BEREKETSİZ ÂLİMLER, BEREKETSİZ İLİMLER, BEREKETSİZ KİTAPLAR
İlim, eskiden çok zor şartlar altında öğreniliyordu. İlim için uzun yolculuklara çıkılıyor, çeşitli meşakkatlere katlanılıyor, en ehil ilim adamları aranıyor, çoğu zaman açlığa ve susuzluğa katlanılıyordu. Niyetler ihlasa uygun, sırf Allah rızası için, islâma ve müslümanlara, bütün insanlığa hizmet etmek için ilim öğreniliyordu. İlim adamları meîşetlerini kendileri kazanıyorlar, öğrettikleri ilimler karşılığında ücret almadıkları gibi yazdıkları kitapları da Allah rızası için yazıyorlardı. İlim talebeleri hocalarının yazdıkları kitapları kopya ediyorlar ve ezberliyorlardı. O zamanki âlimlerin öğrettikleri ilimler de yazdıkları kitaplar da bereketliydi. Allah onları sevdiği için hem onları hem de onların yazdığı kitapları ümmete sevdirmişti. Nitekim bin sene önce yazılmış nice kitaplar bugün değerinden hiç bir şey kaybetmemiş şekilde müslümanlar arasında değer gösterilerek, saygı duyularak okunuyor ve raflardaki yerlerini koruyorlar.
Günümüzde (çok azı müstesnâ) ilim adamları mevki ve makamlara gelebilmek, para kazanmak ve şöhret elde etmek için ilim öğreniyorlar. Kitap yazıyorlar ve o kitaplara o kadar fiyat koyuyorlar ki âdeta alıp okumasınlar dercesine. İlim adamı ilmi Allah rızası için öğrenmediğinden insanlar katında da hiç bir değeri olmuyor. İlimleri bereketsiz olduğu gibi yazdıkları kitaplar da bereketsiz. Nitekim birisi kitap yazıyor, bir sürü reklamı yapılıyor, beş on bin satılıyor ondan sonra adı sanı unutulup gidiyor. Türkiye'yi ele aldığımızda şu anda ilim adamı diyebileceğimiz, insanların çoğunun teveccüh gösterdiği, sözleri ve fikirleri ile insanları harekete geçirecek kaç tane ilim adamı sayabiliriz?
Bugün ilim öğrenmek aslında çok kolaylaştı. İlim bazen önünüzdeki bilgisayardaki bir tık'ın gerisindedir. Ama ilim ehlinden öğrenilir düsturuyla hareket edilmediğinden, hem ilim adamı hem öğrenci ihlaslı olmadığından, ilme kötü niyetle girildiğinden öğrenilen şey ilim olmaktan çıkıyor kuru bir bilgiden ibâret kalıyor. İlimde çile, zorluk olmadığından öğrenilen o kuru bilgiler de hovardaca harcanıyor. İlmin hayâ ve edebi öğrenilmediğinden cedelcilik başlıyor ve kuru tartışmalar yaşanıyor.
Önceki nesiller ilim öğrenmeye önce Kur'an'ı öğrenerek ve ezberleyerek başlarlardı. Sonra da kişi çocuğunu ehil bir âlime teslim eder ondan ilim almasını sağlardı. Günümüzdeki sanal âlimcikler ise Kur'an'ı bile ya hiç okumasını bilmiyor veya biliyorsa da doğru dürüst okumasını bilmiyor. İlmin usûlünü, edebini, hayasını hiç almadan eline aldığı bir mealle veya bir hadis kitabının tercümesi ile başlıyor fetvâ vermeye, onu bunu eleştirmeye, tekfir etmeye. Dersine, sohbetine gittiği hatta gitmediği, internetlerden sohbetini dinlediği bir kimseyi tek islam âlimi zannediyor ve ondan dinlediği şeyleri de islamın tek doğrusu zannediyor. Onun gibi düşünmeyen, onu eleştiren herkesi de kâfir îlan ediyor. Oysa usûlüne göre azıcık ilim öğrenseydi belki o sevdiği kişinin söylediklerinin bir çoğunun yanlış olduğunu, veya doğru olsa bile onun tek doğru olmadığını, o konuda başka şekilde yorum yapan ilim ehlinin de olduğunu anlayacakdı. Bakın, bugün tarîkatlar genellikle böyledirler. Şeyhleri ne söylerlerse söylesin, başka ilim ehli onun söylediğinin islama aykırı olduğunu, hattâ küfür ve şirk barındırdığını söyleseler bile onları hiç kâle almaz ve "şeyhim ne söylerse söylesin doğrudur", der. O şeyhler de müridleri yanlışlarını görüp dağılıp gitmesinler diye müridlerinin kendi kitaplarının dışında kitaplar okumalarını, kendi dergilerinin dışında dergiler okumalarını, kendi sohbetlerinden başka sohbetlere, derslere katılmalarını istemezler.
Bugün kendilerini islam cemaatı diye adlandıran bir çok cemaat de maalesef öyledir. Kendileri tarîkatları, başka cemaatleri alabildiğince eleştirip yanlışlarını söylerlerken kendi cemaat liderlerini eleştiremedikleri gibi eleştirilmesini de aslâ hazmedemezler. Bugün islam cemaatı denilen bir cemaatın lideri bir yerde konuşurken o cemaatten birisinin "efendim şu konuda yanılıyorsunuz, bu, şu şu hadise aykırıdır, bir çok âlim bu konuyu şöyle açıklamaktadır", diyebilirler mi? Derlerse ne olur? Hemen bâğî, hâin ilan edilir mi edilmez mi? "Sen hocamızı nasıl eleştirirsin", denilir mi denilmez mi? Ama Hz. Ebubekir yaptığı bazı şeylerden dolayı sorgulanıyordu. Hz. Ömer bir çok icraatında eleştiriliyor, sahabeler onunla kıyasıya tartışıyorlardı. Ama onlardan eleştirenler sırf Allah rızası için doğruyu bulmak, halifeyi yanlışından döndürmek için eleştiriyorlardı. Yâni eleştirmek için eleştirmiyorlardı. Eleştirilenler de eğer eleştirenlerin dedikleri haksa hemen yanlışından dönüyorlardı.
Müctehid imamların devrini düşünelim. Onlar öğrencilerine ders verirken öğrencileri hocalarının bazı konudaki görüşlerine karşı çıkıyorlar, onların delillerine delil ile karşılık veriyorlardı. Hocalarının bazı görüşlerine katılmıyorlar, o hususta kendilerinin daha kuvvetli gördükleri delillere göre hareket ediyorlardı. Yani onlar ilmin hakkını veriyorlardı. Fakat bugün tarîkatların, cemaatların görüşleri, fikirleri âdetâ din hâline getirildi. Hatasız, mutlak doğru gibi görüldü. Bu yüzden de kendilerinden başkalarını, kendimizden başkalarını sevemez olduk, birlik beraberlik kuramaz olduk, asgarî meselelerde bile yardımlaşamaz olduk. İşte bütün bunlar bana göre hakîkî ilimsizliğin ve hakîkî ilme teslim olmamanın sonucudur.
İlim öğreneceksek mutlakâ ehlini sorup soruşturalım, bulalım ve ondan ilim öğrenelim. Öğrendiğimiz ilme de teslim olalım ve amel safhasına koyalım. İslâmî dâire içinde olan ihtilaflara da hoş görü ile bakalım. İlim adamlarını, liderlerimizi sevelim, sayalım ama sevgimizi de abartmayalım, islamın reddettiği bir sevgiye taşımayalım. Selam ve duâ ile.
İlim, eskiden çok zor şartlar altında öğreniliyordu. İlim için uzun yolculuklara çıkılıyor, çeşitli meşakkatlere katlanılıyor, en ehil ilim adamları aranıyor, çoğu zaman açlığa ve susuzluğa katlanılıyordu. Niyetler ihlasa uygun, sırf Allah rızası için, islâma ve müslümanlara, bütün insanlığa hizmet etmek için ilim öğreniliyordu. İlim adamları meîşetlerini kendileri kazanıyorlar, öğrettikleri ilimler karşılığında ücret almadıkları gibi yazdıkları kitapları da Allah rızası için yazıyorlardı. İlim talebeleri hocalarının yazdıkları kitapları kopya ediyorlar ve ezberliyorlardı. O zamanki âlimlerin öğrettikleri ilimler de yazdıkları kitaplar da bereketliydi. Allah onları sevdiği için hem onları hem de onların yazdığı kitapları ümmete sevdirmişti. Nitekim bin sene önce yazılmış nice kitaplar bugün değerinden hiç bir şey kaybetmemiş şekilde müslümanlar arasında değer gösterilerek, saygı duyularak okunuyor ve raflardaki yerlerini koruyorlar.
Günümüzde (çok azı müstesnâ) ilim adamları mevki ve makamlara gelebilmek, para kazanmak ve şöhret elde etmek için ilim öğreniyorlar. Kitap yazıyorlar ve o kitaplara o kadar fiyat koyuyorlar ki âdeta alıp okumasınlar dercesine. İlim adamı ilmi Allah rızası için öğrenmediğinden insanlar katında da hiç bir değeri olmuyor. İlimleri bereketsiz olduğu gibi yazdıkları kitaplar da bereketsiz. Nitekim birisi kitap yazıyor, bir sürü reklamı yapılıyor, beş on bin satılıyor ondan sonra adı sanı unutulup gidiyor. Türkiye'yi ele aldığımızda şu anda ilim adamı diyebileceğimiz, insanların çoğunun teveccüh gösterdiği, sözleri ve fikirleri ile insanları harekete geçirecek kaç tane ilim adamı sayabiliriz?
Bugün ilim öğrenmek aslında çok kolaylaştı. İlim bazen önünüzdeki bilgisayardaki bir tık'ın gerisindedir. Ama ilim ehlinden öğrenilir düsturuyla hareket edilmediğinden, hem ilim adamı hem öğrenci ihlaslı olmadığından, ilme kötü niyetle girildiğinden öğrenilen şey ilim olmaktan çıkıyor kuru bir bilgiden ibâret kalıyor. İlimde çile, zorluk olmadığından öğrenilen o kuru bilgiler de hovardaca harcanıyor. İlmin hayâ ve edebi öğrenilmediğinden cedelcilik başlıyor ve kuru tartışmalar yaşanıyor.
Önceki nesiller ilim öğrenmeye önce Kur'an'ı öğrenerek ve ezberleyerek başlarlardı. Sonra da kişi çocuğunu ehil bir âlime teslim eder ondan ilim almasını sağlardı. Günümüzdeki sanal âlimcikler ise Kur'an'ı bile ya hiç okumasını bilmiyor veya biliyorsa da doğru dürüst okumasını bilmiyor. İlmin usûlünü, edebini, hayasını hiç almadan eline aldığı bir mealle veya bir hadis kitabının tercümesi ile başlıyor fetvâ vermeye, onu bunu eleştirmeye, tekfir etmeye. Dersine, sohbetine gittiği hatta gitmediği, internetlerden sohbetini dinlediği bir kimseyi tek islam âlimi zannediyor ve ondan dinlediği şeyleri de islamın tek doğrusu zannediyor. Onun gibi düşünmeyen, onu eleştiren herkesi de kâfir îlan ediyor. Oysa usûlüne göre azıcık ilim öğrenseydi belki o sevdiği kişinin söylediklerinin bir çoğunun yanlış olduğunu, veya doğru olsa bile onun tek doğru olmadığını, o konuda başka şekilde yorum yapan ilim ehlinin de olduğunu anlayacakdı. Bakın, bugün tarîkatlar genellikle böyledirler. Şeyhleri ne söylerlerse söylesin, başka ilim ehli onun söylediğinin islama aykırı olduğunu, hattâ küfür ve şirk barındırdığını söyleseler bile onları hiç kâle almaz ve "şeyhim ne söylerse söylesin doğrudur", der. O şeyhler de müridleri yanlışlarını görüp dağılıp gitmesinler diye müridlerinin kendi kitaplarının dışında kitaplar okumalarını, kendi dergilerinin dışında dergiler okumalarını, kendi sohbetlerinden başka sohbetlere, derslere katılmalarını istemezler.
Bugün kendilerini islam cemaatı diye adlandıran bir çok cemaat de maalesef öyledir. Kendileri tarîkatları, başka cemaatleri alabildiğince eleştirip yanlışlarını söylerlerken kendi cemaat liderlerini eleştiremedikleri gibi eleştirilmesini de aslâ hazmedemezler. Bugün islam cemaatı denilen bir cemaatın lideri bir yerde konuşurken o cemaatten birisinin "efendim şu konuda yanılıyorsunuz, bu, şu şu hadise aykırıdır, bir çok âlim bu konuyu şöyle açıklamaktadır", diyebilirler mi? Derlerse ne olur? Hemen bâğî, hâin ilan edilir mi edilmez mi? "Sen hocamızı nasıl eleştirirsin", denilir mi denilmez mi? Ama Hz. Ebubekir yaptığı bazı şeylerden dolayı sorgulanıyordu. Hz. Ömer bir çok icraatında eleştiriliyor, sahabeler onunla kıyasıya tartışıyorlardı. Ama onlardan eleştirenler sırf Allah rızası için doğruyu bulmak, halifeyi yanlışından döndürmek için eleştiriyorlardı. Yâni eleştirmek için eleştirmiyorlardı. Eleştirilenler de eğer eleştirenlerin dedikleri haksa hemen yanlışından dönüyorlardı.
Müctehid imamların devrini düşünelim. Onlar öğrencilerine ders verirken öğrencileri hocalarının bazı konudaki görüşlerine karşı çıkıyorlar, onların delillerine delil ile karşılık veriyorlardı. Hocalarının bazı görüşlerine katılmıyorlar, o hususta kendilerinin daha kuvvetli gördükleri delillere göre hareket ediyorlardı. Yani onlar ilmin hakkını veriyorlardı. Fakat bugün tarîkatların, cemaatların görüşleri, fikirleri âdetâ din hâline getirildi. Hatasız, mutlak doğru gibi görüldü. Bu yüzden de kendilerinden başkalarını, kendimizden başkalarını sevemez olduk, birlik beraberlik kuramaz olduk, asgarî meselelerde bile yardımlaşamaz olduk. İşte bütün bunlar bana göre hakîkî ilimsizliğin ve hakîkî ilme teslim olmamanın sonucudur.
İlim öğreneceksek mutlakâ ehlini sorup soruşturalım, bulalım ve ondan ilim öğrenelim. Öğrendiğimiz ilme de teslim olalım ve amel safhasına koyalım. İslâmî dâire içinde olan ihtilaflara da hoş görü ile bakalım. İlim adamlarını, liderlerimizi sevelim, sayalım ama sevgimizi de abartmayalım, islamın reddettiği bir sevgiye taşımayalım. Selam ve duâ ile.