Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Bazı Fırkaların Söylediği Sözler ?

eL_Muhacir Çevrimdışı

eL_Muhacir

İlimsiz Mucâhid, kâtil; Cihâdsız âlim, belâm olur
Frm. Yöneticisi
Esselamualeykum Rahmatullahi ve Berekad akhiler
Bi kardeşimiz bi konu hakkında soru sorduda pek bilgim yok fakat senin için sorabilirim dedim



Bazi Maturidi, Sufi veya Ashairi´ler sözlerle geliyorlar. Mesela Ali ibn Abi Talib, radi Allahu anhu, demis ki:

"Allah var idi, ve mekan yok´du, simdi de ayni öyle dir."

Yani, demek isdiyorlar: "Mekansizdi!".


Böyle bir kac sözleri var. Bu üstdeki kaynak:

Imam Abu Mansur Al-Baghdadiyy; ,,Al-Farqu Baynal-Firaq", Sh. 333.

Baska bir söz´de: Ali ibn Abi Talib, radi Allahu anhu, demis ki:
"Allah Ars´i yaradi, mutlak kutreti delil olarak ama yer olarak almadi."

Bu söz icin de Kaynak olarak "Al-Farqu Baynal Firaq, Sh. 333" veriyorlar.

"Bu türlü sözlerle demek isdiyorlar: "Allahi Arsin üzerinde degildir!"

Baska bir de Imam ash-Shafi´i´den bir söz var:

"Allah baslangic´siz ve mekan yokdu. Allah mekani yaradi ve daha halen O baslangic´siz oldugu tanimlanir, ayni mahlukatin yaratilisin öncesinden gibi. Allah´in zati ve sifatlari degismesi aklen imkansiz.

Kaynaklari: Imam az-Zabidiyy, Ithaf as-Sadatil-Muttaqin.

Ben bunlari kendim Almancadan tercüme ettim, ona göre belki biraz Orginal´den degisik olabilir.


Benim sorum simdi. Ash-Shafi´i sözü sahih midir? Senedi varmidir? Ve diger sözlere Alimler ne dediler? Onlarin hepisinin bildigime göre Senedleri yoktur.

Allah razi olsun
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kitabın yazarının tasavvuf kültürüne sahip olduğu anlaşılıyor. Bu sebeble elimizde

Ebû Mansûr el-Bağdâdî:

“Büyük İmâm”, “Üstâd”, “Kelâmcıların Hücceti” gibi unvanlarla anılan Kbu Mansûr Abdulkaahir b. Tâhir b. Muhammed et-Temîmî el-Bağdâdî, el-Kutbî'ye göre [56] Bağdat'da doğmuş ve orada yetişmiştir. Babası, tahsili için, onu Horasan'a, Nişâpûr'a götürmüş ve orada yerleşmiştir. Abdulkaahir, onyedi ayrı ilim dalında hocalık yapacak derecede iyi yetişmişti. Özellikle fıkıh ve usûlü, aritmetik, ferâiz ve kelâmda mahirdi. Aynı zamanda “nahv" ve şiirde de ârifdi. Üstelik zengindi de. Horasan'daki bilginlerin çoğu onun talebesi olmuştu. Türkmen isyanına kadar Nişâpûr'da kalmış; oradan İsferâin'e geçmiş ve ölünceye kadar da burada oturmuştur. İsferâin'de, hocası Ebû İshâk İbrahim b. Muhammed el-İsferâinî'den “usûlu'd-dîn” okumuştur. Hocasının ölümü üzerine, senelerce, onun Mescid-i Ukayl'deki yerine geçip derslerini devam ettirmiştir. 429/1037 yılında İsferâin'de vefat etmiş [57] ve hocasının kabrinin yanına defnedilmiştir. [58]
Kaynaklar, Ebû Mansûr el-Bağdâdî'nin birçok eserinden söz etmektedirler. El-Kutbî, onun 17 eserinin adını verir. [59] Es-Subkî ise, onun 15 eserini aşağıdaki şekilde sıralar. [60] Ancak Yusuf Ziya (Yörükan), bu iki yazarın bildirdiklerinin dışında, el-Bağdâdî'nin “Kitâbu't-Tevârîh” adlı bir eserinden söz eder. Ona göre, bu eserin el-Bağdâdî'ye ait olduğu hususu, Köprülü Kütüphanesi'nde 857 ve 858 numaralarda kayıtlı eş-Şehrestânî'nin “el-Milel ve'n-Nihal”inin sonundaki, “Büyük îmâm Ebû Mansûr Abdulkaahir b. Tâhir el-Bağdâdî'nin Kitâbu't-Tevârih'inden Ondördüncü Asıl” başlığı ile görülen bir makaleden anlaşılmaktadır. [61]

Eserleri:

l. Kitâbu't-Tefsîr. Bu eserin Brockelmann'a göre adı, “Kitâbu Tefsîri Esmâ-illahi'l-Husnâ”dır. British Museum Or. 7547 numarada kayıtlıdır. (Bk.: Supp. 1/667). El-Kutbî ise, “Tefsîru'l-Kur'ân” şeklinde nakleder.
2. Kitâbu Fadâihi'l-Mu'tezile, Supp'da, “Fadâihu'l-Kaderiyye” (Bk.:Supp., 1/667).
3. Kitâbu Fadâihi'l-Kerrâmiyye.
4. Kitâbu'1-Fasl fî-Usûli'1-Fikh. El-Kutbîde isim, “et-Tahsîl fî-Usûli'l-Fıkh”dır.
5. Kitâbu't-Tafdîli'l-Fakîri's-Sâbir 'ale'l-Ğaniyyi'ş-Şâkir.
6. Kitâbu Tevîli Muteşâbihi'l-Ahbâr, Brockelmann'a göre, bu eserin adı, “Te'vîlu'l-Muteşâbihât fî'1-Ahbâr ve'l-Âyât”tır. Aligarh, 95de kayıtlıdır. (Bk.: Supp. 1/667).
7. Kitâbu Nefyi Halkı'l-Kurân.
8. Kitâbu's-Sıfât.
9. Kitâbu İbtâli'1-Kavl fî't-Tevellud.
10. Kitâbu'1-Meâd fî-Mevârîsi'l-'İbâd.
11. Kitâbu Bulûği'1-Medâ fî-Usûli'1-Hudâ.
12. Kitâbu't-Tekmile fî'1-Hisâb. Supp. 1/667'ye göre, Lâleli Kütüphanesi 2708 numaradadır. (Ayr. bk.: Keşfu'z-Zunûn, 1/471).
13. Kitâbu'1-İmân ve Usûluhu. Bu kitap, büyük bir ihtimalle, el-Bağdâdî'nin meşhur “Kitâbu Usûli'd-Dîn” adlı eseri olmalıdır. Usûlu'd-Dîn, Cârullah Kütüphanesi 2076 numarada kayıtlı yegâne nüshasına dayanılarak, 1928 yılında İstanbul'da neşrolunmuştur. Bilginin ve yaratılışın tabiatı ile başlayıp marifetullah, Allah'ın sıfatları ve öteki kelâm meseleleri hakkında sağlam bilgiler veren sistematik bir eserdir. Ayrıca muhtelif fırkaların her mesele hakkındaki görüşlerini de oldukça tarafsız bir şekilde verir. Bu arada Ehl-i Sünnet'in üzerinde birleştiği ve ayrıldığı hususlara da işaret edilir.
14. Kitâbu'l-Milel ve'n-Nihal. [62] Tritton'un [63] kayıp olduğunu söylediği bu eser, gerek Brockelmann [64] ve gerek Muhammed Zâhid el-Kevserî [65] tarafından mevcut olarak gösterilmektedir. Brockelmann, eserin Âşir Efendi Kütüphanesi 555 numarada kayıtlı olduğunu söylerken, Zâhidu'l-Kevserî, buna bir de Bağdat Evkaf Kütüphanesindeki bir nüshayı daha ekler. [66] Nitekim Dr. Albert Nasrî Nâdir, el-Bağdâdî'nin bu eserini, Bağdad Evkaf Kütüphanesi 6819 numarada kayıtlı nüshasına dayanarak ve yazarın “el-Fark Beyne'l-Fırak” adlı eseriyle karşılaştırmak suretiyle neşretmiştir. [67] (127) varaklık bu eser, maalesef baş tarafından noksandır ve (39 bl'de Keysâniyye ile başlamaktadır. Dr. Nâdir'in de, esere yazdığı uzun önsöz'de işaret ettiği [68] ve bizzat el-Bağdâdî'nin “el-Fark”da zaman zaman belirttiği gibi, “Kitâbu'l-Milel ve'n-Nihal”, “el-Fark Beyne 1-Fırak” dan önce yazılmış bir eserdir. Bu sebepten, “el-Milel”de sözkonusu edilmemiş birtakım mesele ve konular, “el-Fark”a eklenmiştir. Başka bir ifade ile “el-Fark”a, “el-Milel”in yeniden gözden geçirilmiş ve yeni bazı bölümler ilâve edilmiş şeklidir, diyebiliriz. Nitekim “el-Milel”de, “İslâm'a Nisbet dildikleri Halde İslâm'dan olmayan Fırkalar” ve “Ehl-i Sünnet'in Faziletleri”, bölümler yoktur. Ayrıca fırkalar oldukça muhtasar bir şekilde ele alınmıştır.
“El-Milel”deki bölümler şöylece sıralanabilir: Keysâmyye (s.47J, Kaderiyye-Mu'tezile (s.82), Murcie (s.138), Neccâriyye (s.142), Cehmiyye (s. 145) ve Sünnet ve Cemâat Ehlinin Kurtuluşunun Tahkiki (s.154-159).
Dr. Nâdir'in neşrettiği bu eserle, Âşir Efendi Kütüphanesi 555 numarada kayıtlı olduğu söylenen nüshanın karşılaştırılması herhalde isabetli bir iş olur.
15. Kitâbu'1-Fark Beyne'l-Fırak ve Beyânu'l-Fırkati'n-Nâciyeti Minhum.
Ebû Mansûr Abdulkaahir b. Tâhir b. Muhammed et-Temîmî el-Bağdâdî'nin bu meşhur ve önemli eserinin, bugüne kadar üç tahkikli neşri yapılmış, bir de tahkiksiz olarak basılmıştır. Bunlar:
a) Muhammed Bedr neşri (Matba'atu'l-Maârif-Kahire, 1328/1910). Bu nesir, Berlin Konig. Kütüphanesi 2800 numarada kayıtlı bir nüshaya dayanılarak yapılmıştır. [69]
b) Eş-Şeyh Muhammed Zâhid b. el-Hasan el-Kevserî neşri (Neşru-s-Sakaafeti'l-İslâmiyye yay.-Kahire, 1367/1948). Bu neşir, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin soyundan Çelebi Zade'den alınmış yazma nüshaya dayanılarak yapılmış ve Berlin nüshasında bulunmayan Beşinci Kısmın Beşinci ve müteakip bölümleri ilâve edilerek eser tamamlanmıştır.
c) Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd neşri (Matba'atu'l-Medenî-Kahire, 1964 ?). Öyle görünüyor ki, M.M. Abdulhamîd, bu neşrini yazma nüshalara değil, M. Bedr ve Zâhidu'l-Kevserî'nin neşirlerine dayanarak yapmıştır. Maamafîh eserde, ciddî bir kaç tashîhde bulunmuş ve değerli notlar ilâve etmiştir.
Biz, tercümemizde, daha iyi ve yeni bir neşir olmasına rağmen M.M. Abdulhamîd'in değil de, daha tam ve belli bir yazmaya istinad ettiği için, el-Kevserî'yi esas aldık; ama gerektiğinde Abdulhamîd'in tashih ve notlarına da başvurduk.
d) Eserin tahkiksiz yeni bir basımı da şudur: “El-Fark Beyne'l-Fırak ve Beyânu'l-Fırkati'n-Nâciyeti Minhum. (Dâru'l-Âfâkı'l-Cedîde yay.), Beyrut, 1393/1973)”
Bu arada “El-Fark Beyne'l-Fırak”, iki ayrı cild halinde İngilizce'ye de çevrilmiştir.
Birinci cild: Kate Chambers Seelye, Moslem Schismes and Sects (Al-Fark Bain al-Fırak), Part. I. New York 1919.
Seelye, uzunca bir önsöz ve birtakım notlar koymasına rağmen, maalesef oldukça bozuk ve hatalı bir tercüme yapmıştır. Biz tercümemizde, bu yanlışlara işaret etmek istemiştik; ama bunlar o kadar fazla oldu ki, sonunda bundan vazgeçtik. Seelye'nin bu tercümesi, “el-Fark”ın başından Murcie'ye kadar devam etmektedir.
İkinci cild: Abraham S. Halkın (Ph. D.), Moslem Schismes and Sects (Al-Fark Bain al-Fırak), Part, II, Tel-Aviv, 1935.
Halkın Seelye'ye göre daha sağlam bir tercüme yapmış ve esere güzel ve faydalı notlar ilave etmiştir. Halkın'ın tercümesinde, Beşinci Kısmın Beşinci ve müteakib bölümleri yoktur. Murcie'den başlayıp, Beşinci Kısmın Dördüncü Bölümü ile bitmektedir.
Öte yandan “el-Fark”, Abdurrezzâk b. Rızkıllah b. Ebî Bekr b. Halef er-Res'anî (647/1249) tarafından “Muhtasar Kitâbi'1-Fark Beyne'l-Fırak” başlığı ile ihtisar olunmuştur. Eser, Şam Zâhiriyye Kütüphanesinde numarada kayıtlı yazma nüshaya dayanarak Philippe Hitti tarafından neşrolunmuştur (Matba'atu'l-Hilâl-Mısır, 1924).
Bu sahanın kendinden sonraki eserlerine büyük ölçüde tesir eden “el-Fark Beyne'1-Fırak”, yazarının ifadesiyle, Hz. Peygamber (s.as.)'in, Ümmetin 73 fırkaya ayrılacağını bildiren hadîsini açıklayıp doğrulamak ve "Sapık Fırkalar” ile “Kurtuluşa Eren Fırka (Fırka-i Nâciye)”nın farklarını göstermek ihtiyacından doğmuştur. Esasen koyu bir Sünnî olan el-Bağdâdî'nin, eseri yazmaktaki gayesi, üçüncü ve dördüncü kısımlarda ele alınan ve yazara göre 72 fırka olduğu söylenen; ama aslında bu sayıyı çok çok aşan sapık fırkaları reddetmek ve “Kurtuluşa Eren Fırka (Fırka-i Nâci-ye)”nın, ancak Sünnet ve Cemâat Ehli olduğunu isbat etmektir.
El-Bağdâdî, eserini yazarken, diğer Milel ve Nihal kitaplarında görüldüğü gibi, mezheplerin doğuşu ve gelişmesinde târihî, siyâsî ve diğer şartlar ve sebeplere aldırış etmemiş, mezhebi vücuda getiren şeyin, bir şahıs veya şahıslar olduğu esasından hareket ederek, önce şahsı, sonra da görüşlerini incelemiştir. Görüşleri anlatırken de, muhaliflere sert dille hücum edilmiş: tahkir edici sözler kullanmaktan çekinilmemiştir.
Tercümemizde, bu üslûb hususiyetlerini, mümkün olduğu kadar intikal ettirmeye çalıştık.
Ayrıca esas aldığımız Zâhidu'l-Kevserî'nin metninin sahife numaralarını, tercümede sahife kenarında gösterdik. Şahısların ölüm tarihleri yanına milâdî karşılıklarını, söz gelişi (429/1037) şeklinde belirttik. Arapça metinde, fırkalar numaralanmamıştır. Bunları numaralayıp başlık veya ara başlıklar halinde yazdık. Ancak fırkaların başlangıcında, el-Bağdâdî tarafından verilen sıralama ile açıklamadaki sıralama sayı bakımından farklılık gösterdiği için, biz de bu farklılıklara uyduk.
Tercümenin ifadesinde kitabın, “73 fırka hadîsi” istikametindeki Mezhepler Târihi geleneğinin en kesin çizgilerle belirlendiği bir kaynak eser olduğu gözönünde tutularak, Türkçe'den imkân nisbetinde fedakârlık etmeksizin metnin aynen tercümesini vermeye çalıştık. Muğlak bazı noktalar veya cümlelere, parantez içinde açıklayıcı sözler ekledik. Esasen Ehl-i Sünnet dünyasındaki önemi, yazarının koyu bir Sünnî oluşu bakımından fevkalâde büyük olan bu kaynak eseri Türkçe'ye kazandırırken ana düşüncemiz şu olmuştur:
İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Târihi Kürsüsü olarak, gerek talebelerimizi, gerek dinî kültür meselelerine alâka duyan ve bu hususta ciddî eserlere ihtiyaç duyan kitleleri, doğrudan doğruya kaynaklarla başbaşa bırakmanın en salim ve isabetli iş olduğuna inanmaktayız; çünkü en az ikiyüz yıldan fazla bir zamandan beri, dini, temel prensiplerin ışığı altında tefsir edecek ve yeniden kuracak ciddî çalışmalar yerine birtakım tekrarlar yapılır olmuştu. Oysa dînin, ilk devirlerdeki canlı ve aktif hüviyetine kavuşturulması, cemiyet bünyesi içinde çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek sağlam bilgi ve anlayışla mücehhez kılınması, yine dînin ve hitâbettiği kitlelerin zaruret duyduğu bir ihtiyaçtır.
Dînin terkipçi ve aslî hüviyetine kavuşturulması, herşeyden önce dînin ana kaynaklarına gidilerek sağlanabilir. Bu, hem bu konularla ilgili olanları kaynakların henüz kabuklaştırılmamış özleri ile temasa geçirmek ve hem de yüzyıllar boyu târihî, içtimaî ve bilhassa siyâsî olayların, dîn ilimlerinde yaptığı değişme ve gelişmeleri veya gerilemeleri göstermek bakımından yapılması icâb eden bir iştir. Öte yandan bu neviden çalışmalar, muhtelif mezheb ve fırkalar halinde zümreleşmiş toplulukların aslî hüviyetlerini hem tanımak, hem de kendilerine tanıtmak bakımından fevkalâde faydalıdır; çünkü herhangi bir fırkaya mensup bir kimsenin, ne kadar tarafsız ve ilmî zihniyete sahip olmaya çalışsa da, başka bir fırkayı, o fırkanın kendini gördüğü şekilde göstermesi, hattâ görüşlerini olduğu gibi aktarabilmesi mümkün değildir. Bu sebepten bilhassa siyâsî ve itikadı mezhep ve fırkaları, kendi eserlerinden tanımak ve öğrenmek, bu zümreler hakkında tesir altında kalmaksızın bir hükme varabilmek imkânını sağlar.
İşte bu yoldaki ilk adım, elinizdeki, Ehl-i Sünnet'in yılmaz bir müdafiî olan İmâm Ebû Mansûr Abdulkaahir b. Tâhir b. Muhammed et-Temîmî el-Bağdâdî (429/1037)'nin “el-Fark Beyne '1-Fırak” adlı meşhur ve kıymetli eserinin; ikinci adım da Şiî-İmâmiyye fırkasınca “Dört Büyük Eser” (el-Kutubu'l-Erba'a)'den birinin yazarı ve “Şeyh Sadûk” lakabıyla meşhur olan “İmâm Ebû Cafer Muhammed b. Bâbeveyh el-Kummî (381/991)'nin “Risâletul-İ'tikadâti'l-İmâmiyye” adlı [70] küçük, fakat önemli kitabının Türkçe'ye çevrilmesiyle atılmıştır. Allah imkân verirse, İslâm Mezhepleri Târihi Kürsüsü olarak diğer kaynak eserlerin, aynı şekilde Türkçe'ye kazandırılması işine devam edilecektir. Ve tevfik Allah'tandır. [71]


[56] Fevâtu'l-Vefeyât, (Mısır, 1951), 1/613.
[57] el-Kutbî'ye göre ölüm târihi 420'dir. Bk.: Fevâtu'l-Vefeyât, 614.
[58] Hayatı hakkında bk.: el-Kutbî, Fevâtu'l-Vefeyât. 1/613-5; İbn Halkkân, Vefeyâtu'l-A'yân (Kahire, 1367), 2/372-3; es-Subkî, Tabâkâtu'ş-Şâfi'yye, (Kahire, 1324), 3/238-42; İbn 'Asâkir, Tebyinu Kizbi'l-Mufteri, (Dimeşk, 1347), 253-4; Brockelmann, Geschichte der Arabischen Literatüre (GAL), 1/385, Supplementband (Supp.), 1/666-7; A.S. Tritton, Encylopaedia of İslam (New Ed.), 1/909.
[59] Bk.: Fevâtu'l-Vefeyât, 615.
[60] es-Subkî, Tabâkâtu'ş-Şâfı'iyye, 3/239.
[61] Bk.: Yusuf Ziya, Şehristâm, Dâru'l-Funûn ilahiyat Fak. Mec, Sayı, 5-6, s. 190, 9.2.
Ebu Mansûr Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: XXVI-XXVII.
[62] Keşfu'z-Zunûn, 2/1820.
[63] Encyclopadeia of İslam (New Ed.), 1/909.
[64] Supp., 1/667.
[65] el-Fark Beyne'l-Fırak, s. 65, n.1.
[66] Aynı eser, aynı yer.
[67] Beyrut, 1970.
[68] s. 42.
[69] Krş.:GAL., 1/385.
[70] Bu tercümemiz, İlahiyat Fakültesi Yayınları arasında çıkmıştır. Ebû Cafer Muhammed b. Ali b.-Bâbeveyh el-Kummî “Şeyh Sadûk”, Risâletu'l-İ'tikadâti'l-İmâmiyye (Şiî-İmâmiyye'nin İnanç Esasları), Önsöz ve Notlarla Çeviren: Doç. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, (A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları No. 141), Ankara, 1978.
[71] Ebu Mansûr Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: XXVII-XXXI.




Yazarın bahsi geçen kitabında arş konusu sadece Kerramiye fırkasını anlatırken geçmektedir


7. KERRÂMİYYE

Bu kısmın (Üçüncü Kısım) bölümlerinden yedincisi, el-Kerrâmiyye'nin görüşlerinin anlatılması ve özelliklerinin açıklanmasıdır. [500]
Horasan'daki Kerrâmiyye üç sınıftır:
1- Hakâikıyye,
2- Tarâikıyye,
3- İshâkıyye.
Başka fırkalar onları küfürle suçlasalar da, bu üç fırka birbirini tekfir etmez. Bu sebepten onları, bir tek fırka olarak saydık.
Reisleri Muhammed b. Kerrâm [501] adıyla bilinirdi. İbn Kerrâm, Sicistan'dan Garcistan'a [502] sürülmüştü. Kendi zamanında taraftarları, Şûremeyn ve Afşin'in aklı az kişileri idi. Muhammed b. Tâhir b. Abdillah b. Tâhir'in valiliği sırasında Nişâpûr'a geldi. Orada, Nişâpûr'un köylerinden câhil ve ezilmiş küçük bir topluluk, onun bid'atlerine uydu.
Bugün, ona uyanların sapıklıkları öylesine çeşitlidir ki, onları dörtlerle yedilerle sayıp bitiremeyiz; ancak binlerin ötesinde binlere kadar gitmemiz gerekir. Onun için biz bunların meşhurlarını tiksinti ile anlatacağız.
Bunlardan biri şudur:
İbn Kerrâm, kendine uyanları, mabudunu tecsim etmeye çağırdı. İddiasına göre, mabudunun bir cismi, sınırı, altında bir sonu ve bir yönü vardır, ki buradan arşı ile karşılaşır. Bu ise, Seneviyye (Dualist)'nin görüşüne benzemektedir; çünkü onların “Nur” dedikleri mâbûdlan, “Zulmet”le karşılaştığı yönde son bulur. Fakat o, beş yönde sınırlı değildir. İbn Kerrâm, bazı kitaplarında, mabudunu, Hıristiyanların Yüce Allanın cevher olduğunu iddia edişleri gibi, cevher olarak vasıflandırmıştır. Şöyle ki Azâbi'1-Kabr” (Kabir Azabı Kitabı) olarak bilinen kitabının övle der:
“Muhakkak ki Yüce Allah, Zât'ın birliği ve Cevher'in birliği ona uyanlar, (haberin) yayılması ile rezil olmaktan korktukları halkın yanında, Yüce Allah'a cevher denmesine izin o vermezler. Ancak O’nun “cisim” adını vermeleri “cevher” adını vermelerinden daha O'nun “cisim” olduğunu söylemelerine rağmen, “cevher” demekten alan Râfızîlerden Şeytan et-Tâk'ın, Tanrı'nın insan suretinde olduğunu sövlemesine rağmen, O'na “cisim” demekten kaçınması gibidir. Seçilen kötü olduğunda herhangi bir kıyasa gitmek faydasızdır.
İbni Kerrâm, kitabında, Yüce Allah'ın arşına dokunduğunu ve arşın, O'nun mekânı olduğunu yazmıştır. Fakat dostları, arş hakkında “dokunma temas etme” sözü yerine “karşılaşma” (mulâkât) sözünü kullanmış ve demişlerdir ki:
“Onunla arş arasında, arş aşağıya doğru inmedikçe, bir cismin bulunması doğru olmaz.” Bu ise, onların kullanmaktan kaçındıkları “dokunma” sözünün anlamıdır.
Onun taraftarları, Allah'ın, “...Rahman arşı kuşatmıştır” [503] âyetinde anılan “kuşatma” (istiva) sözünün anlamında da ayrılığa düşmüşlerdir.
Onlardan şu iddiada bulunanlar vardır:
“Bütün arş, O'nun mekânıdır. Eğer O, arşın hizasında, Kendi arşına muvâzî birçok arş daha yaratmış olsaydı, arşların hepsi de O'nun mekânı olurdu; çünkü O, onların hepsinden büyüktür”. Bu görüş, onları, O'nun bugünkü arşının yalnızca genişliğinin bir parçası gibi olduğu sonucunu kabule mecbur kılar.
Onlardan şöyle söyleyenler de vardır:
“O, arşta dokunduğu yerde ne arşın dışına taşar, ne de arşta herhangi bir şey O'ndan daha fazladır.” Bu da O'nun genişliğinin, arşın genişliği kadar olmasını zarurî kılar. Nişâpûr'da, Kerrâmiyye'den İbrahim b. Muhacir adıyla bilinen bir adam bu görüşü savunuyor ve bu görüş lehinde münazaralarda bulunuyordu.
İbni Kerrâm ve ona uyanlar, mâbûdlarının, yaratılmışlar (havadis) için birr yer (mahal) olduğunu ileri sürdüler. İddialarına göre, Mâbûd'un sözleri, radesi, görünen şeyleri idrakleri, işitilen şeyleri idrakleri, âlemin yüce yüzü
ile karşılaşmaları, Mâbud'da hadis olan arazlardır ve O da Kendinde hadis bu şeylerin yeridir. Onlar, O'nun bir şeye “Ol” buyurmasına, mahlûk atılmış) için halk (yaratma), muhdes (sonradan olan) için ihdas (ortaya oyma) ve varlığından sonra yok olan için i'lâm demişlerdir. O'nda hadis arazları, yaratılmış (mahlûk) veya işlenmiş (mefûl) veyahut da sonra olmuş (muhdes) şeklinde vasıflandırmaktan kaçınmışlardır. İddiada da bulunmuşlardır: Âlemde, ancak Mâbûdlarının zâtıfı-çok araz ortaya çıktıktan sonradır ki, araz ve cisim meydana gelebilir, azlardan biri onun bu hadisi ortaya çıkaracak iradesidir. Diğer bir araz da onun ortaya çıkacağını bildiği bir biçimde, bu hâdise “Ol” Bizzat bu söz, birçok harften oluşmaktadır. Bu sözün her biri Mâbûd içinde hadis olan bir arazdır. Bu sözün her bir harfi, Mâbûd hadis olan bir arazdır. Başka bir araz da Kendisinde hadis olan ve bu hadisi kendisiyle gördüğü rü'yet (görüş)'tir. Eğer bu rü'yet, Mâbûd'da ortaya atmasaydı, bu hadisi göremezdi. Diğer bir araz da, eğer işitilen ise bu hâd işitmesidir.
Onlar aynı şekilde, Mâbûdlarında birçok araz meydana gelmedikçe bir arazın yok olmayacağını iddia etmişlerdir. Bu arazlardan biri, Mâbûd' Kendi yok olması için iradesidir. Diğer bir araz da yok olmasını istediği şeye “Yok ol” veya “Tüken” demesidir. Bizzat bu söz, birçok harften ibarettir Bu sözün her bir harfi, Mâbûd'da hadis olan bir arazdır. Böylece İlâh'ın zatında ortaya çıkan havadis, onlara göre, âlemin cisimleri ve arazlarından kat kat havadis olur. [504]
Kerrâmiyye, iddialarına göre İlâh'ın zâtında ortaya çıkan bu havadisin yok olmasının cevazı hakkında ihtilafa düştüler. Bir kısmı yok olmasını ('adem) caiz gördü; çoğunluğu da onların yok olmasını imkânsız buldular. Bununla birlikte her iki takım da İlâh'ın zâtının, ezelden onlardan boş kalmışsa (halâ) dahî, gelecekte Kendi içindeki havadisten uzak kalamıyacağı hususunda birleşmiştir. Bu, “Heyûlâ, ezelde, arazlardan boş (hâlî) bir cevherdi; sonra onda arazlar meydana geldi ve o, gelecekte onlardan hâlî olmayacaktır” diyen Ashâbu'l-Heyulâ (Pylic)'nın görüşüne benzemektedir.
Kerrâmiyye, âlemin cisimlerinde yokluğun ('adem) cevazı konusunda ayrılığa düşmüşlerdir. Onların büyük çoğunluğu bunu imkânsız görmüşlerdir. Böylece onlar, Dehriyye ve feylosoflardan, “Felek ve yıldızlar, fesâd ve yok olmaya mâruz kalmayacak olan beşinci bir tabiattır” iddiasında bulunanlara benzemişlerdir.
İnsanlar, Basra Mutezilesinin, Yüce Allah, bütün cisimleri bir defada yok etmeye kaadirdir; fakat O, bunlardan bir kısmını tutarken diğer kısmını yok etmeye kaadir değildir” şeklindeki görüşlerine şaşıyorlardı. Oysa bu şaşkınlıkları, Kerrâmiyye'den, “O, ne şekilde olursa olsun, bir cismi yok etmeye kaadir değildir” iddiasında bulunanların görüşleri karşısında silinip gitti!
Bütün bunlardan daha acâibi, İbn Kerrâm'ın Mabudunu ağırlığa sahip olarak vasıflandırmasıdır. Bunu, “'Azâbu'1-Kabr” adlı kitabında, Güçlü ve Ulu Allah'ın, “...Gökler yanldiğı zaman.” [505] mealindeki âyetini tefsir ederken şöylece belirtmiştir:
“Gökler, kendi üzerlerindeki Rahmanın ağırlığından yarılır.”
İbn Kerrâm'ın ve ona uyanların çoğu, ezelde fiillerin varlığının sine Yüce Allah'ın dilciler tarafından O'nun fiillerinden çıkarılan olarak vasıflandırılmış olduğunu iddia etmişlerdir. İddiaları atma rızk ve nimet bulunmaksızın, ezelî olarak vasıflandırılmış olduğunu iddia kendisinden bir yaratma, rızk ve nimet bulunmaksızın, ezelî olarak yaratıcı (Hâlık), rızk verici (Râzık) ve nîmet verici (Mun'im)'dir. Yine onlar, O’nun Kendisinde bulunan yaratıcılıkla yaratıcı, rızk vericilikle rızk (Hâlık), rızk verici (Râzık) ve nîmet veri Kendinde bulunan yaratıcılıkla yaratıcı, rızk vericilikle rızk veren olduğunu ileri sürmüş ve demişlerdir ki:
“O'nun yaratıcılığı, yaratmadaki kudreti; rızk vericiliği, rızktaki kudretidir. Kudret kadîmdir. Oysa yaratma ve rızk ise, kudreti ile O'nda olan iki hadistir.” Yine dediler ki:
“Âlemde yaratılmış olan şey, yaratma ile yaratılmış olur. Böylece O'nda hâlan bu rızkla, rızk verilmiş olan da rızka kavuşmuş olur.” Bundan acâibi, onların “konuşan” (mutekellim) ile “söyleyen” (kaail) ve “kelâm” (konuşma-kelime) ile “söz” (kavi)) arasındaki ayırımlarıdır. Bu konuda dediler ki:
“Doğrusu Yüce Allah, ezelden beri Konuşan (Mutekellim) Söyleyen (Kaail) olmuştur.” Sonra bu iki ismin anlamları arasında bir ayırıma gitmişler ve demişlerdir ki:
“O, ezelden beri, söz söyleme kudreti olan, kelâm ile Konuşan (Mutekellim)'dir. Yine O, ezelî olarak, söz ile değil, söz söyleme melekesi, (kaaliyyet) ile Söyleyen (Kaail)'dir. Söz söyleme melekesi, O'nun söze olan kudretidir. O'nun sözü, Kendinde hadis olan harflerden ibarettir.” Onlara göre, Yüce Allah'ın sözü (Kavlullah), O'nda hadistir; O'nun kelâmı ise kadîmdir.
Abdulkaahir der ki:
Bu konuda onlardan biri ile tartıştım ve ona dedim ki:
“Kelâm, söz üzerindeki kudrettir, iddiasında bulunduğunuza ve susan kimse, sizce, sustuğu zaman söz söylemeye kaadir olduğuna göre, bu görüşe dayalı olarak susan kimsenin konuşan olduğunu da kabul etmeniz gerekir.” O, bunu kabul etmek zorunda kaldı.
Kerrâmiyye'nin bu husustaki önemsiz görüşlerinden biri de şu sözleridir:
“Biz diyoruz ki, Yüce Allah ezelden beri kayıtsız şartsız Yaratan'dır, Rızk verendir. Fakat biz, bir şeye nisbet ederek, yaratılmışlar için ezelden beri yaratan, rızk verilenler için Rızk Veren'dir, demiyoruz. Biz bu nisbeti, yaratılmışlar ve rızk verilenlerin varlığı halinde yapıyoruz.”
Aynı şekilde o, kitaplarından birinde, Mabudunun yerinden “he lilik” (haysûsiyyet) (!) şeklinde söz etmiştir. Bu biçimsiz ifadeler biçimsiz-çirkin mezhebine pek uygun düşmektedir.
Sonra o, dostları ile birlikte, Yüce Allah'ın takdir ettikleri hakkında konuşmuş ve şu iddiada bulunmuştur:
“O, ancak iradesi karşılaştığı şeylerle karşılaşması gibi, Kendi zâtında ortaya çıkan havadisler üzerine güç yetirebilir. Âlemin cisimleri ve arazlarından yaratmışlara gelince., onlardan hiçbiri, Yüce Allah'ın takdir ettiği şeyler değildir. Yaratılmış olmalarına rağmen, Yüce Allah onların hiçbirine kaadir olmamıştır. O, âlemdeki her yaratılmışı, kudreti ile değil, ancak “ol” sözü ile ya ratmıştır.”
Bu bid'ati, daha önce, kimse işlememiştir; çünkü insanlar bunlardan önce, Yüce Allah'ın takdir ettiği şeyler (makdûrât) hakkında ihtilâfa düşmemişlerdi. Sünnet ve Cemâat Ehli mezheplerine göre, her yaratılmış hudûsundan önce Yüce Allah'ın takdir ettiği bir şeydir ve O, bütün sonradan olanları (havadis), kudreti ile ortaya çıkaran (Muhdis)'dır. Muammer, bütün cisimlerin, O yaratmadan önce, O'nun takdir ettiği şeyler olduğunu; fakat O'nun, arazları ne yarattığını, ne de takdir ettiğini iddia etmiştir. Mu'tezile'nin çoğunluğu şöyle demiştir: “Cisimler, renkler, tadlar, kokular ve diğer araz nevileri, Yüce Allah'ın takdîr ettiği şeylerdir.” Ancak onlar, O'nu, Kendinden başka takdîr edilenler üzerine bir kudretle vasıflandırmaktan kaçınmışlardır. Cehmiyye ise şöyle söylemiştir:
“Bütün sonradan olanlar (havadis), Yüce Allah'ın takdîr ettiği şeylerdir. Ondan başka kaadir ve fail yoktur.” Böylece, Kerrâmiyye'den önce hiç kimse, Tanrı'nın kudretni, iddialarına göre, Zâtında ortaya çıkan havadisle sınırlandırmamıştı. Allah, onların bu sözlerinden Yüce ve Münezzeh'tir!.
Sonra onlar, Allah'ın adaleti (ta'dîl) ve adaletsizliği (tecvîr) konusunda da acâiplikler içinde söz etmişlerdir.
Bunlardan biri şu görüşleridir:
Yüce Allah'ın yarattığı ilk şeyin, mutla ka, kendine değer verilmesinin doğru olacağı (akıl ile donatılmış) yasayan bir cisim olması gereklidir. İddia ettiklerine göre O, işe cansız şeylerin (cemâdât) yaratılması ile başlamış olsaydı, Hakîm olmazdı. Onlar bid'atleriyle, “Yaratılmışlar içinde, mutlaka akıl ile donatılmışlar bulunmaktadır; fakat ilk yaratılanın akıl ile donatılmış olması zarurî değildir” diyen Kaderiyye'den de öteye gitmişlerdir. Onlar bu bid'atleriyle, Allanın yarattığı ilk şeyin “Levh” ve “Kalem” olduğu; sonra O'nun Kalem üzerine çekerek Kıyamet Günü'ne kadar olacak her şeyi yazdığı şeklin sahîh hadîsi reddetmiş oldular. Ve dediler ki:
“Eğer Yüce Allah, yaratan, onlardan birinin Kendine inanmayacağını bildiği halde yaratmış yaratışı abes olurdu. Onların hepsini, onlardan bir kısmının bilerek yaratması, O'nun ancak bir iyiliği olmuştur.”
Sünnet ise şöyle demiştir:
“Eğer O, mü'minler olmaksızın kâfirleri kafirler olmaksızın müminleri yaratmış olsaydı, caiz olurdu ve bu, O’nun hikmetine tecâvüz olmazdı.”
Kerramiyye şu iddiada bulunmuştur:
“Bir kimsenin imân edeceği zamandan önce hayatının sona erdirilmesinde, başkası için bir kurtuluş bulunmdıkça buluğ çağına kadar yaşatsaydı imân edeceğini bildiği bir çocuğun hayatının allması ve belli bir süreye kadar yaşatsaydı imâna gelecek bir kafirin hayatına son vermesi, Allah'ın hikmetine göre caiz değildir.” Bu görüşe göre, onların, Yüce Allah'ın, Nebî'nin (s.a.s.) oğlu İbrahim'i, eğer yaşatsaydı iman etmeyeceğini bildiği için öldürdüğünü kabul etmeleri gerekir. Böylece onlar daha çocuk iken ölen bütün peygamber çocuklarına saldırmış olmaktadırlar.
Onların nübüvvet ve risâlet konusundaki bilgisizliklerinden biri, nübüvvet ve risâletin, kendisine indirilen vahy, mucizeleri ve günahtan korunmuş ('ismet) olmaları dışında, Nebî ve Resûl'de doğuştan bulunan iki sıfat olduğu şeklindeki görüşleridir. İddialarına göre, kendinde bulunan bir sıfatı işleten birini, Yüce Allah'ın Peygamber olarak göndermesi icâb eder. Onlar, resul ve mursel'in arasını ayırmışlar ve resûl'ün bu sıfatını kendisinde var olduğu kimse; mursel'in de risâleti yerine getirmekle emrolunmuş biri olduğunu söylemişlerdir.
Sonra selâm olsun peygamberlerin 'ismeti konusuna da el atmışlar ve demişlerdir ki:
Onlar, adaleti yok eden veya bir cezayı gerektiren her türlü günahtan korunmuşlardır; fakat bunun aşağısındaki günahlardan dolayı korunmuş (mâ'sûm) değildirler. Onlardan bir kısmı, peygamberlerin tebliğ hususunda hatâ yapmaları caiz değildir, derken, bir kısmı da bu hususu câiz görmüş ve selâm olsun Nebî'nin, “Ve sonuncusunun üçüncüsü Menat” [506] âyetini tebliğ ederken, “Bunlar şefâatları dilenen yüceltilmiş kuğulardır” diyerek hatâya düştüğünü iddia etmişlerdir. Bu konuda Ehl-i sünnet dedi ki:
“Bu kelime, salât ve selâm olsun Nebî'nin âyeti okuyuşu sırasında, âyetler arasında duraklarken Şeytanın ona öğrettiği sözlerdendi.” Şeyhimiz Ebû'l-Hasan el-Eş'arî de bazı kitaplarında, “Doğrusu peygamberler, nübüvvetle vazifelendirildikten sonra büyük ve küçük günahlardan korunmuşlardır” der.
Kerramiyye şu iddiada bulunmuştur:
“Peygamber, peygamberliğini ilân ettiği zaman, bu çağırıyı ondan işiten veya onun haberi kendisine ulaşan kimsenin, onun peygamberliği hakkında bir delili öğrenmeyi beklemeksizin onu doğrulaması ve kabul etmesi gerekir.” Onlar bu bid'ati, şüphesiz, olsun Nebî'nin, 'Ben nebîyim, sözü, kendi içinde başka bir işarete muhtaç olmayan bir delildir” diyen Haricîlerin İbâdiyye fırkasından. Ayrıca Kerrâmiyye, kendisine peygamberlerin çağırışının bir kimsenin aklın icaplarına inanması ve Yüce Allah'ın yarattıklarına resuller gönderdiğine inanması gerektiğini ileri sürmüştür. Kaderiye ‘nin çoğunluğu, aklın icaplarına inanmanın gerektiği görüşünde onların geçmiştir; ama onlardan önce hiç kimse, kendi varlıkları ile ilgili kendilerinden herhangi bir haberin çıkışından önce resullerin varlığına inanmanın gerektiğini söylememiştir.
Kerrâmiyye ayrıca şu iddiada bulunmuştur:
“Eğer Yüce Allah, yaratılışın başından kıyamete kadar bir tek peygamberle yetinseydi ve bu ilk gamberin şerîatini devam ettirseydi, Hakim olmazdı.” Ehl-i Sünnet ise bu hususta şöyle söylemiştir:
“Eğer O böyle yapsaydı, caiz olurdu; tıpkı O'nun Nebilerin Sonuncusu'nun şerîatini, kıyamete kadar sürdürüşünün caiz oluşu gibi..”
Sonra İbn Kerrâm, imamet konusuna da dalmış ve birtakım tartışmaların ortaya çıkmasına, karşılıklı çarpışmaların olmasına ve fıkhı hükümlerdeki ayrılıklara rağmen, aynı anda iki imam bulunmasını caiz görmüştür. [507] Bazı kitaplarında, Ali ve Muâviye'nin aynı anda iki imam olduklarına işaret etmiş ve onların herbirine uyanların, onlardan biri adaletli, diğeri isyancı bile olsa, kendi bağlı olduğu kimseye itaat etmesi gerektiğini söylemiştir. Ona uyanlar, “Doğrusu Ali, Sünnete uyan bir imamdır. Muâviye ise, Sünnet'ten ayrılmış bir imamdı. Ancak onlardan herbirine itaat, onlara uyan kimseler üzerine vâcibdi” demişlerdir. Acaba, bu durumda, Sünnet'ten ayrılmışa itaat mecburiyetinden daha acâib bir şey var mıdır?
Sonra Kerrâmiyye, imân konusuyla da uğraşmışlar ve imânın, bir ferdin tâ zamanın başlangıcındaki ikrarı olduğunu ve bunu tekrar edip durmanın, dinden dönmüş birinin dinden dönüşünden sonra yeniden imâna gelmesi dışında- imân sayılmayacağını ve imân olmadığını iddia etmişlerdir. Onlar şu iddiada da bulunmuşlardır:
“İmân, selâm olsun Nebî'nin istenmesi hususunda ilk nesillerin eski ikrarı olup, bu husustaki sözleri, 'Evet, şüphesiz (belâ)'dır.” Bu sözün, din değiştirmedikçe kaybolmayacağını, ebedî olarak sürüp gideceğini ileri sürmüşlerdir. Yine iddialarına göre, Şehâdet Kelimsi'nin iki bölümünü (Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehâdet ederim ve Muhammed'in O'nun kulu ve resulü olduğuna şehâdet ederim) ikrar eden bir kimse, risâlet konusunda küfre inansa bile, gerçek bir rnü'mindır. Yine onlar, Yüce Allah'ın haklarında küfürle suçlanmaları hakkında birçok âyet indirdiği münafıkların da gerçek birer mü'min olduklarını ve imanla nın, peygamberler ve meleklerin imânı gibi olduğunu iddia etmişlerdir, i haliflerinden olan Ehlu'1-Ehvâ ve Ehl-i Sünnet'in muhalifleri hakk “Onların âhiretteki azâbları ebedî olmayacaktır” demişlerdir. Ehlu-l ise, Kerrâmiyye'nin temelli cehennemde kalacağına inanırlar. Kerrâm, fıkıhta da kendinden önce kimsenin ortaya atmadığı ahmaklıklar icat etmiştir. Bunlardan biri, yolcu namazı hakkındaki görüşüdür. Obu hususta, rükû, secdeler, kıyam (ayakta durma), kuûd (oturma)'da bulunmaksızın, şehâdet kelimesini söylemeksizin ve selâm vermeksizin iki defa tekbir getirmenin (Allahu Ekber) yeterli olacağını söylemiştir. (Fıkıhtaki ahmaklıklarından) Biri, onun, tamamen pis (necis) bir elbise içinde, pis bedenin görünür pislikleri ile namaz kılmanın doğru olduğu hak-görüşüdür. Ancak o, görünür pislik (necis) için değil de gözle görül-pislik (hades) için temizlik yapmayı (taharet) vâcib kılmıştır. Bunlardan biri onun, ölüyü yıkama ve namazını kılmanın farz değil, sünnet olduğu hakkındaki görüşüdür. Ancak o, ölünün kefenlenmesi ve gömülnıesi-i vâcib görmüştür. Bunlardan biri onun, farz olan namazın, farz olan orucun ve farz olan haccın, niyetsiz sahîh olacağı hakkındaki görüşüdür. İddiasına göre, başlangıçta İslâm'a niyet edilmiş olması, İslâm'ın farzlarından olan bütün farzlar için edilecek niyetlere de yeter.
Zamanımızda, Kerrâmiyye'nin İbrahim b. Muhacir adıyla tanınan reisi, kendisinden önce kimsenin ortaya atmadığı sapıklıklar icat etmiştir. O, Güçlü ve Ulu Allah'ın isimlerinin hepsinin O'ndan olan arazlar olduğunu ve aynı şekilde her ad sahibinin adının da kendisinde olan bir araz olduğunu ileri sürmüştür. İddiasına göre, Yüce Allah, kadîm bir cisimde kendiliğinden bulunan bir arazdır; er-Rahmân başka bir arazdır; er-Rahîm üçüncü bir arazdır ve böylece Yüce Allah'ın bütün isimleri, ötekiler dışında bir arazdır. Ona göre, Yüce Allah, er-Rahmân değildir; er-Rahmân da er-Rahîm değildir; el-Hâlık da er-Râzık (Rızk Veren) değildir. O şu iddiada da bulunmuştur:
“Zina eden (zânî), kendisine zina nisbet edilen cisimdeki bir arazdır. Hırsız, kendisine hırsızlık nisbet edilen birindeki arazdır. Yoksa cisim, ne zina, ne de hırsızlık edendir.” Ona göre, sopa vurulan ve eli kesilen, zina ve hırsızlık eden kimse değildir. İddia ettiğine göre, hareket ve hareket ettiren, cisimdeki iki arazdır. Aynı şekilde siyahlık ve siyah cisimdeki iki arazdır. ilim ve âlim, kudret ve kaadir, yaşama ve hayat., bunların hepsi de cisim değil arazdır. Ona göre ilim, âlimde kaaim olmaz; ancak âlimin yerine kaaim olur. Hareket de hareket ettirenle kaaim değildir; o ancak, hareket ettirenin yerine kaaim olur.
Abdulkaahir der ki:
Ben bu konuda, bu İbn Muhacir ile Sâmânî ordusunun kumandanı Nâsıru'd-Devle Ebû'1-Hasan Muhammed b. İbrahim b. Sımcûr'un huzurunda, 370/980-1 yılında münazarada bulundum. Bu tartışmada onu, zina hususunda cezaya çarptırılanın zina eden (zâni), hırsızlık de eli kesilenin hırsız olmadığını kabule mecbur ettim. O da bunu kabule mecbur oldu. Sonra onu Mabudunun bir araz olduğunu itirafa zorladım; Çünkü ona göre, Mâbûd, bir isimdir ve ona göre, Yüce Allah'ın isimleri, kaim bir cisimde kendiliğinden bulunan arazlardır. O dedi ki: “Mâbûd, kadî-cısmindeki bir arazdır ve ben de araza değil, cisme ibâdet ediyorum.” Bunun üzerine ona dedim ki:
“Öyle ise sen, Güçlü ve Ulu Allah'a ibâdet etmiyorsun, çünkü Yüce Alla sana göre bir arazdır. Üstelik sen de araza değil cisme ibadet ettiğini iddia etmiş durumdasın. Kerramiyye’nin rezaletleri sayısızdır., çok uzundur. Bunlardan bizim bu bölümde anlattıklarımız yeterlidir ve Allah, en iyi Bilen dir. [508]

[500] Krş.: İsferâinî, 65; Şehristânî, 1/108; Eş'arî, 141, 143; İbn Hazm, 4/205; İ'tikadât, 67; Telsü İblîs, 89; Milel, 149-154.
[501] Ebû Abdillah Muhammed b. Kerrâm es-Sicistânî. Kerrâmiyyenin kurucusudur. 255/8” hinde ölmüştür. Bk.: Şezerât, 2/131.
[502] Ğarcuşâr'ın genel adı. Batıda Herat, doğuda Gur, kuzeyde Merv ve güneyde de Gazne ile çevrili yer. Şûremeyn ve Afşin de Ğarcuşâr'ın iki mühim şehridir. Bk.: Mu'cem, 4/193.
[503] Ta-Ha: 20/5. Krş.: Usul, 113
[504] Kirş.: Usûl, 60,62.
[505] İnfitâr: 82/1.
[506] Necm: 53/20.
[507] Krş.: Usûl, 274.
[508] Ebu Mansûr Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 160-168.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Yine kaynak diye verilen diğer Imam Muhammad Murtada az-Zabidiyy ve kitapta yine tasavvufçuların sahiplendiği ve sapıklıkta marka olan hakikat yayıneviyle paralellik arzeden tasavvufi bir siteden çıkmıştır .



ALLAH MEKANSIZ(YERSIZ)VAR(ALLAH SU AN VAR EZELDEKI GIBI)=ALLAH MEKANDAN MUNEZZEHTIR:
"Hadith Alimi ve Dil bilgisi uzmani, Imam Muhammad Murtada az-Zabidiyy kendisinden devamli geriye giden naklediciler baglantisiyla(Imam Zayn al-^Abidin ^Aliyy ibn al-Husayn Ibn ^Aliyy Ibn Abi-Talib(ki,O salaf ehlinin ilklerindedir ve as-Sajjad unvanini kazanmistir.Yani cok namaz kilan kisi.))soyle nakletmistir.Zayn al-^Abidin’in tezi asSahifah as-Sajjadiyyah’in icinde Allah hakkinda soyle ifade edilmistir:” Yuce Zatin butun kusurluluklardan uzaktir(Yani tam kusursuzdur)Hicbir yer(mekan) Yuce Zati’ni kapsamaz.”O,ayni zamanda sunu da demistir: ”Yuce Zatin , kusursuzdur.Yuce Zatin sinirlar icinde olmayandir.”

Sitemizin gulu olan ABUHILAL Hocamizin ,akliselim sahibi olan herkesten, bu onemli yazisini bakmalari hakkinda icten tavsiyesi - Dinim ?slam, ?slam Forum, ?slam Site, ?slamiYet, ?slami Paylas?m Platformu!



Kitap olarak verilen İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn ise yine tasavvufi itikade ait olup , Kabirde Kur'an okumanın savunulup anlatılarak kaynak diye verilen bir sapkın kitaptır.

ÖLÜLER DİRİLERDEN FAYDALANIR

http://www.delikanforum.net/konu/99083-seyh-ismail-cetin-kuddisesirrahu.html
 
A Çevrimdışı

Abu Jafar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sunlari bulabldim bu konu üzeri:

Rasûlullâh’ı amcasının oğlu Alî radıyallâhu anhu Allâh hakkında şöyle der:"كَانَ اللَّه وَلاَ مَكَان وَهُوَ الآنَ عَلَى مَا عَلَيْهِ كَان" رواه أبو منصور البغدادي
“Allâh mekân yokken vardı, O şimdi de olduğu gibidir“

Bunu Ebû Mansûr El-Bağdâdî rivayet etmiştir

Yine Alî radıyallâhu anhu Allâh hakkında şöyle diyor:
"إِنَّ اللَّه خَلَقَ الْعَرْشَ إِظْهَاراً لِقُدْرَتِهِ وَلَمْ يَتَّخِذْهُ مَكَاناً لِذَاتِهِ" رواه أبو منصور البغدادي
“Muhakkak ki Allâh arşı kudretinin büyüklüğünü göstermek için yaratmıştır ve onu kendi zâtı için mekân edinmemiştir“ Bunu Ebû Mansûr El-Bağdâdî rivâyet etmıştır

El-kuşayrî, risâlesinde hazret-i Cafer Es-Sâdığın şöyle dediğini rivâyet eder:
"من زعم أن اللَّه في شيء أو على شيء أو من شيء فقد أشرك إذ لو كان في شيء لكان محصورا ولو كان على شيء لكان محمولا ولو كان من شيء لكان محدثا أي مخلوقا" رواه القشيري “Kim Allâh’ın bir şeyde veya bir şeyin üzerinde bulunduğunu veya bir şeyden olduğunu iddia ederse müşrik olmuş olur Çünkü bir şeyde bulunsaydı kuşatılmış olurdu Şayet bir şeyin üzerinde bulunsaydı taşınmış olurdu ve şayet bir şeyden olsaydı sonradan olmuş olurdu“ yani yaratılmış olurdu

Kendisine İmâmus-seccâd (çok secde edenlerin imâmı) diye lakap verilen hazret-i Alî’nin oğlu Huseyn’in oğlu Alî Zeynul-âbîdîn Sahife-i seccadiyyesinde Allâh hakkında şöyle diyor:
"أنت اللَّه سبحانك لايحويك مكان" رواه الإمام الزبيدي في الإتحاف
“Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim seni mekân kuşatmaz “ Bunu Ez-Zebîdî İthâf adlı kitabında rivayet etmiştir

Yine Zeynu-abîdîn Allâh hakkında şöyle diyor:
"لست بمحدود فتحد" رواه الإمام الزبيدي في الإتحاف
“Sen sınırlı değilsinki sınırlandırılasın“Bunu Ez-Zebîdî İthâf adlı kitabında rivayet etmiştir

Yine Zeynul-abîdîn Allâh hakkında şöyle diyor:
"لا تحس ولا تمس ولا تجس" رواه الإمام الزبيدي في الإتحاف

“His edilmessin, ellenmessin ve dokunulmassın“Bunu Ez-Zebîdî İthâf adlı kitabında rivayet etmiştir

Bu Hadisin Sahih oldugunu biliyorum, ama anlayisi nasil?

Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ya Allâh sen zahirsin senin üstünde bir şey yok ve sen bâtınsın senin altında bir şey yoktur“

Beyhakî demiştir ki, dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: “Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır“ demişlerdir

Rasûlullâh’ı amcasının oğlu Alî radıyallâhu anhu Allâh hakkında şöyle der:"كَانَ اللَّه وَلاَ مَكَان وَهُوَ الآنَ عَلَى مَا عَلَيْهِ كَان" رواه أبو منصور البغدادي
“Allâh mekân yokken vardı, O şimdi de olduğu gibidir“

Bu asagida´ki Hadisin basi Sahih´dir (wa Allahu a3lam) ve sonuna uydurma katilmisdir, bildigime göre.

In shaa Allah bilen biri bunlarin yanlislikligini gösterir.

Allah sizden razi olsun

wa alaykum salam wa rahamtullahi wa barakatuh
 
Üst Ana Sayfa Alt