Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Makdisi'nin Tağuta Muhakeme Açıklamasına Karşı Çıkanlara Ne Cevap Verilmeli?

İslam Davetcisi Çevrimdışı

İslam Davetcisi

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Yanlış anlamdan söyleyeyim dedim arkadaşlar sorumun amacı sadece doğruyu öğrenmektir bu yüzden astığım yazılara net cevap bekliyorum sizden inş faydalı olur herkes için.


MAKDİSİNİN 30 RİSALESİNİN 23. KISMI

İSLAM DEVLETİNİN BULUNMADIĞI BİR YERDE TAĞUTLARDAN VEYA DESTEKÇİLERİNDEN YARDIM İSTEYEN YA DA MAHKEMELERİNE BAŞVURAN HER KİŞİYİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK

MAKDİSİ:
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, İslam devletinin bulunmadığı bir zamanda, hakkını almak veya bir haksızlığı önlemek için tağutların yahut destekçilerinin mahkemesine başvuran veya onlardan yardım isteyen her kişiyi ayırım yapmadan tekfir etmektir.

Aşırıya kaçan bazılarının, neredeyse ikrah derecesinde bir mecburiyet sebebi ile bu mahkemelere başvurmuş veya zorla götürülmüş ya da elinden bir şey gelmeyen ve başka bir yol da bulamayan mustaz’aflardan olsa bile, beşeri kanunlarla hüküm veren mahkemelere başvuran her kişiyi tekfir ettiğini gördüm. Hatta bazıları, kendisi hakkında yapılmış bir şikayet ile ilgili olarak kendisini savunmak, suçlamayı reddetmek veya kaybolmuş olan çocuğu ya da eşyasını bulmak gibi bir amaçla karakolun birine müracaat eden insanları bile tekfir etmektedir.
Çünkü böyle bir işi, tağutun hükmüne başvurmak olarak kabul ederler.
--------------------
EBU HUZEYFE

Cevap: 1-Makdisinin iddia ettiği gibi ikrah derecesine ulaşan bir mecburiyet günümüz toplumunda bulunmamaktadır. İkrahi mülci derecesine ulaşmayan her taguta muhakeme olmak için yapılan başvuru bizati küfürdür. Bu konuda icma vardır.
2-Kendini savunmak meselesine gelince burada iki durum söz konusudur.
a-Eğer taguttan kaçan kimseye bir zarar gelmiyorsa gitmesi küfür olur.
b-Kaçtığında bir zarar geliyorsa gidip tagutu retetmesi yada suçlamaları reddetmesi asla küfür olmaz.
3-Karakola gitmek mahkemeye aksetmediği sürece küfür olmaz.
İkrah ancak ölüm korkusu, vücuttan her hangi bir organın kesilmesi aşırı sopa ve buna benzer şeylerdir. Yoksa tağutun mahkemesinde bir hak arama hakkı kaybolunca tağuta baş vurma ve buna benzer meseleler asla ikrah değildir. Bunu ikrahı mülci sayan zır cahildir. Ve işlediği amael bizati küfürdür.

Makdisi:
İslam’ın hükümleriyle hüküm veren bir mahkemenin bulunmadığı dönemlerde, vicdansız bir düşmanın saldırısına uğranılması veya çocuklarından birinin kaçırılmış olması veya namusuna yönelik saldırıda bulunmuş olması ya da can ve malına tecavüz edilmiş olması halinde mustaz’af konumundaki bir Müslüman, bu kurumlara müracaat etmekten başka ne yapabilirler ki?
-------------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Makdisi burada şunu demek istiyor: Allaha ait hüküm verme yetkisi bu durumlarda taguta verile bilinir. Oysa Allah c.c kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamamıştır. Ey makdisi mekkede ki Müslümanlar malları ve hatta canları yok olmasına rağmen bu sıfatları yinede taguta müracatta bulmadılar ve Allahın yarattığı yeryüzünün genişliğine inanmış bu mustazaflar Habeşistana hicret ettiler yinede tağuta müracat etmediler. Mekkede Müslümanların bu yukarıda saydığın tüm durumları baskı ve zulüm altındayken tagutun hükmünü istememiş ve ondan ola bildiğince uzak durmuşlardır hemde canları malları pahasına. Sizin gibi bazıları onlara tabi olarak dinlerini terk etmişlerdir. İşte örnekleri asrısaadettedir. Aşırı tekfirci olmak başka bir durum Allahın sıfat ve yetkilerini tağutlara tanımak baş ka bir durumdur. Meseleleri nasılda kendi hevanıza göre tahrif ediyorsunuz. Tabi ki usul süz kaidesiz yapılan tekfir aşırılıktır ama bu hiç bir zaman tekfirden kaçacağız diye Allahın yetkilerini tağuta tanımanızı gerektirmez.

Makdisi:Şeriat onları başıboş, sahipsiz ve korumasız olarak mı bırakmıştır?

Bu gibi yerlerde çözüm aramalarını yasaklamış mıdır? Bu tür yerlere müracaat etmeleri zorunda olduklarını söyledikleri halde, mücerred olarak bu müracaatları sebebi ile kafir mi olmaktadırlar?

Bu sorular, aşırıya kaçan o insanlara sorulduğunda cevap bulmakta zorluk çekmezler ve böyle bir dönemde Müslümanların içinde bulunduğu zayıflık halini gözönünde bulundurmazlar.Onları ilgilendiren tek şey, insanları tekfir etmektir.
---------------------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Ey makdisi hep meselelere akli yaklaşıyor hiçbir nakli delil getiremiyorsun. Bir müslümanın amacı insanları tekfir etmek değil Allah ve rasulünün tekfir ettiğini tekfir etmektir. İslamın yasakları ve cevazları bellidir. İslam ikrah dışında küfre ruhsat vermemiştir.

MAKDİSİ
Alimler, küfür konusunda ikrah engelinin muteber olabilmesi için bazı şartlar olduğunu bildirmişlerdir. Bununla birlikte, suçsuz olan bir insanı öldürmesi yönünde zorlamaya maruz kalan kişi hakkında ikrah engelinin muteber sayılabilmesi konusunda çok daha titiz davranmışlardır . Ortaya konan bu şartlar ihtilaflı konulardandır. Alimlerin bu konudaki sözlerini inceleyenler bunu görürler.
Aslında ihtilaf, kafirlerin yönetimleri altında mustaz’af olarak bulunan kişinin cehaleti sebebi ile te’vil ederek hareket etmesi halinde mazeretli olarak kabul edileceği furu’attan olan meselelerdedir.
--------------------

EBU HUZEYFE

Cevap: Alimler ikrahın zorlayıcı baskının ikrahi mülciyede olduğunda ruhsatın işleyeceğine ikrahi gayri mülciyede ise küfre ruhsat olmayacağını bildirmişlerdir. İkrahi mülci:
1-Vucuttan her hangi bir organın kesilmesi.
2-Sakat kalma korkusu.
3-Ölüm korkusu.
4-Dayanılmayacakkadar aşırı sopa.
5-İslama ve Müslümanlara faydası olan bir malın, bu mal elden çıktığında Tüm Müslümanların helakı yada küfre düşmesi söz konusu ise eğer şahıs tağuta baş vurduğunda malının yüzde yüz ala bilecekse bunu alimlerin bazıları ikrahı mülci saymışlardır. Yoksa sıradan birinin tağuta baş vurusunu ikrah saymamışlardır. Çünkü bu duruma karar verecek islamın en yetkilisi emiridir. Çünkü tüm Müslümanların küfre düşmesi yada helakı en büyük ikrahlardandır. Fakat ne yazıkki günümüzde bir malı telef olduğunda yada malının bir kısmı elinden gittiğinde yada her hangi bir tehdide maruz kaldığında kendilerini takudun kapısına tağuttan hak aramak için atıyorlar ve kendilerinin ikrahda olduğunu iddia ediyorlar. Ve bu durum onlar için bir mazeret değildir. İkrahi gayri mülcide Ahmet bn. Hanbel Yahya bn. Mainin getirmiş olduğu mazeretini kabul etmiyor.

Allah-u teala şöyle buyuruyor:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkara zorlanan hariç kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar eder, kalbini inkara açık tutarsa Allah'ın gazabı onların üzerinedir. Bunlara büyük bir azab vardır. Bunun sebebi dünya hayatını ahirete tercih etmeleri ve Allah'ın kafirleri doğru yola sevk etmemesidir." (Nahl: 106-107)
Bir kimse ister malına, canına veya ailesine zarar gelebileceği korkusuyla, ister hiçbir korku olmadan, iman ettikten sonra dininden dönerse kafir olur.
Bu kişinin küfrü ister açık olsun, ister gizli, ister amel ile yapılsın, ister söz ile söylensin, ister kafirlerden dünyalık bir menfaat ve geçici dünya metaı için yapılsın farketmez, her halde sahibini derin bir sapıklığa, apaçık bir küfre sürükler.
Gerçek zorlama dışındaki her halde küfre giren kişi kafir olur.
Gerçek zorlama ise; kişinin tutuklanıp:
"Eğer bunu söylemezsen seni öldürürüz" diye tehdid edilmesi ya da mallarının alınması İslam'a ve müslümanlara çok büyük zarar verecek olan bir zenginin tüm malının gasbedilme korkusudur.
İşte ancak bu hallerden biri üzere olan kişi kalbi imanla dolu olmak şartıyla kafirlerin istediği küfür sözünü söyleyebilir. Eğer söylediği küfür sözünü kalben tasdik ederse yine de kafir olur.
Ayrıca gerçek zorlama karşısında küfür sözü söyleyen kimse bu zorlama kalkar kalkmaz imanını açıklamak zorundadır.
"Kur'an mahluktur" fitnesinde o devrin büyük alimi Ahmed b. Hanbel kendisine bu yüzden yapılan işkenceler sonucu rahatsızlanmış yatıyordu. O devrin alimlerinden Yahya b. Muin yanına girdi ve selam verdi. Ahmed b. Hanbel onun selamını almadı. Zira Yahya b. Muin fitneye düşerek: "Kur'an mahluktur" diyenlere uymuştu.
Ahmed b. Hanbel'in kendisinin selamını niçin almadığını anladı ve ona Ammar b. Yasir'in hadisini ve:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkara zorlanan hariç kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar eder, kalbini inkara açık tutarsa Allah'ın gazabı onların üzerinedir. Bunlara büyük bir azab vardır." (Nahl: 106) ayeti kerimesini okudu.
Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel yüzünü ondan çevirdi. Yahya b. Muin:
"Bu adam hiç özür kabul etmiyor" dedi. O dışarı çıkmak üzereyken Ahmed b. Hanbel şöyle dedi:
"Bana Ammar b. Yasir'in hadisini okuyor. Halbuki Ammar b. Yasir kafirlerin yanından geçerken Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem sövdüklerini duydu. Onlara karşı çıktı. Onlar da onu dövdüler, eziyet ettiler. Bunun üzerine serbest kalmak için onların istediği sözü söyledi. Bunlar ise hiçbir işkenceye tabi tutulmadan sadece:
"Şunu söylemezseniz sizi döveriz" denildiğini duydular. Bu yüzden bunların durumu ile Ammar b. Yasir'in durumu aynı değildir. O halde Ammar b. Yasir'in durumunu kendilerine delil alamazlar."
Yahya b. Muin onu haklı bularak:
"Yeryüzünde bu adamdan daha alim birisini görmedim" dedi.
İşte hakka tabi olmak budur çünkü onlar Alimdiler ve kendilerine bir halk ulaşınca gurur ve kibire kapılmadan derhal hakka tabi oluyorlardı. Çünkü kibir şeytanın hasletidir ve özelliğidir kimde şeytanın hasletinden bir haslet taşırsa o kimse hakka tabi olmak yerine hakka karşı gelir hem kendini hem de bir çok kimseyi delalete sürükler işte günümüzde bu gibilerinden bir hayli çoktur. İlme ve hakka tabi olmak yerine sırf bulundukları çevreyi kaybetme pahasına hakka tabi olmamak şeytan ve yandaşlarının özelliğidir.
Allah-u teala gerçek zorlama olmaksızın kafirlerden korkarak küfür sözü söyleyen veya insanı küfre sokan bir amel işleyen kimsenin dinden çıkacağını ve Allah'ın azabını hak edeceğini bildiriyor.
Bunların kafir oluşlarının sebebi; ne şirki sevip kabul etmeleri ne kafirlere ve müşriklere dostluk göstermeleri ne de İslam'a ve müslümanlara düşman olmalarıdır. Bunların dinden çıkmalarına sebep olan şey, dünya hayatını Allah'ın rızasından ve İslam'dan üstün tutmaları ve geçici dünya menfaati için bu sözleri söylemeleri ve bu amelleri işlemeleridir. Allah-u teala geçici dünya menfaatini Allah'ın rızasından ve dininden üstün tuttukları için onları tekfir etmekte, onları doğru yola eriştirmeyeceğini bildirerek şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın gazabı onların üzerinedir. Bunlara büyük bir azab vardır. Bunun sebebi dünya hayatını ahirete tercih etmeleri ve Allah'ın kafirleri doğru yola sevketmemesidir."

Makdisi
Bu nedenle ilim tahsili ile uğraşanların, kişiyi küfre düşmekten veya küfür kapısını çalmaktan sakındırmak için kullanılan mutlak tehdit ifadeleri ve azimete sarılmaya teşviki içeren ifadeler ile özellikle mustaz’aflık veya te’vil durumlarında, muayyen tekfir için kullanılan ifadeler arasında fark olduğunu öğrenmesi gerekir.
--------------------------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Tekfir etmeyen ancak alimlerin ittifak ettiği yerlerde yapılır ihtilaf ettiği yerlerde yapılmaz. Tabi ki tagut alimleri değil tevhid alimlerinin ittifakı ve ihtilafı baz alınır. Yine geçerli bir tevili olan bir kimse hüccet ikame edilmeden müslümansa tekfir edilmez. Tekfir ancak kabul etmezse hüccetten sonra yapılır. Fakat bir inceliği göz ardı etmemek gerekir. Bu her meselede uygulanan bir hüküm değildir. Dinin aslı olan meselelerde yani tevhide tevil olmaz bu aslı direk bozan hiçbir meselede tevil olmaz. Tevil çift manalı durumlarda olur. Ve hangi manayı yada hareketi yaptığı yada kastettiği kişiye sorulur ve ona göre hüküm uygulanır. Tağuta muhakeme olma meselesi hakkında kati nas olan bir meseledir. Bu olayda da tevil edilecek bir durum yoktur. Tağutun zorla götürdükleri ve çağırdıkları hariç yada bir müslümanı bir müşriğin şikayetiyle müslümanın tagutun mahkemesine zorla götürülmesi yada onları ret yada iddiaları ret etmek için gitmesi bu konunun dışındadır. Bu durumlar kişinin kendi iradesi dışında gelişen durumlardır.

MAKDİSİ
Kimileri, insanların, hakkı uygulamak ve haksızı cezalandırmak için gereken herhangi bir yetki ve otoriteye sahip olmayan üstadlarına muhakeme olmalarını mecburi tutmaktadırlar.
El-Cuveyni Rahimehullah, “el-Ğıyasî” isimli kitabında, Müslümanları yöneten bir imamın bulunmaması halinde, Müslüman alim ve kadıların, halkın işleri hakkında hüküm vermeleri gerektiğine yönelik bazı bölümler açmıştır.

Bu, her belde halkının, aralarında şeriatın hükümlerini uygulaması için oradaki müçtehidlere başvurması suretiyle olmaktadır. Bu ise ancak o müçtehidlerin etrafında odaklanmış ve uygulama otoritesi bulunan Müslüman bir cemaatin bulunmasıyla mümkündür. Çünkü ancak bu şekilde verilen hükümler uygulanabilir.
El-Cuveyni Rahimehullah, belli bir dönem Müslümanların imamının bulunmayabileceğini hesaba katarak bunu belirtmiştir.

Ancak, günümüzde olduğu gibi, Müslümanların devlet otoritelerinin olmamasına ilaveten İslam cemaatinin de bulunmamasını, ümmetin sürüler gibi dağınık olmasını, mürtedlerin onların başına musallat olmasını ve insanlara kanunlarını zorla kabul ettirmelerini, alimlerin ve hal ve akd ehlinin ortadan kalkmasıyla ilminde yok olmasını, cahil liderlerin insanların başına geçmesini, ümmetten kitlelerin müşriklere katılmasını ve çağımızda, Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem kıyametten önce ortaya çıkacağını belirttiği fitne ve musibetlerin ümmetin başına bu derece gelmesini aklına getirmemiştir.

Bugün, alimlerin, insanlar kendilerine anlaşmazlıklarını çözmeleri için müracaat etmeleri halinde, kararlarını uygulayacak ne bir otoriteleri ve ne de böyle bir cemaatleri kalmamıştır.
Özellikle haksızlık yapanlar, bir güce dayanarak, alimlerin otoritesini tanımayan kafir ve fasık kimseler ise, alimlerin bunlara kararlarını uygulatma imkanı hiç bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir durumda alimlerin kararlarına ancak Allahu Teala’dan korkan kimi insanlar boyun eğer. Bu ise hasımtarafların ancak takva ve iman ehlinden olmaları halinde mümkündür.

Bugün genel olarak, insanların davalarında musibet haline gelenler takva ve hatta iman ehli olan kişiler değildir. Aksine genellikle Kur’an’ı umursamayan, iman duygusuyla hareket etmeyen ve ancak otoritenin gücü ile yola gelecek olan insanlardır.
Müslümanın canına, malına, ırzına veya ehline haksızlık yapanlar, şeriatın hükümlerine boyun eğmeyen ve alimlerin verdiği bu hükümleri kabul etmeyen kişiler ise, bu hükümler ile yargılanıp haksızlıkları tespit edildiğinde onlara bunu uygulayacak Müslüman bir otorite de yoksa, zaten mazlum ve mağdur olan Müslüman, yargılanmak için bu alimlere başvurmaya nasıl mecbur edilebilir?

Halbuki bu alimler ne onun hakkını geri alabiliyor, ne de uğradığı haksızlığı giderebiliyorlar.

Müslüman, bir kafirden korunmak veya bir zalimin haksızlığını önlemek için, mürted ve kafir hükümetlerin kurumlarına sığınmaya mecbur kalsa, yine de tekfir edilebilir mi?
Biz burada, bugün Müslümanların yaşadıkları acıklı durumu haklı çıkarmaya çalışmıyoruz. Aksine bizim davetimiz, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allahu Teala’ya kul yapmak ve tağutların hükümlerinden Allahu Teala’nın tertemiz şeriatının hükmüne çıkarmak temeline dayanmaktadır.

Şüphesiz bu, avamından ilimli olan tabakasına kadar bütün Müslümanların gerçekleşmesi için çalışmaları vacip olan bir görevdir. Bunun için çalışıp çabalamaları ve bu gayeye yönelik olarak yapılacak olan her türlü cihadi faaliyetin içinde bulunmaları gerekir. Bütün problemler ve hastalıklar için en yararlı çözüm budur.

Ancak Allahu Teala bu konuda Müslümanlara lutfedinceye kadar böyle durumlarda mustaz’af konumundaki Müslümanlar ne yapmalıdır?
Bu mahkemelere ve otoritelere başvurmak zorunda kalırlarsa kafir mi olurlar?

Bu sorulara cevap vermeden önce hemen belirteyim ki bu sözlerim ile hiçbir zaman tağutun mahkemelerinde yargılanmaya veya bunu normal göstermeye çalışmıyorum. Allahu Teala bundan bizleri korusun. Hiçbir zaman böyle bir şey aklımdan geçmez. Biz ömürlerimizi Allahu Teala yolunda adadık ve hayata geldiğimizde başımıza musallat olduğunu gördüğümüz bu tağuti rejimler ile mücadele ederek geçirdik. Bugüne kadar da büyük küçük herhangi bir konuda onların hükmüne başvurmadık ve hiçbir anlaşmazlıkta onların karakollarına, mahkemelerine veya polislerine gitmedik.
Hatta hasmımızın hakkımızı teslim ettiği zaman, yol üzerindeki ihtilaflar veya basit olaylarla ilgili olarak da bu yerlere başvurmadığımız gibi, hakkımızın kaybolduğu zamanlarda da bu kurumlara başvurmadık. Bize yöneltilen kimi suçlamalar sebebiyle zaman zaman idam talebi ile elleri kelepçeli ve tutuklu olarak yargılandık. Allahu Teala bize lutfetti sebat ettik.

Buna rağmen küfür kanunlarıyla yargılama olacağını ve avukatların hemen hepsinin bu mahkemeleri ve kanunlarını yücelttiğini, kararlarının adalet ve hakkaniyet ile verildiğini söylediklerini bildiğimiz için kendimizi savunmak amacıyla avukat bile tutmadık. Allahu Teala’nın salih amellerimizi kabul etmesini ve canımızı Müslüman olarak almasını dileriz.

Her zaman insanlara bunu tavsiye ediyor, tağutlardan ve onların mahkemelerinden uzak durmalarını teşvik ediyoruz. Dünyalık kayıpları olsa bile elleri kelepçeli ve zorla götürülmedikleri, kendilerini savunmak zorunda kalmadıkları sürece onların mahkemelerine gitmemelerini söylüyoruz.

Bütün bunlarla beraber insanların ahvalinin farklı olduğunu, mustaz’af olduklarını, şeriat hükümlerinin ve otoritesinin bulunmadığı bir ortamda imkanlarının değişik olduğunu dabilmekteyiz.

Dolayısıyla her Müslümanı azimete sarılmaya mecbur etmenin mümkün olmadığının da farkındayız.

Allahu Teala, dini hükümleri ve çözümleri sadece güçlüler için koymamıştır.
Aksine bütün ümmetten sıkıntıyı kaldırmış, zayıfların durumunu gözetmiş ve kimseye gücünün üstünde bir şey yüklememiştir.

Zaruret hallerinde mahzurlu olan bazı şeyleri mübah kılmış ve kalp imanla dolu iken ikrah durumunda küfür sözünü söylemeye de ruhsat vermiştir. Azim sahibi insanlar bile mecbur kaldıkları ve üstesinden gelemedikleri bazı şeylerde normal zamanda nefret ettikleri, uzak durup kaçındıkları kurum ve kişilere başvurmak zorunda kalabilirler. Mesele, her zaman kişinin vazgeçeceği veya dinini korumak için terkedeceği hukuk veya dünyalık türünden olmayabilir. Belki kimilerinin malına, canına, namusuna saldırıda bulunmuş olabilir.
Allahu Teala’nın ahkamının yürürlükten kaldırıldığı bu kokuşmuş toplumlarda olup bitenleri izleyenler, o kadar çok cinayetlere, özellikle iffet ve namuslara yapılan saldırı ve tecavüzlere tanık olur ki bu durumlarda kişinin başına gelenleri sineye çekmesi veya hakkını aramaması mümkün değildir. Her kişinin de kendi canını, namusunu ve malını koruyacak adamı, aşireti veya yakınları yahut güç ve otoriteyi elinde bulunduran bu mahkemelere başvurmadan işini halledecek destek ve iktidarı olmayabilir. İnsanların durumlarını bilen ve şeriatın maksatlarından haberdar olan ilim ehlinin, bütün bu durumları gözönünde bulundurması, bu gibi olaylar hakkında konuşurken bu durumları mutlaka hesaba katması ve bu gibi durumlarda acele ile insanları tekfir etmemeleri gerekir.
----------------------
EBU HUZEYFE

Cevap: Makdisi buruya kadar bir çok serzenişte bulundu ve insanların içinde bulundukları maduriyetin kendilerini işledikleri küfürlerden dolayı muaf tutacağını malını ala bilmek için taguta muhakeme olabileceğini ve bununla ilgili delilsiz gerekçelerini sıraladı.

MAKDİSİ
Üstelik, “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürenleri görmedin mi? Zira tağuta iman etmemeleri emrolunduğu halde tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” (4 Nisa/60-61) ayetlerinin nüzul sebebi de, Allahu Teala’nın hükmünü uygulayacak bir otoritenin bulunmadığı böyle bir dönemde, üzerinde durduğumuz konudan farklı bir olaydır.

Bu ayetler, Allahu Teala’nın hükmünün devlet ve otorite sahibi olduğu, mazlumun ve zalimin hakkını, kısaca her hak sahibinin hakkını veren insanların en adaletlisi Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem bulunduğu bir dönemde inmiştir. ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ ifadesi bunu göstermiyor mu? Buna rağmen, ayette sözü edilen insanlar kendi iradeleriyle, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün SallAllahu Aleyhi ve Sellem hükmünü bırakıp, tağutun hükmüne başvurmayı tercih etmişlerdir.
-------------------


EBU HUZEYFE
Cevap:Birincisi makdisi ayeti ve nuzulünün tezahurunu Allahdan korkmadan saptırıyor. Bu iddiayı makdisi ve onun gibi olanların dışında kimse ortaya atmamıştır ve bu iddia ayetin delaletiyle asla bağdaşmamaktadır.
1-Bir kere Tagutu reddetme emri medinede ilkdefa gelmiş değildir. Tagutu ret emri tevhidle “La” diyerek başlamıştır. Bu reddi medineyle sınırlandırmamak tevhidi anlamamakdan kaynaklanır. Bu red bütün peygamberlerin tevhid mücadelesidir. Bu red her çağ ve dönemde Müslümanların toplumdan kovulması sürülmesi meselesidir. Ve bu ret onları redettikleri için maruz kaldıkları durumu içermektedir. Onları reddederek islama girilir ve iman onları reddetmekle mümkün olur. Ve onları kabul etmekle ve mahkemelerine baş vurmaklada tagut kabul edilmiş olur. Ebu hanifenin bir kimse girdiği kapıdan çıkmadıkca kafir olmaz sözü işte budur. Tevhidle islama girilir tevhidi bozarakda islamdan çıkılır.İşte günümüzde kendini tevhid ehli sananların düştüğü durum budur.
2-Bu ayet emrolunmuşlardı lafzıyla daha önceye atıf yapmaktadır. Yani tagutu reddetmekle emrolunmuşlardı. Yani önceden böyle bir emrin olduğunu işaret etkemtedir. Ve mekkeye atıf yapmaktadır . çünkü mekkede ki Müslümanların maruz kaldığı durum bunların ki onların binde biri bile değildir müslümanlar ona rağmen tağutun ebu cehilin darul nedvesine baş vurarak haklarını aramamışlardır hemde canları pahasına zaten mallarına elkonulşmuş genel boykot uygulanmıştı bu durumu bilmeyen yoktur.
3-Bu ayetin her çağ ve dönemde hükmü geneldir bu ayeti daha kati kılacak kuranda yedi tane ayet daha vardır. Bu ayeti haslaştıracak hükmünü sınırlandıracak başka ne bir nas vardır nede rasulün bir uygulaması vardır. Bu iddia islamın haklim olmadığı dönemlerde tagutun hükümlerine tabi olmayı ve onlardan Allaha ait sıfat ve yetkilerini kullanmasını onları ilah edinmeyi gerektirmektedir. Bu iddia Allahın ruhasat verdiği durumlar dışında Allahtan başka varlıkları ilah edine bilir siniz anlamına gelir.
4-Makdisinin iddia ettiği gibi islamın hakim olmadığı dönemlerde, çift mahkeme olursa taguta baş vurmak küfür tek mahkeme olursa küfür değil hükmünü çıkarmak ne Allahın kitabında ne de rasulün sünnetinde vardır bu iddia küfür olan bir iddiadır. Rasulullah s.a.s mekkede de 13 yıl kalmıştır ve medinedede vefaaatına kadar devam etmiştir. Bir tek müslümanın mekkede, tek otorite müşrikler olmasına rağmen tağuta baş vurduğuna ondan hak ve adalet beklediğine dair bir tek delil bile yokken nasıl olurda hakkında kati nas olan böyle durumlarda sapık içtihatlar yapa biliyorlar. Hem de delilsiz ve isnatsız.
5-Bu iddiaların sahipleri iddialarına birtek delil bile getirememişlerdir. Onların delilleri sadece akıllarıdır. Oysa hakkında kati nas olan yerlerde içtihat olmaz.
6-Buayetten çıkan incelikler:
1- Sana ve senden öncekilerden kasıt Rasullerdir.

2- İndirilenden kasıt kitaplardır.

3- İman iddiasında bulunmuşlar fakat Allahın istediği ve razı olduğu şekil de iman etmemişlerdir. Bu iddialarını taguta muhakeme olma isteğiyle bozmuşlardır.

4- Görmüyor musun dan kasıt iddia sahiplerini tasvir etmiştir. İnanların dikkatini çekmiştir. Çünkü bir kavim bir şeyi iddia ediyor ve akabinde aksini yapıyor.

5- Red etmekle emrolunmuşken hala tağuta muhakeme olmak istiyorlar dan kasıt, daha önceden Red erminin varlığına işaret etmiş. Bu emri insanların ihlal ettiğine dikkat çekmiştir.

6- Tağuta muhakeme olmak istiyorlar dan kasıt önceki red emrini görmezden gelerek tağuttan hüküm istiyorlar demektir.

7- Red emrini Allah verdiği için Red emri haktır. Tağuta muhakeme olmakta Hakkı yalanlamaktır. Dolayısıyla tağuta muhakeme olan hakkı yalanlamış batılı tasdik etmiş olur.

8- Bunların kafir oluşlarındaki neden tağuta muhakeme oldukları halde şeytanın onlara Müslüman mü’min kalacaklarına dair vesvese vermesidir.

9- La ilaheyi açıklayan ayetlerdendir. Bu ayet tavhidi pratik bir şekilde ortaya koymaktadır.

10- Şeytanın kendilerini saptırmaya dair istekli olduğunu dikkate almamışlardır.

11-Tağuta muhakeme olmak isteyenlerin iman iddiasıyla birlikte tağuta muhakeme olmaya istekli oluşları.

12- Bu ayet Medine’de Nazil olmuştur. Fakat Allah (c.c) emrolunmuşlardı buyurarak geriye medineye ve ilk tevhidi kabullenenlere atıf yapmıştır.

13- Bu ayeti tahsis eden başka bir Nas yoktur.

14- Tağutu reddetmeyenleri ve kim olduklarını bizlere tanıtmaktadır.

15- Tağutun hükmü dahilinde tağutan herhangi bir hüküm istemek tağuttan hüküm istemek demektir.

16- Tağutu Red Allah’a iman tağutu muhakemede Allah’ı inkardır.
(Kadi:Razi)
17- Hz. Ömer’in Faruk ünvanını aldığı ayet’tir.

18- Hak ile batılın arasını ayırtan ayettir. (Kutubi)

19- Tağutu reddetmeden iman iddiasında bulunmanın geçersiz olduğu anlaşılmaktadır.

20- İslam’i bir devlet olmadığı ülkelerde tağuta muhakeme olunacağını söyleyen belamlar’a, reddetmekle emrolunmuşlardı ibaresi İslam devleti Olmadığı ülkelerde de geçerli olduğuna işaret etmektedir. Medinede nazil olmasına rağmen, Mekkeye ve tüm devirlere de işaret edilmiştir

Makdisi:
Bu insanlar, hükmüne başvurdukları kimseler ister Yahudi, ister kahin, ister başkaları olsun, kendi hevalarına uygun olarak hüküm vermeleri için onların yanına gidiyorlardı.
---------------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Mesele hevaya uyarak hüküm istemek yada hakkını kurtarmak için hüküm istemek meselesi değildir. Mesele he ikisinin de Allaha ait bir yetkiyi taguta verme meselesidir buda şirki ekberdir. Güya makdisi ikisinin hükmünün aynı olmadığını savunuyor bu tevhidi anlamamaktır.

MAKDİSİ
Elbette Allahu Teala’nın izin vermediği kanunları kendi kendilerine teşri eden, yönetim ve yasama yetkilerini ellerinde bulunduran tağutlar da Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddetmeleri, küfür kanunlarını uygulamaları ve herkesi buna uymaya mecbur etmeleri sebebi ile hem bizzat tağut ve hem de tağutların hükmüne başvuranlar kapsamına girmektedirler. Onlara yardım eden, Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddeden ve tağutların hüküm ve iktidarlarının ayakta kalmasını destekleyen herkes bunun içindedir.
Çünkü savaşta öncünün hükmü ile artçının hükmü aynıdır.( Ebu Bekir İbnu’l-Arabi, alimlerin çoğunun öncü ile artçının hükmünün aynı olduğunda ittifak ettiklerini belirtmekedir. Bakınız: Ahkamu’l-Kur’an, 1/148-151, Mecmuu’l-Fetava’da İbn-i Teymiye de aynı şeyi belirtmektedir.)

Genel olarak, Allahu Teala’nın hükmüne ulaşma ve anlaşmazlığı şeriatın hükmü ile çözme imkanı olduğu halde, kendi irade ve isteğiyle bunu reddedip, tağutun hükmüne başvuran herkes, Allahu Teala ve Rasulü’nün hükmünü bırakıp tağutun hükmüne başvurmuş sayılır. Tağutun hükmü ise, Allahu Teala’nın indirmediği ve izin vermediği her türlü hükümdür.

Ancak tekfir edilmemeleri gerektiğini söyledimiz insanlar, ayetlerde belirtilen tabloya uyan insanlar değildir. Dolayısıyla ayetteki hükmün kapsamına da girmemektedirler.
Günümüzde insanlar, yeryüzünde Allahu Teala’nın otoritesinin ve hükmünün yürürlükte olmadığı, mustaz’af konumdaki Müslümanların haklarını almak için başvurup sığınacakları şer’i bir mahkemenin bulunmadığı bir ortamda tağutun mahkemelerine müracaat etmektedirler. Bunlar Allahu Teala’nın hükmünü ve otoritesini terkederek, tağutun hüküm ve mahkemelerine gitmiyorlar. Allahu Teala’nın ve Müslümanların korumasını ve desteğini dışlayarak, tağutun koruma ve desteğine sığınmıyorlar. Zaten böyle bir şeyi savunmaktan ve korumaya çalışmaktan Allahu Teala’ya sığınırız.
--------------------

EBU HUZEYFE
Cevap :Dikkat edilirse makdisi kendi gibi olanların haklarını arayacakları şeri bir mahkeme olmadığı için kendini Müslüman sananların ikrahda olduğunu savunuyor ve görüşlerinide bu çerçevede savunuyor.
Oysaki bu insanlar ikrahi mülci kapsamına giren bir durumla karşı karşıya kalmamışlardır. Bu gün bunların yaptıkları ikrah kapsamında değildir. Tamamen dünya hayatının kendilerine şeytanın süslü göstermesidir. Ve Allahın bunlara hidayet etmemesidir. Makdisinin ikrah görüşünü Ahmet bin Hanbelin Yahya bin Maine verdiği cevap çürütmektedir.

MAKDİSİ
Karşımızdaki manzara, kendilerini koruması altına alacak Müslüman bir imam veya sığınacak Müslüman bir otorite bulumayan, haklarını almak için mevcut mahkemelerden ve kanunlardan başkasını bulamayan mustaz’af olaydır ve ezilmiş insanların manzarasıdır.
------------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Bu konuda şöyle bir rivayet vardır: Hz. Peygamber, belli bir yerde yerleşik olmayan (göçebe) müslümanlara, nerede olurlarsa olsunlar İslam hukukuna riayet etmelerini emretti. Ebu Yusuf’un “bir müslüman nerede olursa olsun hareketlerini İslam hükümlerine göre tanzim etmeli” şeklindeki meşhur vecizesi buradan kaynaklanır. Bunun yabancı ülkelerde yaşanılan özgürlüğe bağlı olduğunu söylemeye gerek yoktur.


Makdisi
Güç ve aşiret sahibi başka bir kafirin canı, malı ve namusuna yönelik yaptığı saldırıdan kendisini korumak ve hakkını almak için veya te’viline binaen mecbur kaldığı sonucuna ulaştığı için kafirlerin kuvvet ve otoritesine sığınanların manzarasıdır. İşte bu manzarayı, ayetlerin nüzul sebebi olarak belirtilen manzara ile aynı görmek doğru olmaz. Aynı şekilde Müslümanın canına veya namusuna saldıran kişinin, ancak kuvvet ve otoritenin caydırabileceği ve bundan başka da caydırma yolunun bulunmadığı, kendisini Müslüman sayan zalim ve facirlerden olması halinde de durum böyledir.
Bugün Müslümanların başına musallat olan küfür kanunlarının ne barbar hükümler içerdiğini, bu kanunların, insanların kan, mal ve namuslarının heder olmasında en büyük etken olduğunu, mal ve mülklerini her yağmacı ve soyguncunun telef etmesine müsaade ettiğini bilen biri olarak bunları söylüyorum. “Keşfu’n-Nikab an Şeriati’l-Ğâb” isimli kitabımızda bu kanunların maskesini indirdik ve barbarlıklarını gösteren örnekler verdik. (Kuveyt nüshası ile Ürdün’de muhtasar olarak hazırladığımız nüshayı birleştirdik.)
-------------
EBU HUZEYFE
Cevap: Ey makdisi bu durum mekkede yokmuydu o mustazaflar senin dediğin gibi taguta müracat edip haklarında hükümmü istediler hiç bunu söylerken Allahdan korkmuyor musun? Yoksa bilmediğimiz bir nas yada delil varda siz bundan dolayı bu görüşleri savunuyorsun. Oysa şuana kadar bu konuda dayandığın şeri bir delil yoktur. Bu mesele Alimlerin hakkında ittifak ettiği bir meseledir.

Makdisi
Ancak insanların başına gelen olaylar, kıyamet gününe kadar her gün değişmekte ve artmaktadır. İnsanların zaruretleri ve problemleri de farklıdır. Bilhassa namus meselesinde insanlarda zaruret, bazen ikrah derecesine varmaktadır.
Tağutların destekçileri ve şirk hükümlerini uygulayanlar arasında, yaptıklarını iyi sanan, namuslara saldırılmasına razı olmayan ve elinden geldiği kadar mazlumun hakkını almaya çalışan kişiler bulunabilir.

Özellikle bu kişiler iyi bir ailede yetişmiş, ahlaklı ve namus ehli insanlar ise, bu konuda daha titiz davranabilirler.

Bu ahlakta olanlar her zaman kafirler arasında da bulunabilir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
“İnsanlar madenler gibidir. Anlarlarsa, cahiliyye devrinde iyi olanlar, İslam devrinde de iyi olurlar.” (Buhari,3383 ve Muslim)

Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş’in eziyetlerinden bunalan ashabına hitaben buyurduğu şu sözler de bunu desteklemektedir:
“Habeşistan’a gitseniz. Orada kimseye haksızlık yapmayan adaletli bir kral vardır.”
Gerçekten de henüz kafir olmasına rağmen Necaşi haksızlık yapmadı ve hicret edenleri geri getirmek için giden Kureyş heyetine Müslümanları teslim etmedi. O zaman Necaşi, henüz Müslüman değildi.

İbnu’d-Dığne, Ebu Bekir’in RadıyAllahu Anhu yola çıktığını gördüğünde ona şöyle söylemiştir:

“Ey Ebu Bekir, senin gibi biri ne çıkar, ne de çıkarılır... Sen benim komşumsun, dön ve memleketinde Rabbine ibadet et.” ( Buhari, 3905, As bin Vail’in Ömer İbnu’l-Hattab’ı koruması altına alması konusunda da bakınız: Buhari, 3864-3865.)

O, Ebu Bekir’in komşusu ve müşrik biriydi. Bunun gibi kafirler arasında da zulümden nefret eden, mazlumun ve darda kalanın imdadına yetişen insanlar olduğunu gösteren örnekler çoktur. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, biz, kanunlardan söz etmiyoruz. Sadece bu kanunlarla hükmeden hakimlerden, bazen haksızlığı önlemek veya hakları geri vermekte yetki ve otoritelerini kullanan insanların olduğunu söylüyoruz.

Ancak İbnu’d-Dığne’nin, Ebu Bekir’i RadıyAllahu Anhu himaye etmesi, onun hakkındaki küfür hükmünü değiştirmediği gibi, bu tağuti kanunlarla hükmeden insanların, bazen mazluma yardımda bulunmaları, haklarındaki hükmü değiştirmez ve görevlerinde kalmalarını caiz veya mübah kılmaz.

Bizim söylediklerimiz bununla ilgili değildir. Biz sadece bu gibi insanlara ve hükmettikleri kanunlara insanları başvurmaya mecbur bırakan, onlardan yardım almaya iten te’viller, haklı sebepler ve gerekçeler ile ilgili olup, bu sebeplerden dolayı, bu kurumlara müracaat eden insanların tekfir edilmelerinin doğru olmadığını söylüyoruz.
----------------


EBU HUZEYFE
Cevap: Ey makdisi bu mesele tevhidin aslıdır. Burada tevil kişiyi kurtarmaz, kimki tevhidin aslında tevili caiz görürüse bu ancak kendini kandırır. Buda sizin yukarda yazdıklarınız siz ve bu konuda size tabi olanların tevhidi anlamadığına yeterde artar bile.
Necaşi meselesine gelince: eğer sizin iddia ettiğiniz gibi olsaydı Allah rasulü Müslümanların Habeş istana gitmelerine müsaade etmezdi nasıl olsa sizin iddianıza göre ruhsat varya o ruhsatı kullanırdı yani taguta muhakeme olmalarına onların kanunlarını geçici kabul etme ye müsaade ederdi, oysa Müslümanlar kızgın kumlara yatırılmalarına rağmen sizin batıl iddianızı yine yapmadıalr rasulde onlar böyle bir çıkış yoplu vermedi. Siz ve sizin gibiler dairesinin haczini yada arsasını genişletme ikinci arabayı alma yada ticaretini geli,ştirme konularında tağuta muha keme olmaya cevaz veriyor ve buna da ikrahi mülcci diyae biliyorsunuz. Oysa hiç Allah dan korkmuyor musunuz sizin durumunuzla ashabın durumu bir birinin aynımıdır. Onlar ağış işkencelere rağmen sizin bu dünya metahı karşısında tağutun hükmünü kabul etmenize karşılık ashap canları pahasoına onları reddederek memleketlerini terk ederek Habeş istana hicret ettiler ve yinede tağutun hakemliğine baş vurmadılar. Onları ret etmiş yada tekfir etmişken asla bunu yapmadılar.

Makdisi
Müslümanın, koruyacak ve ahkamına başvuracak İslami bir otorite ve mahkemenin bulunmadığı bir ortamda, zaruret durumunda, kendisini koruyan, haksızlıktan kurtaran veya başka bir kafirin haksızlığına karşı destekleyen ve kendisine gelecek kötülüklere göğüs geren bir kafirin korumasına sığınması, hiçbir şekilde tağutun hükmüne başvurmak anlamına gelmez.

Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem, kafirler tarafından kurulmasına rağmen Hılfu’l-Fudul hakkındaki övücü sözlerini daha önce aktarmıştık.
-----------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Kafirin müslüamanı koruması ayrı bir şeydir: müsşümanın taguttan Allaha ait bir yetkiyi kullanmasını istemesi ayrı bir şeydir. Bu durumun mahkemeyle alakası yoktur. Hılfu’l-Fudul olayında bir muhakeme yoktur mazluma yardım etme vardır zalimden alıp mazluma vermek vardır. Muhakeme ve Allaha ait yetkinin kullanılmasını yaratıkdan istemek ayrı ayrı durumlardır.

Makdisi
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, küçük yaşta tanık olduğu o ittifak hakkında şöyle buyurur:
“Kırmızı develerimin olmasını ona tercih etmem.
İslam’da da böyle bir şeye çağrılsam kabul ederim.” (Ebu Davud, Hakim ve Beyhaki rivayet etmiştir.)
Bu ittifak, cahiliyye devrinde, oluşturdukları güç ve imkan sayesinde mazluma yardım, haksızlığa uğrayanı destekleme ve haklarını geri verme konusunda aralarında sözleşen kişilerden oluşuyordu. Bu ise, İslam’ın kuvvet ve devlet olmadığı, Muhammed’in SallAllahu Aleyhi ve Sellem henüz peygamber olmadığı ve bu kurumun mücerred bir cahiliyye kurumu olduğu bir dönemde idi.

Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu ittifakı övmesi, İslam’ın devlet olmadığı bir dönemde kafirlerin veya zalimlerin saldırılarına karşı haklarını korumak, gasbedilen hakları geri almak, haksızlığı gidermek ve can, mal veya namusa yönelik yapılan tecavüzün önüne geçmek için mustaz’af Müslümanın da böyle yerlere ve benzerlerine başvurmasında sakınca olmadığını gösterir.

Haram veya küfür olması bir yana, bunda en ufak bur sakınca olsaydı, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onu överken bunu da belirtirdi.

Çünkü Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ümmetin en takvalısı ve dini konusunda en dikkatli olanıdır. Sakındırmadığı bir kötülük de olmaz.

Bizim savunduğumuz ve küfür olmadığını söylediğimiz şey, bu tür durumlarda bir yardım isteme ve destek aramadır. Değilse, kafir tağutların kanun ve hükümlerine başvurmayı veya muvahhid Müslümanlara karşı onlardan yardım istemeyi ve mahkemelerine başvurmayı mutlak olarak caiz görmemiz asla sözkonusu değildir. Böyle bir şeyi hiçbir zaman söylemedik.
------------------------
EBU HUZEYFE

Cevap:Yukardada belirtiğim gibi ey makdisi hılfu’l fudul hüküm verme yada Allaha ait bir yetkiyi kullanma yeri değil zalimden alıp mazluma verme yeridir. Yada kafirlerin hakemliğine baş vurma yeri değildir. Bunun bir benzerini rasulullah hakkı yenen bir mazlumun hakkını gidip ebu cehilden almıştır. Bu Ebu cehile muhakememidir böyle mi anlıyorsun. Asla zalim Ebu cehilden mazlum birinin hakkını muhakemesiz almaktır. Hem taguttan hüküm istemiyor demek hemde onun hakemliğinde hükmü dahilinde ondan haklıyı haksızı belirlemek için hüküm istemek ne kadar çelişik ve tezat bir yaklaşımdır. Çünkü siz mazlum dediğiniz kişi muhakeme olmadan tağut ona hüküm vermeden hakkını alamaz. Oysa hilfu’l fudulda böyle bir durum söz konusu değildir.

Makdisi:
Müslümanda, hiçbir otoriteden korkmadan ve tağutların baskısından çekinmeden kendisini Allahu Teala’nın hükmüne başvurmaya ve ona razı olmaya sevkedecek kadar iman, takva ve din duygusu olması gerekir. Kişi, hakkını, hasmı ancak kafirlerin mahkemelerinde yargılanmayı kabul ettiği halde, tağutların mahkemesine gitmeden de alabileceğini biliyorsa ve buna rağmen tağutun mahkemesine kendi isteği ve iradesiyle giderse, yukarıdaki ayetin nüzul sebebi kapsamına girer ve o manzara içinde yerini almış olur.

Uğradığı haksızlığı gidermek ve davayı çözmek için mevcut olan İslam yönetiminin mahkemesine ve Allahu Teala’nın hükmüne davet edildiği halde, bunu kabul etmeyip reddeden kişiler, Allahu Teala’nın şu ayetlerinin kapsamına girmektedirler: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” 4 Nisa/61,

“Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 4 Nisa/62
Tekfir konusunda aşırıya giden kimileri, avam kesimden olan Müslümanları protesto etmede aşırıya kaçmış, sıkıştırmış ve güçlerinin yetmediği şeyleri onlara yüklemişlerdir. Hatta bu mahkemelerde duruşmaya katılmasını, istendiği veya arandığı için bu yönetimlerin karakollarına girmesini bile yasaklamış, bundan kaçınmalarını, kaçıp gitmelerini, aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir.
----------------

EBU HUZEYFE
Cevap: Makdisinin haklı olduğu burada bir tek yön şudur: tekfiri bir kalkan gibi kullanmak kaide kural bilmeyen ilmi olmayan cahil bedevi ve sık sık fikir değiştiren macera peşinde koşan zayıf karakterli kaba ve ağzı bozuk kimselerin usulüdür. Bu kimseler usul kaide bilmediklerinden bir meseleye vakıf olmadan ilim irfan öğrenmeden tekfir silahına sarılırlar. Bu vesileyle de bu konuda hakkaniyetle tekfiri ehlisünnetin kurallarına ve kaidelerine göre uygulayanları da bilmeyenler bu cahil kaba saba vahşi bedevilerin safına katarlar. Bunu ayıra bilmek için yine ilim ve irfan gerekir cahiller bunu ayıramazlar. Bazı görüş sahiplerini bizati küfürlerinden tekfir ettiğimizde siz bizi tekfir ederseniz bizde siiz tekfir ederiz anlayışı hâkimdir oysa yapılması gereken niçin yada neden tekfir edildiklerini dikkate almamaktadırlar.

Makdisi:
Halbuki özellikle gücün olmadığı dönemlerde ve yaşadığımız şartlarda buna herkesin gücü yetmez. İnsanlar zaruret ve eziyetlere katlanma konusunda farklıdırlar. Fakihler aç kalınması halinde, yeterli dirence sahip olan kişilere caiz görmedikleri bazı hususları, direnci olmayan ve yaşlı için caiz görürler. Nitekim ikrahın derecesinde de insanlar farklı farklıdır. Bu nedenledir ki her durum ve makam için söylenecek söz de farklıdır.

Günün birinde tek başına olduğu halde kavmine meydan okuyan ve alevli ateşlerine aldırış etmeyen İbrahim Aleyhisselam, başka bir zamanda kendisinin ve eşinin mustaz’af olduğunu kabul etmiş ve Sare’yi çağıran kafirin isteği hakkında kendisini mecbur ve muzdar görmüştür.
Buhari Rahimehullah, bu olayın anlatıldığı hadisi, Sahih’inin ikrah bölümüne almıştır.
Ebu Hureyre’den RadıyAllahu Anhu, Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“İbrahim Aleyhisselam, zevcesi Sare ile hicret yolculuğuna çıkıp, onunla bir memlekete girdi. Orada meliklerden bir melik yahud zalimlerden bir zalim hükümdar var idi. Neticede o hükümdar, İbrahim’e;
‘Yanındaki kadını bana gönder’ diye haberci gönderdi. Bunun üzerine İbrahim, Sare’yi o hükümdara yolladı. Sare onun yanına varınca, hükümdar Sare’den nasip almak için harekete geçti. Sare kalkıp abdest aldı ve namaza durdu. Namazın ardından; ‘Allah’ım! Eğer ben, Sana ve Rasulü’ne iman ettim ise, benim üzerime şu kafiri musallat etme’ diye dua etti. Bu dua ile o zalimin hemen nefesi boğulup yere düştü ve ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı.” Buhari Rahimehullah bu hadise, “Kadın zina üzerine zorlandığı zaman kendisine had cezası yoktur” bölümünde yer vermiştir. Onların bu durumu ikrah kabul edilmiş ve Sare’nin zalim kişi ile başbaşa kalması kendisi veya İbrahim Aleyhisselam açısından bir kötülük olarak kabul edilmemiştir.
İbn-i Hacer Rahimehullah, alimlerin bu görüşte olduklarını belirtmiştir.
İbrahim Aleyhisselam ve eşi, kaçıp kurtulmadıkları için kınanmamış ve bundan dolayı da sorumlu olduklarını kimse söylememiştir. Çünkü bulundukları makamda, kendi durumlarını en iyi yine kendileri bilmekteydi.

---------------
EBU HUZEYFE
Cevap: İkrahi mülci derecesinde olan birinin durumunu tağuttan muhakeme olmaya ondan hak ve adalet beklemeye delil getirmek han gi meselenin hangi meseleye delil olduğunu anlamamaktan kavramamaktan kaynaklanır. Alakasız delilleri alakası olmayan meselelere delil getirmek denize düşenin yılana sarılması meselesine benziyor. Bu mesele ikrah durumunda tağuta takiye tevil ve tevriye yapmaya delildir. Asla tağuta muhakeme olmaya delil değildir.

Makdisi:
Ayrıca bilinmektedir ki, kafirlere, onların mahkeme veya karakollarına yapılan her müracaat, tağutların hükmüne başvurmak veya küfür değildir.
Bununla birlikte, çoğu zaman, suçlamalar veya açılan davalar için, bu tür yerlere yapılan mücerred başvuru ile çözüm aranmaktadır. Oysa ki hiçbir sakıncası bulunmayan ve küfür ile ilişkisi de olmayan, hakem tayin etme yöntemi ile veya tarafların birbirleriyle barışması ile de bu sorunlar çözümlenebilir.

Allahu Teala, “Sulh (daima) hayırlıdır” 4 Nisa/128 buyurur. İnsanların aralarında yaptığı gizli ve kötü fısıldaşmalardan, “insanların arasını düzeltmek isteyen” 4 Nisa/114 kişinin yaptığı fısıldaşma istisna edilmiştir. Allahu Teala, Müslüman kesimler arasındaki anlaşmazlık ve çatışma hakkında da şöyle buyurur:“..aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın.” 49 Hucurat/9
Ebu Hureyre’den RadıyAllahu Anhu, Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Müslümanlar arasında, haramı helal, helali de haram etmedikçe sulh caizdir.”

Ömer ibnu’l-Hattab RadıyAllahu Anhu, aralarında barışmaları için hasımları geri çevirirdi. Bu nedenle fakihler, Allahu Teala’nın haklarından birinin sözkonusu olmadığı bütün davalarda, hakimin, hasımları barıştırmaya çalışmasını müstehap saymışlardır.
Bilindiği gibi davalarda konu ya Allahu Teala’nın haklarından biridir veya insanların haklarından biridir ya da taraflardan birinin galip olduğu ortak bir haktır. Kulların kendi hakları için aralarında barışmaları caiz olsa da, Allahu Teala’nın hakları konusunda bunun caiz olmadığı fıkıh kitaplarında aktarılmaktadır. ( İlamu’l-Muvakkıin, 1/107-108)
-------------------

EBU HUZEYFE
Cevap: 1- Bugün karokol değilde tağutun hakemliğine kendi rızası ile zorlanmadan vurulan her baş vuru bizati küfürdür. Ve hakkında nisa 60 yeti katidir. Fakat baş kasının şikayetiyle her zaman oraya gitmesi kendi rızası olmadan küfür değildir.Birinde hüküm istemek diğerinde onu reddetmek var dır ikisi aynı şey değildir.

2-Bir mesele küfür şirk olmasa bile Allahın hakkı olan hüküm verme yetkisini tağuta tanımanın kendisi başlı başına bir şirktir.

3-Sulh Müslüman hakem yaptırdığında hayırdır tağut değil. Bunun tağuta muhakeme olmakla ne alakası var.

4-Hazreti ömerin helalı haram haramı helal yapmadıkca sulh caizdir sözü Müslüman hakim içindir tağut için değildir. Bu meseleyi tağuta hakkını almaya delil getirmek cehalettir. Alakasız delildir.

Makdisi
Caiz olan barışma, insanlar arasında genel olup, sadece karı-koca ile sınırlı değildir. İki ortak, iki hasım, iki kesim ve tartışan iki taraf arasında da barışma geçerlidir.
Eşler arasındaki anlaşmazlıkta, tarafların barışması caiz olduğu gibi, ayrılık ve anlaşmazlıktan daha hayırlı olan barışı sağlamak için taraflardan birinin hakkından vazgeçmesinin istenmesi de caizdir. Bütün anlaşmazlık ve ihtilaflar da bu şekilde, tarafların anlaşması veya birinin hakkından vazgeçmesi suretiyle anlaşma yapılarak çözülebilir. Tarafları uzlaştırmayı şeriatın caiz gördüğü ve bu meselede, helali haram kılma yahut haramı helal kılma olmadıkça hiçbir engelin bulunmadığı bilinmektedir.

İbn-i Hacer Rahimehullah şöyle der:
“Anlaşmalar çeşitlidir; Müslümanın kafir ile anlaşma yapması, eşlerin anlaştırılması, adaletli taraf ile saldırgan taraf arasındaki anlaşma, yaralama olaylarında uygulanacak anlaşma, arazi sınırları hakkında olduğu gibi diğer ortak olan şeylerde anlaşmazlık çıktığı zaman tarafların aralarının bulunması bunların misallerindendir.” ( Fethu’l-Bari, 2961 nolu hadis ile ilgili)

Allahu Teala bu konuda genişlik sağlamıştır. Bunun küfür olan kanunlar veya küfür olan kanun koyma ile bir ilgisi yoktur. Bu, Allahu Teala’nın indirmediğine veya tağutun hükmüne başvurmak da değildir.
-------------------
EBU HUZEYFE
Cevap: Makdisinin islamın muhakeme hukukunu yada şeri mahkemenin uygulamasını Allaha ait hüküm verme yetkisini tagutun hakemliğine baş vuranlara delil getirmesi yada tağutu şeri mahkeme ilan etmesi çabası ne kadar gariptir. Tüm gayretleri tağutun mahkemesine muhakeme olanları mazur göstermektir ve çabasıda bu yöndedir.. Makdisinin bu yazılaqrını okuyan şeri mahkeme ile tağut mahlemesi arasında bir fark göremez çünkü makdisi şeri mahkeme ile beşeri mahkeme arasındaki asıl sorun ve sınırı açıklamış değil. Kendisi bu konuda net değil kendisinin anlamadığı bir konuyu ondan beklemişte değiliz. Oysa asıl konu mesele hak hukuk meselesi değil Allaha ait bir yetki ve sıfatın Allah’dan başkasını verilmesi meselesidir bu şirkin kendisidir.


Makdisi:
Ömer ibnu’l-Hattab RadıyAllahu Anhu şöyle der:
“Allahu Teala genişletmiş ise, siz de genişletin.” ( Buhari )
Ancak, Allahu Teala’nın genişlettiği konularda insanlara genişletme yapılması, bazılarının hoşuna gitmemekte ve hakkın her zaman zorda olduğunu zannetmektedirler. Bu kesimin tipik örneği Haricilerdir. Bu nedenledir ki onlar, bu meseleleri anlamada zorlanmışlar, Ali bin Ebi Talip ile Muaviye RadıyAllahu Anhuma arasında sulh yapılmasına ve meydana gelen hakem olayına itiraz etmişlerdir.

Özellikle Ali bin Ebi Talip’in barış anlaşmasında kendisi için kullanılan, “Emiru’l-Mu’minin” ifadesinden ve buna benzer bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Amr bin el-As ile Ebu Musa el-Eş’ari arasında meydana gelenleri gördüklerinde, bunun Allahu Teala’nın indirmediği hükümlere başvurmak olduğunu öne sürmüşler ve şöyle demişlerdir:
“İnsanlara hükmolundunuz. (Oysa Allahu Teala şöyle buyurur: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (5 Maide/44)

Bunun üzerine İbn-i Abbas RadıyAllahu Anhuma, Ali bin Ebi Talip’in RadıyAllahu Anhu sözcüsü olarak onlarla tartışmış ve Rasulullah’ın da SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hudeybiye anlaşması sırasında bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Ali’nin RadıyAllahu Anhu yaptığının da bu türden olduğunu onlara izah etmiştir.

İbn-i Abbas’ın onlara söylediklerinin bazıları şunlardır: “Allahu Teala Kitap’ında kişi ve o kişinin hanımı için şöyle buyurur:

“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 4 Nisa/35

Karı ve koca için caiz olan şey, Muhammed’in SallAllahu Aleyhi ve Sellem ümmeti için caiz olmaz mı?
Muhammed’in SallAllahu Aleyhi ve Sellem ümmetinin kanı, karı ve kocanın kanından evleviyatla dokunulmaz değil midir?” (El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/281)
Bunun üzerine bazıları söylemlerinden vazgeçti. Ancak bazıları ise aynı söylemleri ve iddiaları üzere kalmaya devam etti.
-------------
EBU HUZEYFE

Cevap: Yine Makdisi alakasız bir meseleyi tağutun hakemliğine baş vurmaya delil getirmeside başka bir çeliş kidir. Ey makdisi ve taraftarları Allahın kitabını hakem tayın etmekle haricilerin dinde hakem tain ettiniz diyerek sapmalarıyla sizin bizzat özü zulme ve şirke dayalı azılı tağutlardan Allaha ait hüküm verme yetkisini istemeniz aynı şeyler midir. Nasılda islamın kutsallarını tahrif ediyorsunuz hiç Allahdan korkmak yokmu ne alakası var haricilerin olayı ile tağuta muhakeme olmanın.

Makdisi:
Şatıbi Rahimehullah, “el-İtisam” isimli kitabında bid’at ve heva sahibi fırkaların özelliklerini belirtirken şöyle der: “Birinci özellik, Allahu Teala’nın “İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te’viline yeltenmek için müteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar”(3 Al-i İmran/7) ayetinde belirttiği husustur.
Ayet, dalalet ehlinin Kur’an’ın müteşabihlerine takılıp kaldıklarını belirtmektedir. (Kur’an’ın kötülediği şey, muteşabih sayılan ayetlerin anlamını bilmeye çalışmak değil, o ayetlerde gündeme getirilen ve ancak Allahu Teala’nın bildiği şeyin veya olayın ne olduğunu, nasıl olacağını ve ne zaman olacağını anlamaya çalışmaktır. Halbuki bu, ğayb bilgisi olup Allahu Teala’nın bildirmediği sürece insanların bilmesi mümkün değildir. Yoksamüteşabih olarak adlandırılan ayetlerin lafız olarak anlamını bilmeye çalışmak, diğer ayetleri anlamaya çalışmak gibi gerekli ve iyidir.)

Muteşabih olan ayetler, manası herkes için açık olmayan ayetlerdir. Bunlar bazen, mücmel lafızlar gibi, hakiki müteşabih şeklindedir ve bazen de izafi müteşabih şeklindedir.

İzafi muteşabih ise, ilk anda anlamı açık gibi görünse de, hakiki anlamının bilinebilmesi için başka bir delile ihtiyaç duyulur. Haricilerin, hakem tayin etmenin batıl olduğuna dair, “Hüküm ancak Allah’ındır” (6 En’am/57) ayetini delil göstermeleri, izafi muteşabihe sarılmanın misallerindendir.
Ayetin zahiri, onların yaptıkları bu delillendirmeyi doğrular gibi olsa da, ayrıntılara inildiği zaman, açıklamaya muhtaçtır.
Bu açıklama ise, İbn-i Abbas’ın RadıyAllahu Anhuma söylediğidir. Çünkü hükmün Allahu Teala’nın olması, hakem tayin ederek de olabilir. Zira hakem tayin etmek ile emrolunmuşsak, onunla hüküm vermek de Allahu Teala’nın hükmüdür.” (İlamu’l-Muvakkıin, 2/264-265, özetle)

Eşler arasında sulhun yapılması meşrudur. Allahu Teala, taraflardan birinin alacağı hakların bir kısmından vazgeçmesi şeklinde kişilerin anlaştırılması, savaşta alınan esirler konusunda, komutanın veya yöneticinin, bu esirleri öldürmesi, gaziler arasında paylaştırması, serbest bırakması veya fidye karşılığında salıvermesi konusunda muhayyer bırakılması gibi meselelerde insanlara genişlik ve kolaylık sağlamıştır.
Sad bin Muaz’ın Beni Kureyza hakkında hakemlik yapması da bu türdendir. Onun hakem olarak tayin edilmesi kabul gördü ve o da savaşçı erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınmasına hükmetti.
Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Onlar hakkında Allahu Teala’nın hükmü ile hükmettin” buyurdu. (Muttefekun aleyhi)

Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem, ordu komutanlarına yaptığı tavsiye ile ilgili Bureyde hadisinde şöyle geçmektedir:
“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir ordunun veya seriyyenin başına komutan tayin ettiği zaman, Allahu Teala’ya karşı muttaki olmasını bildirir, beraberindeki Müslümanlara dahayır tavsiye eder ve sonra şunları söylerdi:
“..Eğer bir kale ahalisini kuşattığında onlar, senden Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etmeni isterlerse sakın onlara Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etme, lakin kendi hükmünü tatbik et. Zira Allahu Teala’nın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin.” ( Muslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir)

Böyle demesinin sebebi, komutanın veya emirin değişik alternatifler arasında içtihad etme ve tercih yapma serbestisi olmasıdır.
Sulh ve hakem tayini ile ilgili olarak şu olay da nakledilir:
Ebu Şurayh, halkı ile beraber Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem yanına geldiklerinde, insanların ona Ebu’l-Hakem dediklerini duydu.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onu yanına çağırdı ve şöyle buyurdu:
“Şüphesiz hakem Allah’tır. Sana niçin Ebu’l-Hakem diyorlar?”
Bunun üzerine o; “EyAllah’ın Rasulü, kavmim bir konuda ihtilaf ettikleri zaman bana gelirler, ben de aralarında hüküm veririm ve iki taraf da razı olur.”
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem; “Ne güzel. Oğullarının arasında en büyük olanı kimdir”
dedi.
O: “Şurayh” diye cevap verdi.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem;
“O zaman sen Ebu Şurayh ol” diye buyurdu. (Ebu Davud, Nesai, Buhari, Edebu’l-Mufred)

Ebu Şurayh, İslam’a girmeden önce kavmi içerisinde hakemlik yapardı. ( İbn-i Abdilber, El-İstiab, 4/97, İbn-i Sa’d, Tabakat, 6/49 )

Bu nedenle cahiliyye devrinin hakemlerinden sayılmış ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onun yaptıklarını
beğenmiştir. Böyle bir şey Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek olsaydı, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ona karşı çıkar ve hiçbir şekilde tasvip etmezdi.
Bütün bunlar, sulhun caiz olduğuna, bunun, tağutun hükmüne başvurmak veya Allahu Teala’nın indirmediği ile hükmolunmak olmadığına ve helali haram veya haramı helal kılmadığı sürece hakemlik makamında bir kafirin bulunmasının haram olmadığına dair delil niteliğindedir.

Eşler arasında sulh yapılması ile ilgili olarak Allahu Teala’nın şu ayeti de bunu desteklemektedir:
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız,
erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (4 Nisa/35)

Bilindiği gibi kadın, razı olacağı hakemi seçmekte serbesttir. Kadın, kitap ehlinden ise, kitap ehlinden olan birisini kendisi için hakem olarak tayin etme hakkına sahiptir.

Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh şöyle der:
“Aşiret büyüklerinin karara bağladığı şeylere gelince; bu sulh yolu ile olmuş ve haramı helal veya helalı haram kılmamışsa, helaldir. Ancak hüküm vermek suretiyle olursa, helal olmaz. Çünkü aşiret liderleri genellikle cahildir ve şer’i ahkamı bilmezler. Onların (helal veya haram konusunda) hükmüne başvurmak, tağuta başvurmak kabilinden olur.” (Muhammed bin İbrahim, Fetava ve Resail, 12/292)
--------------------

EBU HUZEYFE

Cevap: Makdisi Müslüman aşiret liderlerinin yatırdığı sulhu tağutun hakemliğine delil getirmeside başka bir çelişkidir. Kuran ve sunnetin ahkamını bilmeyene muhakeme olmak tağuta muhakeme olmak oluyorsa, bizzat tağuta muhakeme olmak ne olur acaba bu satırları yazan lar hiç akletmiyorlarmı diye insan kendini alı koyamıyor.

Makdisi
Bütün bunlardan da anlaşılmaktadır ki Allahu Teala’nın düşmanlarının bazı kurumlarında veya mahkemelerinde yapılan her duruşma kişiyi küfre götüren muhakeme sayılmaz. Ayrıca kişi, kendi hakkında açılan bazı duruşmalara katılmazsa, işleri daha karmaşık ve zor bir hale gelir ve cezası da katlanır. Hakkındaki suçlama ise batıl yolla kendisi hakkında sabit olur. Ğıyabi verilen hükümlerin vicahi hükümlerden daha katı ve fazla olduğu da unutulmamalıdır. Müslüman, iki zarardan, en asgari olanını tercih ederek bu zararı kendinden savmakla yükümlüdür. Bu ise çok yönlü olarak te’vil ve içtihada açık büyük bir konudur. Dolayısıyla böyle durumlarda, mahkeme veya karakolda duruşmaya katılmak, tağutun hükmüne başvurmak değil, sadece haksız ve saldırgan kişiyi defetmek, mümkün olduğu kadar suçlamayı kabullenmemek ve zararı önlemeye çalışmaktır.
--------------------
EBU HUZEYFE

Cevap: Makdisinin burda haklı olduğu yön kendi hakkında açılan davada kendini savunması ve suçlamaları reddetmesidir. Ama tağutun haklı yada haksız verdiği hiçbir hükmü tanımamak kaydı ile çünkü bu hükmü tağut ben verdim demektedir Müslüman ise tağutun hiçbir hükmünü kabu edemez. Müslüman tağutun mahkemesine kendini savunmak için gittiğinde mahkeme olmaya gitmediğini belirtmelidir. Aksi halde tağut mahkeme olmak için taraflar hazır bulunmaktadır der. Müslüman da bu durumu ret etmek için muhkeme olmaya gelmediğini bunu belirtmelidir.

Makdisi
Bu konu ile ilgili olarak misal olmaya uygun olaylardan biri de, kendilerini teslim almak için gelen Kureyş heyeti ile birlikte, Cafer ve arkadaşlarının RadıyAllahu Anhum, henüz Müslüman olmayan Habeşistan kralı Necaşi’nin önünde duruşmaya katılmaları, içlerinden hiçbirinin kralın karşısına çıkmayı reddetmemesi ve Rasulullah’ın SallAllahu Aleyhi ve Sellem böyle davrandıkları için onları kınamamasıdır. ( İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Ebu Nuaym ve Beyhaki, Delail kitaplarında birbirini takviye eden senetler ile rivayet etmişlerdir. Necaşi’nin onlara eman verdiği, desteklediği ve Kureyş’e teslim etmediği belirtilmektedir.)
----------------------
EBU HUZEYFE

Cevap: Ey makdisi ve taftarları: Cafer ve arkadaşları necaşiden hak ve hüküm istememiş necaşi onları çağırdığında yukarda belirttiğimiz gibi kendilerine isnat edilen itamları ve iftiraları tagutun huzurunda ret etmiştir. Necaşiden ne bir hüküm istemiş nede hak nede kendi haklarında hüküm vermesini istemiştir. Oysa siz size tabi olanlara tağuttan haklarını almaları için batıl fetvalar verdin ve bu insanları şirk bataklığına çektin sizin durumunuzla caferin durumu bir birine hiç uyuyor mu?

Makdisi
Yusuf’un Aleyhisselam, sarkıntılıkla suçlayan kadına karşı söyledikleri de bunun misallerindendir.
Allahu Teala şöyle buyurur:

“Kadın dedi ki: ‘Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan ya da acıklı bir işkenceden başka bir şey midir?’ (Yusuf), ‘Hayır o kendisi benim nefsimden (murad almak) istedi’ dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti. Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır. Eğer onun gömleği arkadan yırtıldıysa, kadın yalan söylemiştir. O ise doğru söyleyenlerdendir.” ( 12 Yusuf/25-27)

Yusuf Aleyhisselam, kafir bir toplumda kendini savunmakta, birileri ona şahitlik yapmakta ve sonunda da beraat etmektedir. Bundan daha açık olanı ise, Yusuf’un Aleyhisselam hapishanedeyken yaptığıdır.
Allahu Teala şöyle buyurur:

“Onlardan, kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: ‘Beni efendinin yanında an.’ ( 12 Yusuf/42)

Kafir olan ve küfür kanunları ile hükmeden Mısır kralının, başka dine mensup olması, Yusuf’u Aleyhisselam, kendisini ona hatırlatacak ve haksız yere mazlum olarak hapishaneye atıldığını bildirecek birini ona göndermekten alıkoymamıştır. Belki onu hapisten çıkaracak, mağduriyetini giderecek ve hapishaneye atıldığı suçlamadan beraat ettirecek ümidiyle bunu yaptı. Bu durum, Kral onu yanına çağırdığı zaman kendini savunmaktan ve suçsuzluğunu ortaya koymaktan da kendisini alıkoymamıştır. Bu nedenle Yusuf Aleyhisselam, kendisine gelen elçiye şöyle dedi:

“Efendine dön de ona, ‘Ellerini kesen o kadınların zoru neydi’ diye sor.”( 12 Yusuf/50)
Yusuf Aleyhisselam, kafir krala, suçsuz olduğunu göstermek için uğradığı haksızlıktan şikayet etmekte ve mağduriyetini dile getirmektedir.
Yusuf’un Aleyhisselam bu yaptığı ile, avamdan olan Müslümanları tekfir eden aşırıların yaptığı arasında ne kadar da fark bulunmaktadır.
Bütün bunları masum bir peygamber yapmaktadır. Bütün peygamberler Tevhid’i korumak ve dini sadece Allahu Teala’ya halis kılmak için gönderilmişlerdir.
Bilindiği gibi bütün peygamberlerin daveti Tevhid’e olmuştur.
Allahu Teala’nın peygamberi olan Yusuf’un da Aleyhisselam buna muhalefet etmesi ve ataları İbrahim, İshak ve Yakub’un Aleyhimisselam dininden bir adım sapması düşünülemez. Nasıl olsun ki, Allahu Teala onu tenzih etmiş ve bunun dışındaki daha basit şeylerden de onu korumuştur.
Allahu Teala şöyle buyurur:
“Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.”( 12 Yusuf/24)


Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki bu gibi durumlarda Tevhid ehli için bir sakınca bulunmamaktadır. Kafirlerle, tağutlarla, polis, jandarma, gardiyan, hakim ve mahkeme ile olan her ilişkinin de tağutların hükmüne başvurma sayılması ve Tevhid’e aykırı olması gerekmez.. Onlara yapılan her başvuru yahut her duruşmanın da küfür olması gerekmez.

---------------------------
EBU HUZEYFE

Cevap: 1- Ey makdisi yusuf aleyselamın beni kralın yanaında an demesi şikayetmi oluyor yada bir hatırlatmamı? Örneğin uzakta yada yakında olan birinin yanında seni andık yada beni gidince an demek tağuttan hüküm istemeye delil getirmek tevhidi ve ayetleri anlamamaya delalet eder hemde İslam muhakeme hukukunu bilmediğine delalet eder.
2-Allahdan kork madan ve kuldan çekinmeden Hazreti yusufa iftira atıyorsun. Ve kraldan hüküm istediğini ileri sürüyorsun eğer iddia ettiğin gibi olsaydı kral onu çıkarmak istediğinde kendisi çıkmamıştır. Buda senin saunduğun fikrin çürük olduğunu ortuya koyar.

3-Yusuf a.s bir kere arkadaşını krala göndermemişi kralın yanına gittiğinde kendisini anmasını söylemişti. Bu sözden kraldan Allaha ait bir yetkiyi kullanmasını istediği hükmünü çıkarmak sinek ten yağ çıkarmak gibidir. Hiç bir tevhid alimi böyle bir hükme varmamıştır tağuıt alimleriri ve küfür önderleri hariç.
4-Elbetteki şirki küfre küfrü şirke karıştıran kendini tevhid ehli sanan bir gurup yada taife için tağuta baş vurmak muhakeme olmak küfür olmaz çünkü daha bu gurup tevhidi şirkten ayırmış değildir. Bu tür guruplkara tevhid ehli denmez tevhid ehli olduğunu idida eden guruplar denir.
Acaba Yusuf aleyhisselam’ın durumu onların durumuna hiç benziyor mu?
Her akıl sahibi bu meseleyi dikkatlice inceleyip düşündüğünde, muhakkak aradaki farkı görecek ve Yusuf aleyhisselam meselesini kendi şirk amellerine delil gösterenlerin yanılgı ve sapıklıklarını rahatça anlayabilecektir....
Yusuf aleyhisselam’ı, tagutların hükümlerine bir an bile olsun boyun eğmiş olmasından tenzih ederim.
Biz Yusuf aleyhisselam’ı bu şirkten tenzih ederiz. Zira biz, Yusuf aleyhisselam’ın dininin İslam olduğuna, asla bir başka dine bağlanmayacağına inanıyoruz.
Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
"Kim İslam’dan başka bir din kabul ederse o, ondan kabul edilmeyecektir ve o ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Ali İmran: 85)
Yusuf aleyhisselam, zayıf olduğu anda bile şirke ve müşriklere karşı şöyle haykırmıştır:
"Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayan bir topluluğun dinini terkettim. Atalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsanındandır. Ancak insanların çoğu şükretmez." (Yusuf: 37-38)
Yusuf aleyhisselam, hapishanede zayıf bir durumda iken bile taguttan ve taguta tapanlardan beri olduğunu haykırdığı halde, yönetimde görev almak için nasıl olur da tagutun kanunlarına bağlanır? Nasıl olur da bu tagutun kanunlarına göre hüküm verir? Zerre kadar imanı olan bir kimse asla böyle düşünmez.
Allah-u Teâlâ,Yusuf aleyhisselam hakkında şöyle buyurmuştur:
"Andolsun kadın onu arzulamıştı. Eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıt (burhan)ını görmeseydi, o (Yusuf) da onu arzulamıştı. Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı." (Yusuf: 24)
Allah-u Teâlâ'nın muhlis kullarından biri olan Yusuf aleyhisselam, Allah-u Teâlâ'nın hükmünden bir başka hükme acaba bağlanır mı veya boyun eğer mi veya ihlasla bağlı kalacağına dair sadakat yemini yapar mı?
Veya sadece Allah-u Teâlâ'nın hakkı olan teşri yetkisini bir yaratılmışa verir mi?
Bu amelleri müslümanların en basiti bile yapsa İslam’dan çıkar, mürted olur. Öyle ise nasıl olur da böyle amelleri bir rasul işler?
Allah-u Teâlâ'nın halis kulu olan Yusuf aleyhisselam hakkında nasıl böyle bir iftira atılabilir?

Makdisi
Bu konuda ayrı ayrı değerlendirme yapmak gerekir. Bu işlerden bazısı, yardım istemek türündendir. Bunun hükmünün ne olduğunu yukarıdabelirttik. Bazısı ise sulh kabilindendir ki bunun da hükmünü belirttik. Bazısı

da kişinin canını koruması veya iki zarardan hafif olanını tercih ederek büyük olanı defetmesi kabilinden olabilir ki, bu da kişinin içtihad edeceği bir meseledir.
Bazısı onları hakem tayin etmek kabilinden olabilir. İşte bunun küfür olan tağuta muhakeme veya Allahu Teala’nın genişlik tanıdığı idari işlerden olup olmadığına bakmak gerekir. Bunun üzerinde ise aşağıda duracağız inşaAllah.
----------------------
EBU HUZEYFE

Cevap: Ehveni şer kaidesini iki şirkten yada iki küfürden birini seçmeye delil getirmekte islam usulünün nasıl ve nerede uygulanışını bilmemeye delalet eder.
Bu kaide şirkte uygulanacak yada Allahın sıfatlarını mahluka verilen noktalarda asla geçerli değildir. İki zaradan en az zararı seçmede geçerlidir. Her yerde uygulanmaz. Hele hele şirk olan meselelerde hiç uygulanmaz.

Makdisi

Bunu yapan kişinin ikrah altında olup olmadığına, kendi te’villerine, ümmetin ezilmişliğine ve İslam hükmünün otoriteden yoksun bulunduğuna bakmak gerekir.
-----------------
EBU HUZEYFE
Cevap: Bu durumlar hiçbir zaman şik işlemeye ruhsat değildir.

Makdisi
Şüphesiz tağuta muhakeme olmak veya yasak olan, kafirlere meyletmek kapsamına girmeyen bu işlerden zararlı veya yararlı olan şeyleri Müslümanın kendisi daha iyi bilir. Muslim’in, Ebu Hureyre’den RadıyAllahu Anhu merfu olarak rivayet ettiği hadiste şöyle geçmektedir:
“Sana yararlı olan şeyde titizlik göster, Allahu Teala’ya dayan ve aciz olma. Başınabir şey gelirse, şöyle şöyle yapsaydım deme. Çünkü bu, şeytanın işinin kapısını açar. Ancak şunu söyle: Allah’ın takdiri böyledir ve o istediğini yapar.”
Dolayısıyla, Müslümana düşen, güzel hesap yapması, haksızlık yapmadan işleri miktarlarıyla değerlendirmesi, maslahata bakması ve zararlar arasında karşılaştırma yapmasıdır. Yaptığı değerlendirmede Allahu Teala’nın düşmanlarının, Allahu Teala’nın dinine musallat olduğunu veya gücünün yetmediği şeyi kendine yüklediğini görürse, Müslümanın kendisini zelil etmesi ve böyle durumlarda onlara kendini teslim etmesi doğru olmaz. Çoğu zaman kaçmak kurtuluştur.
Her Müslüman kendi durumunu, sıkıntılarını ve zaruretlerini daha iyi bilir. Bulunduğu durumda fayda ve zararı ölçer. Her makam için söylenecek söz farklıdır. Allahu Teala, bu ümmete bir kurtuluş yolu açıncaya kadar Müslümanın zararı kendisinden uzaklaştırması gerekir.

Buhari’de, “Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer” bölümünde, Ensar’dan Asım bin Sabit seriyyesi olayı anlatılmaktadır.

Bu olayda, sahabeden RadıyAllahu Anhum bazıları, kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakarak, kendisini onlara teslim edebileceği yönünde içtihad etmiş ve yine bazıları da öldürülünceye kadar kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakılmadan çarpışılması gerektiğini tercih etmiştir. (Buhari, 3045, Fethu’l-Bari, Mağazi, 4086)


Yine Buhari’nin, “Kitabu’l-İman” bölümünde Ebu Said el-Hudri’den RadıyAllahu Anhu rivayet ettiğine göre Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Kişinin en hayırlı malının, peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur.”


Bu konuda ikrah meselesi:
İDDİA: Şayet bir kişi bir küfür işlemeye ikrah edilir (zorlanır) ise, bu zorlama ne olursa olsun ister bir iki kamçı, ister hapis tehdidi olsun işleyeceği küfürde ne olursa olsun kişi böyle bir durumda küfür işlerse kafir olmaz. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor: «İman ettikten sonra, kalbi imanla mutmain olduğu halde zorlananlar hariç Allah’ı inkar edip küfre göğüs açan kimselere, Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır»
(Nahl: 106)
Bu ayette (ikrah) zorlama kelimesi geçmektedir. Sözlüğe baktığımızda zorlamanını bir kimseye biri işe istemese de zorla yaptırmak için kullanılan her şeyi kapsadığını görmekteyiz. O yüzden ikrahı sadece ölüm tehdidi veya bir organın telefi veya kişinin sakat kalmasını gerektirecek kadar dayak gibi şeylerle sınırlandıramayız.

Cevap: Allah (c.c) kalbin imanla dolu olması şartıyla ikrah (zorlama) altında küfür sözü söylenmesine veya küfür ameli işlenmesine izin vermiştir. Fakat şayet kişinin kalbinde iman yoksa, o zaman kişi ister zorlansın ister zorlanmasın, ister küfür amel işlesin ister işlemesin, Allah katında kafirdir. Yukarıdaki iddiayı ileri sürenlerin asil niyeti, darul harpte yaşayan kimselerin, devamlı surette de olsa, her türlü zorlanma karşısında küfür sözü veya ameli işlemeleri halinde kafir olmayacaklarını kanıtlamaya çalışmaktır ki bu çok yanlış bir iddiadır. Çünkü Nahl: 106 ayeti kerimesinin nüzul sebebine baktığımızda, ayetteki bahsedilen ikrahın kafirler tarafından yakalanıp da, küfür sözü söylemeye zorlanan ve küfür sözü söylediği zaman tamamen serbest bırakılan kimseleri muhatap aldığını görmekteyiz. Şöyle ki:
Ammar b. Yasir, annesi ve babası kafirler tarafından yakalanıp işkence edilmeye başlandı. Ammar'in annesi ve babası kâfirlerin istedikleri küfür sözü söylemedikleri için Ammar'in gözü önünde öldürüldüler. Sonra kafirler Ammar'a işkence etmeye başladılar ve onu küfür sözü söylemesi için zorladılar. Ammar da onların istediği küfür sözü söyleyerek onların işkencelerinden kurtuldu. Ammar (r.a) bu olaydan sonra hemen Rasulullah'a gidip durumu anlatınca Rasulullah ona: «Şayet onlar dönerlerse sen de dön (yani onlar sana işkence yapmaya dönerlerse sen de istedikleri sözü söylemeye dön) buyurdu.
Rasulullah (s.a.s)'in Ammar'a: «Şayet onlar dönerse sen de dön» demesi küfür sözü söylemenin ancak söylenildiği anda kafirlerin işkence ve eziyetlerinden kurtula bilineceği zaman söylendiğinde caiz olduğunu göstermektedir. Yoksa bu izin devamlı olarak küfre zorlanan veya küfür işlediği halde kafirlerin elinden kurtulamayan veya kurtulma ihtimali olmayan kimseler için değildir. Küfür işlediği halde kafirlerin elinden kurtulamayacağına inanan kimsenin ne kadar zorlanırsa zorlansın küfür işlemesi caiz değildir. Şayet kafirlerin küfür işlese de işlenmese de sonuçta bizi öldüreceğine bizi serbest bırakmayacaklarına, devamlı küfre zorlanacağımıza inanıyorsak küfür işlememiz caiz değildir. Çünkü devamlı küfür işlemeye zorlanan bir kişinin ölüm tehlikesi dahi olsa küfür işlemelerine izin vermemiş ve böyle bir durumda küfür işleyen kimselerin kafir olacaklarını bildirmiştir.
Bu konu Kur'an'da defalarca hatırlatılmıştır. Bu konuyla ilgili delillerden bazıları:
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
«Kafirlerin gücü yetse dininizde döndürünceye kadar sizinle durmadan savaşırlar. Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse işte onların dünya ve ahirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaktır.
(Bakara: 217)
Bu ayeti kerimede de gördüğümüz gibi kafirler müslümanları dinlerinden döndürmek için onlarla bütün güçleriyle savaşırlar ve onlar dönmezlerse öldürüp yok etmeye çalışırlar. İşte böyle bir ölüm tehlikesi karşısında dahi kafirlerin isteklerine uyup devamlı küfür işleyerek irtidat eden kimselerin hiçbir mazeretleri kabul edilmez ve bu hal üzere ölmeleri halinde ebedi cehennemlik olurlar.

«Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim bir topluluğu doğru yola iletmez. Kalplerinde hastalık bulunanların: «Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz» diyerek onlara koştuklarını görürsün.»
(Maide: 51-52)

Allah (c.c) bu ayeti kerimede de yahudi ve hristiyanlardan kendilerine zarar gelmesinden korktukları için onları dost edinen kimselerden bahsediyor ve Allah (c.c), yahudilerden zarar gelmesinden korkmak pahasına da olsa kafirleri dost edinmek gibi devamlılık arzeden bir küfür amelin işlenmesine izin vermediğini ve bu hareketi kafirlerden korktuğu için dahi yapan kimselerin kafir olduklarını bildirmiştir.
Süreklilik gösteren, devamlı yapılan küfür amellerde ikrah mazeret olmadığı gibi farz kılınan bir ibadeti kafirlerden korktuğu için terk etme hususunda da izin yoktur ve bu hususta da ikrah geçerli değildir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
«Onlar ki halk kendilerine insanlar size ordu toplamışlar, onlardan korkun deyince bu onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter o ne güzel vekildir, dediler. bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadı ve Allah’ın rızasına uydular. Allah büyük kerem sahibidir. O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur. Eğer inanmışsanız onlardan korkmayın benden korkun.» (Al-i İmran: 173-175)

Allah (c.c) bu ayette kafirlerin müslümanları cihad ibadetinden geri çevirmek için onlara insanların onlara karşı toplandıkarını, bu ibadetten vazgeçmelerini söylemişler. Fakat gerçek iman sahiplerinin bu ancak imanlarını arttırmıştır. Allah (c.c) de ayetin sonunda iman eden kimselerin insanların korkutmalarından dolayı cihad ibadetini terk edemeyeceklerini, cihad ibadetini insanlardan korktuğu için terk eden kimselerin Allah'a iman etmiş olamayacaklarını ve kafir olacaklarını bildirmiştir. Cihad ibadeti gibi Allah’ın farz kıldığı diğer ibadetleri de insanlardan korktuğu için terk eden kimseler de aynen onlar gibi kafir olur. Bu hususta da ikrah geçerli değildir.
Bu mevzuya diğer bir delil ise Abdullah (r.a)'den rivayet edilen bir hadistir.

El-Esrem (r.a)'nun Abdullah (r.a) hakkında şöyle dediği rivayet edildi. «Bir adam kafirlerin eline esir düşse ve küfre girmesi için zorlansa onlara icabet etsin mi? (Yani onların istediği küfür işlesin mi.) diye soruldu. Abdullah (r.a): Bu kişinin kafirlere icabet etmesini çok çirkin gördü ve şöyle dedi: «bunun durumu Rasulullah (s.a.s)'in ashabı hakkında inen ayete (Nahl: 106'yi kastediyor) benzemez. Ayet, kafirler tarafından yakalanıp, küfür sözü söylemesi için zorlanan ve bu sözü söyledikten sonra tamamen serbest bırakılan kimse hakkında inmiştir. Söylediğin kişiler ise küfre zorlanır ve bu hal üzere yaşamaları istenilir. Küfür kelimesini söylemek için zorlanan kişi bunu söyledikten sonra serbest bırakılıp dilediğini yapabilecekse bu söz ona zarar vermez. Fakat diğerleri ise kafirler arasında devamlı kalmaya zorlanırlar, haramları helal, helalleri haran yapmaya, farz ve vacipleri terk etmeye, haram işlemeye zorlanırlar, müslüman kızları kafir erkeklerle evlendirip kafir çocuklar doğurmaya zorlanırlar. Bu hareketler onları İslam'dan çıkmaya yöneltir ve gerçek küfre sevk eder.» (El-Muğni, Eş-Şerhul Kebir)

Şu halde özetleyecek olursa ikrah altında olan bir kimse küfrü sözü söylemesi veya küfür ameli işlemesi bunu yaptığı takdirde serbest bırakılacağına inanıyorsa veya bırakılma ihtimali varsa küfür işlemesine cevaz vardır, bırakılma ihtimali yoksa veya sürekli küfür ve haramları işlemeye zorlanıyorsa cevaz yoktur.
Bu noktada üzerinde hassasiyetle durulması gereken önemli bir konu vardır. Darul harpte yaşayan kimselerin, küfre zorlanmayacakları bir yere hicret etme imkanları varsa ve oraya hicret etmezlerse ve hicret etmedikleri için bir küfür işlemeye zorlanırlarsa, bu gibi kimselerin ikrah dahi söz konusu olsa küfür işlemeleri caiz değildir ve işledikleri takdirde kafir olurlar. Darul harpte ikrah ancak hicret izni ve imkanı olmadığı zaman söz konusudur. Rasulullah (s.a.s)'in ashabı hicret izni olmadığı için Mekke'den hicret edemiyorlardı ve bu yüzden Mekke'de küfre zorlandıkları zaman, küfür işlemelerine cevaz verilmişti. Fakat hicret izni geldikten sonra ve hicret imkanı da olduğu halde hicret etmeyenlerin ölüm tehdidi dahi olsa ikrah altında küfür işlemelerine cevaz yoktur. Bunun en açık delili

Allah (c.c)'nun şu ayetidir:
«Nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman melekler: «Ne yapıyordunuz?» deyince: «Yeryüzünde biz zayıf kimselerdik» derler. Melekler de: «Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» derler. İşte onların barınacakları yer cehennemdir. O, ne kötü dönüş yeridir.» (Nisa: 97)

Bu ayeti kerime Mekke'den Medine'ye hicret izni ve imkanı olduğu halde, hicret etmeyen ve daha sonra hicret etmemelerinden dolayı Bedir savaşında zorla Müslümanlara karşı savaşa zorlanan kimseler hakkında inmiştir. Bu kimseler Müslümanların okları sonucu ölmüşler, melekler de onların canlarını aldıkları zaman onlara niçin bu hale düştüklerini sorunca, onlar kafirler güçlüydü, biz ise zayıf kimselerdik bu yüzden küfre zorlandık diyecekler. Meleklerin ise: Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya! diyerek onlara hicret etselerdi bu hale düşmeyeceklerini, hicret etme imkanları olduğu halde hicret etmedikleri için o zorlamanın (ikrahın) mazeret olarak kabul edilmeyeceğini bildirdiklerini görüyoruz.
Bu yetin hükmünden «Erkek kadın ve çocuklardan çaresiz kalan, yol bulamayanlar müstesnadır. Allah’ın onları affetmesi umular.» (Nisa: 98-99) ayetiyle hicret etmeye yol veya imkan bulamayan kimselerin hariç olduğu anlatılmıştır.
Buraya kadar görmüş olduğumuz ayet ve hadislerden ve Nahl: 106 ayetinin nüzul sebebinden şunu anlıyoruz: İkrah ancak kafirler tarafından yakalanılan ya da geçerli bir mazereti olduğu için şirke düşme ihtimali olan bir yerden şirke düşmeyeceği başka bir ülkeye hicret edemeyen kimselerin, kafirlerin eziyet ve işkencelerinden kurtulmak için sürekli olmayan bir küfür sözü söylemesi veya sürekli olmayan bir küfür ameli işlemesi halinde geçerlidir. Yoksa sürekli küfür sözü söylemeye veya küfür ameli işlemeye zorlanan veya küfür sözü söylemesine rağmen kafirlerin elinden kurtulamayan kimseler ile şirke düşme ihtimali çok olan bir yerden şirke düşme ihtimali olmayan başka bir diyara hicrete etmeyen kimseler için küfür işleme hususunda ikrah mazeret değildir ve bu durumlarda kişi ikrah altında da olsa küfür işlemesi halinde kafir olur.

Bu mevzuda üzerinde durulması gereken diğer önemli bir konuda ikrahın siniridir. Yani kişi hangi hallerde ikrah altında sayılır, hangi durumlarda ikrah altında sayılmaz. İkrah ayeti olan Nahl: 106 ayeti kerimesinin nüzul sebebi olan Ammar b. Yasir hadisinde Ammar b. Yasir'in annesi ve babası öldürülmüştü ve sıra ona gelmişti. Ammar b. Yasir da ayni tehlikeye maruz kaldığı için küfür sözü söylemiş ve kafirlerden kurtulmuştu. Rasulullah (s.a.s) döneminde ikrahla ilgili diğer bir olay da Müseylemütül Kezzab'ın yakaladığı iki kişi hakkındadır. Müseyleme bunlardan birisine ölüm tehdidiyle küfür sözü söyletmiş, diğerine ise söyletememiş ve onu öldürmüştü. Bunun gibi Rasulullah (s.a.s) döneminde zorlanan kimselerin hep ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını görmekteyiz. Dört mezhep alimleri ölümden başka, ölüme kıyasla sakat bırakacak derece dayağı ve bir organın telef olması tehlikesini de ikrahtan saymışlardır. Sadece İmam Şafi bunlara ek olarak şayet zengin bir kimsenin mali müslümanlar tarafından kullanılıyorsa ve bu malin kaybedilmesi halinde müslümanlar çok büyük bir zarar göreceklerse, bu zengin kişinin de küfür sözü söyleyerek malini kurtarmasını da caiz saymıştır.

1. Alimlerin bu hükmü vermeleri şu sebebe dayanır: Küfür olayı bir müslüman için çok büyük bir olaydır. Müslüman dayanabildiği son hadde kadar böyle bir küfür işlemez. Allah’ın verdiği cevazda kulun dayanamadığı hususlardadır. Alimler kulun dayanamayacağı ölüm tehlikesine kıyasla sakatlanma ve organın telef olma tehlikesini de bu hükme dahil etmişlerdi.

2. Ölüm dışındaki olaylar hakkında Kur'an ve sünnette açık bir delil yoktur. Diğerleri kıyas yoluyla çıkartılmış hükümlerdir. Şayet bir kişi kalkar da «sadece ölüm zorlayıcı baskıdır, diğerleri zorlayıcı baskı sayılmaz» diyecek olursa Kur'an ve sünnete dayandığı için ona yanlış yaptın denemez.

3. Aslında ikrah hadisesinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus şudur: İkrah bir hadisedir ve bu mesele pratikte insanlar hakkında hüküm verirken bizi ilgilendiren bir mesele değildir. Çünkü ikrah altında küfür söz veya ameli işleyen kimseyi biz kafirlerden kurtulduktan sonra görürüz ve bizim için onun son hali önemlidir. Kişi zaten baskı altında o küfrü işlediği için baskı kalktığı anda işlediği küfürden vazgeçer ve iz onu müslüman iken görürüz. Fakat «kişinin küfrü sözünü söylediği andaki hükmü neydi?» diye sorulacak olursa, biz o konuda bir hüküm veremeyiz ve onun hükmünü Allah'a havale ederiz. Şayet o geçerli bir zorlama altında o küfrü işlemişse Allah onu mazur görür, şayet geçerli olmayan bir zorlama altında küfür işlemişse Allah onu ana göre cezalandırır.

4. Şu halde siyerde küfür sözü işlemeye mazeret olabilecek sadece ölüm hadisesini görüyoruz. Hatta ölüm karşısında mazeret olabilecek sadece küfür sözü söylememenin daha hayırlı olduğuna dair hadisler vardır. Ölüm dışındaki hadiselerde Allah (c.c) dayanmayı kullarına bırakmaktadır. Fakat şurası unutulmaması gerekir ki bir müsüman için imanından daha değerli bir şey yoktur. Bu yüzden kalbinde iman bulunan bir kimsenin imanını bozucu bir küfür harekette bulunması onun için basit bir şey değildir ve Rasulullah (s.a.s)'in Müslim'de geçen bir hadiste buyurduğu gibi: «Bir müslüman için Allah onu küfürden kurtarıp imana kavuşturduğunda, onun için tekrar küfre düşmek ateşe atılmaktan daha ağırdır.» Küfür çok büyük bir olaydır ve bu yüzden bunun işleneceği olay da ise büyük olmalıdır. Şu halde Allah (c.c) baskı karşısında dayanmayı kullarına bırakmış ve dayanabileceği son ana kadar dayanmasını istemiştir. Allah (c.c) kişinin dayanma gücünün ne olduğunu bildiği için dayanma güçlerine göre hareket edip etmemelerine göre onlara hüküm verir. Bu yüzden kişinin küfür sözü söylememek için dayanabileceği son siniri kadar dayanması gerekir. Şayet kişinin bir uzvunun kesilmesine dayanmaya gücü yetiyorsa buna dayanması gerekir ve bu onun için ikrah değildir. Biz insanlar olarak kişinin dayanma gücünün ne kadar olduğunu bilemeyeceğimiz için bir kimse zorlamaya maruz kaldığında, bu zorlanmanın onun için geçerli mi geçersiz mi olup olmadığını bilemiyeceğimiz için onun küfür ameli işlediği anda kafir olup olmadığını Allah'a havale ederiz ve onun bu zorlamadan sonraki haline hüküm veririz. Şayet kişi zorlama geçtiği halde küfrüne devam ederse ona kafir, zorlama geçtikten sonra küfürden dönerse ona müslüman deriz ve küfür işlediğinde kafir olup olmamasının hükmünü Allah'a bırakırız. Fakat şayet bir kişi küfre zorlanmayacağı bir yere hicret etme imkanı olduğu halde hicret etmemişse veya sürekli bir küfür işlemeye zorlanıyorsa ne tür baskı altında olursa olsun küfür işlemeyeceğine, küfür işlediği takdirde kafir olacağına hüküm veririz. Bu konun delilleri yukarıda geçmişti.

5. O halde bizim katımızda önemli olan kafirlerin eline düşüp de baskı karşısında küfür bir söz söyleyip kurtulan kişinin hükmü değil, devamlı küfür işleyerek yaşayan ya da küfre zorlanacağnı bildiği bir yerden zorlanmayacağı bir yere hicret etme imkanı varken hicret etmeyip de bu yüzden küfre düşen kimselerin hükmüdür.

6. Buna göre bir kimse kalkıp da zorlayıcı baskıya sadece ölüm ve sakatlanma tehlikesi girmez. benim için annemin, hanımımın veya kız kardeşimin ırzına geçilmesi veya onların öldürülmesi, kendi öldürülmemden daha ağırdır, bu yüzden bunlar da zorlayıcı baskıya girer, böyle bir durumda ben bir küfür işlesem kafir olmam dese, biz o konularda dayanmaya o kişinin gücünün yetip yetmeyeceğini bilmeyeceğimiz için hükmünü Allah'a havale ederiz. Fakat biz ona sadece şayet buna dayanmaya gücün yettiği halde dayanmayıp küfür işlediysen Allah katında mazeretin yoktur. Bu yüzden bir küfür işlemede çok dikkatli olman lazım. Çünkü müslüman için küfür işlemektense ölmesi bile daha evladır, deriz.

7. Yeri gelmişken bu konu ile ilgili olan ve birçok kimse tarafından yanlış anlaşılan bazı meselelere de değinelim.

8. Bir müslümanın ölüm tehlikesi de olsa başka bir müslümana veya İslam cemaatine zarar vermesi caiz değildir. Zira ikrah kişinin sadece kendisini ilgilendiren mevzularda geçerlidir.

9. - Darul harpte yaşayan bir kimsenin bütün mali kafirler tarafından elinden zorla, zulmedilerek alınmaya kalkışılsa bile, kafirlerden malini kurtarmak için tağutun mahkemesine başvuramaz, başvurduğu takdirde ise Allah katında bu şeyler mazeret olarak kabul edilmediği için kafir olur. Onun mazeretinin kabul edilmemesinin sebeplerine gelince:

10. Kişi zulme uğrayabileceği ve zulme uğradığında hakkini alabilmek için küfre zorlanabileceği bu yerden, küfre zorlanmayacağı bir yere hicret etme imkanı varken hicret etmediği için onun için değil bütün malini kaybetme, ölüm tehlikesi dahi olsa, bunlar onun küfür işlemesinde mazeret olarak kabul edilmez. Bu yukarda (Nisa: 97) ayetini açıklarken anlatılmıştı.

11. Tağuta başvurma, Ammar hadisesinde olduğu gibi hemen olup biten geçici bir küfür değil, tağut davayı çözüme kavuruncaya kadar o tağutu tanımayı gerektiren sürekli bir küfür olduğu için zorlayıcı baskı da olsa caiz değildir. Sürekli küfür işlemenin ikrah da söz konusu olsa caiz olamadığı yukarda açıklanmıştı.

12. İmam Şafii'nin verdiği: «Şayet müslümanlar zengin bir kimsenin malından faydalanıyorlarsa ve zengin kişinin bu mali kaybetmesi halinde müslümanlar büyük zarar göreceklerse, bu zengin kişi bu malini kurtarmak için küfür işleyebilir» fetvasına göre, zengin bir müslümanın, Müslümanların faydalandığı ve kaybedilmesi halinde Müslümanların güç duruma düşecekleri bir mali varsa, bu mali kaybetmemek için tağutun mahkemesine başvurabilir mi?

13. Böyle bir durumda tağutun mahkemesine başvuran kişinin küfre girmemesi için bazı şartlar gerekir. Bunlar:

14. Daha önce de belirtildiği gibi sürekli küfür işlemeye hiçbir halükarda izin yoktur. Bu yüzden böyle bir durumda mahkemeye başvurma ancak hemen mahkemeye başvurulduğu an hak alınabilecekse caizdir.

15. Nasıl ki kişi küfür işlediği taktirde canini kafirlerden yüzde yüz kurtarmayı umut ettiği zaman küfür işlemesi caizse, burada da kişinin mahkemeye başvurduğunda malini kurtarma ihtimali, tağutun kanunlarına göre yüzde yüz olmalıdır. Şayet malini kurtaramama ihtimali de söz konusu ise tağutun mahkemesine başvurması caiz değildir.

16. Kaybedilecek malin müslümanlar için çok önemli olup olmadığına dair kararı zengin kişi kendisi değil ancak müslüman emir verebilir. Zira o malin kaybedilmesi halinde gelebilecek zararı en iyi hesaplayabilecek kişi müslüman emirdir. Müslüman emir de bu konuda karar verirken küfrün müslümanlar için ne kadar büyük bir olay olduğunu göz önünde bulundurup, ancak başka hiçbir çözüm yolu olmadığında ve o malin kaybedilmesi halinde Müslümanların küfre girmek gibi büyük bir zarara uğrayabilecekleri bir durumda buna cevaz vermelidir.

17.İşte zengin bir müslümanın mahkemeye başvurması ancak bu şartların hepsi tahakkuk ettiği zaman caizdir. Bu şartlardan bir tanesinin dahi eksik olması halinde caiz değildir.

18- Darul harpte küfür içinde yaşayan ve müslüman olduğunu iddia eden bir takım kimselere, yaptıkları şeylerin küfür olduğu Kur'an ve sünnetten delilleriyle kanıtlandığında, işledikleri küfürleri mazur gösterebilmek için karşısındakine: «Ben burada yaşabilmek için bu küfürleri işlemeye mecburum. Hem sen de darul harpte yaşadığın için birçok küfür işlemektesin. Örneğin; tağutun nüfus cüzdanını taşıyarak, tağutun parasını kullanarak, tağutun okullarında onun koyduğu kurallara uyarak sen de küfür işlemektesin. Demek ki bu ülkede yaşayabilmek için bu küfürleri işlemek zorundayız» demektedirler.

19 Bu gibi kimselere şöyle cevap verilir: Bir kimsenin küfür işlemeye zorlanacağı bir yerden küfür işlemeye zorlanmayacağı bir yere hicret etme imkanı olduğu halde, hicret etmeyip de bu küfürleri işliyorsa; bu küfrü işleyen her kim olursa olsun kafir olur. Senin de benim de hicret etme imkanımız var. Şu halde bu ülkede küfür işleyerek kalma hususunda hiçbir mazeretimiz yoktur ve işlediğimiz takdirde kafir oluruz. Ben senin işlediğini gördüğüm ve küfür olduğunu söylediğim her hususun küfür olduğunu Kur'an ve sünnetten delilleriyle sana kanıtlıyorum. Halbuki senin bende gördüğün ve küfür olduğunu söylediğin bu şeylerin küfür olduğuna dair ne Kur'an da ne de sünnette hiçbir delil yoktur. Şayet sen bana bu söylediğin şeylerin küfür olduğunu Kur'an ve sünnetten kanıtlayabilirsen ben hemen bunlardan vazgeçer gerekirse bu ülkeden hicret ederim.

SELAM HİDAYETE TABİ OLANLARA
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İslam Davetcisi Çevrimdışı

İslam Davetcisi

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
saolun bunları okumaya çalışıyorum zaten fakat bunları okuyan kişiler cvp verdi bende sizden bunlara
karşı cvp bekliyorum inşeAllah
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kardeşim ;
Bu kalb hastalarını bir kenara bırak , bunların kurtuluşu Rabbimin elindedir.
Bunlar müslümanların vebaline giren , alimlerin delillerini yorumla kendi fesad düşüncelerine yorumlayarak illa tekfir edeceğim diyen kaşecilerdir.
Sen Onların dinine tâbi olmadıkça Onlar Senden radı olmayacaklar ayetini bana hatırlatan hastalıklı kimselerdir.

Aynı bölümde Makdisinin "Tekfir Konusunda Yaygın Olan Hatalar" bölümüne bak vesikalarını gör.

Bunlarla daha uğraşacak boş zamanım yok. Oturup kalanların yapacakları iş yerinde saydığından birbirini yiyip , milleti tekfir edecek dedikodular, fitneler türetmektir.
Bunlara verilecek en güzel cevab ; kendilerinden yüz çevirip , konuşmayın ki o zaman" kendilerine bakacaklardır. Bunları kaale aldıkça kendilerini insan sanacaklardır.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt