Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kafam Allak Bullak Oldu Yaa

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
İZZETLİ Çevrimdışı

İZZETLİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
peki bu günki insanlarla hz ibrahim gecen ayeti getirmişsin buğünki insanlara desen sen kime iman ediyorsun kime ibadet ediyorsun kimin icin oruc tutuyorsun yada icki harammı desen kuranda gecen sucların suc olduklarını haram olduklarını red ederlermi sofide olsa nurcuda olsa camiye giden sıradan bir şahısta olsa red etmez
ama sen karıştırıyorsun hz ibrahimin kısasında anlatılanlarALLAH cc. hükümlerini rabliğini kabul etmiyorlardı, BURAYI İYİ ANLA
İKİ bana peygamber sav samanındaki müşrikleri diyeceksin onlarda yaratıcıyı ALLAH CC COK İYİ BİLİYORLARDI AMA KANUNLARINI KABUL ETMİYORLARDI KARIŞTIRMA BUNLARI İYİ OKU AYETLERİ KENDİNCE TEVİL ETME ŞİMDİ SOKAĞA CIK YOLDAN GECEN BİRİNİ CEVİR HANGİSİNİ RED EDİYOR YARATICIYIMI HÜKÜMLERİNİMİ
BİDE ŞEYHÜLİSLAM TEYMMİYYENİN DÜN BİR KİTABINI OKUDUM BİZİM DERNEKTE SANA YARIN İSMİNİ BİLDİRECEĞİM
ONDA ŞEYH MUNTELİZEYE CEHMİYYE VE ŞİAYA ŞÖYLE DİYOR BİLİYORUMKİ SİZLER SAPIKINSINIZ ALLAH CC ARŞTA OLDUĞUNU KABUL ETMİYOR ONA ŞİRK KOŞUYORSUNUZ SİZİ TEKFİR ETMEM LAZIM AMMA SİZLER CAHİLLERSİNİZ CAHİLLİĞİNİZDEN ALLAHTAN KORKARIM BUNU SANA YARIN SAYFA SAYFA KAYNAĞIYLA OKUTACAĞIM O ZAMAN NE DİYECEKSİN BAKALIM

ahi mesela Allah cc şirk koşmamanın gerektiğini kabul ediyorum ama şirk koşuyorum benim hükmümü verirmisin namaz kılmanın gerkliliğini biliyorum ama namaz kılmıyorum
 
kskaya Çevrimdışı

kskaya

Üye
İslam-TR Üyesi
neyse kitbın isimini bildiririm ama sizede nasihat kalbe şeytanda vesvese verir ondan ALLAH cc sığınırım bu sular tehlikeli bu avamın konusu değil fazla dalmıyalım ayaklar kayar bir not eymen el zevahiriyi tanıyorsunuzdur belki görüşlerini dinliyorsunuzdur tahminen onuda tekfir ediyormusunuz bütün müslümanların yaşadığı halklara hep bildiri yayınlıyor ayda bir neden acaba bizimde dahil bulunduğumuz ülkeleri toptan tekfir etmeyip müslüman diyor


ha bana dersinizki türkiyenin durumunu bilmiyor şu teknoloji onlarda yokmu acaba kimseden haber alamıyorlarmı komik olmayın bence bu konuya fazla dalmayın alimseniz kadıysanız af edin beni
 
kskaya Çevrimdışı

kskaya

Üye
İslam-TR Üyesi
kardeş alimlere danış biz veremeyiz hüküm herşey ortada ama sen görmek istemiyorsun bu işler hanzalayla olmaz yada ögrencilerin fikirleriyle körü körüne taklit yapmayın
 
M Çevrimdışı

Muhammed El-Ensar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ONDA ŞEYH MUNTELİZEYE CEHMİYYE VE ŞİAYA ŞÖYLE DİYOR BİLİYORUMKİ SİZLER SAPIKINSINIZ ALLAH CC ARŞTA OLDUĞUNU KABUL ETMİYOR ONA ŞİRK KOŞUYORSUNUZ SİZİ TEKFİR ETMEM LAZIM AMMA SİZLER CAHİLLERSİNİZ

Bir söz ancak bu kadar çarpıtılır. Ben sana sözü olduğu gibi aktarayım.

İbn Teymiyye şöyle demiştir: "Bu nedenle Cehmiyye, Hululiyye ve Allahu Teala’nın Arş’ın üzerinde olduğunu kabul etmeyenlere şunu söylüyordum: ‘Ben size, bu iddianızda muvafakat edersem kafir olurum. Çünkü söylediğinizin küfür olduğunu biliyorum. Ancak bana göre siz tekfir edilmezsiniz, çünkü cahilsiniz.” (Ahmed bin İbrahim bin İsa, bunu ondan, İbnu’l-Kayyim’in Nuniyye Kasidesi'ne yaptığı şerhinde nakleder 2/409-410)

"Lazimul mezheb leyse bi mezheb" yani "mezhebin gerektirdiği bizzat mezheb değildir" kaidesini bilmiş olsaydın bu sözün açıklamasını ve bu konuyla alakası bile olmadığını anlardın "Mezhebin gerektirdiği bizzat mezheb değildir" kaidesi şu demektir; bir sözün gerektirdiği bizzat sözün kendisi değildir. Bu küfür lafızları için geçerli olan bir kaide değildir. Çünkü küfür lafızlarının bizzat kendisi küfürdür.

İbni Teymiye’nin burada Hululiye ile kasdettiği kişiler Allahın arşta olduğunu inkar veya tevil edenlerdir. Çünkü Allah'ın semavatın üstünde olduğunu inkar eden herkes aslında Hululiyeden sayılır. Çünkü savunduğu bu şey onu Allahın her yerde olduğunu savunan ittihad ve hulul inancına götürecektir. Ancak şu da bir gerçektir ki bu kişilerin mezhebinin neticesi hulule varmakla beraber bunlara hulul inancı arzedildiği zaman derhal bunu reddediyorsa ona “sen hululcusun” denmez. Keza bazı kişiler vardır ki onlara Allah nerededir diye sorulduğunda hemen Allah size şahdamarından daha yakındır vb. ayetleri okurlar. Ancak onlara “sana göre Allah senin şahdamarında mı ikamet etmektedir” diye sorulduğunda bunu derhal “haşa onu kasdetmiyorum, İlmiyle beraber olmasını kasdediyorum” diyerek reddederler. Bu tarz kişilerin sözleri zahiren hululdur ancak hakikatte bunu reddederler veyahut da reddetmiş gibi görünürler.
 
M Çevrimdışı

Muhammed El-Ensar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Abdulmuizz Fida, yine yorum yine yorum...

Bugün ne Rasulullah var, Ne rasulullahın yaptığı muhakemeyi yapacak İslamın bir kadısı var, ne de bir Medine'miz var!

Bak kendin diyorsun. Ama söylediğin sözün manasını bilmiyorsun.


AbduIIah b. Utbe b. Mes'ud (r.a)'den şöyle rivayet edilmiştir:

Ömer (r.a)'den işittim. O şöyle diyordu:

"İnsanlar Rasulullah (s.a.s) zamanında vahiy ile gizli hallerinden de sorumlu tutulurlardı. Rasulullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adalet gösterirse onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da Allah görür. Bize zahiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız."

(Buhari)

Hatıb b. Ebi Belta olayı Rasulullah (s.a.s)'e vahiy ile bildirilmiştir. Ki Hatıb (r.a)'ın yaptığı Allah'tan başka ilah edinmek midir? Eğer Hatıb (r.a)'ın olayı hakkında alimlerin söylediklerini bir kez okumuş olsaydın bu olayın kafirlere karşı Müslümanlara yardım etmenin küfür olduğuna delil getirdiklerini bilirdin. Ama sen bu olaya sadece tek bir açıdan baktığın için bunu bilemezsin.

Olayın bir diğer yüzü de, komple herkesi tekfir etmekle kalmayıp, kendisi gibi herkesi topyekün tekfir etmeyen insanları/bizleri de tekfire dayanma sapıklığı mumkun.

Silsile tekfir İslami bir kaidedir. Bunu bütün alimler kabul eder. Bu konuda da onlarca nakil getirebilirim ama senin nakil getirdiğini görmeden tek bir nakil bile asacak değilim. Yine diyorum eğer sen sözünün arkasındaysan alimlerden senin gibi düşündüklerine dair nakil getir. (Alimleri bundan tenzih ederim.)

hz. Ömer Kendi hilafeti döneminde kıtlık sebebiyle çalanlara hırsız kategorisine koymamıştır.

Çarpıtma. Had uygulamamıştır. Sebebi ise; kıtlık olmasıdır. Delil olarak getirdiğin meseleyle hiç bir alakası yok.

Hz Ömer, İçkiyi kendine fasid tevil yaparak helal görerek içen Kudame Bin maz'un'u tekfir etmemiş,

Bu söylediğin yalandır! Üstelik bu olayda bile beni destekleyen sözler var.

İmam Şatibi'den olayı aynen naklediyorum:

İçki haram kılındığında, içki haram olmadan önce içki içmiş ve ölmüş sahabeler hakkında Allah-u Teâlâ:

"İman edip salih amel işleyenler, ne yerlerse yesinler, onlara bir günah yoktur" (Maide: 93) ayeti indiği zaman bazı müslümanlar bu ayeti tevil ederek içkinin helal olduğunu söylediler.

İsmail İbni İshak, Ali’nin şöyle dediğini nakletti:

"Şam ahalisinden bazıları içki içtiler. Onlar Yezid b. Ebi Süfyan’ın idaresi altındaydılar. Bu kimseler içki içtikleri zaman:

"Bu, bize helaldir" dediler ve kendilerine delil olarak (Maide: 93) ayetini zikrettiler. Yezid b. Ebi Süfyan bunları Ömer b. Hattab’a haber verdi. Ömer b. Hattab, Yezid b. Ebi Süfyan’a şöyle yazdı:

"Onları, başkalarını ifsad etmeden hemen bana gönder."

Sonra bu kişiler Ömer radiyAllahu anh’nun yanına geldiler. Ömer radiyAllahu anh, onların durumu hakkında sahabelerle istişare etti. Sahabeler dediler ki:

"Ey mü’minlerin emiri! Allah’ın izin vermediği bir konuda onlar Allah-u Teâlâ'ya yalan iftira attılar ve dinde yeni bir şeriat koydular. Onların boyunlarını vur!"

Ali radiyAllahu anh, o sırada susuyordu. Bunun üzerine Ömer radiyAllahu anh, Ali radiyAllahu anh’ya yönelerek:

"Ey Ebe’l Hasan! Bunlar hakkında ne diyorsun?" diye sordu.

Ali radiyAllahu anh:

"Ben şunu söylüyorum: Onları tevbeye çağırırsın, eğer tevbe ederlerse içki içtikleri için 80 sopa vurursun. Tevbe etmezlerse boyunlarını vurursun. Çünkü onlar Allah hakkında yalan söylediler ve Allah’ın dininde izin vermediği yeni şeriatlar koydular."

Bunun üzerine Ömer radiyAllahu anh onları tevbeye çağırdı. Onlar da tevbe ettiler ve Ömer radiyAllahu anh onlara 80’er sopa vurdu.

Bu müslümanlar, te’vil yoluyla Allah’ın kitabında haram kıldığı bir şeyi helalleştirdiler. Ali radiyAllahu anh ve diğer sahabeler bu ameli; "dinde teşride bulunmak" olarak nitelendirdiler." (İtisam Şatıbi, c: 2)

Sahabeler bu kişileri tekfir ettiler. Eğer bu kişiler tevbe etmeselerdi mürted olarak öldürüleceklerdi.

Diğerlerine de cevap vereceğim İnşaAllah...
 
M Çevrimdışı

Muhammed El-Ensar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Kendisine secdesi eden Muaz b. cebel,

Bu ibadet secdesi değil saygı secdesidir. Hiç mi bu meseleleri alimlerin kitaplarında okumuyorsunuz?

Allah svt şöyle buyuruyor:

"Hani bir zamanlar Meleklere: «Adem'e secde edin!» demişdik. İblis hariç hepsi (hemen) secde ettiler. O ise kaçındı, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu." (Bakara: 34)

Muaz (r.a)'ın yaptığı meleklerin Adem (a.s)'a yaptıkları saygı secdesinin aynısıdır. Eğer senin anladığın gibi secde yalnızca ibadet için yapılıyor olsaydı o halde Allah svt meleklere kendisinden başkasına ibadet edilmesini mi emretti? Hiç mi tefsir okumuyorsunuz?

Silahlarını asmak için put isteyen yeni islama girenlere;

Bu meseleyi de alimlerden okumadığın sadece tek bir açıdan baktığın belli. Sana yine İmam Şatibi'den direk naklediyorum:


"Zatu Envat edinmek, Allah-u Teâlâ'dan başka bir ilah edinmeye bir yönden benzemektedir. Fakat aynısı değildir. Nasta, tamamen bütün yönleriyle benzediğini ifade eden bir şey yoksa, her yönden benzediğine hüküm vermemek gerekir. En iyisini Allah bilir." (El İ’tisam c: 2, s: 245-246)

Bu nakilleri istediğin kadar çoğaltırım. Ama sen iddia ettiğin şeye delalet ettiğine dair tek bir nakil bile getiremezsin.

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Hatıb b. Ebi Belta olayı Rasulullah (s.a.s)'e vahiy ile bildirilmiştir. Ki Hatıb (r.a)'ın yaptığı Allah'tan başka ilah edinmek midir? Eğer Hatıb (r.a)'ın olayı hakkında alimlerin söylediklerini bir kez okumuş olsaydın bu olayın kafirlere karşı Müslümanlara yardım etmenin küfür olduğuna delil getirdiklerini bilirdin. Ama sen bu olaya sadece tek bir açıdan baktığın için bunu bilemezsin.
Gerçekten beyninde sorun mu var yoksa kasıtlı mı öyle yapıyorsun?
Sana kim dedi ki Muaz b. Cebelin secdesi veya Hatib b ebi Beltea'nın mektub olayı Hüküm koyma hakkını Allahtan başkasına verme (oy kullanma)şirkidir diye?
Cahilliği ve ümmeti tekfir etme sapıklığını bırak. Kendin hırsızlık zina günahlarını Hakimiyet tevhidine örnek vermedin mi?

Konuyu sabote edip durma. Konuyu nihayete erdirmek için soruma acil cevap ver.

Oy kullanan herkesi topyekün tekfir edemiyorum. Sen herkesi tekfir ediyorsun. Şimdiye kadar yazılarına sahip çıkarak bizim ve bizim gibi iman edenlerin hükmü nedir?


Bu sorum, aynı saplantıda olan herkes için geçerlidir
 
İ Çevrimdışı

İbn Abdilvahhab

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Banane deyip kenara çıkma. Haricilere olan kinini neden murcielere göstermiyorsun?
Adaletten şaşma, adil ol!
Murcieler ve özellikle Sapık Kral ve sapık murcie Belamları hakkında sessiz kalarak destek vermen, sadece Tekfirde hassasiyetten dolayı aşırıya kaçan samimi Tekfircilere Cehennem köpekleri demen senin durumunu ifşa etmiyorsa, ilk soruma cevabını bekliyorum.

İbn baz, ibn useymin,Elbani,Fevzan ve ismini ve diğer nice ehlisünnet alimi mürcie Bel'amlar sınıfına giriyor mu ?
 
M Çevrimdışı

Muhammed El-Ensar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sana kim dedi ki Muaz b. Cebelin secdesi veya Hatib b ebi Beltea'nın mektub olayı Hüküm koyma hakkını Allahtan başkasına verme (oy kullanma)şirkidir diye?

Meseleyi saptırıp kendini haklı çıkarmaya mı çalışıyorsun? Ben böyle söylediğini mi iddia ettim? Bahsettiğin meselelerin hiç birisin tekfire mani olmadığını görünce bu yönteme mi başvurdun? Bir sürü boş söz söyledin artık nakil getir de görelim. Yeni bir din uydurdunuz ama artık yetti! Kendi fasit görüşlerinizi destekleyecek tek bir nakil bile bulamayınca hemen iftira, hemen hakaret...

Verecek cevabı olmayanların taktiğidir bu. Lafı sürekli değiştirip durur. Yalan isnad eder, iftira atar, hakaret eder. Şuraya gelmiş insanlar bir de senden ilim öğrendiğini zannediyor. Yazık..
 
M Çevrimdışı

Muhammed El-Ensar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sakin sakin konuşabiliriz. Cedele girmenin lüzumu yok. Bu bana da zarar, sana da zarar. İlim konuşalım, gerisini boşverelim. Hakkı batıldan güzelce ayırt etmek varken bu şekilde davranmak gerekmez. Hataya hatayla karşılık vermek hatalarımızı mübah kılmaz...
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Soruma cevap yerine Demogoji yapan İbn Useymin ve Muhammed El-Ensar isimli üyeler siteden uzaklaştırılmıştır.

Konu kapanmıştır. Herkes alacağı ibret ve dersi alacaktır. En çok ders alması gereken de konuyu açan kardeştir
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
images
url



TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE


26. RİSALE :

SEÇİMLERE KATILAN HERKESİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK


Tekfirde yapılan hatalardan biri de, parlamento veya belediye seçimlerine katılarak oy kullanan herkesin, amaç ve hata dikkate alınmadan ve huccet ikamesi yapılmadan tekfir edilmesidir.

Hamasetli gençlerden birçoğu, tekfirde muteber olan kastın şekillenmesinde etkili olan cehalet özrünü dikkate almadan, bu seçimlerde oy kullanan herkesi muayyen olarak tekfir etmektedirler.

Halkın çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir. Çünkü çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği, meyhane ve genelevi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir.
Ayrıca belediye seçimlerine aday olarak katılan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi, bu tür yerler hakkında olumlu düşünmemekte ve buraların açılmasına yönelik işlem yapmadığı gibi eski verilen ruhsatları da yenilememektedir.

Onların bu durumları ise birçok kişinin aldanmasına ve seçimlere katılmasına sebep olmaktadır. Bu tür seçmenleri, yasama meclisi üyesi olacak parlamenterlerin seçimine katılanlarla eşit tutmak haksızlıktır.

Parlamento seçimleri konusunda da, seçmenlere insaf gözü ile bakan herkes, bu kişilerin çoğunun, kendilerine milletvekilli olarak seçecekleri kişinin sebebi ile elde edecekleri dünyevi hizmeti amaçladığını ve bu parlamentoların hakikatının ne olduğunu bilmediğini görür.

Seçmenlerin çoğu, parlamentoya da, belediye meclisi veya encümen üyeliği gibi bakarlar. Çoğu zaman felçli veya sandalyeye mahkum hastaların sedye üzerinde oy kullanması için taşındıklarını, seçimlerin hakikatı hakkında bir bilgilerinin olmadığını, köy, mahalle veya semtlerine gelecek hizmette rol almak veya uğradıkları haksızlığı gidermek ve zulümden kurtulmak ya da tutuklu yakınlarının cezaevinden çıkmasına sebep olacak af çıkarılmasına sebep olmak veya bu seçimlere aday olarak katılan ve akrabalarından olan kişileri desteklemek için oy kullanıldığını görmekteyiz.
Kimileri ise her şeyden habersiz, üzerinde “Tek çözüm İslam’dır” gibi yazıların bulunduğu ve bu parlamentolarda tağuti kanunların çıkmasında ortak olan müşrikler tarafından hazırlanan afişlere bakarak, İslam’ı sevmeleri ve destek olmak istemeleri sebebi ile bu seçimlere katılırlar. Bu tür insanlar, seçtikleri bu parlamenterlerin, şeriatın hükümlerini uygulama yolunu kapatacak yasalar çıkarmak için çalışacaklarını bilmemektedir.

Yasama işlerine bulaşmayan, küfür kanunlarına saygılı olacağına ve koruyacağına dair anayasa üzerinde yemin etmeyen ve buna benzer kişiyi küfre götüren söz ve fiillerde bulunmayan kişiler ile, durumu bu olmayanlar arasında ayırım yapmak gerekir.

Bilindiği gibi her seçmen, küfür olan bu söz ve fiilleri işlememektedir. Ancak kişinin kastının, küfür olduğu açık olan bu tür söz ve fiiller için kendisine vekil atamak olması halinde, kendisinin hükmü de atadığı bu vekilin hükmü gibi olur. Çünkü küfür olan bu işe destek veren ile, bunu bizzat uygulayan arasında fark yoktur. Dolayısıyla küfre giren o parlamenteri destekleyen kişinin kastı, bu küfür kanunlarının çıkarılması, küfür olan anayasa ve sistemin varlığını devam ettirmesi ise, bu kişinin hükmü de, bu işi bizzat yapanın hükmü ile aynıdır.
Ancak parlamenterlerin işledikleri küfür olan söz ve fiiller hakkında gerçekler çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor veya anlamıyorsa ve seçtiği kişiyi sadece köyüne, kasabasına, mahallesine veya şehrine hizmet götürmesi amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir.
Bu seçmen hata etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasalarını çıkarmaları maksadı ile seçmiş değildir. Bu nedenle böylelerini, kendilerine hüccet ikamesi yapılmadan ve parlamenterlerin yaptıkları yasama işinin mahiyeti açıklanmadan, İslam’a ve Allahu Teala’nın dinine aykırı olan işler ile uğraştıkları belirtilmeden tekfir etmek doğru değildir.
Bu durum kendilerine açıklanıp, gerekli hüccet ikamesi yapılmasına rağmen, seçimlere katılma konusunda hala ısrar ederlerse, bu hükmü hak etmiş olurlar. Dolayısıyla bu tür seçmen arasında mutlaka ayırım yapmak gerekir.
Küfür kanunlarını yapması veya buna benzer açık küfür olan başka bir işi gerçekleştirmesi kastı olmadan bu seçimlere katılan kişiler, zahirde kendilerini küfre götüren bir iş yapmışlarsa da, hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir edilmezler.
Çünkü işler ve durumların birbirine karışmış olması, demokrasi ve parlamento gibi terimlerin yabancı terimler olup mahiyetinin birçok kişi tarafından bilinmemesi, birtakım insanların, hakikatını bilmedikleri bu tür işlere girişmesine sebep olmuştur. Bu, anlamını bilmediği bir sözü söyleyen veya işi yapan kişi kabilindendir. Alimler, anlamını bilmediği ve kendisine (113 ) Bu fark, seçmenler ile parlamentoda yasama yapan parlamenterler arasında ayırım yapmaya bizi götürdü. Yoksa mesele kişinin mizacına ve tercihine kalmış yahut delilsiz istihsandan ibaret bir mesele değildir.hüccet ikame edilmediği sürece, böylelerinin sorumlu olmadıklarını söylemektedir.

İzz bin Abdusselam Rahimehullah, “Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l- En’am” isimli kitabında, “Anlamını bilmediği sözden dolayı kişi cezalandırılmaz” başlığı altında şöyle der:
“Arap olmayan kişi küfür, talak, iman, köle azadı, satış, alış, sulh gibi anlamını bilmediği kelimeler kullanacak olursa, onun için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü bu kelimelerin gereklerini kabullenmiş veya kastetmiş değildir. Aynı şekilde Arap olan bir kişi, anlamını bilmeden bu manalara delalet eden yabancı kelimeler söylerse, o da kendisi için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü kullanırken, bunların gereklerini kastetmemiştir.
İrade, ancak bilinen veya zannedilen şeye yönelir. Arap olan bir kişi, anlamını bilerek bu kelimeleri söylüyorsa, söylediği yerine gelmiş olur. Ancak Arap olan bir kişi, karısına sünnet veya bid’at olan bir yöntem ile “sen boşsun” derse, ve her iki kelimenin anlamını da bilmiyorsa veya hul’, ricat, nikah, i’tak gibi arap olduğu halde anlamını bilmediği kelimeleri kullanırsa, bunlardan hiçbiri sebebi ile sorumlu olmaz ve söylediği geçerli kabul edilmez.
Çünkü manasını bilmiyor ki delalet ettiği şeyi kastetmiş sayılsın.”114

Günümüzde, demokrasi terimini bilmeyen ve ondan maksadın ne olduğunu anlamayıp baskı, zulüm, tahakkum, hak ve hürriyetlerin yok edilmesi gibi uygulamaların zıddı anlamına geldiğini düşünen veya zanneden kişilerin durumu bu kabildendir.
Demokrasinin hakikatinin, Allahu Teala’nın hakkı olan hakimiyeti halkın eline vermek ve halkın kendi kendisine hakimiyet kurması veya kanunlar yapması anlamına geldiği bu tür kişilere anlatılmadıkçave bunun küfür olduğu hakkında kendilerine hüccet ikamesi yapılmadıkça, tekfir edilmezler. Bu tür insanlar, demokrasinin hakikatini bilmediği için ne işe yaradığını da bilmez, dolayısıyla demokrasi ile hakiki manası olan küfür yapısını de kastetmiş sayılmazlar.

İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Kadın, Arapça bilmeyen kocasına, “bana üç defa ‘boşsun’ de” derse ve kocası da bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmeyerek bunu söylerse, Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmüne göre bu kadın boş olmaz. Yine bir kişi, diğerine, halk arasında saygı ifadesi olarak kullanılan manası ile, “Ben senin kulun kölenim” derse, o kişinin kölesi olarak sayılmaz. Sözlerin örfte kullanımlarını, niyet ve maksatlarını gözönünde bulundurmayanlara göre ikinci misaldeki adam, kendisine bu şekilde ifadede bulunan diğerine köle olarak sahip olabilir veya onu satabilir.
Bu, cahil müftünün hata edebileceği büyük bir alandır. Bunu bilmeyen müftü insanları aldatır, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l-En’am, 2/102iftira eder, dinini değiştirir, Allahu Teala’nın haram etmediğini haram ve helal etmediğini de helal yapar.
Allahu Teala bundan bizi korusun.”(İlamu’l-Muvakkıin, 4/229)
Yine şöyle der: “Allahu Teala, insanların içindekilerine delalet etmesi için kelimeleri vazetmiştir. Biri diğerinden bir şey istediği zaman kelimeler ile ne istediğini ve maksadını ona anlatır. Bu isteklere de kelimeler vasıtasıyla hükümleri bina edilir. Söz veya fiilin delaleti olmaksızın insanların içlerinde olan şeylere ve yine kişinin anlamını bilmeden söylediği ve anlamını kastetmediği kelimelere hükümler bina edilmemiştir.
Aksine kişi, içinden geçirip işlemediği, söylemediği, hata ederek, unutarak, ikrah altında kalarak, anlamını bilmeyerek veya söylediğinin anlamını kastetmeyerek yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamıştır.
Kasıt ve sözlü ya da fiili delalet bir araya gelirse, hüküm terettüp eder. Bu şer’i bir kuraldır. Allahu Teala’nın adalet, hikmet ve rahmetinin gereklerindendir" (İlamu’l-Muvakkıin, 3/117.”)
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Mu’min bir kişi, kullandığı kelimelerin anlamını bilmeden Allahu Teala ve Rasulu Sallallahu Aleyhi veSellem hakkında bir şeyi belirtmek için, söz söyler ve o sözün kasdettiği anlama delalet ettiğini zanneder, ancak o söz başka şeye delalet ederse, o mü’min kafir olmaz.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey iman edenler, ‘Râina’ demeyin..”Bakara/104
Bu kelime ile Yahudiler, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet etmek ister, ancak Müslümanlar ise bunu kastetmezlerdi. Allahu Teala onu kullanmalarını yasakladı, ancak bu sözü kullanmalarından dolayı onları tekfir etmedi.” (Er-Reddu ala’l-Bekri, 341-342 )

İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, İfk olayında Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet ve hakaret etmek isteyenler ile bu olaydan böyle bir hakaret ve eziyet amacı taşımayan Hassan, Mistah, Himne gibileri arasında ayırım yaptığına ilişkin söyledikleri, Allahu Teala’nın izni ile yirmi dokuzuncu bölümde gelecektir.
Eziyet ve hakeret amacı taşımayanlar için şöyle der:
“Onlar bunu kastetmediler ve buna delalet eden bir şey de söylemediler.”(Es-Sarimu’l-Meslul, 180)
Burada, maksadın kelimelerin delaletinden anlaşılacağı belirtilmektedir.
Yukarıda söylenenlerden şu sonuca varmaktayız:
Tekfirin sebepleri, daha önce belirttiğimiz gibi, dünya ahkamına göre söz ve fiil ile sınırlı ise de, ahvalin ve manaların karışması, insanların cehaletleri, iş ve sözlerin anlamlarının hakikatini bilmemek gibi sebepler ile ihtimallerin birden fazla olması durumunda kişinin kastını araştırmak ve kesin olarak tesbit etmek gerekir.
“Delaleti ihtimalli olan söz ve fiiller ile insanların tekfir edilmesi” bölümünde, kişinin söylediklerinin, örfüne göre değerlendirilmesi ve gerekli karinelere bakılması gerektiğini açıklamıştık.
Biz, kişinin kastının söylediği sözlerde ve işlediği fiillerde önemli olduğunu sözlerken, Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının küfre götüren söz ve fiillerde bile, kişinin itikadını ve helali haram kılmasını şart koşmaları gibi bir şartı koşmuyoruz. Kişinin, söylediklerinde veya işlediklerinde kafir olmayı kastetmesi gerektiğini de söylemiyoruz. Küfre girenler arasında zaten böyle bir kastı olan neredeyse yok gibidir.

İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler dışında hiç kimse küfrü kastetmez.”(Es-Sarimu’l-Meslul, 177-178)
Bizim kasıt konusundaki amacımız bir çok defa tekrar ettiğimiz gibi, kişinin söylemiş olduğu küfür sözünü veya işlemiş olduğu küfür amelini kendi iradesi ile ve manasını bilerek işlemiş olmasıdır. Yoksa bu sözü veya ameli küfre girmek için yapmış olması ile bunu kastetmemiş olması arasında fark yoktur.
Şari’, şer’i ahkamı (tekfir gibi) sebeplerine bağlamış ve bu konuda mükellefe hükmü ve sebeplerini birbirinden ayırma serbestisi tanımamıştır. Aksine ne zaman sebepler mevcut olur, şartlar yerine gelir ve engeller ortadan kalkarsa, kişi bu sebeplere binaen verilecek olan hükmü amaçlamasa da, hüküm meydana gelir. Çünkü önemli olan, söylenen söz veya yapılan iş ile kafir olmayı amaçlamak değil, küfür olan bu sözü söylemeyi veya işi yapmayı amaçlamaktır.
Tekrar belirtmek isteriz ki, anayasaya yemin etmek, ona ve kanunlarına saygılı olmak ve anayasaya uygun kanunlar yapmak gibi bizzat küfür olan işler için parlamenterleri seçen kişileri cehaletlerinden dolayı mazur görmüyoruz. Bu konuda cehalet özrü muteber değildir.
Çünkü bu, bütün peygamberlerin gönderiliş amacı olan Tevhid ilkesine açık bir küfürdür. Bunu bilmemek, öğrenme imkanı ve kolaylığı bulunduğu halde dinin temeli olan bir şeyi öğrenmeyi reddetmek demektir. Kaldı ki aklı başında bir insanın yasama hakkının Allahu Teala’nın hakkı olduğunu bilmemesi mümkün değildir.
Özellikle tağutların kendi ve parlamentolarının hakkı olarak gördükleri ve genel olarak bütün din ve dünya işlerini kapsayan yasama konusundan insanın habersiz olması söz konusu değildir.
Alimler, helal ve haram kılma veya kanunlar belirleme iddiasında bulunan kişinin, rablık iddiasında bulunmuş olacağını belirtmişler, Allahu Teala’nın helal kıldığını haram veya haram kıldığını helal yapan, Allahu Teala’nın izin vermediği kanun koyma işine girişen alimlere, yöneticilere veya hükümdarlara itaat edenlerin, onları rabler edinmiş olacaklarını söylemişlerdir. Çünkü yasama konusunda itaat, ibadettir ve Allahu Teala’ya hükümde ve ibadette ortak koşmaktır. Bu konuda bir çok delil bulunmaktadır.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.”En’am/121

Ebu Davud, İbn-i Mace, Hakim ve İbn-i Cerir, İbn-i Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet ederler: “Müşrikler, ölü hayvanın eti hakkında
Müslümanlarla tartışır ve, “Allah’ın kestiğini yemiyorsunuz, ama kendi kestiklerinizi yiyorsunuz
” derlerdi.
Bunun üzerine Allahu Teala, “Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz”En’am/121 ayetini indirdi.”
Bu ise Allahu Teala’nın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal kılan veya Allahu Teala’nın izin vermediği yasama işini yapan kişilerin Allahu Teala’ya ortak koşmuş olduklarını göstermektedir. Allahu Teala’nın, “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.
Halbuki hepsine de tek İlah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden münezzehtir” Tevbe/31 ayeti de bu kabildendir.
Rivayet yollarının toplamı ile hasen derecesinde olan Tirmizi ve diğerlerinin Adiy bin Hatim’den Radıyallahu Anhu rivayet ettikleri hadiste şöyle geçer:
“Boynumda altından bir haç olduğu halde Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına geldim. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana: “Ey Adiy, şu putu boynundan at” dedi.
Ben onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu ayeti okuduğunu duydum:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.”Tevbe/31-70

Bunun üzerine ben: “Biz onlara ibadet etmiyorduk” dedim.
Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını ise helal sayıyorlar ve siz de bunları helal ya da haram kabul etmiyor muydunuz?” dedi.
Ben: “Evet” dedim.
Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “İşte ibadetiniz budur” diye buyurdu.”

İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Fetava’sında, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisten anlaşılmaktadır ki onlar, helaller ve haramlar konusunda kişilere yapılan itaatin ibadet olduğunu bilmemekteydiler. Ancak buna rağmen bu cehaletleri sebebi ile mazur olarak kabul edilmemişlerdir.

İbn-i Cerir Rahimehullah, Huzeyfe’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet eder: “Onlar bu haham veya rahipleri için oruç tutmuyorlardı ve namaz da kılmıyorlardı.
Ancak onların helal kıldıklarını helal ve Allahu Teala’nın kendileri için helal kıldığı bir şeyi haram kıldıklarında da haram olarak kabul ediyorlardı.

Onları Rab olarak benimsemeleri bu yöndendir.”

Denilebilir ki; “İçerisinde bir takım mueyyide ve cezalar içeren kanunlar yapmak, helal ve haramlar kılmak gibi tevhide ve şeriata aykırılıkta açık olan kanunlar yapmak niteliğinde değildir.
Günümüzde yapılan kanunlar genelde bu tür cezaları kapsamakta ve helal ya da haramlar konusuna girmemektedir.
Bu bakımdan günümüzdeki kanun yapanlara itaat edenleri mazur saymamak için bu deliller yeterli değildir. Çünkü bu ayetler, zina, içki ve faiz gibi dinden zaruri olarak haram olduğu bilinen şeyler ile ilgilidir. Bu nedenle kendilerine uyulan kanunların türü konusunda onların cehaletine itibar etmek ve hüccet ikame etmedikçe tekfir etmemek gerekir.”
Ancak anayasa gereği yasama yetkisinin parlamenterlere ve tağutlara kayıtsız şartsız mutlak olarak verilmiş olması, bu itirazı geçersiz kılmaktadır.
Çünkü bu yetkinin kapsamına helal ve haram kılma veya buna benzer diğer hükümler de girmektedir. Parlamenterlere bu mutlak yetkinin verilmesi ve bu yetkinin onun hakkı olduğunu kabul etmek, tek başına o parlamenterin ve o parlamenteri seçen kişinin tekfiri için yeterlidir.
Helal veya haram ilan etsin veya etmesin, cezalar ve hadler alanında kanun yapsın veya yapmasın, hüküm koyma hakkını kullara veren küfür anayasası üzerine yemin etsin veya etmesin, farketmez. Çünkü mutlak yasama hakkı sadece Allahu Teala’ya mahsustur ve sadece O’na verilmesi gerekir. Kim bu hakkı, Allahu Teala’dan başkasına verirse, Allahu Teala’dan başka ilah, rab ve hakem aramış olur ve İslam’dan çıkmış sayılır.
İslam’ın, kitap ehli alimlerini ve onlara uyanları tekfir eden hükmünün sadece helal ve haram kılma sebebine dayandığını kim iddia edebilir ki? Onların ortaya koydukları hükümlerin çoğunun hadler ve cezalar ile ilgili olduğu sabittir. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir”Maide/44 ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak gelen rivayetlerin birinde şöyle belirtilmektedir:
Bu ayetler Beni Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri hakkında inmiştir. Beni Nadir’in öldürülenleri şerefli sayılıyor ve diyetleri tam olarak veriliyordu. Ancak Beni Kureyza’nın öldürülenleri zelil sayılıyor ve diyetleri de yarım veriliyordu. Bunun üzerine Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem aralarında hakem yaptılar.
Rasulullah’da Sallallahu Aleyhi ve Sellem diyetlerini eşitledi. Bunu İman Ahmed Rahimehullah rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Cerir de Rahimehullah bunu tefsirinde belirtmektedir. Yine, zina eden Yahudi ile ilgili olarak, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm cezasını ona tatbik ettiğini bildiren rivayet Müslim’de aktarılmaktadır. Onların, bu hadiste aktarılan ve Maide Suresi’ndeki ayetin iniş sebebi olan suçları zinayı kendilerine helal kılmaları değil, zina konusundaki cezayı değiştirerek atalarına uymalarıdır.
Eğer zinayı kendilerine helal etmiş olsalardı, herhangi bir ceza belirlemezlerdi. Çünkü helal veya mübah olan bir işten dolayı kimse cezalandırılmaz. Ayrıca gerek çokca konuşulması ve gerekse kafir ve mürtedlerin hemen her platformda sık sık suçlama maksadıyla gündeme getirmeleri sebebi ile, İslam şeriatındaki hadler, Müslümanlar bir yana, kafirler için bile meşhur hale gelmiştir. Bugün herkes tarafından bilinmektedir ki, tağutlar İslam’ın bu hükümlerini yürürlükten kaldırmış ve küfür devletlerinden ithal ettikleri aşağılık uydurma cezalar ile bunları değiştirmişlerdir.
Bilindiği gibi İslam’ın hükümlerine bedel olarak getirilen hükümleri yasalaştırmak, zorlaştırmak veya basitleştirmek, parlamento üyeleri ve onların başında bulunan diğer tağutların görevidir.
Bu tağuti sistemlerin düzen ve kanunlarını incelediğimiz zaman, değişik şekillerde helal ve haram kıldıklarını da görürüz.
Mesela İslam dininde haramlığı zorunlu olarak bilinen faiz ve buna benzer diğer büyük günahlar bu tağutların kanunlarında mübahtır. Hatta bu tür günahların düzenli olarak uygulandığı ve bu kanunlar tarafından korunduğu kurumlar da bulunmaktadır.
Aynı şekilde, Allahu Teala’nın haram kıldığı içki de böyledir. İçkinin üretildiği, satıldığı ve içildiği yerler bu sistemlerde açıkça bulunmaktadır ve hatta bizzat bunlar tarafından kurulmaktadır. Bu kurumlara ruhsat verilmekte ve hem bu kurumlar hem de içenler kanun ve uygulayıcıları tarafından korunmaktadır. Kanunlarının mübah kıldığı ve koruma altına aldığı fuhuş da böyledir. Bunlardan da önemlisi, bu sistemlerde, bütün şekilleriyle küfür ve riddet mübahtır. Kanunları ve uygulayıcıları tarafından, inanç hürriyeti adı ile her türlü küfür ve riddet korunmakta ve insani bir hak olarak savunulmaktadır.
Kanunlarının hiçbir yerinde küfrü veya riddeti yasaklayan ve cezalandıran bir hüküm yoktur. Bu kanunlara göre riddet, cezası olan bir suç değildir. Aksine bu küfür kanunlarının tanıdığı ve koruduğu kişisel bir hak ve özgürlüktür. Bu konuları burada ayrıntılı olarak anlatmamız uzun sürer. Bunlar üzerinde daha geniş olarak başka kitaplarımızda durduk.
Özet olarak, Allahu Teala’nın hükümlerinden başka hüküm ve kanun koyanları seçenleri veya yaptıkları bu işlerinde onlara itaat edenleri mazur olarak saymıyoruz. Aksi halde papaz ve hahamlara ibadet eden Yahudi ve Hristiyanları da mazur görmemiz gerekir.
Çünkü şeriatta benzerler arasında ayırımın yapılması yoktur. Allahu Teala şöyle buyurur: “Şimdi sizin kafirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?”Kamer/43

Bu konuda avamdan olan Müslümanları mazur görmemezin sebebi, tekfirin kurallarında muteber bir şart niteliğinde olan, kişinin küfre götürücü olan ameli kastetmesi yani ameli bilinçli olarak yapması konusudur. Ki bu insanlarda, tekfirin şartlarından olan muteber kasıt bulunmamaktadır.
Bizler, seçtiği insanları, kanun koyan, anayasaya saygı yemini eden, kanunlara muhakeme olan ve parlamento üyelerinin işlediği, kişiyi küfre götüren diğer söz ve fiilleri işleyen olarak seçmeyen ve bu maksatla seçmeyi de kastetmeyen kişileri mazur görmekteyiz.
Mazur gördüğümüz bu insanların, parlamenterlerin işledikleri bu suçlar hakkında bilgileri yoktur. Dolayısıyla bu işleri yapmalarını kastetmeleri de imkansızdır.
Aksine Müslüman olduğunu iddia etmeleri ve Allahu Teala’nın şeriatını egemen kılmayı vaadetmeleri sebebi ile onlara oy vermektedirler.
Ya da bu insanlardan bazılarını, dünyevi hizmetler için seçmektedirler. Böyle kişiler, ancak kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala inat etmeleri halinde tekfir edilebilir.
Çünkü bugün insanlar hak ile batılı karıştırmakta ve batıl şeylere hak süsü verilerek halk kandırılmaktadır.

Bu nedenle İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Bazı yerlerde ve zamanlarda heva sahipleri çok olabilir ve söyledikleri sözler, cahiller tarafından ilim ve sünnet erbabının sözleri derecesinde görülebilir. Öyleki bunları yöneten kişiler de ne yapacağını bilmez olur ve Allahu Teala’nın hüccetini ortaya koyacak kişilere ihtiyaç duyalabilir.”Mecmuu’l-Fetava, 3/152

Hüccetin ikame edilmiş olması, sadece Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, o konudaki kelamını insanlara ulaştırmaktan ibaret değildir. Özellikle İslam yayıldıktan, Allahu Teala’nın koruduğu Kitap’ı uzak ve yakın herkese ulaştıktan sonra hücceti ikame etmek, tebliğden ibaret de değildir. Aksine çoğu zaman şüpheleri gidermek, karışıklıkları ortadan kaldırmak, vakıayı, yani sözün hakikatini, sözün anlamını ve işin mahiyetini ortaya koymaktır.

Sözü anlamamak ve nereye varacağını bilememek veya şiddetli korku ya da sevinçten dolayı kişinin ne dediğini bilememesi sebebi ile kişinin mazur sayılacağına ilişkin açıklamayı yukarıda yapmıştık. Mükellefin, hakikatını ve manasını bilmediği bir işi yapması da bu kabildendir. Çünkü böyle bir kişi, işin, bilmediği hakikatını kastedemez.
Bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın anlatıldığı hadis de bunun delillerindendir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir. Bu delillerden biri de, kendi nefsine yazık edip; ailesine, öldüğü zaman kendisinin yakılmasını ve külünün yarısını karaya diğer yarısını ise denize savurulmasını isteyen adamın kıssasıdır.
Bu şekilde, Allah’ın tekrar kendisini diriltmeye güç yetirme kudretine sahip olmadığını zannetti. Bu ise küfürdür. Ancak bu adam cahil olduğu ve Allah’tan korktuğu için Allah onu affetti. Bunun üzerinde, Allahu Teala’nın izni ile, ileride de duracağız.
Dolayısıyla parlamento seçimlerinde tafsilata inmeden ve ayırıma tabi tutmadan, bu seçimlere katılan bütün herkesi tekfir etmek, yapılan açık hatalardandır. Özellikle bu parlamentoların ve parlamenterlerin hakikatinin bilinmediği, bu konuda kasıtların ve durumların farklı olması mutlaka gözönünde bulundurulması gerekenlerdendir.
Bununla beraber bu şirk parlamentolarının hakikatini ve parlamenterlerin nasıl bir şirk içinde görev yaptıklarını bilen birisi olarak şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yasama yapan parlamento seçimlerine katılma işi açık bir küfürdür. (Bu mesele için, “ed-Demokratiyye Dinun” ve “Feteva Sicni’s-Sivaga” isimli kitaplarımıza bakınız )

Bu hüküm, bu tür seçimlere katılma işi hakkında verilmiş olan mutlak bir hükümdür. Bu parlamentolardan sakındırmak ve insanların onlardan uzak durmasını sağlamaya çalışmak için bu hükmü mutlak olarak vermekteyiz. Ancak mutlak olan bu hükmü muayyen bir şahsa indirgemek istediğimizde, gerekli araştırmayı yapıp, kişilerin kasıt ve bilgi seviyelerine göre hüküm vermekteyiz.
Kanun çıkarması veya buna benzer, kişiyi küfre götüren işleri yapması için milletvekili seçimlerine katılanların kafir olduğunu söylüyoruz. Çünkü küfrün sebeplerinden birini işlemiştir. Bu iş ile kafir olmayı veya dinden çıkmayı kastetmese bile, hakkında verilen bu hüküm değişmez.
Parlamentonun hakikatini ve üyelerinin çalışmasının tabiatını bilmeyenlere, hüccet ikame edilmesi ve parlamento ve milletvekillerinin yaptığı işlerin mahiyetinin açıklanması gerekir. Buna rağmen bu işte ısrar ederse tekfir edilir. Ancak hüccet ikamesi yapılmadan ve kendisine gerekli açıklamada bulunulmadan tekfir etmekten kaçınmak gerekir.

İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kendisine delil gösterilmeden ve doğru açıklanmadan, kimsenin, hata ve yanlıştan dolayı bir Müslümanı tekfir etmeye hakkı yoktur. Kişinin İslam’ı kesin olarak sabit olduktan sonra, şüphe ile yok olmaz. Ancak şüphe giderildikten ve gerekli hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala ısrar etmesi halinde, onun İslam’ı yok olur.”

Şeyh Ebu Makdisi ; TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE -İdari Sisteme Uymak Ve Muhakeme Olmak İle, Kafir Kanunlarla Muhakeme Olmak Arasında Ayırım Yapmamak...S....65



url
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
images
url

TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE
30. RİSALE :
HARİCİLERİN NİTELİKLERİ VE ONLARA EN ÇOK BENZEYENLER

A- Buraya kadar aktarılan tarihsel ve akidevi bilgilerden, bu sapık fırkanın nitelikleri ve ahlakı ortaya çıkmıştır. Onlardan sakındırmak, onlarla ilişkimizin olmadığını belirtmek ve farkında olmadan birilerinin bizleri onların nitelikleriyle nitelemesinin önüne geçmek için bu fırkanın en önemli özelliklerini ve ahlakını belirtmek istiyorum.
Bunlar, Müslümanları tekfir etme konusunda taşkın ve cesurdurlar.
Hatta en üstün kuşaklar olduğu belirtilen sahabe ve tabi’inden olan insanları bile tekfir etme konusunda pervasızdırlar. Tekfir ettiklerinin başında Osman, Ali, Aişe, Talha, Zubeyr, Ebu Musa el-Eşari, Amr bin As, Muaviye ve diğerleri gelmektedir.
İbn-i Ömer bunlar için şöyle der:
“Bunlar, insanların en şerlileridir. Kafirler hakkında inen ayetleri almış ve Müslümanlara uygulamışlardır.” (Buhari muallak olarak, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babında rivayet etmiştir.)

Tekfir ettiklerinin canlarını, mallarını ve namuslarını da helal görürler.
Muhaliflerini öldürür, mallarını ganimet olarak alır ve kadınlarını esir edinirler.
İbn-i Habbab’ı öldürdüklerini ve hamile olan eşinin karnını yardıklarını yukarıda Aktarmıştık. Müslümanlar hakkında sergiledikleri bu aşırılığa karşın, müşrik ve kafirlere karşı soğuk ve yapay bir takva gösterisinde bulunurlar.
İbn-i Habbab’ı öldürmelerine rağmen, zimmet ehlinden olan birinin, bir hurmasını yemekten kaçındıklarını ve domuzunu yaraladıkları için sahibinden helallik dilediklerini aktardık. Bu ise Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlar için söylediği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sözünün doğruluğunu gösterir.
Kurtubi Rahimehullah, el-Mufhim’de, onların bu özelliğini belirttikten sonra şöyle der: “Bütün bunlar, ilim nuru ile gönülleri aydınlanmamış ve ilmin sağlam ipine sarılmamış olan cahillere kulluk etmeleri sebebiyledir.
Öncüleri olan kişinin Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ganimeti paylaştırmasını reddetmesi ve haksızlık olarak nitelemesi onların ne olduğunu göstermektedir. Allahu Teala korusun!” (Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Müslümanların en hayırlılarına karşı pervasızlıkları, haksızlıkları ve taşkınlıkları, ispat edemeden ve sadece kötü zan ile insanların hatalarını bayraklaştırmaları da bunların temel niteliklerindendir. Onların bu durumu ne kadar kibirli olduklarını, nefislerine uyduklarını, Müslümanları nasıl hor gördüklerini ve onlara nasıl tepeden baktıklarını gösterir. Onların öncüsü olan Zu’l-huvaysira, cüretkarlık ederek Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Adaletli ol” başka bir rivayette “Adaletli davranmıyorsun” ve yine başka bir rivayette ise “Görüyorum ki adaletli davranmıyorsun” diyecek küstahlığı göstermiştir.
Böyle olunca, tahkim tutanağında mü’minlerin emiri yerine, kendi ismini yazdığı için Ali’ye, “Mu’minlerin emiri değilsen, kafirlerin emirisin” demeleri çok görülmez. Halbuki ondan önce kendileri tahkime gidilmesi meselesinde ısrar etmiş ve “Ey Ali, kendisine çağrıldığın zaman Allah’ın Kitabı'na icabet et, aksi halde seni düşmanın eline veririz veya İbn-i Afvan’a yaptığımızı sana da yaparız” demişlerdir. Dolayısıyla Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlar hakkında buyurduğu, “Dillerinden Kur’an dökülür ama şiddetlidirler” sözü tam yerindedir.
Halbuki İslam, inatçı davranan ve karşı koyan kafirlere karşı şiddetli olmayı teşvik etmiş, bununla birlikte Müslümanlara karşı şefkat ve merhamet ile davranmayı emretmiştir. Hariciler ise bunu tam tersine çevirmişlerdir.

Ebu Ya’la, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder:
“Aranızda öyle bir topluluk var ki, ibadetlerine insanlar hayran kalır. Bunların kendileri de yaptıklarını beğenirler. Ancak okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar.” (Ebu Ya’la, 3/1007)

Haricilerin kendilerini ve liderlerini beğenmesinin en açık ifadesi, insanların en kötüleri olmasına rağmen onları çokça övmeleridir. Halbuki aynı kişiler sahabeye sövmekte, hakaret etmekte ve hatta tekfir etmektedir.

Şatıbi, Sapık fırkalardan ve Haricilerden söz ederken şöyle der: “Hariciler, Allahu Teala ve Rasulu’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem övdüğünü ve salih selefin övülmesinde ittifak ettiği kişileri yerdiler. Salih selefin ittifakla kötülediği ve Ali’yi öldüren Abdurrahman bin Mulcem gibi kişileri övdüler ve Ali’yi Radıyallahu Anhu öldürmesini onayladılar.
Allahu Teala’nın, “İnsanlardan öyleleri de var ki Allah’ın rızasını almak için kendini satar (feda eder)” ( 2 Bakara/207) ayetinin İbn-i Mulcem hakkında indiğini ve bundan önceki “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider” ( 2 Bakara/204) ayetinin ise Ali Radıyallahu Anhu hakkında indiğini söylediler. Allah onların canını alsın, ne kadar da yalan söylüyorlar. Umran bin Hitan (Bu, İmran bin Hittan es-Sedusi’dir. Haricilerin önde gelen şair ve hatiplerindendir. Hicri 84 yılında öldü. Haricilerin mezhebine katılmasının sebebi, onların anlayışında olan amcasının bir kızı ile evlenmesidir. Evlendiği kadının görüşüne meyletmiştir. Buhari bundan hadis rivayet ettiği için eleştirilmiştir. Halbuki sadece ipek giymenin haramlığına dair bir rivayet nakletmiştir. Bunu da tabi rivayetler arasında belirtmiştir. Sözkonusu hadisin Buhari’de başka yolları da aktarılır. Bunun için, Fethu’l-Bari’nin mukkadimesine bakınız. Buhari’nin Haricilerin görüşlerine meyletmeden önceki durumuna bakarak ondan rivayette bulunduğu söylenir. Başkaları ise, ömrünün sonunda Haricilikten vazgeçtiğini belirtmektedir.
Bununla birlikte Ebu Davud şöyle der: “Fırka mensupları arasında hadisleri en sahih olanlar Haricilerdir.” Daha sonra ise İmran ve başkalarını zikretmiştir. Çünkü Hariciler yalan söylemeyi küfür olarak görürler. İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Günahlar sebebiyle tekfir eden ve yalan söylemeyi bu tür günahlardan görenlerin şahitliği, böyle olmayanların şahitliğinden daha makbuldür. Selef de, halef de bunların şahitliğini kabul etmeye devam etmiştir.” Et-Turuku’l-Hukmiyye, 232 )
İbn-i Mulcem’i şöyle övmektedir:
“Muttaki adam öyle bir vuruş vurdu ki, onunla Arş’ın sahibinin rızasını kazanmak istedi.
Ne zaman aklıma gelse, onu Allah’a karşı görevini en iyi yapmış kişi olarak sayarım.”
Allah kendisine lanet etsin, nasıl da yalan söylüyor.”
(El-İtisam, 2/268. Buna cevap vermek için yazılmış beyitler ile ilgili olarak el-Bağdadi’nin, el-Farku Beyne’l-Fırak isimli kitabı, 93. Sayfaya bakınız)


Onların bir diğer vasıfları ise, şer’i delilleri anlamadan, Şari’nin ondan maksadını kavramadan ve nassların neye delalet ettiğini bilmeden hüküm vermeleridir. Anlayışları bozuktur. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları, “akılca kıt” (Muslim’in rivayet ettiği hadisten bir bölümdür.) diye nitelemiştir.
Sünnetin, Kur’an’ı açıklamasından kendilerini mahrum bıraktıkları için bocalamışlar, meselelerde birbirlerini tekfir etmişler, sonra tevbe etmişler ancak daha sonra yaptıkları bu tevbenin de hata olduğunu söylemişlerdir. Veya başka bir görüşe yönelmişler ve öncekinden tevbe etmişler, ama daha sonra o tevbeden de vaz geçmişler ve aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir. Bütün bunlar delillendirme yöntemini bilmedikleri ve kavrayışlarının yetersizliği sebebiyle olmuştur.

Muberred, el-Kamil’de şöyle anlatır: “Haşimoğullarının bir velisi Nafi bin Ezrak’a gelmiş ve şöyle demiş: ‘Müşriklerin çocukları ateştedir, bizemuhalefet edenler de müşriktir. Dolayısıyla onların çocuklarını öldürmemiz helaldir.’ Bunun üzerine Nafi kendisine, ‘Kafir oldun ve kendin delil getirdin’ demiştir.
(Nafi’nin ona “sapıttın”, yanıldın”, “hata ettin” gibi bir şey söylemeden hemen “kafir oldun” demesine dikkat etmek gerekir. Öldürme, insanların kanını helal sayma ve küfür hükmünün sonuçlarını uygulama meselelerinde ne kadar acele davranmaktadırlar.)

Adam; ‘Allah’ın Kitabı'ndan sana bunun delilini getirmezsem beni öldür’ dedi ve şu ayeti okudu: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar.” ( 71 Nuh/26-27)
Bunun üzerine Nafi, kendilerine muhalefet edenlerin çocuklarının da cehennemlik olduğunu ve öldürülebileceklerini söyleyerek şunu ilave etti:
“Yaşadıkları memleket, küfür memleketidir. Ve bundan sadece imanını izhar eden hariç tutulur. Geri kalanının kestiklerini yemek, kadınlarıyla evlenmek ve onlara mirasçı olmak
helal değildir.”
Nuh’un Aleyhisselam kavmini dokuz yüz elli yıl İslam’a davet ettiği halde, davetine karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan, elbiselerine bürünen ve kibirlendikçe kibirlenenler için söylediği sözlerini hatalı bir şekilde kendilerine delil göstermişlerdir.
Allahu Teala, Nuh’a Aleyhisselam şöyle vahyetmişti:
“..artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası (sana) asla iman etmeyecek.” (11 Hud/36)
Nuh’un Aleyhisselam kafirler için söylediğini insanların en hayırlı kişileri ve çocukları için söylemektedirler. Çünkü basiretli ve yeterli bir anlama ve kavrama yeteneğine sahip değildirler. Akılları doğru istidlal yapmaktan uzaktır.
Bu durumları Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlar için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” sözünün ne kadar doğru olduğunu gösterir.

NeveviRahimehullah şöyle der:
“Bundan maksat, dilleriyle tekrar etmekten başka Kur’an’dan nasiplerinin olmadığını, kalplerine ulaşması bir yana, gırtlaklarından aşağıya bile geçmediğini belirtmektir. Çünkü Kur’an okumaktan maksat, kalpte anlamak ve üzerinde düşünmektir.” Şer’i ahkamda katı tutum takınmaları, Allahu Teala’nın Müslümanlar için tanıdığı kolaylığı tanımamaları ve ümmetin işini zorlaştırmaları da onların vasıflarındandır. Onlardan bazıları hayızlı kadının kılmadığı namazları sonra kaza etmesini vacip görmüş, hırsızlıkta nisap ölçüsünü gözetmeden az veya çok mal çalan kişinin elini omuzdan kesmiş, kendilerine hicret etmeyi vacip saymış, kendi mezheplerinden de olsalar muhaliflerine karşı kendi yanlarında savaşmayan kişileri tekfir etmiş, kadınlar da dahil kendilerine hicret etmede birbirlerini mazur görmemiş, mezheplerinden olmayan bir erkek ile evlenmeye ailesi tarafından zorlanan bir kadını, “Daru’l-küfürde ikamet eden herkes kafirdir ve oradan hicret etmesi gerekir” diyerek kendilerine hicret etmediği için tekfir etmişlerdir. (Eş’ari, Makalat, 1/88)

Bu nedenle ilk dönemlerdeki Müslümanlar, Allahu Teala’nın kolaylık tanıdığını zorlaştıran herkesin Haricilerden olduğunu düşünürdü.
Buhari ve Muslim, Muaze adındaki kadından şöyle rivayet ederler:
“Aişe’ye; ‘Hayızlı kadın neden orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?’ diye sordum.
Bana; ‘Sen Harurilerden misin?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama soruyorum’ dedim.
Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Hayızlı olduğumuz zaman orucu kaza etmemiz emredildi ancak namazı kaza etmemiz emredilmedi.’”

Onların niteliklerinden biri de, müteşabih ayetlere uymaları ve muhkem olan ayetleri ölçü almamalarıdır. Taberi, Tehzibu’l-Asar’da, İbn-i Hacer’in sahih olduğunu bildirdiği bir sened ile Hariciler hakkında İbn-i Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet eder:
“Kur’an’ın muhkemlerine iman ederler ancak muteşabihleri ile helak olurlar.” ( Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Bu nedenle sahabe Radıyallahu Anhum, bu şekilde davranan birini gördüklerinde onu Haricilerden zannederdi. Subayğ bin İsl hadisinde Ebu Osman en-Nehdi’den şöyle rivayet edilmektedir:
“Beni Yarbu veya Beni Temim’den bir adam Ömer İbnu’l-Hattab’a, Zariyat, Naziat, Murselat veya başka bazı ayetler hakkında sordu.
Ömer ona, ‘Başını göreyim, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum’ dedi ve Basra halkına onunla oturup kalkmamalarını yazdı. Şöyle denmiştir:
‘Yüz kişi de olsalar, o adam geldiği zaman dağılırlardı.’” ( Es-Sarimu’l-Meslul, 188, Emevi ve başkalarından sahih bir sened ile rivayet edilmiştir)

Tabi’in’in bakışı böyledir. Malik, Muvatta’da, Said bin Mansur Sünen’de ve Beyhaki (8/96) Rabia bin Ebi Abdurrahman’dan şöyle rivayet ederler:
“Said bin Museyyeb’e; ‘Kadın parmağını kesmenin cezası nedir?’ diye sordum. ‘On deve’ diye cevap verdi. Ben; ‘İki parmağı kesilirse, cezası ne olur?’ diye sordum. ‘Yirmi deve’ dedi. Ben; ‘Üç parmak kesilirse’ dedim. ‘Otuz deve’ dedi. Ben yine; ‘Dört parmak kesilirse’ diye sordum. O; ‘Yirmi deve’ diye cevap verince kendisine; ‘Neden yarası ve acısı arttığı halde cezası azaldı?’ dedim.
Bana; ‘Sen Iraklı mısın?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama öğrenmek istiyen bir cahil veya bildiğini pekiştirmek isteyen bir alimim’ dedim. Bunun üzerine şöyle cevap verdi:
‘Ey kardeşimin oğlu, sünnet böyledir.’”
Kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadardır. Bu mesele hakkında el-Muğni ve diğer kitapların “Diyetler” bölümüne bakınız.

Said bin Museyyeb, kendisine gelen bu kişinin sorup durduğunu görünce, sünnete itiraz ettiğini ve müteşabihin peşine düştüğünü zannetti. Bu nedenle kendisine Iraklı olup olmadığını sormuştur. Çünkü o dönem Irak fitne ve Haricilerin yatağı idi. Bu Aişe’nin Radıyallahu Anha, hayızlı kadının namazını neden kaza etmediğini soran Muaze adındaki kadına Harurilerden olup olmadığını sorması kabilindendir.

Ömer İbnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum” demesinden anlaşılmaktadır ki; onların vasıflarından biri de saçlarını tamamen kesmeleridir.
Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem gelen rivayetlerde onlar bununla da nitelenmişlerdir.
İmam Ahmed, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder:
“Ümmetimde ihtilaf ve tefrika olacaktır. Onlardan bir kavim çıkacak ki Kur’an’ı okuyacaklar, ama boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onların özelliklerinden biri de saçlarını tamamen traş etmeleridir.” (İmam Ahmed, Musned, 3/197. İlginçtir ki, haksız yere Harici olmakla suçlanan bizim ve diğer Tevhid davetçilerinin bilinen tavrı, saçlarını uzatmalarıdır. Hatta bazıları bunu bize uygun görmemiş ve eleştirmiştir.)
Onların bir diğer niteliği ise, batıl görüşlerini yaldızlamaları ve ona hak süsü vermeleridir. Bu nedenle ciddi bir bilgisi veya derin basireti olmayan kişiler onlara kanar ve peşlerinden giderler. Ali’yi tahkime zorladıklarında “Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir”(Al-i İmran/23) ayetini dillerine doladılar. Ali’nin Radıyallahu Anhu kendilerine hitap etmesi esnasında, “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek bağırdılar. Bunun üzerine Ali bin Ebi Talib Radıyallahu Anhu, “Batıl için kullanılan hak bir söz” diyerek onlara cevap verdi.
Onların emirleri insanlara hitap ettikleri zaman cenneti ve şehitliği öne çıkararak insanların duygularını coşturur, Müslümanlardan söz ederken ise şunu söylerlerdi:
“Bizi, halkı zalim olan bu memleketten çıkar..” İbn-i Kesir Rahimehullah, onları “İnsanların en tuhafı” diye nitelemiştir.
Onlar, İbn-i Kesir’in dediği gibi insanların en tuhafı olmaları nedeniyledir ki, halkı Ali ile savaşmaya teşvik ederken şöyle derlerdi: “Rahman ve rahim olan Allah’a itaatin gerçekleşmesi için onların yüzlerine ve sırtlarına kılıçlarla vurunuz.
Bunu başarır ve istediğiniz gibi Allah’a itaat ederlerse, size itaat edenlerin sevabı vardır. Ancak siz öldürülürseniz, Allah’ın rızasına ve cennetine ulaşmaktan daha güzel ne olabilir ki?”
İbn-i Kesir Rahimehullah, Ali’nin ordusundaki komutanlardan biri olan Ebu Eyyub el-Ensari’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Attığım mızraklardan biri, Haricilerden bir adama isabet etti ve sırtından çıktı. Ben Ona şöyle dedim: ‘Ey Allah’ın düşmanı müjde, sana eteş var.’ Bunun üzerine bana; ‘Hangimizin orada kalmaya daha layık olduğunu öğreneceksin’ dedi.”

İbn-i HacerRahimehullah, Fethu’l-Bari’de, Haricilerin vasıfları ile ilgili olan hadisteki “..yaratılanlar arasında en hayırlı konuşanlardır” sözüne işaret ederek bundan maksadın kalpler olduğunu ve en güzel sözün de Kur’an olduğunu söyleyenlere işaret ettikten sonra şöyle der:
“Bu sözün zahir anlamda olması muhtemeldir. Bundan maksat, zahirde güzel, ama batında bunun aksi söz söylemektir. Aynen cevap olarak Ali’ye Radıyallahu Anhu,
“Hüküm ancak Allah’ındır” dedikleri gibi.” (Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Onların nitelikleriden biri de, çabuk görüş değiştirmeleri ve kararsız olmalarıdır. Ali’nin tahkime gitmesi için baskı yapan, ancak daha sonradan bunu kabul ettiği için onu tekfir edenler, aynı kişilerdir. Kendilerine “Mu’minlerin emirine itaat ediniz” denildiğinde, “Bize Ömer gibi birini getirin, kabul ederiz” demişlerdi. Çok geçmeden kendilerine emir olarak, sahabeden olmayan, herhangi bir geçmişi veya üstünlüğü bulunmayan Abdullah bin Vehb er-Rasibi’yi atadılar.
Basra’ya, yanında mahremi olmadan gittiğini iddia ederek Aişe’yi Radıyallahu Anha tekfir ettiler ve ona “Evlerinizde vakarınızla oturun” (33 Ahzab/33) ayetini okudular. Halbuki kardeşinin oğlu Abdurrahman ve kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Zubeyr, yolculuğu esnasında Aişe’nin Radıyallahu Anha yanında bulunuyorlardı. Ayrıca Müslümanların hepsi onun mahremidir. Çünkü o, Müslümanların annesidir. Aişe’ye Radıyallahu Anha bu şekilde karşı çıkan Şebibiyye fırkası, çok geçmeden başlarına liderlerinin karısı olan Ğazale’yi getirdiler. Ğazale, Haricilerden olan diğer kadınları da yanına alarak Haccac’a karşı savaştı. Bu ise benzer şeyler arasında denge kuramamaları ve hevalarına uymaları sebebiyledir. Halbuki insanlar arasında kıyasa en çok itibar edenler de kendileridir. (Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 116)


Onların niteliklerinden biri de, en basit sebeplerden dolayı bile çabuk bölünmeleri ve fırkalaşmalarıdır. Çok basit bir ihtilaf yüzünden birbirlerine girip ilişkilerini kesebilir, hatta birbirlerini tekfir edebilirler. Şüphesiz bütün bu nitelikleri çirkin, akide ve düşünceleri ise sapıklıktır. Allahu Teala’nın dinine bağlı olan cemaatin bir mensubu olmak isteyen ve hakkın peşinde olan herkesin, bu niteliklerden ve akidelerden uzak durması ve sakınması gerekir. Şöyle denilir:
Sana öyle bir iş hazırladılar ki;
Farkında olsan,
Onu yapmak yerine kuzularla beraber otlamaya razı olursun.

Bizi, menhecimizi ve davetimizi bilen herkes, Allahu Teala’nın lütfu ile bütün bu nitelik, akide ve düşünceler ile ilişkilerimizin olmadığını ve bunlardan en fazla sakındıranın da biz olduğumuzu bilir. Hatta bu gibi akide ve düşüncelerden beri olduğumuzu belirtmemiz ve insanları bunlardan sakındırmamız sebebi ile, hakkımızda karalamalar yapılmış, bizlere haksızlık yapılmıştır. Hatta bazıları bu sebepten dolayı bizleri tekfir etmiştir. Buna rağmen uzak veya yakın kimseye taviz vermedik ve bu çirkin nitelikleri ve sapık akideleri tasvip etmedik. Hasımlarımızdan insaf ve vicdan sahibi olan
herkes bunu itiraf eder ve şahitlik yapar. Bununla birlikte şuna dikkat çekmek isteriz ki; bu çirkin huylardan herhangi birine sahip olan herkesin Haricilerden olduğuna hükmetmek
doğru değildir. Aksine, Haricilerin prensiplerini ve sapık akidelerini benimsediğini kabul etmedikçe, kimseyi bu nitelikler ile nitelemek doğru olmaz.
Sahabeyi tekfir etmek, günah işleyen Müslümanları tekfir etmek, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşmak, onların kan, mal ve namuslarını helal görmek gibi temel anlayışlarını, yöntem olarak kabul etmedikçe, kimseyi onlardan saymak caiz değildir.


Şatıbi, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif olan diğer fırkalardan söz ederken şöyle der:
“Beşinci konu: Herhangi bir fırkanın, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif sayılması, ayrıntıların birinde değil, genel din anlayışı ve şeriatın kaidelerinin birinde ona muhalefet etmesi sebebi ile olur. Çünkü cüz’i ve tali olan şeyler üzerindeki ihtilaf sebebiyle fırkalaşma olmaz. Fırkalaşma ve bölünme ancak genel konulardaki muhalefet ile meydana gelir.”
“Genel kaideler, cüz’i konuların çokluğu ile oluşur. Kişi, teferruattan olan bir çok meselede farklı görüş ortaya koyarsa, bunlar şeriatın kaidelerinden birine veya daha fazlasına muhalefet ile sonuçlanır. Ancak cüz’i olan tek bir meseledeki ihtilaf böyle değildir. İhtilafın böyle bir meselede meydana gelmesi, bid’atçının hata ve yanılması kabilindendir.” ( Şatıbi, El-İtisam, 2/233 ve 287)


Bundan da anlaşılmaktadır ki, Hariciler veya diğer dalalet ehli fırkaların Ehl-i Sünnet'e muhalif olan genel usül ve kurallarını benimsediği sabit olmadıkça, kimsenin onlara nisbet edilmesi caiz değildir. Şiddet, taassub, aşırılık ve hüküm vermede pervasızlık gibi kötü huyların biri sebebi ile onlara muvafık düşen kimseyi, onlardan saymak doğru olmaz. Bu, Haricilerde bulunan ve onların ayırıcı özelliklerinden sayılan bir nitelik bile olsa, Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettikleri genel kural ve usullerinden değildir. Üstelik bu ahlak, sadece onlara mahsus ve başkalarında bulunmayan bir şey de değildir. Çünkü buna benzer şeyler herkeste bulunabilir.
Bunların çoğu imanı ve ilmi az olan kişilerde bulunabilen nitelikler olup, kalpteki hastalık, zayıflık ve ifrazattan başka bir şey değildir. Buna özellikle dikkati çekmek istiyorum. Çünkü ilim tahsilinin henüz başlarında olan bazı kişilerin tam kavrayamadıkları bazı konularda heyecanlı davrandıkları ve aşarılığa kaçtıkları görülmektedir. Bu kişiler zaman zaman görüşlerinde ileri giderler ve ölçüyü kaçırırlar. Bu durumlarda onları hemen Harici olmak ile nitelemek doğru değildir. Özellikle bu aşırı davranışlar, ihlaslı ve dürüst kişilerde Allahu Teala’nın Kur’an’da ilim ehlini nitelediği ve ilmin aslı olan Allah korkusu ile çok geçmeden kaybolur. Bu ise Allahu Teala’nın Kitabı'nı iyice düşünüp taşınmak ve ilim talebesini aşırılıktan, riyadan, faydasız tartışmalara girmekten, arsız insanlarla vakti boşa geçirmekten ve ilmi bu tür işler için öğrenmekten sakındıran hadisleri incelemekle olur. Alimlerin söylediklerini incelemek, siyerlerini okumak, ahlak ve davranışlarını öğrenmek de buna yardımcı olur.
Abdullah bin Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
“Her çalışanda bir şevk vardır, her şevkin de bir sonu vardır. Kimin şevkinin sonu sünnetimde kalırsa doğru yoldadır. Kim de hata eder (sünnetimin haricinde kalır) ise o da helak olmuştur.”


Bu rivayet, işin başında herkeste bu hamasetin az çok bulunduğunu gösterir. Allahu Teala iyililiğini istediği kişileri nefsin kötü arzusuna karşı koymaya ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünnetine uymaya muvaffak eder. Haricilerin kötü niteliklerini tanıdıktan sonra hak peşinde olan bir kişiye düşen görev, bu niteliklerden herhangi birinde onlara benzememeye çalışmak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in niteliklerine sahip olmak için gayret etmek ve kişiyi dinden çıkmaya kadar götürebilen aşırılıklardan kaçınmaktır.
İbadet ehli olmalarına rağmen, aşırılık ve hevalarına uymaları, Haricileri dinden çıkmaya ve Nübüvvet dönemine çok yakın ve nesillerin en hayırlısı olan sahabe ve tabi’in ile beraber olmalarına rağmen onların yeryüzünde öldürülen en şerli insanlar olmalarına yol açmıştır. Bu nedenle onlardan sonra gelen nesillerin bundan dersler çıkarması, kötülüğünün farkına varıp sakınması, ilmin azaldığı ve cehaletin yayıldığı, insanların dalalet öncülerini lider edindiği ve heva sahiplerinin peşine takıldığı günümüzde onların yolundan şiddetle sakınması gerekir.


İbn-i TeymiyeRahimehullah şöyle der:
“Allahu Teala’nın dini, onda aşırı giden ile geri duran arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman bir kula bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına çıkarak itiraz eder. Bu itarızının hangisinde başarılı olması onun için önemli değildir. İslam Allahu Teala’nın dinidir ve din olarak insanlardan sadece o kabul edilecektir.
Bu nedenle şeytan, İslam’a mensup herkesin yoluna çıkmış, şer’i hükümlerin birçoğundan saptırmış, hatta bu ümmetin en abid ve en zahid kitlelerini bile dalalete düşürmüş ve okun yaydan çıkması gibi dinden çıkmalarına sebep olmuştur.”(Mecmuu’l-Fetava, 3/236)


İbn-i Teymiye Rahimehullah, Hariciler ile ilgili yukarıda aktarılan hadisleri belirttikten sonra şöyle der:
“Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve raşid halifeler zamanında İslam’a mensup olup çokça ibadet etmelerine rağmen dinden çıkan ve kendilerine karşı savaşı hak eden olmuşsa, bilinmelidir ki bugün de İslam’a veya sünnete mensup insanlar İslam’dan ve sünnetten çıkabilir; hatta sünnet ile ilgisi olmayanlar ona bağlı olduğunu iddia edebilir. Halbuki kendisi ondan çıkmıştır. Bunun sebepleri vardır ve aşırılık bunlardan biridir. Allahu Teala, Kur’an’da aşırılığı kötülüyerek şöyle buyurmuştur:
“Ey kitap ehli, dininizde aşırı gitmeyin..”( 4 Nisa/171)
“De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.”( 5 Maide/77)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
“Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi, dinde aşırılığa kaçmalarıdır.” (Sahih bir hadistir)
Bu sebeplerden biri de Allahu Teala’nın Kur’an’da belirttiği ihtilaf ve bölünmedir. Diğer bir sebep ise, ilim sahiplerinin ittifakı ile Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem adına uydurma olduğu bilinen birtakım hadislerdir.
Cahil kişiler bunları hadis olarak duyar ve hevasına uygun düştüğü için onlara inanır.
Dalaletin aslı, zan ve hevaya uymaktır. Allahu Teala, kınadığı kişiler hakkında şöyle buyurur:
“Onlar sadece zanna ve nefislerin arzularına uyarlar. Halbuki onlara Rableri tarafından hidayet gelmiştir.”( 53 Necm/23)
Allahu Teala, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem için ise şöyle buyurur:
“Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o, kötü arzularına göre de konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.”( 53 Necm/1-4)
Allahu Teala, Rasulü'nü cehalet ve zulüm olan dalalet ve sapıklıktan tenzih etmiştir. Dalalette olan, hakkı bilmeyendir. Sapmış olan ise, hevasına uyandır. Allahu Teala, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem nefsin arzusu ile konuşmadığını, ancak Allahu Teala’nın kendisine vahyettiğini aktardığını bildirmiş, onu ilim ile nitelemiş ve hevaya uymaktan tenzih etmiştir.”( Mecmuu’l-Fetava, 3/238)




B- “Harici” teriminin ıstılahi manasına dikkat edilmeli ve gerek zulmü kaldırmak için olsun ve gerekse idareyi ele geçirmek için olsun yönetime karşı çıkan ve ayaklananlar ile bid’at olan akide sahibi olan ve usül bakımından Ehl-i Sünnet'e muhalif olan Haricileri birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü bu her iki kesim içinde “Hariciler” kelimesi kullanılır.
Haricilerin ilk ortaya çıktıklarında amaçları yönetimi ele geçirmek değildi. Birçoklarının dünyaya iltifat etmediği, zühd ve ibadete düşkünlükleri ve sapık da olsa akideleri için ölmeye hevesli oldukları bilinmektedir. Ayrıca sadece yöneticilere karşı değil, bütün Müslümanlara karşı çıkmışlar, iyi ile kötüleri arasında ayırım yapmamışlardır.
Kafir olduklarına hüküm verdikten sonra Müslümanları öldürmeyi, mallarını yağmalamayı ve kadınlarını esir almayı helal saymış, bu uygulamalarında kadın ve çocukları bile istisna etmemişlerdir. Onların hareket noktası sapık ve yanlış bir akidedir.
“Harici” olarak nitelenen diğer kesim ise, bir akide davasıyla değil, yönetime karşı başkaldırma veya ele geçirme için yöneticiye karşı çıkanlardır.


Bunlar iki kısımdır:
Birincisi: Din adına öfkelendikleri için veya yöneticilerin zulmüne ve sünnete göre hareket etmemelerine ya da namazları bırakmalarına tepki gösterme sebebiyle ayaklananlar. Bunlar hak ehlidir. Alimler bunlardan sayılırlar. Ali’nin oğlu Hasan, Harra’da toplanan Medineliler ve Abdurrahman bin Eş’as ile beraber Haccac’a karşı çıkan “Kurra” bunlardandır.
İkincisi: Şüpheleri olsun veya olmasın, sadece iktidar için ayaklanmış olanlardır. Bunlar ise bağiler hükmündedir. ( Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)


Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet'in cumhuru, zalim de olsa Müslüman imama karşı sabretmeyi tercih etmekte ve açık küfür içinde olmadıkları sürece onlara karşı ayaklanmayı uygun görmemektedir. Alimlerin, zalim imama karşı zulmüne karşı çıkmak için ayaklananları hak ehli olarak gördüğü ve hiçbir şekilde sapık Hariciler ile eşit saymadığı halde, acaba yöneticilerin bir çok sebebi işleyerek açık küfre ve şirke girdiklerini görerek, dinine yardım etmek için onlara karşı çıkan kişileri Hariciler olarak isimlendirmek caiz olur mu?
Allahu Teala’nın basiretlerini körelttiği ve kalplerini mühürlediği birçok kişinin yaptığı gibi, bu insanlara Hariciler ismini takmak caiz midir?
Basireti kapalı bu kişiler, yasama yapan tağutları ve küfür kanunlarını egemen kılan müşrik kafirleri eleştiren veya tekfir edenlere, Ehl-i Sünnet'in en iyileri ve muvahhidlerin en samimilerinden olsalar bile, Hariciler adını vermektedirler.
Bu insanların tağut müşriklere karşı çıkışı kalem veya dil ile, kuvvet veya kılıç ile olması da onlar için farketmez.
Onların bu iddialarının doğru olduğunu söylesek ve bu muvahhidlerin Harici olduğunu kabul etsek bile, keşke bu muvahhidler ile tağutlar arasında verdikleri zarar yönünden tercihte bulunma konusunda mağrib alimleri kadar basiretli ve kavrayışlı olsalardı. Mağrib alimleri Haricilerden Ebu Yezid el-Harici liderliğinde Beni Ubeyd (Fatımiler) ile savaşmak üzere çıktıkları zaman, bu bayrak altında savaşmalarını kınayan kişilere şöyle demişlerdir: “Allahu Teala’ya karşı günah işleyen kişilerin yanında, Allahu Teala’ya küfredenlere karşı savaşıyoruz.”
O dönemin fakihlerinden olan Ebu İshak şöyle der:
“Bunlar kıble ehlidir. Ancak kendilerine karşı savaşılan Beni Ubeyd kıble ehli değildir. Onları yenersek, Harici olan Ebu Yezid’in sancağı altında bulunmaya devam etmeyeceğiz.”
Halbuki bu mübarek daveti taşıyan o insanlar, kurdun Yusuf’un Aleyhisselam kanından beri olduğu gibi Haricilerin akide ve usullerinden beridirler. Mücadeleden geri kalan ve Allahu Teala’nın düşmanlarına karşı zillet, meskenet ve aşağılık içerisinde oturan bu beceriksizlerin, hiç olmazsa bu mücahid muvahhidlere iftira etmek ve yalan söylemekten kaçınmaları gerekmez miydi?
Hiç olmazsa, onları kınamayı bırakın veya onların sizin hakkınızda sustukları gibi siz de onlar hakkında susun.



C- Şimdiye kadar gördüklerimizden anlaşılmaktadır ki akide yönünden olmasa da, diğer alanlarda Haricilere en çok benzeyen ve onların kötü niteliklerine en fazla sahip olmaya layık olanlar, dine ve ilme mensup olan bu yalakalardır. Haricilerin birçok kötü niteliği bunlar ile tam olarak uyuşmaktadır.
Bu niteliklerin başında, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Selem hadiste belirttiği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sıfatı gelmektedir.
Tağutlarla dost, ama muvahhidlere, onların davet ve cihadlarına düşman olan, hatta tağutlara karşı Mürcie, ama muvahhidlere karşı Hariciler olan bu sözde alimler ve benzerlerinin, nice kez muvahhid Müslümanlara ve davetlerine karşı tağutları teşvik ettiklerini, onları kışkırttıklarını, bunun için fetvalar düzenlediklerini (Hicaz ve başka memleketlerde bu türden çok kişiler bulunmaktadır. Bunlardan birinin bu alanda yazdığı bir kasidesine reddiye olarak bizim yazdığımız ve “İla harisi’t-Tendidi ve Ruhbanihi” ismini verdiğimiz kasidemize bakınız. Ürdün’de de Ali el-Halebi bu doğrultuda verdiği fetva ile tağutların ve destekçilerinin gönlüne su serpmiştir. Bazı fazilet sahibi kardeşler onun bu fetvasını “El-Kavlu’l-Mubin fi Şeyhi’l-Muhbirin” adıyla yayınlamıştır.) ve hatta bu muvahhid mücahidlerin bağiler olduğunu söyleyerek, verdikleri fetvalarının kendilerini Allah’a yaklaştırdığını düşündüklerini gördük.
Onlar, muvahhid mücahidlere Hariciler adını vererek karalamakta ve Haricileri tekfir eden kimi alimlerin söylediklerinden hareketle onları tekfir etmektedirler. Bu yaptıkları ile onlar, dalalet ehlinden olan Haricilerden çok daha kötü bir dereceye düşmektedirler. Hariciler günah ve masiyetler sebebiyle insanları tekfir ettiler. Bunlar ise sırf Tevhid ehlinden olmaları ve, şirke karşı çıkıp müşriklerden beri olmaları sebebiyle insanları tekfir ediyorlar.


İbnu’l-KayyimRahimehullah böyleleri için ne güzel söylemiş:
“Haricilere benzeyen ve haksız yere günahlar sebebiyle insanları tekfir eden mi var!
Hasımlarımız ise Tevhid ve imanın zirvesi olan şeyler ile bizi tekfir ettiler.
Ne tuhaftır ki Kur’an ve hadis ehlini suçlayarak zahir şeyler ile hareket eden
ve doğru yolu bulamayan Hariciler gibisiniz, dediler.
Şu ahmaklıklarına bak, iman ehline Haricilik sıfatını nisbet ettiler.
Rasulullah’ın sünnetlerine hem dilleri ve hem de kılıçlarıyla saldırdılar.
Allah’a yemin ederim ki azgınlığın öncüleri olan Hariciler böyle değildi.
Onlar günahkarı tekfir ederken, siz sırf itaat ehli oldukları için tekfir ettiniz Ehli Sünnet'i.
Onlar sizden daha iyidir, dersem, kim hayır diyecek; iki taraf eşit değildir, vallahi.
Günah sebebiyle tekfir edenler nerede, sünnete uyanları tekfir edenler nerede!
İçtihad ettik, dediniz, onlar da içtihad ettiler, baği birer topluluksunuz ikiniz de.
İkiniz de nasslara muhalefet ettiniz, aranızda odur hakem de.
Onlar benzer bir nassla başka bir nassa muhalefet ettiler ve uzlaştıramadılar ikisini de.
Sizler nasslara muhalefet ettiniz, zihinlerde oluşan şüphelerle.
(Bu, İbnu’l-Kayyim’in çok güzel bir nitelemesi ve karşılaştırmasıdır. Sanki günümüzde tağutların çömezlerini anlatmaktadır. Hariciler, sünneti ihmal etmeleri ve Kur’an anlayışlarındaki zayıflık ve bu ikisini uzlaştırmadaki yetersizlikleri sebebiyle o duruma düştüler. Ancak bu çömezlerin istidlallerine bakan bir insan, hiçbir ciddi delil göremez. Aksine bütün delilleri önemsiz şeylerdir. Hattabi kelam ehli için şöyle söyler: “Baktığın zaman gerçek sandığın şüpheler, hepsi kırılmış ve dağılmış cam parçalarından farksızdır.” Bunların durumu aynen böyledir.)


Sizler hangi sebeple onlardan daha hayırlı ve hakka daha yakınsınız?
Onlar Kur’an’ın lafzından anladıklarını, onu açıklayan hadisten aldılar öne.
Halbuki sizler kişilerin görüşlerini ikisinin de önüne aldınız, şimdi eşit misiniz ikiniz de?
Yoksa onlar İslam’a sizden daha mı yakındır? Artık sabah oldu gözü görenlere.
Ahiret günü Allah aranızda hüküm verecektir, adalet ve insaf ile.
Biz, Allah’ın hidayet verdikleri dışında, onlardan da beriyiz, sizden de.”


Ali ve beraberindekilerin, hakiki Haricilere nasıl muamele yaptıklarını yukarıda aktardık. Onlara hiçbir şekilde haksızlık yapmamışlar, savaşmadan önce kendilerine defalarca elçi göndermişler, şüpheleri konusunda onlarla münakaşa etmişler ve Müslümanların kanını akıtıncaya, mallarına ve ailelerine saldırıncaya kadar onlar ile savaşa başlamamışlardır. Onlara saldırmadan önce savaşa katılmayan veya Kufe ve Medain’e gidenlerin eman altında olacaklarını bildirdiler. Ayrıca onlarla savaştıklarında mallarını ganimet olarak almadılar ve yağmalamadılar. Aksine mallarını velilerine ve mirasçılarına iade ettiler.
Bütün bunlar, Ali’nin Radıyallahu Anhu Müslümanların can ve malları hakkında gösterdiği titizlikten kaynaklanmaktadır. Öldürülenler arasında Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadiste bildirdiği, vücudunda kadın memesine benzer bir çıkıntı olan kişinin bulunması üzerine, hadislerde kastedilen kişilerin bunlar olduklarına kanaat etmişler ve ancak bundan sonra onların öldürülmelerine sevinmişlerdir. Buna rağmen Ali’ye Radıyallahu Anhu, “Onlar müşrik midir?” diye sorulduğunda, “Zaten şirkten kaçtılar” diye cevap vermiş ve yine “Münafık mıdırlar?” diye sorulduğunda ise, “Münafıklar Allah’ı az anarlar” demiştir.
(Muslim’in şartına uygun bir sened ile İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’inde, “O halde onlar nedir?” sorusuna, “Onlar kardeşlerimizdir. Bize karşı ayaklandılar, biz de bundan dolayı onlarla savaştık” cevabını verdiği anlatılmaktadır. Ayrıca bunu İbn-i Kesir’de, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/290’da aktarmaktadır. Ancak Buhari, hadisin ravisi olan Heysem bin Adiy için, güvenilir olmadığını ve yalan söylediğini belirtmektedir. Aktarılan bu eki, Ali’nin Cemel olayına katılanlar hakkında söylediği rivayet edilir.)


Hadiste, okun yaydan çıkması gibi dinden çıktıkları bildirilen bu Hariciler hakkında bile selefin insaf, adalet ve kavrayışı ile, günümüzde tağutların çömezlerinin muvahhidlere karşı yaptıkları saldırı ve haksızlıklar arasında ne kadar fark bulunmaktadır.


D- Asılsız iftiralarda bulunan bu muhaliflerin Haricilere benzeyen bir diğer vasıfları ise, gereğince kavramadan Kitap ve Sünnet’in nasslarıyla istidlalde bulunmaları ve alimlerin sözlerini yerinde kullanmamalarıdır.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hariciler için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” niteliği, onlarda da bulunmaktadır. Akletme ve kavramanın yeri olan kalbe, okudukları Kur’an ulaşmaz.
Bilindiği gibi Hariciler, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” ( 5 Maide/44) ayetinin, günah işleyen bütün Müslümanlar hakkında olduğunu kabul etmektedirler. Hatta bu ve buna benzer ayetleri delil göstererek Ali, Muaviye ve tahkim olayında onlarla beraber olan bütün Müslümanları tekfir etmişlerdir.
Bu iftiracı kişiler, Haricilerin bu yöntemini eleştiren selef alimlerinin sözlerini, küfür ve şirkin en ağırını işleyen bu tağutların ve mürted müşriklerin temize çıkarılması için kullanmaktadırlar. Bu tağutların yaptıklarını, selef alimlerinin büyük günahı kastederek kullandıkları kişiyi dinden çıkarmayan küfür (Kufrun dûne kufr) ifadesi kapsamında sayıyor ve bunu savunuyorlar.
Halbuki bu tağutların yaptıkları ile selefin kişiyi dinden çıkarmayan küfür (Kufrun dûne kufr) diye niteledikleri şeyler arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır.
Bunun sebebi ise, insanların nasslar ve deliller konusunda emanet ehlinden olmayan kişileri kendilerine lider edinmeleridir. Bu liderlerin geneli anlayışlarının azlığı, kavramalarının yetersizliği ve Kur’an ayetlerini ve nüzul sebeplerini yeterince bilmemeleri sebebiyle bu konularda bocalamaktadırlar. Bu ise Haricilerin durumuna benzemektedir.


İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“İlk bid’atler, aynen Haricilerde de olduğu gibi, Kur’an’ı yanlış anlamadan kaynaklanmış, Kur’an’a muhalefet kastedilmemiştir. Kur’an’ın delalet etmediğini, delalet ediyor gibi algıladılar.
Mu’minin tanımı, takva ve iyilik sahibi olduğuna göre, günah işleyenin tekfir edileceğini, dolayısıyla takvalı ve iyilik sahibi olmayanın kafir olup, ebedi cehennemlik olduğunu söylediler. Ayrıca Osman, Ali ve onların yanında bulunanların Müslüman olmadığını, çünkü onların, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini söylediler. Böylece onların bid’atının iki başlangıcı bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi; bir görüş veya bir amel ile Kur’an hakkında hata eden ve bu hatası sebebi ile ona muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri. Diğeri ise; Ali, Osman ve onların taraftarları olan Müslümanları da Kur’an’a muhalefet eden ve dolayısıyla da tekfir edilen kişilerden saymaları.” (Mecmuu’l-Fetava, 13/20)


“Küfrun dune küfr” yani kişiyi dinden çıkarmayan küfür gibi ifadeleri apaçık şirk olan hükümleri yasalaştıran ve uygulayan kafir ve müşrikler için kullandılar.
Bununla birlikte sahabeye nisbet edilen bu ifadelerden bazılarının senedi hakkında ihtilaflar bulunmaktadır.
İbn-i Teymiye şöyle der: “İslam’da ilk tefrika ve ayrılıklar, Osman’ın Radıyallahu Anhu öldürülmesinden sonra başladı. Ali ve Muaviye, aralarında hakem belirleme konusunda ittifak edince, Hariciler buna karşı çıktılar ve “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Müslüman cemaatten ayrıldılar. Kendileri ile konuşması için yanlarına gönderilen Abdullah bin Abbas’ın onlarla yaptığı münakaşalar sonunda yarısı bu söylemlerinden vazgeçti. Diğer yarısı ise, Ali, Osman ve onlardan yana olanlar hakkında, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini, Allahu Teala’nın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin ise kafir olduğunu söylediler. Böylece Müslümanları tekfir ettiler.


Onların bu konuda hataya düşmelerinin iki sebebi bulunmaktadır:
Birincisi: Bu söylediklerinin Kur’an’a aykırı olması.
İkincisi: Haramı helal veya helalı haram saymadığı halde, hata veya günah kabilinden Kur’an’a muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri.” (Mecmuu’l-Fetava, 13/112)


Şeyhu’l-İslam’ın bu sözüne dikkat etmek gerekir. Haricilerin Müslümanları ve Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmeden imamları, bu iki bozuk sebep üzerinde bulunmalarından dolayı tekfir etmeleri, selef tarafından reddedilmiştir. (Hariciler ile münakaşa edenlerin başında Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Ebu Bekre ve Tabiinden olan Tavus, Ebu Miclez ve Ömer bin Abdulaziz gelmektedir)

İbn-i Ömer Radıyallahu Anhuma onlar hakkında şöyler der:
“Bunlar yaratılanların en şerlileridir. Çünkü kafirler hakkında inen ayetleri, mü’minler hakkında uyguladılar.”
Akıllarının kıtlığı bakımından Haricilere en çok benzeyen bu muhalifler ise, Haricilerin günah sebebiyle mü’minleri tekfir etmesine karşı çıkan selefin mü’minleri savunmak için söylediklerini, mürted tağutları ve müşrik mulhidleri savunmak için kullandılar.
Selefin bu türden olan ifadelerini, bu tağutların açık küfürlerini ve gün ışığı kadar ortada olan riddetlerini savunmak için kullanmalarının yanında, cephe aldıkları mü’minleri tekfir etmek için de kullandılar.



E- Bahsettiğimiz bu kişilerin Haricilere benzer olan yönlerinden biri de, yasalar koyan mürted tağutları, mü’minlerin emiri veya Müslümanların imamı olarak isimlendirmeleri, onlara bey’at etmeleri, şeriata uygun emirliğin veya imamlığın herhangi bir şartına itibar etmemeleri ve o tağutlarda bu şartların bulunup bulunmadığına bakmamalarıdır. Hatta bu konuda Haricilerden daha kötü bir tavırları bulunmaktadır. Hariciler Ali ve Osman’ın hilafetini dışladıklarında, imamlığın şartlarını taşımayan bir kişiye bey’at ettiler.
Ancak onların bey’at ettiği bu kişi Müslümandı. Onlar bu yaptıklarıyla ümmetin üzerinde birleşmediği ve Kureyş’ten olmayan birini mü’minlerin emiri olarak isimlendirdiler. Bu meselede, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalif davrandılar.
Kadı İyad şöyle der:
“İmamın Kureyş’ten olması şartı, bütün alimlerin görüşüdür. Bunu hakkında icma bulunan konulardan sayarlar. Seleften bu konuda herhangi bir muhalefet eden nakledilmemiştir. Ayrıca seleften sonra da hiçbir memlekette bu meselede ihtilaf olduğu aktarılmamaktadır. Haricilerin ve onlara muvafakat eden Mutezilenin bu konuda söylediklerine itibar edilmez.” ( Fethu’l-Bari, Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal,116)


Hariciler, imamın Kureyş’ten olmasını şart görmemelerine ve Şebibiyye fırkasının yaptığı gibi kadının da bu görevde bulunmasına razı olmalarına rağmen, bu muhaliflerin içine düştüğü rezil duruma düşmemişlerdir. Çünkü bunlar mürtedlerin de Müslümanlara emir olmasını caiz görmekte ve onlara bey’at etmektedirler. Şer’i imamet konusunda çiğnemedikleri hiçbir şart bırakmadılar. Şüphesiz bütün şartların başında ise emir olarak vasıflanan kişinin Müslüman olması gelmektedir. Dolayısıyla bu konuda onlar, Haricilerden çok daha kötü ve zararlı bir hale geldiler. Çünkü, küfür kanunlarını çıkaran, onlarla hükmeden, Allahu Teala’nın din ve şeriatına savaş açan, doğu ve batı kafirlerini dost edinen, onlarla dost olup tokalaşan ve sevgilerine gönüllerini açanları dost bildiler, ancak küfür ve şirklerine karşı çıkıp batıl uygulamalarını tenkit eden herkesi bağiler ve Hariciler olarak gördüler.


F- Günümüzde Murcie çömezlerinden ve Cehmiyye davetçilerinden tağutları ve destekçilerini savunan, muvahhidlere ve davetlerine savaş açan bazı aşırıların işledikleri cinayetler, onları Haricilerden daha kötü kılmaktadır.
Onlar, çoğu zaman muvahhidleri Haricilerden olmakla suçladılar. Halbuki muvahhidler Müslüman ve adalet sahibi imamlara karşı değil, mürted kafir tağutlara karşı çıktılar. Çünkü bu Tevhid’in pratik bir uygulaması ve şirk ve tağutlardan beri olmaktır.
Şüphe yok ki bu çömezlerin, Allahu Teala’ya itaatları sebebiyle muvahhidlere düşmanlık yapması, onları günah ve masiyet sebebiyle Müslümanlara saldırıp tekfir eden önceki Haricilerden çok daha kötü ve zararlı yapmaktadır. Bu nedenle kadı Şurayh’ın Murcie için “Onlar en kötü topluluktur”, Zuhri’nin de “İslam’da, Müslümanlar için, Murcielikten daha zararlı bir bid’at olmamıştır” demesine şaşmamak gerekir.
Yahya bin Ebi Kesir ve Katade ise şöyle der:
“Ümmet için Murcielikten daha tehlikeli bir heva yoktur.”
İbrahim Nehai şöyle der:
“Murcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitnesinden daha tehlikelidir.” ( Mecmuu’l-Fetava, 7/246, Daru İbn-i Hazm baskısı)
Kaldı ki başlangıçta Murcienin, Ehl-i Sünnet ile olan ihtilafı, sadece isim ve lafızlardaydı. Yani Ehl-i Sünnet ve onlar arasındaki ihtilaf, sadece imanın tanımı ve amellerin iman isminin kapsamına girip girmemesiyle ilgiliydi. Onlardan hiç kimse, amelleri ihmal etmeye veya farzları terk etmeye çağırmak bir yana, kafirlerin küfrüne, müşriklerin şirkine ve mulhidlerin inkarına kılıf aramaya gitmemiştir. Asla onlar böyle bir şey yapmadılar.
Bilakis onlardan ibadet ve zühd ehli, imanıyla amel eden ve müçtehid olanlar vardı. ( Örnek olarak Ömer bin Zer bin Abdullah el-Hemedani’nin biyoğrafisine bakınız. İmam Ahmed onun için şöyle der: “Murcielikten ilk söz eden odur.” Halkın en abid ve zahidlerindendi. Onun ibadet ve teheccud ile ilgili söyledikleri için bakınız: Haliyyetu’l-Evliya, 5/108-115.
Kays bin Muslim hakkında, Sufyan şunları söyler: “Allahu Teala’ya saygısızlık etmemek için şu zamandan beri başını semaya kaldırmamıştır.” Yahya bin Said, Ebu Davud ve Nesai, onun Mürcieden olduğunu söylemişlerdir.)

Ne var ki Murcielik daha sonra, seleften bazılarının tekfir ettiği ‘ğulatu’l-murcie’ denen ve aşırı giden bazı kişilerin mezhebi haline geldi.
Günümüzde bu mezhebin bir çok mensubu utanmadan şunu açıkça söylemektedir:
“Tasdik veya doğru bir itikad kişide bulunduğu sürece, zahiri küfür sebeplerinden olan ameller ve sözler, herhangi bir amelin cinsini tümden bırakmak, dinden yüz çevirmek ve farzları tamamen terketmek imana zarar vermez.”


Selefin, ilk ortaya çıktıklarında dahi Mürcie mezhebine karşı takındıkları tavır, onların firasetlerinin ve basiretlerinin kuvvetini gösteren bir delildir. Halbuki Murcie ilk dönemlerinde, küfür olan herhangi bir şeyi izhar etmemiş veya bunu onaylamamıştır. Ancak selef, kuvvetli basiretleri sebebi ile bu mezhebin dinden kopmaya ve dinin hükümlerinden sıyrılmaya götüreceğini anlamıştır.
Günümüzde Murcie çömezlerinin eserleri ve yaptıkları, selefin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Çünkü Murcielik anlayışı, mensuplarını saptırmaya ve aşırılarını dinden çıkarıp küfrün içine atmaya devam etmektedir. Durum o dereceye ulaşmıştır ki, onlardan bazıları küfrü basit görmeye, onaylamaya, kafir ve müşrikleri savunmaya, onlar için fetva vermeye, onlara katılmaya, desteklemeye, korumaya ve dostlukta bulunmaya kadar gitti.
Bu nedenle İbrahim en-Nehai’nin feraset ve basiretiyle, ilk Murcie mensupları için “Murcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitnesinden daha tehlikelidir” demesine şaşmamak gerek. Üstelik Haricilerin mezhebinin temeli, Kur’an’ı yüceltmek ve ona uyulmasını istemeye dayanmaktadır.
(Mecmuu’l-Fetava, 7/112)


Ne var ki Kur’an’ı açıklayan sünnetten yüz çevirmeleri ve yukarıda sözünü ettiğimiz diğer kötü davranışları onları saptırmıştır. Ancak Mürcienin ahlaksız çömezleri, hakkı batıla karıştırmalarıyla İslam’ın, iman ve Kur’an’ın halkalarını birer birer çözmekte, onun hükümlerini aşmanın önemsiz olduğunu söylemekte ve kurallarını çiğnemeyi basit görmektedirler. Bu bakımdan onlar Haricilerden çok daha kötü ve zararlıdırlar.


G- Tevhid ehlini ve davetçilerini, Müslüman halk tarafından sevilmeyen bu isim ile anarak karalamak, birbirlerinden miras aldıkları eski bir alışkanlıktır. Her milletin varislerinin olması, Allahu Teala’nın insanlar arasındaki sünnetidir. Peygamberlerin, izlerini takip eden ve Tevhid akidelerini destekleyen muvahhid mirasçıları olduğu gibi (Allah’ım, bizi onlardan eyle), onların hasım ve düşmanlarının da, münafıkların da, alçakların da, hakla batılı birbirine karıştıran sahtekarların da mirasçıları vardır. Onların batıl ve şüphelerini miras alırlar, her zaman birbirlerine aktarırlar, bid’atlarını yaymak ve hakkın sahiplerini karalamak için kullanırlar. Karalamak onlarda çok ucuzdur, çünkü ölçü ve tartısı olmadan dağıtmaktadırlar.
Yukarıda, İbnu’l-Kayyim’in “el-Kafiyetu’ş-Şafiye fi’l-İntisari li’l-Firkati’n-Naciye” isimli kasidesinden bazı bölümler aktarmıştık. Bu kaside de önceden beri, bid’atçı fırkalara mensup kişilerin, Ehl-i Sünnet mensuplarını Hariciler adını takarak karalamalarının onların adetlerinden olduğu belirtilmektedir.
Hallal’ın, es-Sunne’de şöyle nakleder:
“Ebu Abdullah (Ahmed binHanbel) şöyle dedi: “Bize ulaştığına göre Ebu Halid, Musa bin Mansur ve benzerleri hasımlarımızın yanında oturarak, bizim sözümüzü ayıplıyorlar ve
şöyle diyorlar: “Kur’an ne mahluktur, ne de mahluk değil.” Ayrıca tekfir ile ilgili görüşlerimizi de kınayarak, Hariciler gibi düşündüğümüzü iddia ediyorlar.”
Ebu Abdullah bunları söylerken öfkeli biri gibi tebessüm ediyordu.” (Mecmuu’l-Fetava ,6/479, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)


Şatıbi, hafız Abdurrahman bin Batta’nın kendisi ile aynı dönemde bulunan muhaliflerinin ona iftira etmelerinden, lakaplar takarak ithamlarda bulunmalarından yakındığını aktarır ve şöyle der:
“Hafız Abdurrahman bin Batta’nın, kendisi ile aynı dönemde olan bazı kişilerden gördüğü muameleye benzer bir muamele ben de gördüm. İbn-i Batta kendi durumunu anlatarak şöyle der: İkamette ve yolculukta, yakınımda ve uzağımda, tanıyan ve tanımayanlar arasındaki halime şaştım kaldım. Mekke, Horasan ve başka yerlerde gördüğüm muvafık ve muhaliflerin çoğu beni kendi düşüncelerine uymaya, söylediklerini tasdik etmeye ve kendilerine şahitlikte bulunmaya davet etti. Söylediklerini tasdik ederek onaylarsam, bana “muvafık” derler, söylediklerinin bir harfine veya yaptıklarının bir bölümüne itiraz edersem, bana “muhalif” derlerdi. Bu söz ve amelerinden herhangi biri hakkında Kur’an ve Sünnet’in başka bir şey söylediğini belirtirsem bana “Harici” adını takarlardı..
Kendilerine Tevhid ile ilgili bir hadis okusam bana “Muşebbiheci” derlerdi.
Allahu Teala’nın görülmesiyle ilgili bir hadis söylesem bana “Salimiyyeci” derdi. Söylediğim söz iman ile ilgili ise, bana “Murciesin” derlerdi. Ameller ile ilgili bir şey söylesem, bana “Kaderiyyeci” derlerdi. Ne zaman birine muvafakat edersem, bana başkasının adı verildi.
Cemaatlerine yalakalık yapsam, Allahu Teala’yı kızdırmış olurum. Halbuki bunların hiçbiri beni Allahu Teala’nın gadabından kurtaramaz. Ben sadece Kitap ve Sünnet’e
sarılıyorum ve ğafur ve rahim olan Allah’a istiğfar ediyorum.”


Şatıbi şöyle der:
“Bu aktardığım hikayenin tamamıdır ve sanki o Rahimehullah, hepimizin dilinden konuşmaktadır. Bu lakaplardan biri veya birkaçıyla anılmamış olan meşhur bir alim veya tanınmış faziletli bir kişi bulmak çok nadirdir. Çünkü muhalifler genellikle hevalarına göre hareket ederler. Sünnetten ayrılmanın sebebi ise cehalettir. Böyle kişiler, sünnete bağlı olan insanlara yüklenirler, bu insanların yaptıklarını karalayıp kötülerler ve bu lakaplardan biri ile ona iftirada bulunurlar.
Sahabeden Radıyallahu Anhum sonra ibadet edenlerin en üstünlerinden olan Üveys el-Karani’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker mu’minlere dost bırakmadı. İnsanlara emr-i bi’l-maruf yapıyoruz, ancak onlar bu sebepten dolayı namuslarımıza söverler. Üstelik fasıklardan da buna destekçiler bulurlar. Allah’ım, o kadar suçlamalar yaptılar ki! Vallahi buna rağmen ben onlara karşı Allah’ın hakkını yerine getirmeye devam edeceğim.” (El-İtisam, 1/31-33)


İbn-i TeymiyeRahimehullah şöyle der:
“Cehmiyye ve Mutezile bugüne kadar Allahu Teala’nın sıfatlarını kabul eden kimseye, Muşebbiheci olduğunu söyleyerek yalan ve iftirada bulundu. Hatta onlardan o kadar ileri gidenler var ki peygamberleri bile bu şekilde suçladılar. Cehmiyye’nin önde gelenlerinden Sumame bin Eşras, peygamberlerden üç kişinin Muşebbihe’den olduğunu söylemektedir.
Bu sözüne delil olarak ise Musa’nın Aleyhisselam, Allahu Teala’ya “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir” (7 A’raf/155) demesini, İsa’nın Aleyhisselam “Sen benim içimdeki bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem” ( 5 Maide/115) sözünü ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Rabbimiz iner..” sözünü gösterir.
Hatta Mutezilenin çoğu, Malik ve ashabının, Sevri ve ashabının, Evzai ve ashabının, Şafii ve ashabının, Ahmed ve ashabının, İshak bin Rahuye ve ashabının, Ebu Ubeyd ve diğer bütün imamların Müşebbihe’den olduğunu söyler. Nitekim Ebu İshak bin Osman bin Dirbas eş-Şafii, “Tenzihu Eimmeti’ş-Şeria ani’l-Elkabi’ş-Şenia” adında bir kitap yazmış, selefin ve başkalarının bu konudaki sözlerini aktarmış ve müşriklerin Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem lakaplarla andığı gibi bid’at ehlinden her fırkanın kendine göre doğru sandığı bir lakapla Ehl-i Sünnet’i karaladığını söylemiştir.
Rafıziler Ehl-i Sünnet’e Navasıb (Yani Ehl-i Beyt’e düşmanlık besleyenler) lakabını verirler. Bunun dışında Kaderiyyeciler Cebriyye, Murcie Şüpheciler (Çünkü “İnşaallah mü’minim” demeyi caiz görürler), Cehmiyye Muşebbihe ve Kelamcılar ise Haşeviyye, Nevabit (Türedi, toy anlamındadır), Ğusa’(Çerçöp anlamındadır) veya Ğusera’(Ayak takımı, anlamındadır) gibi lakaplarla Ehl-i Sünnet’i anarlar. Nitekim Kureyş de, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem deli, şair, kahin, müfteri gibi lakaplarla anıyordu...
İnsanların söylediklerini naklederek ve sırf taşıdıkları akideye muhalif olmaları sebebi ile, insanları bu isimler ile isimlendirenleri Allahu Teala’ya havale ediyorum. Allahu Teala hepsinin hakkından gelir. Kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır.” ( Mecmuu’l-Fetava, 5/72-74, Daru İbn-i Hazm baskısı)


İbn-i Teymiye’nin öğrencisi olan İbnu’l-Kayyim meşhur kasidesinde hadis ve şeriat ehli imamların bu kötü lakaplardan uzak olduğunu belirterek şöyle der:
“Yalana kaçarak onları her türlü lakapla suçlarlar, halbuki bu iftira ve yalandan beridirler.
Haksızlık yaparak iftira edenin iftira ettiği kişiden daha layık olduğu şeylerle suçlarlar.
Suçsuz kişi yaptıklarından dolayı karalanıyor, bunu bilmeyen ikisini eşit sayıyor.
Onlara Haşeviyye, Nevabit, Mücessime ve putlara tapanlar adını verdiler.
Halbuki Rasulullah’ın ve ashabının düşmanı olan Rafıziler hayvanların en kötüleridir.
(Nitekim günümüzde onların çömezleri de, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisinin aşırı övülmemesi tavsiyesini hatırlatan veya gördükleri delile uyarak sahabeye nisbet edilen kimi içtihad ve sözleri reddeden muvahhid insanları Peygamber ve ashabınadüşmanlıkla suçlarlar.)


Sahabeye düşmanlık yapıyorlar ve sahabeye olan bu düşmanlıklarından dolayı Rahman’ın taraftarlarına Nasıbiyye diyorlar.
Hayret verici bir incelik var ey kardeşler, onu size açıklayayım;
Rasul’e ve Rasul’ün muhaliflerine insanlardan farklı iki zümre varis olacaktır.
Rasul’e varis olanlar, onun yolundadır, muhaliflerine varis olanlar ise iki fırkadır;
Onlardan biri Rasul’e ve tabilerine düşmandır ve bunu açıkça yaparlar,
Allah’ın sevgili kulu demezler ve asıl olarak kendilerine yakışan başka bir lakap takarlar.
Onlardan sonra gelenler de bu uygulamayı miras olarak aldılar ve haksızlık yaparak karaladılar.
Her biri, miras olarak aldığını gerçekleştiriyor, ey işiten ve anlayan kişi, duy ve anla!
Münafıklık yapan diğerleri ise, gizlediklerinin aksini açığa vururlar.
Bunlar kulların miraslarıdır. Nimeti bol Allah’ın taksimidir bu.
Bir nükte daha vardır ki haksız yere sövülen kişilere teselli verir,
Allah’ı cisim gibi insana benzeten kişilere muattılanın lanet okuduğunu görürsün.
Allah hidayet ehlinden bunu savıyor, tıpkı Muhemmed ve muzemmem isimleri gibi.
(Buhari’nin şu hadisine işaret etmektedir: “Kureyş’in bana sövmesini ve lanet okumasını Allahu Teala’nın nasıl uzaklaştırdığına şaşmıyor musunuz? Onlar kötülenen birine (muzemmem) sövüyorlar ve yine kötülenen birine lanet ediyorlar. Halbuki ben Muhammed’im (övülmüşüm).” Muattıla ve müşebbihe lakaplarıyla, Hariciler ve tekfirciler nitelemeleriyle hasımlarının kendilerini karalamaya çalıştığı muvahhidler için bunda bir teselli vardır. Allahu Teala bu şekilde sövgüleri onlardan uzaklaştırmaktadır. Çünkü onlar bu şeylerden beri ve uzaktırlar. Bütün karalama ve sövmeler, her türlü kötüleme ve karalamaya layık olan hasımlarına dönmektedir.)


Onlar muzemmem’e söverler, Muhammed ise onların sövmelerinden uzaktır.
Allah hem lafızda ve hem de manada Muhammed’i sövmelerinden korumuştur.
Tabileri de Muattıla ve Müşebbihe’den beridir.
Sövmeleri kendilerine geri döner, çünkü her türlü kötüleme ve karalamaya onlar layıktır.
Muattıladan kişi Müşebbiheden kişiye lanet okuyor, ama muvahhid’i Allah koruyor...
Bunlar size ikram edilen güzel şeylerdir, ama Muattıla’dan olanlar için çirkindir.
İlim, kapıcıya ve izin almaya ihtiyaç kalmadan muvaffak olan her kalbe girer.
Rezil olduğu için mahrum kişi onu red eder.
Allah’ım, bizi ilimden mahrum etme.
Öfkenizle geberin, Rabbim içinizi ve kaplerinizde olanları çok iyi biliyor.
Allah, Dini’ni, Kitabını, Peygamberini ilim ve sultan ile her zaman destekliyor.
Hak öyle bir duvardır ki insanlar ve cinler bir araya gelse kimse onu yıkamaz.
Ne tuhaf! Kur’an ile ve hadisler ile sözlerini delillendiren kişilere dediler ki;
Siz bununla Hariciler gibisiniz. Onlar zahire baktılar, ama manaları anlamadılar...”




Şeyh Ebu Makdisi ; TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE - Cilt 2, HARİCİLERİN NİTELİKLERİ VE ONLARA EN ÇOK BENZEYENLER...Sf....184
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt