Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvuf

A Çevrimdışı

anti_put

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
TASAVVUF
Ashab ve Tabiin döneminde fetihler yapılmış ve İslam toplumuna etnik ve kültürel olarak yeni birçok unsurlar katılmıştır. Bu dönemde yabancı kültürlerden birçok unsurlar zühd akımı mensupları tarafından ilgi görür ve benimsenir. Bu unsurlar daha çok Hint ve İran özellikleri taşımaktadır. Bu akımın belirginlelip revaç bulduğu yerin Arap yarımadasının uç bölgesi olan ve Hindistan-İran-Arabistan’ın kavşak yeri sayılan Basra ve Kufe gibi yerlerin olması da dikkat çekicidir. Hatta öncekileri ve sonrakileriyle, çok azı dışında tasavvuf meşhurlarının acem milletlerden ve özellikle İran menşeli olması da dikkat çekicidir. Burası, Arabistan’ın kalbi olan Mekke ve Medine’den çıkan Müslümanların Hint ve İran kültürü ile karşılaştıkları, hatta Irak ve İran’ın fethi için ilk savaşların yapıldığı yerlerdir. Tabiri caizse, hak kültürü ile batıl kültürünün buluştuğu ve iç içe olduğu bir yerdir. Çok geçmeden fetihler genişleyecek ve Türk kültür unsurları da bu karışıma dahil olacaktır.
Daha önce bilinmeyen tasavvuf ismi ve tasavvufçular bu dönemde ortaya çıkar. Yabancı inanç ve kültür unsurları için İslam’ın kimi nasslarından altyapı aranır. Bulunmayan yerlerde vaz’edilir. Sahih anlayıştan uzak farklı yorumlar getirilir. Zahir, batın, fena, beka, şeyh, mürid, keşf, ilham, sahv, mahv, sekr, cem’, fark, tekke, özel giyim gibi tasavvufi içerikler sökün etmeye başlar. Çok geçmeden buna Batı cephesi diyebileceğimiz eski Yunan felsefe ve kültürü de değişik kanallarla eklenir ve tasavvufun klasik yönü olan ve zühd diye adlandırılan “ameli tasavvuf” ile felsefe yönü olan “felsefi tasavvuf” şıkları meydana gelir. Yerli ve yabancı malların sergilendiği bir fuar halini alan tasavvuf, yerli mallar diyebileceğimiz İslami motifler yanında, yabancı mallar olan dış unsurların bir sentezi olur ve Allah’ın dininin sanki bir tamamlayıcısı olarak İslam dünyasında yayılır.
Kur’ân’ı Kerim ve ilk İslami uygulamalar ışığında incelendiğinde teoriden pratiğe kadar tasavvufun İslam’dan aldığı unsurlardan daha çok İslam dışı unsurlar içerdiği görülür. Yalnız bu mozaik ve sentez karşısında olaya kanaatimizce ters bir açıdan bakılmıştır. Bugüne kadar meseleye “İslam’da Tasavvuf” açısından bakıldığını görüyoruz. Bu konularda yapılan çalışmalarda hep İslam’da tasavvufa yer aranmıştır. İslam dışı unsurlarının İslam’ın nasslarıyla ve sahih pratiğiyle bağdaştırılmasına çalışılmıştır. Hatta İslam’ın tevhid öğretisine aykırılığı gün gibi açık vahdet-i vücud nazariyesi gibi bir çok doktrin ve rabıta gibi bid’at uygulamalar İslam’la bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Tasavvufun eleştirisini yapanların dışında, bütün çalışmalar hep İslam’da tasavvufa yer aramaya yönelik olmuştur.
Halbuki tasavvufun eklektik yapısı, bilgi edinme yolu ve amel metodu ile kaynağı ve sonuçları, kısaca teorik ve ameli yönü ile bütün sistemi göz önünde bulundurulursa, meseleye tasavvufta İslam olarak bakmanın daha gerçekçi olduğuna inanıyoruz. Yani tasavvufun kaçta kaçı İslam’dır yahut İslam’ın öğretilerine uygundur. Çünkü tasavvuf İslam’dan aldığı unsurlardan çok, yabancı unsurlar ve kültürlerden oluşmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında gerçekler daha net olarak görülecek ve daha gerçekçi sonuçlara varılacaktır, diye düşünüyoruz.
Unutulmamalıdır ki, İslam her şeyin üstündedir ve hiçbir şeye feda edilemez. İslam Yüce Allah’ın insanlığa rahmeti ve saadetidir. Hak ve adalet hiçbir ekol veya kişi için feda edilemez ve gizlenemez. Birtakım kişileri veya uygulamaları savunmak yahut kurtarmak gayretiyle İslam öğretilerinin tevillerle yamuklaştırılması yahut göz ardı edilmesi kesinlikle doğru değildir. İbn el-Cezvi gibi alimler bu noktaya dikkat çekmekte ne kadar isabet etmişlerdir! Şöyle diyor:
“Hakta tarafgirlik olmaz. Söylenenler doğru değilse, o zaman böyle şeylerden, o mezhepten ve kim olursa olsun o kişiden sakındırmış oluruz. Allah biliyor ki, hata edenin hatasını söylemekten maksadımız, şeriatı tenzih etmek ve onu yabancı şeylerden korumaktır. Yoksa söyleyen ve işleyenle bizim bir işimiz yoktur. Bununla ancak ilim emanetini yerine getiriyoruz. Alimler de hata edenin kusurunu açığa çıkarmak için değil, hakkı ortaya koymak için birbirlerinin hatalarını gösteriyorlar.
“Kendisiyle teberrük edilen falan zahide nasıl cevap verilir veya sözü nasıl reddedilir?, diyecek cahillerin sözüne itibar edilmez. Çünkü bağlılık şeriatın getirdiklerine olur, şahıslara değil. Adam cennet ehli veya evliyadan olabilir. Onun derecesi hatasının gösterilmesine engel olmaz.
Bir şahsın yüceltilmesine bakıp ondan sadır olana delil ile bakmayan kimse, Hz.İsa’nın kendisini görmeyip onun elinde meydana gelen mucizelere bakan ve bundan da onu tanrılaştıran kimse gibidir. Halbuki Hz.İsa’ya bakıp yeme-içme ile yaşayan bir insan olduğunu görseydi, ona sadece layık olduğu değeri verirdi (insan sayardı)” (Ebu’l Farac İbn el-Cevzî, Telbisu İblis, 69, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,Beyrut,1368)
Zaten tasavvuf dünyası hak ile batılın, gerçekle hurafenin, doğu kültür ve inançlarıyla batı kültür ve inançlarının cirit attığı, iç içe olduğu ve karmaşık bir yapı oluşturduğu bir dünyadır. Kendi içinde yetmiş üç fırkayı çoktan aşmış bulunmaktadır.
Vasat olan bu ümmet; ölçü ve değerlerini, anlayış ve düşüncesini başka milletlerden ve ideolojilerden alan yahut başkalarını taklit eden bir ümmet değildir. Onun için tek yol, sırat-ı mustakim olan Kur’ân ve en güzel örnek olan Rasûlullahtır. Bütün dünya milletleri arasında doğru yolda yürüyen ve sadece Kur’ân ve ve onun pratiğe aktarımı olan sünneti ölçü kabul eden vasat ve dengeli bir ümmettir.
Rabbimiz, insandaki, maddi ve manevi eğilimleri dengede tutmak için kesin ölçüler ve açık hükümler koymuştur. Her şeyden önce heva ve hevesle hareket edilmemesini istemiştir. Kur’ân’ın hükümleri ve Rasûlullah’ın örnek uygulaması dururken insanların heva ve hevesleriyle hareket etmesi şiddetle yasaklanmış ve hevesleriyle hareket edenler, “Hevesini kensinine ilah edineni gördün mü?” diye kınanarak bu sapmaya dikkat çekilmiştir.
Hz.Peygamberin uygulamasında da bunu açıkça görürüz. Onun ibadetleri karşısında kendi ibadetlerini azımsayarak sürekli namaz kılmayı, her gün oruç tutmayı ve evlenmemeyi kararlaştıran üç kişinin bu durumu kendisine ulaşınca Rasûlullah onlara bu işi yasakladığını ve sünnetinden sapanların kendisiyle ilişkilerinin kesilmiş olacağını söylemiştir. Yine oruç için güneşte durmayı adamış birini gördüğünde durumunu yadırgamış ve bu işi bırakmasını emretmiştir. Aynı şekilde bu dinle kimsenin yarışmamasını ve yarışacak olursa mutlaka yenik düşeceğini bildirerek insanların belirlenen ibadet şekil ve miktarlarıyla bağımlı kalmalarını istemiştir.
Yine, birilerinin kendisini aşırı bir şekilde övmesini yadırgayarak “Beni Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdüğü gibi övmeyin.” buyurmuş ve insanları aşırılıktan sakındırmıştır. “Allah, kişiye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz.”, “Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun.” gibi ayetler de insanın itidal çizgisi içinde kalması ve aşırılıktan kaçınması gerektiğini ifade etmektedir. Kur’ân ve sahih Sünnet’te bunu ifade eden hüküm ve uygulamalar o kadar çoktur ki, burada kaynaklarını göstermeye bile gerek bırakmamaktadır.
Tasavvufun, İslam’dan aldığı unsurlar kadar İslam dışı unsurlar da ihtiva ettiği görülmektedir. Bu karışıma da tasavvuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları kabul etmiyoruz ve İslam saymıyoruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki geriye sadece İslam kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır. Kısaca, mesele, İslam’da tasavvuf değil tasavvufta İslam meselesidir. Yani tasavvufun temelde İslam olmadığı, belki İslam’dan birtakım unsurları almış bulunmasıdır. Zaten tasavvufun değişik sebepler altında, Kur’ân ve sünnet yolundan meydana gelen bir sapma olarak ortaya çıktığı zühd şeklinde kendini gösterdiğini belirtmiştik. Bu sapma, yapısında İslam’dan birtakım motifler taşımıştır. Bu bakımdan meselenin İslam’da tasavvuf değil, tasavvufta İslam meselesi olarak algılanması gerekir.
Tasavvufun İslam’dan aldığı unsurlar hak ve İslam’ın kendisi olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki, yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulunan Hıristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim söyleyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve sapıklıklarıyla bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği İslam saymamış ve insanları onlara davet etmemiz mümkün müdür? Bu dinler ve inançlar her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslam çerçevesi içine girmedikçe İslam olamaz. Bunları tasfiye ettiği zaman da tasavvuf denilen şeyden eser kalmaz ve Allah’ın dini olarak İslam kalır. Bu İslam’ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktur. Daha açık ifade ile, hiçbir kimse ve hiçbir düşünce Allah’ın dini üstünde ve ondan kutsal değildir. (Ebu’l Farac İbn el Cezvi, Teblisu İblis, 169, Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut)
Asrı saadet ve raşid halifeler devrinde insanlar İslam’ın hükümlerine ellerinden geldiği kadar bağlı olmaya çalışmışlardır. Yeri geldiğinde mallarının tümünü Allah yolunda infak etmişlerdir. Hatta yeri geldiğinde günlük ihtiyaç dışında elde mal tutmanın kötülüğünü bile savunanlar olmuştur. Ama bu devirde insanlar arasında zahidler, veracılar, takvacılar, ihlasçılar, ağabeydler gibi ismi taşıyan kişi veya cemaatlerin bulunduğu söylenemez. Aksine Müslümanlar ellerinden geldiği kadar İslam’ın bütün emir ve yasaklarını gözetmek ve hükümlerine bağlı kalmak için yarış halinde bulunmuşlardır. İslam’ı bir bütün olarak görmüş ve bütün unsurlarıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Ebu Zer Gıfarî gibi günlük ihtiyaç dışında elde mal bulundurmanın yasaklığını düşünen insanlar kendilerine zahid adını vermedikleri gibi, çokça ibadet eden, Allah’ı çokça zikreden, dünya malına fazla iltifat etmeyen insanlar da kendilerine abid, zakir ve zahid ismini vermemişlerdir. Rasûlullah zamanında nisbet iman ve İslam’a olmuştur. İnsanlar mü’min ve Müslim olarak anılmışlardır. (Ebu’l Farac İbn el Cezvi, a.g.e., 161.)
Kaldı ki sözlük anlamıyla da olsa, bu nevi bir yaşayışı ifade eden bir kelimenin tasavvufun temeli olacağını söylemek ve bu yaşayışı sürdüren insanlara sofu olarak bakmak mümkün değildir. Mesela, elde ihtiyaç fazlası mal bulundurmanın iyi olmadığını söyleyen Ebu Zer Gıfari’yi Arap aleminde sosyalist olan çağdaş bazı insanların sosyalist saymaları ve bu yaşayış ve düşüncesinin de sosyalizm olduğunu iddia etmeleri ne kadar gülünç ise, İslam’ı bütün olarak yaşamaya çalışan insanların yaşayışlarından bazı unsurlara bakarak onları zahid veya tasavvufçu saymak da gerçeklerle bağdaşmamaktadır. O insanların yaşadıkları hayata tasavvufçuların zühdü olarak bakmak veya böyle adlandırmak mümkün değildir.

 
F Çevrimdışı

f@kih

Üyeliği İptal Edildi
Banned
bismillah...

allah azze ve celle razı olsun konuyla ilgili daha da detaylı bilgi öğrenmek isteyenler için şahsi sitemde bu tasavvufu enine-buyuna irdeledim inceledim sapık tasavvufçulardan onların sapık amellerinden kitaplarından alimlerin onlar hakkındaki görüşlerini açıkladım. gücüm nisbetinde güzel bir çalışma ortaya koydum arzu edenler oraya bakabilirler www.elfevaid.tr.gg ve sallallahu ala seyyidina muhammed....
 
Üst Ana Sayfa Alt