Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

DOKTOR SEÇİMİ VE EHLİYET:

C Çevrimdışı

cendel

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
DOKTOR SEÇİMİ VE EHLİYET:

a) İyi Doktora Tedavi Olmak:

Hz. Peygamber (s.a.) daha iyi doktorun tedavisini tavsiye ederdi.

Mâlik, Muvatta'mda Zeyd b. Eslem'den şunu rivayet eder: Rasûlullah (s.a.) zamanında bir adamın yarası çıkmıştı. Yara kan toplamıştı. Adam En-mâroğullanndan iki kişiyi çağırdı. Yaraya baktılar. Rasûlullah'm (s.a.) ken*dilerine şöyle buyurduğu ileri sürülmüştür: "Hanginiz daha iyi doktor?" Ada*mın biri dedi ki: "Tıpta hayır var mı, ey Allah'ın elçisi?" Rasûlullah (s.a.) şu cevabı verdi: "Derdi indiren, devasını da indirmiştir."[597]'

Bu hadise göre, her ilim ve sanatta o konudaki en iyiden yardım istemek gerekir. Çünkü isabetli davranışa bu daha yakındır.

Fetva isteyenler de daha bilgililerden yardım almalıdır. Çünkü böyleleri daha ait mertebede olanlara göre isabet etmeye daha yakındır.

Kıbleyi beürleyemeyen de, kendisinden daha iyi bileni taklit eder. Allah kullarını bu şekilde yaratmıştır. Kara veya denizde yolculuk yapan da, delil*lerin en iyi ve doğrusuna göre sükûn ve emniyet bulur, ona yönelir ve daya*nır. Şeriat, fıtrat ve akıl bu konularda ittifak etmiştir.

Hz. Peygamber'in (s.a.), "Derdi indiren, devasını da indirmiştir." sözü gibi pek çok hadisi vardır. Amr b. Dînâr—Hilâl b. Yesâf senediyle rivayet edilen hadis böyledir: Rasûlullah (s.a.) bir hasta ziyaretine gitti. "Bir dokto*ru çağırın." buyurdu. İçlerinden biri: "Bunu sen mi söylüyorsun, ey Allah'*ın elçisi?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Evet, Allah indirdiği her derde, deva da indirmiştir." buyurdu.

Buharı ve Müslim'in Sû/i/Tı'lerinde Ebu Hureyre'den merfû olarak şu hadis vardır: "Allah her indirdiği derde, deva da vermiştir." Bu ve başka hadisler daha önce geçti.

"Derdi ve devayı indirdi" sözünün anlamında ihtilâf edilmiştir. Bir grup şöyle der: İndirilmesi, kullara haber verilmesidir. Bu da bir şey değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) "indirdi" diyerek, umumî biçimde derdi ve devayı haber vermiştir. İnsanların çoğu bunu bilmez. Bunun için şöyle denmiştir: "Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez."

Bir grup şöyle diyor: Dert ve devanın indirilmesi, yaratılması ve yeryü*züne konulmasıdır. Nitekim başka bir hadis şöyledir: "Hiçbir dert yoktur ki Allah onun devasını koymasın." Bu her ne kadar birinciden daha yakınsa da, "indirme" sözü, "yaratma" ve "koyma"dan daha özeldir. Gerektiren bir durum olmaksızın sözün özel oluşunu gözardı etmemek gerekir.

Bir grup şöyle der: Dert ve devanın indirilmesi, derdi, devayı vs. yi ya*ratma işinde görevli melekler vasıtasıyladır. Çünkü melekler bu dünyanın işiyle, ana rahmine düşüşünden ölümüne kadar insan türünün işiyle görevlidir. Dert ve deva, meleklerle indirilir. Bu, diğer iki yaklaşımdan daha iyidir.

Bir grup şöyle der: Dert ve devaların çoğu, gıdaların, azıkların, İlaçların ve hastahklann (bütün bunların araçları, sebepleri ve tamamlayıcılannın) doğ*duğu gökyüzünden inen yağmur vasıtasıyla elde edilir. Üstün madenlerden olanlar, dağlardan iner. Vadilerden, nehirlerden ve meyvalardan inenler de tağlîb (üstün olana göre hüküm verme) ve iki fiil yerine, ikisini de içeren bir fiille yetinme kaidesince £u söze dahildir. Bu Arapça'da, hatta diğer millet*lerde bilinen bir husustur. Nitekim şair şöyle der:

yu saman ve soğuk suyla besledim, gözleri çökük- oldu."[598] Başka biri şöyle der:

"Kocanın kılıcım ve okunu kuşandığını gördüm."[599] Bir diğeri şöyle der:

"Şarkıcılar bir gün görüldüklerinde ve kaşlarını ve gözlerini hilâl gibi yapınca..."[600]

Bu, diğer açıklama biçimlerinden daha iyidir. Allah en iyisini bilir.

Bu, Yüce Allah'ın hikmeti ve rablığının tamamındandır. Çünkü O, kul*larını dertlerle sınadığı gibi, sevindirdiği devalarıyla da onlara yardım eder. Günahlarla, onları sınadığı gibi tevbe, yokedici iyilikler ve keffaret olan mu*sibetler ile onlara yardım eder. Şeytanların habis ruhlarıyla sınadığı gibi, iyi ruhlardan bin orduyla, meleklerle onlara yardım eder. Arzu ve şehvetlerle sı*nadığı gibi, faydalı ve leziz nesnelerden şer'an ve miktar olarak sevindirecek olanlarla giderilmesine de yardım eder. Hiçbir sınama yoktur ki Allah bu be*lâya karşı yardım alacaklan bir şeyi vermesin. Bunu bilme konusundaki fark*lılık devam eder. Bilgi, meydana gelmesi ve ona ulaşmakla olur. Allah en iyi*sini bilir. [601]


b) Doktorların Sorumluluğu:


Ebu Davud, Nesâî ve İbn Mâce, Amr b. Şu'ayb—babası—dedesi sene*diyle şunu rivayet ederler: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Daha önce tıbbı bilmediği halde doktorluk yapan, tazminatını öder."[602]

Bu hadiste üç durum bulunmaktadır: I) Sözlükle ilgili durum, 2) Fikhî durum, 3) Tıbbî durum.

Sözlükle ilgili durum şudur: Arap dilinde "üb" çeşitli mânalara gelir. Düzeltme anlamı vardır: Bir şeyi düzelttim anlamına: "Tabbebtuhu", iyi ve siyasî davrandı anlamına: "Lehu tıbbun bi'l-umûr" denir. Şair şöyle diyor:

'Temîm'in durumu değişince, isabetli görüşünle oniann iyi idarecisi olursun.

"Tıb"bın bir başka anlamı, "uzmanlık"tır. Cevheri şöyle diyor: "Arap*lara göre her uzman kişi, tabiptir.'* Ebu Ubeyd ise şöyle diyor: "Tıbbın aslı, eşyayı iy bilmek ve maharettir. Böyle olan kişiye 'tıbb' ve 'tabîb' denir; has-

tanın tedavisi dışında da olsa bu böyledir." Başkası deriki: "Tabîb adam", yani mahir kişi demektir. Mahareti ve bilgisi dolayısıyla "tabib" diye isim*lendirilmiştir. Alkame şöyle diyor:

"Bana kadınları sorarlarsa, ben kadınların dertlerini en iyi bilenim.

Kişinin saçları ağarınca veya malı azahnca, kadın sevgisinden nasibi kalmaz. "[603]

Antere şöyle diyor:

"Zırhlı atlıları avlamaktan aciz değilken, senin gibi yüzünü kapatmışı avlamaktan nasıl âciz olurum? [604]"

"Tıb"bın bir başka anlamı "âdet"tir. "Bu benim tıbbim (âdetim) de*ğildir." denir. Ferve b. Museyk şöyle diyor:[605]

"Âdetimiz korkaklık değildir. Bilakis, hülyalarımız ve başkalarını^ Iâketidir.V

Ahmed b. Huseyn el-Mütenebbî şöyle diyor:

"Büyüklük âdetim değil, ama cahili ve akıllılık taslayanı sevmem."[606]

"Tıb"bm bir anlamı da "büyü"dür. "Matbûb (büyülü) adam" denir. Sahih'te Âişe (r. anha) hadisinde şu yer alır: Yahudiler Rasûlullah'a (s.a.) büyü yapınca ve biri,başına, diğeri ayaklarına iki melek oturunca biri diğeri*ne şöyle dedi: "Adamın durumu nedir?" Diğeri: "Büyülü (matbûb)" dedi. "Kim büyülemiş?" diye sorunca, "Filan yahudi" cevabını verdi.

Ebu Ubeyd şöyle diyor: Büyülü kişiye "matbûb" demeleri, "tıb"bı si*hirden kinaye yapmalarıdır; tıpkı sokulmadan kinaye yapmaları gibi. İyiliği*ni umarak "selîm = sağlam" derler. Aynı şekilde su bulunmayan helak edici çölle de kinaye yaparlar. Bizzat dert için de "tıb" denir. îbn Ebi'l-Eslet der ki:

"Hassân'a benim durumumu kim haber verecek, Derdin büyü müdür, akıl hastalığı mıdır?"

Hamaset şiiri ise şöyledir:

"Şayet büyülüysen, böylece kalırsın. Hastaysan iyileşen yoktur. "[607]

Kullandığı "matbûb" kelimesiyle büyülü kişiyi, "meshûr" kelimesiyle de "hastalığa yakalanmış" kişiyi kasteder.

Cevheri şöyle diyor: Hastaya "meşhur" denir. Sonra beyti verir. Mâna*sı şudur: Şayet senden ve sevginden başıma bir şey gelirse, Allah'tan devamı*nı isterim, zevalini istemem, bu ister büyü, isterse hastalık olsun.

"Tıb" kelimesi üç şekilde okunur. Üstünlü (tab) olursa, işleri iyi bilen demektir, tabîb için "tabb" da denir. "Tıb", tabibin işidir. "Tub", bir yer ismidir. İbnü's-Seyyid böyle demiştir. Şu beyti verir:

"Dedim ki: Kervanınızla suyu güzel Tuo'ta mı konakladınız?*'

Hz. Peygamber (s.a.) "Kim doktorluk taslarsa" sözünü kullanmış, "dok*torluk yaparsa" dememiştir. Çünkü "tefâ'ul" babında bir şeyi zorlamak ve onu güçlük ve ve zorlukla yapmak, ehli olmamak anlamı vardır. Zorlanmayı bu vezinle kurmuşlardır. Şair şöyle der:

"Kays Aylan'a ve Kays'hlık taslayana."[608]

Şer'î durum, cahil doktorun tazminat ödemesi gerektiğidir. Tıb ilmine ve uygulamasına önceden bir bilgisi olmadan girişirse, bilgisizlİğiyle canları telef etmeye girişmiş, ihmalkârlığıyİa bilmediğine atılmıştır. Böylelikle has*tayı aldatmış olur. Bu yüzden de tazminat ödemesi gerekir. Bu hüküm, ilim ehlinin bir icmaıdır.

Hattâbî şöyle diyor: Tedavi eden kimse kusurlu davranır da hasta telef olursa, tazminat ödeyeceğinde ihtilâf bilmiyorum. Bilinmeyen her hangi bir ilim veya uygulamayı yapan, kusurlu davranmıştır. Fiilinden dolayı telef du*rumu ortaya çıkarsa, diyeti öder, kısas yapılmaz. Çünkü, hastanın izni ol*maksızın tek başına bu işi yapmamaktadır. Doktor taslağının diyeti, fukaha-mn çoğunluğuna göre âkilesifıe (akrabasına) aittir.

Ben derim ki: Bu durum beş kısımdır:

1) Sanatının hakkını veren ve eliyle.suç işlemeyen uzman doktor: Sâri' veya tedavi ettiği kişi tarafından izinli fiilinden dolayı bir organın veya canın telef olması, yahut sıfatının kaybolması durumunda, ittifakla tazminat öde*mesi gerekmez. Çünkü bu bir kusurlu davranıştır, ama bu konuda izinlidir. Bu tıpkı, yaşı sünnete uygun bir çocuğu zamanında sünnet edip, hakkını ver*dikten sonra, organ veya çocuk yok olunca tazminat ödememesi gibidir. Tıpkı, insana veya bir başkasına gerektiğinde uygun şekilde ve vaktinde operasyon yapınca, bundan dolayı yok olursa tazminat ödememesi gibi. Sebebinde fai*lin kusurlu davranmadığı her izinli kusurlu davranış (sirayet) böyledir. Had-din ittifakla sirayeti, tazminat gerekmesinde Ebu Hanife'nin aksine cumhu*ra göre kısasın sirayeti, Ebu Hanife ve Şafiî'nin aksine ta'zîrin, kocanın karısını, öğretmenin öğrenciyi, kiracının hayvanı dövmesinin sirayeti gibidir. Şa*fiî, hayvanı dövmeyi istisna etmiştir.

Bu konudaki ittifaklı ve ihtilaflı kaide şudur: Suçun sirayeti, ittifakla taz*minat konusudur. Vacibin sirayeti, ittifakla düşürülmüştür. İkisi arasındaki*ler ihtilaflıdır. Ebu Hanife, mutlak olarak tazminatı vacip kılmış; Ahmed ve Mâlik tazminatı düşürmüş, Şafiî mukadder olandan tazminatı düşürmüş, gayru'I-mukadderde vacip' kılmıştır. Ebu Hanife, fiilde iznin, selâmetle şartlı olduğuna, Ahmed ve Mâlik, iznin tazminatı düşürdüğüne, Şafiî ise mukad*derde noksanın olmayacağına, bunun nas yerinde olduğuna, ta'zîr, te'dîb gi*bi gayru'l-mukadder'in ictihadî olduğuna, bunun sonucu telef olursa tazmi*nat ödeyeceğine, çünkü bunun kusurlu olduğu zanm verdiğine bakmıştır.

2)Tedavi ettiğini doğrudan tedavi eden ve bunun sonucu telefe sebep olan bilgisiz doktor taslağı: Bu durumda, ölen, doktor taslağının bilgisiz bir cahil olduğunu bilip de tedavisine izin vermişse tazminat ödemez. Bu şekil, hadi*sin zahirine aykırı değildir. Çünkü siyak ve sözün gücü, doktor taslağının has*tayı aldattığını ve öyle olmadığı halde ona tabip olduğu vtehmini verdiğini gös*terir. Hasta onun ^doktor olduğunu sanır ve bu bilgisi dolayısıyla tedavisine izm-verifse, tabip elinin işlediği cinayeti tazmin eder. Kullanacağı bir ilacı öğüt-leyince de durum böyledir. Hasta onun bu ilacı bilerek öğütlediğini sanır ve telef olursa, tazminatını öder. Hadis bu konuda zahir veya sarihtir.

3) İzin verilmiş ve sanatın hakkım veren, ama eli hata yapan ve sağlam bir organın telef olması kusurunu işleyen uzman doktor: Sünnetçinin eli ker*tiğe kadar giderse, tazminat öder. Çünkü hataen işlenmiş bir cinayettir. Şa*yet üçte bir veya daha fazla ise, âkilesine aittir. Âkile yoksa, diyet kendi ma*lından mı, beytülmaiden mi ödenir konusunda iki görüş vardır. Bunların her ikisi de Ahmed b. HanbePden rivayet edilir. Şöyle denir: Tabip zimmî ise ma*lından ödenir. Müslüman ise, bu konuda iki rivayet vardır. Şayet beytülmal yoksa veya yüklenmesi imkansızsa, diyet düşer mi, yoksa cinayeti işleyenin malına mı gerekir konusunda iki açıklama şekli vardır. Daha meşhuru, düşe*ceğidir.

4) Sanatını iyi bilen uzman doktor: Konuyu inceler, hastaya bir ilaç öğütler ve yanlış bir karar vererek, hasta ölürse, bu konuda iki görüş çıkarılabilir: a) Hastanın diyeti beytülmal tarafından ödenir, b) Diyet doktorun âkilesine attir. İmam Ahmed b. Hanbel, imamın ve hâkimin hatası konusunda her iki*sini de belirtmiştir.

5) Sanatının hakkım vertn uzman doktor: Bir adam veya çocuğun izni olmaksızın veya velisinin izniyle delinin vücudundan fazlalık bir parçayı keser ya da velisinin izni olmaksızın bir çocuğu sünnet eder, bunun sonucunda telef olursa, Hanbelî mezhebimize mensup olanlar tazminatını ödeyeceği gö*rüşünü benimser. Çünkü izinsiz bir fiilden ortaya çıkmıştır. Bulûğa ermiş bi*ri veya çocuk ve delinin velisi izin vermişse, tazminat ödemez. Mutlak olarak tazminat ödememesi ihtimali vardır, çünkü iyilik yapmıştır, iyilik yapmanın da bir tek yolu yoktur. Aynı şekilde, eğer, kusurluysa, tazminatı düşürme konusunda velinin izninin bir etkisi yoktur. Kusurlu değilse, tazminatının açıkj laması yoktur. Şöyle bir itiraz yapılabilir: İznin olmadığında kusurlu, izin ol-l duğunda kusursuzdur. Buna şu cevap verilir: Kusur veya kusursuzluk, fiilinin bizzat kendisiyle ilgilidir. îznin varlığının veya yokluğunun bu konuda bir et-l kişi yoktur. Bu düşünmeye değer bir konudur. [609] '



c) Tabib Terimi:


Bu hadiste geçen "tabib" terimi —tedavi ettiği ister hayvan, ister insan olsun—; doktoru (tabâî), sürmeciyi (kahhâl), operatörü (cerra'ihi), sünnet*çiyi (hâtin), kan alıcıyı (fâsıd), hacamatçıyı (haccâm), sargıcıyı (mucebbir), dağlayıcıyı (kevvât), lavmancıyı (hâkin) içerir. "Tabîb" terimi, daha önce geç^ tiği gibi, sözlük açısından tümü için kullanılır. İnsanların, bazılarına özel isim' vermesi sonraki bir âdettir. Sözgelimi, "hayvan" (dâbbe) terimini her kav*min belli bîr tür için kullanması gibi. [610]



d) Doktorun Ehliyeti:


Uzman doktor (tabîb-i hazık), tedavisinde yirmi durumu göze tordur:

1— Hastalığın türüne bakıp, hangi sınıfa girdiğini incelemek.

2— Sebebine bakıp, neden ortaya çıktığını, etkili sebebini belirlemek.

3— Hastanın gücünü incelemek, hastalığa dirençli olup olmadığını be*lirlemek. Şayet dirençli ve yenebilecek durumda ise, hastalığıyla mücadele et*mek üzere ikisini başbaşa bırakır. Sakin durumda olanı ilaçla tahrik etmez.

4— Vücudun tabiî mizacını belirlemek.

5— Tabiî olmayan bir şekilde ortaya çıkan mizacını belirlemek.

6— Hastanın yaşı.

7— Hastanın alışkanlığı.

8— Mevsimin şu andaki durumu ve uyulması gerekli özellikleri.

9— Hastanın memleketi ve yaşadığı toprak parçası.

10— Hastalık sırasında havanın durumu.

11— Sözkonusu hastalığa panzehir ilacı belirlemek.

12— İlacın kuvveti ve derecesini incelemek, bu durumla hastanın gücü*nü mukayese etmek.

13— Bütün hedefinin sadece bu illeti gidermek olmayıp, daha zorlusun*dan emin olunacak biçimde gidermeye çalışmak. Daha zorlu başka bir illetin doğmasından emin olunmazsa, olduğu gibi bırakır. İlleti uygun bir şekilde gidermek vaciptir. Tıpkı damar ağzı hastalıklarında olduğu gibi. Çünkü kes*mek veya menetmekle daha zorlusunun doğmasındrn korkulur.

14— En kolayıyla tedavi etmek. Beslenme yoluyla tedaviden ilaç yoluy*la tedaviye ancak imkânsızlık durumunda geçebilir. Karmaşık ilacı ancak basit ilacın yetersizliğinden sonra kullanabilir. İlaç yerine beslenme, karmaşık ilaçlar yerine sade ilaçlar yoluyla tedavi etmek doktorun ehliyetindendir.

15—Hastalığın tedavisinin mümkün olup olmadığına bakmak. Şayet tedavi*si mümkün değilse, sanatını ve saygınlığını korur, tamahkârlığı onu hiçbir faydası olmayan ilaçla tedaviye itmez. Şayet tedavisi mümkünse, giderilip gi*derilemeyeceğine bakar. Giderilmesi mümkün değilse, hafifletilmesi ve azal*tılmasının mümkün oiup olmadığına bakar. Azaltılması mümkün değilse ve en iyi imkânı durdurulması ve ilerleyişini engellemesi olarak görürse, tedavi*de bunu hedef alır, hastanın kuvvetlenmesine yardım eder, hastalığın zayıf-latilmasına bakar.

16— Boşaltma yoluyla olgunlaştırmazdan önce karıştırmaya girişmeyip, bilakis olgunlaştırmak, olgunlaşması tamamlandıktan sonra hemen boşalt*maya girişmek.

17— Kalblerin ve ruhların hastalanması ve ilaçları konusunda tecrübe ve uzmanlığı olmak. Bu, bedenlerin tedavisinde önemli bir esastır. Çünkü be*denin ve tabiatının nefse ve kalbe tepki gösterdiği, gözlemlenen bir durum*dur. Doktor, kalb ve ruh hastalıklarını ve tedavisini bildiğinde, gerçek bir-doktor demektir. Bu konuda tecrübesi olmayan —tabiatın ve beden durum*larının tedavisinde ehil olsa bile— yarım doktordur. Doğruluk, iyilik, güzel davranış, Allah'a ve ahiret yurduna yönelişle hastanın kalbini ve iyileşmesi*ni, ruhunun ve kuvvetlerinin güçlenmesini gözeterek tedavisini yapamayan her doktor, doktor değil, kusurlu bir doktor taslağı (mutetabbîb)û\v. Hasta*lığın en önemli tedavi yollarından birisi de, iyilik yapmak, iyi davranmak, zikir ve dua, Allah'a yakarış, niyaz ve tevbedir. Bu durumların, hastalıkların def edilmesinde etkisi vardır. Şifanın sağlanması, tabiî ilaçlardan daha Önem*lidir, Ancak bu, vücudun yapısı, kabulü ve bu konuda ve yararıyla ilgili ola*rak taşıdığı inanca göre etkilidir.

18— Hastaya, çocuğa davranır gibi, iyilikle ve yumuşaklıkla davranmak.

19— Tabiî, ilâhî ve moral ilaçlarını kullanmak. Çünkü ehii doktorların moral verme (tahyîl) konusunda ilacın sağlamadığı müthiş durumları vardır. Ehil doktor, hastalığa karşı yardımcı olan herşeyden yardım alır.

20— Tedavi ve tedbirini altı esası gözeterek yürütmek. —Bu doktorluk mesleğinin temelidir—: Mevcut sağlığı korumak, imkânlar ölçüsünde kaybe*dilen sağlığı geri getirmek, imkânlar ölçüsünde hastalığı gidermek veya azalt*mak, daha büyüklerini gidermek için iki kötülükten daha az zararlısına kat*lanmak, daha büyüklerini sağlamak için iki yarardan daha küçüğünü gözar-dı etmek. Tedavi, işte bu altı esas çerçevesinde olur. Bağlandığı esaslar bun*lar olmayan her doktor, doktor değildir. Allah en iyisini bilir.

Hastalığın başlangıç, ilerleme, bitme ve sona erme dönemleri olduğuna göre, doktorun, hastalığın bir durumuna uygun ve lâyık olanı gözetmesi ge*rekir. Her durumda kullanılması gerekeni kullanır. Hastalığın başlangıç saf*hasında tabiatın fazlahklan hareket ettirmeye ve olgunlaşması için boşaltmaya muhtaç olduğunu görürse, hemen buna girişir. Şayet, önleyen her engel, bo*şaltmak için kuvvetin zayıflaması ve tahammülsüzlük, mevsimin soğukluğu veya ortaya çıkan bir eksiklik dolayısıyla, hastalığın başlangıç safhasında ta*biatın hareket ettirilme fırsatı kacırılırsa, hastahğm ilerleme safhasında bunu yapmaktan mutlak bir şekilde sakımlmalıdır. Çünkü, eğer bunu yaparsa, ilaçla ilgilenmesi dolayısıyla tabiat şaşırır ve hastalığı düzeltmek ve tam olarak di*renmekten vazgeçer. Bu, tıpkı düşmanıyla savaşmakta olan süvariye gelinip, başka bir işle oyalanması gibidir. Bu durumda gerekli olan, mümkün oldu*ğunca tabiata kuvvetini koruftıakta yardım etmektir.

Hastalık biter, durur ve sakinleşirse, boşaltmaya ve sebeplerinin kökü*nü kazımaya başlar. Hastalık sona ermeye başlayınca, bu haydi haydi uygu*lanır. Bu, tıpkı şuna benzer: Düşmanın kuvveti biter ve silahı tükenirse, ya*kalanması kolay olur. Döner ve kaçmaya yönelirse, çok daha kolay teslim alınır. Hiddeti ve gücü, İşin başlangıcında, boşaltılması ve kuvvetinin artma*sı sırasındadır. Böylece hastalık ve ilaç eşittir.

Doktorun ehliyetinden birisi de, daha kolay yolla tedavi imkânı varken, daha zoruna başvurmaması, zayıftan kuvvetliye doğru gitmesidir. Ancak, kuv*vetin gitmesinden endişe edilmesi durumunda, daha kuvvetliyle işe başlan*malıdır. Tedavide bir tek yolda ısrar etmez, böylelikle tabiatın alışması ve tepkisinin azalması sonucunu doğurmaz. Kuvvetli mevsimlerde, kuvvetli ilaç*lara cesaret etmez. Daha önce de geçtiği gibi, beslenme yoluyla tedavi imkânı varken, ilaç yoluyla tedavi yoluna başvurmaz. Hastalığın sıcak mı, soğuk mu olduğunu kestiremezse, durum iyice belirinceye kadar bir işe girişmez ve so*nucundan endişe edileni denemeye girişmez. Sonucu zararlı olmayanın de*nenmesinde bir sakınca yoktur.

Birkaç hastalık birden varsa, şu üç durumdan birini taşıyandan başlar:

1) Birinin iyileşmesi ötekine bağlı olmak: Çıban ve yara gibi. Bu durum*da çıbandan başlanır.

2) Birinin, diğerinin sebebi olması: Bakteri kütlesi ve sıtma (humma afi*ne) gibi. Bu durumda sebebi gidermeye başlar.

3) Birinin diğerinden daha önemli olması. Geçici ve müzmin hastalık gi*bi. Geçici olandan başlar. Bununla birlikte ötekinden de geri durmaz. Hasta*lık ve belirti birlikte göründüğünde hastalıktan başlar. Ancak belirti — kulançta[611] olduğu gibi— daha kuvvetli olursa, önce acı teskin edilir, son*ra bakteri tedavi edilir, tlaç yolu yerine, açlık, oruç ve uyku gibi boşaltma yolları mümkünse, ilaçla boşaltma yapmaz. Korumayı hedeflediği her sağlı*ğı, benzer ve aymsıyla korur. Şayet daha iyisine geçebiliyorsa, panzehirle ona geçer. [612]



32- Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma:


Hz. Peygamber'in (s.a.) bulaşıcı hastalıklardan korunma ve sağlıklıla*rın bulaşıcı hastalığa yakalananlardan uzaklaşmasını tavsiye konusundaki tu*tumu şöyledir:

Müslim'in Sahih'inde yer alan Câbir b. Abdillah'ın rivayet ettiği hadis*te sabit olduğuna göre, Sakîf kabilesi heyetinde cüzzamh biri vardı. Hz. Pey*gamber (s.a.) ona haber gönderip şöyle dedi: "Dön, sana bîat ettik."[613]

Buharî, Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis üzerine açıkla*ma yaparken, Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadisi rivayet eder: "Cüzzamh-dan, arslandan kaçar gibi uzak dur."[614]

İbn Mâce'nin Sünen'indz İbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.): "Cüz-zamlıya çok bakmayın." buyurduğu rivayet edilir.[615]

Buharî ve Müslim'de yer alan Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (s.a.): "Hasta devesi olan onu sağlıklı devesi plana getirme*sin." buyurmuştur.[616]

Hz, Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Cüzzamlıyla, aranızdaki bir veya iki mızrak boyu mesafeden konuş."[617]

Cüzzam, bütün vücuda yayılan siyah salgıdan ortaya çıkan kötü bir has*talıktır. Bütün organların yapısını, şeklini ve görüntüsünü bozar. Hastalığın ileri derecesinde organlar dökülüp düşecek şekilde bozulabilir. Cüzzama "ars-Ian hastalığı" da denir.[618]

Bu isimlendirmede doktorların üç görüşü vardır: 1) Bu hastalık arslanın çok yakalandığı bir hastalıktır. 2) Bu hastalık, hastayı asık yüzlü yapar, ars-lan görüntüsünü kazandırır. 3) Cüzzamlıya yaklaşanı arslan gibi yakalar.

Doktorlara göre bu hastalık, bulaşıcı ve nesilden nesile geçen bir hasta*lıktır. Cüzzamlıya yaklaşan ve veremli hastası bulunan, mikrobu hava yoluyla kapar. Hz. Peygamber (s.a.), ümmetine olan büyük sevgisi ve içtenliği dolayısıyla, bedenlerine ve gönüllerine bir kusur ve bozukluk getiren sebep*lerden uzaklaşmalarını istemiştir. Hiç şüphesiz, bu hastalığa yakalanmak için vücutta gizli bir kabiliyet ve potansiyel olabilir, vücut çok çabuk cevap verici ve yakınında ve ilişki içinde bulunduğu taşıyıcı kişilerden hastalığı kapan bir yapıda olabilir. Bu hastalıktan korkmak ve vehim içinde olmak, bulaşması*nın en önemli sebeplerindendir. Çünkü evham çok aktiftir ve bütün organla*ra ve fonksiyonlara hâkim olur. Hastanın nefesi, sağlıklıya ulaşıp, mikrobu ona aşılavabilir. Bu durum, bir takım hastalıklarda görülmektedir. Hava, has*talığın bulaşma sebeplerinden birisidir. Bütün bunlara rağmen, hastalanmak için vücudun bu hastalığı kapabilecek yapıda olması zorunludur. Hz. Pey*gamber (s.a.) bir kadınla evlenmişti. Gerdeğe girmek istediğinde, kalçasında bir beyazlık gördü ve kadına: "Ailene dön." dedi.[619]

Bazıları, bu hadisler ile onları iptal eden ve aykırılığı bulunan başka ba*zı hadislerin çatıştığını zannetmiştir. Bu hadislerden birisi, TirmizTnin[620]Câ-bir b. Abdillah'tan rivayet ettiği şu hadistir: Rasûlullah (s.a.) cüzzamlı bir adamın elini tuttu. Sahanın içine sokarak "Allah'a güvenerek ve O'na daya*narak bismillah deyip ye!" buyurdu.

Yine Sahih'tç Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Pey*gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hastalığın kendiliğinden sirayeti ve eşya*da uğursuzluk yoktur."

Hadislerin çatıştığı iddiasına karşı biz şunları belirtiriz: Allah'a hamd olsun ki Hz. Peygamber'in (s.a.) sahih hadisleri arasında çatışma yoktur. Çatışma olduğu samlıyorsa bunun sebebi, ya iki hadisten birisi O'na ait olmayıp gü*venilir râviler de yanılab ileceğinden güvenilirliğine rağmen bazı râviler hata etmiştir, ya da nesih sözkonusu olabilen türden ise iki hadisten birini neshet-miştir, veyahut da çatışma bizzat Hz. Peygamber'in sözünde değil de bu sö*zü duyanın anlayışındadır. Çatışma iddiası işte bu üç durumdan birisidir.

Her ikisi de her yönden sahih, açık ve çelişkili görünüp de biri diğerini neshetmeyen hadis asla yoktur. Dudaklanndan yalnızca gerçekler çıkan, doğru sözlü olan ve böyle kabul edilen birinin sözünde çelişme bulunmasından Al*lah korusun. Yanlışlık, nakledilenin bilinmemesi ve sahih olan ile olmayanın ayırd edilememesindeki eksiklikten veya Hz. Peygamber'in (s.a.) muradını an-lnmak ve kasdetmediği bir şekilde yorumlamaktaki kusurdan, yahut da ikisinin birden bulunmasından ortaya çıkar. îşte görüş ayrılıkları ve fesat d&'bun-Iardan doğmuştur. Başarıya Allah'ın yardımıyla ulaşılır.

İbn Kuteybe, İhtilâfu'î-Hadis adlı eserinde, hadis düşmanları ile hadis ehlinin bu konudaki görüşlerini şöyle anlatır: Derler ki: Hz. Peygamber'den (s.a.) birbiriyle çelişen iki hadis rivayet ediyorsunuz. Birinde: "Hastalığın ken*diliğinden bulaşması ve eşyada uğursuzluk yoktur."; Hz. Peygamber'e (s.a.): Uyuz, devenin dudağında yer eder ve bulaşır denilince, "Birincisi ne kadar bulaştırıcıymış!" buyurdu.[621] Yine, "Hasta devesi olan, onu sağlıklı deve*si olana getirmesin. Cüzzamhdan arslandan kaçar gibi uzaklaş." hadisini ri*vayet edersiniz. Bir de şunu rivayet edersiniz: Müslüman olduğuna dair bîat etmek üzere Hz. Peygamber'e (s.a.) cüzzamlı biri geldi. Hz. Peygamber ona bîat ettiğini bildirdi ve ayrılmasını emretti. Ona izin vermedi ve şöyle buyur*du: "Uğursuzluk kadında, evde ve hayvanda olur.'[622]İşte bütün bunlar bir*biriyle çelişkilidir, tutarlı değildir.

Ebu Muhammed der ki: Bizce bunlarda bir çelişki yoktur. Her birinin ayrı yeri ve zamanı vardır. Şayet bu yer ve zaman iyi ayarlanırsa, çelişki de ortadan kalkar.

Bulaşıcı hastalık iki çeşittir:

1) Cüzzamın bulaşıcıhğı: Cüzzamlının nefesi çok etkili olur, yanında uzun süre oturan ve konuşana mikrobu bulaştırır. Cüzzamlının karısı da bunlar arasındadır, onunla evde birlikte yatar, hasta ona mikrobu verir, hatta kadın da cüzzama yakalanabilir. Böylece çocukları da büyüyünce babalarına ben*zer. Verem, sıtma ve uyuz da böyledir. Doktorlar veremli ve cüzzamhyla bir*likte olmamayı öğütler. Bununla uğursuzluğu değil, havanın değişmesini ve uzun süre onu teneffüs edene mikrobun geçeceğini belirtmek isterler. Dok*torlar, uğura ve uğursuzluğa en az inanan kişilerdir. Develerde sulu uyuz da böyledir. Develer birlikte olur, karışır veya aynı yerde barınırsa, içtiği sudan veya yaradan mikrobu kapar. Hz. Peygamber (s.a.): "Hasta devesi olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin." buyururken işte bunu kasdetmektedir. Böy*lelikle O, yaradan bir şey kapmaması için hastanın, sağlıklıyla karıştırılması*nı iyi görmemiştir.

2) Diğer bulaşıcı hastalık ise, herhangi bir bölgedeki taun hastalığıdır. Bulaşmaması için insanlar tâunlu bölgeden kaçar. Hz. Peygamber (s.a.) şöy*le buyurur: "Bulunduğunuz bölgede taun olursa, oradan çıkmayın. Taun olan bölgeye de girmeyin." "Çıkmayın" sözüyle şunu demek istiyor: Tâunlu böl*geden çıkmayın. Siz Allah'ın takdirinden kaçmayı, sizi Allah'ın takdirinden kurtarır sanırsınız. "Girmeyin" sözüyle ise tâunsuz bölgede kalmanız gönül*lerinizi daha yatıştırıcı, hayatınızı daha sevdiricidir. Kadın veya evin uğur*suzluğu işte bundan bilinir. Erkeğin başına bir sıkıntı gelince veya açlık olun*ca, "Uğursuzluğu sen getirdin." der. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Uğursuzluk yoktur." dediği şey işte budur.[623]

Başka bir grup şöyle der: Cüzzamlıdan uzaklaşma ve kaçma emri, tavsi*ye ve yönlendirme niteliğindedir. Onunla birlikte yemesi ise, beraberce ye*menin caiz olup haram olmadığını göstermek içindir.

Başka bir grup ise şöyle diyor: Bu iki açıklama, genel değil, özeldir. Hz. Peygamber (s.a.) her bir açıklamayı durumuna uygun düşecek şekilde yap*mıştır. Bazı insanlar kuvvetli iman ve tevekkül sahibidir ve bu tevekkül kuv*veti tıpkı güçlü tabiatın hastalığı defedip yok etmesi gibi uğursuzluk kuvveti*ni defeder. Bazıları ise buna güç yetiremez. Böylesine de ihtiyatı ve korun*mayı söylemiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.), ümmetinin her ikisine de uy*ması için, iki durumu birlikte uygulamıştır ki gücü yeten, Allah'a tevekkül ve O'na güvenme yolunu, güç yetiremeyen de korunma ve ihtiyat yolunu se*çebilsin. Bunların her ikisi de doğru yoldur. Biri kuvvetli mü'min için, diğeri ise zayıf mü'min için. Böylece her bir grubun durumlarına uygun bir daya*nak ve model vardır. Bu olaylara benzer şekilde, Hz. Peygamber (s.a.) dağ*lama yapmış ve fakat dağlama yapmayam övmüş, yapmamayı tevekküle ben*zetmiş, uğursuzluğu terketmiştir. Bunun benzerleri çoktur. İşte bu gerçekten güzel ve ince bir yoldur. Hakkını veren ve özünü kavrayan için birçok çatış*ma durumu ortadan kalkar.

Bir başka grup ise, cüzzamlıdan kaçma ve uzaklaşma emrinin tabiî bir durum dolayısıyla olduğunu benimsemiştir. Bu tabiî durum, hastadaki mik*robun dokunma, birlikte olma ve teneffüs yoluyla sağlıklı kişiye geçmesidir; bu, beraberlik ve dokunmanın yenilenmesiyle olur. Cüzzamlıyla üstün bir yarar dolayısıyla birlikte yemesinin bir sakıncası yoktur. Bir defada ve kısa bir sü*rede hastalık bulaşmaz. Birincisinde kötülüğü önlemek ve sağlığı korumak maksadıyla beraberliği yasaklamış, ikincisinde ihtiyaç ve yarar ölçüsünde be*raber olmuştur. Aralarında bir çelişki yoktur.

Başka bir grup da şöyle diyor: Birlikte yediği cüzzamlı henüz ilerleme*miş bulaşıcı olmayan bir cüzzama tutulmuş olabilir. Bütün cüzzamlılar aynı değildir, hepsinden de hastalık bulaşmaz. Bilakis bazı cüzzamlılarla birlikte olmak zarar vermez ve hastalık bulaştırmaz. Bu hastalar, hastalık biraz bu-laşıp.durumu ilerîemeyip bu şekilde devam eden ve vücudunun diğer kısım*larına bulaşmayan hastalardır ki, onların hastalığının başkasına bulaşmama*sı daha çok beklenir.

Başka bir grup şöyle diyor: Cahiliye insanı bulaşıcı hastalıkların, Allah'a nisbeti sözkonusu olmaksızın doğrudan hastalığın kendi özelliğinden bulaşı*cı olduğuna inanırdı. Hz. Peygamber (s.a.) onların bu inançlarını iptal etti. Hastalık ve şifa verenin yüce Allah olduğunu belirtmek için cüzzamlıyla bir*likte yedi. Bunun Allah'ın sebepleri ve sonuçlarına götürücü şekilde yarattı*ğından olduğunu anlamaları için cüzzamhya yaklaşmalarını yasakladı. Ya*saklamasında bu sebepleri ortaya koyması sözkonusu iken fiilinde bu sebep*lerin kendiliğinden doğmadığını, bilakis, dilediği takdirde yüce Allah'ın on*ların kuvvetini alıp tesirini önlediğini, dilerse de olduğu gibi bırakıp tesir etti*ğini açıklaması sözkonusudur.

Bir başka grup ise şöyle diyor: Bu hadisler içinde nâsih vardır, mensûh vardır. Tarihlerine bakılır. Daha sonra olanı bilinirse, nâsih olduğuna hük*medilir, aksi takdirde bir değerlendirmeye girişmekten kaçınılır.

Başka bir grup da şöyle diyor: Bunların bir kısmı tam olarak tesbit edil*miş, bir kısmı ise tesbit edilememiştir. Bir grup, "uğursuzluk yoktur" hadisi hakkında şunu söylemektedir: Ebu Hureyre, önce bu hadisi rivayet ederdi, sonra şüphelendi ve bıraktı. Kendisine başvurup, "Bunu rivayet ettiğini duyduk" dediklerinde, rivayet etmedi.

Ebu Seleme şöyle diyor: "Ebu Hureyre bu hadisi unuttu mu, yoksa ha*dislerden biri diğerini nesh mi etti, bilemiyorum?"

Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.), bir cüzzam-lının elini tutup sahana soktu." şeklindeki hadis, sabit ve sahih bir hadis değildir. Tirmizî'nin bu hadisle ilgili değerlendirmesi, garib bir hadis olduğu şek*lindedir, bu hadisi sahih veya hasen olarak da görmemiştir. Şu'be ve başka*ları; "Bu çeşit garib hadislerden sakının" derler. Tirmizî de diyor ki: "Bu, Hz. Ömer'in bir fiili olarak da rivayet edilir ki bu gerçektir." Yasaklama ha-disleriyle çatıştırılan iki hadisin durumu işte budur: Birincisini Ebu Hureyre rivayet etmekten vazgeçmiş ve inkâr etmiş, ikincisi ise Rasûlullah'a ait değil*dir. Allah en iyisini bilir.

Bu konuyu Miftâhu Dâri's-Sa'âde adlı eserimizde buradakinden daha geniş bir şekilde ele aldık.[624] Başarıyı Allah'tan isteriz. [625]



33- Haram Nesnelerle Tedavi:


Hz. Peygamber'in (s.a.) haram nesnelerle tedaviyi yasaklama konusun*daki tutumu şöyledir:

Ebu Davud, Sünen'inde Ebu'd-Derdâ'dan Hz. Peygamber'in şöyle bu*yurduğunu rivayet eder: "Allah hastalığı ve ilacını yaratmıştır. Her hastalı*ğın ilacını yaratmıştır. Tedavi olunuz. Haram nesnelerle tedavi oima-yınız."[626]

Buharî, Sahih'inde İbn Mes'ûd'dan şunu nakleder: "Allah şifanızı size haram kıldığına vermemiştir."[627]

Sünen'dz Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) haram ilaçlan yasaklamıştır.'[628]

Müslim'in Sahihinde Târik b. Suveyd el-Cu'fî'den rivayet edildiğine göre, Târik, Hz. Peygamber'e (s.a.) şarabı sormuş, Hz. Peygamber de onu yasak*lamış veya yapılmasını hoş görmemiştir. Bunun üzerine Târik: "İlaç için yapacağım" deyince Hz. Peygamber de: "O ilaç değil, fakat hastalıktır." bu*yurmuştur.[629]

Sünen'de ilaç olarak yapılan şarap sorulunca, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: " O, hastalıktır, ilaç değil. "[630]

Müslim'in Sahih*inde Târik b. Suveyd el-Hadramî'den rivayete göre, Hz. Peygamber'e şunu anlatmıştır: "Ey Allah'ın elçisi! Bizim bölgemizde üzüm*ler var, onları sıkıp içecek yapar ve içeriz." Hz. Peygamber: "Hayır, olmaz." cevabını verdi. Bunun üzerine yeniden şunu söyledim: "Hastalar için şifa arı*yoruz." Hz. Peygamber: "Bu şifa değil, hastalıktır." cevabını verdi.[631]

Nesâî'nin Sünen'indG yer aldığına göre, doktorun biri, bir hastalığın ila*cı konusunda kurbağadan söz açınca, Hz. Peygamber (s.a.), onun kurbağayı öldürmesini yasaklamıştır.[632]

Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şarapla tedavi olana Allah şifa vermez. "[633]

Haram nesnelerle tedavi olmak, aklen ve şer'an kötüdür. Şer'an kötü oluşunun dayanağı, zikrettiğimiz bu hadisler ve diğerleridir. Aklen kötü olu*şunun gerekçesine gelince; Yüce Allah onları pis oluşları yüzünden haram kıl*mıştır. Çünkü, güzel nesneleri Allah bu ümmete ceza olsun diye haram kıl-mamıştır. Halbuki İsraüoğullarına bunları da haram kılmıştır: "Yahudilerin yaptıkları zulüm dolayısıyla, helâl kılınan güzel nesneleri onlara haram kıl*dık."[634] Yüce Allah bu ümmete haram kıldığını, pis oluşu dolayısıyla ha*ram kılmıştır, böylesinin haram kılınması onları korumak ve kullanımından sakındırmak içindir. Mikrop ve hastalık sebeplerinden şifa aranması uygun düşmez. Çünkü, her ne kadar hastalığın gitmesinde etkisi varsa da, kendisin*deki pislik dolayısıyla kalbe daha büyük bir mikrop bırakır. Bunun sonunda da tedavi gören, beden hastalığını giderme uğrunda kalb hastalığını kapmış olur.

Ayrıca, haram kılınması, her yolla ondan kaçınmayı ve uzak durmayı gerektirir. İlaç olarak kullanımında, arzu ve isteği kamçılama sözkonusudur. Bu ise şeriatın maksadına aykırıdır. Bunun yamsıra, şeriat sahibinin ortaya koyduğu gibi, o bir hastalıktır, ilaç olarak kullanılması caiz değildir.

Haramın kullanılması» bedene ve ruha pislik niteliğini nakşeder. Çünkü beden, ilaçtan açık bir şekilde etkilenir. Şayet ilaçta pislik varsa, beden bu ilaçtan pislik alır, hele hele bizzat kendisi pis olan ilaçlarda durum daha da kötüdür. Bu yüzden yüce Allah, nefse pislik şekil ve niteliğini vermesi dola*yısıyla, kullarına pis gıda, içecek ve giyecekleri haram kılmıştır.

Ayrıca, haram nesneyle tedavinin mubah kılınması —özellikle şehvet ve lezzet için kullanmaya yol arayan, onun yararlı olduğunu, mikropları öldü*rüp şifa sağladığını sanan— nefisler için bulunmaz bir nimet olur. Şârî\ müm*kün olan her şekilde kullanımına yol vermemiştir. Hiç şüphesiz haramın kul*lanılmasına yolu kapatmakla açmak arasında çatışma ve çelişme vardır.

Bunun yanısıra, haram ilaçlarda varolduğu sanılan şifadan daha fazlası vardır. Sözümüzü Allah'ın bize asla şifa vermediği kötülüklerin anasına geti*relim. O, doktorlar, hukukçular ve kelâmcılara göre akim merkezi olan di*mağa şiddetli bir şekilde zarar verir. Hipokrat, ondan şöyle söz eder: "Şara*bın başa zararı çoktur. Çünkü şarap hızla oraya yükselir. Onun yükselişiyle bedene hakim maddeler de yükselir. Böylece zihne zarar verir."

Kâ/vir'm yazarı şöyle diyor: nirlere zarar vermesidir."

'Şarabın ayırdedici Özelliği, dimağa ve si-

Şarap dışındaki haram ilaçlar iki çeşittir:

1— Nefsin hoşlanmadığı ve tabiatın hastalığı onunla tedavisine yönel*mediği nesneler: Zehirler, zehirli yılan etleri vb. pis nesneler. Her biri tabia*tın hoşlanmadığı şeylerdir. Bu yüzden ilaç değil, hastalığa dönüşür.

2— Nefsin hoşlandığı nesneler: Bunun zararı, yararından çoktur. Akıl haram kılınmasını gerektirir. Akıl ve fıtrat bu konuda şeriatle uygunluk gösterir.

Burada, haram nesnelerin ilaç olarak kullanılmaması konusunda ince bir sır vardır. İlaçla şifa bulmanın şartı, onu benimseyerek ve yararına inanarak kullanmaktır. Allah haram nesneye şifa bereketi vermemiştir. Çünkü, yarar*lı olan bereketlidir. Nesnelerin en yararlısı, en bereketli olanıdır. İnsanların mübarek olanı, nerede olursa olsun helâlden yararlananıdır. Bilindiği gibi müs-lümanın bu nesnenin haram olduğuna inanması, bereketine ve yararına inan*masına, onun hakkında iyi niyet beslemesine ve tabiatının onu kabul etmesi*ne engeldir. Hatta kulun imanı arttıkça, ondan daha hoşlanmaz, ona inan*maz ve tabiatı onu arzulamaz. Bu durumda onu kullandığında, haramhğına inancı, iyi niyet beslemeyişi ve hoşlanmayışı ortadan kalkmadığı surece, ken*disi için ilaç değil, hastalık olur. İnancı, iyi niyet beslemeyişi vejioşlanmayısının ortadan kalkması ise imana aykırıdır. Mü'min ise onu sadece vâS dece hastalık olarak kullanır. Allah en iyi bilendir. [635]

------------------------------------------------------
[597] Bk. Dipnot: Giriş 7, 8, 9, 10.

[598] Bu "Rumme"dir. Muktadab, 4/223; Hasâis, 2/431; Emâli'l-Murtadâ, 2/259; Emâli İbni'ş Şecerîl/ttl; tnsâf, 613; Şerhu'l-Mufassai, 2/8; Hizam, 1/499.

[599] Abdullah b. Zi'barâ'nındır. Kâmil, 189, 209; Muktadab, 2/51; Hasâis, 2/43; Emâli İbni'ş-Şecerî, 2/321; Emâli'l-Murtadâ, i/54, 260, 375.

[600] er-R£Î;en-Nemîrî'nindir. (Divan, 156); Te'vıl Müşki/i'l-Kur'ân, 165; Hasâis, 2/432; İn*saf, eip.

[601] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, 4/356-358.

[602] Ebu bavud, 4586; Nesâî, 8/53; İbn Mâce, 3466. Senedi hasendir.

[603] İlk iki beyit, Haris b. Cebele b. Ebî Şimr el-Gassânî'yi övmek için söylediği nefis mufad-daiiye kasidesindendir. Bk. Mufaddaliyyât, 290; Alkame, Divan, 131; Muhtâru'ş-Şi'ri'l-Câhilî, 1/418; Tebrîzî, Şerhu'l-Mufaddaliyyât, 3/1582. Bu tıpkı İmru'u'l-Kays'ın şu beyti gibidir:

"Onların malı azalanı ve saçtan ağaranı sevmediğini görüyorum." Alkame b. Abede, cahiliye devrinin iyi şairlerindendir. İslâm ile arasında yaklaşık seksen yıl olan İmru'u'I-Kays ite çağdaştır.

[604] Beyit, Şerhu'l-Kasâidi's-Seb'i't-TtvâH,335)'deki muallakasmdandır. Bk. Muhtaru'ş-Şi'ri'l-Câhilî, 374.

[605] Ferve b. Museyk b. Haris b. Seleme el-Muradî el-Gatîfî. Dokuz veya onuncu yılda Rasû-lullah'm (s.a.) yanına geldi ve müslüman oldu, Sa'd b. Ubâde'nin konuğu oldu. Kur -an'ı ve İslâm'ın esaslarını öğrendi. Rasûiullah (s.a.) ona icazet verdi ve Murad, Mezhıc ve Zebîd kabilelerinin başına tayin etti. Rasûlullah'in (s.a.) vefatından sonra ridde sa*vaşlarına katıldı. Hz. Ömer devrine kadar yaşadı. Bk. İsâbe, 6983. Bu beytini Muberred {Kâmil, 295) ve T-b-b maddesinde Lisânu'l-Arab kaydeder.

[606] Divan (Berkukî'nin şerhiyle), 3/237.

[607] Beyit, Hamâse'de (Merzukî şerhiyle, .3/1267) yer alır.

[608] Accâc'mdir, recezdîr.

[609] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, 4/358-363.

[610] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, 4/363.

[611] Kuianc: Acı veren salgı hastalığıdır, dışkı ve yellenmeyi güçleştirir.

[612] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, 4/363-366.

[613] Müslim, 2231

[614] Buharî, 10/32. Affân—Selim b. Hayyân—Saîd b. Meynâ senediyle. Saîd b. Meynâ şöy*le demiştir: Ebu Hureyre'yi, "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu" derken İşittim: "Has*talık (sahibinden bir başkasına) kendi kendine bulaşmaz, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş (ötmesinin tesiri ve kötülüğü) de yoktur. Safer

ayında uğursuzluk yoktur. Cüz-zamlıdan arslandan kaçar gibi uzak dur." İbn Hacer şöyle diyor: Affân, ibn Müslim es-Saffâr'dır, Buhari'nin şeyhlerindendir, fakat ondan rivayet ettiklerinin çoğu başkası vasıtasıyladır, bunlar da başka bir yerde bulamadığı ta'liklerdİr." Ebu Nuaym'e göre, ondan- râviyi belirtmeksizin rivayette bulunur. İbnü's-Salâh'ın metoduna göre mevsûl olur. Ebu Naîm bunu Ebu Davud et-Tayalisî ve Kuteybe b. Müslim b. Kuteybe yoluyla bağla*mıştır. Her ikisi de Affân'ın hocası Selim b. Hayyân'dan rivayet ederler. Ayrıca Amr b. Merzuk—Selim yoluyla da, ama mevkuf olarak bağlamıştır. îbn Huzeyme de bu ha*disi muttasıl yapmıştır.

[615] îbn Mâce, 3543. Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, no: 2072. Senedi kuvvetlidir.

[616] Buharî, 10/206; Müslim, 2221.

[617] İmam Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah rivayet etmiştir (1/78). Ayrıca Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/101) bu hadise yer vermiştir.

[618] Dr. Ezherî şöyle diyor: Bu hastalık, arslan hastalığı diye isimlendirilmiştir. Çünkü yüz*deki çöküntü ve buruşmalar hastanın yüzünü arslan yüzü gibi yapar. Bu hastalığın tehli*keli yanı, uç sinirlerini bozmasıdır. Bunun sonucunda hasta öncelikle parmak ucu hassa*siyetini kaybeder, sonra parmaklar zamanla düşer. Uzun süre birlikte bulunmaktan do*layı solunum yoluyla bulaşan hastalıklardan biridir. Zamanımızda hastalığın yayılması*nı önlemek için cüzzamlıların hepsi özel ortamlara alınır.

[619] Ahmed b. Hanbel, 3/493.

[620] Tirmizî, 1818. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3925; İbn Mâce, 3542.

[621] Ahmed, 2/327. İsnadı sahihtir.

[622] Mâlik, 2/972; Buharı, 9/118; Müslim, 2225; Tirmizî, 2825: Abdullah b. Ömer'den. Bu-harî de İbn Ömer'den şu sözlerle rivayet eder: "Şayet herhangi bir şeyde uğursuzluk var*sa bu evde, kadında ve attadır." Yine Buharı (9/118), Mâlik (2/972) ve Müslim (2226), Sehl b. Sa'd es-Sâîdî'den şu sözlerle naklederler: "Herhangi bir şeyde uğursuzluk varsa, bu atta, kadında ve evdedir." Aynjca Müslim (2227), Câbir'den şu sözlerle nakleder: "Şayet herhangi bir şeyde uğursuzluk varsa, bu evde, hizmetçi ve attadır." İbnü'l-Cevzî şöyle diyor: "Hadisin anlamı şudur: Şayet bir şeyin kötülük ve uğursuzluk sebebi olmasından korkulursa, bu şeyler câhiliye devrinde sanıldığı şekilde uğur veya uğursuzluk değildir. Sebeplere tesir bahşeden sadece kaderdir." Hattâbî ise şöyle diyor: "İnsan barınacağı bir evsiz, birlikte yaşayacağı eşsiz ve işini göreceği atsız olamayacağına göre, başına hoş*lanmadığı bir İş gelmesi de kaçınılmazdır. Her ne kadar Allah'ın takdiri sonucu ortaya çıkmaşlarsa da, uğur ve uğursuzluk işte bu eşyalara bağlanmıştır."

Abdürrezzak, Musannef İnde Ma'mer'den şunu nakleder: "Bu hadisi şu şekilde yo*rumlayanı gördüm: Kadının uğursuzluğu kısırlığıdır; atın uğursuzluğu, üstünde savaşıl-mamasıdır; evin uğursuzluğu da kötü komşudur." Bk. Fethu'l-Barî, 6/45-47.

[623] İbn Kuteybe, Tevîtu Muhtelefi'I-Hadis, 102-104

[624] Miftâhu Dâris-Sa'âde, 2/264, 273.

[625] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, 4/366-372.

[626] Ebu Davud, 3874.

[627] Buharî, 10/68. îbn Mes'ud'un sarhoş edicilerle ilgili sözü şöyledir: "Allah, şifanızı size haram kıldığına vermemiştir." Hafız İbn Hacer şöyle diyor: Aynı eser, Ali b. Harb et-Tâî'nin FevâicTinde şöyle rivayet edilir: "Haysem b. el-Idâ, karın ağrısından şikâyet etti. Şarap içmesi önerildi. îbn Mes'ûd'a danışıp durumu sordu. îbn Mes'ûcTda yukarıdaki cevabı verdi." Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Kitabu'l-Eşribe, no: 130; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebtr, Ebu Vâil vb. tankıyla.

[628] Ebu Davud, 3870; Tirmizî, 2u46; İbn Mâce, 3459; Ahmed b. Hanbel, 2/305, 446, 478. Senedi kuvvetlidir.

[629] Müslim, 1984.

[630] Ebu Davud, 3873; Tirmizî, 2047. Senedi hasendir. Tirmizî der ki: Bu, hasen-sahih bir hadistir. İbn Hibbân (1377) da bu hadisi sahih görmüştür.

[631] Yazar, hadisin bu sözlerle, Müslim'de olduğunu sanıyorsa da, hadis onda olmayıp, Ah*med b. Hanbel (Müsned, 4/311) ve İbn Mâce (35OO)'dedir.

[632] Nesaî, 210; Ahmed, 3/353, 499. Senedi sahihtir.

[633] Süyutî, bu hadisi el-Câmiu's-Sağîr'de: "Şarap gibi haram bir nesneyle tedavi olana Al*lah şifa vermez." şeklinde verir. Ebu Nu'aym, Tıbb'da bu hadisi Ebu Hureyre'ye nisbet eder ve zayıf olduğunu belirtir.

[634] Nisa, 4/160.

[635] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, 4/372-375
.
 
Birtat Çevrimdışı

Birtat

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ne kadar ehemmiyet gerektiren bir iş miş.
 
Üst Ana Sayfa Alt