Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Hadislerin Kaynağı, Doğruluğu ve Gerekliliği Hakkında?

S Çevrimdışı

Sinem81

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Selamün Aleyküm..
ben bir forumda her gün bir Ayet-i kerime ve bir hadis-i serif ekliyorum...
o forumda sorulan bu sorulara cevap yazmak icin size üye oldum..
umarim yardimci olabilirsiniz..
bu sorulara cevap vermek bana düsmez.. bilgilerim zaten yetmiyor..
sizce ne cevap vermeliyim..
sorulari hemen ekliyorum..

1- Hadislerin Kaynagi: Yayinlanan hadisler kaynak verilerek yayinlaniyor.Fakat kaynaklarin dogru yazdigindan ne kadar emin olabiliriz?Hz.Muhammed olene kadar 500 civarinda hadisten bahasedilirken olumunden 2 yil sonra bu hadis adeti 1,5 milyona cikmistir.

2- Hadislerin Dogrulugu:Islam tarihine iliskin ilk yazilar Hz.Muhammedin olmunden 200 yil sonra yazilmistir.Kendimce yaptigim arastirmalarda Peygamberimizin olumunden sonraki 200 yil icinde Islam Tarihi ile ilgili hic bir
kaynaga rastlamadim,rastlayanida gormedim.Bu 200 yil icinde kulaktan dolma,uydurma,duruma gore kendina pay cikarma amacli hadislerin eklendigi yadsinamaz.Gunumuzde 2,5 milyon hadisten bahsedilmesi bu tezi dogruluyor.

3- Hadislerin Gerekliligi: Kuran-i kerim in bize aciklamadigi tek sey namazin kilinis sekli.Bunun disinda kuranda yazmayip hadislerden ogrendigimiz ne var?Islami anlamamiz icin kuran-i kerim yeterli hatta cok bile.

Yazdiklarim dogrultusunda hergun bir hadis-i serif ve bir ayer-i kerime konusundan hadis-i serif ibaresinin kaldirilmasini,yeni hadislerin eklenmemesini ve konunun her gun bir ayet-i kerim olarak duzeltilmesini talep ediyorum.Kuran-i Kerim tum muslumanlarin sorularina cevep verecek nitelikte bir kitrap.

simdiden :teşekkür
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Hadisin Yazılmasını Yasaklayan Rivâyetler:

Hadîs yazılmalı mı yazılmamalı mı? şeklinde bir munâkaşa hem Sahâbe hem de Tâbiîn arasında görülmüştür. Bazıları yazılmasını müdâfaa ederken bazıları da aksini söylemişlerdir. Bu sebeple konuya temas eden kitaplarda umumiyetle bu munâkaşaya yer verilir.
Hemen belirtelim ki söz konusu munâkaşa, kaynağını, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen rivâyetlerden alır. Zira bizzat hadîslerde lehte ve aleyhte deliller mevcuttur:
Ebu Sa'îdu'l-Hudrî, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini rivâyet etmiştir:
"Benden (Kur'ân dışında) bir şey yazmayın. Kim benden, Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden (şifâhî) rivâyette bulunun, bunda bir mahzur yok. Ancak, kim bilerek bana yalan nisbet eder (ve söylemediğim şeyi söyletirse) ateşteki yerini hazırlasın".

Zeyd İbnu Sâbit de: "Kur'ân ve teşehhudden başka bir şey yazmadık" demiştir.
Yasaklama üzerine Ömer, Muaz İbn Cebel, İbnu Abbâs, Abdullah İbnu Ömer, Ebû Mûsa, Ebu Hurayra gibi başka sahâbelerden de (radıyallahu anhum ecmain) rivâyetler gelmiştir.
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/ 26-27)



Hadîslerin Yazılmasına İzin Veren Rivayetler:

Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivâyetlere gelince, bunlar da çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'a aittir. Der ki:
"Ben, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittiğim şeyleri ezberlemek arzusuyla yazıyordum.
Kureyş beni menederek: "Sen Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan her duyduğunu yazıyorsun, halbuki Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur" dediler.

Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim.
Ancak durumu da Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e arzettim. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) parmağıyla mubârek ağızlarına işâret buyurarak:
"Yaz, dedi Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz".

Abdullah İbnu Amr, (radıyallahu anh)'ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir rivâyet Ebu Hurayra (radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hurayra (radıyallahu anh) şöyle buyurur:
"Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım".

Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivâyetler bundan ibâret değildir.
Hâfızasından şikâyet edenlere Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Sağ elinizi yardıma çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi, hepsi de hadîsten ibâret olan -uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan- ve sayısı 300'ü bulan pek çok "mektub (yani yazılı vesika)"ların varlığı Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, hadîslerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektublar değerlendirilse bile Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/27-28.)


Sahabenin Sünnet Karşısındaki Titizliği:

Ashab-ı Kiram'ı "en büyük ve yegâne dâvası Allah'ın rızasını aramak olan nesil" olarak târif edebiliriz.
Onlar hayatın gerçek mânasını, yaratılışın hakiki gâyesini hakkıyla bilen insanlardı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara öncelikle bu dersi vermiş idi. Bu sebeble, her hareketleriyle, her yaptıklarıyla, her düşündükleriyle sâdece ve sâdece Allah'ın rızasını arıyorlardı.
Onların, Nebîlerinden (aleyhissalâtu vesselâm) ve kitapları olan Kur'ân-ı Kerîm'den aldıkları derse göre, hayatlarının gâyesi olan Allah'ın rızasını kazanmanın da tek yolu vardı: Sünnet'e uymak, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yolunda gitmek. ("(Habibim) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün..."(Âl-i İmrân: 3/31) Çünkü Cenâb-ı Hak, en güzel olanı, en ideal olanı en iyiyi, en hayırlıyı Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vasıtasıyla kendilerine öğretiyordu, her şeyin, bütün yolların, tarzların en iyisi onda vardı. ("Andolsun ki, Rasûlullahda sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü dileyenler ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir (imtisâl) nümunesi vardır. (Ahzab: 33/21)
eden uzak, güzeldi. Çünkü ilâhî garanti vardı: O başıboş, hevâsına tâbi değildi. Vahiyle konuşur, ilâhi murakabe altında hareket eder davranırdı. ("O kendi hevâsından konuşmaz, O'nun konuştuğu (Allah'ın) kendisine yaptığı vahiyden başka bir şey değildir. Bu vahyi ona öğreten de müthiş bir güç sahibi (Cebrâil)dir." (Necm: 53/3-5). (İbrahim Canan)

Öyle ise ona koşmalı, onun sünnetine sarılmalı, onun sünnetinde olmayan her şeyden kaçmalı, sünnetine zıd düşen her şeyi, yakıp yutucu ateş bilmeli idi. Rabb'ul-âlemin de böyle emrediyordu:
Mu'min, Rasûlunu tam bir aşkla sevecek, sünnetine eksiksiz teslim olacak idi:
"De ki: `Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabîleniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korka geldiğiniz bir ticâret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'dan, O'nun Peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihâddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez." (Tevbe: 9/24).

Öyle ise yapılacak bir işi önce O'nda, O'nun söz ve fiillerinde, yani sünnette aramak, sünnete uyuyorsa yapmak, uymuyorsa terketmek, uyup uymadığı belli değilse ihtiyatlı davranmak gerekiyordu. Buna sünnete teslimiyet diyoruz.
İşte, Ashab (radıyallahu anhum ecmain)'a hâkim olan bu ruhu iyice kavramada, onların sünnet karşısındaki tutumlarını anlamak için, öncelikle zihnimizde onlardaki sünnete teslimiyet ruhunu canlı tutmamız gerekmektedir.
Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm'in kitab hâline konması (tedvin) hadisesini düşünelim. Tanınmış Kur'ân hafızlarının Ridde harblerinde birer birer şehîd olmaya başlamaları üzerine Ömer (radıyallahu anh), Kur'an-ı Kerîm'in, istikbalinden endişe etmeye başlar. Çünkü Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vahyin ne zaman kesileceğini bilmediği, hayatının son günlerine kadar vahiy gelmeye devam ettiği için, Kur'ân-ı Kerîm'e nihâî bir şekil, bir kitab düzeni vermeden vefat etmişti. Tâbir câizse Kur'ân-ı Kerîm âyetleri vardı, fakat Kur'ân-ı Kerîm diye mustakil bir kitab henüz yoktu. Ayetler, sureler birbirinden ayrı parçalar üzerinde idi: Kemik parçaları, demir, tahta vs.
Evet, Ömer (radıyallahu anh) bu parçalara bir kitab şeklinin verilmesi gereğini hissediyordu. Ama bunu Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yapmamıştı. Bu işe emir verecek yetki ve makamda da değildi.
Hissiyâtını müslümanların başı ve yetkilisi ve Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın halifesi olan Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e açtı. Fakat ne garib, Ebu Bekir bu fikir yadırgamış ve reddetmişti; gerekçesi açık: Bu iş Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir işti. Ebu Bekir'in Ömer (radıyallahu anhuma)'e verdiği cevab aynen şöyledir: "Rasulallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?"

Ömer'in mesele üzerine ısrarı karşısında yumuşamak zorunda kalan Ebu Bekir (radıyallahu anh), Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vahiy kâtibi Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh)'i görmesini söyler. Ömer (radıyallahu anh)'in teklifi karşısında şoke olan Zeyd İbnu Sâbît (radıyallahu anh) de aynı aksulâmeli gösterir:
"Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?"
Ömer (radıyallahu anh) ısrar eder, bunda hayır olduğunu açıklar. Sonunda Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in cem işini yapmamış olması, bu işi yapmanın kerih veya haram olduğu mânasına gelmeyeceği anlaşılır.
Cenâb-ı Hak onun kalbini de, Ebubekir'in kalbi gibi bu işin hayırlı olacağı hususunda açar. "Yardımcılar verilmek" şartıyla kabul eder. Kabul eder ama, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bu işi yapmayı, öylesine ruhuna ağır bulur ki:
"Sırtıma bir dağ konsaydı bu kadar ağır olmazdı!" demekten de kendini alamaz.

Ashâb (radıyallahu anhum ecmain)'ın, sünnete teslimiyet rûhunu gösteren bir başka örnek, Ömer (radıyallahu anh)'in irtidâd edenlere karşı tavrıdır.
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra, isyân eden bir kısım Bedevîler: "Namaz kılarız ama zekat vermeyiz" diyorlardı.

Mesûliyet makamındaki Ebu Bekir: "Namaz zekattan ayrılmaz. Peygamber'e vermekte olduğu bir çebici bile vermeyenle savaşacağım" diye büyük bir azîm ortaya koymuş ise de Ömer (radıyallahu anh); buna karşı gelmişti. Çünkü Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Ben insanlar lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emir olundum. Bunu söyleyince mallarını ve kanlarını benden emîn kılıp korumuşlardır... Gerçek hesapları Allah'a aittir" dediğini işitmiştir.


Bedevîler ise sâdece zekat vermeyi reddetmektedirler, öyle ise onlarla savaşılamaz...
Ashâb'ın sünnete teslimiyet ruhuna bir başka misal yine Ömer (radıyallahu anh)'den. Ömer, kocanın hatasıyla vukûa gelen cinayet sebebiyle ödenmesi gereken diyete sâdece kocanın âkilesi (Akile: Baba tarafından olan akraba ki, hatâ ile maktulün diyetini ödemeye iştirak eder.) iştirak edib, karısının buna karıştırılmaması prensibinden hareket ederek, hatâen kocası öldürülen kadının, kocası için ödenecek diyetten pay almaması gereğine inanıyordu ve vukûat oldukça tatbikatı böyle yaptırıyordu.
Bilâhare, Dahhâk İbnu Sufyân (radıyallahu anh)'ın Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu meseleyle ilgili farklı tatbikatını haber verince, Ömer kıyâs yoluyla tesbît etmiş olduğu hükmü derhal değiştirmiştir.
Dahhâk (radıyallahu anh)'ın verdiği haber şu idi:
"Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine mektub yazarak hatâen öldürülmüş olan Uşeym ed-Dıbâbî'nin diyetinden karısına da verilmesini emretmiştir."

Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) sünnete teslimiyeti öylesine ince noktalara götürmüştür ki bu mesele de âdeta darb-ı mesel olmuştur: İbnu Ömer bir sefer sırasında yoldan ayrılıp tekrar gelir. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda, bu yerde sefer sırasında Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i de öyle yapar gördüğünü söyler.
Yine İbnu Ömer, Mekke ile Medine arasında yer alan bir ağacın altında kaylûle (gündüz uykusu) yapar, niçin diye sorulunca, "Bu ağacın altında Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) uyumuştu" der.

Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mescid-i Nebevî'nin bir kapısı için "Bu kapıyı kadınlara bıraksak" dediği için Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) o kapıdan ölünceye kadar geçmemiştir.
Kadınların mescide devam edib etmemeleri mevzubahis edildiği bir fırsatta Abdullah İbnu Ömer: "Erkek, ehlinin mescidlere gitmesine mâni olmasın" hadîsini hatırlatır.


Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in Bilal (veya Vâkid) adındaki bir oğlu: "Biz kadınların oralara gitmesine mâni oluruz" der.
Bunun üzerine Abdullah (radıyallahu anh): "Ben sana Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivayette bulunuyorum, sen hâlâ böyle söylersin! Bir daha benimle konuşma" der ve Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetindeki sarâhete göre ölünceye kadar bir daha konuşmaz.

Hadis karşısındaki bu hassasiyet sâdece birkaç sahâbeye has değildir. Hepsinin muşterek vasfıdır.
Çünkü Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu dersi almışlardı: "Hevâsı(arzu ve istekleri), benim getirdiğime tabi olmadıkça sizden hiç kimse inanmış sayılmaz."

Nitekim Abdullah İbnu Muğaffel (radıyallahu anh) otururken, yanına elinde sapan olan bir yeğeni gelerek kuşlara taş atmaya başlar. Abdullah (radıyallahu anh) sapan atmakla ilgili Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir hadisini hatırlatarak yeğenini bu işten meneder. Ancak yeğeni, bu işe devam eder.
Abdullah (radıyallahu anh): "Ben sana, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu yasakladığını söylüyorum, sen hâlâ sapan atıyosun öyle mi! Bir daha benimle konuşma!" der.

Ubâde İbnu's-Sâmit, Muâviye (radıyallahu anhuma) ile Rum diyarına gazveye çıkar. Orada halkın dinarla (altın para) altın parçalarını, dirhemle de (gümüş para) gümüş parçalarını alıb sattıklarını görür. Bu muâmelenin fâiz olduğunu, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yasaklandığını duyurur. Bu yasaktan habersiz olduğu anlaşılan Muâviye: "...Ben, vâde karışmadıkça bunda faiz görmüyorum" der, Ubâde (radıyallahu anh) "Ben, sana Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivayette bulunuyorum, sen kendi re'yini söylüyorsun. Allah beni şu seferden çıkarsın, bir daha senin âmir olduğun yerde ikâmet etmeyeceğim" der.
Seferden dönünce Medine'ye gider ve Ömer'in huzuruna çıkarak durumu anlatır. Ömer (radıyallahu anh) kendisine: "Ey Ebu'l-Velîd, yerine dön, sen ve emsallerinin bulunmadığı bir yerde hayır yoktur" der. Ve Muâviye'ye şöyle yazar: "Ubâde üzerinde hiçbir surette âmirliğin yok. Halkı da onun söylediği tatbikata sevket, çünkü Rasulallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emri öyledir."
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/ 38-42.)


Tahkikin Mahiyeti:

Sahabelerden bazılarının, ilk defa işittikleri bir hadîs karşısında, diğer sahâbeye karşı şâhid istemek, yemin ettirmek gibi tavır almaları veya bazan birbirlerini "kizb"le ithamları, üzerinde iyice durulması gereken bir mevzudur. Çünkü bu çeşit tavırlar, muhatabı "ithâm" mânası taşır. Halbuki Ehl-i Sünnet uleması Sahâbe'nin hepsinin âdil olduğuna hükmeder.
Burada bir tezâd söz konusu olamaz mı?

Bu husus tâ bidâyetten beri müslüman âlimlerin dikkatini çekmiş ve mesele üzerinde açıklama yapma gereğini hissettirmiştir.
İmâm Şâfi (rahimehullah) meseleyi, haber-i vâhid'le amel prensibine bağlı olarak izah eder. Ona göre, haber-i vâhid'le, yani bir kişinin getirdiği haberle amel edilebilir bu câizdir. Ancak, bâzı mulâhazalarla, haber-i vâhidle amelin cevâzına rağmen, şâhid istenebilir.
Ona göre kişiyi, haberi getirenden bir de şâhid istemeye sevkeden mulahaza üçtür:

1- Haber-i vâhid, makbul olsa da, rivâyetin çokluğu, getirilen haberi takviye eder, bu sebeple ihtiyâten şâhit istenir.

2- Muhbiri, yâni haberi getiren kimseyi tanımıyorsa, kişi, haberine güvenebilmek için tanıdıklarından bir şâhid ister,

3- Muhbir, kişi nazarında sözüne güvenilir birisi değildir, sözüne güvenebileceklerinden bir şâhid getirmesini ister.

İmam Şafiî bu açıklamasını şöyle tamamlar:
" Ömer'in, Ebu Mûsa el-Eş'arî (radıyallahu anhuma)'ye karşı tutumu birinci şıkka girer, yani ihtiyat için."
Sahâbelerin birbirlerine itirazı, aslında, rivâyet ettiği şeye değil, ondan çıkardığı hükmedir. Meselâ daha önce kaydettik, Ebu Hurayra (radıyallahu anh) Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i ateşte pişen bir şeyi yedikten sonra abdest aldığını görünce "ateşte pişenin yenmesi abdesti bozar" hükmüne varmıştır. İbnu Abbas buna itiraz etmiştir.
Şu halde İbnu Abbas (radıyallahu anhuma) burada Ebu Hurayra'nin naklettiği vak'ayı reddetmiyor, ondan çıkardığı hükmü reddediyor. Acaba yemek sırasında Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in abdesti var mıydı?
Şurası muhakkak ki, bu çeşit itirazların gerisinde Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitileni kısmen unutma, eksik işitme, yanlış anlama, nâsih hükümden haberi olmama şubheleri de vardır. Nitekim bu şubhelere hak verdiren birçok vak'a mevcuttur, burada teferruata girmiyeceğiz.
Kendisi için "yeni" olan bir hadisi dinleyen Sahâbi, hadîsi rivâyet eden Sahâbî'ye inanmakta ve güvenmekte olmasına rağmen, o konuda daha bir itminan aramaktadır.
Tıpkı İbrahim (a.s.) gibi... İbrahim (aleyhisselâm), Allah'ın varlığına, birliğine, yaratmasına, ölümden sonra yeniden dirilmeye vs. tam bir imanla inandığı halde "ölülerin dirilişi" husûsunda bir de ru'yet yâni "gözü ile görmek" taleb etmiştir.
Cenâb-ı Hak: "Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?" deyince: "İnandım fakat kalbimin tatmin olmasını istedim" meâlinde cevab vermiştir (Bakara: 260).

Bizzât Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Biz şubheye İbrahim'den daha haklıyız" diyerek -Nevevî'nin ifâdesiyle- burada "yakinin ziyâdeleşmesi"ni taleb etmiştir.

Alimler, Sahâbelerin birbirlerine karşı tutumunu buna benzetirler: Onlar, meşru olan "yakîn'in ziyâdeleşmesini" ve itminanın kuvvetlenmesini taleb etmişlerdir."
(İlimde kesinlik (yakin) derecelidir. İslâm âlimleri, bizzât âyet ve hadîslere dayanarak kesin ilmin üç mertebe üzere olduğunu belirtirler:

1 - İlme'l-yâkin: Uzakta bir duman görünce orada ateşin varlığına hükmederiz. Zira dumanın ateşten çıktığı hususunda şaşmaz ilmimiz (yakin) var.
2- Ayne'l-yakîn: Gözle görerek elde ettiğimiz ilim. Bu, ilmi yakin'den daha üstündür. Dumanın çıktığı yere varıp, ateşi bizzat görmemiz, burada ateş var, görüyorum dememiz gibi.
3- Hakka'l-yakîn: İlmin en üstün derecesidir, O hakikati bizzat idraktır. Dumanın çıktığı yerde ateşe elimizi vurarak, yakarak onun ateş olduğunu idrakimiz gibi.)
Şu halde, sahâbenin birbirini tenkidinden sahâbelerin cerhedilmesi gereğine delil bulmaya çalışanlar, kalplerindeki bir marazı ortaya koymuş olmaktadırlar.
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercume ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/58-60.)



Hadîslerin Kontrolü (Mu'âraza)

Daha önce Enes (r.anh)'ten gelen bir rivâyeti kaydetmiştik.
Enes (radıyallahu anh) Bağdâdî'nin Takyîdu'l-İlm'de kaydettiği bir rivâyette, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yazdığı hadîsleri sonra gidib Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a okuyarak arz ettiğini belirtiyordu.
Bu arz usulü, böylece Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sağlığında başlatılan bir müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonradan hadîsçiler bunu, hadîs ilminin vazgeçilmez, mühim prensiplerinden biri yapmışlardır.
Talebenin hocadan (yazı veya ezber yoluyle) tekammul ettiği hadîsleri, doğru mu, bir yanlışlık var mı yok mu`? diye kontrol ettirmek için okuması işine, daha teknik bir tâbirle: "Muarazatu'l-hadîs" denir.

Hişâm İbnu Urve, babasının kendisine: "Hadîs yazdın mı?" diye sorunca "Evet" dediğini, babasının tekrar: "Pekiyi arz edib kontrol ettin mi?" sorusuna "Hayır" deyince babasının: "Öyle ise yazmadın!" diye çıkıştığını belirtir.


Başta Evzâî, Yahya İbnu Ebî Kesir gibi bâzı âlimler, muâraza'nın ehemmiyetini belirtmek için:
"Hadîsi yazıp sonra arz ve kontrol etmeyen, helâya girip istincâ etmeden çıkan kimse gibidir" demiştir.
Keza Abdurrazzâk, Ma'mer'in: "Yazılan bir kitap, yüz kere arz edilse yine de bir kısım kelime düşmeleri ve hatalardan emin olunamaz" dediğini anlatır.

Kontrol, şeyhin ezberiyle yapılabileceği gibi elindeki "asıl"la veya bununla mukâbele edilmiş bir fer' ile de yapılabilir. Mukabele edilmemiş nushadan rivâyette bulunmak câiz değildir. Ancak Ebu İshâk İsferâînî, Ebu Bekr İsmâilî, Ebu Bekr el-Berkânî ve Ebu Bekr el-Hatîb üç şart tahtında bunu câiz görmüşlerdir:

1- Nusha sâhibi, sahîh hadîs rivâyet eden, zabt yönüyle hataları az olan biri olmalı.
2- Nusha bir fer'den değil, bir asıl'dan menkul olmalı
3- Râvi, rivâyet sırasında, nüshasının mukabele edilmediğini beyan etmiş olmalı


İLGİLİ KONULAR :


HADİS - SÜNNET
https://www.islam-tr.org/konu/hadis-sunnet.11790/

Kudsi Hadisin Sıhhati ve Ameli Durumu
https://www.islam-tr.org/konu/kudsi-hadisin-sihhati-ve-ameli-durumu.11761/

İNANCIN BOZULMASINDA ZAYIF VE UYDURMA (mevzu) HADİSLERİN ROLÜ
https://www.islam-tr.org/konu/inancin-bozulmasinda-zayif-ve-uydurma-mevzu-hadislerin-rolu.7220/

RASULULLAH'I KURUTAN SÖZLER
https://www.islam-tr.org/konu/rasulullahi-kurutan-sozler-uydurma-hadisler-kitap.8091/

Manası Garip(!) Gelen Hadisler ve Sahihliği ?
https://www.islam-tr.org/konu/manasi-garib-tuhaf-gelen-hadisler-ve-sahihligi.11920/
 
Üst Ana Sayfa Alt