Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale İnsanlık ölüm döşeğinde!

M Çevrimdışı

mub@rek_22

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Siyonist katillerin “Arz-ı Mev’ud” hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası, hergün farklı bir felaketle sarsılıyor. Masumların üzerine atılan her füzede Seca’lar, Hüda Galya’lar, Ali Şaita’lar, Ahmet Ali’ler değil, insanlık can çekişiyor. Lübnan ise, “Bağdatlaşmamak” adına insanlık nöbeti tutuyor

Bugün ateş topuna dönen ve insanlığın mumla arandığı Müslüman coğrafyada, olup bitenleri anlayabilmek için geçmişte yaşanan bazı olayları hatırlamakta fayda var. Tarihin derinliklerine baktığımızda; Batı’nın, Haçlı Seferleri’yle bugün gördüğümüz vahşet manzaralarını aratmayacak davranışlar sergilediğini görüyoruz. O dönemde Müslüman coğrafyada istediğini elde edemeyen mimsiz medeniyetin temsilcileri, ceplerine koymak zorunda kaldıkları planlarını, şimdi değişik versiyonlarıyla birer birer uygulama çabasında. Selahaddin Eyyubî ve onun torunlarını alt edemeyen Haçlı zihniyeti, 20. yüzyılın başlarında geliştirdiği politik argümanlarla, önce Osmanlı’yı “Hasta Adam” ilan ederek başlarlar işe.

Dönem, Osmanlı ile Rusya arasında cereyan eden “93 Harbi”ne rastlar. Osmanlı’nın finansal yapısı çok bozuktur ve acilen paraya ihtiyacı vardır. Bunu fırsat bilen siyonist Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid’e giderek, Filistin’den toprak satın almak istediklerini beyan eder. Ancak, Sultan Abdülhamid: “Şehid kanıyla alınan topraklar parayla satılmaz” diyerek Herzl’i huzurundan kovar. Theodor Herzl, istediklerini alamamanın hıncıyla Avrupa’ya döner. Ve yaşanan olayları rapor halinde diğer siyonist ileri gelenlerine sunar. Bunun üzerine, aralarında yaptıkları toplantıda, “Büyük İsrail” emellerinin önündeki engelleri nasıl kaldıracaklarına dair planlarını tekrar gözden geçirirler.

Siyonistlerin sinsi planları

Almanya’da 5 yıl süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 1897’de meşhur “Basel Konferansı”nı yaparlar. Bu konferansta üç temel karar alınır: 1) Sultan Abdülhamid tahttan en kısa sürede indirilecek, 2) Osmanlı “Hilafet”ine son verilecek, 3) Kademeli olarak İslâm dini yeryüzünden silinecek.

Bu aşamadan sonra, devreye Sultan Abdülhamid’i tahttan indirme ve Osmanlı’yı yıkma projesini yürütecek olan Emanuel Karasso girer. Karasso, İtalyan Mason Locası’nın başkanı, siyonistlerin planlarını kurnazca uygulamaya en müsait isimdir. Görevi alır almaz bütün argümanları kullanarak, Sultan Abdülhamid ve Osmanlı’yı çökertme tezlerini hazırlar. Karasso ilk etapta, Selanik’te Mason Localarını açar, daha sonra da İttihat ve Terakki Partisi’ni hayata geçirir. Bölgedeki bazı önemli komutanları etrafında toplayarak çöküşün başlangıcını hazırlamaya başlar. Önce ordu isyan ettirilir. Sonra politik faaliyetlere başvurulur. 1. Osmanlı Meclisi, sayıca yoğunlaşmaya başlayan Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıklarının ipleri ellerine alma oyunları sonucu kapatılır. Kışkırtma ve kan dökme eylemlerini engellemek için açılan 2. Osmanlı Meclisi’ne, daha büyük çoğunlukla gelen Emanuel Karasso, artık Selanik Mebusu’dur. Süreç artık Karasso’nun istediği gibi çalışmaktadır. Aradan 1 yıl geçmiş ve Meclis’te oy çokluğuyla (1909) Sultan Abdülhamid’in halline karar verilmiştir. Ve Basel’de alınan kararların 1. maddesi uygulamaya konulmuştur.

Lozan’da kapıları aralayan gizli el

Sıra 2. maddenin hayata geçirilmesine gelmiştir. Emir komutayı iyice eline alan İttihat ve Terakki Partisi’nin ilk icraatı, Trablus’taki Garp Cephesi’ni dağıtmak olur. Garp Cephesi’ndeki tecrübeli komutanların tayin edilmesi sonucu 1911’de Trablus, İtalyanlara verilir. Ordu, Balkan Harbi’nden sonra 1912’de 1. Dünya Harbi’ne sokulur. Böylece bütün cephelerde dünya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlı Ordusu, halsiz ve bitkin düşürülür. Yani tahttan indirilen Sultan Abdülhamid’den sonraki dönemde, 15 yıl harbettirilen “Hasta Adam” Osmanlı son darbelerle ölüme terkedilir! Ve Basel’de alınan kararların 2. maddesi de böylece uygulamaya konulmuştur.

Artık siyonistlerin, 3. maddeyi devreye sokmak için önlerinde hiçbir engel kalmamıştır. 5 yıl sürecek olan İstiklâl Harbi’nin ardından, “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme” sürecinde atılacak adımların hesapları yapılmaya başlanır. Tarihler 24 Temmuz 1923’ü gösterdiğinde, yüzyıllardır bu coğrafyada denge unsuru konumundaki Osmanlı’nın torunları, sahneye konulacak oyunun figüranları olarak “Lozan” tiyatrosuna davet edilir. Görüşmeler esnasında Fransız Klemenso, Kur’an-ı Kerim’i havaya kaldırarak: “Bakınız bu görüşmelerde aylardan beri bir adım dahi atamıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Eğer bu kitaba bağlı olacaksanız, biz size bağımsızlık vermeyiz. Çünkü bu kitap siz Müslümanlara; Hıristiyan ve Yahudilerle dost olmamayı emrediyor. Bu kitaba uymaya devam ederseniz, düşmanlığı sürdüreceksiniz demektir. Bu şartlarda da sizinle barış yapmamız mümkün olmaz” der ve görüşmeleri kilitler.

İddialara göre, İsmet Paşa (İnönü) ile Lozan’a giden siyonist doktrinci Haim Nahum, müzakerelerin çıkmaza girdiğini görünce, Türk heyeti adına “Hilafet’in kaldırılarak, İslâm’la olan bağlardan yeni kurulacak devletin koparılacağı” garantisini verir. Ancak, verilen bu teminatlar sonucu bir anlaşmaya varılabilir. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’’te alelacele görüşülerek kabul edilen kanunlar, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları veriyordu. Aynı gün çıkarılan “Hilafet”in kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni devletin İslâm dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.

Yıllardır gündemi meşgul eden Lozan Antlaşması’nın “zafer mi, hezimet mi?” tartışmaları bir yana dursun, sonuçları kısmen ortada. Bir taraftan “Kıbrıs”, “12 Adalar”, “Musul” ve “Kerkük” meseleleri bu antlaşmanın sonucu olarak başımızı ağrıtırken, diğer taraftan da gizliliğiyle kafaları karıştırmakta.

“Kurudukça sulayın, yeşerdikçe budayın...”

Çünkü, Lozan Antlaşması’yla ilgili oturum tutanakları hâlâ sır gibi saklanıyor. Üzerinden tam 83 yıl geçmesine rağmen. Arşivlerde saklanan bu antlaşmanın kamuoyuna açıklanamaması, ne derece gizemli bir yolda yürüdüğümüzün işareti. Haim Nahum’un, “Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar” deme cüretinin altında yatan gerçekler neydi acaba? Belki de bu sorunun cevabı yaşadığımız olayların içerisinde gizlidir.

Ve ilginç bir anektod. İngiliz eski Devlet Başkanı Wilson Churchill, 1932 yılında Avam Kamarası’da yaptığı konuşmada milletine ve temsilcilerine şu beyanatı vermektedir: “...Türkleri güç ve ağırlık olarak yüz grama çıkarmamalı, elli grama ise hiç düşürmemeliyiz. Onları biraz kuruyunca sulamak, biraz yeşerince de budamak icap eder. Ellerindeki Kur’an-ı Kerim’i alamazsak, Türkleri yenmemiz mümkün değil. Öyleyse şimdiden Türkiye’ye karşı dinsizlik silahlarını çevirerek, en hassas imanlı kalplerinden vurmaya hazır olmalıyız.”

1932’de Ezan’ın Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın Arapça olarak okunmasının yasaklanması, başörtüsünün okullarda sorun haline getirilmesi, “Kur’an’ı kapa, kadını aç” felsefesinin ayyuka çıkarılması, Sünnî-Alevî kesimin mezhep kavgasına sürüklenmek istenmesi, Güneydoğu’da kardeşi kardeşe kırdırma politikası... Evet, bunlar Müslüman coğrafyada, sırası geldikçe sahnelenen senaryoların bazı bölümleri. Ve Basel’de alınan kararların 3. maddesi hâlâ uygulanma aşamasında... Gerek ülkemizde ve gerekse yanıbaşımızdaki “Ortadoğu”da yaşanan sıcak olaylar, geleceğe dair çok önemli ipuçları veriyor. Siyonistlerin “Arz-ı Mev’ud” hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası hergün farklı bir felaketle sarsılıyor.

Kanlı yol haritasının nihaî hedefi

“Dünyayı Amerika’nın, Amerika’yı da siyonistler”in yönetme eğilimi gelişen olaylardan açıkça görülüyor. İsrail; Filistin’den açmaya başladığı işgal koridorunu Lübnan’dan devam ettirerek Suriye’ye ulaşacak, oradan da “İsrail haritadan silinmelidir” diyen İran’a sıçrayacaktır. Bu kanlı yol haritasının nihaî hedefine ise Türkiye konulacaktır. Yani gözüken o ki, bütün bölge topyekün bir istilanın, parçalanmanın ve çatışmaların eşiğinde. Bu tehdidi önlemenin yolu ise Türküyle, Arabıyla, Kürdüyle, Acemiyle daha ağır yara almadan, kurtuluş planlarını yapmaktan geçiyor. Şu anda kan gölüne dönen bölge, 1932 ve 1939’da İngilizlerin yaptığı “Ortadoğu” tanımlamasının sonucu olarak sürekli olarak sömürülmeye ve müdahalelere açık hale getirilmiştir. ABD, İngiltere ve İsrail şer ittifakının planları gereği, önce Ortadoğu’da kaynaklar talan edilecek, sonra “İslâm” tehdit(!) olmaktan çıkartılacak ve uzun yıllar sürecek olan esaret günleri başlayacaktır. İlk bakışta komplo teorisi gibi geliyor insana değil mi? Yazımızın bir kısmında, bu bölgenin hamisi olan Osmanlı’nın nasıl çökertildiğinin ipuçlarını vermeye çalıştık. Ve Basel’de siyonistlerce, Müslümanlar üzerinde uygulanmak üzere çizilen yol haritasının görünen yüzünü yansıtmaya gayret ettik.

Geçmişten hiç ders alınmadı

Fakat yaşanan bunca olumsuzluklara rağmen, geçmişten hiç ders almadık. Oynanan oyunları kollarımızı birbirine kavuşturarak seyrettik. Sömürgecilerin hegemonyasına son verecek ve Müslüman coğrafyanın kurtuluş reçetesi olacak “D-8 Projesi”nin rafa kaldırılmasını umursamadık. Çevremizde olup bitenlere duyarsız kaldık. Batı’nın, Müslümanlara reva gördüğü vahşeti hep susarak izledik. Sustuk, sustuk, sustuk...

Dün Bosna’da Sırpların; 200 binden fazla Boşnağı, gözümüzün içine baka baka katletmesine seyirci kalarak, sustuk.

ABD’nin, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek, Afganistan’ı işgal etmesine, sustuk.

Irak’ın, Saddam’ın Ortadoğu’yu tehdit eden kimyasal silahlarından arındırılma(!), halkı özgürleştirme(!) teraneleriyle talanına, sustuk.

Bölgede, işgal güçlerinin başarısı için Şii ve Sünnîlerin mezhep kavgasına tutuşturulmasına, Musul’da, Kerkük’te Türkmenlerin yurtlarından edilmesine ve binlerce masum insanın katledilmesine, sustuk.

Refik Hariri suikastini planlayıp uygulayanların; çirkefliklere başvurarak, bölgeyi güvenlikten yoksun bırakmak için Suriye’yi, Lübnan’dan sessiz sedasız çıkarmalarına, sustuk.

Filistin, siyonist İsrail’in kanun tanımaz hezeyanlarıyla inim inim inletilirken, sustuk.

Gazze ve Beyrut, insanlığı yok etmek üzere geliştirilen kimyasal silahlarla hedef tahtası haline getirilirken, sustuk.

İsrail’in, Lübnan’da Hizbullah’ı çökertmek(!) için giriştiği “insanlık suçu”na seyirci kalarak, sustuk.

“Dinlerarası Diyalogcular” nerede?

Moskova’daki G-8 Zirvesi’nde ‘bölgeyi paylaşım planları’ yapanların siyonist İsrail’i kollayarak, olup bitenlerden İran’ı, Suriye’yi sorumlu tutmasına, Hamas ve Hizbullah’a kan şerbetinin reva görülmesine, sustuk.

Dün Bosna’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de olduğu gibi bugün de Lübnan’da; Seca’ların, Hüda Galya’ların, Ali Şaita’ların, Ahmet Ali’lerin kulakları sağır eden feryatlarına vicdanımızı ve gözlerimizi kapayarak, sustuk.

İnsan Hakları savunucuları sustu, NATO sustu, Birleşmiş Milletler sustu, bir avuç siyonisti alt etmekten aciz 200 milyon nüfuslu Arap dünyası sustu, yıllardır Batı’nın teşviklerinden yemlenenler sustu, en çok da bu coğrafyanın hamisi olarak bilinen “İslâm Konferansı Örgütü” sustu.

“Dinlerarası Diyalog” hayalleri peşinde koşanlar, mustazaflara reva görülen vahşet karşısında; “İstediğimiz neticeyi alamadık. Verilen mesajlar kapalı kapılar arkasında kaldı” demekle yetindi ve sustu.

Bu sessizlikleri bozan İran, nükleer enerji ısrarında bir kez daha haklı çıktı. Mısır ve bazı Körfez ülkelerine ders verircesine.

Ve Türkiye. Bizim suskunluğumuzu ise Kuzey Irak’tan sızan PKK’nın terörist eylemleri bozdu. Ortadoğu’daki olaylara karşı suskunluğumuzu bozmaya hazırlandığımız bir dönemde, PKK saldırılarıyla kendi derdimize düşmek zorunda bırakıldık. Lübnan’da sıkılan kurşunlar Bitlis’te ve Siirt’te yankılanmaya başladı. Türkiye, bölgede olup bitenleri görmemesi için PKK terörüyle “ikaz” edilmiş oldu, siyonistler tarafından. Böylece, iki ateş arasında kalan masum Müslümanları, Türk halkının manevi korumasından mahrum bırakmanın sinyalleri verildi. Ve siyonistler, kuyrukları sıkıştığında hep bunu yaptı!

Bu yazı kaleme alındığında tarihler 27 Temmuz 2006’yı gösteriyordu. Müslüman coğrafya; insanlıktan yoksun İsrail’in, topyekün imha seferberliği karşısında çaresizlik içinde evlatlarına ağlıyordu. Havadan ve karadan yapılan saldırılar sonucu Filistin 140 (28 Haziran itibariyle), Lübnan ise 600’e (12 Temmuz itibariyle) yakın evladını kaybetmişti. Lübnan; onca vahşet ve çaresizliğe inat, “Bağdatlaşmamak” için direniyordu. İnsan kalabilmenin nöbetini tutarcasına.

İslâm dünyasının ölüm-kalım savaşı

“Yeni Küresel Sistem”de hiçbir temsil yetkisi tanınmayan Müslümanlar; artık başta siyonist İsrail ve Amerika olmak üzere, Batı’nın topyekün “Dönüşüm Projesi”nin hedefi konumundadır. Küresel iktidar; hegemonyası uğruna Müslüman coğrafyasını vahşice yağmalanmaktadır. Siyonistlerin oyuncağı konumundaki ABD ve yandaşları, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası, kaynakların ve pazarın paylaşılmasına yönelik açıkça savaş ilan etme eğilimine girmiştir. Bu açıdan bakıldığında Müslüman coğrafya; Haçlı Savaşları, Moğol İstilası ve Osmanlı siyasal otoritesini yok edip bütün bölgeyi sömürgeleştiren Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dördüncüsünü yaşadığı bir şok dalgasıyla yine karşı karşıyadır. Yeryüzünün enerji kaynaklarını, kara ve deniz ticaret yollarının büyük bir bölümünü barındıran bölge aslına bakılırsa bir “Dünya Savaşı” yaşamaktadır. “Yeni Dünya Düzeni” ve “Büyük Ortadoğu Projeleri”nin dayatıldığı Müslüman coğrafya 20. yüzyılı kayıp yıllar olarak geçirdi. 21. Yüzyılda da kayıp edip etmeyeceğini, ayakta kalıp kalmayacağını bu savaş belirleyecektir. Temenni ederiz ki, bu şoklar, uzun bir dönemi sessiz geçiren İslâm dünyasını ayağa kaldıracak sonuçlar doğursun.
 
Üst Ana Sayfa Alt