Gençtik… Ömrün en verimli, en heyecanlı, en deli çağlarındaydık. Türüne az rastlanan ve garipsenendik aynı zamanda. Tozpembe, beyaz gelinlik hayallerimiz yoktu mesela. Yaşıtlarımız gibi giyinip gezip-tozma merakımız…
“Bu yaşında yapmazsan ne zaman yapacaksın?” sorusunun muhatabıydık hep. Anlaşılmayan insanlardık…
Bir türlü dünyalı olamamıştık çünkü. Hayallerimizi cennete odaklamıştık. Yüreğimizde, aklımızda, fikrimizde cennet vardı hep… Amellerimizi ona göre düzenlemeye çalışır, birkaç genç kız bunun için yarışırdık.
On dokuzunda Rabbine kavuşanlara özenir, on dokuzumuzdan önce cennete kanatlanıvereceğimizi sanırdık.
Oysa Rabbimiz bir ömür biçmiş, farklı imtihanlar dilemişti bizim için. Bir gün bir ev ve bir eşten sorumlu olarak bulduk kendimizi… Sünnetullah gereği farklı kimseler girmişti hayatımıza. Değişmemişti yüreğimiz tabi ki… Kulvar değiştirmiştik sadece. Belki bu kulvarda dünyevileşmemek için daha çok çaba sarf etmemiz, akıntıya kapılmamak için daha kuvvetli kürek çekmemiz gerekecekti. Rabbimizden yardım dileyecektik.
Sonra anne olduk. Bir yavru, bir yavru daha derken birkaç emanetin ağırlığını hissettik omuzlarımızda… Büyük nimetti ve büyük mesuliyet… Daha önce tecrübe ettiğimiz bir şey değildi. Kitaplarda yazılanları okumak, çocuk eğitimi seminerlerine katılmak kadar kolay da değildi. Yine Rabbimizden yardım dileyecektik.
Bir telaşeydi günlerimiz şimdi. Alt değiştirme, yemek yapma, yedirme, bulaşık çamaşır… Sabah-akşam oluyor ve biz günleri sayamıyorduk. Kimi zaman elimize kitap alacak vakti, hali bulamıyor, kimi zamansa okumaya çalışırken uyuyup gidiyorduk.
“Namazlarımı vaktinde, güzelce kılsam yeter bana” diyorduk bazen de… Hayatımızda bu kadar yoğun olduğumuz ve bu kadar enerjik olmamızı gerektiren bir zaman dilimi olmamıştı herhalde. Yoruluyorduk… Ve her şeye rağmen Allah için bir şeyler yapabilmenin mutluluğuyla gülümsüyorduk…
Yapmamız gereken önemli bir şey daha vardı: ruhumuzu yormamak… Bedeni yorgunluğumuzu ruhumuza yansıtmamak…
Yüreğimiz güçsüz düşmemeliydi koşuşturmacalar arasında. Çoluk çocuğa karışıp unutmamalıydık kendimizi. Kaybetmemeliydik gençliğimizi… Hem kaybedersek gençliğimizi nasıl yetiştirecektik ki çocuklarımızı? Heyecanımız, coşkumuz hiç bitmemeliydi…
Marşlar söylemeliydik yine yüksek sesle. Anlattığımız masallarda hayallerimizi hissettirmeliydik yavrularımıza. Sloganlar yazmalıydık yine defterlerimize fırsat buldukça, umuda dair yazılar karalamalıydık.
Cihad, devrim haberleri heyecanlandırmalıydı bizi.
Şehadet dualarımızın başında yer almalıydı. İçten dualarımızı bırakmamalıydık…
Velhasıl hem ‘genç’ hem ‘anne’ olmalıydık…
Alıntı
“Bu yaşında yapmazsan ne zaman yapacaksın?” sorusunun muhatabıydık hep. Anlaşılmayan insanlardık…
Bir türlü dünyalı olamamıştık çünkü. Hayallerimizi cennete odaklamıştık. Yüreğimizde, aklımızda, fikrimizde cennet vardı hep… Amellerimizi ona göre düzenlemeye çalışır, birkaç genç kız bunun için yarışırdık.
On dokuzunda Rabbine kavuşanlara özenir, on dokuzumuzdan önce cennete kanatlanıvereceğimizi sanırdık.
Oysa Rabbimiz bir ömür biçmiş, farklı imtihanlar dilemişti bizim için. Bir gün bir ev ve bir eşten sorumlu olarak bulduk kendimizi… Sünnetullah gereği farklı kimseler girmişti hayatımıza. Değişmemişti yüreğimiz tabi ki… Kulvar değiştirmiştik sadece. Belki bu kulvarda dünyevileşmemek için daha çok çaba sarf etmemiz, akıntıya kapılmamak için daha kuvvetli kürek çekmemiz gerekecekti. Rabbimizden yardım dileyecektik.
Sonra anne olduk. Bir yavru, bir yavru daha derken birkaç emanetin ağırlığını hissettik omuzlarımızda… Büyük nimetti ve büyük mesuliyet… Daha önce tecrübe ettiğimiz bir şey değildi. Kitaplarda yazılanları okumak, çocuk eğitimi seminerlerine katılmak kadar kolay da değildi. Yine Rabbimizden yardım dileyecektik.
Bir telaşeydi günlerimiz şimdi. Alt değiştirme, yemek yapma, yedirme, bulaşık çamaşır… Sabah-akşam oluyor ve biz günleri sayamıyorduk. Kimi zaman elimize kitap alacak vakti, hali bulamıyor, kimi zamansa okumaya çalışırken uyuyup gidiyorduk.
“Namazlarımı vaktinde, güzelce kılsam yeter bana” diyorduk bazen de… Hayatımızda bu kadar yoğun olduğumuz ve bu kadar enerjik olmamızı gerektiren bir zaman dilimi olmamıştı herhalde. Yoruluyorduk… Ve her şeye rağmen Allah için bir şeyler yapabilmenin mutluluğuyla gülümsüyorduk…
Yapmamız gereken önemli bir şey daha vardı: ruhumuzu yormamak… Bedeni yorgunluğumuzu ruhumuza yansıtmamak…
Yüreğimiz güçsüz düşmemeliydi koşuşturmacalar arasında. Çoluk çocuğa karışıp unutmamalıydık kendimizi. Kaybetmemeliydik gençliğimizi… Hem kaybedersek gençliğimizi nasıl yetiştirecektik ki çocuklarımızı? Heyecanımız, coşkumuz hiç bitmemeliydi…
Marşlar söylemeliydik yine yüksek sesle. Anlattığımız masallarda hayallerimizi hissettirmeliydik yavrularımıza. Sloganlar yazmalıydık yine defterlerimize fırsat buldukça, umuda dair yazılar karalamalıydık.
Cihad, devrim haberleri heyecanlandırmalıydı bizi.
Şehadet dualarımızın başında yer almalıydı. İçten dualarımızı bırakmamalıydık…
Velhasıl hem ‘genç’ hem ‘anne’ olmalıydık…
Alıntı