu kez, bir aşırılık kendi benzeri bir aşırılıkla mucadeleye girişir.
Burada, harikulade olayları isbatta mûbalağa edenlerle, onları inkarda aşın gidenler arasında orta bir yol gözüküyor. O da; benim tercih eltiğim ve ılımlı baktığım görüştür.

Bu Görüşün Özeti

1) Kur'an'ı Kerim, Muhammed (s.a.v)'e gönderilmiş olan en büyük mucizedir. Peygamber (s.a.v) bu kitapla özelde Araplara genelde de tüm insanlara meydan okumuştur. Kur'an'ı Kerim sayesinde, O'nun peygamberliği ayrıcalık kazanmıştır. Onun peygamberliğinin doğruluğuna delil, rivayetindeki mevzunun bizzatihi içeriğinde yatıyor. Getirdiği mucizevi kitab, doğru yola erdirmesiyle, içerdiği ilimleriyle, lafzı ve manevi icazıyla ve gaybi bilgileri kapsamasıyla O'nun risaletini doğrulamaktadır.

2) Doğrusu Allah Teala, kevni ve hissi mucizelerle, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Peygamber (s.a.v)'e ikramda bulunmuştur.Fakat bunların maksadı meydan okumaktan ziyade; peygamberliğinin ve getirdiklerinin doğruluğuna delil olmasıydı.
Zaten Kur'an, Allah Teala'dan peygambere bir ikram ve rahmetti. O'nun risaletini doğrulamak, onunla birlikte inanlara da yardımcı olmak içindi. Bu mûcizeler, kafirlerin isteklerine cevablar olsun diye meydana gelmemişti. Tersine Allah Teala'dan Peygamberine ve onunla birlikte inananlara bir rahmet ve bir ikram olsun diye indirilmişti. Buna misal olarak Kur'an'da açıkça bildirilen (İsra) süresindeki miraç hadisesini verebiliriz. Ayrıca, Bedir Gazvesinde meleklerin, mûminlere yardım ve destek için yeryüzüne inmeleri, Bedir'de mûminlerin susuzluğunu gidermek ve ayaklarım sabit kılmak amacıyla, yağmur yağması birbirlerine yakın oldukları halde muşriklere bir damla yağmur düşmemesi, Hicret zamanında, Peygamberi ve arkadaşını mağarada koruması, hatta muşrikler mağaranın önüne geldiklerinde şayet onlardan biri eğilip de kapının eşiğinde bakmış olsaydı onları fark edebilecekti Daha buna benzer nice hadisler Kur'an'ı Kerim tarafından onaylanmış ve isbatlanmıştır.
Yine benzer bir vaka da, Hendek gazvesinde, çok az bir yiyecekle bütün sahabelerin doyması gösterilebilir. Aynı şey Tebuk'-te de yaşanmıştır.

3) Biz bu tür harikulade olayları, Kur'an ve sünnet ışığı altında onaylıyoruz. Bunların dışında kalan ve çoğu uydurma kitapların şişirdikleri nakillere pek iltifat etmiyor ve güvenmiyoruz.

Sahih Olan Mucizeler

a ) Sahabelerden bir grup, Peygamber (s.a.v)'in hutbe verdiği ilk devirlerde, minberde hutbesini tamamlayıp ayrıldıktan sonra, üzerine çıktığı hurma kütüğünün, dişi devenin yavrusuna inlediği gibi inlediğini duyardı da gidip eliyle onu sıvazlayarak iniltisini keserdi, diye rivayette bulunmuşlardır.
Allame Taceddin Subki şunları söylemiştir; "Hurma kütüğünün inlemesi hadisesi mutevatir derecesindedir. Sayıları ona kadar varan bir sahabe topluluğu tarafından rivayet edilmiştir. Kesinlikle sahih yollardan rivayet edilmiştir."
Kadı İyaz da 'Şifa' adlı kitabında bu hadisin mutevatir derecede olduğunu söylemiştir.

b ) Buhari, Muslim ve diğer hadis alimlerinin bir çok sahabeden rivayet ettiklerine göre; Hudeybiye, Tebuk ve diğer bazı gazvelerde Peygamber (s.a.v) alışılmışın dışında parmaklarından sular fışkırtmıştır.
Buhari ve Muslim, Enes'den rivayet etmişlerdir:
"Peygamber (s.a.v) Zerva'da bulunurken içinde su bulunan bir bardak getirilmesini istemiş. Su bardağını avcuna koyduğunda parmaklarından sular fışkırmaya başlamış ve tüm sahabeler de bu sudan abdest almışlar."
Buhari, Bera bin Azib'ten naklettiğine göre; Hudeybiye gazvesinde peygamberimizin çevresinde yaklaşık 1400 sahabe vardı. Bunlar, Hudeybiye'de bulunan su kuyusunu tamamen çekip bitirmişlerdi. İçinde bir damla bile su kalmamıştı. Durum Peygamber (s.a.v)'e ulaşınca, kuyunun yanına gelmiş ve onun yanı başına oturmuştu. Ardından, içinde su bulunan bir kab istedi. Ve o kabın içindeki su ile abdest alıp mazmaza yaptıktan sonra dua edip elindeki suyu da kuyuya boşalttı. Daha sonra Bera şöyle devam ediyor "Birazcık bekledik fazla bir zaman geçmeden istediğimiz kadar su alıp hem kendi susuzluğumuzu hem de develerimizin susuzluğunu giderdik."
Peygamber (s.a.v)'in parmaklarının arasından su çıkardığına dair bir çok hadis bulunmaktadır. Gelen bu hadislerin tümü de sahih senetlerle rivayet edilmiştir.

c) Hadis kitaplarının içerdiklerine göre, Allah Teala Peygamber (s.a.v)'in dualarına daima icabet etmiştir. Mesela; Yağmurun yağdırılması için yaptığı dua, Bedir savaşmda yardım için yaptığı dua, İbni Abbas'ın dinde fakih kılınması için yaptığı dua, Enes'in çocuklarının çok olması ve ömrünün uzun olması için yaptığı dua ve kendisine eziyet verenler için yaptığı duaları örnek olarak gösterebiliriz.

4) Ama insanlar arasında her ne kadar dilden dile dolaşsa da, sahih olmayan harikulade olaylara ve mucizelere gelince onları ne onaylıyoruz ne de belli bir kıymette tutuyoruz.
Halkın arasında dolaşan bir rivayete göre, Medine'den hicret sırasında Peygamber (s.a.v) arkadaşıyla mağarada gizlenirken iki kuş gelip hemen oracıkta yumurtlamışlar ardından bir ağaç bitivermiş dallanıp budaklanmış mağaranın ağzını kapatmış gibi rivayetlere kesinlikle inanmıyoruz. Çünkü bu konuda ne bir sahih hadis ne de bir hasen hadis ve ne de bir zayıf hadis rivayet edilmiş değildir.
Örümceğin mağara girişinde ağ yapmasına gelince, bu konuda hasen hadisler bulunduğu gibi zayıf hadisler de bulunmaktadır. Kur'arfin zahirine bakılırsa, Hicret zamanında Allah Teala görünmeyen askerleriyle Peygamberi'ni desteklemiştir.
"Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş." (Tevbe 40)
Örümcek ve güvercinin görünen askerler olduğu aşikardır. Görünmeyen ve hissedilmeyen askerlere yardım etmesi, ilahi gücün büyüklüğü karşısında beşerin acizliğini gösteren en büyük bir delildir. Bu tür harikulade olayların insanlar arasında meşhur olmasının sebebleri, son devir alimlerinin yaptıkları methiyelerden kaynaklanmıştır. Özellikle "Kaside-i Burde" sahibi Busuri'nin yaptığı gibi.
Busuri şöyle diyor.
Sanıyorlardı ki onlar, ne örümcek ne de güvercin,
Alemlerin en hayırlısının önüne ne ağ germiş ne yumurta bırakmış,
Allah korumuşsa O'nu,
Ne gerek kalmış zırhlı duvarlara ne de yüksek burçlara.
İşte, bizim Peygamber (s.a.v)'e nisbet edilen harikulade olaylar karşısındaki tavrımız ve konumumuz burada özetlediğimiz gibidir. Başarı ancak Allah'tandır.
 
Üst Ana Sayfa Alt