İlham ; İlim Elde Etme Yolu Değildir,
İLHAM
İlhamın çeşitli tarifleri yapılmakla beraber ortak noktaları dikkate alındığında şöyle tarif edilebilir; herhangi bir istidlal yoluna başvurmadan insanın ruhî melekeleri vasıtasıyla bir konu hakkında ilim sahibi olması.
Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın arıya vahyettiği anlatılmaktadır (Nahl, 68). Bu vahiyle kastedilen ilhamdır.
Yine Kur'an'da peygamber olmadığı bilinen şahıslara geldiği bildirilen vahiy ilham ile tefsir edilmiştir.
Allah, Musa (a.s.)'ın annesine "çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, onu suya bırak, korkma, üzülme biz şubhesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" (Kasas, 7).
Bu ayet-i kerimedeki vahyin ilham olduğu kabul edilirse, ilhamın uykuda ve uyanık iken geldiği söylenebilir. Nitekim Allahu Teâlâ'nın İbrahim (a.s.)'e oğlunu kurban etmesini söylemesi uyku halindeki ilhama misaldir.
(Ramazan Efendi, Haşiye ala Şerhi'l-Akâid, s. 63).
İslâm akâidinde, ilim elde etme yolları arasında ilham kabul edilmemiştir.
Kelâm âlimlerinin çoğu bu görüştedir.
Ancak bu meseleyi Taftazanî (ö. 797/1395) şöyle yorumlamıştır:
İlham herkes için bilgi vasıtası değildir. Başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir. Kişinin kendisi için ilham delil olabilir. Çünkü ilhamla ilim hasıl olduğu konusunda şubhe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuddur. Bir çok seleften bununla ilgili haberler nakledilmiştir.
(Taftazani, Şerhu'l-Akâid, terc. Süleyman Uludağ, sf: 121)
Gazzalî, Razî ve Âmidî gibi bazı kelâmcılar nazar ve istidlal söz konusu olmaksızın ilhamla yakînî ve kat'î bilgilerin elde edileceğini kabul ederler. Ancak ilham zannedilen şey vehim olabilir. Şeytan'ın vesvesesi olabilir. Bunun için ilhamı vehim ve vesveseden ayırabilmek için onun dine uygunluğunu âyetlerle ve hadislerle kontrol etmek gereklidir. Bu şekilde kabul edilen ilham bile dinler ve mezhebler konusundaki tartışmalarda ölçü değildir. (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, sf: 59)
Vahiy ile ilham arasındaki farklı yanlar şunlardır:
1. Vahiy yalnızca peygamberlere gelir.
2. İlhamda melek gözükmez.
3. Kendisine ilham gelen kişi bunu gizleyebilir. Hatta gizlemesi daha güzeldir. Peygamber vahyi gizleyemez,
4. Vahiyde kesinlik vardır. Peygamber vahyin, Allah'tan geldiğini kesin olarak bilir. İlham zannîdir.
(Zurkânî, Menâhilu'l-İrfân, Kahire 1954, I, 64).
İham, Batı dünyasında mistisizm; Doğu dünyasında ve özellikle İslâm aleminde tasavvufun gerçeğe ulaşma yollarından biri ve en önemlisi olan sezgi (hads-instuition) ile eş anlamlı kullanılmıştır. Sûfiler ilham'ı bir bilgi edinme yolu olarak kabul etmiştir. (Curcânî, Ta'rifât, sf: 35 ; Şamil İslam Ansiklopedisi)
Son cümlede gördüğümüz gibi , ehli sünnet müslümanlar değil , sufiyye bunu kendine kullanarak istediğini dizme imkânı bulmuş ve böyle ilim elde edilir itikadındadırlar. Fakat üst tarafta gördüğümüz gibi İslam akaidinde buna itibar edilmez.
İlk defa Şia'nın aşırı gruplarına mensub Mugire b. Saîd el-İclî'nin "ism-i âzam" sayesinde ilâhî bilgilerin kalbe akacağını iddia etmesinden sonra Ca'fer es-Sâdık'a nisbet edilen çeşitli rivayetlerin de etkisiyle ilham, bazı Şiî fırkaların kendi imamlarına gelen kesin bilginin kaynağı olarak görülmüştür.
[Hayyât, sf: 110-111; Eş'arî, sf: 50-51]
İlk devir sûfîleri, Kur'an ve Sünnete başvurarak değerlendirmeye tâbi tutmayı gerekli gördükleri ilhamı sadece itikadî konularda dikkate alırken daha sonra yetişen sûfîlerce ilham, bütün dinî konularda kullanılan mustakil bir bilgi kaynağı haline getirilmiştir. Diğer taraftan Mûtezile kelâmcılan içinde "ashâbu'l-ilhâm" (ashâbu'l-maârif) adı verilen bir grup, aklî bilginin tefekkür sonunda ilâhî ilham yoluyla meydana geldiğini savunmuştur.
(Kâdî Abdulcebbâr, et-Muğnî, XII, sf: 96)
Bilindiği kadarıyla ilhamın dinî konularda bilgi kaynağı olamayacağını söyleyen ilk Sunnî kelâmcı Ebû Mansûr el-Mâturidî'dir.
Mâturîdî, insana ait bilginin eksikliğini öne sürerek doğrudan doğruya Allah'tan gelen ilhamı bilgiye başvurmak gerektiğini iddia eden çeşitli grupların bulunduğuna dikkat çekmiş ve görüşlerini eleştirmiştir.
[Kitâbû't-Tevhîd, s. 6]
İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmez ve dinî alanda delil olarak kullanılamaz.
Sûfiyye ile onlara tâbi olanların dışında kalan İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Delilleri ise şöylece özetlenebilir:
a) Kur'an'da insanın doğru bilgiye ulaşmak için başvurması gereken kaynaklar duyular, akıl yürütme ve vahiy olmak üzere üç noktada toplanır.
Yine Kur'an'da canlı cansız bütün varlıkları gözlem altına alıp incelemeyi ve akıl yürüterek onların menşei hakkında bilgi üretmeyi emreden, daha sonra da üretilen bilgilerin vahyi teyid ettiğini açıklayan 700'den fazla âyetin mevcudiyetine karşılık ilhamî bilgilerin elde edilmesiyle ilgili açık anlamlı beyanların bulunmayışı bu yöntemin kesin bilgi kaynağı olmadığını gösterir.
(Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî, XII, sf: 3 13; Zerkeşî, VI, sf: 16)
b) Peygamber'in Allah'tan ruşdunü ilham etmesini istemesi özel anlamda değil genel anlamda bir ilham niteliği taşır,
c) İlham kesin bilgi kaynağı olsaydı bu yöntemle elde edilen bilgiler arasında çelişki bulunmaz, farklı din ve mezhebler teşekkul etmezdi.
[Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, sf: 61; İbn Fûrek, vr. 10b. 6ia]
d) İlhamî bilgiler kontrolü mümkün olmayan subjektif bir nitelik taşır. Bu sebebe ilhamın bilgi kaynağı olduğunu iddia etmek kadar olamayacağını söylemek de mümkündür.
[İbn Hazm, II, 272; IV, 171; Nesefî, 1,22-23]
İlhamın dinî alanda kullanılabilecek kesin bilgi kaynağı olmadığını ve uyulması Zorunlu bir hükmün delilini teşkil edemeyeceğini savunan görüş nasların yanı sıra akıl ilkelerine daha uygun görünmektedir. İlham taraftarlarının dayandığı âyetlerde, muttaki ve sâlih kullara dinî hükümlere kaynak teşkil edebilecek bilgi verildiğine dair açık bir beyan mevcut değildir. Bu âyetlerde ilâhî emirlere uyanların Allah yolunda başarılı kılınacakları, nefislerine karşı verdikleri mucadelede yardıma mazhar olacakları ve izledikleri yolun isabetli olduğuna dair müjdelerin işaretlerini bu dünyada alacakları anlatılır.
İmâm-ı Rabbânî ile Abdulvehhâb eş-Şa'rânî ilhamın hiçbir şekilde helâl, haram, farz, vacib gibi dinî bir hükme mesnet teşkil edemeyeceğini belirtmişlerdir [Âlû-sî, XVI. 17-18]
İlhama dair hadislere gelince bunların bir kısmının uydurma olduğu tesbit edilmiştir; "Bildiğiyle amel eden kimseye Allah yeni bilgiler verir" anlamına gelen rivayet bunlardan biridir.
[Haris el-Muhâsibî, sf: 100]
Konuya dair bazı hadisler de isabetsiz şekilde yorumlanmıştır. Nitekim Ömer'in özel olarak ilâhî ilhamlara mazhar kılınmış (muhaddes) bir kimse olduğunu belirten rivayet bunlardan biridir.
İbn Kuteybe, bu hadiste geçen "muhaddes" kelimesinin "sanki kendisine önceden bildirilmiş gibi, bir şeyi söylediği zaman sezgisinde ve zannında isabet eden kimse" anlamına geldiğini belirtir.
[Ğaribu'l-hadis, 1, sf: 97-98]
Nubuvvet muessesesi sona erdiğinden sâlih kullarda ortaya çıktığı kabul edilen ilhamî bilgiyi onların başkasına tebliğ etmekle yükümlü olmadıkları dikkate alınırsa bu tür bilgilerin ferdî dinî tecrübenin ötesinde bir anlam taşımadığı anlaşılır.
Şu halde başkasına aktarılamayan, duyu verileri ve rasyonel bilgilerle de kontrol edilemeyen bu tür tecrübelerin genel geçerliliğinin bulunmaması gerekir. Ayrıca ilhamî bilgiyi öne çıkarıp bütün gayretini buna ulaşmak için harcamak, akıl ilkelerinin yanı sıra duyu verilerine dayanan bilgileri İhmal etmek gibi bir sonuç doğurur.
Gerçeğe ilhamî bilgiyle ulaşılabileceğini savunanların akıl ve duyu verilerine güvenmedikleri, hatta böyle bir çabayı terketmeyi tavsiye ettikleri bilinmektedir. Kur'an ise insanı objektif bilgi kriterleri olan duyu verilerine ve rasyonel bilgilere yöneltmektedir. Allah'ın her insana iyiliği ve kötülüğü tanımasını sağlayıcı duygular ilham ettiği ise tartışmasız kabul edilmesi gereken bir husustur.
Şeytanlar da vahiyde bulunurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Tıpkı bunlar gibi her nebiye insan ve cin şeytanlarından, düşmanlar oluşturmuşuzdur. Aldatmak için biri diğerine yaldızlı sözler vahyeder...”(En’am 112)
“...Şeytanlar dostlarına, sizinle mucadele etmelerini vahyederler. Onlara boyun eğerseniz tam muşrik olursunuz.” (En’am 121)
Konumuz açısından şu âyet de önemlidir:
“Allah’ın bir insanla konuşması sadece vahiy yoluyla veya perde arkasından ya da bir elçi göndererek kendi izniyle dilediğini vahyettirmesi şeklinde olabilir.” (Şûrâ 51)
Kur’an’da arıya (Nahl 68), Musa aleyhisselamın annesine ve Meryem’e yapılan vahiylerden bahsedilir. Sahih rûya da perde arkasından yapılan vahiy yani verilen bilgidir. Bunun şifresini herkes çözemediği için tabirine ihtiyaç duyulur.
Bu tür vahiyler her insana; rûya, ilham veya başka şekillerde olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Musa'nın annesine şunu vahyettik: "Çocuğu emzir, bir şey olacağından korktuğunda onu denize bırak ama korkma ve üzülme. Biz onu yine sana döndüreceğiz ve rasullerden biri yapacağız". (Kasas 7)
Bu tür vahiyler kesin bilgi ifade etmez. Bunu şu ayetlerden anlarız:
“Musa'nın annesinin gönlü bomboş kalmıştı. İçi rahat olsun diye kalbini pekiştirmiş olmasaydık olanı biteni nerdeyse açığa vuracaktı. Ablasına, "Onu izle" demişti. O da uzaktan gözetlemişti. Onlar fark edemiyorlardı." (Kasas 8-9)
Musa’nın annesi, yapılan telkinin doğruluğunu ancak çocuk kendisine döndükten sonra anlamıştı. Bunu da şu ayetler göstermektedir:
“Önceden, oradaki sütannelerini ona yasaklamıştık. Ablası dedi ki: "Sizin için onun bakımını üstlenecek bir aileyi gösterebilir miyim? Onlar ona iyi bakarlar."
Böylece onu, annesine geri verdik ki, gözü aydın olsun da üzülmesin. Bir de bilsin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir ama çokları bunu bilmezler.” (Kasas 12-13)
Bunlar, rasullere gelen bilgi çeşidinden değildir. Rasul, birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah’ın resulleri, Allah’ın sözlerini insanlara ulaştırırlar. Allah’ın resullerine Kur’ân’da hem rasul, hem nebi denir. Nebi denmesi, vahiy aldıkları için, rasul de o vahyi tebliği ettikleri içindir. Onların vahiy alış şekilleri farklıdır, daha vahyi alırken onun Allah’tan geldiği konusunda kesin bilgiye ulaşırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah bütün gaybı bilir, kendi gaybını kimseye açmaz. Dilediği elçi bunun dışındadır. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. Bunu yapar ki o(elçi), (gelen meleklerin) Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırdıklarını bilsin, onların yanında olanı kavrasın ve her şeyi bir bir hafızasına yerleştirsin.“ (Cin 26 - 28)
Ayetteki “kendi gaybını” ifadesi, resullere bildirilenin özel gayb bilgisi olduğunu gösterir. Bu bilgiyi, ancak Allah’ın Nebileri alabilirler. Bunlar, insanlara ulaştırılmak için yapılan vahiylerdir. Vahiy ve ilhamın diğer şekillerinde böyle bir şey yoktur. Bu sebeb onlar, sadece ilgili kişiyle alakalıdır. Bir başkası için önemli değildir.
Ama hurafeciler, insanlara olan vahiy ve ilham sınırını aşarak kendilerini Allah’ın nebileri gibi göstermeye çalışır “Nebilere olan bize de olur, biz de vahiy alırız” diyerek yoldan çıkarlar. Allah Teâlâ bunlar için şöyle buyurur:
“Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendine vahiy gelmediği halde vahiy aldığını söyleyenden yahut Allah'ın indirdiği gibisini ben de indireceğim" diyenden daha zalimi kim olabilir?…” (En’âm 93)
Nurcuların ruh sağlığı ve pisikolojileri yerinde değildir.
Çünkü metod olarak İslami usullere , metod ve ilkelere değil aksine tamamen İslam'ın reddettiği ebced, cifir , gayb, vehim-ilham, batıni hezeyanlara dayanan mistik usullere dayanılmıştır.
Ehli sunnet islam alemi ile nurcu - sofiyyenin İslam akaidleri ve metod anlayışları farklı olduğundan , bir taraf Kur'an ve sünneti kaynak edinib bu yolda islam alimlerinin geliştirmiş olduğu usuller neticesinde meselelere yaklaşırken, diğer kesim (sofiyye-nurcu) ise batını ve keşf ile bilgi alındığına itibar edilerek İslama aykırı bile olsa kendi alimleri öyle demişse sorgusuz sualsiz kabullenilecektir.