Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Allah'ın Konuşması Harf ile mi, Harfsiz mi Konuşur?

A Çevrimdışı

Abu Jafar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Allah harfler ile mi konusiyor yoksa harfsiz mi?

Bu konu üzeri türkcede kitap mevcut mudur?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Yahudiler, Peygamber (s.a.v.)'e: "Eğer gerçekten peygamber isen Musa'nın yaptığı gibi sen de Allah'ı görerek, O'na bakarak O'nunla konuşsan ya. Sen bunu yapmadıkça elbette sana iman edecek değiliz." demişlerdi.
Peygamber (s.a.v.) de "Musa Allah'a bakıp O'nu görmedi ki." buyurması üzerine Şû'ra 51 ayet-i kerime nazil olmuştur.

"Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahyile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O, Aliyy 'dir, Hakîm 'dir." (Şû'ra 51)
(Vahidî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 266)

Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık. Bir kısmını ise sana anlatmadık. Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu.” (Nisa 164)

Allah'ın kelamı ile konuşması, ağız ve dille söylemediği için harf ile olmaz.

Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. Onun isim ve sıfatlarından hiç biri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim onun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret onun ezelde sıfatıdır. Kelamı ile konuşur, kelam onun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak onun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil onun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise onun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen yahut tereddüt eden veya şubhe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

Kur'anı Kerim, Allah kelamı olup, mushaflarda yazılı, kalblerde mahfuz, dil ile okunur ve Peygamber (a.s.)'e indirilmiştir. Bizim Kur'anı Kerimi telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur, fakat Kur'an mahlûk değildir. Allah'ın Kur'an'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavun ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelamıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelamı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelamı mahlûktur. Kur'an ise onları değil, Allah'ın kelamı, kadim ve ezelidir. Allah'ın “
Allah Musa'ya hitab etti” (Â'raf 143, Şû'ra 51) ayetinde belirttiği gibi, Musa Allah'ın kelamını işitti. Şubhesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelam sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi.

Allah, Musa'ya hitab ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelamı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O Kadir'dir fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelamı mahlûk değildir.

Allah bir şey(varlık)dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Onun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. Onun Kur'an'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli kudreti veya nimetidir denilemez. Zira bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır. (İmamı Azam’ın Beş Eseri, 66-72)

Allah'ın mahlukatıyla konuşması vardır. Cenâb-ı Allah ezelî ve ebedî kelâm sahibidir. Peygamberlerine vahiy gönderdiği gibi, mahlûkâtıyla da ilhâm yoluyla konuşur, mahlûkâtının her ihtiyâcını onlara ilham yoluyla bildirir, onlara imdat eder. Kullarının kalbine dilediği bilgileri ilhamla aktarır, doğruları ilham eder.
 
A Çevrimdışı

Abu Jafar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
FETHU RABBİ’L-BERİYYE Bİ TELHISİ’L-HÂMEVİYYE - "Ehli Sünnetin Muhaliflere Cevabı"

Te’lif: Şeyhulislam İbn Teymiyye
Telhıs: Muhammed es-Sâlih el-‘Useymîn

ONSEKiZiNCi BÖLÜM

Ehl-i Sünnet’in Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın Kelâmı (Konusması) Hakkındaki Görüsü[199]
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in üzerinde birlestigi görüse göre Allah konusur. Allah’ın konusması (kelâmı), kendisine yarasır bir biçimde O’nun hakkında sâbit olan gerçek bir sıfattır.[200] Allah Subhânehu diledigi zaman, diledigi gibi, harf ve sesle konusur.[201]

Allah’ın konusması, konusmanın cinsine göre bir zât sıfatı, ayrı ayrı sözler olarak da bir fiil sıfatıdır. Bütün bu söylenenleri Kitap ve Sünnet açıkça göstermektedir.

Allah-u Teâlâ’nın su buyrukları Kitabın kanıtlarından sadece birkaçıdır:
“Mûsâ belirledigimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konusunca” (A’râf, 143)[202]
“Allah demisti ki: Ey sa! Süphesiz seni vefat ettirecegim ve kendime (katıma) yükseltecegim.” (Âl-i mrân, 55)
“O’na (Mûsâ’ya), Tûr’un sag tarafından seslendik ve onu, fısıldasan kimse kadar (kendimize) yaklastırdık.” (Meryem, 52)[203]

Ilk ayette, konusmanın Allah’ın dilemesine baglı oldugunun ve ayrı ayrı sözler olarak sonradan olustug unun açık bir ispatı vardır.
Ikinci ayette de konusmanın harfle oldugunun açık bir kanıtı vardır. Çünkü sözün söylenmis hali (sekli), harfleri içermektedir yâni harflerle mümkün olabilmektedir.
Üçüncü ayette ise konusmanın sesle oldugu kanıtlanmıstır. Çünkü seslenme ve çagırma ses olmadan asla düsünülemez.
Sünnetin kanıtlarına gelince, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in su sözü onların sadece biridir:
“Allah-u Teâlâ: ‘Ey Adem!’ der. Âdem de: ‘Emir buyur hemen yerine getireyim’ diye cevap verir. Bunun üzerine Allah ona sesle söyle seslenir: ‘Allah, soyundan cehenneme gidecekleri seçip çıkarmanı emrediyor’.”[204]

Allah Subhânehu’nun konusması (kelâmı) lafız (söz) ve anlam olarak bir bütündür. Yoksa tek basına lafız veya tek basına anlam degildir.

Iste Allah-u Teâlâ’nın kelâmı (konusması) hakkında Ehl-i Sünnet’in görüsü budur.[205] Bu konuda, Ehl-i Sünnet dısındakilerin görüslerinin özetini de “Muhtasaru’s-Savâıkı’l Mürsele”[206] adlı eserden alalım:

1- Kerrâmiyye’[207]nin Görüsü: Ehl-i Sünnet’in görüsü gibidir. Ancak onlar, öncesi olmayan olayların varlıgını ispat etmekten ve bunu söylemekten kaçınmak için “Allah’ın kelâmı vaktiyle yok iken sonra olmus bir olaydır” demislerdir.
2- Küllâbiyye’[208]nin Görüsü: Alah’ın kelâmı; kendi zâtıyla var olan, hayat ve ilim sıfatlarının gerekliligi gibi zâtı için kaçınılmaz olan bir anlamdır. O’nun dilemesine de baglı degildir. Harfler ve sesler, Allah’ın kelâmının kendisi degil, onun bir hikâyesidir. Allah, kendi zâtıyla var olan bu anlamı göstermek için harfleri ve sesleri yaratmıstır. Allah’ın kelâmı dört
anlam belirtir: Emir, nehiy (yasaklama), haber ve istihbâr.
3- Es’ariyye’[209]nin Görüsü: Es’arîlerin görüsü de Küllâbiyye’ninki gibidir. Yalnız Es’arîler, Küllâbiyye’ye iki seyde karsı çıkmıslardır:

Birincisi: Kelâmın anlamları hakkındadır ki, Küllâbiyye bunun dört anlam belirttigini söylerler. Es’arîler ise kelâmın tek bir anlam belirttigini söylerler. Onlara göre haber, istihbâr, emir ve nehiyden her biri digerinin aynıdır. Bunlar kelâmın çesitleri degil, tersine sıfatlarıdır. Tevrat, ncil ve Kur’ân’ın her biri digerinin aynıdır. Sadece ibâreleri (ifadeleri) degismektedir.
kincisi: Küllâbiyye, harflerin ve seslerin, Allah’ın kelâmının hikâyesi oldugunu söylemislerdir. Es’arîler ise harflerin ve seslerin Allah’ın kelâmından ibâret oldugunu yâni kelâmın kendisi oldugunu söylemislerdir.
4- Sâlimiyye’[210]nin Görüsü: Allah’ın kelâmı, kendi zâtıyla var olan, hayat ve ilim sıfatlarının gerekliligi gibi zâtı için kaçınılmaz olan bir sıfattır. Dilemesine de baglı degildir. Allah’ın kelâmı, bir kısmının diger bir kısmını geçmedigi, birbirleriyle birlesen harfler ve seslerdir. Örnegin besmeledeki bâ, sîn ve mîm harflerinden her biri aynı anda digerine bitisiktir. Bununla beraber ezelden beri vardır ve var olacaktır.
5- Cehmiyye[211] ve Mu’tezile’[212]nin Görüsü: Allah’ın kelâmı, diger yaratıklar gibi yaratılmıs olup, O’nun sıfatlarından degildir. Sonra Cehmiyye’den kimi Allah’ın kesinlikle konusmadıgını söylemis kimi de konustugunu kabul etmekle beraber, bunun yaratılmıs oldugunu söylemislerdir.
6- Aristo[213] Taraftarı Son Dönem Filozoflarının[214] Görüsü: Allah’ın kelâmı, faâl (etkin) akıldan (yaratıcıdan), temiz, erdemli (üstün) ruhlara, her ruhun kapasite ve kabul gücüne göre tasan bir feyizdir. Faâl akıldan, kabul güçlerine göre ruhlara tasan bu feyiz (algı derecesine göre) ruhta birtakım tasavvurlar ve tasdikler (anlayıs ve meseleler) dogurur. Hayaldeki bu
tasavvurlar ve tasdikler güçlenerek düsünülen seyleri nûrlu sekillere sokar ve kulakların duyacagı sözlerle anlatır.
7- Ittihâdiyye’nin (Vahdet-i Vücûtçuların)[215] Görüsü: Varlıgın (vücûdun) birligini, bir oldugunu söyleyen bu gruba göre varlıkta bulunan her kelâm (söz) Allah’ın kelâmıdır. Nitekim onlardan biri[216] söyle demistir:
Varlık âlemindeki her söz, O’nun kelâmıdır.
Bizim için nazmı da, nesri de birdir.[217]
Bu sözlerin hepsi, Kitap, Sünnet ve Aklın gösterdigi kanıtlara aykırıdır. Allah’ın ilim ve hikmet lutfettigi kimse bunu anlar.



[199]. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bk. Ibn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ (6/166-184); (12/5-600); Ibn Ebi’l-’Izz el-Hanefî, Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, sh: 168-188); Molla Aliyyu’l-Kârî, Serhu’l-Fıkhı’l-Ekber (sh: 23-31); Ibn ‘Useymîn, Serhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye (1/418-423, 2/34-37); Serhu Lüm’atü’l-I’tikâd (sh: 70-76).

[200]. Nitekim Ebû Hanîfe söyle demistir: “Allah kendi kelâmıyla konusur. Kelâm O’nun ezelde sıfatıdır.” el-Fıkhu’l-Ekber, sh: 58.
“Allah konusur, fakat bizim konusmamız gibi degil.” el-Fıkhu’l-Ekber sh: 59.
“Kim Kur’ân’ı isitir de onun beser (insan) sözü olduguna inanırsa o kâfir olmustur. Allah böylesini kınamıs, ayıplamıs ve: “Onu cehenneme atacagım” (Müddessir, 26) diyerek onu cehennemle tehdit etmistir. Allah, Kur’ân için: “Bu, beser sözünden baska bir sey degil” (Müddessir, 25) diyeni cehennem ile tehdit edince biz bilmis ve kesin olarak anlamıs
oluyoruz ki, Kur’ân beserin yaratıcısının sözüdür ve asla insan sözüne benzemez.” Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, sh: 168).

[201]. Nitekim asrında Bagdât’taki Hanefîler’in imamı olan Âlûsî bu konuda sunları söylemektedir: “Muhakkıklardan (arastırmacılardan) Mâturîdî, Es’ârî ve digerleri gibi din imamlarının (önderlerinin) sözünün vardıgı son nokta, beraberinde te’vîli gerektirmeyecek derecede çokluga ulasmıs nasların gösterdigi gibi, Mûsâ aleyhi’s-selâm Allah-u Teâlâ’nın kelâmını harf ve ses ile isitmistir. Bunun karsısında, onun bunun söyledigi sözler uygunsuz ve yakısıksız sözlerdir. Allah-u Teâlâ söyle buyurmustur: “O’na (Mûsâ’ya) Tûr’un sag tarafından seslendik.” (Meryem, 52), “Hani Rabbin Mûsâ’ya... diye seslenmisti.”(Suarâ, 10), “Vâdinin sag kıyısından (Mûsâ’ya) söyle seslenildi...” (Kasas, 30), “Kutsal vâdi Tuvâ’da Rabbi O’na (Mûsâ’ya) söyle seslenmisti.” (Nâziât, 16). Dilin ve hadislerin geregine uygun olan, seslenmenin (nidânın) sesle açıklanmasıdır. Üstelik Allah-u Teâlâ’nın sesle konustugunun ispatı, sayılmayacak kadar çok hadiste ve sınırsız haberde geçmektedir.” Rûhu’l-Meânî (1/17).

[202]. Imam Ebû Hanîfe Allah’ın Mûsâ aleyhi’s-selâm ile gerçekten konustugunu ikrar etmektedir. O söyle der: “Allah’ın Kur’ân’da belirttigi Mûsâ ve diger peygamberlerden, Firavun ve Iblis’ten bahsettigi hususların hepsi Allah-u Teâlâ’nın onlardan haber verdigi kelâmıdır (sözleridir).” el-Fıkhu’l-Ekber, sh: 58. “Allah’ın ‘Allah Mûsâ ile gerçekten konustu’ (Nisâ, 164) ayetinde söyledigi gibi Mûsâ Allah’ın kelâmını isitti.
Süphesiz Allah, Mûsa ile konusmadan önce de mütekellim (konusucu) idi.” el-Fıkhu’l-Ekber, sh: 59. “Allah Mûsâ ile ezeldeki sıfatı olan kelâmıyla konusmustur.” el-Fıkhu’l-Ekber, sh: 59.
“Biz Allah’ın Mûsâ ile konustugunu da bir iman, tasdîk ve teslimiyet olarak söylüyoruz.” Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (thk. el-Elbânî, sh: 293).

[203]. Kur’ân’da daha pek çok ayette Allah’ın diledigi zaman, diledigi gibi, harf ve sesle konustugu bildirilmistir. Bunlardan bazıları sunlardır: (Bakara 118, 174, 253; Âl-i Imrân 77; Nisâ 87, 122, 164; Mâide 116; En’âm 34, 115; A’râf 22, 137, 143, 144, 158; Enfâl 7; Tevbe 40; Yûnus 19, 33, 64, 82, 96; Hûd 110, 119; Kehf 52, 109; Tâhâ 11, 129; Mü’minûn 108; Suarâ 10; Neml 8; Kasas 30, 46, 62, 65, 74; Lokmân 27; Secde 13; Yâsîn 58; Saffât 104; Gâfir (Mü’min) 6; Fussilet 45, 47; Sûrâ 14, 24, 51; Tahrîm 12; Nâziât 16).

[204]. (SAHIH HADIS): Hadis, kutsi hadis olup birbirine yakın degisik lafızlarla rivâyet edilmistir. Hadisin geri kalan bölümü söyledir:“...Âdem der ki: ‘Ey Rabbim! Cehenneme gidecek topluluk neyin nesidir?’ Allah buyurur ki: ‘Her bin kisiden 999 kisi. Iste (her) gebenin karnındakini düsürecegi ve çocukların saçlarının agaracagı (yaslanacagı) zaman o zamandır: “Insaları da sarhos bir halde görürsün. Oysa onlar sarhos degildirler; fakat Allah’ın azabı pek siddetlidir.” (Hacc, 2).
Rasûlullah’ın bu cevâbı insanlara (sahâbîlere) çok agır geldi. Öyle ki yüzlerinin (çehresi) degisti. Söyle dediler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü!: Hangimiz o tek kisi olacak ki?’ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem söyle cevap verdiler: ‘Ye’cûc ve Me’cûc’den 999 kisi ve sizden bir kisi’.”
Ahmed (2/166, 3/32-33); Buhârî (No: 3348, 4741, 6530, 7483); Müslim (No: 222) ve digerleri Ebû Saîd el-Hudrî radiyallâhu anh’den. Buhârî (No: 6529) Ebû Hureyre’den.
Ahmed (4/432, 435); Tirmizî (No: 3168, 3169) ve digerleri ‘Imrân b. el-Husayn radiyallâhu anh’den. Ahmed (1/388) ve digerleri Abdullah b. Mes’ûd radiyallâhu anh’den. Hadis sahihtir. Bk. el-Elbânî, Muhtasaru Sahîhi’l-Buhârî (No: 1426); Muhtasaru Sahîhi Müslim (No: 103);
Sahîhu’l-Câmii’s-Sagîr (No: 8142); Miskâtü’l-Mesâbîh Tahkiki (No:5541).

[205]. Ayrıca bk. Ibn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ (12/173, Altıncı Görüs); Ibn Ebi’l-’Izz el-Hanefî, Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, sh: 169, Dokuzuncu Görüs); Molla Aliyyu’l-Kârî, Serhu’l-Fıkhı’l-Ekber (sh: 33, Dokuzuncu görüs,Ibn Ebi’l-’Izz’den naklen).

[206]. Ibnu’l-Mevsılî, Muhtasaru’s-Savâıkı’l-Mürsele (2/472-476, diger baskıda 2/286-298). Ibn Teymiyye, bu konuda Ehl-i Sünnet’te dahil olmak üzere yedi ya da daha fazla görüs oldugunu belirttikten sonra bunları sırasıyla açıklamıstır. Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (12/163-176). Ibn Ebi’l-’Izz el-Hanefî ise bu konuda, sonuncusu Ehl-i Sünnet’in görüsü olmak üzere
dokuz görüs oldugunu belirttikten sonra bunları sırasıyla açıklamıstır. Bk. Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (sh: 168-169). Molla Aliyyu’l-Kârî’de Imam Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhu’l-Ekber adlı kitabına yaptıgı serhte (bk. sh: 32-33) Tahâvî’nin sârihi dedi ki diyerek bu konudaki dokuz görüsü hiçbir degisiklik yapmadan oldugu gibi Ibn Ebi’l-’Izz’den nakletmistir.

[207]. Reisleri Muhammed b. Kerrâm’a uydukları için kendilerine bu ad verilmistir. Kerrâmiyye’nin kurucusu bu bid’atçinin tam ismi Ebû Abdillah Muhammed b. Kerrâm es-Sicistânî’dir. Hâkim’in naklettigine göre Nisâbûr’da 8 yıl hapis yattıktan sonra h. 255 yılında Beytü’l-Makdis’te ölmüstür. Bk. Tezkiretü’l-Huffâz (2/106); Siyer (11/523-524); Mîzânu’l-I’tidâl (4/21); el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/22-23); Lisânu’l-Mîzân (5/353-356); en-Nucûmu’z-Zâhire (3/24). Görüslerine gelince, Kerrâmiyye sıfatlar hususunda hem tesbîhçi hem de tecsîmcidirler. Iman konusunda da Mürciedirler. Onlara göre Allah bir cisimdir; sınırı, sonu ve yönü vardır, sonradan olanların yeridir ve arsına temas etmektedir. Yine onlara göre iman, sadece dil ile ikrar ve tasdik etmektir, kalbin bu konuda hiçbir fonksiyonu yoktur. Bunlar
kalple tanıyıp bilmenin, daha dogrusu dille tasdik etmek dısında herhangi bir seyin iman olabilecegini inkar etmislerdir. O halde onlara göre iman, kalbin tasdigi ve uzuvların amelinden soyutlanmıs olup sadece dilin kelimeyi tevhidi söylemesidir. Allah’ın kelâmı hususunda ise sunları söylemislerdir: Allah-u Teâlâ, ancak ihtiyarî (istek ve kudretine baglı) sıfatlarla nitelendirilebilir. Buna göre Allah mesîet ve kudretiyle konusur. Ancak öncesi olmayan olayların imkansızlıgından dolayı Allah’ın mesîet ve kudretiyle ezelde konusmus olması imkansızdır. Çünkü Allah, vaktiyle yok iken sonradan mesîet ve kudretiyle konusmaya baslamıstır. Tıpkı vaktiyle yok iken sonradan mesîet ve kudretiyle istedigini yapmaya basladıgı gibi. Bu sapık grup kendi içinde 12 fırkaya kadar ayrılmıstır. Bunların özellikle 6’sı meshur olup asıldırlar. Bk. Makâlâtu’l-Islâmiyyîn (1/223); el-Fark Beyne’l-Fırak (sh: 160-168); el-Milel ve’n-Nihal (1/78-83); Mecmûu’l-Fetâvâ (6/325-329); (7/140-142, 584); (12/172-173); (13/154).

[208]. Bunlar Ebu Muhammed Abdullah b. Saîd b. Küllâb el-Kattâ el-Basrî’nin taraftarlarıdır. Bu yüzden kendilerine Küllâbiyye adı verilmistir. Ibn Küllâb, hasmını beyânı ve belâgatıyla kendi tarafına çekmeyi çok iyi becerdigi için “Küllâb” lakabıyla anılmıstır. Döneminde Basra’daki kelâmcıların basıydı. Dâvûd ez-Zâhirî ve Hâris el-Muhâsibî gibi âlimlere kelâm
dersleri vermistir. Hıristiyanlıktan etkilendigi bu nedenle de bazı görüslerini Hıristiyanlıktan aldıgı söylenir. Kur’ân’ın kadîm oldugunu söyleyen ilk kisi olarak bilinir. “es-Sıfât”, “Halku Ef’âli’l-‘Ibâd” ve “Kitâbu’r-Redd ale’l-Mu’tezile” gibi kitapları vardır. H. 240 yılından sonra vefât etmistir. Bk. Siyer (11/174-175); Subkî, Tabakâtu’s-fiâfiiyye (2/299-300); Lisânu’l-Mîzân (3/290-291).
Görüslerine gelince Küllâbiyye’ye göre, Allah’ın sıfatları ne Allah’ın kendisidir ne de O’ndan baskasıdır. Allah’ın isimleri O’nun sıfatlarıdır. Zât sıfatlarıyla fiil sıfatları arasında bir fark yoktur. Ayrıca onların bir kısmı Allah’ın kelâmının (Kur’ân’ın) Allah’ın kendisi oldugunu söylemislerdir. Bunu Kur’ân yaratılmıstır diyen Mu’tezile’ye karsı söylemisler ancak
hataya baska bir hatayla karsılık vermislerdir. Bk. Makâlâtu’l-Islâmiyyîn (1/249-253); (2/225-226); Mecmûu’l-Fetâvâ (5/317-320); (6/324-325, 520); (7/134-140); (12/165-166, 301, 367); (13/131).

[209]. Bk. 25 nolu dipnot.

[210]. Hallâc-ı Mansûr’un (ölm. 309 h.) hulûl görüsünü benimseyen Ebû Abdillah (Ebu’l-Hasen’de denmistir) Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Sâlim el-Basrî’ye uyanlar. Ibn Sâlim, kitaplarında tasavvufu hadis ve kelâmla karıstıran mutasavvıflardandır. Döneminde sûfilerin seyhi olarak anılan Ahmed b. Muhammed, Sehl et-Tusterî’nin talebesidir. Ebû
Saîd en-Nekkâs ve Hâfız Ebû Nuaym ile görüsmüstür. Ancak Ebû Nuaym kendisinden hiçbir sey rivâyet etmemistir. Hicri 350 yılında 90 yasına yaklasmısken ölmüstür. Bk. Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye (sh: 414-416); Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ (10/378-379); Zehebî, Siyer (16/272-273); es-fia’rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ (1/136); Ibnu’l-’Imâd, Sezerâtü’z-Zeheb (3/36).
Görüslerine gelince, Sâlimiyye, tesbîh ve hulûl gibi sapık görüsleri benimsemis bir gruptur. Bunu hocalarından alıp daha da ilerletmislerdir. Allah’ın kelâmı hususunda genelde Ibn Küllâb’ın yolunu izlemislerdir. Bk. el-Fark Beyne’l-Fırak (sh: 202, 264); Mecmûu’l-Fetâvâ (7/662); (10/361); (12/166-167); (12/367-368). Hulûl görüsü için bk. 152 nolu dipnot.

[211]. Bk. 24 ve 85 nolu dipnotlar.

[212]. Hasenü’l-Basrî’nin (ölm. 110 h.) ögrencilerinden Vâsıl b. Atâ’ el-Gazzâl, Ebû Huzeyfe el-Mahzûmî’nin hocasını terk ederek kurdugu akâid mezhebine mensup olanlar. Kaderiyye diye de anılırlar. Baslarda Ebû Hâsim Abdullah b. Muhammed b. el-Hanefiyye’nin derslerine devam eden Vâsıl b. Atâ’ daha sonra Hasenü’l-Basrî’nin derslerine devam etmistir. Sessiz
kisiligi ve çok uzun boynuyla bilinen Vâsıl b. Atâ’ günah isleyen kimse hakkında “fâsık, ne mü’min ne de kâfir” dedigi için kendisini Hasenü’l-Basrî meclisinden kovmustur. Kendisine ‘Amr b. ‘Ubey’de katılarak Hasenü’l-Basrî’nin derslerinden çekilmislerdir. Böylece kendilerine “çekilenler, ayrılanlar” anlamındaki “mu’tezile” ismi verilmistir. Vâsıl b. Atâ’’nın
“Kitâbu’l-Menzile Beyne’l-Menzileteyn” adlı bir kitabı vardır. H. 131 yılında ölmüstür. Bk. el-Fark Beyne’l-Fırak (sh: 85-87); Târîhu’l-Islâm (5/310); Siyer (5/464-465); Mîzânu’l-I’tidâl (4/329); Lisânu’l-Mîzân (6/214); en-Nucûmu’z-Zâhire (1/313); Sezerâtü’z-Zeheb (1/182).
Inanç alanındaki görüslerine gelince bunlar bes esasta (usûl-i hamse) toplanır:
1- el-Menzile beyne’l-Menzileteyn (iki yer arasında bir yer): Büyük günah isleyen (bazıları fâsık kimse de demistir) kimse, dünyada iman ile küfür arasında bir yerdedir.
2- et-Tevhîd: Kadîm, Allah-u Teâlâ’nın zâtına nispet edilen en önemli sıfat olup ondan baska müstakil ve kadîm sıfatlar O’na nispet edilemez. Buna göre onlar Cehmiyye gibi Allah’ın sıfatlarını inkar etmislerdir.
3- el-Adl: Kul kendi fiillerini (eylemlerini) kendine ait müstakil bir irade ile yapar; yâni kendi fiilini kendi yaratır. Allah’ın bunda herhangi bir dahli ve etkisi yoktur. Aksi takdirde Allah’ın insanları cezalandırması zulüm olurdu. Buna göre onlar kader konusunda Kaderiyye’dirler.
4- el-Va’d ve’l-Vaîd: Mü’minlerin mükâfatlandırılması (va’d), fâsıgın da cezalandırılması (vaîd) Allah’a vâciptir.
5- el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyu ani’l-Münker: Iyiligi emretmek, kötülükten vazgeçirmeye çalısmak farzdır. Bu bes esas dısında, Kur’ân’ın yaratılmıs oldugu, mü’minlerin kıyamet günü Rablerini göremeyecekleri ve aklın nakilden önde ve üstün oldugu gibi pek çok sapık fikre sahiptirler. Mu’tezile kendi içinde 20 gruba ayrılmıstır. Inançlarının aslı günümüze kadar gelmistir. Bk. Makâlâtu’l-Islamiyyîn (1/235-338); el-Fark Beyne’l-Fırak (sh: 82-147); el-Milel ve’n- Nihal (1/35-60); Mecmûu’l-Fetâvâ (7/223, 242, 257, 258, 262, 481-504, 670-679); (12/163-164); Serhu’l-Akîdeti’t-Tâhaviyye (thk. el-Elbânî, sh: 521-522); Serhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye (2/71-74).

[213]. Aristoteles (dogum 384, ölm. 322), Selânik yakınlarında Stageiros’ta dogdu. Eski bir hekim ailesinden gelen babası Nikhomakhos, Makedonya kralı Amyntas’ın özel hekimi ve yakın dostu imis. Aristoteles daha 19 yasındayken Atina’ya gelip Platon’un Akademia’sına girdi. Platon’un ölümüne kadar hiç ayrılmadan burada kaldı. Akademia’da kısa zamanda kendini göstererek ögretmen durumuna geçti. Daha Akademia’da çalısırken yayımladıgı yapıtlarıyla adını duyurdu. Platon’un ölümünden sonra Aristoteles, dostu Atraneus Kralı Hermeias’ın yanına Troas bölgesinde Assos’a (Edremit körfezinde,
bugünkü Behramköy’ün bulundugu yer) gitti. Sonra da kralın yegeni ile evlendi. 343 yılında Makedonya Kralı Philips, kendisini oglu Iskender’i yetistirmek üzere sarayına çagırdı. Iskender’in egitimi ile Aristoteles asagı yukarı 3 yıl ugrastı. Babasının Iskender’e yönetimde ve orduda görevler vermesi üzerine, Aristoteles de memleketi Stageiros’a gelip burada
birkaç yılını bilimsel çalısmalarla geçirdi. Iskender’in Asya seferine çıkması üzerine de Atina’ya gidip burada kendi okulunu kurdu. Bu okul, bilimsel ilgilerinin çok yanlılıgı, ögretimdeki disiplini, planlı arastırma ve çalısmalarıyla az zamanda Akademia’yı gölgede bırakmıs, ilk çagın bundan sonraki bu gibi bilim ocaklarına örnek olmustur. Okul, Apollan Lykeios’a adanmıs bir gymnasion’da kuruldugu için Lykeion adını almıstır. Aristoteles, felsefî konusma ve tartısmaları, Platon gibi oturarak degil de bir yukarı bir asagı gezinerek yaptıgı için bu okula Peripatos (Gezinenler, Yürüyenler) adı da verilir.
Aristoteles, okulunun basında hiç aralıksız 12 yıl bulunmustur (335-323). Ama Iskender’in ölümünden sonra Atina’da Makedonya’ya karsı kımıldamalar baslayınca, Makedonya sarayı ile olan yakın ilgileri dolayısıyla güç durumda kaldı. Nitekim hemen dinsizlikle suçlandırılmıs, Sokrates’in basına gelene ugramamak için, Khalkis’e gitmis, burada bir yıl sonra bir mide hastalıgından 322 yılında 62 yasında iken ölmüstür. Prof. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi (sh: 74-75). Seyhu’l-Islam Ibn Teymiyye Aristo hakkında su bilgileri vermektedir: “Onların ittifak etmis oldukları üzere Aristo, Yahûdi ve Hıristiyanların Rûmî takvimin baslangıcı saydıkları Makedonyalı Philips’in oglu Iskender’in veziriydi ve Isâ’dan 300 yıl önce yasamıstı.” Mecmûu’l-Fetâvâ (4/160-161). Ayrıca bk. Minhâcu’s-Sünne (1/410).
“Aristo, Makedonyalı Philips’in oglu Iskender’in veziriydi. Makedonya, messâîn (yürüyenler, gezinenler) olarak isimlendirilen bu Yunanlı filozofların adası olup artık bugün harap olmus veya su altında kalmıstır.” Mecmûu’l-Fetâvâ (17/332). Ayrıca bk. (11/570).
“Mantık sanatının (ilminin) kurucusu Aristo’nun ta kendisidir. Âdemoglundan, kendisinden sonra gelenler bu hususta onun yolundan gitmislerdir.” Mecmûu’l-Fetâvâ (9/45). Ayrıca bk. (9/229).
“... Mantık kitabı Yunanlı Aristo’ya âittir ki, bid’atçi filozof Sâbiîler’den Aristo’ya uyanlar O’na ‘ilk ögretmen’ adını verirler. Çünkü Aristo, onların mantık, doga ve doga üstü (metafizik) konulardan ögrendikleri ögreti ve kuralları koymustur.” A.g.e. (9-265)
“Aristo veO’na uyanlar, ilâhiyatla ilgili (doga üstü, metafizik) konularda Yahûdi ve Hıristiyanlardan çok daha fazla câhildirler. Dogayla ilgili konularda ise Aristo’nun söylediklerinin çogu iyidir. Mantıga gelince, onun hakkında söyledikleri ilâhiyat alanında söylediklerinden daha hayırlıdır.” A.g.e.(9/205).
“Aristo ve O’na uyanlar, Allah’ı bilip tanıma konusunda herhangi bir ilme sâhip degildirler. Kaldı ki puta tapan arap müsriklerin bile bu hususta sâhip oldukları ilim onlarınkinden daha hayırlıdır.” A.g.e. (9/134).
“Aristo, ‘messâîn’ olarak isimlendirilen bu ögretilerin sahiplerinin ilk ögretmenidir. Messâîler, Aristo’nun ortaya koydugu bu Yunan mantıgının ve ona tâbi olan doga ve ilâhî mantıgın sâhipleridirler.” Kitâbu’r-Reddi ale’l-Mantıkıyyîn, sh: 332.
“Âlemin kadîm olduguna inananlardan meshur olan husus, onların, bu âlem için bir Yaratıcı’nın olmadıgını da söylemeleridir. Böylece onlar, Yaratıcı olan Allah’ı inkar etmektedirler. Makâlât konusuyla mesgul olanlar belirtirler ki, felsefeciler için âlemin kadîm oldugunu söyleyen ilk kimse, felsefî ögretileri mantıkî, tabiî ve ilâhî olmak üzere kuran Aristo’dur.” Mecmûu’l-Fetâvâ (5/539).
“Bu ise Aristo ve O’na uyanların söyledigi felegin kadîm olusu görüsünü benimseyen filozofların sözlerini çürütmektedir.” A.g.e.(6/331). Ayrıca bk. (6/333-334) ve Minhâcu’s-Sünne (7/351).

[214]. Bunlarla, Messâî ekole mensup Kindî (ölm. 533h.), Fârâbî (ölm. 339h.) ve Ibn Sînâ (ölm.428h.) gibi dogulu, Ibn Bâcce (veya Bâce) (ölm.533h.) ve Ibn Rüsd (ölm. 594 h.) gibi bâtılı Islam Filozofları?! kastedilir. Messâilik’in kelime anlamı yürüyücülük, gezinticilik (peripatetism) demektir. Terim olarak ise genelde Aristo felsefesinin benimsenmesi, özelde Islam Aristoculugu?! anlamına gelir. Aristo düsüncesini benimseyen Islam Filozoflarına?! Messâîler (Messâîn: Yürüyenler, Gezinenler) denir. Messâilik için bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/86); (11/571); (17/339).
Bu Filozoflar, Allah’ın subûtî (olumluluk) sıfatları, Allah’ın ilmi, âlemin hudûsu (sonradan olusu) ve cesetlerin hasrı gibi konularda sapıklıga hatta küfre düserek Ehl-i Sünnet’e muhalefet etmislerdir. Imam Gazzâlî, Fârâbî ve Ibn Sînâ’nın felsefesine 20 madde halinde Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinde cevap vermistir. 20 madde halinde inceledigi 20 meseleden 17’sini sapıklık, 3 tanesini de küfür saymıstır. Gazzâlî felsefecileri, cesetlerin dirilmesini ve Allah’ın cüz’iyyâtı (ayrıntıyı) bilecegini inkar ve âlemin ezelî (kıdem-i âlem) oldugunu iddia etmeleri nedeniyle tekfir etmistir. Bk. A.g.e. (sh.74-109, 192-203, 268 vd.); el-Munkiz mine’d-Dalâl (sh: 36-37). Gazzâlî’nin bu üç mesele hakkında özellikle Fârâbî ve Ibn Sînâ’yı tekfir etmesi dikkat çekicidir. Seyhu’l-Islâm Ibn Teymiyye, felsefecilerin bu üç sey dısındaki diger sapık görüsleri hakkında su bilgileri vermektedir:
“Sonra bunlar, nübüvvetin (peygamberligin) varlıgını tasdîk etmek istedikleri zaman nübüvvetin, faâl (etkin) akıldan veya baska bir seyden peygamberin nefsine tasıp akan bir feyizden ibaret oldugunu, bu durumda Alemlerin Rabbi’nin, kendisinin muayyen (belirli) bir peygamberi oldugunu bilmedigini iddia ettiler. Aynı sekilde Allah’ın Hz. Mûsâ, Hz. Isâ ve Hz. Muhammed’i birbirinden ayırdedemedigini, cüz’iyyâtı (ayrıntıyı) bilmedigini, O’nun katından herhangi bir melegin inmedigini, aksine Cebrâil’in, Peygamber’in nefsinde, iç dünyasında canlanan bir hayalden veya faal akıldan ibaret oldugunu ileri sürdüler. Ayrıca göklerin ve yerin altı günde yaratılmıs olmasını, göklerin yarılıp parçalanacagını ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin bildirip haber verdigi daha baska seyleri inkar ettiler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdigi esaslarla sadece, halkın büyük çogunluguna, onların faydalanacaklarını zannettikleri sekilde hitap etmeyi kasdettigi, ama gerçekte durumun hiç de öyle olmadıgını, peygamberlerin de insanlara gerçekleri açıklamadıkları veya onlara isin mâhiyetini ögretmediklerini ileri sürdüler. Hatta onlardan bir bölümü filozofu, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’den üstün tutarlar. (Fârâbî gibi bk.
Mecmûu’l-Fetâvâ 7/589). Bunların sözlerinin hakîkati (gerçek anlamı) sudur: Peygamberler, insanların faydalanmasını saglama dâvasında yalan söylemislerdir. Acaba bu durumlarının farkında mıydılar, yoksa bilmiyorlar mıydı? Bu konuda felsefeciler iki gruba ayrılmıslardır. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve diger peygamberlere -ki Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun- atılan apaçık iftira, küfür ve ilhâd türünden daha buna benzer bir sürü sözler...
Bir baska yerde biz, bu felsefecilerin, müslüman olduklarını söyleseler bile, nesh ve tebdîle ugradıktan sonraki hâliyle yahudiler ve hıristiyanlardan daha kâfir olduklarını açıklamıstık. Çünkü bu adamlar, Islâm’a Peygamber sallallâhu
aleyhi ve sellem dönemindeki münâfıklardan daha fazla muhalefet etmektedirler. Huzeyfe b. el-Yemân radiyallâhu anh:
“Bugün münâfıklar, peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem zamanındaki münâfıklardan daha zararlıdırlar (serlidirler)” demis ve “niçin?” diye sorulunca su cevâbı vermisti:“Çünkü onlar nifaklarını gizli yapıyorlardı; bugünküler ise açıktan yapıyorlar”.
Halbuki Huzeyfe radiyallâhu anh zamanında henüz, bu nifakın derecesine ulasan, hatta buna yaklasan kimseler yoktu. Islâm (âleminde) bu adamlar, Abbâsî devleti döneminde ve Emevî devletinin sonlarında, Yunanca ve benzeri dillerden kitaplar Arapça’ya çevrildigi zaman ortaya çıktılar (türediler). Bir baska yerde, bunların reddi konusunda genis bilgi vermistik.”
Mecmûu’l-Fetâvâ (5/546-547). Ayrıca felsefeciler peygamberlere ve peygamberlerin mucizelerine inanmadıkları gibi, evliyânın varlıgına ve kerâmetlerine de inanmazlar.
Felsefecilerin görüsleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bk. el-Milel ve’n-Nihal (2/136-201); Mecmûu’l-Fetâvâ (2/83-86, 116); (4/98-143); (5/539-550); (6/330-338); (12/163). Ayrıca Kindî için bk. (9/186-187); Fârâbî için bk. (2/86-87); (7/589) (11/570, 571); Ibn Sînâ için bk. (1/117, 242, 326); (2/117); (4/103, 154); (9/133-135); (11/570-571).

[215]. Bunlara göre varlık birdir. O da Hakk’ın varlıgından ibarettir. O’ndan baska gerçek varlık sahibi bir varlık, O’ndan baska “kâim bi nefsihi” bir varlık mevcûd degildir. Diger varlıkların varlıgı, O’nun varlıgına nispetle yok hükmündedir.
Çünkü onların varlıkları O’nun varlıgına baglıdır. Bu kevn (olusum) âlemindeki esya O’nun mazharı; yânî zuhur (ortaya çıkıs) mahallidir. Dolayısıyla esyanın varlıgı, gölgenin varlıgı gibidir. Nasıl esya olmadan gölge olmazsa, O’nun varlıgı olmadan esyanın varlıgı düsünülemez. O’nun varlıgı yanında esya, esyaya göre gölge gibi “keen lem yekün” yâni yok
mesabesindedir. Çünkü bu âlem ve esya yok iken O var idi. Onları varlık denizinde izhâr eden O’dur. Onların bu zuhurları müstakil bir varlık olmayıp Hakk’ın varlık denizinin dalgalarıdır. fiu anda da var olan sadece O’dur. Nitekim Bâyezid Bistâmî’nin yanında “Allah var idi. O’ndan baska hiçbir varlık yoktu” anlamında “Kânellâhu ve lem yekün maahu sey”
denildiginde O: “el-Ân kemâ kâne” yâni “simdi de O’ndan baska varlık yoktur” demistir. Nitekim Gazzâlî, vahdet-i vücûdu (varlıgın birligi) söyle tanımlıyor: “Varlık âleminde Allah’tan ve O’nun fiillerinden baska birsey yoktur. Bütün kâinat O’nun fiilleridir.” Ibn Teymiyye ise vahdet-i vücûdu söyle tanımlıyor: “Ibn Arabî’ye göre tek varlık vardır. Vâcibu’l-Vücûd olan Allah ile diger varlıklar aynı seydir. Hakk’ın varlıgı, evrendeki diger varlıklara tasmıstır. Kâinatta her sey, Hakk’ın varlıgının aynıdır.” “Ibn Arabî diyor ki: Yaratılmısın varlıgı, yaratıcının varlıgının kendisidir; yaratıcının varlıgı da, yaratılmısın
varlıgının kendisidir.” Bir baska yerde de sunları söylüyor: “ Ama ‘ortada Allah’tan baskası yok’ sözünü söyleyen, bu sözü ile yaratıcıyı yaratılandan ayırmayan, Rabb ile kul v.b. arasında fark görmeyen, Ibn Arabî et-Tâî, Ibn Seb’în, Ibnü’l-Fârid, Tilimsânî ve benzeri ittihadçıların sözlerinde sık sık rastlanan ‘ortada Allah’tan baska mevcûd yok’, ‘ancak Allah var’, ‘yaratılanların varlıgı yaratanın varlıgı ile aynıdır’, ‘yaratıcı yaratılandan ibarettir, yaratılan da yaratıcıdan’, ‘kul Rabb’tır, Rabb da kul’ gibi birlesmeyi ifade eden anlamları kastederse mülhiddir, sapıktır, tevbeye davet olunması gerekir (vâcibtir).
Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülür.” Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/112, 295, 490).
Bu sapık görüsün temsilcileri Bâyezid (Ebû Yezîd) el-Bistâmî (ölm.262h.), Hallâc-ı Mansûr (ölm. 309h), Gazzâlî (ölm. 505h.), Ibnü’l-Fârid (ölm. 632h.), Ibn Arabî (ölm. 638 h.), Ibn Seb’în (ölm. 669 h.), Mevlânâ (ölm. 672 h.), Sadreddîn Konevî (Sadru’l-Konevî olarak da bilinir. Asıl ismi Muhammed b. Ishâk’tır)(ölm. 673h.), Tilimsânî (ölm. 690h) ve Yûnus
Emre gibi mutasavvıflardır. Onların vahdet-i vücûda isaret eden sözleri pek çoktur. Birkaçı söyledir:

1- Bâyezid Bistâmî:
“Sübhânî mâ a’zeme sânî” yâni “ben kendimi tesbîh ederim, benim sânım ne yücedir!”
“Leyse fî cübbetî sivallâh” yâni “cübbemin içinde Allah’tan baskası yok”.
Bir adam Ebû Yezîd el-Bistâmî’ye gelir ve evinin kapısını çalar. Bunun üzerine Ebû Yezîd el-Bistâmî: “Kimi istiyorsun?” diye sorar. Kapıyı çalan: “Ebû Yezîd’i istiyorum” der. Ebû Yezîd el-Bistâmî’de O’na: “Evde Allah’tan baskası yok” der.
“Allah beni bir kere karsısına aldı ve dedi ki: ‘Ey Bâyezid! Halk beni görmek istiyor’. Ben de dedim ki: “Öyleyse beni vahdâniyetinle süsle, benligini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam.”
Bir gün insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra onlara dönmüs ve söyle demistir: “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden baska ilah yoktur. O halde bana kulluk (ibâdet) edin”. Bu söz üzerine insanlar onu terketmisler ve “deli, miskîn” demislerdir. Ebû Yezîd’in insanlara söyledigi bu söz açıkça küfürdür. Çünkü bizzat Allah-u Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya bu sözün aynısıyla hitap ederek söyle buyurmustur: “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden baska ilah yoktur. Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ, 14). Bâyezid Bistâmî’nin bu ve diger sözleri için bk. Ibn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ (2/315, 461); Abdurrahmân Dımaskıyye, en-Naksibendiyye (sh: 77-79).

2- Hallâc-ı Mansûr:
“Sübhandır, parlayan lâhût nûrunun sırrını nâsût olarak izhar eden (gösteren)
Sonra da gizlenmis olarak ortaya çıkıp yiyen ve içen sûretinde zâhir olan (görünen).”
“Insanlar Allah’a çesitli sekillerde inandılar.
Bense onların inandıklarının hepsine inandım.”
“Benimle senin aranda bir “benlik” var, sıkısmıs zorluyor beni
Hakkın için kaldır su benligimi, kaldır aradan.”
“Âsık olan da, âsık olunan da benim
Biz bir bedene girmis (hulûl etmis) iki ruhuz.
Sen beni gördügün zaman, onu görmüsündür,
Onu gördügün zaman da bizi görmüsündür.”
“Sen Leylâ isen ben de Leylâ’yım.”
“Seninle kendimden geçtim
Öyle ki seni kendim sandım.”
“Ruhun ve ruhum birbirine karıstı
Tıpkı sarabın (içkinin) saf suya karıstıgı gibi.
Sana bir sey dokundugunda bana dokunmustur.
Sen, her durumda ben oldugun zaman”.
“Seni sırrımda buldum. Dilim sana hitab etti.
Bir takım mânâlarla bir araya geldik ve mânâlarla ayrıldık.
Senin gözlerden kaybolman ta’zim içindir, fakat vecd hâli
Seni bana içimden daha yakın yaptı.”
“Âsık, hevânın kemâline ulastıgı,
Zikrin etkisine kapılıp zikrolunanı yitirdigi,
Ve kendisine hevâ egemen oldugu vakit,
Âriflerin namazının küfür oldugu gerçegine tanık olur.”
Bk. el-Hatîb el-Bagdâdî, Târîhu Bagdâd, (8/115, 121, 129); Mecmûu’l-Fetâvâ (2/288, 290, 311, 312, 362, 377, 480- 487); en Naksibendiyye (sh: 73-76).

3- Gazzâlî:
“Tevhidin dört mertebesi vardır...: Ikinci Mertebesi: Müslümanların genelinin tasdîk ettikleri (dogruladıkları) gibi insanın kalbinin, Lâ ilâhe illallah lafzının mânâsını tasdîk etmesidir (dogrulamasıdır). Bu avam tabakasının inancıdır. Üçüncü Mertebesi: Insanın, kesif yolu ve hak nûrunun vâsıtasıyla, o mânâyı müsâhede etmesidir ki, bu (Allah’a yakın olan) Mukarrebûn’un makamıdır. Bu; insanın pek çok seyi görmesi, fakat onları görürken, çoklukları üzere Tek ve Kahhâr olan Allah’tan sâdır olmus bir halde görmesidir.
Dördüncü Mertebesi ise, insanın varlıkta birden baskasını görmemesidir ki, bu Sıddîklerin müsâhedesidir. Sofiler buna “el-Fenâ fi’t-Tevhîd” (Tevhidde yok olmak, kaybolmak) adını verirler. Çünkü insan, birden baskasını görmediginden dolayı, kendini bile görmez. Tevhidle müstagrak (kaybolmus, bogulmus) oldugu için kendini görmedigi zaman da, nefsinin
tevhîdi hususunda kendi nefsinden de fâni olmus olur. Yâni hem kendi nefsini görmekten, hem de halkı görmekten yok olur, demektir. ...
Dördüncü mertebesindeki su mânâ ile muvahhiddir: Onun suhûdunda (görülmesinde) birden baskası hazır olmamıstır. O bütünü çok oldugundan ötürü degil, tersine bir oldugundan ötürü görür. Iste tevhidde en yüce gâye budur. ...
Eger “kisi; gögü, yeri ve çok olmalarına ragmen hissedilebilen diger cisimleri gördügü halde, nasıl olur da birden baskasını müsâhede etmemesi düsünülebilir? Nasıl olur da çok, bir olur?” dersen bil ki: Bu mükâsefe ilimlerinin gâyesi, son noktasıdır. Bu ilmin sırlarının herhangi bir kitapta yazılması câiz degildir. Ârifler söyle demislerdir: Rubûbiyyet sırrını ifsâ etmek küfürdür. ...
Nasıl ki bir insanın ruhuna, cesedine, uzuvlarına, damarlarına, kemiklerine ve iç organlarına (ayrı ayrı) baktıgında (veya bakıldıgında) o insan çoktur, iste aynı insan baska bir itibar ve baska bir müsâhede ile de birdir, öyle ki, o tek bir insandır, deriz...
Iste bunun gibi, varlık âleminde olan her seyin, Yaradan’dan tut da yaratılmısa kadar, pek çok degisik itibar ve müsahedeleri vardır. Aynı zamanda o, itibarlardan bir itibarla da birdir. Baska itibarlarla ise, onun dısındakiler çoktur. Bu itibarlardan bazısı, çokluk bakımından bazılarından daha siddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal garaza tam
uymasa da. Fakat azda olsa genelde bu misal, müsahede hükmünde çoklugun bir olmaya dönüstügünün keyfiyetine dikkat çeker! Bu konusma ile, varmadıgın bir makamı inkarı bırakıp ona inanmanın, bir iman ve tasdîk oldugu açıkça ortaya çıkmıs
olur. ...
Iste buna, el-Hüseyn b. Mansûr el-Hallâc, seferden sefere kosan el-Havvâs’ı gördügünde O’na söyle diyerek isaret etmistir: “Sen neyin içindesin?” el-Havvâs: “Tevekkül hakkındaki halimi düzeltmek için seferlerde dolasıyorum.” Oysa el-Havvâs tevekkül edenlerdendi. el-Hüseyn: “Sen ömrünü, iç dünyanı mamur etmek ugrunda tükettin. Acaba tevhid hususunda
fenâ bulmak nerede kaldı?” Sanki el-Havvâs, tevhiddeki üçüncü makamı düzeltmek istemisti. Hallâc ise ondan dördüncü makamı istemisti.” Ihyâu Ulûmi’d-Dîn (4/262-263).
“Ârifler gerçeklik semasına çıktıktan sonra Tek Gerçekten baska bir varlık görmediklerinde ittifak etmislerdir. Fiu var ki bunlardan bazıları bu hakîkati ilmi bir irfanla bulmus, kimi bunu bir zevk ve hâl olarak yasamıs; çokluk tamamen onlardan gitmis ve sırf teklige dalarak mest olmuslar, o halde akılları zâil olmus, o zevk içerisinde sanki bayılmıslar, artık kendileri de dâhil, Allah’tan baska hiçbir seyi hatırlamaya güçleri kalmamıs, her seyi unutmuslar, kendilerinde Allah’tan baska bir sey kalmamıs, öyle sarhos olmuslar ki akıllarının otoritesi, hükmü asagı düsmüs de bazıları “Ene’l-Hakk= Ben Hakkım” demis, bazıları da “Sübhânî mâ A’zama fiânî= Kendimi tesbîh ederim, benim sânım ne kadar yücedir” demis, digeri: “Mâ fi’l-Cübbeti sivallâh= Cübbemin içinde Allah’tan baskası yoktur” demis. Âsıkların sekir hallerindeki sözleri saklanır, söylenmez. Ama sekir halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mîzanı (kriteryumu) olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birlesme olmadıgını, fakat ittihada (birlesmeye) benzedigini anlarlar. Bu, âsıgın fart-ı ask halinde söyledigi su söze benzer:
Âsık olan da, âsık olunan da benim.
Biz bir bedene girmis iki ruhuz.
Insan birden bire bir ayna ile karsılasır, kendini aynada görür, fakat aynanın farkında olmazsa aynada gördügü
görüntüyü aynanın resmi, aynaya bitisik sanabilir. fiise içinde sarabı gören kimse, sarap renginin, sisenin kendi rengi
oldugunu zanneder. Bu hal, kendisinde alıskanlık haline gelmis, ayagı bu noktada takılıp kalmıssa o hale müstagrak olur,
mest olur da söyle der:
fiise inceldi, sarap süzüldü.
Birbirine benzediler, is güçlesti.
Sanki sarap var, kadeh yok;
Yahut sanki kadeh var, sarap yok.
“Ama sarap kadehtir” demekle “fiarap sanki kadehtir” demek arasında bir fark vardır. Bu hal galebe çalınca hal sahibine izâfetle FENÂ adını alır. Hattâ fenâül-fenâ (yok olmanın yok olması) denilir. Çünkü o adam hem kendinden geçmis, hem de kendinden geçmekten geçmistir. Zira o halde olan kimse kendini bilmedigi gibi, kendini bilmedigini de bilmez. Eger
kendini bilmedigini bilseydi, kendini bilmis olurdu. Bu hale dalan kimseye izâfetle, mecâz diliyle ittihâd (birlesme), hakîkat diliyle tevhîd (birleme) denilir. Bu hakîkatlerin ötesinde de öyle sırlar vardır ki onlara dalmak câiz degildir...
Iste bu kaynak, tek olan Allah’tır. O’nun ortagı yoktur... Bütün diger nûrlar O’ndan istiâredirler. Hakîkî olan yalnız O’nun nûrudur. Hepsi O’nun nûrundandır. BELKI HEPSI O’DUR. Dogrusu, var olan O’dur. Gayrın varlıgı ancak mecâz yoluyladır. O’ndan baska nûr olmadıgına, bütün nûrların, tâbi oldukları nûrun zâtından degil, vechinden geldiklerine göre her seyin vechi O’na yönelmistir: “Nereye dönerseniz, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 115). O halde O’ndan baska ilah yoktur. Çünkü ilâh, vecihlerin (yüzlerin) ibadetle yöneldigi zâttan ibarettir. Yâni kalp yüzlerini demek istiyorum. Çünkü onlar nûrlar ve ruhlardır. O’ndan baska ilah olmadıgı gibi O’ndan baska O da yoktur. Çünkü hüve (O) isaret edilen seyden
ibarettir. Isaret ancak O’na olduguna göre artık baska O, nasıl olabilir? Ne zaman bir isâret etsek, hakikatte bu isaret O’nadır.... O halde “Lâ ilâhe illallâh= Allah’tan baska ilah yoktur.” kelimesi avamın tevhididir. “O’ndan baska O yok” sözü ise seçkinlerin tevhididir. Çünkü öteki daha genel, bu daha özel, daha kapsamlı, daha gerçek, daha ince bir sözdür ve sâhibini
tek birlige, sırf birlige götürür. Mahlûkatın mi’racının (yükselisinin) son noktası ferdâniyyet (teklik) memleketidir. Çünkü bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira yüksek ancak çoklukta düsünülebilir. Çokluk öyle bir izâfettir ki yükselmenin kendisinden basladıgı ve kendisine yöneldigi seylerin varlıgını gerektirir. Çokluk kalkınca birlik gerçeklesir, izâfet (görelik) bâtıl olur, isaret kalkar. Artık yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz; terakkî (ilerleme) ve urûc (yükselme) imkansız olur. A’lânın ötesinde uluvv (yükseklik) yoktur. Vahdetle beraber çokluk yoktur. Çoklugun kalmasıyla urûc (yükselme) da kalkar. Eger sonra, bir halden diger bir hale degisme olursa bu, urûc ile degil, dünya semasına inmekle, yâni yüksekten alçaga dogmak sûretiyle olur. Çünkü en yüksegin daha yüksegi yok ise de daha asagısı vardır. Iste bu makam gayelerin gayesi, arzuların sonudur. Bunu bilen bilir, bilmeyen inkar eder. Bu ilim, ancak Allah’ı bilenlere verilmis olan özel mahiyetteki gizli bir ilimdir. Onlar bunu söyledikleri zaman Allah’a karsı magrûr (gururlu) olanlardan baskası inkâra kalkmaz. Âlimlerin: “Dünya semâsına inmek, bir melegin inmesidir?” demeleri uzak görülmez. Âriflerin bazıları bundan daha garibini sanmıslar da söyle demisler: “Ferdâniyyete (birlige) müstagrak olan, en yakın semaya iner, bu inis, onun duyuları kullanmaya, veya uzuvları hareket ettirmeye inisidir”. Salât ve selâm O’na olsun, Peygamber de su sözleriyle buna isaret etmislerdir: “Ben O’nun isiten kulagı, gören gözü, konusan dili oldum”. Eh, kulagı, gözü, lisanı Allah olduktan sonra artık isiten, gören ve konusan da O’dur. Çünkü O’ndan baskası yoktur ki... O’nun (Allah’ın) Mûsâ aleyhis-selâm’a söyledigi su sözüyle de buna isaret edilmektedir: “Hasta oldum, beni sormadın. Hadis...” demek ki bu muvahhidin hareketleri dünya semasındandır; duyarları, algıları bunun üstünde olan bir semâdandır. Bu kimse akıl semâsından mahlûkatın mi’racının sonuna, ferdâniyyet (teklik) memleketinden ta yedi tabakaya kadar yükselir. Sonra vahdâniyyet tahtında oturur ve oradan göklerinin tabakalarına emri tedbîr eder. Artık bakan, bu hale baktıkça dilini salıverir, “Allah Âdem’i Rahmân’ın sûretinde yarattı” der. Fakat bilinmelidir ki bu söz te’vîle muhtaçtır. Tıpkı “Ben Hakk’ım”, “Kendimi tesbîh ederim” sözleri gibi. Hatta Hz. Peygamber sallallâhu
aleyhi ve sellem’in: “Hasta oldum beni arayıp sormadın”, “Ben O’nun kulagı, gözü ve dili oldum” sözlerinin de te’vîle ihtiyacı vardır. Artık burada beyanı durdurmak istiyorum. Çünkü senin bundan fazlasına tahammül edecegini sanmıyorum.”
Miskâtü’l-Envâr (sh:12-15). Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/24, 54-57); (4/62-66, 72); (6/54-55); (17/362); Abdurrahmân el-Vekîl, Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye(sh: 47-56).

4- Ibnü’l-Fârid:
“Makamda kıldıgım namazlar O’nadır.
Ve sahit oluyorum ki O da bana namaz kılıyor.
Her ikimiz de namaz kılan, ibadet eden ve secde edeniz,
Her bir secdedeki “birlesme” hakîkatine.
Bana namaz kılan benden baskası degil,
Her secdede namazım da, benden baskasına degil.”
“Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtını sevdi.”
“Aramızdan ‘sen’ hitabı kalktı,
Onun kalkmasındadır benim yüceligim.”
“O çagrıldıgında, cevap veren benim.
Çagrılan ben oldugumda da cevap veren O.”
“Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.”
“Kendini iyice pâklayıp arındırdıgında cilalanmıs aynaya bak gör, dogru söyle, kimi görüyorsun?
Isınlar yansıdıgında kendinden baskası mı onda görünüyor, yoksa kendi kendini mi görüyorsun?”
“Allah Kays’a Leylâ sûretiyle, Küseyyir’e bir disi geyik yavrusu suretiyle, Cemîl’e de bir dilbercik sûretiyle tecellî etti.”
Ölüm esnasında su iki beyti söyledigi nakledilir:
“Yanınızda sevgideki mertebem eger
Karsılastıgım su seyse, ömrümü bosa tüketmisim!
Bir umuttu bir süre beni saran.
Ama bugün anlıyorum ki o, karmakarısık düslermis!”
Bk. Ibnu’l-Fârid’ın “Nazmu’s-Sülûk” adlı kasidesi, Mecmûu’l-Fetâvâ (2/243, 246, 267, 289, 315, 316, 365, 366); (4/73, 74); (11/247); Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye (sh: 24-33); Cemîl Zeyno, es-Sûfiyye (sh: 25).

5- Ibn Arabî:
“Ey kendinde bütün esyayı yaratan,
Sen yaratıklarını toplamıssındır.
Varlıgı Sende nihâyet bulanları yaratırsın,
Sen dar olan her seyi içine alansın.”
“Rabb HAKK’tır; kul da HAKK!
Ah keske bir bilebilsem: Kimdir mükellef?
Eger kuldur desem, kul diye bir sey yok ki! (baska bir yerde: O, ancak Rabb’tır, baska bir yerde de: Kul ölüdür.)
Yok Rabb desem; Rabb nasıl mükellef olur?”
“Ey sırrı, mânâm olan insan sûreti!
Ben olmasaydım ne için yaratıldıgın ortaya çıkmayacaktı.
Seni diledik ve insan olarak yarattık,
Esyânın en mükemmelinde bize tanıklık yapasın diye.”
Ibn Arabî, Ebû Nüvâs’ın:
“fiise inceldi ve içki (sarap) berraklastı.
O kadar ki, birbirine benzediler, is güçlesti.
Sanki sarap var, kadeh yok;
Yahut sanki kadeh var, sarap yok”.
beyitlerini okuduktan sonra: “Âlemin sûreti karısıktır; zâhiri yaratılmıslar, bâtını ise, Hakk’tır” dedi.
“Allah’a yemin ederim ki ortaya çıkan (zuhûr eden) ancak hayrettir.
Kendime yemin ettim. Ve yemin eden de Allah’tır.”
“Varlıgın ve ehlinin askı benim için gereklidir.”
“Varlıgın zâhiri yaratıklar, bâtını da Allah’tır.”
“Ey sırrı mânâm olan insan sureti!
Emirden dolayıdır yaratılısın, ben olmasaydım görülmeyecektin.”
“Seni diledik ve bir beser olarak ortaya çıkardık ki
Esyânın en mükemmelinde bizi müsâhede edesin.”
“Ne kalbimden, ne de gözümden ırak oldun.
Ikimizin arasında mesâfe (ara) yoktur.”
“Benlik belâsından kurtul ve Allah’la bir ol.
Degilse, bütün dâvân bosunadır.”
“Bak kâinat her zerresiyle sana sesleniyor ve beni duymuyor musun? diyor.
Bak ki göresin beni degerli bir manzara olarak.
Yok bende beni var edenden baskası.”
“Kâinatın varlıgı, mevcûdâtın yaratılmıslar için
Hakk’tan baska varlıgı olmadıgına sâhittir.”
“Aslında kâinat sistemi içersinde bir hiçim.
Çünkü ben varlıgı olmayan bir gölge gibiyim.”
“Seviyorum onu, oysa kalbimdir o. Görülmüs müdür benim gibi kendi kalbini seven biri.
O, benim gözlerim oldugu için gözlerim onu görmüyor.
Uzak olusu, çok yakın olusundan dolayıdır.”
“Lezzet alırsın, bedenimde dolassa elim;
Çünkü ben gerçekte senden baskası degilim.”
“Allah bana hamdeder ben de O”na hamdederim.
O bana ibâdet eder ben de O’na ibadet ederim.”
“Koca hanımıyla cinsel iliskide bulundugu zaman ancak hakla cinsel iliskide bulunmus olur.” Nâblusî (ölm.1143h.) bu sözü “Ancak hakkı nikahlar” seklinde açıklamıstır.
ve daha pek çok söz. Bk. Ibn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı kitapları; Mecmûu’l-Fetâvâ (2/82, 111, 114, 115, 173, 242, 287, 288, 306, 307, 308, 335, 338, 344, 345, 346, 348, 356, 464...); (4/131); (11/239); Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye (sh: 34-47); es-Sûfiyye (sh: 24).

6- Ibn Seb’în:
“Mülk sâhibi bir Rabb, helâk olucu bir kul. Sizler de bu durumdasınız; sadece Allah vardır, çokluk vehimdir.”
“Yaratılmısın varlıgı, yaratıcının varlıgının kendisidir.”
Yaratıcı, yaratılanın ve yaratılan da yaratıcının kendisidir.”
“Putların varlıgı, Allah’ın varlıgının kendisidir; putlara tapanlar, Allah’tan baska bir seye tapmıs degillerdir.”
“Allah, kulun nitelendigi eksiklik ve kınanmıs sıfatların hepsiyle vasıflanır.”
ve daha pek çok söz. Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/306, 364, 365, 366, 367).

7- Mevlâna:
“Biz arslanlarız ama, bayraklardaki arslanlar. Onların oynayısı, saldırısı soluktan soluga rüzgâr yüzündendir. Onların oynayısları görünür de, rüzgâr görünmez. Yoka varlık tadını tattırdın. Yoku kendine âsık ettin. Geri alırsan, senden onu kim arayabilir? Resim nasıl olur da ressamla savasa girebilir.” Mesnevî (1/153-154).

8- Sadreddîn Konevî:
“Insan; HAKK’ın da, zâtın da, sıfatların da, Ars’ın da, Kürsü’nün de, Levh’in de, kalemin de, melegin de, cinin de, yedi kat göklerin ve gezegenlerinin de, yedi kat yeryüzünün ve içindekilerin de, dünyevî âlemin de, uhrevî âlemin de, varlıgın ve kapsadıgı her seyin de, HAKK’ın da, yaratılmısların da, ezeli olup öncesi olmayanın da, sonradan olanında ta kendisidir.” Dr. Bedevî, el-Insânü’l-Kâmil (sh: 115, Konevî’nin Merâtibu’l-Vücûd adlı el yazması eserinden naklen). Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/92, 93, 161, 168); Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye (sh: 58). Konevî’nin “Vasiyyet-nâme” adlı eserinden ögrendigimize göre O, ömrünün son yıllarını tasavvuf ve vahdet-i vücûdu bir yana bırakarak Kitap ve Sünnet’e sarılmakla geçirmistir. Bu kitap Sehid Ali Pasa Kütüphanesi 21810 numarada kayıtlı bulunmaktadır.

9- Tilimsânî:
“Nice zamandır sanırdım ki Leylâ örtüsüne bürünmüs,


Ve örtü, bir bûse kondurmama engeldir.
Nihayet gözüküverince vallahi anladım ki,
Gözlerim O’nun sevgisinden âmâ imis!”
“O, sırf kadîm bir cevherdir,
Bir takım igreti kir ve paslar O’na bulassa da,
Yemin ederek onlara dedim ki: Ondan, O’nun zâtı dısında,
Onlarsa: ‘Dikkat et, yemininde yalancısın!’ dediler.”
“Dostuna de ki: ‘Askından öl ve O’na olan istiyakından eri’
Giden aklına de ki: ‘Geçip gitme!’
O’nu sende konusur olarak görünceye kadar sus,
Sonra da, sayet konusabilecek bir dil bulabilirsen: Konus!”
“fiüphesiz, su deniz benim nazarımda birdir,
Dalgaları ve köpükleri birden çok olsa bile.
Sakın aldatmasın seni gördügün su sûretler,
Tek olan, sayıların zâtına sirâyet eden Rabb’dır.”
Deniz dalgalardan ibarettir. Onlardan baska bir sey yok.
Her ne kadar çok sayıdaki dalga, denizi parçalara ayırsa bile.”
“Ey beni kınayan! Beni sakındırıyor ve bana emrediyorsun.
Oysa en dogru sakındırıcı ve emredici vecd’dir.
Eger sana itâat edip vecde karsı gelecek olsam kör olurum.
Ayân-beyândan vehim ve nakillere (nakil yoluyla gelen nasslar) dönmüs olurum.
Eger hakîkate erersen, beni dâvet ettigin seyin aslında
Yasaklanmıs oldugunu görürsün, dostum!”
“Seviyorum onu, oysa o kalbimdir. Kendi kalbini benim gibi seven görülmüs müdür?
O, benim gözlerim oldugu için gözlerim onu görmüyor. Uzak olusu, çok yakın olmasından baska bir sey degildir.”
ve daha pek çok söz: Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/81, 82, 169, 259, 260, 291, 372...); (4/103); (8/307, 308).

10- Yûnus Emre:
“Beni bende demen-Ben bende degilem
Bir ben vardır bende-Benden içerû”
Bk. Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar (sh: 293).
Daha buna benzer cezbe ve sekr halinde söylenmis, sirk ve küfür içeren pek çok söz. Elmalılı Hamdi Yazır, Bakara sûresi 165. ayeti tefsir ederken vahdet-i vücûd fikri ve ehli hakkında sunları söyler: “Iste birtakım cahiller veya inkarcılar, Allah’ın hikmeti adıyla imkansız olan bu birlesmeyi veya hulûl ya da ta’tîl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücûd ve sırf
tevhid diye ele alarak “O’ndan baska ilâh yoktur” demek “O’ndan baska mevcûd yoktur” demek oldugunda ısrar ederler. Bunu da: “Her mevcûd O’dur” mânâsıyla açıklarlar. Hatta küllî mecmûî ile küllî ifrâdîyi birbirinden ayırmayarak “Hepsi O’dur” derler. Her seyden ötede Allah’ı görecek yerde, her seyde ve hatta her seyi Allah görmek isterler. “Ilk ve son olan, açık ve gizli olan O’dur” (Hadîd, 57/3) ayetinin açıkladıgı birlesme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini Allah görmek ve göstermek için kâmil insanları, bizzat Allah gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar toplulugu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüsün esasına göre seytanların velilerden, kâfirlerin mü’minlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır. Iste: “Insanlardan kimi de Allah’tan baska seyleri O’na esler tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar” ayet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.” Hak Dini Kur’ân Dili (1/576-577). Sadelestirilerek aktarılmıstır.
Vahdet-i Vücûd düsüncesinin, Islam inanç sistemine olan aykırılıgı ve izahının zorlugu yanında, panteizm ve panteist düsünceyle benzestigini gören Naksibendiyye tarîkâtının Hindli seyhi Imam-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhindî (ölm. 1034h.) vahdet-i vücûd yerine vahdet-i sühûd (görüntülerin birligi) düsüncesini gelistirdi. Bu düsüncesine göre Imam Rabbânî, esyânın Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tecellileri oldugunu, aynı olmadıgını, bu yüzden “Heme O’st=Her sey O’dur” yerine “Heme ez-O’st= Her sey O’ndandır” düsüncesinin daha dogru oldugunu öne sürmektedir. Sonuç olarak Imam Rabbâni’ye göre sâlik: “Ene’l-Hak” derken “Hakk Hakk’tır, ben degilim” demektedir. Degilse kendisini görerek böyle bir
sözü söyleyen küfre düser.
Seyhu’l-Islam Ibn Teymiyye, vahdet-i vücûd düsüncesini ifâde eden “gerçekten ortada Allah’tan baskası yoktur; yâni her sey O’dur” sözü ve bu sözü söyleyen kisi hakkında sunları söylemektedir: “Ortada Allah’tan baskası yoktur” sözü
mücmel (kapalı) bir sözdür. Hem hak, hem de bâtıl bir anlama gelme ihtimali vardır. Eger o kisi bu sözü ile, “ortada Allah’tan baska yaratıcı yoktur, Rabb yoktur, darda kalanlara ancak Allah icâbet eder, kullarını ancak Allah rızıklandırır, veren O’dur, vermeyen de O, alçaltan O, yükselten ve yücelten O, gâlib kılan O, zelil kılan O, kendisinden yardım istenmeyi,
tevekkül olunmayı, kendisine sıgınılmayı ve kulların ilticasını hak eden ancak O’dur, verdigine kimse engel olamaz, engel olduguna kimse veremez, O’nun karsısında yigitlik sökmez” demek istiyorsa, yâni bu söz Fâtiha’daki “Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha, 5) ayeti ile “Öyleyse O’na kulluk et ve O’na tevekkül et (dayan)” (Hûd, 123), “ De ki: O benim Rabbimdir. O’ndan baska ilah yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüs sadece O’nadır” (Ra’d, 30) ayet-i kerimelerine isaret ediyorsa, o zaman o sözle kasdettigi bütün bu mânâlar dogrudur ve apaçık tevhiddir. Zaten Kur’ân bunu getirmistir....
Yok eger “ortada Allah’tan baskası yok” sözünü söyleyen, bu sözü ile yaratıcıyı yaratılandan ayırmayan, Rabb ile kul v.b. arasında fark görmeyen, Ibn Arabî et-Tâî, Ibn Seb’în, Ibnü’l-Fârid, Tilimsânî ve benzeri ittihadçıların sözlerinde sık sık rastlanan “ortada Allah’tan baska mevcûd yok”, “ancak Allah var”, “yaratılanların varlıgı yaratanın varlıgı ile aynıdır”,
“yaratıcı yaratılandan ibarettir, yaratılan da yaratıcıdan”, “Kul Rabb’tır, Rabb da kul” gibi birlesmeyi ifâde eden mânâları kastederse mülhiddir, sapıktır, tevbeye davet olunması gerekir (vâciptir). Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülür.
Yine bunun gibi, Cehmiyye gibi hulûl görüsünü benimseyen, “Allah zâtıyla her yerdedir” diyen, Allah’ı mahlûkat ile karısmıs sayan, hatta O’nun köpeklerde, domuzlarda ve pisliklerde oldugunu söyleyen ve bunların varlıgı ile Allah’ın varlıgını bir gören hulûlcülerin kasdettigi mânâları kasteden kisi de mülhiddir, sapıktır. Tevbeye davet olunması gerekir.
Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülür. Allah Sübhânehü ve Teâlâ en dogrusunu bilir.” Mecmûu’l-Fetâvâ (2/488-490). Ayrıca bk. A.g.e. (2/376).
Vahdet-i Vücûdçular, ittihadçılar ve Hulûlcüler hakkında daha genis bilgi için bk. Abdülkâhir el-Bagdâdî, el-Fark Beyne’l-Fırak (sh: 198-205); Ibn Teymiyye, “Risâletü Hakîkati Mezhebi’l-Ittihâdiyyîn (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde 2/134-285); (11(239-242); Ayrıca Mecmûu’l-Fetâvâ’nın 2., 10. ve 11. ciltleri; Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, sh:172); Taftazânî ve Aliyyu’l-Kârî’nin Vahdet-i Vücûd Risâleleri; Ibnu’l-Cevzî’nin Telbîsu Iblîs adlı eseri; Abdurrahman el-Vekîl’in Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye adlı eseri; Abdurrahmân Dımaskıyye’nin en-Naksibendiyye adlı eseri; Abdurrahmân Abdulhâlik’in el-Fikru’s-Sûfî ve Fadâihu’s-Sûfiyye adlı eserleri; Cemîl Zeyno’nun es-Sûfiyye fî Mîzâni’l Kitâbi ve’s-Sünne adlı eseri; Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar (sh: 283-297).

[216]. Bu, Ibn Arabî olarak bilinen Muhyiddîn lakaplı, Ebû Bekr Muhammed b. Alî b. Muhammed b. Ahmed b. Abdullah et-Tâî el-Hâtemî el-Mürsî’dir. Vahdet-i Vücûd, dinlerin birligi, Fir’avun’un mü’min olarak öldügü, cehennem atesinin cehennemlikler için bir korku, bir sakınca ve bir azap olmadıgı aksine onlar için bir tad, bir lezzet ve bir zevk unsuru oldugu,
velâyet (velilik) mertebesinin nübüvvet ve risâletten daha üstün oldugu, Allah’ın mükemmellik ifâde eden olgunluk sıfatları yanında eksiklik, kusur ve ayıp içeren yerilmis sıfatlarla nitelendirilebilecegi, âlemin ezeli oldugu (kıdem-i âlem) gibi pek çok sapık fikrin sâhibidir. O fikirlerini “Fusûsu’l-Hikem” ve “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” adlı eserlerinde belirtmistir. Ibn Teymiyye, Ibn Arabî ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı kitabı hakkında: “Ibn Arabî’yi bizzat gören âlimler onun çok yalancı ve iftiracı oldugunu, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve benzeri kitaplarının akıl sâhibi hiç kimsenin gözünden kaçmayacak yalanlarla dolu oldugunu söylemislerdir” derken Imam Zehebî Fusûsu’l-Hikem adlı kitabı hakkında: “el-Fusûs derledigi en kötü kitabıdır. Eger onda küfür yoksa dünyada küfür yoktur” demistir. fiâfiî fukahâsının büyüklerinden Ebû Ishâk Ibrâhim b. Ömer el-Ca’berî (ölm. 687h.) Fusûs kitabının yazarı Ibn Arâbî ile bir araya geldigi zaman söyle demistir: “Onu, Allah’ın
indirdigi her kitabı ve gönderdigi her peygamberi yalanlayan pis bir ihtiyar olarak gördüm”. Âlimlerin sultanı lakaplı büyük fıkıh âlimi Ebû Muhammed ‘Izzuddîn b. Abdüsselâm (ölm. 660h.) ise Kâhire’de kendisine Ibn Arabî soruldugu zaman söyle demistir: “O kötülük piri, yalancı mı yalancı, hayırdan uzak biridir, âlemin kadîm (ezelî) oldugunu söylüyor ve zinayı haram saymıyor.” Yine meshûr fiafiî âlim Ebû Zür’a Ahmed b. el-Hâfız ‘Irakî (ölm. 826h.), Ibn Arabî ve eserleri hakkında sunları söylemektedir: “Fusûs adlı meshur kitabının, süphe götürmeyecek ölçüde açık-seçik küfrü içerdigi hususunda hiçbir kusku yoktur. Yine bunun gibi el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de gerçekten onun elinden çıkmıs ve ölümüne kadar onda ısrarlı olmussa, hiç süphesiz o bir kâfir olup ebediyyen cehennemde kalacaktır.” Imam Zehebî ise Ibn Arabî’nin hal tercemesinin sonunda söyle der: “Allah’a yemin ederim ki, müslümanın, ilim namına Kur’ân’dan bir sûre dısında hiçbir sey bilmeksizin, sadece bununla namaz kılıp, Allah’a ve âhiret gününe iman edip câhil olarak öküzün ardında yasaması, onun için bu irfân ve hakîkatlerden çok daha fazla hayırlıdır. Ve lev ki, 100 kitap okumus veya 100 halvette bulunmus olsun.”
Âlimlerin sapıklıgında ve küfründe ittifak ettikleri Ibn Arabî hicri 638 yılında fiam’da normal bir ölümle ölmüstür.
Bazı insanların onun ölümüyle ilgili olarak anlattıkları su hikâyeye gelince: “Insanlar bir gün Ibn Arabî’ye mabûdları hakkında soru sorarlar. O da onlara: “Sizin taptıgınız benim bu iki ayagımın altıntadır” diyerek cevap verir. Insanlar da bunun üzerine hemen onun üzerine atılırlar ve ölünceye dek onu tekme-tokat bir güzel döverler. Ancak onun gömülmesinin
ardından yakın dostları onun isaret ettigi bu yeri kazarlar ve oradan çok fazla altın çıkarırlar. Bu olaydan sonra da yakın dostları ve sevenleri bu hâdiseyi onun kerâmetlerinden sayarlar.” Bu hikâye insanlar arasında her ne kadar yaygınsa da dogruluk yönünden herhangi bir aslı astarı yoktur. Çünkü Ibn Arâbî’nin hal tercemesini verenlerin hepsi onun normal bir ölümle öldügünü belirtmektedirler. Hiç kuskusuz dogru olan da budur.
Daha önce Ibn Arabî’nin vahdet-i vücûdu ifâde eden görüs ve sözlerinin bir kısmına yer vermistik. fiimdi de onun
diger görüslerini ifâde eden bazı sözlerini belirtelim:
“Muhakkak kalbim her sûrete açık oldu.
O; ceylan yavrularının otlagı ve rahiplerin evi (manastırı),
Putların ve kabeyi tavaf edenlerin evi,
Tevrat levhalarının ve Kur’ân sayfalarının barınagıdır.”
“Insanlar Allah’a çesitli sekillerde inandılar,
Bense onların inandıklarının hepsine inandım.” Fusûs (2/289).
“Bogulma sırasında Allah’ın verdigi iman sebebiyle Fir’avun için artık Hz. Mûsâ, gözünün nûru olmustu. Böylece Allah onun ruhunu, tertemiz ve pâk iken, hiçbir kötülük ve çirkinligi yokken aldı. Çünkü Allah onun ruhunu tam imanı sırasında herhangi bir günah islemesine kalmadan almıstı. (Önceki günahlarına gelince) Islam, daha öncesini silip yok eder.”
“Fir’avun, hüküm mevkiinde zamanın sultanı (sâhibu’l-vakt) olup da kanûnen ve resmen bunu uygulayınca: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât, 24), dedi. Yâni o söyle demek istiyordu: ‘Her ne kadar her sey bir nispetle rabb ise de onlar arasında bana zâhiren hâkimiyet verilmesi sebebiyle ben onlardan daha yüceyim.’ Sihirbazlar Fir’avun’un söylediklerinin dogru oldugunu bildikleri için onu inkâr etmediler; bilâkis onun en yüce Rabb oldugunu kabul ederek ‘Yapacagını yap, sen ancak bu dünya hayatında istedigini yapabilirsin, dediler” (Tâhâ, 72). Bu nedenle Fir’avun’un: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât, 24) sözü dogru idi ve o Hakk’ın aynı bulunuyordu.” Fusûs (sh: 235-236).
“Kalmadı, tek olan ve va’dine sâdık bulunandan baskası.
Hakk’ın azâbının gözle görünen bir varlıgı yok,
fiayet onlar bedbahtlık yurduna (Cehennem’e) giderlerse,
fiüphesiz farklı nimetlerin bulundugu bir lezzet duyarlar (üretirler).”
“Peygamberlik makamı öyle bir berzahtadır ki,
Rasûlün az üstünde, velinin altında...” Fusûs (sh: 134)
“Allah, bütün iyi sıfatlarla muttasaf (niteli) oldugu gibi kötü ve eksik sıfatlarla da muttasaftır; hastalanan, dövülen, musîbetlere mâruz kalan, eksiklik ve noksanlıklarla vasıflanan bizzat kendisidir”.
”Allah, kulun nitelendigi eksiklik ve kınanmıs sıfatların hepsiyle vasıflanır.”
“Mahlûkâtın varlıgı, Allah’ın varlıgının aynıdır. Bu mahlûkat, ademde (yoklukta) sâbit olan zâtıyla temeyyüz ve mahlûkatta kâim olan Allah’ın varlıgıyla birlesmistir.”
ve daha buna benzer küfür ve sirk içeren pek çok söz. Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/113, 124, 125, 144, 221, 242, 279-285, 305, 355, 356, 365); (4/171); (11/239-242)...
Son olarak, âlimlerin Ibn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem adlı kitabını okumanın ve bu kitabı yaymanın haram oldugu fetvâsını verdiklerini, küfrü ve sirki gerektiren pek çok seyi ihtivâ ettigi için bazı Osmanlı sultanlarının ve Seyhu’l-Islamlarının bu kitabın okunmasını ve yayılmasını yasakladıklarını ve hatta kütüphanelerdeki nüshalarını toplatıp yaktırdıklarını hatırlatmadan geçemeyecegim. (Bk. Ibn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l-Hadîsiyye (sh: 210); Ibn Âbidîn (3/294). Bir de bunun yanında Ibn Arabî ve görüslerine cevaben pek çok reddiye yazıldıgını hatırlatmak gerekir. Bunlardan bazıları sunlardır:
1- Ibn Teymiyye (ölm.729h.): “Risâletün fi’r-Reddi alâ Ibn Arabî fî Da’vâ Imâni Fir’avn”; “Risâletün fi’r-Reddi alâ
Fusûsi’l-Hikem” (Fetâvâ içinde 2/121-133, ayrıca bk. 11/239-242); “Hakîkatü Mezhebi’l-Ittihâdiyyîn ev Vahdeti’l-Vücûd”
(Fetâvâ içinde 2/134-285); “er-Reddü’l-Akvam alâ mâ fî Fusûsi’l-Hikem” (Fetâvâ içinde 2/362-451).
2- Abdullatîf b. Abdullah es-Suûdî (ölm.736 h.): “Fetâva’s-Suûdî”.
3- Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer Taftazânî (ölm. 793h.): “Vahdet-i Vücûd Risâlesi”.
4- Takıyyuddîn el-Fâsî (ölm. 832h.): “Tahzîru’n-Nebîhi ve’l-Gabî mine’l-Iftitâni bi Ibn Arabî”; “el-’lkdu’s-Semîn fî Târîhi’l-Beledi’l-Emîn” (2/160-199). Bu bölüm; Ali Hasen Abdülhamîd tarafından “Cüzün fîhi Akîdetü Ibn Arabî ve Hayâtuh” adıyla ayrı bir risâle olarak yayımlanmıstır.
5- Burhâneddîn el-Bukâî (ölm. 885h.): “Tenbîhu’l-Gabî ilâ Tekfîri Ibn Arabî”. Abdurrahmân el-Vekîl tahkikiyle 1372 h. yılında basılmıstır.
6- Bedrân b. Ahmed el-Halîlî: “Netîcetü’t-Tevfîk ve’l ‘Avn fi’r-Reddi ale’l-Kâilîne bi Sıhhati Imâni Fir’avn.
7- es-Seyyid Ârif: “Serhu’s-Seyyid Ârif alâ Risâleti Ibni’l-Kemâl fî Tenzîhi Ibn Arabî”. Buradaki Ibnu’l-Kemâl
meshur Osmanlı âlimi Ibn Kemâl Pasa’dır. Hicri 940 yılında vefat etmistir. Bk. Ibnu’l-’Imâd, Sezerâtü’z-Zeheb (8/238-239).
8- Sa’dullah (veya Sa’duddîn) b. Îsâ b. Emîr Hân (ölm. 945h.): “Fetvâ Sa’d Efendi fi’l-Fusûs”.
9- Molla Aliyyu’l-Kârî (ölm.1014h.): Vahdet-i Vücûd Risâlesi.
10- Dr. Mûsâ b. Süleymân ed-Düveys: “Resâil ve Fetâvâ fî Zemmi Ibn Arabi’s-Sûfî.”
Ibn Arabî’nin hal tercemesi için yukarıdakilere ek olarak bk. Ibn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ (2/356, 464, 465); (11/239); Zehebî, Siyer (23/48-49); Târîhu’l-Islâm (19/204-206); Mîzânu’l-I’tidâl (3/659-660); Ibn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (13/167); Ibn Hacer, Lisânü’l-Mîzân (5/311-315); Ibn Tagriberdî, en-Nucûmu’z-Zâhire (6/339); Ibnu’l-’Imâd, Sezerâtü’z-Zeheb (5/190); Dr. Salâhuddîn el-Müncid, ed-Durru’s-Semîn fî Menâkıbi’s-Seyh Muhyiddîn.

[217]. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (4/141). Bu beyit, ilgili kitapta “ve küllü kelâmin” lafzı yerine “Elâ küllü kavlin” olarak geçmektedir. Anlamı aynıdır. Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/229, 353, 377, 473); (12/149, 174); Deru Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl (2/245-257); Câmiu’r-Resâil (sh: 156-162); Minhâcu’s-Sünne (2/373); Serhu’l-Akîdeti’l-Esfehâniyye (sh: 90,162); Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, sh: 172); Molla Aliyyu’l-Kârî, Serhu’l-Fıkhı’l-Ekber (sh: 34).

FASIL

Kur’ân, Allah’ın Kelâmıdır[218]

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüsüne göre, Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır, indirilmistir, yaratılmamıstır.[219] O’ndan baslamıstır ve O’na dönecektir. Allah, Kur’ânla gerçekten konusmus, onu Cebrâil’e iletmis, Cebrâil’de onu Muhammed –Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmistir.[220] Bütün bu söylenenleri Kitap ve Sünnet kanıtlamaktadır:

Kitap’tan bazı kanıtlar, Allâh-u Teâlâ’nın su buyruklarıdır:
“Ve eger müsriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını isitip dinleyinceye kadar ona aman ver.” (Tevbe, 6).

Yâni Kur’ân’ı dinleyinceye kadar.

“Bu mübârek kitabı sana indirdik” (Sâd, 29)

“Onu (Kur’ân-ı), Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık arap diliyle, senin kalbine indirmistir.” (Suarâ, 193-195)[221]

Sünnet’ten bazı kanıtlar da sunlardır:

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’de hac mevsiminde kendisini insanlara sunarken söyle söylemisti:
“Rabbimin kelâmını (sözünü) bildirebilmem için acaba beni kendi kavmine götürecek bir adam yok mu? Çünkü Kureys, Rabbim Azze ve Celle’nin kelâmını bildirmemi önledi.”[222]

Yine Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, el-Berâ b. ‘Âzib[223] -Radıyallâhu anh-’e söyle demistir:
“Yatagına yatacagın zaman (namaz için abdest aldıgın gibi abdest al. Sonra sag yanın üzerine yat ve) söyle de: Allahım! Nefsimi (canımı) sana teslim ettim, yüzümü sana döndüm, isimi sana havâle ettim ve sırtımı sana dayadım. Ümit ve korku sanadır. Sıgınılacak ve dayanılacak, ancak sensin. Indirdigin kitabına ve gönderdigin peygamberine iman ettim.”[224]

‘Amr b. Dînâr’[225]da söyle demistir:
“Yetmis yıldan beri içinde bulundugum insanların hep sunu söylediklerini duyarım: ‘Allah yaratandır. O’nun dısındaki hersey yaratılmıstır. Yalnız Kur’ân hariç. Çünkü Kur’ân, Allah’ın kelâmı olup yaratılmamıstır. O’ndan baslamıs ve O’na dönecektir.”[226]
“O’ndan baslamıstır” sözünün anlamı sudur: Kur’ânla konusmaya baslayan Allah’tır. Yâni onunla ilk ve baslangıç olarak konusan O’dur. Bu sözde, Allah Kur’ân’ı kendi dısında yarattı diyen Cehmiyye’ye cevap (reddiye) vardır.

“O’na dönecektir” sözü ise, iki anlam tasıyabilir:

1- Kur’ânla konusma sıfatı Allah’a döner. Buna göre Allah’tan baska hiç kimsenin Kur’ânla konustugu nitelendirilmesine kalkısılamaz. Çünkü Kur’ânla konusan Allah’tır. Konusmak da konusanın bir sıfatıdır.

2- Bazı eserlerde geldigi gibi Kur’ân Allah-u Teâlâ’ya kaldırılacaktır: “Muhakkak Kur’ân mushaflardan ve gönüllerden
(silinip) kaldırılır.”[227] Bu da -ki Allah en dogrusunu bilir- insanlar Kur’ân ile ameli bırakıp ondan tamamen yüz çevirdikleri zaman olacak, serefinin korunması için Kur’ân insanlardan Allah’ın katına kaldırılacaktır.228 Yardım istenecek ancak Allah’tır.


[218]. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bk. Ibn ‘Useymîn, Serhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye (1/424-447, 2/93-100); Serhu Lüm’atü’l-I’tikâd (sh: 77-85). Ayrıca bk. 199 nolu dipnot.

[219]. Kur’ân’ın yaratılmamıs oldugunun delilleri sunlardır:
“Günesi, ayı ve yıldızları emrine boyun egmis olarak yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne kutsaldır (yücedir).” (A’râf, 54).
“Eninde sonunda emir Allah’ındır.” (Rûm, 4). Yâni mahlûkatı yaratmadan önce de sonra da emir O’nundur. el-Es’arî, el-Ibâne an Usûli’d-Diyâne (sh: 86).
Dikkat edilecek olursa Allah bu iki ayette de, yaratmayla emretmeyi birbirinden ayırmıs ve emretmenin yaratmaktan ayrı bir sey oldugunu belirtmistir. Zaten eger emir yaratılmıs olsaydı, bu emrin baska bir emirle, diger emrinde daha baska bir emirle yaratılmıs olması gerekecek ve böylece bu emirlerin sonsuza kadar zincirleme bir sekilde birbirini izlemesi
gerekecekti ki, böyle bir iddia kesinlikle bâtıldır. Çünkü Allah-u Teâlâ Kur’ân’da bir seyi yaratmak veya helak etmek istedigi zaman bunu emriyle yaptıgını haber vermistir. Emri ise O’nun kelâmından baska bir sey degildir:
“Bir seyin olmasını (bir sey yaratmak) istedigi zaman, O’nun emri (sözü, buyrugu) ona “Ol” demekten ibarettir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn, 82).
“Biz, bir seyin olmasını istedigimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece “Ol” dememizdir. O da hemen oluverir.” (Nahl, 40).
“Gögün ve yerin O’nun emri (sözü, buyrugu) ile ayakta durması da O’nun (varlıgının ve kudretinin) delillerindendir.”(Rûm, 25).
“Katımızdan bir emirle (sözle, buyrukla) her hikmetli ise o gecede (Kadir gecesinde) hükmedilir.” (Duhân, 4-5).
“O (rüzgar), Rabbinin emriyle (sözüyle, buyruguyla) her seyi yıkar, mahveder.” (Ahkâf, 25).
Bütün bu ayetler bize, “emr”in yaratmaktan ayrı bir sey oldugunu, vücûd bulmanın ve yaratılmanın, ancak yaratılmamıs olan bu “emr” ile meydana geldigini, çünkü “emr”in öncesi ve sonu olmayan Allah’a ait oldugunu; onunla diledigi zaman diledigi seyi yaratıp diledigi zaman diledigi seyi de yok ettigini açıkça göstermektedir. Bir de bunun yanında bizzat Allah-u Teâlâ’nın kendisi, Kur’ân’ın “emr”’den oldugunu su buyruklarında bize haber vermektedir:
“Ve onlara (Isrâilogullarına) emirden (kelâmımızdan veya bu kelâmdan olan ve dinin kaynagını teskil eden Tevrat’tan) açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılıga düstüler. fiüphesiz Rabbin, ayrılıga düstükleri seyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. Sonra da seni
emirden (kelâmımızdan veya bu kelâmdan olan ve serîatın kaynagını olusturan Kur’ân’dan) bir seri’ate memur kıldık. Öyleyse sen ona uy; sakın bilmeyenlerin heveslerine (isteklerine) uyma. “ (Câsiye, 17-18.).
“Iste bu, Allah’ın size indirdigi emridir (buyrugudur).” (Talâk, 5).
“Iste böylece biz sana da emrimizden bir rûh (Kur’ân’ı) vahyettik. Sen, kitap nedir, imân nedir bilmezdin. Fakat biz onu (kitabı) kullarımızdan diledigimizi kendisiyle dogru yola (hidayete) eristirdigimiz bir nûr kıldık. fiüphesiz ki sen dosdogru bir yolu göstermektesin.” (Sûrâ, 52).
Dikkat edilecek olursa bu son ayette Allah-u Teâlâ, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahyedilen seyin Kur’ân oldugunu söylemektedir. Eger Kur’ân yaratılmıs olsaydı, vahyedilmis olması dogru olmazdı. O halde bu kuraldan hareketle, Kur’ân vahiy olunca da yaratılmamıs olması gerekmektedir. Çünkü Kur’ânla konusan bizzat Allah’ın kendisidir.
Zira Kur’ân Allah’ın kelâmıdır. Kelâm ise kendi basına ayakta duran, bagımsız bir sey degildir ki Allah’tan ayrı olsun. Zaten eger kendi basına ayakta duran, bagımsız, Allah’tan ayrı bir sey olsaydı o zaman biz ona: “yaratılmıs” derdik. Fakat kelâm, onunla konusanın bir sıfatıdır. Onunla konusanın bir sıfatı olunca da, Allah’tan olmakta, dolayısıyla da yaratılmamıs olmaktadır. Çünkü Allah Azze ve Celle’nin sıfatlarından hiçbiri yaratılmamıstır. Yaratılmıs olan ise yaratıcının bir eseridir, O’ndan ayrıdır. Tıpkı yapılmıs bir sanat eserinin onu yapandan ayrı oldugu gibi. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bk. el-Es’arî, el-Ibâne (sh: 85-118); Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (sh: 171-177); Serhu’l-Fıkhı’l-Ekber (sh: 26-31); Serhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye (1/427-428, 430-433); (2/94); Serhu Lüm’atü’l-I’tikâd (sh: 78-79); Prof. Dr. Talat Koçyigit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakasalar (sh: 184-189). Ayrıca bk. 233 nolu dipnot.

[220]. Nitekim Ebû Hanîfe söyle demistir:
“Kur’ân, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı olup, mushaflarda yazılmıs, kalplerde (zihinlerde) hıfzedilmis, dillerle okunmus ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e inmistir.” el-Fıkhu’l-Ekber, sh: 58.
“Allah-u Teâlâ’nın kelâmı yaratılmıs degildir, fakat Mûsâ’nın ve diger yaratıkların kelâmı yaratılmıstır. Kur’ân ise Allah’ın kelâmı olup kadîm ve ezelîdir, onların (yaratılmısların) sözleri degildir.” A.g.e., sh: 58.
“Biz, Kur’ân’ın Allah-u Teâlâ’nın kelâmı olup yaratılmamıs oldugunu ve peygambere vahyi ve indirdigi (tenzîli) oldugunu ikrâr (kabul) ederiz. Kur’ân, Allah’ın ilâhî zâtının aynı olmayan, zâtından da ayrı düsünülemeyen kelâm sıfatıdır.
O, Allah’ın hakîki bir sıfatıdır, mushaflarda yazılmıs, dillerle okunmus ve kalplerde yer tutmaksızın muhafaza edilmistir.” el-Vasıyye, sh. 73-74.
“Her kim Allah’ın kelâmının yaratılmıs oldugunu söylerse o, Allah-u Teâlâ’yı inkar etmis olur.” el-Vasıyye, sh: 74.
“Allah’ın kelâmı kendisinden ayrılmaksızın okunan, yazılan ve hıfzolunandır.” el-Vasıyye, sh: 74.
“Kur’ân, Allah-u Teâlâ’nın kelâmıdır ve O’ndan nasıl oldugu bilinmeksizin söz olarak çıkmıs (baslamıs), Allah bunu peygamberine vahiy olarak indirmis, mü’minler de bu minval üzere onun hak oldugunu tasdîk etmisler ve Kur’ân’ın gerçekten Allah’ın hakîkî kelâmı olduguna tam bir kanaatle inanmıslardır.” Serhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, sh: 168).
“Kur’ân, kulların kelâmı gibi yaratılmıs degildir.” A.g.e., sh: 168.

[221]. Ayrıca bk. (Bakara 75; En’âm 92, 155; Hicr 9; Nahl 101, 102, 103; Isrâ 78, 106; Kehf 27; Furkân 1; Suarâ 192; Neml 76; Zümer 1; Fetih 15; Vâkıa 78; Hasr 21; Abese 16; Burûc 22, Kadir 1).

[222]. (SAHIH HADIS): Ahmed (3/222, 339, 390); Ebû Dâvûd (No: 4734); Tirmizî (No: 2925); Ibn Mâce (No: 201); Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ (bk. Tuhfetü’l-Esrâf, 2/175); Dârimî (No:3354); Hâkim (No: 4220) ve digerleri Câbir b. Abdullah radiyallâhu anh’den. Hadisi, Tirmizî (5/169) ve Hâkim (2/669) tashih etmis, Zehebî de Hâkim’in tashihine katılmıstır. Imam Heysemî ise Mecmau’z-Zevâid (6/35)’de ricâlinin (râvilerinin) güvenilir olduklarını belirtmistir. Ayrıca el-Elbânî hadisin sahih oldugunu söylemektedir. Bk. Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha (No: 1947); Fıkhu’s-Sîre Tahrici (sh: 114, 1 nolu dipnot); Sahîhu Süneni’t-Tirmizî (No:2925); Sahîhu Süneni Ibn Mâce (No: 167).

[223]. Meshûr sahâbî, el-Berâ b. ‘Âzib b. el-Hâris b. ‘Adiyy b. Cusem b. Mecde’a b. Hârise b. el-Hâris b. ‘Amr b. Mâlik b. el-Evs el-Ensârî el-Evsî. Künyesi Ebû ‘Umâre (Ebû Amr’da denmistir) olan el-Berâ b. ‘Âzib kendisi gibi sahâbî olan ‘Âzib b. el-Hâris’in ogludur. el-Berâ b. Âzib sahâbenin büyük fıkıhçılarındandır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisinin ve Ibn Ömer’in yaslarının küçük olmasından dolayı Bedir savasına katılmalarına izin vermemistir. Ilk katıldıgı savas Uhud savasıdır. Hendek de denmistir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ile 14, bir rivâyette de 15 savasa katıldıgı rivâyet edilmistir. 18 savasta denmistir. Ibn Hacer 15 savas rivâyetinin senedinin sahih oldugunu söylemektedir. Ebû ‘Amr es-Seybânî’ye göre hicri 24 yılında Rey sehrini O fethetmistir. Baskaları ise Reyy sehrini Huzeyfe radiyallâhu anh’ın fethettigini söyler. el-Berâ b. ‘Âzib, Ebû Mûsâ el-Es’arî ile Tuster, Hz. Aliyle beraber Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaslarına katıldı. Hz.
Aliyle birlikte Hâricîlere karsı savastı. Daha sonra Kûfe sehrinde kendine bir ev insâ ederek orada ikâmet etti. Mus’ab b. ez-Zübeyr’in emirligi sırasında hicri 72 yılında Kûfe’de dünyaya gözlerini yumdu. Hz. Peygamber’den 305 hadis rivâyet etmistir. Buhârî ve Müslim 22 hadisini ortaklasa rivâyet etmislerdir. Ayrıca Buhârî 15 hadisinin rivâyetinde, Müslim ise 6
hadisinin rivâyetinde teferrüd etmislerdir. Bk. Esmâu’s-Sahâbeti’r-Ruvât (sh: 46-47, No: 14), el-Istî’âb (1/239-240); Siyer (3/194-196); el-Isâbe (1/411-412), Tehzîbu’t-Tehzîb (1/388-389); Takrîbu’t-Tehzîb (sh: 164).

[224]. (SAHIH HADIS): Hadisin devamı söyledir: “Eger bunu söyledigin gece ölürsen, fıtrat üzere ölürsün. Geceleyin söyleyecegin en son seyler bunlar olsun.” Ahmed (4/285, 290, 292, 296, 299, 300, 305); Buhârî (No: 6311, 6313, 6315, 7488); Müslim (No: 2710); Ebû Dâvûd (No: 5046); Tirmizî (No: 3394); Ibn Mâce (No: 3876); Dârimî (No: 2683) ve digerleri el-Berâ b. ‘Âzib’den. Hadis sahihtir. Bk. el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmii’s-Sagîr (No: 276); el-Kelimu’t-Tayyib Tahkiki (No: 41); Sahîhu’l-Kelimi’t-Tayyib (No: 34); Miskâtü’l-Mesâbîh Tahkiki (No: 2385); Riyâzu’s-Sâlihîn Tahkiki (No: 1470).

[225]. ‘Amr b. Dînâr el-Mekkî, Ebû Muhammed el-Esrem el-Cumahî el-Mekkî. Büyük imam ve hadis hâfızı. Tâbiînden olan ‘Amr b. Dînâr, Ibn Abbâs, Ibn Ömer, Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdullah, Ebu’t-Tufeyl ve baska sahabîlerden hadis dinlemis, kendisinden de Katâde, Ibn Cüreyc, Mâlik b. Enes, fiu’be, Süfyân es-Sevrî ve daha pek çok hadis âlimi hadis rivâyetinde
bulunmuslardır. Hakkında fiu’be: “Hadiste ‘Amr b. Dînâr’dan daha sebt birini görmedim” derken Abdullah b. Ebî Nüceyh ise: “Kesinlikle ‘Amr b. Dînâr’dan daha fakîh birini görmedim. Ne Atâ’, ne Mücâhid ne de Tâvûs” demistir. Geceyi üçe bölen ‘Amr b. Dînâr gecenin üçte birinde uyur, diger üçte birinde hadislerini ögretir, diger üçte birinde ise namaz kılardı. 30 yıl Mekke’de fetvâ veren ‘Amr b. Dînâr hicri 126 yılında vefat etmistir. Bk. Tezkiretü’l-Huffâz (1/113-114); Siyer (5/300-307); Tehzîbu’t-Tehzîb (8/25-26); Sezerâtü’z-Zeheb (1/171).

[226]. (SAHIH ESER): Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘Ibâd (No: 1); et-Târîhu’l-Kebîr (2/338); Dârimî, er-Redd ale’l-Cehmiyye (No: 344); en-Nakdu ale’l-Merîsî (sh: 116); el-Lâlekâî (No: 381, 386, 396); Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ (10/205); el-Esmâ ve’s-Sıfât (sh: 245, diger baskıda 1/381-382); el-I’tikâd (No: 266); Ibn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (2/253); Zehebî, el-Uluvv (sh: 115, Ebû Bekr el-Hallâl’dan); Ibn Batta, el-Ibâne (2/548) ve digerleri birbirine yakın lafızlarla. Eserin isnâdı sahihtir. Bunu Beyhâkî, el-I’tikâd (No: 266)’da, Ibn Teymiyye’de, Minhâcu’s-Sünne (2/253) ve Mecmûu’l-Fetâvâ (3/174, 198, 401)’de belirtmektedir.

[227]. Nitekim Huzeyfe radiyallâhu anh’ın Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet ettigi sahih hadiste Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem söyle buyurmustur: “Kıyamet günü Islam, elbise naksının silinip yok oldugu gibi silinip yok olacaktır. Öyle ki (yeryüzünde) ne orucun, ne namazın, ne haccın, ne de sadakanın ne oldugu bilinmeyecektir. Allah Azze ve
Celle’nin kitâbı (Kur’ân) bir gecede kaldırılıp yükseltilecek ve yeryüzünde ondan bir ayet bile kalmayacaktır. O zaman insanlardan büyükler ve yaslılardan olusan gruplar kalacak ve söyle diyeceklerdir: ‘Biz bababalarımızı (atalarımızı) bu kelimeyi yâni Lâ ilâhe illallâh kelimesini söylerken bulduk, bunun için biz de onu söylüyoruz,’” Ibn Mâce (No: 4049); Hâkim (No: 8460, 8646) ve digerleri. Hadis sahihtir. Hadisi Hâkim (4/520, 588) ve Ibn Hacer (Fethu’l-Bârî, 13/16) tashih etmis, Zehebî de Hâkim’in tashihine katılmıstır. (Bk. el-Müstedrek 4/588). el-Elbânî’de hadisin sahih oldugunu söylemistir. Bk. Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha (No: 87); Sahîhu’l-Câmii’s-Sagîr (No:8077).
Ayrıca hadis mevkûf olarak (sahâbî sözü) ancak merfû’ hükmünde Ebu Hureyre ve Abdullah b. Mes’ûd radiyallâhu anhumâ’dan gelmektedir. Bk. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr (9/141-142, No:8700); Abdürrezzâk, el-Musannef (3/362-363, No: 5980, 5981). Bunun da senedi sahihtir. Bk. Ibn Hacer, Fethu’l-Bârî (13/16); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid (7/329-330);
Abdullah el-Cudey’, el-Akîdetü’s-Selefiyye fî Kelâmi Rabbi’l-Beriyye (sh: 172-174).


FASIL

Lafiz ve Melfûz (Sözün Kendisi ve Söylenilen Sey)

Bu bölümde kelâm,[229] Kur’ân ile ilgilidir. Daha önce Kur’ân’in, Allah’in kelâmi olup yaratilmamis oldugu geçmisti. Acaba Kur’ân’in lafzi yaratilmistir veya yaratilmamistir dememiz dogru olur mu? Yoksa bu konuda susmak mi gerekir?

Bu soruya cevap olarak sunlar söylenilebilir:
Bu konuda olumlu ya da olumsuz bir söz genellemesinde bulunmak dogru degildir. Ancak bu konuda ayrintili bir açiklama yapmak gerekirse sunlar söylenilir:
- Eger lafiz ile kulun kendi fiili olan telaffuzu, konusmasi kastedilmisse, bu yaratilmistir. Çünkü hem kul, hem de fiili yaratilmistir.[230]
- Yok eger lafiz ile söylenilenin kendi kastedilmisse, bu Allah’in kelâmi olup yaratilmamistir. Çünkü Allah’in kelâmi O’nun kendi sifatlarindandir. Sifatlari da yaratilmamistir.[231]
Imam Ahmed’in (Allah kendisine rahmet etsin) su sözü bu ayrima isaret etmektedir: “Kim benim Kur’ân’i telaffuz etmem yaratilmistir der ve bununla Kur’ân’i kastederse o Cehmî’dir.”[232]
Imam Ahmed’in “bununla Kur’ân’i kastederse” sözü, o kisinin; bu sözüyle Kur’ân’i degilde kendi fiili olan telaffuzunu kasdetmesi durumunda Cehmî olmayacagini gösterir.[233] Allah en dogrusunu bilir.



[229]. Burada kelâm sözüyle anlatılmak istenen Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’dır.

[230]. [231]. Nitekim bu ayrıma Ebû Hanîfe’de isaret etmistir. O söyle demistir:
“Bizim Kur’ân’ı Kerîm’i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız yaratılmıstır, fakat Kur’ân yaratılmıs degildir.” el-Fıkhu’l-Ekber, sh: 58.
“Mürekkep, kagıt ve yazıların hepsi yaratılmıstır. Çünkü bunlar kulların fiilleridir. Fakat Allah’ın kelâmı yaratılmıs degildir.” el-Vasıyye, sh: 74.

[232]. (SAHIH ESER): Abdullah b. Ahmed, es-Sünne (No: 131, 175, 178-186); el-Hallâl, es-Sünne (No: 1783-1790), el-Lâlekâî (No: 602); Ibnu’l-Cevzî, Menâkıbu’l-Imam Ahmed (sh: 206); Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât (sh: 264, diger baskıda 1/406); Mecmûu’l-Fetâvâ (7/655); (12/170, 210, 306, 567); Deru Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl (1/261); Tezkiretü’l-Huffâz
(2/748); Siyer (11/288) ve digerleri birbirine yakın lafızlarla. Eser sahihtir. Eserin farklı lafızları ve sened kritigi için bk. Abdulilâh b. Selmân el-Ahmedî, el-Mesâil ve’r-Resâil (1/232-257).

[233]. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (7/655-663); (12/61-75, 98, 167, 170-172, 207-210, 231-238, 244, 263-265, 303, 306-308, 363-364, 373-375, 395, 421-427, 432-433, 534-543, 567-568); Tezkiretü’l-Huffâz (2/747-748); Siyer (14/39-40); Muhtasaru’s-Savâıkı’l-Mürsele (2/485-494, diger baskıda 2/306-313); Serhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye (2/94-96).
 
Üst Ana Sayfa Alt