Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Şahsı Mânevi İlk Nerede Kullanıldı ?

Kozsoy Çevrimdışı

Kozsoy

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Bu saidistlerde bolca kullanılan Şahsı Manevi'nin kökenleri nedir ? Yoksa bu terimi ilk kullanan Saidi Nursi''midir ?Ya da herhangi bir yerdeki herhangi bir iyiliğe ya da iyileşmeye buna benzer şekilde açıklama getiren olmuş mudur ?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Bu sorunuzu Nurcuların kendi yorumlarıyla alıntılı cevaplamaya çalışacağım:

******

Şahs-ı mânevî nedir?
Şahs-ı mânevî; bir şahıs olmayıp, kendisine bir şahıs gibi muâmele edilen şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar; belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıstır.
Şahs-ı mânevî; İslâmiyetin ruhuna uygun ve Risâle-i Nur eserleriyle daha bir dünyamıza girmiş ve bu asrın ‘olmazsa olmaz’ları arasında değerlendirilen özel bir kavramdır.


****
Şahıs ve şahs-ı mânevî…
Şahsı; kişi, kimse, insanın cismi, benliği diye tarif eder lûgatiyyun.
Şahs-ı mânevî için de; “Bir şahıs olmadığı hâlde kendisine şahıs muâmelesi yapılan müessese, şirket, cemiyet, cemaat veya bir topluluğun taşıdığı mânevî kuvvet ve meziyetler” der.
Şahs-ı mânevî, bazı ortak değerler etrafında toplanıp kendini o değerlerle ifade eden şahıslardan meydana gelir. Şahıs da, şahs-ı mânevîde fâni olarak hayatına mânâ kazandırır.

****
"Şahs-ı manevi, günümüz Türkçesinde tam anlamıyla karşılamasa da, tüzel kişilik ya da o tüzel kişiliğin taşımış olduğu ruh, mana, misyon olarak izah edilebilir.
Bu manada bir tüzel kişiliğin olması için resmî veya gayri resmî bir birliktelik şart. Şirket, cemaat, cemiyet, toplum vs. türü kuruluşlar olmalı ki şahs-ı maneviden söz edebilelim.
Dinî bir kavram olması sebebiyle, şahs-ı manevi dendiğinde ilk defa akıllarda çağrışım yapan, dinî cemaatler oluyor. Dinî cemaat yerine dinî değerleri önceleyen, misyon ve vizyonunda dine ağırlıklı yer veren küçük veya büyük çaplı topluluklar da diyebiliriz. Bu şu açıdan önemli: Müslüman zihin, şahs-ı manevinin müzakereye açıldığı her yerde meseleye bu zaviyeden bakar. Yapılan konuşmalarda sözün eksenini bu ön kabul oluşturuyor.
Geçenlerde Elmalılı tefsirinin mütalaa ve müzakere edildiği bir zeminde kendimi buldum. Konu şahs-ı maneviye geldi. "En önemli şahs-ı manevi, cemaat-i İslamiyedir." dedi. Bir başka ifadeyle ümmet demek bu. Ümmet için şahs-ı manevi tabirinin kullanılması her ne kadar lugat ve muhteva açısından doğru olsa da, gelenek açısından başkalarında çok örneğini görmediğim bir kullanım oldu. En azından benim için bu böyleydi. Sonra devam etti; dedi ki: "Ama cemaat-i İslamiye içinde alt grup sayılan cemaatlerin her birinin ayrı ayrı şahs-ı manevileri vardır."
Burada akla bir soru geliyor; bu cemaatler arasında Hakk'ın kabulü açısından faikiyet yani üstünlük söz konusu mudur? Cevap çok net: "Tabii ki söz konusudur, ama bunu sadece Allah bilir." Yine bir soru: "Allah bilir ama bunun adına ölçüler, kıstaslar verilemez mi? O mertebeye ulaşmak için gerekli olan özelliklerden söz edilemez mi?"
"Evet" dedi Hocaefendi ve peşi peşine bu ölçüleri, aranılan özellikleri sıralamaya başladı: "Başka değil, sadece en önemli gayeyi gerçekleştirmek için, yani Allah'ın yüce adının bayraklaşması istikametinde bir araya gelmeleri. Şu isim olmayınca kıyamet kopmaz ama yeryüzünde Allah'ın adının anılmayışı, hadisin ifadesiyle, kıyametin kopuş nedeni deyip, dava şuuru ile meseleye sahip çıkmaları. Bakın ayette, siz insanlar içinden çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz diyor, ardından adeta bunu iyiliği emretme, kötülükten insanları sakındırma şartına bağlıyor.
İkincisi; bu heyeti teşkil eden fertlerin dünyevî ve şahsi arzularından, heveslerinden, beklentilerinden sıyrılmaları ve O'nun rızasından başka hiçbir şeyin peşinde koşmamaları. Eğer ben arpa-buğday peşinde koşarsam arpa buğdaydan farkım kalmaz diyecek kadar kendini rızaya adamaları."
Hocaefendi devam edecek ama benim aklıma bu yaklaşımı teyid eden Mevlânâ'nın enfes dizeleri geldi. Onu sizlerle paylaşayım: "Neyi arıyorsan sen, o'sundur." der Mevlânâ bir şiirinde ve devam eder: "Can konağını aramadaysan, cansın/Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin/Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir/Neyi arıyorsan o'sun sen/Ve neyi aradığını bilmekteysen, kendini biliyorsun demektir."
Üçüncüsü; birbirlerini ölesiye sevmeleri. Ölçü istiyordunuz, alın size bir ölçü; o öleceğine, ben öleyim diyecek kadar yürekli olmaları. Birbirlerinde fani olup, birbirlerini çok iyi okumaları, anlamaları, maddi-manevi ihtiyaçlar söz konusu olduğunda görüp-gözetmeleri. Kur'an'ın teşbihiyle hablü'l metin olma ancak bununla mümkün olur. Hablü'l metin, küçük, zayıf, parçalardan müteşekkil iplerin bir araya gelmesinden oluşmuş, güçlü, kuvvetli, kopmaz halat demek. Burada bir parantez açıp şunu da diyebiliriz; ene'den Hüve'ye yürümeleri. Ama ene'den direkt Hüve'ye yürünemez. Arada bir nahnü var. Öyleyse ene'den nahnü'ye uğrayacak, cemaat içinde kendi benliğinizi eritecek ardından Hüve'ye doğru yol alacaksınız."
Aynı istikamette bundan bir yıl kadar önce geçen bir sohbette de aynı şeylere parmak basmıştı Hocaefendi. Makam münasebetiyle o dönemde kaydettiğim o önemli tesbiti de paylaşayım sizlerle: "Vifak ve ittifakı koruma adına gösterilen gayretler ibadet sayılır. Günümüzde vifak ve ittifakı koruyan sıradan bir insan olmak, mukarrabinden, asfiyadan, evliyadan bir insan olmaktan daha önemlidir. Ene'yi bırakıp nahnü'ye bağlamalı; hatta nahnü de ayağımıza bağ oluyorsa huuu deyip geçip gitmeli. Unutmayın vifak ve ittifak iradeye emanet edilmiş bir meseledir. Efendimiz'in 'ümmeti Muhammed'e ihtilaf verme' duasının kabul edilmemesinin altında yatan sır budur."
Maddelendirme bana ait, sözün akışı içinde sıralanan bu vasıflardan sonra bir dakikaya varan derin bir düşünme safhası oldu. Çoğu zaman yaptığı gibi gözlerini bir yere dikti ve düşünceye daldı. Benim bu türlü atmosferlerde bir müşahedem, bir de hissiyatım var. Müşahedem şu: Eğer Hocaefendi böyle derin bir düşünceye dalıyorsa, sonrasında söylediği ve söyleyeceği sözlerin ayrı bir derinliği oluyor. Hissiyatıma gelince; gözünü diktiği yerin perde arkasına vakıf oluyor gibi geliyor bana. Bir cümle ile açayım isterseniz; söz gelimi baktığı yer duvarsa, duvarın ötesinde olan şeyleri; birisinin yüzüne, gözlerinin içine bakıyorsa, kalb atışından kalbinin derinliklerinde taşıdığı duygulara kadar vakıf olduğu hissine kapılıyorum. Başta söyledim, benim hissiyatım ve tabii ki sübjektif bir değerlendirme.
Biz o atmosfere geri dönelim; bir dakika sonra o derin düşünceden sıyrıldı ve halkada yerini alan bir arkadaşa ismini de vererek "günah günahtır değil mi?" dedi önce ve ardından "söyle bakalım bana; günahtan daha büyük günah nedir?" dedi. Soruya muhatap olan arkadaş "mazeret" diye cevap verdi. Tek kelimelik bir cevaptı ama kasdedileni herkes anlamıştı; günaha mazeret üretmek, ona bir kılıf bulmak demek istiyordu. Hocaefendi cevabı beğendi. Beğendi; çünkü bu türlü zeminlerde söylediği dua mahiyetinde aldığımız meşhur sözünü söyledi: "Berhudar ol!" Ve devam etti: "Lafz-ı kafir olan yalan beyanlarla kendini paka çıkartma gayreti, günahtan daha büyük günahtır."
Buz gibi bir hava kapladı ortalığı. Sebebi Hocaefendi'nin tabir caizse odayı esir alan kararlı ses tonuydu: "Bu şeytan çok müfrit bir mahluk. Çok profesyonel. Kine, nefrete kilitlenmiş. Olumlu düşünecek kapasitesi yok. Yitirmiş o kabiliyetlerini. İnsanı yere sermenin her türlü fendini biliyor. İnsanoğlu ise çok toy. Onun için günde bin defa 'Rabbi euzubike mine'ş-şeyatin ve euzubike Rabbi en yahdurun: Rabbim! Şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Rabbim! Onların benimle birlikte olmalarından Sana sığınırım' desek sezadır."
Bu yazıda, sözün özü, hulasa gibi kelimelerle başlayıp yazıyı en azından ana fikri istikametinde özetleyen bir paragrafa gerek yok. Çünkü anlatılanların hepsi sözün özü ve hulasa mahiyetinde. Mühim olan onları hayata geçirmek.

Bir kişinin şahs-ı manevisi; söylediği sözlerden, hâl ve durumundan ve yaptığı hareketlerden meydana gelir. Mesela: Mahallenize yeni bir komşu taşındı veya çalıştığınız işyerine yeni birisi geldi ve siz onu hiç tanımıyorsunuz. İşte bu kişinin sizin yanınızda şahs-ı manevisi yoktur. O yeni kişi yaptığı hareketlerle, konuşmaları ile, giyimi kuşamı ile yaşayış şekline göre bir şahs-ı manevi oluşturmaya başlar. İçki içip etrafındakileri mi rahatsız ediyor, yoksa namazında abdestinde, insanlara faydalı bir kişi mi? Ne yapıyorsa şahs-ı manevisi ona göre oluşur. Daha sonra o kişinin ismini duyduğun zaman aklına gelen şey, onun şahs-ı manevisidir. Demek önce kişi yaptığı hareketlerle, davranışlarla, yaptığı işlerle, konuşmaları ile bir şahs-ı manevi oluşturur, daha sonra da o şahs-ı maneviye göre muamele görür. Demek şahs-ı manevi sadece cemaatlerde olmaz, aynı zamanda şahısların da şahs-ı manevisi olur.

Buna güzel bir örnek yirmi yedinci sözdedir. Bizler peygamberimizin (s.a.v) zatını görmedik. Amma anlatılanlardan hayatını, yaptıklarını, söylediklerini, gösterdiği mucizeleri öğrendik. İşte Üstad Hazretleri sahabe bahsinde şöyle yazmıştır:
“Belki umum envar-ı islamiye ve hakaik-ı kuraniye ile nurani, muhteşem şahs-ı manevisini, bin mucizat ile muhat olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde…”
 
Üst Ana Sayfa Alt