Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Zeyn'el Abidin, İmam Zeyd, Muhammed Bakır ve Cefer'i Sadık Kimdir, Muteber midir? Eserleri Nelerdir?

Ebu Hayseme Çevrimdışı

Ebu Hayseme

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Es'selamu Aleykum ve Rahmetullah.

Zeyn-el Abidin,
İmam Zeyd,
Muhammed Bakır,
Cafer-i Sadık kimdir?
Bu kişiler mu'teber midir? Günümüze ulaşan eserleri var mıdır? Varsa nedir? Allah ilminizi arttırsın.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullahi we berakatuh;

Zeyn el Âbidin (Zeynelabidin); Ali bin Ebi Tâlib (r.anh)'ın torunu, Huseyin bin Ali (r.anhuma)'nın ise oğlu olub Tabiîn'dendir.
Annesi de Acem sultanının kızı olan Şehr-i Banu Gazele'dir. İran'ın fethinden sonra esir alınan sultanın üç kızından biri olup, Ali (r.anh) tarafından Huseyin (r.anh) ile evlendirilmiş ve bu izdivaçdan Zeyn el Âbidin dünyaya gelmiştir.
Kerbela vakıasında başta babası Hüseyin (r.anh) olmak üzere, çok sayıda mu'minin şehid edilmesine şahid olmuştur.


İmam Zeyd; Huseyin bin Ali (r.anhuma)'nın torunu, Ali Zeyn el Abidin (r.aleyh)'in oğludur.
Annesi, Muhtâr es-Sekafî’nin babasına hediye ettiği, (kaynaklarda güzel ahlâkına dair övücü ifadelerin bulunduğu) Ceydâ (Haydâ) adlı Sindli bir câriyedir.
İmam Zeyd bin Ali Zeyn el Âbidin, Zeydiyye mezhebinin imamıdır.


Muhammed el-Bâkır; kunyesi Ebû Ca'fer olub Alî b. Ebî Tâlib (r.anh)'ın torunu Ali Zeyn el Abidin bin Huseyin'in oğludur. İmam Zeyd bin Ali'nin abisidir.
Şia'nın fırkalarından İsnâaşeriyye’nin 5. , İsmâiliyye’nin 4. imam kabul ederler. Bakır lakabı, "bâkıru'l-ilm" tamlamasının kısaltılmış şekli olarak "ilmi yarıb derinliklerine ulaşan, geniş ilim sahibi" anlamına gelir
Muhammed el-Bâkır’dan kendisiyle aynı yaşlarda olan oğlu Ca‘fer es-Sâdık’la birlikte ders aldı. Ayrıca Ebân b. Osman b. Affân, Urve b. Zubeyr ve Ubeydullah b. Ebû Râfi‘ gibi muhaddislerden hadis rivayet etti. Medine’de kaldığı sırada birçok âlimden ders okudu. Sahâbe neslinin hayatta kalanlarından bazılarıyla görüşme fırsatı buldu. En son vefat eden sahâbî kabul edilen Ebu’t-Tufeyl (ö. 100/718-19) bunlar arasındadır.
Annesi Fâtıma bint Hasan'dır. Baba tarafından Huseyin'in, anne tarafından Hasan'ın torunudur.


Câfer-i Sâdık; babası Muhammed Bâkır bin Ali Zeyn el Âbidin bin Huseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir.
Şia fırkasının 12 imamının 6.sı kâbul edilir.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Câfer-i Sâdık; babası Muhammed Bâkır bin Ali Zeyn el Âbidin bin Huseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir.
Şia fırkasının 12 imamının 6.sı kâbul edilir.

Hicri I. asrın sonunda ve II. asrın ilk yarısında Medineli Münevvere'de nurlu bir irfan kaynağı ve Hz. Ali'nin soyuna mensup bir aile vardı. Şehidoğlu şehid Hüseyin'in ölümü faciasından beri Ehl-i Beyt mensupları sadece İlimle uğraşıyorlar, atalarının zekâ ve hidayet nurunu aksettiriyorlardı. Onları sahip oldukları şeref, basit işlerle uğraşmaktan ahkoyardı. Bu sayede onlar, daima acısını tattıkları ve hiç faydasını görmedikleri siyasetten uzaklaşarak, ilmî çalışmalara yönelmişler, atadan oğula miras kalan ictihad mevkilerini korumuşlardı.

Ali Zeynelâbidin, İlim ve asalet bakımından Medine'nin önderi idi. Oğlu Muhammed Bakır da ondan İlim ve irşat önderliğini miras olarak almıştı. İslâm âleminin her tarafından birçok bilginler ona başvurur, Medine'ye gelen herkes, kendisini ziyaret etmeden gitmezdi. Kendisini ziyaret eden ve Ehl-i Beyt taraftarı gözüken sapıklarla, bürünmüş oldukları gizlilik kisvesi altında din dışı fikirlere sahip olanları azarlar ve hayal kırıklığına uğratarak, yüzüstü geri çevirirdi.


İslam fıkhının büyük İmamlarından Süfyan-i Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Irak fakihîerinin başı Ebu Hanife onu ziyaret eder ve irşatlarından faydalanırdı. Irak'ın re'y ile meşhur olan büyük fakihi Ebu Hanife, Muhammed Bakırla Medine'de ilk karşılaştığı zaman aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

Muhammed Bakır: — Dedemin yolunu ve hadislerim kııyasla değiştiren sen misin ? dedi.

Ebu Hanife: Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur.. Ta ki ben de, bana lâyık olan bir şekilde yerime oturayım: Dedeniz Muhammed?(S. A.)'e hayatında sahabîleri nasıl saygı duyuyorlarsa, aynı şekilde ben de size saygı besliyorum,'dedi.:

Bunun üzerine her ikisi de oturdu ve.
Ebu Hanife söze şöyle başladı: — Size üç sorum var, lütfen cevap veriniz:

1 — Kadın mı yoksa erkek mi daha zayıftır?
Muhammed Bakır: — Kadın, dedi.
Ebu Hanife: — Kadının mirasta hissesi erkeğe nisbetle kaçtır? diye sordu.
O, buna: — Erkeğin hissesi iki, kadının hissesi birdir, diye cevap verdi.
— Ebu Hanife: — Dedenizin sözü işte budur. Eğer ben onun dinini değiştirmiş olsaydım, kıyasa dayanarak, erkeğe bir, ,kadma iki hisse verilmesini söylerdim. Çünkü kadın erkeğe nazaran daha zayıftır, dedi.

2 — Namaz mı, yoksa oruç mu daha efdaldır?
İmam Muhammed Bakır, Ebu Hanife'nin bu sorusuna: — Namaz daha efdaldır, cevabını verdi.
Ebu Hanife: — Bu da dedenizin sözüdür. Eğer ben onu değiş tirşeydim, kıyas gereğince kadının ayhâlinden temizlendikten sonra namazı kaza etmesini, orucu da kaza etmemesini emrederdim, dedi.

3 — İdrar mı, yoksa meni mi daha pistir?
Ebu Hanife'nin bu sorusuna da Muhammed Bakır: — İdrar daha pistir, diye cevap verdi.
Ebu Hanife: —Dedenizin dinini kıyasla değiştirseydim, idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra da abdest alınmasını söylerdim. Fakat, kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım, dedi.
Bunun üzerine Muhammed Bakır kalkıp Ebu Hanife'yi kucakladı, yüzünden öptü ve ikramda bulundu.

Bu olaydan anlaşılıyor ki, Muhammed Bâkır'ın İmamlığını bütün bilginler kabul ediyor, kendi görüşleri hakkında ona bir nevi hesap veriyor ve onun başkanlığını kendi istekleriyle teslim ediyorlardı; tâ ki o, kendilerine doğru yolu göstersin.


Muhammed Bakır, bütün sahabilere saygı gösterir, özellikle Ebu Bekr ve Ömer'i (R.A.) hepsinden üstün tutarak, şöyle söylerdi: «Ebu Bekr ve Ömer'in üstünlüğünü tanımayan Sünneti tanımamaktadır. Muhammed Bakır, bir gün dostlarından Câbir el-Cufî'ye şöyle söylemiştir: «Ey Câbir, Irak'ta bizi sevdiğini söyleyen, Ebu Bekr ve Ömer'e dil uzatan ve kendilerine benim böyle emrettiğimi iddia eden bir topluluk türemiş. Onlara, benim kendilerinden beri olduğumu söyle. Allah'a and olsun ki eğer ben halîfe olsam, onların hepsini Allah için öldürürüm. Eğer Ebu Bekr ve Ömer'e Allah'tan rahmet ve mağfiret dilemesem, Hz. Peygamber'in şefaatından mahrum kalırım. Allah'ın düşmanları onları hakkıyla tanıyamazlar.»

Muhammed Bakır, Kur'an ve îslâm fıkhını, açıklayan, şeriatın hikmetlerini kavrayan ve onun amaçlarını tam olarak anlayan bir zat İdi. O, hem Ehl-i Beytin hadislerini, hem de hiç bir fark gözetmeksizin bütün sahabîlerin hadislerini rivayet ederdi.

Ruhi olgunluğu, kalbinin nuru, idrakinin büyüklüğü sayesinde o, ahlâkî ve içtimaî konularda pek çok kıymetli sözler söylemiştir ki bunların her biri, insanı yüceltmeye kâfi gelir. Burada misal olarak onun şu sözlerini naklediyoruz: «Bir insanın gönlüne bir miktar kibir girerse aklından o kadar eksilir*. Oğlu Ca'fer'e yaptığı nasihattan:, Yavrucuğum, tenbellik ve bezginlikten sakın. Çünkü bunlar, her türlü fenalığın anahtarıdır. Eğer tenbellik edersen hakkı yerine getiremezsin. Bezginlik gösterirsen hakka karşı sabredemezsin,» Hikmetli başka bir sözü: «Zenginleri seven bir bilgin görürseniz bilin ki o, dünya ehlidir. Bir zaruret olmaksızın hükümdarın yanından ayrılmayan bir bilgin görürseniz bilin ki, o da hırsızdır.»

Ona göre, farzları yerine getirerek İlim tahsil etmek, zahitük-ten hayırlıdır. O, İlim adamı hakkında şöyle söylemiştir. «Allah'a and olsun ki bir âlimin ölümü, şeytan için yetmiş ibadet ehlinin ölümünden daha sevindiricidir.»

Muhammed Bakır, 114 H. yılında ölmüştür. Ebu'1-Fidâ, Tarih'inde onun 115 H. yılının başında öldüğünü söylemektedir.

îşte İmam Muhammed Baku-, bu vasıfta bir insan olup ilmi ve ilmin gayelerini hakkıyla kavramıştır, bayatını anlatmak istediğimiz îmam Ca'fer'in babası işte budur. Muhammed Bâkır'ın durumundan, onun hangi sülâleye mensup olduğunu bilmek kolayca mümkündü. Çünkü güzel ahlâk, insanlık ve hakîkata yönelme gibi meziyetlerinin üstünde o, daima gençlere her yönden güzel örnek olurdu.

İmam Ca'fer'in babası olan bu büyük insan —Muhammed Bakır—, kendisine eş olarak şerefli Arap kızlarından el-Kâsım b. Muhammed b. Ebi Bekr'in kızı, yani Hz. Ebu Bekr'in torunu Ümmü-Ferve'yi seçmiştir. Böylece îmam Ca'fer'de hem Hz. Ali'nin yiğitliği, hem de Hz. Ebu Bekr'in vefakârlığı birleşmiştir. Ayrıca onun kanında Hz. Ali'nin İlim dehâsı ile Hz. Ebu Bekr'in sabır ve ağırbaşlılığı kaynaşmıştır. el-Milel Ve'n-Nihal yazarı Şehristânî onun şeceresini şöyle özetler: «Ca'fer, baba tarafından; Hz. Peygamber'e, ana rafından da Hz. Ebu Bekr'e dayanmaktadır.»[İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/167-170]

Doğumu Ve Gençlîğî

Ebu Abdillah Ca'fer-i Sadık işte böyle şerefli bir baba ve dededen doğmuştur. Ehl-i Beyt ilminin saf ve berrak kaynağı içerisinde yetişip büyümüş ve böylesine şerefli bir ailenin gölgesinde yaşamıştır. O devrin âdeti üzerine diğer Ehl-i Beyt mensupları gibi o da çocuk denilecek bir yaşta kendisini ilme vermiştir. Bütün Hİcaz'lıların gönüllerinde yaşayan, fazilet, şeref ve güzel ahlâk sahibi olduğu herkesçe kabul edilen dedesi Ali Zeynelâbidin'i görmüştür. İmam Ca'fer-i Sadık'ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicrî 80 veya 83 yılında doğduğu söylenmektedir. Bazıları, onun, bu tarihlerden daha önce doğduğunu ileri sürmektedir. Genellikle Hicrî 80 yalında doğduğu kabul edilmektedir ki amcası İmam Zeyd de aynı yılda doğmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Irak'ın büyük fakîhi îmam Ebu Hanifenin de doğum tarihidir. Buna göre, dedesi Ali Zeynelâbidin öldüğü zaman o, 14 yaşında olup fikrî erginlik çağına ulaşmıştı. Gençliğinde, dedesi Ali Zeynelâbidin ve babası Muhammed Bakır gibi parmakla gösterilen önemli iki kaynaktan feyz almıştır.


O, Medine'nin İlim muhitinde büyük şahabı ve tabiîlerin İlim ve hadisle uğraştığı bir çevrede yetişmiştir. Şüphesiz o, dedesinin yanından ayrılmamakla beraber, hadis ile uğraşan tabiilerin meclislerine Öalar ve onlardan büyük dedesi Hz. Muhammed'in ilmini almakta hiç bir tereddüt göstermezdi. Çünkü, Hz. Peygamber'in İlim ve hadisleri bütün sahabîlerin arasında yayılmıştı; Bazı hadisleri, bir lasjm sahabîler işitmemiş olsalar da, sahabîlerin hepsinin onları işitmemiş olması düşünülemez. Dolayısıyla, sahabîlerin bütününün vâkıf olmadığı bir hadis yoktur. Çünkü bir kısmının duymadığı bir hadîsi, diğer bir kısmı işitip öğrenmiştir. Hz. Peygamber'in ilmini almak isteyenler, bu ilme sahip olanlar arasında fark gözetmez. İşte Hz. Ali'nin teiniz soyundan gelen bu yüksek şahsiyetler de, kendilerini tamamen ilme vermişler ve bu ilmi kimde bulmuşlarsa ondan faydalanmışlardır. İlim bir adam şekline girecek olsa, şüphesiz onu mütevazı bir adam olarak görürdük. Bunun içindir ki bu İmamların, İlim ehline karşı kibirli davranmaları ve sahabîler arasında şu veya bu şekilde bir fark görmek suretiyle ilmi asıl kaynaklarından almamaları düşünülemez.

İmam Ca'fer, tahsil çağında hayatta bulunan Ibni Şihab ez-Zuhrî gibi Medine'de Hz. Ömer'den ve talebesi olan bazı sahabîlerden İlim öğrenmiş bulunan bilgin tabiilerden ders almıştır. Bu tabiîlerin bir kısmı, Ehl-i Beyt'e karşı özel bir ilgi gösteriyordu. Meselâ, Jbni Şihab ez-Zührî ile îmam Ca'fer'in yaşıtı olan îmam Zeyd arasında hususî bir ilgi vardı. Dolayısıyla Ehl-i Beyt ile tabiîlerin ilmî alış-verişl'eri çok sıkı idi. Çünkü hepsi Hz. Peygamber'e dayanmaktaydı.

Burada işaret etmek istediğimiz bir husus da şudur: İmam Ca'fer'in ailesi ile Ebu Bekr Sıddık ailesi arasında önemli bir bağ vardır. Çünkü Ca'fer'in annesi Hz. Ebu Bekr'in torunu el-Kâsım b. Muhammed'in kızıdır. el-Kâsım b. Muhammed, halası Hz. Âîşe'nin yanında yetişmiş ve ondan bir çok hadis rivayet etmiştir. el-Kâsım b. Muhammed, aynı zamanda Medine'Ii yedi fakihten biridir, îlmini bu fakihlerden almış olan İmam Mâlik, el-Muvatta' adlı eserinde en çok bunların İlimlerini toplamıştır. Kısaca, Medine'deki ilmi çalışmalar, İmam Ca'fer'in ailesini de içine almaktadır.

Her tabii, kendisine ulaşan hadisleri topluyor ve onları rivayet etmek isteyenlere aktarıyordu. îmam Ca'fer, annesinin babasına-yetişmiş, ondan İlim tahsil etmiştir. Yani,anne - babası olan el-Kâsım b. Muhammed 108 H. yılında öldüğü zaman Ca'fer talebelik- devresini geçirmiş ve olgun bir yaşa ulaşmıştı. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi el-Kâsım b. Muhammed, hem Hz. Âişe'den, hem de Abdullah b. Abbas'dan İlim almış olup Hz. Ali onun babası Muhammed b. Ebi Bekr'i öz oğlu gibi severdi. Çünkü Hz. Ali, Ebu Bekr Siddîk'dan dul kalan el-Kasım'm baba-annesi ile evlendikten sonra, el-Kâsım'ın babası Muhammedi kendi evine almıştı.

el-Kâsım; halası Hz. Âişe'den ve Hz. Hasan, Hüseyin ve Abdullah b. Abbas gibi Hâşimî büyüklerinden hadis rivayet etmiştir. Aynı zamanda o, bir fakîh olupL hadisin metnini, Kur'an ve meşhur ha-' dişlere kıyas ederek, eleştirirdi. Buna göre o, hem fakih hem de muhaddis idi. Talebesi Ebuz-Zinâd Abdullah b. Zekvan, onun hakkında “el-Kâsım'dan daha bilgin bir fakih, Sünneti ondan daha iyi bilen bir kimse görmedim.'» demiştir. O, çok dindar, derin bir fıkıh ve dikkatli bir rivayet metoduna malik olmakla beraber, hâdiseler karşısında himmet, azim ye keskin .bir görüşe sahipti. İmam Mâlik, Ömer b. Abdilazîz'den «Eğer elimde olsaydı, el-Kâsım'ı yerime halife olarak gösterirdim.» dediğini rivayet etmiştir.

İşte İmam Ca'fer'in ilmî çalışmalarını ilerlettiği, bir devirde bu dedesi el-Kâsım yaşamakta idi.

İmam, Ca'fer-i Sâdık, İlimle uğraşırken ve bu yolda ilerlerken babası ölmüştür. O zaman kendisi 34 veya 35 yaşında idi. Olgunluk çağı olan 40 yaşına ulaştığı zaman hem hadis, hem de fıkıh ilmini elde etmiş ve bütün fakihlerin görüşlerini ehemmiyetle öğrenip en sağlam olan görüşleri bulmaya çalışmıştır.

îmam Ebu Hanîfe'den şöyle rivayet edilir:

«Halife el-Mansur buna; «Ey Ebu Hanife, halk Ca'fer b. Muhammed'e hayranlık duymaktadır. Ona sormak üzere en zor meseleleri tesbit et.» dedi. «Ben de, onun için 40 mesele hazırladım.» Bundan sonra iki İmam Hîre'de el-Mansur'un huzurunda karşılaşmışlardır. Ebu Hanife, bu karşılaşmayı da şöyle anlatır:

«el-Mansur'un huzuruna girdiğim zaman Ca'fer b. Muhammed sağında oturuyordu. Onu görünce içimde öyle bir korku belirdi ki bu, el-Mansur'un heybetinden değil, Ca'fer-i Sadık'in heybetinden geliyordu. Selâm verdim ve Halife bana oturmamı işaret ettikten sonra, ona dönüp beni göstererek, îşte Ebu Hanife'dir, dedi. Ca'fer i Sadık da «evet» dedikten sonra Halife bana dönüp, ey Ebu Hanîfe, meselelerini Ca'fer'e sor, dedi. Ben hazırladığım meseleleri ona tek tek sordum. O; sîz bu hususta şöyle diyorsunuz. Medîneliler şöyle diyor, biz de böyle diyoruz... Bâzan aramızda görüş birliği oluyor, bâzan da birbirimize muhalefet ediyoruz, dedi. Nihayet sorduğum 40 meselenin hepsini cevaplandırdı.»

Ebu Hanîfe, bunları anlattıktan sonra, «İnsanların en bilgini, onların ihtilâflarını en iyi bilendir.» demiştir.

İmam Ebu Hanife doğru söylüyordu. Çünkü fakihlerin ihtilaflarını, görüşlerini, işbat için ileri sürdükleri delilleri, en doğru olan görüşe ulaşmak için kullandıkları metodları bilmek şarttır.İşte Ca'fer-i Sâdık, böyle bir bilgiye sahip olduktan sonradır ki, görüşler arasında bir karşılaştırma ölçüsü bulabilmiştir. Onun fıkhı, ne Irak ne de Medine fıkhının aynıdır. O, kendine has bir fıkıh meydana getirmiştir. Gerçi Irak, Medine ve îmam Ca'fer'in fıkhı da Kur'an-ı Kerim ile Hz. Peygamber’in Sünnetinin gölgesinde doğup büyümüştür. [İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/170-172]


Kozomoloji (Kevniyyât = Evrenbilim) Hakkındaki Görüşü


İbni Hallikân, «Vefeyâtu'l-A'yân» adlı eserinde Ca'fer-i Sâdık'ı şöyle tanıtır: «îmamiyye mezhebinin oniki İmamından biridir. Ehl-i Beyt'in ulularından olup sözünde sadakatli olduğu için «Sâdık» lâkabını almıştır. Üstünlüğü herkesçe bilinmektedir. Sufî ve Tarsuslu Câbir b. Hayyan onun talebesi idi. Câbir b. Hayyan, Ca'fer-i Sâdık'ın beşyüz adedi bulan risalelerini bin varaklık bir kitapta toplamıştır. Ca'fer-i Sâdık, Medine'deki Bakî' mezarlığında yatmakta olan babası Muhammed Bakır, dedesi Ali Zeynelâbidin ve dedesinin amcası Hasan b. Ali'nin kabrine defnedilmiştir. Onun yattığı mezar işte böyle mübarek ve şerefli bir yerdir».[4]

Bu ifadeden şu iki husus anlaşılmaktadır:

1 — Büyük bir kimya bilgini olan; tabiat, kimya ve akaide dair bir çok eserleri bulunan Câbir b. hayyan, Câfer-i Sâdık'ın talebesidir.

2 — Câbir b. Hayyan'm neşrettiği bu beşyüze yakın risale aslında Ca'fer-i Sâdık'a aittir. Fakat bu husus tetkike muhtaçtır. Çünkü Câbir'e nisbet edilen bu risaleler, Ca'fer-i Sâdık'a ait olsaydı, Câbir'in bunu, açıkça ona nisbet etmesi gerekirdi. Câbir, şiiliğe temayülü olan bir kimsedir. O halde, Hz. Ali soyundan olan çağındaki en büyük İmamın sözlerini ona nisbet etmeksizin nakletmesi akla yatmaz. Ancak, Câbir, bu risalelerin Ca'fer-i Sâdık'tan aldığı ilham ve işaretlerin eseri olduğunu söylemiştir.

Bu risalelerin İmam Ca'fer'e nisbet edilişi ne derecede doğrudur, bilemiyoruz. Ancak, İmam Ca'fer'in bu İlimlerle uğraştığı anlaşılmaktadır. Zira, onun zekâ ve manevi gücü, her çeşit ilmi öğrenmeye kendisini sevketmiştir. İmam Ca'fer'in Kozmoloji (Evren bİlim = Kevniyyât) ile uğraştığına dair elimizde birçok delil vardır. O, bu ilmi Allah'ı bilmek, Otoun vahdâniyyetini isbat etmek hususunda bir vâsıta olarak kullanırdı. O, bu konuda, Kur'an'm kâinat hakkında insanları düşünmeye davet ettiği metoda uyardı. Mufaddal b. Amr'e imlâ ettirdiği «Risale tu't-Tevhîd» adlı eserinde güneş, gece ve'gündüz, karanlık ve ışık hakkında şöyle söylemektedir:

«Gündüz ve gece devletini ayakta tutmak içîn güneşin doğuş ve batışını düşününüz. Eğer güneş doğmasaydı dünyamız saçma bir şey olurdu. İnsanlar maişetleri için çalışamazlar, kapkaranlık bir dünyada işlerini yürütemezlerdi. Onlar, ışığın tadını kaybettikten sonra hayatta hiç bir saadet duyamazlardı. Güneşin doğusundaki faydalar açıktır, onları uzun uzun anlatmaya ihtiyaç yoktur... Güneşin batışını düşününüz. O batmasaydı insanlar için huzur ve sükûn olmazdı. Halbuki onlar, bedenlerini dinlendirmek, duygularını toparlamak, yediklerini sindirmek, besinleri organlarına yararlı olacak bir şekilde hazmedecek sindirim cihazlarını harekete geçirmek için huzur ve istirahata nekadar muhtaçtırlar. İnsanları yeniden ve sürekli olarak çalışmaya sevkeden şevk, böyle bir istirahattan sonra ortaya çıkmaktadır. İnsanların çoğu, gecenin karanlığı basmasaydı kazanmak, biriktirmek ve mal sahibi olmak için hiç istirahat etmezdi. Ayrıca yer yüzü, güneşin sürekli ışın ve sıcaklığı altında durmadan ısınırdı. Allah, hikmet ve tedbiri ile güneşin belirli vakitlerde doğuş ve batışını takdir etmiştir. Tıpkı bir evin lâmbası gibi, ev halkı ihtiyaçlarını gidersin diye bir müddet çevresini aydınlatmakta, sonra onların istirahat ve huzurlarını sağlamak için sönmektedir. Böylece, karanlık ve ışık, birbirine karşıt olmakla beraber, dünyanın nizamını sağlamak için biri diğerini desteklemektedir.

«Bundan sonra güneşin yükselişini, yılın dört mevsimini meydana getirmek için alçalışını, bunlardaki tedbir ve maslahatı düşününüz! Kışın ağaç ve bitkiler üzerindeki ısı azalıyor, bunlar meyve ve ürün verme hazırlığı yapıyor, hava yoğunlaşıyor, dolayısıyle bulut ve yağmurlar meydana geliyor, hayvanların vücutları kuvvet ve sağlamlık kazanıyor. Bahar olunca, canlılara bir hareket geliyor, doğrucu unsurlar ortaya çıkıyor, bitkiler filizleniyor, bir süre sonra da çiçekleniyor. Hayvanlar çiftleşerek yavrulamaya hazırlanıyor. Yazın hava ısınıyor, meyveler olgunlaşıyor, vücutlardaki fazlalıklar atılıyor, yeryüzü kuruyarak iş ve bina yapmaya elverişli bir hale geliyor. Güzün hava berraklaşıyor, hastalıklar gidiyor, vücutlar sağlamlaşı-yor ve geceler uzuyor!.. Hava bu mevsimde gayet güzelleşiyor ve türlü faydalar meydana geliyor... Yılın devretmesini sağlamak için güneşin oniki burcu dolaşmasını ve bundaki tedbiri düşününüz t Dört mevsim işte bu devir sayesinde meydana gelmektedir.»[5]

Bu ifadelerin Ca'fer-i Sâdık'a nisbeti doğru ise onun kozmoloji, burçlar ve yıldızlar hakkındaki İlimlerle uğraştığı bir gerçektir.

Adı geçen risalenin, Ca'fer-i Sâdık'a nisbetini reddedecek bir delile sahip değiliz. İmamiyye (Ca'feriyye) mezhebi mensupları, bu risalenin İmam Cafer'e ait olduğunu kabul etmektedirler. Kesin bir delil olmadıkça bir çok bilginlerin kabullendiği bir görüşü reddetmek doğru değildir. Çünkü bir delile dayanmaksızın herhangi bir fikri ortaya atıp kabul ettirmek, ilmi de İlim geleneğini de temelinden yıkar. Düşünebilenler, böyle bir yola baş vurarak, delilsiz bir dâvayı ortaya atmazlar.

Tarihçiler, Ca'fer-i Sâdıkla Câbir b. Hayyan arasındaki ilgiyi kabul etmektedirler. Câbir, itikad ve İman esasları konusunda îmam Ca'fer'den ders almış ve onun görüşlerini benimsemiştir, İmam Ca'fer'in, eşyanın mahiyetleri, madenlerin özellikleri ve eşyanın birbiriyle karışımından çıkan neticeler üzerinde durduğunu yine tarihçiler anlatırlar. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, adı geçen risalenin ihtiva ettiği bilgilerin, hiç olmazsa, büyük bir kısmı İmam Ca'fer'e aittir.

İmam Ca'fer, İslâm âleminde felsefî İlimlerin Arapçaya girmeye, felsefe ekollerinin kurulmaya ye araştırmaların düzenli bîr şekil almaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Çünkü Emevîlerin sonuna doğru ve Abbasîlerin ilk devirlerinde, Süryanîler ve başkaları vasıtasıyla İslâm düşüncesine Hint ve Yunan düşüncesi girmeye başlamıştır.[6]

Cefr İlmi[7]

İmam Ca'fer'in propagandasını yapanlar, onun İlim ve incelemeleriyle yetinmezler; ona, çalışıp okumakla öğrenilmeyen, fakat Peygamber (S.A.V.)'in Hz. Ali'ye verdiği ve onun da, Peygamber'-den aldığı vasiyet üzere, kendisinden sonra gelen oniki İmama devrettiği bir İlim nisbet ederler, işte onlar oniki İmamdan altıncısını teşkil eden İmam Ca'fer'e nisbet olunan bu ilme «Cefr ilmi» adını vermişlerdir.

Cefr kelimesi, aslında, kemikleri irileşmiş ve sertleşmiş kuzuya denir. Bu kelime, daha sonra deri mânasına kullanılmıştır, İmam Ca'fer'in Cefr ilmine sahib olduğunu iddia edenlere göre bu İlim, tahsille elde edilmeyen ve Allah katından verilen bir ilmin adıdır. Günümüzdeki bazı şiî yazarları bu konuda şöyle derler: «Cefr ilmi, dünyanın sonuna kadar meydana gelecek hâdiselerin bilinmesini sağlayan harflerin ilmidir. İmam Ca'fer'in Cefr ilmine sahip olduğu kendisinden nakledilmiştir. O, bu ilmi şöyle anlatmıştır: Cefr, deriden bir kap olup geçmiş İsrailoğulları bilginlerinin ilmi onun içindedir. O bilginlerden Cefr'e dair birçok şey bize kadar gelmiştir. Bu ilmi ve onunla ne kasdedildiğini bilmesek de, Cefr ilminden bahseden bazı hadisleri biliyoruz. Bu İlim, îsrailoğulları bilginlerinin faydalandığı kaynaklardandır. Allah, bu şerefli ilmi onlara ihsan etmiştir»[8].

Muhammed b. Yakub el-Kuleynî (el-Kulînî, Öl. 328 H.) «el-Kâfi» adlı eserinde — bu eser, İsnâ-Aşeriyye mezhebine göre kaynak vazifesi gören dört hadis kitabından biridir— şöyle demektedir: «Cefr1-de Musa'nın Tevratı, isa'nın İncili ve bütün Peygamber ve vasilerin, geçmiş îsrailoğulları bilginlerinin İlimleri, helâl, haram, olmuş ve olacak şeylerin ilmi mevcuttur. Cefr iki kısma ayrılır: Birinci kısmı keçi derisi üzerine yazılmış kitaplar, diğeri de koç derisi üzerine yazılmış kitaplardır.»

el-Kuleyni, el-Kâfi'sinde aynen şunları da söylerler: «İmam Ca'fer-i Sâdık şöyle demiştir: Bu gün sabahleyin, Allah'ın Hz. Mu-hammed'e ve O'ndan sonra gelecek olan İmamlara özel olarak vermiş olduğu Cefr kitabına baktım. Orada bizim gaib İmam (bu onikinci İmanıdır)'m doğuşunu, Sâmmarra'da kayboluşunu, geri dönüşündeki gecikişini, ömrünün uzunluğunu, o zaman mü'minlerin karşılaşacağı belâları, kalblerinde şüphelerin doğuuşnu, çoğunun dinlerinden dönüşünü ve Kur'anda Allah'ın, «Her insanın amelini kendi boynuna doladık»[9] âyetiyle işaret buyurduğu İslâm bağını, yani velayeti omuzlarından atışını düşündüm.»

«Ey Peygamber'in torunu, bildiğin bu İlimle bizi birazcık şereflendirmez misin?dedik. O da bize şöyle cevap verdi: Allah, bizden gelecek kaim'e peygamberlerinin sünnetlerinden bazı şeyler ihsan etmiştir. Meselâ, Nuh'un sünnetinden uzun ömürlülüğü, İbrahim'in sünnetinden gizlice doğmayı ve insanlardan uzak yaşamayı, Musa'nın sünnetinden başkalarını korkutma ve gözden gaip olmayı, İsa'nın sünnetinden kendisi üzerinde insanların ihtilâfa düşmesini, Eyyub'un sünnetinden sıkıntıya uğradıktan sonra ferahlığa kavuşmayı, Muhammed'in sünnetinden de kılıçla ortaya çıkmayı vermiştir. Kaim, işte O'nun hidayetine uyar ve O'nun yolundan gider.»[10]

Bundan sonra el-Kâfî'de, Cefr'in İmam Ca'fer'e verilen bir kitap olduğu ve onun zaman zaman bu kitaba başvurarak olmuş ve olacak şeylere ait gayb ilmini gerek harfler, gerek remzler, gerekse haberler vasıtasıyla bildiği anlatılmaktadır. Bir kısım Ca'ferüerin iddiasına göre Cefr, her İmamın kendisinden sonra gelen İmama bıraktığı bir kitap veya İlimdir. Daha sonra el-Kuleynî, el-Kâfî'sinde aynen şöyle demektedir:

«Allah Tealâ, Peygamberine bir kitap indirdi. Bu kitabı getiren Cebrail, ey Muhammed, bu senin asil (necib)'lere vasiyyetindir, dedi. Muhammed de, ey Cebrail, asiller kimlerdir? diye sordu. O da: Ali ve evlâtlarıdır, dedi. Bu kitap üzerinde altın mühürler vardı. Hz. Muhammed, aldığı bu kitabı Ali (R.A.)'ye verdi. Ona mühürlerden birini açıp onunla amel etmesini söyledi. Sonra Hz. Ali, bunu oğlu Hasan'a verdi. O da bunun bir mührünü açıp onunla amel etti. Sonra Hasan, onu kardeşi Hüseyn'e verdi. Hüseyn de onun bir mührünü açınca kendisine; ailenle birlikte şehid olmaya çık; onlara şehid-lik, ancak seninle nasip olacaktır. Canını Allah'a sat ...denildiğini gördü.»

«Daha sonra o, bu kitabı oğlu Ali Zeynelâbidin'e verdi. O da, bunun bir mührünü açınca kendisine; başını eğerek sus, evine çekil, ölünceye kadar Rabbma ibadet et, diye emredildiğini gördü. Sonra o, bunu oğlu Muhammed Bakır'a verdi. Muhammed Bakır da, bunun bir mührünü açınca; insanlara anlat, onlara fetva ver, Ehl-i Bey t'in İlimlerini yay, salih atalarını doğrula, Allah'tan başka kimselerden korkma, sana kimse dokunamaz... sözleriyle karşılaştı. Sonra onu Ca'fer-i Sâdık'a verdi. O da, bunda;*insanlara anlat, onlara fetva ver, yalnız Allah'tan kork, Ehl-i Beyt'in İlimlerini yay, atalarını doğrula. Çünkü sen eman ve muhafaza altındasın... sözlerini gördü.»[11]

İslâm bilginleri, İsnâ-aşeriyyeden Cefr ilmi hakkında bir çok şeyler nakletmişlerdîr. Kimisi bu mezhebe bağlı olanların görüşlerini açıklamak, kimisi de onlarla alay etmek için Cefr'den bahsetmiştir. İbni Kuteybe, «Uyûn'l-Ahbâr» adlı eserinde şöyle anlatır: Talha b. Musarrif der ki: Ben abdestli olmasaydım şiüerin Cefr'e dair sözlerini size anlatırdım. Zeydîlerin reisi olan Harun b. Sa'd el-İclî de bir manzumesinde şöyle demiştir:

«Görmez inisin Rafizîleri, bölük bölük oldular! Hepsi de kötü sözler söyler Ca'fer hakkında Onlardan bir bölük, ilâh dedi ona.[12] Diğer bir bölük de tertemiz peygamber dedi. Eğer onların sözünden razı olursa Ca'fer, Allah için ben Cafer'i bırakırım. Cefr derisine şaşarım onların. Cefr'le uğraşanlardan Allah'a sığınırım.» Bu şiirde yer alan şu beyt dikkati çekmektedir: «Onlar fil sırtlandır, zinci kızıldır Deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı».[13] Ebu'1-Alâ el-Maarrî de, Cefr hakkında şöyle söylemiştir: «Hayret ettiler Ehli Beyte, İlimleri Cefr derisinde gelince. Küçük olduğu halde müneccimin aynası, Çöl olsun, mamur olsun gösterir her yeri.»

Cefr hakkında söylenilenlerin bir kısmı bunlardır. Burada şu üç noktayı belirtmek bizim için bir vazifedir:

1 — Biz, Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer-i Sâdık'a nisbetini kabıü etmiyoruz. Çünkü Cefr, gayb ilmi ile alâkalı bir şeydir. Gayb ilmini ise, Allah kendi zatına hasretmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e şöyle buyurulmuştur: «De ki: ben nefsim için ne bir hayra, ne de bir kötülüğe mâlikim. Ancak Allah'ın dilediği müstesnadır. Ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim. BaAa hiç bir kötülük de dokunmazdı.»[14]

Allah, Peygamberine gaybe ait bir takım bilgiler vermiştir. Fakat, O'na bunları mu'cize olmak üzere vermiştir. Nitekim Kur'an'-daki şu âyetler böyledir: «Elif Lâm Mim, Rumlar (Bizanslılar) yenilgiye uğradı, yakında bir yerde. Halbuki onlar, bu yenilgilerinin ardından galip olacaklar, bir kaç yıl içinde, Önünde de sonunda da emir Allah'ındır. Ogün mü'mlnler de sevinecek, Allah'ın yardımıyla. O, kimi dilerse ona yardım eder. O, pek güçlüdür ve pek esirgeyicidir.»[15]

Cefr'i kabul etmemek, îmam Ca'fer'in değerini azaltmaz. O, Allah'ın dininde bir İmam ve hüccet olup İmam Ebu Hanife ve Mâlik gibi büyük fakihler, Süfyan-ı Sevrî ve Süfyan b. Uyeyne gibi büyük muhaddisler ondan İlim almışlardır.

2 — İmam Cafer'e nisbet edilen Cefr ile ilgili rivayetlerin çoğu el-Kuleynî yoluyla gelmektedir. Bu el-Kuleynî, aynı zamanda İmam Ca'fer'in Kur'an'da eksiklik bulunduğunu söylediğini de rivayet etmiştir. El-Kuleynî'nin Kur'an'la ilgili bu rivayetinin yalan olduğunu, İmam el-Mardî ve öğrencisi et-Tusî gibi Isnâ-Aşeriyye'nin büyük İmamları ortaya koymuş ve İmam Ca'fer'den bu rivayetin tam aksini nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi böyle bir İmama nisbet ederek rivayet eden kimsenin bütün rivayetleri, hakikat araştırıcıları nazarında kabul edilmeye lâyık değildir.

3 — Ca'ferî Mezhebi bilginleri, şimdi de İmam Ca'fer için yaz-dızları haltercemelerinde Cefr ile ilgili rivayetleri ona nisbet ediyorlar. Fakat bunları teyid edecek herhangi bir şey ortaya koyamıyorlar, sadece onları nakille yetiniyorlar.

Bana göre Cefr fikrini, Îsnâ-Aşeriyye mezhebine sokanlar Hat-tâbîlerdir. Makrîzî'nin «el-Hıtat» adlı eserinde şöyle denilmektedir: «Hattâbilerin hepsi Ca'fer-i Sâdık b. Muhammed'in kendilerine «Cefr» denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb İlimleri ile birlikte Kur'an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.»[16]

Hattâblerin başı olan Ebu'l-Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb'in sözlerini İmam Ca'fer'in nasıl reddettiğini ileride göreceğiz.[17]


İmam Cafer İlmî Île Çağdaşlarına Feyz Veriyor


İmam Ca'fer'e, kendisinin de reddettiği bir takım sıfatlar verenleri bir yana bırakalım ve onun gerçek sıfatlarıyla yüksek meziyetlerini anlatalım. İmam Ca'fer'in öyle yüksek meziyet ve sıfatları vardır ki, kendisinden sonrakilerin hiç birisi bunlara sahip olamamıştır. O, gençliğinde atalarından ve çağındaki büyük bilginlerden İlim tahsil etmiştir. Babasından ayrıca güzel sohbeti, iyi insanlarla düşüp kalkmayı öğrenmiştir. Babası îmam Muhammed Bakır, kendisine şu öğütlerde bulunmuştur:

«Fâsıkla arkadaşlık etme. Çünkü böylesi, seni tamah ettiği bir lokmaya değişir. Cimri ile de arkadaşlık etme. Çünkü o da, en çok ihtiyaç içinde olduğun bir anda, malım elimden gider diye, seninle ilgisini keser. Yalancı ile de arkadaşlık etme. Çünkü o, serap hükmündedir; sana uzaktan yakın, yakından da uzak görünür. Ahmakla da arkadaşlık etme. Zira o, sana iyilikte bulunmak istediği halde kötülük eder. Akraba tanımıyanla da arkadaşlık etme. Çünkü ben, böylesini Allah'ın kitabında lanetlenmiş olarak gördüm.»[18]

Rivayet edildiğine göre Irak'ın hadis bilgini ve Kûfe'nin vaizi Süfyan'ı Sevri, bir gün îmam Ca'fer'in meclisinde bulunuyordu. Ca'fer ise hiç konuşmuyordu. Süfyan-ı Sevri:

— Benimle konuşmadıkça buradan kalkıp gitmem, dedi. îmam Ca'fer de şöyle cevap verdi:

— Ben seninle konuşuyorum. Ey süfyan, sen, çok konuşmaktan ne iyilik bekliyorsun. Allah sana bir nimet verirse, sen de bunun devamını arzu edersen, Allah'a hamd ve şükrü artır. Çünkü Allah Kur'an'da:«And. olsun ki şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttırırım»[19] buyurmuştur. Rızk'ın gecikirse istiğfarı arttır. Zira Allah; «Rabbımzdan mağfiret dileyin. Çünkü O, çok yarhgayıcıdır. O, gökten bol bol yağmur salıverir. Mallarınızı, oğullarınızı çoğaltır. Size bağlar, bostanlar verir ve sizin için ırmaklar akıtır.»[20] buyurmuştur. Ey Süfyan, sultan veya başka birinin işi seni iyice üzerse «Lahavle velâ kuvvete illâ billâh = Her türlü güç ve kuvvet Allahmdir» sözünü çok söyle. Çünkü bu düa, kurtuluşun anahtarı ve cennet hazinelerinden biridir.

Bunun üzerine Süfyan-ı Sevri, elini sıktı ve «Nekadar önemli üç öğüt!» dedi.

İmam Mâlik, Ca'fer-i Sâdık'tan İlim almıştır. O, îmam Ca'fer'in meclisine sık sık gelir, fıkıh ve hadis öğrenirdi. İmam Ebu Hanife de, Ca'fer'den bir kısım rivayetlerde bulunmuştur. İmam Ebu Yusuf ve Muhanımed'in «el-Âsar» adlı eserlerini okuduğumuz zaman Ebu Hanife'nin Ca'fer-i Sâdık'tan yaptığı rivayetleri görürüz. İmam Ca'fer, güvenilir büyük bir insandı İmam Ebu Hanife kendisiyle yaşıt olan İmam Ca'fer'den istifade etmekten çekinmemiştir. Şii müelliflere göre Ebu Hanife, tam iki yıl Ca'fer-i Sâdık'm yanından ayrılmamıştır. Ebu Hanife'nin bu iki yılı işaret ederek «İki yıl olmasaydı Numan heiâk olurdu» dediği rivayet edilir.

Ebu Nuaym el-İsfehânî, «Hilyetu'l-Evliyâ» smda şöyle demektedir: «Ca'fer-i Sâdık'tan birçok tabiîler rivayet etmiştir. Yahya b. Sâid el-Ensarî, Eyyub es-Sahtiyânî, Ebân b. Taglib, Ebu Amr b. el-Alâl Yezid b. Abdillah b. el-Hâdî bunlar arasındadır. Mâlik b. Enes, Şu'be b, el-Kâsım, Süfyan b. Uyeyne, Süleyman b. Bilal ve İsmail b. fer gibi büyük İmamlar ondan hadis rivayet etmiştir».[21]

Çok tuhaftır ki bu büyük şahsiyetler, Ca'fer-i Sâdık'tan rh ettikleri halde, hicrî üçüncü yılda gelen hadisçilerin çoğu, Ca Sâdık'tan rivayet edilen şeylere şüphe ile bakmışlardır. Elbettt jriezhep taassubundan ileri gelmektedir. Gerçi Şiilerin bir kısmı: Ca'fer'e, söylemediği bazı şeyleri nisbet etmişlerse de, bu, onu: refini eksiltmez. Keza, îmam Ca'fer vasıtasıyla Hz. Ali'ye nisbet len bir takım yalancıların sözleri, Hz. Ali'nin de şerefini düşül Nitekim ifratçılarm Meryem oğlu Hz. İsa'ya Tanrılık isnatları da, çekte O'nun değerini aşağı düşürmemektedir.[22]


İmam Cafer Ve Siyaset


Şehristânî, Ca'fer-i Sâdık hakkında şöyle söyler: «O, dinde de-. riii bir İlim, hikmet'de kâmil bir edep, dünya hususunda büyük bir züht sahibi ve şehevî arzulardan tamamen uzak idi. Medine'de uzun müddet oturmuş, kendi taraftarlarına çok faydalı olmuştur. O, kendisine bağlı olanlara ilmin sırlarım öğretmiştir. Sonra Irak'a gelmiş, orada bir müddet oturmuştur. Bu sırada hiç bir kimse ile hilâfet ve İmamet meselesini tartışma konusu yapmamıştır. Çünkü İlim denizine dalan, sahil aramaz. Hakikatin doruğuna çıkan, düşmekten korkmaz. Allah ile dost olan, insanlardan uzaklaşır. Allah'dân başkasıyla dostluk eden kimseyi de, şeytan arkasına takıp götürür.»

Bu sözler açıkça göstermektedir ki, îmam Ca'fer, hilâfet peşine düşmediği gibi onunla ilgili sözleri dahi dinlememiştir. Bu, ittifakla kabul edilen bir husustur. Fakat înıamiyye Mezhebine bağlı olanlar, Ca'fer-i Şâdık'ın, çağının İmamı olduğunu, «Takiyye» prensibini benimsediğini, hattâ: «Takiyye benim ve atalarımın dinidir» dediğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre takiyye, mü'minin inandığı bazı şeyleri, baskı ve işkenceden korktuğu veya gayesine bu yolla ulaşma imkânını elde etme duygusuna sahip olduğu için gizlemesi ve açığa vurmamasıdır. Bu görüşün dayandığı temel, Kur'an'm, «Müminler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık ona Allah'tan hiç bir şey yoktur. Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı korkmuş olasınız. Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor»[23] âyet-i kerimesidir.

İmamiyye mezhebine mensup olmayanlar da, Ca'fer-i Şâdık'ın hilâfet istemediğini İsrarla ileri sürmektedirler. Bu ihtilâfın iki sebebi vardır.

1 — İmamiyye mezhebine göre İmamete veraset veya Peygamber (S.A.V.)'in vasiyyeti ile erişilir. Ötekilere göre ise İmamet, biat ve bilfiil iş başına geçmekle olur.

2 — İmamiyye mezhebine göre İmam, fiilen iş başına geçmese ve kendisi için bir davetçi (dâî) çıkarmasa dahi İmameti muteber sayılır. İmam Zeyd bahsinde de söylediğimiz gibi, Zeydiler bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

îmam Ca'fer, kendisinin İmam olduğunu iddia etmediği halde Irak'taki şiîler gizli toplantılarında onu İmam olarak anıyorlar ve mezhebine bağlanıyorlardı. Fakat, Ca'fer-i Sâdık'ın tamamen uzak olduğu bir takım fikirleri onun adına ortaya atmaktan çekinmiyorlardı. Şiîlik satan bu gibi insanlara karşı Ca'fer-i Sâdık'ın almış olduğu vaziyeti söz konusu etmeden önce, onun gözleri önünde Ehl-i Beyte yapılan mihnetleri anlatmak istiyoruz.

Ca'fer-i Sâdık; amcası Zeyd b. Ali Zeynelâbidin'in, Emevi halifesi Hişam b. Abdilmelik devrinde hak talebiyle ortaya çıkışını, Ehl-i Beyt'den bilgili ve tecrübeli insanların uyarmasına ve Hz. Hüseyin'i ailesiyle birlikte iş ciddileşince Ibni Ziyad'm pençesine bırakıp kaçan Irak'lılara güvenmemesini hatırlatmasına rağmen, meydana atıldığında feci şekilde öldürülüşünü, daha sonra kabri, eşilerek temiz cesedinin bir hurma kütüğüne asılısını gözleriyle görmüştür. Yine o, İmam Zeyd'in zürriyetinin, oğlu Yahya dâhil olmak üzere, daha sonra ard arda nasıl öldürüldüğünü müşahede etmiştir.

Ru acıklı olaylar sona ermiş; fakat, Ca'fer-i Sâdık'm ruhunda çok ağır etkiler bırakmıştır. O, çağındaki şiîlerin kendilerini nasıl aldattığını, gerekince onlara yardım etmediğini, bol bol konuşup hiçbir iş yapmadığını, teşvik edip iş sıkıya binince kaçtığını iyice öğrenmiştir. Fakat aslında, Hz. Ali'nin de daha önce dediği gibi, onların tuzağına düşen gerçekten aldanmıştır.

Abbasî devleti kurulunca bu devletin başına geçenlerden, amcaları Hz. Ali'nin evlâtlarına karşı daha yumuşak ve daha lûtufkâr davranmaları bekleniyordu. Ebu'l-Abbas es-Seffah devrinde bunun belirtileri de görülmeye başlamıştı. Fakat el-Mansur tahta çıkınca Medine'de Hz. Ali'nin torunlarından Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen, Irak'ta da kardeşi İbrahim ayaklandılar. Bundan sonra Hz. Ali evlâtlarına karşı yine baskılar şiddetlendi ve hepsi göz hapsine alındı. Daha sonra iş, kanlı bir facia ile nihayete erdi. Bu arada, Muhammed en-Nefs-üz-Zekiyye (Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen) Medine'de, kardeşi İbrahim de Irak'ta öldürüldü. Ebu Hanife'nin ho-caşi ye Ehl-i Beyt'in en yaşlısı, adı geçen Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye ile İbrahim'in babası olan Abdullah b. el-Hasen, türlü işkencelere uğradı ve Halife el-Mansur tarafından atıldığı hapishanede tazyik altında 145 H. yılında hayata gözlerini yumdu.

îmam Ca'fer-i Sâdık, bütün bunları gözleriyle gördüğü için siyasetin dolambaçlı yollarından uzaklaşarak kendisini ilme verdi. İlimde teselli, nur, şeref ve dünya arzularına karşı ululuk buldu. Zira İlim ve marifette yükselenlerin gözünden dünya arzuları silinip gider; hele bu arzular çeşitli hilelerle karışmış olursa.. Başkalarının başına gelenlerden ibret alan îmam Ca'fer, «Devlet reisi olmak isteyen helak olur» demiştir.

Fakat siyasetten uzaklaşmış, idari işlere karışmamış, hilâfet iddiasında bulunmamış ve bu yolda bir gayret göstermemiş olmasına rağmen, îmam Ca'fer'in siyasî hiç bir görüşü yoktur diyebilir miyiz? İmam Ca'fer'in hayatını incelediğimiz zaman kesin olarak görürüz ki o, hilâfet iddiasında bulunmamış ve bu maksatla ne açık, ne de gizli hiç bir faaliyet göstermemiştir. Fakat, samîmi talebe ve dostları arasında onun kendine özgü siyasî bir görüşü yaymak İstemediğini iddia edemeyiz. Çünkü, propaganda şeklinde yayılmayan ve fiili bir durum almayan inanç ve kanaatlara zincir vurulamaz. İma-miyye mezhebine bağlı olanlara göre Ca'fer-i Sâdık'ın bu davranışı, takiyye (korku ve gizlilik = Sır tutma) prensibine uymasından ileri gelmiştir. Bize göre ise bu, onun fiili olarak siyasetten uzaklaşmış olmasına bağlıdır.

Bununla beraber İmanı Ca'fer, kendisine bağlı olduğunu iddia eden bir kısım dâîlerin yüzünden çeşitli imtihanlar geçirmiştir. Irak'ta ve İslâm ülkelerinin doğu bölgelerinde bulunan bir takım Ehl-i Beyt dâî'leri (propagandacıları) arasında çeşitli sapık ve çürük fikirler doğmuştur. Bu fikirlerin en ehveni sahabüeri kâfir saymak, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'e lanet etmek; en kötüsü de Ehl-i Beyt mensuplarının Tanrı olduklarını ortaya atmaktır. Nitekim bu dâiler, Muhammed Bakır ve Ca'fer-i Sâdık için bu türlü iddialarda bulunmuşlardır.

îmam Ca'fer zamanında Irak'ta sapık bir dâî vardı. İmamları takdis eden, haramları mubah sayan bu dâî Ebu'l-Hattab Muhammed b. Ebi Zeyneb el-Ecda' el-Esedîdir. Bu dâî, îran asıllı olup 143 H. yılında öldürülmüştür. Makrizinin «el-Hıtat» ında yazdığına göre Cefr'i ortaya atan bu sapık dâî'yi îsa b. Mûsâ öldürmüştür. El-Eş'a-rî, «Makalâtu'l-îslâmiyyîn» adlı kitabında bu dâîye nisbet edilen “Hattâbiyye» fırkasının iddialarını şöyle anlatır:

«Hattâbîler beş fırkadır. Hepsi de İmamların peygamber ve hüccet olduklarını ileri sürer. Onlara göre iki peygamber vardır. Birisi nâtık (konuşan), diğeri de sâmıt (susan) 'dır. Nâtık peygamber Hz.. Muhammed, sâmıt peygamber de Ali b. Ebî Tâlib'tir. Onlar bugün yeryüzundedirler. Olmuş ve olacak herşeyi bilirler. Bütün insanların onlara itaat etmesi farzdır. Hattâbîlere göre Ebu'l-Hattab da peygamberdir. Yukarıda işaret edilen peygamberler, Ebu'l-Hattaba da itaat edilmesini farz kılmışlardır. Aynı şeyi kendileri için de söylemişlerdir. Onlara göre Hz. Hüseyn'in çocukları Allah'ın dostları ve evlâtlarıdır. Daha sonra aynı şeyi kendileri hakkında da ileri sürmüşlerdir. Hattâ îmam Ca'fer'in kendilerinin Tanrısı olduğunu iddia etmişlerdir.»

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre Hattâbiler, İmamların peygamberliğini, sonra daha ileri giderek onların tanrılığını ve çağlarındaki Tanrının îmam Ca'fer olduğunu iddia etmişlerdir. Fâtimîlerin kadılarından el-Kâdi en-Numan et-Temîmi (öl. 363 H.) «Deâlmu'l-İslam» adlı kitabında Ebu'l-Hattab hakkında şöyle söyler:

«Ca'fer-i Sâdık asrındaki dâîlerden en aşırı giden Ebu'l-Hattab idi. Küfre düşen, hattâ peygamberlik dâvasına kalkışan bu adam, Ca'fer-i Sâdık'ın Tanrı olduğunu da iddia etmiştir. Haramların hepsini helâl kılmış ve işlenmesine müsaade etmiştir. Kendisine bağlı olanlar, farzların ağırlığından şikâyet ederek «Yükümüzü, hafiflet, ey Ebu'l-Hattab» demişler, o da, bütün farzları terketmelerini emretmiş, her türlü yasakları ve birbiri için yalancı şahidlik etmelerini mubah kılmıştır. O, İmamı tanıyan kimse için haram olan her şey helâl olur, demiştir. (!) Ebu'l-Hattâb'm bu hali Ca'fer-i Sâdık'a söylendiği zaman o, buna lanet etmiş, ondan tamamen uzak olduğunu bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, îslâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur.»

Bu sapık dâinin sözleri etrafa yayılmış, o çağda mevcut olan ibahiHğin tesirinde kalan ve kalplerinde putperestlik kalıntısı bulunan bazı kimseler tarafından benimsenmiştir. O devirde Ebu'1-Hat-fcab'ın yaydığı görüşlere benziyen daha başka sapık fikirler de oldukça çoğalmıştır. Belki bunların hepsi, aynı kaynaktan besleniyordu. İmam Ca'fer'i siyasetten uzaklaştıran şey, kendi adına ortaya atılan bu görüşleri reddetmek ve düzeltmek mecburiyetinde olduğunu hissedişidir. Burada sözü, el-Kâdi en-Numan'a bırakalım. O, bu konuyu «Deâimu'l-îslâm» da şöyle anlatmaktadır.

«Bize gelen rivayetlere göre Ebu Abdilİah Ca'fer-i Sâdık b. Muhammed, kendisine daha önce dâî olduklarını, ileri sürenlerin duramlarını, Allah'ın tâyin etmiş olduğu sınırları aştıklarını, haram-' lan helâl kıldıklarını, şerîatin zahirini kabul etmediklerini bildiren bir dostuna şöyle yazmıştır: Sen, onların namazı, zekâtı, Ramazan orucunu, haccı, umreyi, Mescid-i Haram'ı, Şehr-i haramı ve mukaddes yerleri, cünüplükten gusletmeyi, Allah'ın kullarına farzettiği her şeyi birer adam diye iddia ettiklerini söylüyorsun. Yine, onlara göre, bu adamları tanıyan kimsenin bütün amellerden muaf tutulacağını; namazı kılmış, zekâtı vermiş, orucu tutmuş, hac ve umreyi yapmış, cünüplükten temizlenmiş, Allah'ın haramlarına, Şehr-i harama ve Mescid-i harama saygı göstermiş olacağını; keza, o adamları kalben tanıyanlar için başı boşluğun ve nefislerini yormamalarının caiz olduğunu söylüyorsun. Yine, o adamları tanıyan kimsenin kendisi bilmese de, Allah'ın emirlerini vaktinde yapmış kabul edileceğini ileri sürdüklerini yazıyorsun. Keza onlar, senin öğrendiğine göre içki, kumar, zina, faiz, murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti gibi Allah'ın yasakladığı kötü şeylerin de birer adam olduğunu iddia ediyorlarmış. Onlar; anaları, kızları, kız kardeşleri, hala ve teyzeleriyle evlenmeyi Allah'ın haram kılmadığını, ancak mü'minlere Peygamberin hanımlanyla evlenmeyi yasakladığını,ötekilerle evlenmenin mubah olduğunu söylüyorlarmış. Onların bir kadına sıra ile peş peşe temas ettiklerini, birbiri için yalancı şahitlik yaptıklarını, dinin bir iç yüzü bir de dış yüzü olduuğnu, iç yüzünü kendilerinin tanıdığını ve asıl istenilen şeyin bu iç yüz (bâtın) olduğunu iddia ettiklerini öğrenmişsin. Bu türlü şeylere inananlar, bana göre, apaçık müşriktir, kâfirdir ve bunda hiçbir kimsenin şüphesi olmamalıdır.»

Bu yüce dîni bozmak isteyen azgın ve sapıklara karşı tmam Ca'fer'in aldığı vaziyet işte budur. O, gücünün yettiği kadar bütün yanlış görüşleri düzeltmeye çalışmıştır. Fakat, İslâmın esaslarını kökünden yıkmak isteyen ve onun mübarek adını sömüren bu türlü sapıkların niyeti elbette islâh değil, kötülük etmekti. İslâmı akîde ve esaslarıyla birlikte yok eden ve nefsî arzuların meydana getirdiği böyle bir ortamda kuvvet kazanan buna benzer sapık propagandalar, İslâm düşüncesine son derecede baskıda bulunuyor ve onu çığırından çıkarmak için zorluyordu. Îbnu'1-Esîr, «el-Kâmil» adlı tarih kitabında bu konuyu şöyle anlatır:

«İslâm düşmanları zor kullanarak îslâmı kökünden yok etmekten ümitlerini kesince; muhaddisler tarafından tesbit edilmiş olduğu gibi, uydurma hadisler ortaya atmaya, bazı meseleleri ileri sürerek, zayıf akıllıları dinleri hakkında şüpheye düşürmeye, tevil ve tenkit'etmek suretiyle doğruyu yanlış göstermeye başlamışlardır.

Bu işi ilk defa Beni Esed kabilesinin azatlısı olan Ebu'l-Hattab Muhammed b. Ebî Zeyneb yapmıştır.»[24]

Şüphesiz, İmam Ca'fer-i Sâdık’in bu sapıklarla yaptığı mücadele çok verimli olmuş ise de, onların nüfuzunu tamamen kıramamıştır. Fakat samimî insanların, bu türlü sapıkların tesirinde kalmasını önlemiştir. Ne var ki îslâmı esasları yıkmak isteyen kötü niyetliler, yine de ifsatlarına devam etmişlerdir.

îşte kendisine veya Ehl-i Beyt'e karşı bağlı olduklarını iddia eden sapıklara karşı Ca'fer-i Sâdık'ın fikri budur. O, her türlü sapık fikirlerle mücadele etmek ve gerçeği ortaya koymak için çok zahmet çekmiştir.

Buna rağmen Halife el-Mansur ondan şüpheleniyordu. Çünkü, bir anne yavrusunu korumak için nasıl hırs ve gayret gösterirse, hükümdar da tahtını korumak için öyle hırs ve gayret gösterir. Tahtını korumak için her şeyini, hattâ kendi varlığını bile feda etmekten çekinmez. Halife el-Mansur da, işte bu endişe ile îmam Ca'fer'in bütün hareketlerini şiddetle kontrol etmeye başlamıştır. Fakat o, tutumunu bu büyük İmama hissettirmek de istememiştir.

El-Mansur, her hacca gidişinde görüşmek için tmam Ca'fer'i yanına çağırıyordu. Bazan onu hürmetle dinliyor, bazan da şüpheli gözlerle onun durum ve tutumunu tetkik ediyordu. Her.iki halde de İmam Ca'fer'den ayrılırken içindeki şüpheleri dağılıyor ve onun herhangi bir fitneye sebebiyet vermiyeceğinden emin oluyordu. Fakat, İmamdan ayrılır ayrılmaz içine yine de bir şüphe düşüyor, ve onun aleyhindeki söylentilerin tesirinden kurtulamıyordu.

îmam Ca'fer taraftarlarının kendisi adına zekât topladıklarını ve bu zekâtla onun Abdullah b. el-Hasen'in oğulları İbrahim ve Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye'ye ayaklandıkları zaman yardım ettiğini öğrenen halife el-Mansur, onu bir kere Bağdad'a çağırdı, İmam Ca'fer huzura çıkınca, Halife söze şöyle başladı:

— Ey Ca'fer b. Muhammed, Muallâ b. Hüneys'in[25] senin adına topladığı bu mallar nedir?

Ca'fer-i Sâdık ona şu cevabı verdi:

— Ey Emiru'l-Mü'minin, Allah'a sığınırım, benim böyle bir şeyle ilgim yoktur. Bunun üzerine Halife:

— Suçsuz olduğunuzu isbat için karınızı boşayacağınıza ve kölelerinizi âzâd edeceğinize yemin eder misiniz ?dedi. İmam Ca'fer de:

— Allah'a yemin ederim ki böyle bir şey yoktur, dedi. Bunun üzerine Halife:

— Hayır! Karınızı boşayacağınıza ve kölelerinizi âzâd edeceğinize yemin edeceksiniz, dedi. Ca'fer-i Sadık da:

— Âlemlerin Tanrısı olan Allah'a ettiğim yemine razı değil misiniz? dedi. Bunun üzerine Halife:

— Bana fıkıh mı öğretiyorsunuz, dedi. İmam Ca'fer de:

— Ey Emirü'l-Mü'minîn, fıkıh benden ayrılır mı? dedi. Halife:

— Bırak bunu, ben şimdi seni şikâyet eden adamı karşına dikeceğim, dedi.

Biraz sonra şikâyet eden adam'ı getirdiler ve İmam Ca'fer'in huturunda sorguya çektiler. Adam:

— Evet, doğrudur, bu zat da şikâyet ettiğim Ca'fer b. Muhammed'dir, söylediklerim de gerçektir, dedi.

İmam Ca'fer:

—Ey adam, bu söylediklerinin doğruluğuna yemin eder misin? , dedi ve ilâve etti:

— Ey adam, ben Allah'ın güç ve kuvvetinden kendisine sığınarak doğru olduğumu söylüyorum, de.

Adam:

— Ben kendi güç ve kuvvetimden Allah'a sığınırım ki söylediklerim doğrudur, dedi.

Halife el-Mansur adama yönelerek:

— Ca'fer b. Muhammed'in verdiği yemini aynı şekilde tekrar et, dedi.

Adam da aynı şekilde yemin etti.

Bu olayı anlatan râvî, sözlerine şunları ilâve etmektedir: Adam, yemin eder etmez kapkara kesilmiş ve ölü olarak yere devrilmiştir. Bu manzara karşısında ürpererek titremeye başlıyan Halife:

— Ey îmam, yarından itibaren dedenin mübarek memleketine dönebilirsin. İstersen burada da kalabilirsin. Bizden size iyilik ve ikramdan başka bir şey dokunmaz. Allah'a and olsun ki bundan sonra aleyhinizde hiç bir kimsenin sözünü kabul etmiyeceğim, demiştir.[26]

Ca'fer-i Sâdık, Halife el-Mansur ile karşılaştığı zaman gerçeği bazan açıkça, bazan da imâ yoluyla söylerdi. Rivayet edildiğine göre; el-Mansur'un yüzüne bir sinek musallat olmuş ve onu sıkıntıya düşürmüş. Bu sırada İmam Ca'fer de huzurda bulunuyormuş. Halife:

— Ey Abdullah'ın babası, Allah, sineği niçin yaratmıştır? diye sormuş. İmam Ca'fer buna :

— Ululuk satanları küçültmek için yaratmıştır, cevabını vermiştir.

Bir defasında el-Mansur, ona şöyle yazmıştır: «Niçin diğer insanlar gibi siz de bizim etrafımızı sarmıyorsunuz?» Buna Ca'fer şu cevabı vermiştir: «Bizim sizden bir korkumuz yoktur ki onun için yanınıza gelelim. Sizin de bir âhiret meseleniz yoktur ki onu size anlatalım. Sizi bir nimet içinde görmüyoruz ki tebrike gelelim. İçinde bulunduuğnuz nimeti felâket de saymıyoruz ki taziyede bulunalım.»

Bunun üzerine Halife ona; «Bize öğüt vermek için yanımızdan ayrılmayınız» diye yazmış, İmam Ca'fer de şu karşılığı vermiştir: «Dünyayı isteyen sana öğüt vermez, âhiret isteyen de seninle arkadaşlık etmez.»[27]

Yazışma işte burada sona ermiştir. İmam Ca'fer'in son mektubu üzerine Halife şöyle söylemiştir: «Allah'a and olsun ki o yanımdakilerden kimin dünyayı, kimin âhireti istediğini ve kimin âhireti dünyaya tercih ettiğini ortaya koydu.»

İşte Halfe el-Mansur, İmam Ca'fer-i Sâdık'ı, kimi zaman şüpheli gözlerle, kimi zaman da böyle saygı ile karşılardı, îmam Ca'fer'i itham etmek, insanların ona daha çok saygı ve bağlılığım sağlıyordu. Fakat İmamın âhirete yönelişi, dünya işlerini ehline bırakışı, çıkacak fitneleri önlüyordu. Esasen sonunda Hahfe, İmamı daima takdir ve saygı ile karşılamaya başlamıştır. Belki de o, tahtına iyice yerleşerek iktidarını kökleştirip hiç bir rakibi kalmayınca içindeki vesveselerden de kurtulmuştur.

İmam Ca'fer," 148 H. yılında Medine'de ölmüştür. Rivayete göre Halife, onun ölüm haberini duyduğu zaman sakalı ıslanıricaya kadar ağlamıştır. el-Yakûbî, bu hususu, «Tarihlinde şöyle anlatır: «İsmail b. Ali der ki: Bir gün Halife el-Mansur'un yanına girdim. O ağlamış ve göz yaşlarıyla sakalı ıslanmıştı. Bana: Ehl-i Beytinizin başına geleni bilmiyor musun? dedi. Nedir, ey Emiru'l-Mü'minîn? dedim. Şöyle cevap verdi: Ehl-i Beytin ulusu, bilgini ve onların en hayırlısının sonuncusu vefat etti. O kimdir, ey Emiru'l-Müminin? diye sordum. O da: Ca'fer b. Mühammed'dir, dedi. Ben de: Allah Emiru'l-Mü'minîn'in ömrünü uzun ve ecrini çok etsin, dedim. Halife de bana: İmam Ca'fer, Allah'ın «Sonra biz, o kitabı kuüarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık»[28] buyurduğu âyetindeki kimselerdendir. Evet o, Allah'ın seçkin ve iyilikte yarışı kazanan kullarından idi.»[29]

Gerçekten İman, takva, ululuk, tslâmuı birliğini bozacak felâketleri doğuran fitnelerden uzak oluş... İmam Ca'fer gibi bir şahsiyete çok yaraşmaktadır. Onu, sevenler de, sevmeyenler de saygı ile anarlar. Herkes onun makamını kıskanır ve hiç bir kimse îslâm. ümmetinin yararlarını bozacağından korkmazdı. O, iyilikte başı almış bir kişidir. Allah, ondan da onun tertemiz atalarından da razı olsun.[30]


İmam Cafer'in Şahsiyet Ve Karakteri


Yukarıdan beri anlattığımız tarihi olaylar, îmam Ca'fer-i Sâ-dık'm hem baba tarafından dedesi Hz. Ali'ye, hem de ana tarafından dedesi Hz. Ebu Bekr'e yakışır bir şahsiyete sahip olduğunu göstermiştir. Burada kısaca, onun daha çok ilmi şahsiyet ve karakterini anlatacağız. Bu anlatacaklarımız, bir bakıma yukarıda anlattıklarımızın neticeleri mahiyetinde olacaktır.

Okuyucunun ilk öğrenmek istediği şey, îmam Ca'fer'in fizyono-nıisidir, sanırım. Haltercemesini yazanlar onu şöyle anlatırlar:

«îmam Ca'fer orta boylu, iri gövdeli, ak ve parlak benizli idi. Yüzünde nur parıltıları vardı. Saçı siyah ve kıvırcıktı. Burnu narin ve büyük, alnı açık idi. Yüzünde bir ben vardı..»

İşte İmam Ca'fer'in fizyonomisi kısaca bundan ibarettir. Karakter ve ruhi yapısı ise, son derecede yüksekti. Halifelerin dahi gıpta ettiği îmam Ca'fer'in yüksek sıfatları şunlardır:[31]


1- İhlası


İmam Ca'fer samîmi, iyi niyetli, yüksek gaye sahibi ve hakikat âşıkı idi. Dünya işlerine düşkün olmadığı gibi, şehvetine düşkün veya ne idüğü belirsiz kimselerden uzak dururdu. O, fedakâr ve açık kalbli kimseleri arardı. Şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaöıan ihlası, kendisini hakîkata ulaştırırdı. Onun basireti şüpheleri giderir ve gerçeğe nüfuz etmesini sağlardı. Aklının erginliği sayesinde o, şehvet gölgelerini dağıtır ve kendisini korurdu. O, ilhamını Peygamber (SA.)'in şu hadisinden alırdı. «Şüpheli şeylerle karşılaştığı zaman basiret gösterenleri, şehevî arzularla karşılaştığı zaman akıllı davrananları Allah sever.»

Onun ihlas sahibi oluşunun birçok âmilleri vardır. Bunların başında mensup olduğu temiz aile gelir. Zira ihlas, bu ailenin göze çarpan en büyük özelliğidir. Esasen ihlas, Peygamber Evine mensup olan ve Hz. Ali'nin torunu bulunan insanlarda olmazsa kimlerde olabilir? Onlar, ihlası babadan 'oğula miras olarak almışlardır. Onlar, bir şeyi severlerse, ancak Allah için severler ve bunu İmanın esaslarından sayarlardı. Nitekim Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur. «Sizden biriniz bir şeyi Allah için sevmedikçe gerçekten İman etmiş olmaz.»

îmam Ca'fer'in ihlasını kuvvetlendiren öteki unsurlar şunlardır :

a) Kendisini ibadete, ilme verişi ve dünya arzularından yüz çevirişi: Bu hususu İmam Mâlik'ten dinleyelim : «Ca'fer b. Muhammed'e gelir İlim alırdım. O çok gülümserdi. Peygamber'in adı anılınca yüzü sararırdı. Ona uzun zaman devam ettim. Her görüşümde onu şu üç şeyden biri ile meşgul bulurdum: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur'an okurdu. Abdestli olmadan Peygamber (S.A.)den dahis rivayet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. Ö, Allah'dan korkan zâhid ve âbid âlimlerden idi. Yanına geldiğim zaman dayandığı yastığı mutlaka alır bana ikram ederdi...»[32]. İmam Mâlik, onun ve diğer büyüklerin faziletlerini uzun uzun anlatır.

b) Takva sahibi oluşu: îmam Ca'fer, haramdan son derecede sakınır, helâl şeyleri israfa düşmeksizin sarfederdi. Peygamber (S.A.)'in «İsrafa ve gurura kapılmaksızın yeyiniz, içiniz ve giyiniz» hadis-i şerifine tam olarak uyardı.

İnsanların karşısına güzel bir kılıkla çıkar, nefsini gösteriştan arıtmak için zühd sahibi olduğunu gizlerdi. Bir lokma ve bir hırka ile yaşadığını gösteren niceleri vardır ki, riyakârlıkları yüzünden çetin bir hesaba çekileceklerdir. Bir kere Süfyan-ı Sevri, îmam Ca'fer'in yanma gelmiş ve onu çok güzel bir kıyafet içerisinde görmüştü. O, bu durumu şöyle anlatır: «İmam Ca'fer'e hayran hayran bakmaya başladım. Bana, niçin bize böyle bakıyorsun ey Sevri? Her halde gördüklerine hayret ediyorsun, dedi. Ben de, ey Peygamber (S.A.)'in torunu, bu elbiseler ne senindir ne de atalarından kalmadır, dedim. O da bana, ey Sevrî, onların çağı kıtlık ve darlık zamanı idi. Onlar da bu kıtlık ve darlığa göre hareket.ediyorlardı. Bizim çağımız ise her türlü ikbal ile geldi, dedi. Sonra cübbesinin yenini kaldırdı; bir de gördüm ki, altında kısa etekli ve kısa yenli beyaz yünden bir cübbe daha var. Bunun üzerine şöyle dedi: Ey Sevri, bunu Allah için giyindik, şu üstündekini de sizin için giyindik. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı ™da açığa çıkardık.»[33]

c) Allah'dan başka hiç, bir kimseyi düşünmeyişi.O, yalnız Allah'dan korkar ve Allah yolunda hiç bir kimseden korkmazdı. Emî-rin emirliğinden, halkın da çokluğundan çekinmezdi. Onu övgü aldatamaz, yergi de bükemezdi. O, İslâmın esaslarını bozmak için uğraşanlardan beri olduğunu ilân etmiş, Halife el-Mânsur'a 'da yardakçılık etmemiştir. O, gerçekten takvası ve hidayet üzere oluşu ile ulu bir er idi.[34]


2- Basiret Ve Îlmi


İhlaslı olunca hikmet nuru kişinin ruhunu aydınlatır; söz, düşünce ve işi dosdoğru olur. Dolayısıyla o, açık bir basiret, gerçeği doğrudan doğruya kavrayan keskin bir zekâ, geniş bir anlayış ve derin bir İlim sahibi olur. Ca'fer de Ehl-i Beytin asalet ve zekâsına vâris olmuş, ruhunu marifetle cilalayarak hakikati kaynaklarından öğrenmiştir. O, şeriatın mânalarını, maksat ve gayelerini aydın gönlü, düşünen aklı ve geniş araştırmaları sayesinde hakkıyla kavramıştır. Ona bir kere, faizi Allah niçin haram kılmıştır? diye sorulduğunda, «İnsanların birbirine karşı cimrilik etmemesi için* diye cevap vermiştir. Onun bu sözü gerçektir. Çünkü insanlar, ancak bir fayda karşılığında birbirine borç verirlerse yardımlaşma ortadan kalkar. Yardımlaşmadan kaçmıldığı zaman cimrilik baş gösterir. Cimrilik artınca da ruhlar kararır. Cimrilik veya sıkılık, ister tüketim isterse üretim için olsun, zarara katılmaksızın borç olarak verilen bir şey üzerinden kazanç sağlamak gibi bir sonuca varır. Halbuki zarara katılmakta yardımlaşma vardır; cimrilik veya sıkılık yoktur.

İmam Ca'fer, hazırcevaptı, sürat-i intikal sahibi, keskin görüşlü büyük bir bilgin idi. Irak'ın büyük fakihi İmam Ebu Hanife'nin sorduğu kırk meseleyi tereddütsüz bir şekilde nasıl cevaplandırdığını, bu meselelerdeki bütün fakihlerin görüşleriyle birlikte kendi görüşlerini nasıl açıkladığını düşünürsek, onun İlim ve zekâsının büyüklüğünü daha iyi anlamış oluruz.[35]


3- Cömertliği


Hz. Ali'nin torunlarındaki cömertlik şaşılacak bir şey değildir. Çünkü; «Allah sevgisiyle yoksulu, yetimi ve esiri doyururlar»[36] ve «Malı Allah sevgisiyle akrabaya, yoksullara, yoldakabmşlara, dilenenlere, köle ve esirlere verenler...»[37] âyetlerinin Hz. Ali ile eşi Hz. Fâtima hakkında nazil olduğu rivayet edilir. İşte böyle bir soydan olan îmam Ca'fer, israfa sapmaksnzn, iyilik edilmeye lâyık olanlara bol bol ihsanda bulunmuştur. O, yakınlarına, insanlar arasındaki anlaşmazlıklar mala dayanıyorsa kendi malından verilmek suretiyle bu anlaşmazlıkların kaldırılmasını emrederdi. Rahmetli şöyle söylerdi: «İyilik ancak şu üç şeyle tamamlanır:

a) İyilikte acele etmekle,

b) iyiliği gözde büyütmemekle,

c) İyiliği gizli tutmakla.»

O, çoğu zaman iyiliği gizli olarak yapardı. Dedesi1 Ali Zeynel-âbidin gibi gecenin karanlığında ekmek, et ve para dolu bir dağarcığı omuzuna alır, Medine'deki fakirlere dağıtırdı. Fakirler kendilerine ihsanda bulunan kişinin kim olduğunu ölünceye kadar bilemezlerdi. Hilyetu'l-Evliyâ'da şöyle anlatılır: «Ca'fer-i Sâdık b. Muhammed, yoksullara o. derecede yardım ederdi ki, elinde kendi ailesine harcıyacak bir şeyciği kalmazdı.»[38]


4- Hilim Ve Müsamahası


İmam Ca'fer, âlicenap ve hİlim sahibi bir insandı. Kötülüğe iyilikle mukabele ederdi. «Ne iyilik ne de kötülük bir olmaz. Sen en güzel olanla mukabele et. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse ile sanki yakın bir dost olmuştur»[39] âyetinde belirtilen sıfatlara lâyıktı. O, şöyle söylerdi:

«Bir kardeşinin seni kötülediğini işitirsen üzülme. Çünkü, onun söylediği doğru ise bu senin başına çabucak gelen bir cezadır. Eğer dediği doğru değilse bu da, senin için işlemediğin bir iyiliktir.»

İmam Ca'fer, kendisiyle münasebeti olan akraba ve hizmetçilerine karşı çok şefkatli davranırdı. Söylendiğine göre o bir defa bir iş için uşağını göndermiş; uşağın gecikmesi üzerine onu aramaya çıkmış ve bir yerde uyur vaziyette bulmuştur. Onun başucuna oturarak uyanincaya kadar rahatını sağlamıştır. Uyanmca ona, «Sana ne oluyor ki gece gündüz uyuyorsun? Geceyi kendine, gündüzü de bize ayıracaksın» demiştir.

Müsamaha ve yumuşak muamele onu, kendisine kötülük edenlere Alîah'dan mağfiret dileyecek kadar büyük bir dereceye yükseltmiştir. Rivayet edildiğine göre gıyabında kendisine kötü bir şey söylendiğini işitince kalkar, abdest ahr, namaz kılar ve Allah'dan kendisine dil uzatanı affetmesini dilerdi. Çünkü kendisinin haklı olduğunu bildiği halde, kendisine haksızca davranan kişinin bağışlanmasını büyüklük sayardı. Güçlü olduğu zaman düşmandan intikam almak ona göre küçüklüktür. Bağışlamakta bir küçüklük yoktur. Fakat, güçlü bir insan için zayıf bir kimseden intikam almak büyük bir zillettir. Bu doğrudur. Çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmaktadır. «Affetmek, şerefi, sadaka da malı azaltmaz.»[40]


5- Sabır Ve Şükrü


Ebu Abdillah Ca'fer-i Sâdık, şükredici bir er idi. Sabır ve şükür mü'minin ruhunda birleşen manevî iki haslettir. Nimete şükreden^ felaket karşısında da sabreder. Hattâ nimete şükür bile sabra muhtaçtır. Felâket karşısında sabır da ancak şükürle gerçekleşir. Rızâ ile sabır, en güzel sabırdır.

îmam Ca'fer sabırlı, huşu sahibi ve ibadete düşkün idi. O felâketler karşısında sabırlı, dostlarından ayrılırken sabırlı, yavrusunu kaybettiği zaman da sabırlı idi ...Küçük yaşta ölen bir çocuğu için üzülerek ağlamış ve «Allahım, alan da sensin veren de sensin, hastalık da sağlık da sendendir!» demiş, sonra ölü oğlunu kadınların yanına götürmüştür. Kadınlar onu görünce feryada başlamışlar, îmanı Ca'fer de, onlara ağlamamaları için yemin vermiş ve çocuğu defnetmek üzere götürürken, «Yavrularımızın ruhunu alan Allah'ı tenzih ederim. Bu, bizim ancak Allah'a karşı olan sevgimizi arttırmaktadır.» demiştir. Çocuğun üzerini toprakla örterken de şöyle söylemiştir: «Biz, o insanlarız ki Allah'dan sevdiğimiz kimselere hoşumuza giden şeyleri isteriz, O da verir. Sevdiğimiz, kimseler hakkında Allah hoşumuza gitmeyen bir şey murad ederse ona da rızâ gösteririz»[41]

O, Allah'ın dilediği her şeye rızâ gösterirdi. Felâketlere şükretmek işte budur. İnleyip sızlanarak yapılan sabır, aslında sabır değil şikâyettir. Zira, sabır ile sızlanmak birbirine zıt şeylerdir. Kısaca diyebiliriz ki, şükürle sabır hallerini kendisinde birleştiren en büyük insan, îmam Ca'fer'dir.[42]


6- Yîğîtlîğî


Hz. Ali'nin torunları gerçekten yiğit kişilerdir. Onlar ölümden korkmazlar. Hele Ebu Abdillah Ca'fer'i Sâdık gibi kalbi İman ile dolu plan, kendisini nefsî ve şehevî arzulardan uzaklaştıran, ruhunu yalnız Allah korkusu sarmış, gönlü yalnız Allah'a İman ile mamur bulunan bir kişi, güç ve azameti ne olursa olsun, hiçbir kuldan korkmaz. O, kendisine taraftar olduklarını iddia ettikleri halde îslâm dînini bozmaya çalışanlara yiğitçe karşı koymuştur. Halife el-Man-sur, bütün şiddet ve heybetiyle, «Allah, sineği niçin yaratmıştır?» diye sorduğunda o, korkmadan, «ululuk satanları küçültmek için yaratmıştır.» cevabını vermiştir. Daha önce de geçtiği gibi ImanvCa'-fer, bazı iftira ve dedikodular sebebiyle Halifenin huzuruna çıkarılmıştı. Halife ile karşılaştığı zaman gösterdiği metanet ve açık bir dil ile verdiği cevaplar, onun yiğitliğini isbat eden en büyük tanıktır. Bakınız o, kendisini itham eden Halifenin yüzüne karşı nasıl nasihat etmektedir:

«Senin, yumuşak ve hİlim sahibi olman gerekir. Çünkü hİlim, ilmin esasıdır. Kudretli olduğun zamanlar nefsine hâkim ol. Çünkü sen, gücünün yettiği bir şeyi yaptığında saldırganlıkla anılmayı seven birine benzemiş olursun. Bil ki sen, müstahak olan birini cezalandırırsan, ancak adaleti yerine getirmiş bulunursun. Şükrü icap ettiren hal, sabrı icap ettiren halden daha üstündür.»

Söylendiğine göre valilerden biri hutbesinde Hz. Ali'ye dil uzatınca, Ca'fer-i Sâdık, ayağa kalkarak, onun sözünü reddetmiş ve konuşmasını şu cümlelerle bitirmiştir: «Dikkatli olunuz, size söylüyorum, kıyamet günü mizanı en çok boş olan ve en çok ziyana uğrayan kimse, âhiretini başkasının dünyası için satandır, işte böylesi fâşıktır.»

İmam Ca'fer'in kendisi için hilâfet dâvasından kaçınması yiğitliğine bir zarar getirmez. Çünkü yiğit, yapacağı davranışın sonucunu düşünmeden ortaya atılmaz. Yiğit kişi, olayları değerlendirir ve sonuçlarını görür. Eğer o ileri atılmakla faydalı bir netice elde edeceğini görürse, kendisini kuşatan kılıçları ve çevresini saran ölüm vâsıtalarını hiçe sayarak ileri atılır.[43]


7- Firasetî


İmam Ca'fer kuvvetli bir, firaset sahibi idi. O, keskin firaseti ve ileri görüşlülüğü sebebiyle siyasî olay ve propagandalara kendisini kaptırmamıştır. Çünkü, bol bol konuşan ve iş ciddileşince yan çizen Iraklı şiîlerin durumunu iyi biliyordu. Hz. Hüseyn'e, Zeyd ve evlâtlarına, onların yaptıklarından ibret almıştı. Bu yüzden o, isyana teşvik edenlere uymamış, hattâ kendi zamanında devlete karşı ayaklanmak isteyenleri de bu işten vazgeçirmeye, çalışmıştır. Amcası Zeyd, amca oğullan Muhammed en-Nefsüz Zekiyye ve İbrahim'i isyandan vazgeçirmek için hayli uğramıştır.

İmam Cafer'in firasetiyle ilgili olaylar pek çok olup bunlardan birisi şudur: Abbasî Devletini doğuran şü faaliyetinin başına geçmek üzere çağrıldığı zaman o, keskin görüşü sayesinde, «Bu bizim işimiz değildir.» cevabını -vererek kendisini kurtarmıştır. Zira, karşılaştığı olaylar, herkesten çok, onu uyanık ve firaset sahibi yapmıştır. O, firaseti mü'minlerin sıfatı olarak kabul eder ve «Elbette bunda firaseti olanlar için ibret vardır»[44] âyetindeki «firaseti olanlar — mütevessimler» sözünü, olayları ve olanların ötesini sağlam bir görüş ve keskin'bir sezgi ile kavrayanlar, diye açıklardı.[45]


8* Heybeti


Allah, îmam Ca'fer-i Sâdık'a kendi celâlından bir heybet ve kendi nurundan bir nur vermiştir. Çünkü İmam Ca'fer, Allah'a, çok ibadet eden, mânâsız lâflardan sakınan, halkın düşkünlük gösterdiği şeylerden yüz çeviren, olaylar karşısında sabırlı ve dayanıklı olan bir kimse idi. İşte bunlar, İmam Ca'fer'in heybetini artırmıştır. Ayrıca çok şerefli ailesinin tarihi, Allah'ın kendisine verdiği ahlâk, yakışıklı çehre, küçük şeylerden uzak oluş ve yüksek işlere yöneliş gibi meziyetlere sahipti.

îmam Ca'fer'in heybetini anlatmak için yukarıda söylediğimiz bir hâdiseye tekrar işaret etmek kâfidir, sanırız: Halife el-Mansur'un yanında oturmakta olan İmam Ca'fer'i gören Imam Ebu Ha-nife, o haşmetli Halifenin heybetinden ziyade, îmam Ca'fer-i Sâdık'-ın heybetinden korkmuştur.

Onun heybeti, sapık ve şaşkınları doğru yola getirirdi. Sapık fırkalardan birinin başı ve güçlü bir anlatışa sahip olan bir şahıs, İmam Ca'fer'in huzurunda konuşurken kekelemiye başlamış ve ona, «Ey Peygamber torunu, ben sana oderece saygı gösteriyor, senden o derece utanıyorum ki huzurunda dİlim dönmüyor,» demek zorunda kalmıştır.

İrak'ın zındık propagandacılarından Îbnu'1-Avcâ', İmam Ca'fer'le karşılaştığı zaman konuşamaz olmuştur. İmam, kendisine «niçin susuyorsun?» diye sormuş, o da «size duyduğum saygı ve heybetinizden dİlim tutuldu. Ben bilginlerle karşılaştım, kelamcılarla tartıştım, hiç birinden bu derecede korkmamıştım.» diye karşılık vermiştir.

Karşısındakileri şaşkınlığa düşüren bu heybetiyle beraber o, talebelerine ve yanma gelenlere karşı son derecede tevazu sahibi idi. Kendisinden İlim almaya gelen İmam Mâlik'e kendi yastığını ikram ederdi. îşte büyüklerin heybeti, başkalarının kendilerine böyle itaat etmelerini sağlar. Fakat onlar, halkın kendilerine yaklaşması için daima mütevazı davranırlar.[46]


İmam Ca'ferin Görüşleri


Ca'fer-i Sâdık'ın hem fıkıh, hem de hadis'de büyük bir mevkii . vardır. O, büyük bir fakih olduğu kadar akaid hakkında da özel görüşlere sahib olup çağındakilere bu konularda kendi görüşleriyle daima ışık tutmakta idi. İmam Ca'fer, aynı zamanda bir hadis râvîsidir. Hüküm çıkarma (istinbat) şekillerini de çok iyi bilmektedir. O, gerçekten ayrılanların itikadlarını düzeltmiş; kader, insan iradesi, tevhîd ve esasları üzerinde açıklamalar yapmış, fıkhı hüküm çıkarma metodlarmı da anlatmıştır.

Biz burada, kitabımızın hacmini daha fazla genişletmemek için İmam Ca'fer'in belli başlı görüşlerini anlatmakla iktifa edeceğiz.[47]


Tevhld Görüşü


İmam Ca'fer-i Sâdık, Allah'ın birliği (Vahdâniyyeti) üzerinde çeşitli yanlış görüşlerin ileri sürüldüğü bir çağda yaşamıştır. Bu devirde bir takım insanlar, Allah'ın eli, yüzü ve insan gibi sureti olduğu vehmine kapılmışlardır. Bunlar, kıyıda köşede bulunan putperestlerin kalıntılarıdır, İmam Ca'fer, bunlara hakikati anlatmaya ve doğru yolu göstermeye çalışmıştır. Mu'tezile mezhebine mensup olanlar, Ca'fer-i Sâdık'ı kendi İmamlarından sayarlar ve Ehl-i Beyt mensuplarının kendileri gibi düşündüğünü kabul ederlerdi. Gerçekte Ehl-i Beyt mensupları, Allah'ı tenzih etme hususunda, genel olarak, mu'tezililerin görüşlerine yakın idiler. Onlar Allah'ı şöyle sıfatlandırırlar: Allah birdir, tektir,' eşi ortağı yoktur, samed'dir, yaratıklardan hiç birine benzemez. Hiç bir şey O'nun benzeri değildir. O işitir, görür, doğmamıştır, doğurulmamıştır, kim olursa olsun hiç bir insanın bedenine hulul etmez. O'nun bizim gibi eli ve dili yoktur. İnsanda bulunan hiç bir şey O'nda mevcut değildir. El .ve yüz gibi Kur'an-ı Kerim'de bulunan Allah'a ait sıfatlar mecazî manâda olup te'vile de ihtiyaç yoktur, ilk müslümanlar bunlar üzerinde tartışmamışlardır. Onlardan hiç birisi, «Sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmekledirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir...»[48], âyetinden Allah'ın maddî bir şekilde eli bulunduğunu anlamamış, aksine bundan hepsi de, Allah'ın kudret sahibi olduğunu ve va'dlerini yerine getireceğini anlamıştır. Keza, ilk müslümanlar, «Allah'a biat etmek» sözünün, Allah'a söz vermek yerinde kullanıldığını kavramışlardır,

Şiîler tevhide dair İmam Ca'fer'in bir risalesi olduğunu ileri sürerler. Aslında bu risaleyi yazan onun Öğrencisi Mufaddal b. Amr’dir. O, bunu, kendisinden dinlemiş olduğu dört derste (meclis)'de tuttuğu notlardan meydana getirmiştir. Bu risalede İmam Ca'fer canlı ve cansız, gece ve gündüz, ay, güneş ve yıldızlar gibi varlıklardan deliller çıkararak, Allah'ın varlık ve birliğini isbat etmeye çalışmıştır. O, bu derslerin her birinde önce Allah'ın sıfatlarını anlatır. Burada misal olmak üzere dördüncü dersin başlangıç kısmını aynen naklediyoruz:

«Bizim hamd, sena ve teşbihimiz o. mukaddes isme, yüce nura, herşeyi bilen, celâl ve ikram sahibi olan, insanları yaratan, âlemleri ve çağları yok eden, gizli ve örtülü şeylerin, ilişilmez gaybın, gizli ismin ve saklı ilmin sahibi olan Allah'a mahsustur. Allah'ın salat-ü selâm ve bereketleri; müjdeci, korkutucu, Allah'a O'nun izniyle davet edici ve aydınlatıcı bir kandil olarak, ilâhî vahyi tebliğ eden Peygamberine olsun! Allah onu, helak olan da beyyine üzerine helak olsun, yaşayan da beyyine üzerine yaşasın diye göndermiştir.»

Bu risalede Ca'fer-i Sâdık; ilâhî iradeyi, âlemin Allah'ın kahredici kudretiyle yaratıldığını, ezeli ilmi, kâinatın sağlam nizamını, Allah'ın kullarını imtihan ettiği bu dünya felâke'tlerindeki ibret verici hikmetleri isbatlamaktadır:[49]

Kader Görüşü

Şiî olan ve şiî olmayan «Mile! ve Nihal» (Dinler ve Mezhebler Târihi) yazarlarının ittifakla rivayet ettiklerine göre İmam Ca'fer, hayır ve şerri ile kadere inanırdı. Burada ona göre cebr yoktur. Ancak seçme (ihtiyar) ye Allah'ın yardımıyla muvaffak olma vardır. Allah'ın mülkünde O'nun istemediği bir şey olmaz. Cebren masıyet (günâh) da yoktur. Allah dilemezse itaat da,mümkün olmaz. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmaktadır. O'nun ezelî ilmi değişmez. Şeh-ristânî, el-Müel ve'n-Nihal'inde aynen şunları söyler:

«Seyyid İmam Ca'fer-i Sâdık, itizal ve kaderi inkârdan beridir. İrade hakkında o şöyle der: Allah bize bir şey murad etmekte ve bizden bir şey istemektedir. Bize murad ettiği şeyi bizden gizlemiş, bizden istediği şeyi de bize açıklamıştır. Öyleyse niçin O'nun bize murad ettiği şey ile meşgul olarak bizden istediğini yerine getirmiyoruz? İmam Ca'fer, kader hakkında da açıkça şöyle söyler: Ne cebr vardır, ne de tefviz vardır. Yani insan ne iradesizdir, ne de onun iradesi tamamen müstakildir. Ca'fer-i Sâdık şöyle dua ederdi: Allah'ım, itaat edersem hamd sanadır, isyan edersem hüccet senindir! lyilik'de ne benim ne de başkasının bir tesiri vardır. Kötülük'de de ne benim ne de başkası için bir hüccet vardır»[50].

Bu sözlerden açıkça şu iki husus anlaşılmaktadır:

1 — İmam Ca'fer'e göre cebr yoktur. Biz günâhlarımızdan sorumluyuz. Allah'ın iradesine karşı direnerek O'na karşı koymak da yoktur,

2 — Yine İmam Ca'fer'e göre, Allah'ın' bize murad ettiği şeylerden Levh-i Mahfuz'da yazılı olanlar bizden gizlenmiştir. Onların değişebileceğini iddia etmemiz, bizim onları bilmemizi gerektirir. Halbuki biz onları bilemiyoruz. Öyleyse onların değişeceğini nasıl bileceğiz? Biraz önce geçtiği üzere Allah'ın ilmi ezelîdir. Buna göre îmanı Ca'fer'in bedâ' —bu, Allah'ın ilmi değiştiği için iradesinin de değişmesidir— fikrine inandığını iddia edenlerin bu iddiaları tetkike muhtaçtır. Bize göre bu, esasen bâtıl bir iddiadır. İmam Ca'fer'in, oğlu îsmail hakkında şöyle söylediği iddia edilmektedir: «İsmail'in iki defa öldürüleceği yazılmıştır. Bu öldürülmeyi ismail'den uzaklaştırmasını Allah'dan diledim. O da bunu ordan uzaklaştırdı.»

Bu ifade iki hususu gösterir ki bunların her ikisinin de Ca'fer-i Sâdık'a nisbeti imkânsızdır:

a) Ca'fer-i Sâdık'a gayb ilmi verilmiştir. Bu sayede o, oğlu için takdir edileni bilmiş ve Allah'dan bunu değiştirmesini dilemiş, O da iki defa değiştirmiştir. Bu, Şehristânînin, «Allah bize birşey murad ederse onu bizden gizler» diye İmam Ca'fer'den naklettiği söze .aykırı düşmektedir. Öte yandan, Allah'ın elçisi Hz. Muhammed, İmam Ca'fer'den kıyas edilmeyecek kadar büyük ve aynı zamanda İmam Ca'fer'in şeref ve asaletinin kaynağı olduğu halde, oğlu ibrahim için takdir edileni bilememiştir.

Dua takdiri değiştirmektedir. Gerçekte ise düa bir ibadet olup takdire bağlıdır. Yani Allah, ezelî ilminde kulun düa edeceğini ve kendisinin de onun bu duasını kabul eyleyeceğini takdir etmiştir.

Kısaca, demek istiyoruz ki, bize göre İmam Ca'fer-i Sâdık'ın bedâ fikrine inanması veya bu fikri benimsemesi imkânsızdır. Ehl-i Sünnet bilginleri, tmam Ca'fer'in her hangi bir İmamın geri döneceğini (ric'at) fikrini ileri sürdüğünü de reddetmişlerdir. Yine Ehl-i Sünnet bilginlerine göre, İmam Ca'fer'in, mu'tezilîler gibi, fâsıklanın ne mü'min ne de kâfir olduğunu söylemiş olması da imkânsızdır.[51]


Kur'an Hakkındaki Görüşleri


El-Kuleyni'nin anlattığına göre Ebu Bekr Sıddîk'ın torunu olan Ca'fer-i Sâdık, Kur'an-ı Kerim'de bazı eksiklikler bulunduğunu söy-lermiş. Kur'an'daki bütün «Âl-i Muhammed» kelimeleri kaldırılmış; meselâ, «Ey Peygamber, Rabbından sana indirilenleri tebliğ et; eğer yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.»[52] âyetindeki «Rabbından» kelimesinden sonra gelen «Ali» kelimesi kaldırılmış. «O zulmedenler, yakında hangi inkılâp ile sarsılacaklarını bilecekler»[53] âyetindeki «zulmedenler» kelimesinden sonra ve «hangi» kelimesinden önce yer alan «Âl-i Muhammed» sözü kaldırılmış. Keza, «Gerçekten kâfir olan ve zulmedenleri Allah asla yarhğamıyacaktır»[54] âyetindeki «zulmedenler» kelimesinden sonra gelen «Âl-i Muhammed» sözü kaldırılmış.

Ca'fer-i Sâdık'a isnad edilen bu sözler, Allah'a, Allah'ın Elçisine ve. Resûlullah'm torunlarına apaçık bir iftiradır. Bu türlü iftiraları uyduranları Allah kahretsin!

Tarihte, îmamiye mezhebinin ileri gelenlerinden bu tozlan silkip atan ve Ca'fer-i Sâdık'm Kur'an hakkında gerçekten ne düşündüğünü bize nakleden büyük bilginlerin mevcudiyetini görmekteyiz. Meselâ, Şerif Murtaza, büyük takva sahibi İmam Ca'fer'in Kur'an-ı Kerim hakkındaki gerçek fikrini bize nakletmekte ve şöyle söylemektedir:

«Kur'an, Peygamber (S.A.) zamanında bugünkü gibi bir arada tam olarak mevcut idi, yani o zaman Kur'an tam olarak okunuyor ve ezberleniyordu. Hattâ sahabîlerden bir topluluk, Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek için yazifelendirilmişti. Kur'an Hz. Peygamber'e arz olunarak huzurunda okunuyordu. Sahablierden Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Ka'bm da içinde bulunduğu bir cemaat, Kur'an-ı Kerim'i defalarca Peygamber'in huzurunda hatmetmiştir.»

Birazcık düşünürsek bu ifade gösterir ki, Kur'an-ı Kerim, Peygambor zamanında şüphesiz tam olarak ve eksiksiz bir şekilde mevcut idi. Dolayısiyle, bunun aksini ileri süren ve İmamiyye mezhebine mensup olduğunu iddia eden kısada bucakta kalmış bir kaç kişinin muhalefeti hiç bir değer* taşımaz. Aziz okuyucum, o büyük İmama isnad edilen bu türlü sözleri okurken, benim tüylerim diken diken oldu. Fakat tarihte, Hz. Muhammed'in teiniz soyundan gelen Kur'an ve Ca'fer-i Sâdık'a kondurulmak istenen bu gibi tozlan gideren, şüphe ateşini söndüren ve gerçeği açığa çıkaran İmamların varlığına şahid olmaktayız. Bugün de, îsnâaşeriyye mezhebine mensup olan birçok kardeşlerimiz, aynı vazifeleri yapmaya devam etmektedirler.[55]


İmam Ca'fer'in Fıkhı


Biz, İmam Ca'fer'in fıkhını burada derinlemesine anlatamıyaca-ğız. Zira İmam Mâlik'in, İmam Ebû Hanîfe'nin, Süfyan-ı Sevrî ve Süfyan b. Üyeyne'nin hocası olan Ca'fer-i Sâdık'm fıkhı bu kitabın hacmine sığmaz. O'nun fıkhının kaynakları, dayandığı delil ve me-todlar incelenecek olursa söz çok uzar ve onu tam olarak anlatınca-ya kadar kalemimiz büsbütün yorulur. Dolayısıyla burada şunları söylemekle yetineceğiz:

îmam Ca'fer-i Sâdık Allah'ın kitabına tam olarak sarılırdı. O, Kur'an-ı Kerim'i anlama, Kur'an'm âyet ve nass'Ianndari fıkıh hazinelerini ortaya çıkarma hususunda keskin bir görüşe sahipti. İmam Ca'fer, Sünnete de aynı şekilde sarılırdı. İmamiyye mezhebine bağlı olan kardeşlerimiz, îmam Ca'fer'in ancak Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen hadiseleri kabul ettiğini ileri sürüyorlar, «İmam Zeyd» adlı kitabımızda tarihi delillere dayanarak, yukarıda da kısaca söylediğimiz gibi, Ehl-i Beyt mensuplarının diğer sahabe ve tabiîlerle ilişkilerini büsbütün kesmediklerini isbat ettik. îmam Ali Zeynelâ-bidin, çağındaki sahabe ve tabiîlerin toplantılarından ayrılmazdı. Onun, bütün müslümanlar arasında ve özellikle Ehl-i Beyt içerisinde yüksek ve saygı gösterilen bir yeri vardı.

îmam Ca'fer, Kur'an ve Sünnet'te bir nass bulamazsa kıyas'a başvuruyor muydu? O, şüphesiz re'y ile hüküm veriyordu. Fakat, onun re'yi nass bulunmayan hususlarda maslahata mı, yoksa kıyasa mı dayanıyordu? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Öyle görünüyor ki o kıyas metoduna başvurmuyordu; ancak nass bulamadığı zaman maslahat veya akla göre hareket ediyordu. Rivayete göre İmam Ebu Hanife ile Medine'de ilk karşılaştığı zaman aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:

«Ey Numan, bana babam, dedemden şöyle rivayet etti: Din hususunda re'yi ite kıyasa ilk başvuran İblistir. Allah ona: Âdem'e secdev et, dedi. O da; ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu da topraktan yarattın, dedi. Kim dinde re'yi ile kıyas yaparsa Allah onu kıyamet günü İblise arkadaş eyler. Çünkü o, kıyas yapmak suretiyle şeytana uymuştur»[56].

Medine fıkhında re'y, nâss bulunmadığı zaman maslahata dayanırdı veya maslahat rey'e galebe çalardı. Hattâ re'y ile meşhur olan Rabîa'da bile re'y, maslahat demekti. Bunun içindir ki, îmam Ca'fer'in kıyası terk edip nass bulunmadığı zaman maslahata önem veren fıkhı kabul ettiğini söylüyoruz. Zira maslahat, aklın hükmüyle birleşmektedir. Meselâ, aklın hükmüne göre zararlı şeyler terkedilir, faydalı şeyler alınır. Bu da ittifakla kabul edilen bir: husustur.

«Kısaca şöyle söyliyebiliriz: îmam Ca'fer'in fıkhı ve mezhebi esas itibariyle diğer dört mezhebden uzak ve pek farklı değildir. Yani o da, Ehl-i Sünnetten esaslar da .ayrılmamıştır. Ancak îmam Ca'-fer'e, ölümünden sonra bir takım iftiracılar bir çok şeyler isnad etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır., O, sağ olsaydı elbette bu iftiraların hepsini reddederdi.»

«îmam Ca'fer'den sonra yüz yıllar boyunca yapılan ictihadlarla hayli genişleyen Imamiyye (Ca'feriyye) fıkhı bu gün İran'da, kısmen Irak, Hindistan ve Pakistan'ın bazı bölgelerinde ve bir kısım Arap ülkelerindeki küçük cemaatlar halinde bulunan şıîler arasında tatbik edilmektedir.»

«Müslümanların, her hangi bir İslâm ülkesinde tatbik edilen şeriatın nasıl olduğunu bilmesinde fayda [57]vardır.[58]

[4] Vefeyâtul-AYân, c. I, s. 105.

[5] Risaletu't-Tevbid, s, 48, 49.

[6] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/173-175.

[7] Halk arasında Turkçemizde genel olarak bu Üİm, «C3fr İlmi» diye bilinir. Çeviren.

[8] Seyyid Muhammed Hüseyin el-Muzaffer, Kitab es-Sâdıt, c. I, s, 109.

[9] İsra Sûresi, 13.

[10] Mûsâ CaruIIah, el-Veşîa fî Nakdi Akaid'iş-Şia, s. 99, Hancı baskısı, Mısır.

[11] el-Kıdeynî, el-Kâfî, c I, s. 132

[12] İmam Ca'fer'e ilâh diyenler, Hattâbiyye fırkasına Bağlı olanlardır.

[13] Uyûnu'l-Ahar, c. II, s. 145, Dâru'l-Kütüb baskısı, Mısır.

[14] El-A'raf Sûresi, 188.

[15] Rûm Sûresi, 1-5.

[16] el-Hıtat, c. II, 3. 352, Bulak, Mısır.

[17] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/175-179.

[18] Hılyetul-Evliyâ, c. III, s. 183.

[19] İbrahim Sûresi, 7.

[20] Nuh Sûresi, 10 -12.

[21] Hılyetul-Evliyâ', c. III, s. 199.

[22] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/179-181.

[23] Al-i İmran, 28.

[24] İbnul-Esîr, el-Kâmil, c. VIII, s. 9.

[25] Bu şahıs, tmam Ca'fer'in asatbsi olup yanından hiç ayrılmazdı. Davud b. Ali, Medinede vali iken ona Öldürmüş, tmam Cafer'e de bazı sıkıntıda bulunmuştur.

[26] Seyyid Mühammed Hüseyin el-Muzaffer, Kitab es-Sâdık, c. I, s. 118.

[27] Bahâuddin el-Amilî, el-Keşkül, c. I, s. 129, Balak, Mısır.

[28] Fâtır Sûresi, 32.

[29] Tarihu İbni Vâdih c. III, s. 117, Necef, Irak.

[30] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/182-190.

[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/191.

[32] el-Medârik, yazma, Dârul-Kütüb el-Mısriyye, varak: 210.

[33] Hüyetul-Evliyâ', c. III, s. 193.

[34] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/191-193.

[35] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/193.

[36] Dehr Sûresi, 8.

[37] Bakara Sûresi, 177.

[38] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/193-194.

[39] Fussıet Sûresi, 34.

[40] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/194-195.

[41] Kîtab es-Sâdık, c I, s. 264.

[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/195.

[43] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/195-196.

[44] Hicr Sûresi, 75.

[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/196-197.

[46] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/197.

[47] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/198.

[48] Feth Sûresi, 10.

[49] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/198-199.

[50] el-Milel ve'n-Nihal, c. II, s. 2; İbni Hazm'in el-Fasl'ınin kenarında.

[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/199-201.

[52] Mâide Sûresi, 67.

[53] Şuarâ Sûresi, 227.

[54] Nisa Sûresi, 168.

[55] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/201-202.

[56] Ebu Hanîfe ona şöyle cevap vermiştir : «Ne münasebet; Şeytan, Allah'ın emrine isyan için kıyas yaptı. Biz ise, Allah'ın emirlerine itaat yollarım bulmak için kıyas yapmaktayız» (Bak, Osman Kesfcîoğlu, İmam A'zam, s. 69).

İmam Ca'fer'in babası Muhammed Bâtar'a, İmam Ebu Hanife’nin kıyas hususunda verdiği cevaplar, bu bölümün baş tarafında geçmiştir. Çeviren.

[57] Son üç paragraf, müellifin (Muhâdarât fil-Mîras Indel-Caferiyye» adlı eserinin 37 ve 38. sahifelerinden alınmıştır. Çeviren.

[58] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/203-204.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İmam Zeyd (80 — 122 H.)

Hicrî birinci yüzyılın ikinci yarısının sonuna doğru Peygamber Şehrinde; kalbi İmanla dolu, nuru yüzünü heybet Ve celâl ile aydınlatan biri yaşıyordu. Bütün Medine onu seviyor, gelip geçenler onun adını ve üstünlüğünü anıyordu. O, mütevazı olduğu için yükseliyor, insanlara kıymet verdiği için onlar da kendisini yüceltiyor, zayıfları sevdiği için de bütün insanlar onu seviyordu. Fakirlerin derdine ortak olur, yetimlere babalık şefkati gösterirdi. İşte bu zat; Hz. Hüseyin'in kılıçların ağzından kurtulan biricik oğlu Ali Zeynelâbidin idi. O şehidler babası ve Kerbelâ'daki korkunç zulmün yere serdiği Hz. Hüseyin'in nesli, işte bu zat ile devam etmiştir.

O, bu acıklı sahne üzerine durmadan ağlar ve üzüntüsünü bir türlü gideremezdi. Çünkü, Ehm Beytin bütün sevgili evlâtları öldürülmüş, böylece o, yalnız başına yaşamak zorunda kalmıştı. Bu konuda kendisi bir kere şöyle söylemiştir:

Yakub (A.S.), Yusuf için gözleri kalana kadar ağlamıştır. Halbuki o, Yusuf'un ölüp ölmediğini bilmiyordu. Ben ise, Ehl-i Beytimden 10'dan fazla insanın bir kuşluk vakti gözlerimin önünde boğazlandığını gördüm. Siz, onların acısının gönlümden gideceğini mi sanıyorsunuz?

Ali Zeynelâbidin, ruhî elem ve üzüntüleri içerisinde bir merhamet kaynağı olmuş ve gönlü onunla dolup taşmıştır. O, cömert idi, borçluların borcunu öder, muhtaçların yardımına koşardı. Affetmek, iyilikte bulunmak onun en büyük vasfıydı. Ondan şöyle bir olay rivayet edilir: Bir gün bir câriye ibriği eline almış, abdest alması için ona su döküyordu. Câriye, ibriği Ali Zeynelâbidin'in üzerine düşürdü ve yüzünü yaraladı. Ali Zeynelabidin, kmayıcı bir edâ ile başını cariyeye doğru kaldırdı. Bunun üzerine câriye şöyle söyledi: Allah, Kur'an'da, «Öfkelerini yenenler» buyuruyor. O, öfkemi yendim dedi. Câriye, «İnsanları affederler» buyuruyor, dedi. O, seni affettim dedi. Câriye, «Allah, ihsan sahiplerini sever»[2] dedi. O da, sen, Allah yolunda hürsün, cevabını verdi.

İşte Ali Zeynelâbidm Hicaz ülkesinde, özellikle Mekke ve Medine'de böyle asalet, büyüklük, merhamet ve iyilikseverlikle tanınmıştır. O, halife çocuklarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmiştir. Saltanatı olmadığı halde herkes ona saygı gösterirdi. Çeşitli yollardan rivayet edildiğine göre Hişam b. Abdilmelik, halife olmadan önce hacca gelmiş, Kabe'yi tavaf ediyordu. Haceru'I-Esved'i eliyle selâmlamak için ne kadar çabaladiysa da kalabalıktan buna muvaffak olamadı. Nihayet kendisi için bir minber yapıldı ve onun üzerine oturdu. Etrafını Şamlılar çevirmişti. Tam bu sırada Ali Zeynelâbidin belirip Haceru'I-Esved'i selâmlamak için yaklaşınca, halk, onun yolunu tam bir saygı ile açtı. O güzel bir kıyafet içerisinde vakarlı bir haldeydi. Hişam, küçümsiyerek, bu da kim?» diye sordu. Orada bulunan şâir Ferezdak ileri atıldı ve şu kasidesiyle onu tanıttı:

İşte bu; ayak sesini bütün Hicaz'ın tanıdığı,

Beytullahm, Haramı Şerif ve çevresinin bildiği,

Allah'ın kullarının en hayırlısının oğludur.

İşte bu; takva sahibi ve tertemiz olan sancak,

Gördüğü zaman kendisine Kureyş'in

Cömertlikle fazilet kaynağı dediği kişidir,

Ki senin «Bu da kim?» sözün eksiltmez onun kadrini,

Tanımazlıktan geldiğini senin Arab da iyi tanır, Acem de...[3]

Ali Zeynelâbidin, kendisini fıkıh ilmine ve hadîs rivayetine vermiştir. O, tabiîlerden de hadîs rivayet etmiştir. Ehl-i Beytin fikir mirasını da muhafaza etmiştir. Ondan îbni Şihab ez-Zühri, hadis, rivayet eder ve onu takdirle anardı. O, siyasetten uzak durdu ve tamamen kendisini İslâm ilmine verdi.

Onun çağında şiîlerin sapıkları (Gulât-i Şia) mevcut idi. Onlarla karşılaştığı zaman tutumlarını tenkid eder ve onlan hakikat yoluna çağırırdı. Rivayet edildiğine göre Irak'dan gelen bir topluluk onun etrafına oturmuş, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'i kötü sözlerle anmışlardı. O, bunlara şöyle haykırdı: «Söyleyiniz, siz kimsiniz? Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah'ın fazlım ve yüksek rızâsını istiyen, Allah ve Resulünün yolunda koşan ilk muhacirlerden inisiniz?» Onlar, hayır dediler. O, «Siz yurdu ve îmanı daha önce tutmuş olan, kendilerine gelen muhacirleri sevenlerden misiniz?» dedi. Hayır, dediler. O, bunun üzerine onlara şu cevabı verdi: Kendiniz itiraf ettiğinize göre siz ne onlardan, ne de bunlardansınız. Ben tanıklık e'derim ki siz Allah'ın şu âyetindeki üçüncü zümreden de değilsiniz: «Onlardan sonra gelenler; Rabbimiz, bizi ve İmanda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma, derler.»[4] Bundan sonra onlara, benden uzaklasınız; Allah lâyıkınızı versin, derneğinizi dağıtsın, siz İslâm ile alay ediyorsunuz ve îslâm ehli değilsiniz, dedi.[5]


Îmam Zeyd'în Doğumu Ve Gençliği

İşte îmam Zeyd, bu büyük ve cömert babanın gölgesinde doğdu ve büyüdü. Bu acıklı ve üzüntülü muhitte yaşadı. Allah, ondan da, şerefli atalarından da razı olsun. Bu tertemiz soydan gelen İmam Zeyd'in babası Ali Zeynelâbidin, dedesi şehidler şehidi Hz. Hüseyin; büyük dedesi İslâm kahramanı, İlim şehrinin kapısı, sahabîlerin en büyük kadısı, Medine'ye yapılan göçte Peygamber CS.A.V.)'in kendisi ile kardeşlik akdettiği Hz. Ali'dir.

Zeyd'in doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hicri 80 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. H. 122 yılında da şehid olarak öldüğü en kuvvetli rivayetlerle ifade edilmektedir. Öldüğü zaman 42 yaşını geçmediğinde rivayetler birleşmektedir.

Onun iyi bir şekilde yetişmesi için gerekli muhit mevcut idi. Bu muhit, ona yükseklik ve büyüklük duygusu yermiştir. O, soyundan gelen yüksek şeref sayesinde ruhi bir ululuk duyardı. Çünkü bir taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)'in, diğer taraftan Hz. Ali'nin torunu idi. O. sıkıntı ve mihnetler içerisinde yaşadı. Fakat bu sıkıntı ve mihnetler, ona ruhî bir olgunluk kazandırdı. Kendi ailesinde bulduğu İlim pınarlarından bol bol içti. Bütün bunların üstünde Irak ve diğer îslâm ülkelerinde şiddetli fitneler meydana geldiği zaman o. bir çok sahâbî ve tabiîlerin sığındığı Peygamber ve Nur Şehri Medine'de idi. Bu şehir, Sünnetin beşiği, Peygamber ilminin ışığı idi. Nitekim daha sonra Ömer b. Abdilaziz Medine'ye haber göndermiş, orada oturmakta olan tabiilerden Peygamber'in sünnetlerini toplamalarını ve diğer İslâm ülkelerine yaymalarını emretmişti.

İmam Zeyd, böyle bir İlim çağında yetişmiş, böylesine yüksek bir aile içinde doğup büyümüş ve mükemmel bir insan olarak yaşamıştır. O, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet etmiştir. İmam Zeyd'in bütün rivayetlerini içine alan «el-Mecmu» adlı kitabında Hz. Ali'ye dayanan pek çok hadis mevcuttur.Ayrıca o, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet ettiği gibi Hz. Ali ve Hüseyin'den başka râvilerden de bir çok hadisler rivayet etmiştir. Nitekim babası Ali Zeynelâbidin de bir çok tabiîlerden rivayetlerde bulunmuştur. Çünkü onlar, tabiîlerden rivayet etmekle halk arasında şeref ve itibarlarının sarsılacağı vehmine asla kapılmamışlardır.

Babası H. 94 yılında öldüğü zaman İmam Zeyd 14 yaşında idi. O, kendisine babalık yapacak bir yaşta olan ağabeyi Mühammed Bâkır'dan da rivayet etmiştir. Mühammed Bâkır'm oğlu İmam Cafer-i Sadık, İmam Zeydle yaşıt idi.

İmam Zeyd'in 14 yaşında iken babasından Ehl-i Beytin bütün ilmini öğrenmiş olması düşünülemez. O, ilminin büyük bir kısmını, babasının bütün ilmini öğrenen ağabeyinden almıştır. Mühammed Bakır, İlim ve fazilette İmam idi. Bir çok bilginler ve Irak âlimlerinin başı Ebu Hanîfe de ondan İlim öğrenmiştir. Mühammed Baku, İlimde gerçekten İmamlık mertebesine yükselmişti. Hattâ âlimlerin sözlerini inceler, bunların doğru ve yanlışını ortaya kordu.

Ehl-i Beyt arasında îmam Zeyd'in çağdaşı âlim, fâzıl, bilginlerin ilmine başvurup şahsiyetine saygı gösterdiği, halkın ve idarecilerin saygı duyduğu biri vardı. îşte o, Zeynelâbidin'in amcası Hz. Hasan'm torunu Abdullah b. Hasan idi. Bu zat, çok doğru ve pek güvenilir bir kimse olup Ebu Hanîfe kendisinden ders almıştır. İmam Mâlik ve Süfyan es-Sevrî gibi birçok muhaddisler ondan rivayet etmişlerdir. O, Halife Ömer b. Abdilaziz'e uğramış ve ondan büyük ikram görmüştür, İlk Abbasi halifesi Abdullah Seffah'a uğramış, ondan da tazim görmüştür. Halifeliğinin ilk günlerinde Ebu Cafer el-Mansur da ona saygı göstermişti. Fakat, Abdullah b. Hasan'ın oğulları, Ebu Cafer aleyhine harekete geçince onu hapsettirmiş, ölümüne kadar da hapishaneden çıkarmamıştır ki öldüğü zaman O, 75 yaşındaydı.

Zeyd, Abdullah b. Hasan'dan da İlim tahsil etmekle Ehl-i Beyte mensup diğer seçkin bilginlerin İlimlerini de öğrenmiş oldu. Ayrıca O, Peygamber'in mescidinde İlim meclisleri akdeden tabiilerden de İlim öğrenmiş, onların rivayetlerini, çıkardıkları hükümleri ve verdikleri fetvaları tesbit etmiştir. Böylece O, Peygamber evinde tahsilini tamamlamış, ilmin beşiği olan Medine'de kendisini tanıtmıştır. Nihayet kendisini güçlü bulduğu zaman Medine'den dışarı çıkmış, böylece babasının ve ağabeyinin usûlünden ayrılmıştır. Çünkü onlar, Medine'den dışarı ancak hac maksadıyla çıkarlardı. Yani, Hz. Hüseyin'in çok feci bir şekilde öldürülmesinden sonra Ehl-i Beyt men-subları, Medine'den dışarı çıkmıyorlardi; ancak hac maksadıyla çıkabiliyorlardı. İnsanları ve siyaseti terketmişler, kendilerini sadece ilme vermişlerdi. Kendilerine İlim için gelenlere ilgi gösteriyorlar, fıkıh ve dahîsi yayıyorlardı. Bu yüzden Hâşimî ailesinin diğer ileri gelenlerini onlar fikir, fıkıh ve din bakımından geçmiş bulunuyorlardı.

Zeyd, İlim uğruna Medine'den çıktıktan sonra çeşitli memleketlere giderek ilmi her bulduğu yerde almıştır. Basra'da Vâsıl b. Ata' ile karşılaşmış; onunla mu'tezilî görüşleri incelemiştir. Bu sebeple, ilerde de anlatacağımız gibi, onun görüşleri ile mu'tezili görüşler arasında bir yakınlık meydana gelmiştir. Onu, bilhassa Hâşimî ailesinde tahsil ettiği İlim yükseltmiştir. Zira, onun mensup olduğu bu aile içinde akâid, fıkıh ve hadis âlimleri bulunuyordu. Meselâ, Hz. Ali'nin Fatıma'dan sonra aldığı hanımından doğan Muhammed b. Hanefiyye bunlardandır. Şehristâni, Muhammed b. Hanefiyye hakkında şöyle söyler: Muhammed b. Hanefiyye derin bir bilgi, keskin ve isabetli bir görüş sahibi idi. Ona babası Hz. Ali savaş vaziyetlerini anlatmış ve onu ilmin yüksek derecelerine vukuf , sahibi yapmıştır. O da uzleti seçmiş ve şöhrete karşı ilgisizliği tercih etmiştir.[6]

Zeyd, muhtelif yerlerde İlim tahsil ettikten sonra Irak ve Hicaz ülkelerinde dolaşmış, âlimlerle müzakerelerde' bulunmuş, sonra ömrünün çoğunu Medine'de geçirmiştir. Ona her taraftan bir çok talebe gelmiş ve İlim öğrenmiştir. O, Medine'de bulunduğu zamanlar kendisini Kur'an okumaya ve ibadete vermiş olup kıraat hususunda da insanların en bilgini idi. İlimde zirveye ulaşmıştı. îmam Â'zam Ebu Hanife onun hakkında şöyle söylemiştir: «Zeyd b. Ali'yi gördüm; çağında ondan bilgin, ondan daha çabuk cevap veren, ondan daha açık söz söyliyen birini görmedim. O, eşsiz bir insandı.»

Abdullah b. Hasan da Zeyd'in oğlu Hüseyin'e şöyle söylemiştir . Atalarının sana en yakını Zeyd b. Ali'dir. Ben aramızda ve bizden başkaları arasında onun benzerini görmedim.»[7]


İmam Zeyd Mücadele Alanlarında

Ehl-i Beyt, hem söz ile hem de fiilen siyasetten uzaklaşmıştı. Hattâ onlar, hükümdarlara, baskılarından kurtulmak için, «Emîr'ul-Mu'-minîn» diye hitabediyorlardı. Onların çoğu, Medine'de ancak siyasî çevrelerle temas etmemek için kalıyorlardı. Onlardan Irak ve Şam ülkelerinde en çok dolaşan İmam Zeyd'dir.

Fakat, Haşimî ailesinin halktan ayrı olarak yaşamasına rağmen, memleketin her tarafında şiîlik propagandası alabildiğine yayılıyordu. Ehl-i Beyt'in şiilerden uzak yaşayışı, bu şiîlerin çoğunun gerçek İslâm yolundan sapmasına sebeb oldu. Bunlarla karşılaşan Ehl-i Beyt mensubları, onları dâima sert bir şekilde azarlamışiardır. îmam Zeyd, seyahatları sırasında bu şiîler arasında hakikati yaymaya ve onları sapıklıktan uzaklaştırmaya çalışmıştır.

Emevl Devletinin başına, Hicrî 105-125 yıllarında hüküm süren Hişam b. Abdilmelik geçmiştir. Bu Emevi Halifesi, Zeyd'i ve onun hareketlerini, adamları vasıtasıyla daima takib ediyordu. Çünkü Abbasîlerin propagandası, şiî bir kılığa bürünmüş, Horasan ve Mâverâunnehr ülkelerinde gizli gizli yayılıyordu. Zeyd üzerinde şüpheler artmış ve bütün hareketlerinden dolayı ittiham edilmeye başlanmıştı. Fakat, suçlu olduğunu gösterecek bir delil bulunamamıştı. Zeyd, devlete karşı ayaklanmak için her hangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Ancak, İlim ve irşat vazifesiyle uğraşmıştır. Zeyd'i ittiham etmek için elde bir delil bulunmadığı halde, Hişam şüpheden kurtulamamıştır; çünkü o, Ehl-i Beytin halk nazarmdaki mevkiini biliyordu. Ayrıca Beytü'l-Haram'da Ali Zeynelâbidin’e gösterilen saygıyı gözleriyle görmüştü.

Hişam, İmam Zeyd'in durumunu gözetlemekle yetinmedi, tersine, Ehl-i Beyt'in mevkiini sarsmaya teşebbüs etti. Bu maksatla O, Medine Valisini Ehl-i Beyt mensupları arasında fitne çıkarmaya şevketti. Esasen Zeyd ile amcası Hz. Hasan'm evlâtları arasında Hz. Ali'nin bir vakfı üzerinde münakaşa mevcuttu, Onlar bu vakfın mütevelliği meselesinde anlaşamıyorlardı. Vali, bu dâvanın kendi huzurunda halledilmesinde ve husûmetin uzamasında İsrar ediyordu. Bu maksatla, Vali, bütün Medine'lileri, bu muhakemenin cereyanma şahit kılmak için, bir araya topladı ve Hz, Hüseyin evlâtları arasındaki uygunsuz tartışmayı halka duyurmak istedi. Valinin kötü maksadım kavrayan Zeyd, Medine'de bu dâva ile ilgili dedikodulara son vermek için kendi hakkından vazgeçti.

Bu dâvanın duruşmasıyla ilgili bazı hususları İbnu'I-Esir'den dinliyelim: «Medine bulgur kazanı gibi kaynıyordu. Herkes birbirine Zeyd böyle dedi, Abdullah şöyle dedi gibi lâflar söylüyordu. Ertesi gün olunca Vali Halid, Mescid'de yerine oturdu. Halk da toplanmıştı. Bazısı mahcup, bazısı da üzüntülü idi. Halkı, buraya, Ehl-i Beyte mensup insanların biribirine kötü sözler sarf etmesinden hoşlanan Halid bilhassa çağırmıştı. Abdullah konuşmaya başladı. Bunun üzerine Zeyd söze karışıp: «Acele etme, ey Ebu Muhammed. Eğer Zeyd, seninle Halid'in huzurunda muhakeme olacaksa, sahip olduğu bütün köleleri ebediyen azat edecektir,» dedi. Sonra Vali Halid'e dönerek: «Allah'ın Elçisinin zürriyetini böyle bir mesele için mi topladm? Halbuki Ebu Bekr ve Ömer onları böyle bir iş için asla topIamamıştı»[8] demiştir.

îşte İmam Zeyd'in bu davranışıyla tartışma sona ermiştir. Fakat Vali, duruşmada hazır bulunan bazı serserileri kışkırtarak Zeyd'e küfrettirmiştir. îmam Zeyd ise, bunlardan yüz çevirerek, «Biz, sizin gibilere cevap vermeyiz» demekle yetinmiştir.

Medine'den her çıkışında îmam Zeyd'e gösterilen güçlükler şîd-detlenirdi. O, bir kere Irak'a gitmişti. Buranın valisi Halid b. Abdil-lâh el-Kasrî de ona çok ikramda bulunmuştu. Fakat bu vali yerinden azledilmiş, ondan sonraki vali hem Zeyd'i ittiham etmiş, hem de Halid b. Abdillah el-Kasri'yi, Ehl-i Beyt'e malî yardımda bulunmakla suçlamıştı. Medine'ye gitmiş olan îmam Zeyd, bu hususta sorguya çekilmek üzere Irak'a çağrılmıştır.

îşte bu türlü güçlük, ihanet ve eziyetler, hem Medine Valisi hem de başkaları tarafından durmadan Zeyd'e yöneltiliyordu. Nihayet o, Hişam'a gidip Medine Valisini şikâyet etmek zorunda kaldı. Fakat Hişam'a gidince, Halîfe, onu küçük düşürmek istemiş ve huzuruna kabul etmemiştir. Huzuruna çıkmak için İmam Zeyd'in gönderdiği kâğıdın altına Hişam şunu yazmıştır: «Medine'deki evine dön!» Zeyd'in İsrarı üzerine Hişam sonunda onu kabul etmiş; fakat içeri girince ona oturacak yer göstermemiştir. Zeyd de boş bulduğu bir yere oturmuş ve şöyle demiştir: «Ey Emîr'ül-Mü'minîn, hiç bir kimse Allah'a tavkâ hususunda büyüklük taslıyamaz. Keza, hiçbir kimse Allah'a takvadan başka bir hususta kendisini küçültemez.» Hi-şam şöyle cevap vermiştir: «Sus, anasız olası. Sen hilâfet iddiasında bulunuyorsun. Halbuki sen bir cariyenin oğlusun.» Zeyd, buna şu sözleriyle son derecede metanetli bir cevap vermiştir: «Allah katında hiçbir kimsenin derecesi Peygamber'den daha yüksek ve kadri ondan daha yüce değildir. İsmail Aleyhisselâm da bir cariyenin oğlu ve kardeşi de Surayha'ın oğludur. Bütün insanların hayırlısı Hz. Peygamber, İsmail soyundan gelmiştir. Birisinin dedesi Allah'm Elçisi ve babası Ebu Talib'in oğlu Hz. Ali olursa, kimsenin ona diyeceği birşey yoktur.» Bunun üzerine Hişam, «Dişan çıkınız- dedi. Zeyd de, «Çıkıyorum; fakat bundan sonra, senin istemediğin yer ne re ise orada bulunacağım» cevabını verdi.[9]


Hîşam B. Abdîlmelîk'e Karşı İsyanı

İmam Zeyd Medine ve Irak'ta türlü işkencelere uğradı.' Durumunu Hişama şikâyet etmek istediği zaman yine eziyet gördü. Hz. Ali'nin torunu olduğu halde huzurundan kovuldu. O biliyordu ki şerefli insan, zulme karşı koyar ve ağzını doldurarak «Hayır!» der. Bunun için bu, Hâşinıî genci de ağzını doldurarak «Hayır!» dedi. Zillete mukabil ölüme razı oldu. îsyan bayrağını açmak üzere iken onun şu mısraları söylediği rivayet edilir: «Erken kalktım ölüm beni korkutuyor, sanki Ben hayat sahnesinden ayrılmışım. Ona cevap verdim s Ey ölüm sen bir pınarsın, Elbet ben de senden bir bardak içeceğim.»

Yiğit delikanlı, her türlü korkudan uzak, ya hak, ya ölüm diyerek meydana atılmıştı. Bunlardan hangisine kavuşursa kavuşsun, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olacaktı. Savaş hazırlığını yaptıktan sonra gizlice Kûfe'ye gitmişti. Fakat bu bilinen bir gizlilikti. Çünkü onun işi kimseye meçhul değildi. Irak'lı şiîler hemen etrafını sarıp bîata başlamışlardı. Onun biat ve davetinin şekli îb-nü'1-Esir'in el-Kâmü'inde şöyle anlatılır:

«Biz, sizi Allah'ın Kitabına ve O'nun Elçisinin Sünnetine, zâlimlerle savaşa, zayıfları müdafaaya, yoksullara yardıma çağırıyoruz ve bu mücadelenin kazandıracağı ganimet, bunu hak edenler arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Zulüm defedilecek, hak sahibine yardım edilecektir. Buna göre bana biat ediyor musunuz ? Onlardan «evet» cevabını alınca, elini tek tek onların ellerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: Allah'ın ahdi ve mîsakı, O'nun ve Elçisinin zimmeti üzerinize olsun. Bana yaptığınız bîata vefa göstereceksiniz, düşmanlarımla savaşacaksınız, benim için gizli ve açık her yerde nasihat edeceksiniz, değil mi? Biat edenlerin «evet» demesi üzerine onların ellerinin üstünü ayrı ayrı mesnetti ve, Allah'ım sen şahit ol, dedi.»[10]

İmam Zeyd'e Kûfe'lüerden bu şekilde 15 bin kişi biat etmiştir.Vâsıt gibi civar şehirlerden katılan şiîlerle bunların sayısı 40 bine çıkmıştır. Ehli Beyt'in ileri gelenlerinden bir çoğu Zeyd'i uyarmış ve Küfe'lilere güvenilemiyeceğmi söylemiştir. Fakat Hz. Ali'nin torunu kararından vazgeçmemiş, ya şeref ya ölüm, diye yoluna devam etmiştir. Artık geri dönmesi imkânsız hale gelmiş, savaş alanına O, her gün biraz daha yaklaşmıştır. Kuvvetlerini toplamış ve liderlerle 122 H. yılı Safer ayının başında hücuma geçmeyi kararlaştırmıştır.

Zeyd'in ve ona biat edenlerin haberi Irak Valisine ve Hişam b. Abdilmelik'e ulaşmış, bunun üzerine Hişam, Valiye gönderdiği mektupta şöyle söylemiştir: «Sen uyuyorsun, Zeyd b. Ali'nin Kûfe'deki suçu çok artmıştır. Ona bîat ediliyormuş. Onu İsrarla yanına çağır ve kendisine «eman» ver; kabul etmezse öldür.»

İmam Zeyd'in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu

Durum iyice fenaîaşmıştı. Irak Valisi, İmam Zeyd'i yanma çağırmak cihetine gitmiş, İmam ise vaziyetini açıkça belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunun için kendisine bîat eden Iraklıları çağırmış, fakat onlar bu kesin karar verme ânını görünce birbiriyle münakaşa ve mücadeleye başlamışlar ve çeşitli fikirler ileri sürerek ortalığı karıştırmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, Ehl-i Beyt, kendileri gibi düşünmüyordu. Bunlar arasında cereyan eden münakaşayı tarih kitaplarından olduğu gibi naklediyoruz:

— Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne.düşünüyorsunuz ? Diye Zeyd'e

sordular. O da:

__ Allah onlara mağfiret etsin. Ehl-i Beytimde hiçbir kimsenin onlardan teberri ettiğini işitmedim. Onlar «in hayırdan bir şey söyleyemem.

Dedi.

__ O halde Ehl-i Beyfin haktan niçin istiyorsun? Dediler.

— Biraz önce isimlerini andığınız kimseler hakkında söyliyeceğim en ağır söz, bizim hilâfete daha lâyık oluşumuzdur. Fakat millet, onları bize tercih etmiş ve bizi işbaşına getirmemiştir. Onlar da, üzerlerine aldıkları hilâfeti adaletle yürütmüşler, Kitab ve Sünnetle amel etmişlerdir. Dolayısiyle, küfre girecek bir şey yapmamışlardır.

Diye cevap verdi.

— O halde niçin savaşıyorsun? Dediler.

— Çünkü bunlar, onlar gibi değildirler. Bunlar, yani Emeviler, hem halka hem de kendilerine zulmetmektedirler. Ben, sizi Allah'ın Kitabına ve O'nun Resulünün sünnetine, sünnetleri ihya etmeye, bid'-atları yoketmeye çağırıyorum. Beni dinlerseniz sizin için de benim için de iyi olur. Dinlemezseniz ben sizden sorumlu değİlim.

Dedi.

Bunun üzerine onlar, İmam Zeyd'i yapayalnız bırakıp dağılarak, bîatlannda durmadılar ve İmanım Cafer-i Sadık olduğunu ilân ettiler.[11]

Bu tartışmalar yapılırken Emevî ordusu hazırlıklarını tamamlamış, İmam Zeyd ve ona bağlı olanların üzerine hücuma geçmişti. Bunun üzerine îmam Zeyd, savaşa, karar verdiği zamandan bir ay önce girmek zorunda kalıyordu. Adamlarını parolası olan «Ya Mansur, Ya Mansur» sözü ile çağırmaya başladı. Kendisine ancak 400'e yakın insan cevap verdi. Halbuki yalnız Kûfe'de ona biat edenlerin sayısı 15 bin kişi idi. Bunlara katılanlar ise bu sayıdan kat kat fazla idi. Hepsi de sözlerinden dönmüşlerdi. îmam Zeyd, onlara şöyle haykırıyordu: «Çıkınız, zilletten izzete; çıkınız, din ve dünyaya; çünkü siz ne dinde, ne de dünyadasınız.» Fakat, Hz. Ali'nin torunu İmam Zeyd, yenilginin belirtilerini gördüğü halde, sarsılmıyor ve şöyle bağırıyordu: «Korkuyorum, siz Hz. Hüseyin'e yaptığınızı bana da yapacaksınız. Allah'a and olsun ki ölünceye kadar, tek başıma da olsam, savaşacağım.»

Peygamber (S.A.V.)'in torunu, Bedir savaşma katılan mücahidler kadar askeriyle karşısındaki koskoca ve her an takviye gören bir orduya karşı ilerliyordu. Sayıca az, fakat îman bakımından çok güçlü olan ordusuyla savaşa girdi. Emevî ordusunun bir kanadını yenilgiye uğrattı. Onlardan 70 kadarını öldürdü, Çokluğuna rağmen Emevî ordusu, bu bir avuç yiğit mücahidlerle kılıç kılıca çarpışmaktan âciz kalmış ve oklardan medet ummaya başlamıştı. İmanı Zeyd'in adamlarını ok yağmuruna tutmuşlar, bu arada İmam da alnından aldığı bir ok darbesiyle yere yuvarlanmıştı. Bu okun alnından çıkarılışı, onun ölümü ile sonuçlanmıştı. Böylece onlar, .Zeyd'i, dedesi Hü-seyn'e karşı uyguladıkları metodla yolundan alıkoymuş oluyorlardı. Çünkü Hz. Ali'nin evlâtları, savaş meydanında mertçe karşılarına çıkan herkesi yere sermekte güçlük [12]çekmiyordu.[13]


Savaştan Sonra

Hişam ve kumandanı, bu genç İmamın şehid oluşundan sonra ona, Yezid ve İbni Ziyad'm Hz. Hüseyn'e ölümünden sonra yaptığının aynısını yaptılar. Zeyd'in kabrini açtırıp temiz cesedini çıkarttılar. Onun cesedini, Kûfe'nin bir meydanında Hişam b. Abdilmelik b. Mervan'm emri ile astılar. Emevî taraftarı bir şair, bu durumu anlatan bir şiir yazmış ve şu çirkin sözleri burada sarf etmiştir:

Sizin Zeyd'i bir hurma kütüğüne astık.. Hiç gördünüz mü? Hak yolunda olanın hurma kütüğüne asıldığını.

Onun temiz cesedi, bir müddet asılı kaldıktan sonra yine Hişam'm emri ile yakılmış ve külleri yele verilmiştir. Fakat, îmam Zeyd'in bu şekilde öldürülüşü, Abbasî davetini daha çok yaymış ve halkın bu davet etrafında toplanmasını sağlamıştır. Nasıl ki Hz. Hüseyin'in öldürülüşü, Şüfyanî-Emevî devletini devirmiş ve Süfyan oğulları yerine Mervan oğullarını getirmişse, Zeyd'in öldürülüşü de Emevî devletini kökünden yıkmıştır. Çünkü, o nur yüzlü genç İmamın şehit edilişinden tam on sene sonra Emevî devletinin yerinde yeller esmiştir. Allah'ın hikmetinden sorulmaz. Emevî hükümdarlarının kabirleri de açılıp cesetlerinin kalıntıları çıkarılmış, Zeyd'in cesedi gibi yakılarak külleri yele verilmiştir. Mes'udî, bu durumu şöyle anlatır:

«El-Heysemî b. Adiy et-Taî, Ömer b. Hâni'den şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ali ile Eb'ul-Abbas es-Seffah zamanında Emevî hükümdarlarının kabirlerini açmak için çıktık. Sıra Hişam'm kabrine gelmişti. Onun cesedini kabrinden tam olarak çıkarttık, sadece burnunun bir kısmı çürümüştü. Abdullah b. Ali, ona 80 sopa vurdu, sonra yaktırdı. Süleyman'ın kabri Dâbık'ta idi. Gidip onu da çıkardık. Fakat, bel kemikleri ile bazı kaburga kemikleri ve başından başka bir şeyi kalmamıştı. Bunları toplayıp yaktık. Aynı muameleyi öteki Emevî hükümdarlarına da yaptık.» Mes'udî, bu olayları uzun uzun anlattıktan sonra şöyle söylemektedir: «Biz, bu haberleri burada Hişam'm, Zeyd b. Ali'yi öldürttükten sonra, ona, cesedini yaktırmak suretiyle reva gördüğü akıbetin aynen kendisinin de başına gelişini bir ibret olsun diye yazdık.»[14]

Biz de burada belirtmeliyiz ki, bu naklettiğimiz sözlerle Abbasilerin, Emevîlerin kabir ve cesetlerine reva gördükleri davranışların iyi bir hareket olduğunu söylemek istemiyoruz. Buna İslâm dini asla müsaade etmez. Ancak, Allah'ın hikmetini, ibret alınsın dîye beyan etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allah, zâlimleri birbirine musallat etmektedir. Emevî zâlimleri hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamberin Ehl-i Beyt'ine olmadık şeyleri yapmışlardır. İktidarı ele geçiren öteki zâlimler de, onlara aynı şeyleri tatbik etmişlerdir. Böylece Allah'ın, «İşte biz, zâlimlerin bir kısmını kazandıkları şey sebebiyle diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.»[15] âyeti bir kere daha gerçekleşmiştir.

idrâk sahiplerine bunlar birer ibret olmalıdır ![16]


İmam Zeyd'in Şahsiyet Ve Karakteri

İmam Zeyd'in gençliğini, mücâdelesini ve hayatının sona erişini anlattık. Burada, onun şahsiyet ve karakterini de genel hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz. O, Ehl-i Beyt'e mensup olan diğer şahsiyetler gibi yüksek meziyet ve vasıflara sahip idi. Onun en üstün meziyetlerinden biri, hak ve hakikat uğrunda mücadele ederken sahip olduğu ihlâstır. Kişi, hak ve hakikati ararken ihlâs sahibi olursa, kalbinde hikmet nuru parlar ve onun yolunu aydınlatır. Hiçbir şey, aklı ihlâs kadar aydınlığa kavuşturmaz. Keza, hiçbir şey, fikir nurunu, nefsi arzu kadar söndürmez.

Zeyd, İlim uğrunda koşarken büyük bir ihlâs sahibi idi. Birçok İlimleri bu sayede öğrendi. Medine'de fıkıh İlimlerini, Ehl-i Beytin ilmini, Usûl'ud Dîn ilmini tahsil etti. İslâmî fırkaların beşiği olan Basra'ya gidip çağının bütün İlimlerini öğrendi. Bu İlimlerin hepsinde o, gerçekten İmamlık derecesine yükseldi. Ihlasın en büyük meyvesi takvadır. Takva nuru, Zeyd'in yüzünde, lisanında ve hareketlerinde parlamakta idi. Bir çağdaşı onun hakkında şöyle söylemişti : «Zeyd b. Ali'yi her gördüğüm zaman daima yüzünde nur parıltıları bulunurdu,» O, daima ya Kur'an okur, ya da ilmî müzakerelerde bulunurdu. Onunla görüşmek istiyen biri şöyle söylemiştir: «Medine'ye geldim ve Zeyd b. Ali'yi ziyaret için her soruşumda bana onun Kur'an okuduğunu söylediler.» O, kendisini şu sözüyle tanıtır: «Zeyd b. Ali sağ ve solunu tanıdıktan sonra Allah'ın haram kıldığı hiçbir şeye yaklaşmamıştır.»

Bu takva sahibi İmam, basiret gözüyle görüyordu ki Allah'dan korkan kimseyi halk sever ve sayar. O, şöyle söylerdi: «Kim Allah'a itaat ederse Allah da insanları ona itaat ettirir.» Onun ihlâsı, Mu-hammed ümmeti arasında birinci mertebede yer alır. Bunun içindir ki o, müslümanlan birleştirmek ve aralarındaki dargınlığı gidermek için uğraşmıştır. Bir kere, o, bir arkadaşına şöyle söylemiştir: «Bu Ülker yıldızını görüyor musun, bir kimse ona ulaşabilir mi?» Arkadaşı, hayır, dedi. O da şu cevabı verdi: «Allah'a yemin ederim ki ellerimle bu ülkere asılıp oradan yere düşerek parça parça olsam, ben yine de Allah'ın Muhammed ümmetini birleştirmesini isterim.»[17]

Zeyd, tefrikanın açtığı gediği kapatmak için mücadele etmiş, müslümanları birleştirmek için Kitab ve Sünnet'ten başktı yol olmadığını görmüştür. Çalışmalarını bu yolda ilerletmiş ve temiz ruhunu da bu uğurda feda etmiştir. İhlâsmın diğer bir meyvesi de, müsamaha ve affedici oluşu idi. Onun bu duygusu, bütün hakkını amcasının oğlu Abdullah b. Hasan'a terketmesine sebep oldu. Müsamaha duygusu onun ahlâkını gülleri açılmış bir bahçeye çevirdi. İhlâsı ona daima hakkı söyletiyordu. Allah ona yiğitlik ve medenî cesaret bakımından büyük bir nasip vermişti. Savaştaki ve başkasına yardım hususundaki cesareti de aynı nisbette idi. Medeni cesareti sayesinde o, hiçbirşeyden korkmadan hakikati söylüyor, en güç durumlarda bile susmuyordu. Savaşa gireceği sırada etrafmdakilerin bir kısmı, »nun Ebu Bekr ve Ömer'e dil uzatmasını istediler. Fakat O, buna asla razı olmadı. Çünkü hakikat uğruna mücadele eden insan, bâtıl bir şeyi kendisine vasıta yapamaz. Medenî cesareti, onu, Şiîliğin «Takıyye = Gizlilik» prensibini tanımamaya şevketti. O, bütün görüşlerini apaçık ilân ediyor ve eziyetten korkarak onları gizlemiyordu. Bu tutumu, onun kendi görüşleri yüzünden işkence ve hakarete, maruz kalmasına, bazı insanların kendisini terk etmesine ve baz.ı yakınlarının muhalefetine sebep olmakta idi.

Onun savaş cesareti, kendisini 15 bin kişiden fazla büyük bir ordu ile savaşmaya şevketti. Halbuki yanında Bedir gazilerinden fazla bir askeri yoktu. Buna rağmen ilk hamlede o, zaferi elde etmek üzere idi. Fakat, uğradığı ok yağmuru durumu aleyhine çevirdi.

Yiğitlik ve zulme karşı durma, birbirinden ayrılmaz iki vasıftır İmanı Zeyd'in zulme karşı durma duygusu, onda zâlimlere karşı çok şiddetli bir hassasiyet doğurdu. O, yalnız Ehl-i Beyt'e reva görülen zulümlere karşı durmamış, başkalarına yapılan zulümler için de aynı tepkiyi göstermiştir. Zaman zaman kendilerine gösterilen iyilik ve saygı, onun zulme karşı direnme azmini hafifletmemiştir. O, herhangi bir kimseye yapılan bir zulmü kendisine yapılmış gibi hissederdi, içinden zulme karşı duyduğu isyan, nihayet onu bu zulmü fiilen kaldırmaya şevketti. Bir yakınından şöyle rivayet edilmiştir: «Hacca gitmek istedim ve Medine'ye uğradım. Zeyd b. Ali'yi ziyaret etmek için yanma varıp selâm verdim. O, şairin şu (anlamdaki) mısralarını terennüm ediyordu: «Kimler oklarla perdelenmiş bir ululuk isterse, Fayda verdiği müddetçe yaşar onlar.

Ne zaman ateşli bir kalp, keskin bir kılıç ve

Şerefli bir başı birleştirsen uzaklaşır zulüm senden.

Benimle savaş edenlerle savaş edersem ben,

Ey Âli Hemdân, bu durumda zâlim mi olurum ben?

Bu rivayet, onun »ruhunda zulme karşı duyduğu isyanı göstermektedir. O, ancak kendisine hamle ruhu veren şiirleri okurdu. Zamanı gelince ileri atıldı, canını esirgemedi, Tanrı'sını hoşnut etti ve zâlimlerin azgınlığını ortaya çıkardı.

Yiğitlik ve atılganlıkla beraber Zeyd, sabırlı ve son derecede metanetli idi. Sabır mücahidlerin silâhı ve yiğitliğin kardeşidir. Sabırsız yiğitlik, öfkeden ileri geçemez. Aslında yiğitlik başka, öfke başkadır.

Hakîkatta sabır nefse hâkim olmak, nefsî arzuları yenmek, lüzumsuz şeylere atılmamak ve güçlüklere göğüs germektir. Bu meziyetlerin hepsi İmam Zeyd'de en has mânasiyle tecelli etmiştir. O, öfkelenmezdi. Meseleleri sükûnetle çözmeye çalışırdı. Neticede ileri atılmak gerektiği anlaşılırsa gözünü daldan budaktan esirgemeden atılırdı. Sabrı kendine şiar edinmişti. Hattâ, «Sabret, mükâfatını görürsün.» ve «Sakın ki başkası da senden sakınsın» sözleri onun dilinden düşmezdi.

Yukarıda anlattığımız bir muhakeme dolayısiyle onun nefsine nasıl hâkim olduğunu, hattâ bu uğurda hakkından dahi nasıl feragat ettiğini, kendisine küfreden kimselere karşılık olarak söylediği en ağır sözün, «Biz, sizin gibilere cevap veremeyiz», demekten ibaret olduğunu gördük.

Onun bu ahlâkî faziletlerinin üstünde eşsiz bir fikir ve zekâ sahibi olduğu muhakkaktır. Ona Sind'li annesinden keskin bir zekâ, derin bir tefekkür, Hind'lilere mahsus bir düşünme gücü miras kalmıştır. Mensup olduğu Ehl-i Beyt'ten de yine keskin bir zekâ, düşünen ve ilham alabilen bir akıl, fikirden hareket alanına atılan bir ruh ve derin bir tefekkür miras kalmıştır. Keskin zekâsı onu ilme sevketmiş, kuvvetli hafızası okuduğu ve işittiği her şeyi muhafaza etmiştir. O, Ehl-i Beytin Hz. Ali'den rivayet ettiği hadisleri öğrenmiş ve bütün tslânıi İlimleri tam bir ihata ile tahsil etmiştir, ihtiyaç duyduğu zaman bu İlim hazînesi daima kendisine yardımcı olmuş,'konuşmalarında sorulan suallere derhal ve isabetli cevaplar vermek onda bir meleke haline gelmiştir..

Onun fikrî dehâsı, bilhassa meselelerin sebeplçrini araştırırken ve olaylar arasındaki bağlan incelerken meydana çıkar. İlimle uğraşan aklın en büyük meziyeti işte budur.

Diğer Hâşimî âlimleri gibi o da tesirli konuşma ve belagat bakımından büyük bir güce sahipti. O, lisanın ve güzel ifadenin merkezinde, Hz. Peygamber (S.A.V)'in Ehl-i Beyti içerisinde, Hz. Ali'nin evlâtları arasında doğup büyümüştür. Büyük dedesi Hz. Muhammed (S.A.V.), keskin bir ifade ve eşsiz bir hitabet gücüne sahipti. Keza, büyük babası Hz. Ali Peygamber (S.A.VJ 'den sonra gelen en büyük hatipti. Hz. Ali'nin hutbelerini, Ehl-i Beyt âlimleri birbirinden miras olarak alırlar ve ezber ederlerdi. Bunların bir kısmını Şerif Radî, «Nehe'ul-Belâga» admı verdiği kitapta toplamıştır.

Bu açıklamalara göre fesahat ve güzel ifade, Ehl-i Beyt, özellikle bunlardan Medine'de oturanlar tarafından tabiî olarak muhafaza ediliyor, Emevî devrindeki dil bozuklukları bunlara sirayet etmiyordu. Dolayısiyle İmam Zeyd, en güzel konuşan insanlardan biri olup güzel konuşmayı susmaya tercih ederdi. Kendisine bir gün susmak mı, yoksa güzel bir şekilde konuşmak mı daha iyidir? diye sordular. O şöyle cevap verdi: «Allah miskinliği kahretsin. Zira, miskinlik güzel konuşmayı bozdu. Tutukluk ve kekemel.ik getirdi.» Bundan anlaşılıyor ki Zeyd aklını İlimle, dilini de güzel konuşmalarla geliştiriyor ve ifade yeteneğini öldürecek kadar susmaktan kaçınıyordu.

Husrî'nin «Zehru'1-Âdâb» adlı eserinde şöyle bir fıkra vardır: «Cafer b. Hasan b. Ali ile Zeyd arasında vasiyet konusuyla ilgili bir tartışma cereyan etmiştir. Halk, bunların tartışmakta olduğunu öğrenince konuşmalarını dinlemek için yanlarına koşmuştur. Bazıları Cafer'in sözlerini, bazıları da Zeyd'in sözlerini ezberlemişler; tartışmacılar ayrıldıktan sonra halk da dağılmıştır. Onların sözlerini ezberliyenler bir araya gelmişler; biri Cafer bu konuda şunları söyledi, diğeri de Zeyd şunları söyledi diye naklederek her ikisinin sözlerini de yazmışlardır. Onların sözlerini halk dikkatle öğreniyor, sölyedikleri şiir ve atasözlerini ezberliyordu. Bu ikisi, çağının çok enteresan insanları idi.»[18]

Bu fıkradan anlaşılıyor ki îmam Zeyd, büyük bir fesahat ve belagat sahibi olup fikri tartışmalarda daima ifade bakımından üstün bir yer işgal ediyordu.

Hişam b. Abdilmelik, en çok Zeyd'in kuvvetli ifadesiyle tesirli hitabetinden korkuyordu. Zeyd'in Irak'a geldiğini öğrenince oranın valisine şöyle yazmıştır: «Küfe halkının, Zeyd'in meclisine gelmesine engel ol. Çünkü onun kılıçtan daha keskin, oktan daha sivri, büyü ve sihirden daha tesirli bir dili vardır.»[19]

Fikrî, siyasî ve içtimaî sahalarda liderlik yapmak istiyen kimselerin, olayları tam olarak kavnyacak kuvvetli bir anlayış ve firaset sahibi olması gerekir. Mukadderat, bazan onların ölçülerine aykırı bir şekilde tecellî edebilir. Fakat, bu, gerçek liderlerin idrak bakımından kuvvetli ve uyanık oluşlarına bir halel getirmez. Tarihin bize naklettiği haberlere göre İmam Zeyd, gerçekten kuvvetli bir fi-raset sahibi idi. Bu sayede, o, aklî yönden de hissî yönden de İmam olmaya lâyıktı. O, derin bir tefekküre sahip olduğu gibi, çok kuvvetli bir duyguya da sahipti. Savaş alanında bile firasetini kaybetmemiş, Kûfe'lilerin Hz. Hüseyn'e karşı yaptıkları hareketi kendisine karşı da yapacaklarını sezmiş. Hişam'm ordusuyla çarpıştığı gün bu sezginin yanlış olmadığını görmüştü. O, kendisini öldürenlerin de yapayalnız bırakanların da alçak kimseler olduklarını biliyordu.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Kuvvetli firaset sahibi kimse, bazı Ehl-i Beyt tarafından ikaz edildiği ve tarihî olayları bildiği halde, Irak'lılara güvenerek, nasıl olur da harekete geçer? Buna şöyle cevap verebiliriz: îmam Zeyd, firasetiyle bu durumu sezmiş; onların kendisine hıyanet etmemeleri için tedbir almış ve onlarla mescid'de bîatlaşmıştır. Bununla beraber, o biliyordu ki onların bîatları dahi iş ciddiye binince kendisini terketmelerine engel olmayacaktı. Fakat; yine biliyordu ki zilletle yaşamak, savaş alanında şerefle ölmekten daha kötüdür. Bütün bunlara rağmen savaş, İmam Zeyd'in lehine neticeleniyordu. Çünkü Şamlılar, çok olmalarına rağmen, zaferden emin değillerdi. Nitekim ilk karşılaşma bu kanaati desteklemşitir. Fakat, beklenmiyen okçu taarruzu ile Allah'ın takdiri yerini buldu.

İmam Zeyd'in şahsiyeti heybetli idi. Allah, ona İlimde, akılda, yerine göre davranışta ve haya duygusunda verdiği üstünlük nisbetinde bedenî üstünlük de vermişti. Onun heybetini gösteren en büyük delil, Hişam b. Abdilmelik'in çnunla görüşmekten kaçınışıdır. Hişam, basit insanların ağzı ile onun annesini,küçümsemek istediği zaman, ondan taş gibi bir cevap almış ve işi zâlim sultanların metodu ile halletmeye yeltenmiştir. Fakat bu davranışı onu, kuvvetli ve heybetli bir şahsiyetin karşısında duracak bir güç sahibi yapmamıştır. Zira, İmam Zeyd'in heybeti bir ordunun yapacağı işi görüyordu. O, meydana atıldığı zaman büyük dedesi Hz. Ali'yi andırıyordu. Şam ordusu, Hz. Ali'nin önünde nasıl kaçtıysa, onun önünde de aynı şekilde kaçıyordu. Ancak ona, uzaktan okla mukavemet edebiliyordu.

Özetlemek gerekirse bu genç İmam; her bakımdan üstün, âlicenap ve en güzel huylarla vasıflandırmaya lâyıktır.[20]


İmam Zeyd'in Görüşleri

İmam Zeyd, Hz. Hüseyn'in şehid edilişinden sonra Ehl-i Beyt'in, halkı kendi görüşüne davet eden ve kendisi için özel bir davet metodu olan ilk İmamıdır. Babası, halk ile temas kurmuş, zayıflara daima iyilik etmiş olup aynı zamanda bir din bilginidir. Büyük kardeşi İmam Muhammed Bakır, evine çekilip ilmi tetkiklerle uğraşmıştır. Zeyd ise, Medine'den çıkıp İslâm ülkelerinde kendi İlim ve görüşlerini yaymıştır. Onun siyaset hakkında, Usûlu'd-Din hakkında kendine özgü görüşleri vardır. Ayrıca, fıkhı görüşleri ve Ehl-i Beyt'in rivayetlerini içine alan bir fıkhı rivayetler mecmuası vardır.[21]


1- Siyasete Dair Görüşleri

Hz. Ali şehid edildikten sonra ona bağlı olanlar üzerinde fikri bir baskı meydana gelmiş ve bu, Hz. Hüseyn'in şehid edilmesinden sonra da iyice artmıştır. Bu davranış, bazı yeraltı faaliyetlerinin neticesinde bir takım fikirler doğurmuş, fakat bu türlü fikirler tartışma ve inceleme sahasına çıkamamıştır. Bunların çoğu hilâfet etrafındaydı. Meselâ; hilâfetin seçimle değil, veraset yoluyla olması, Hz. Ali'nin sıfat itibariyle değil, şahsen Peygamber (S.A.V.)'in vasisi oluşu, Hz. Ebu Bekr ve Ömer'in, onun hakkı olan hilâfeti gasp etmiş olmaları, dolayısiyle bunların küfür ve laneti hak etmiş bulunmaları, Hz. Ali ve Fatıma vasıtasıyla onun zürriyetinden gelen İmamların günahtan masum oluşları, âhir zamanda hakkı yerine getirecek, bâtılı ezecek beklenilen bir mehdinin bulunduğu, bu dünyada iyiliği gerçekleştirecek İmamlarla şer liderlerinin tekrar döneceği (ric'at) gibi görüşler bunlar arasındadır.

İmam Zeyd, Medine'deki Ehl-i Beyt'in köşesinden çıkmış, bu fikirleri düzeltmeye çalışmış ve onları Ehl-i Beyt'in temiz insanlarının inandığı hakîkata döndürmek için faaliyete girişmiştir. Hz. Ebu Bekr ve Ömer hakkındaki görüşleri düzeltmiş, hilâfetin ancak veraset yoluyla Hz. Ali soyuna mahsus olmasını ileri süren görüşü kabul etmemiştir. Ancak o, halifenin Hz. Ali soyundan olmasının daha iyi olacağını, Hz. Ali'nin şahsen halife olmak için vasî tâyin edilmediğini, sıfatları itibariyle halifeliğe lâyık olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü Hz. Ali, sahabîlerin en üstünlerinden biridir. Onun böyle oluşu, başkalarının halife olmasına engel teşkil etmez. Müslümanların menfaati gerektirirse, âdil ve hakka bağlı olmak şartıyla, bir başkası da halife olabilir. Bu itibarla Hz. Ebu Bekr ve Ömer'in halife oluşları, Zeyd'e göre yerindedir. Çünkü bunlar, hak ve adaletten ayrılmamışlardır.. Maslahat da, onların halife olmalarını gerektirmiştir. Gerçi Hz. Ali, Zeyd'e göre halifeliğe daha lâyık idi. Bu hususta sözü «el-Milel ve'n-Nihal» adlı eserinde Şehristanîye bırakalım :

«Hz. Ali, sahabilerin en üstünlerinden biridir. Ancak hilâfet, görülen maslahat'a ve riayet edilmesi gereken dinî bir kaideye uyularak, çıkmak üzere olan fitneyi yatıştırmak ve halkı gönül huzuruna kavuşturmak için Hz. Ebu Bekr ve Ömer'e bırakılmıştır. Çünkü, Hz. Peygamber devrinde cereyan etmiş olan savaşlar henüz unutulmamıştı. Emiru'l-Müminihin kılıcındaki Kureyş müşriklerinin kanı daha kurumamıştı. Halkın kalbinde öç alma ihtirası olduğu gibi duruyordu. Kalbler tamamiyle İslama yönelmemiş ve başlar tam olarak halifeye eğilmemişti. Maslahat, halifelik vazifesinin; yumuşaklık, sevgi, yaşça ilerlemiş olmak, İslama ilk önce girmiş bulunmak ve Peygamber (S.A.V.)'e yakınlık gibi sıfatlarla meşhur olan bir kimseye tevdi edilmesini gerektiriyordu.

«Görülüyor ki, Hz. Ebu Bekr ölüm döşeğinde iken Hz. Ömer'i işin başına geçirmek istediği zaman, halk yüksek bir sesle kendisine:«Başımıza, son derecede sert bir kimseyi mi tâyin ettin?» diye itirazda bulunmuştu. Böylece halk, dinî şiddet ve salabeti ve düşmanlara karşı çok sert oluşu sebebiyle Hz. Ömer'in halife olmasına razı olmuyordu. Hz. Ebu Bekr ise, onları: Size en hayırlımızı tavsiye ediyorum» diyerek yatıştırmıştı.»

Bu söz gösteriyor ki, halifelik verasetle olmadığı gibi, sadece üstünlükle de değildir. Ancak, müslümanların maslahatı ve halifenin adaletli oluşu gözönünde tutulacaktır ki buna, «en üstün olmayanın halifeliğe getirilmesi» denir. Çünkü, yetenek ve adalet sahibi ise, umumî menfaat da onun seçilmesini gerektiriyorsa, halifelik makamı böyle birine verilir. Burada hakikî maslahat gözetilmiştir. Halifeliğin Hz. Ali ve onun evlâtlarına inhisar etmesini istiyen ve onlardan başkasının halife olamıyacağmı söyleyenler, burada farazi bir maslahatı ileri sürmektedirler, İmam Zeyd ise, adalet ve takva ile birlikte gerçek maslahatı gözönüne almakta ve farazi bir maslahata önem vermemektedir.

İmam Zeyd'den Ehl-i Beyt İmamlarının hatâdan masum olduklarına dair hiç bir rivayet yoktur. Esasen Zeyd'in bunun aksine kail olduğu bilinmektedir. Çünkü hatâdan masum olmayı (İsmet) fikrini kabul etmek, o İmamların bir vahiy ile Peygamber tarafından tâyin edilmiş olmalarını, ayrıca onların vereceği hükümlerin vahiy veya ilham mahsulü olmasını gerektirir. İmam Zeyd'e göre Peygamber, Hz. Ali'yi şahsı itibariyle vasi tâyin etmemiş, ancak onu sıfatlan itibariyle tavsiye etmiştir. Çünkü Peygamber (S.A.V.), kendisi bile içtihadında hatâdan masum değildir. Nitekim Bedir esirlerine yapılacak muamele meselesinde Allah, onun yanılmış olduğunu bildirmiştir.

Şüphesiz İmam Zeyd'in görüşü, İmamların hatâdan masum olmadıkları yönündedir. Fakat, îmam Zeyd'den sonra Zeydiye mez-hezine bağlı olanlar, şu dört kimsenin hatâdan masum olduğunu kabul etmişlerdir:

1 — Hz. Ali, 2 — Hz. Fatıma, 3 — Hz. Hasan, 4 — Hz. Hüseyin. Çünkü Hz. Peygamber, şu âyeti kerimeler nazil olduğu zaman hı-ristiyanlarla karşılıklı beddua (mübâhele) meselesinde bunları anmıştır: «Muhakkak ki İsa'nın hali de Allah indînde Âdem'in hali gibidir. Allah, onu topraktan yarattı, sonra «ol» dedi. O da oluverdi. Hak Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma; artık sana İlim geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra birlikte dua ederek, Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olmasını istiyelim.»[22]

Hz. Peygamber, bu duasında onları andığına göre bunlar masumdurlar. Ehl-i Beytin diğerlerine nisbetle bunların üstünlükleri meydandadır. Çünkü bunları Peygamber (S.A.V.), kendisinin yerine koymuştu. Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'in İmametini tanımıyan ve Zeydiyye mezhebine mensup olan bazı şiîlere göre bir beklenilen mehdi vardır. Onlar, bu görüşlerine, Ehl-i Beyt'in hususi bir meziyeti olduğunu, hilâfetin veraset yoluyla olacağını ve gizli bir İmamın bulunacağını da ilâve ederler. Bu fikirlerini Hz. Ali'den rivayet edilen «Mutlaka Allah'ın açık veya gizli hüccetle kaim bir İmamı vardır» sözü ile desteklemeye çalışmaktadırlar. Gizli İmam, Allah'ın dilediği sürece yaşar ve nihayet O'nun izniyle ortaya çıkıp hakkı ilân eder ki, işte ona «muntazar (beklenilen) mehdi» denilir.

İmam Zeyd, gizli İmam görüşüne cevaz vermezdi. Ona göre İmamın kendisi için bir davetçisi bulunacak ve İmam gizli olmayacaktır. Dolayısiyle muntazar mehdî tasavvuru yersizdir. İmam Zeyd'e göre geri dönme (ric'at) da yoktur. Ancak ölüleri, Allah kıyamet günü tekrar diriltecek, hesaba çekecek, onların ceza veya mükâfaatlarını verecektir.

İşte İmam Zeyd'in görüşleri bunlardan ibarettir. Fakat Cârûdiye mezhebine mensup olanlar, İmam Muhammed b. Hasan ki buna, «En-Nefsüz-Zekeriyye» adı verilir ve Ebu Ca'fer el-Mansur tarafından öldürülmüştür; Zeydiyye Mezhebine göre İmam Zeyd'ln halifelerinden biridir—mehdî olarak geri dönecek, zulüm ve haksızlıkla dolu olan yer yüzünü İslah edip adaletle dolduracaktır, demişlerdir.

Cârûdiyyo mezhebi mensupları, İmam Zeyd'e sadece' mehdîlik ve ric'at görüşünde muhalefet etmemişler, aynı zamanda Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'in halifeliğini desteklemesine de muhalefet ederek, onların İmametini tamirüamamışlardır. Bunlara rağmen kendilerini Zeyd'iyye mezhebine bağlı göstermişler ve. bu mezhebin bir kolunu teşkil ettiklerini ileri sürmüşlerdir.

Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre îmanı Zeyd, bir İmamın kendisi için İmametinin doğruluğunu tasdik eden bir davetçisi olmasını şart koşmuştur. Bu görüş, şu iki düşünceden doğmaktadır:

1 — İmamın, — isterse Hz. Ali'nin Fatıma'dan gelen evlâtlarından olması daha efdal olsun — söz sahibi müslümanlar tarafından seçilmesi şarttır. Yalnız onlar, bu hususta maslahatı gözetmelidirler. Bu seçim işi, ancak halifeliği istiyen kimsenin kendisinin halife olduğnu ilân etmesiyle tamamlanır.

2 — Hilâfet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sırf verasetle olmaz. Az önce söylediğimiz gibi, halifenin, efdal olma bakımından Hz. Ali'nin Fatıma'dan gelen evlâtlarından olması şartıyla birlikte, bir davetçisi bulunmalıdır. Ona göre hilâfet, veraset veya vasiyet yoluyla olsaydı, istemese dahi kırallık gibi veraset veya vasiyet yoluyla İmam'ın kendisine intikal edecekti. İmam Zeyd, İslâm Hilâfetinin veraset yoluyla olacağı görüşünü reddetmiş, Fatıma zürriyetinden gelen İmamlığa lâyık kimsenin kendisini ortaya atmasını şart koşmuştur. Ta ki halk, onun halife olmasındaki maslahatın derecesini bilsin ve onunla kendisini halifeliğe namzet kılacak olan diğer bir kimse arasında, hangisinin bu işe daha elverişli olduğunu tâyin etmek için bir karşılaştırma yapabilsin.

İmam Zeyd'e göre hilâfetin, Hz. Fatıma evlâtlarından halifeliği açıkça istiyenlere verilmesi daha üstündür. Bunların Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin neslinden olmasında bir fark yoktur, işte Zeyd'iyye mezhebi bu noktada İmamiyye mezhebinden ayrılmaktadır. Zira, İmaraiyye mezhebine bağlı olanlar, İmametin Hz. Hüseyin'in neslinden birine ait olduğunu şart koşmaktadırlar.[23]


2- Usûlu'd-Dln (Akaîd)'e Dalr Görüşleri

İmam Zeyd, çağdaşı olan Vâsıl b. Atâ' gibi şahıslarla görüşmüş-. tür. O devirde Mu'tezilenin reisi olan Vâsıb b. Atâ' ile Basra'da karşılaşmıştır. Şehristanî, Zeyd'in Vâsıl'dan ders aldığını iddia etmekte ise de, biz, kendisinin yaşıtı olan Vâsıl ile itikadı meseleler, cebr ve ihtiyar konulan, o devirde bir çok tartışmalara sebep olan büyük günâh (kebire) işliyen kimselerin durumu hakkında müzakerelerde bulunduğu kanısındayız. Dolayısiyle, İmam Zeyd'in itikadı görüşlerinin bir kısmı Mu'tezile görüşlerine yaklaşır. Hattâ bazı görüşleri, tamamen onların görüşleriyle birleşir.

O çağda bir çok tartışmalara yol açan ilk mesele, büyük günâh işliyen kimsenin kâfir mi, fâsık mı, münafık mı, yoksa îmanı bütün bir mü'min mi olduğu meselesidir. Bu meseleyi, Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden hakem tâyini sebebiyle Haricîler ortaya atmış, hakemi kabul edenlerin kâfir olduğunu, çünkü hükmün ancak Allah'a ait bulunduğunu, büyük günâh işliyenlerin küfre gittiğini bağırarak ilân etmişlerdir.

îşte bilginler, bu görüşü tetkik etmişlerdir. Hasan el-Basri, büyük günah işliyenin münafık olduğunu, zira içi dışına uymadığını söylemiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğu onun fâsık olduğunu ve işinin Allah'a kaldığım ileri sürmüştür. Mürcîe mezhebindekiler, îman olduktan sonra günâhın hiç bir zarar vermiyeceğini, nitekim küfürle ibadetin de hiç bir fayda sağlamıyacağını ortaya artmışlardır, Mu'tezile ise, büyük günâh işliyenin «menziletu'n beyne'1-menzileteyn» (iki menzil arasında bir yer) de, tevbe etmediği takdirde de ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemiştir, işte İmam Zeyd, büyük günâh işliyenin iki menzil arasında bir yerde kalacağı görüşüne katılmış, fakat onun ebedi olarak cehennemde kâlmıyacağmı, belki günâhı kadar Allah'ın ona azab vereceğini kabul etmiştir.

Görüyoruz ki bu konuda İmam Zeyd'in mezhebi orta yolu teşkil etmektedir. O, Haricîlerin ifratına, Mürcienin tefritine düşmemiş ve Hasan el-Basri'nin görüşüne yaklaşmıştır. Zeyd'in esas mezhebi, İmanın sabit bir gerçek oluşudur, İman bulunduğu takdirde zarurî olarak amel de bulunacaktır. Amelin bulunmayışı İmanın yokluğunu gösterir. Fakat, amelsiz bir kimse müslüman olabilir. Ebedî azab, ancak açıkça kâfir olanlar içindir.

İmanın ameli gerektirmesi görüşü, bazı şarklı filozofların şu görüşleriyle birleşmektedir: Bu filozoflara göre, hakikati araştırmaktaki ihlas, kişiyi doğru bilgiye ulaştırır. Doğru bilgi de gerçek İmanı meydana getirir. Gerçek İman ise zarurî olarak iyi ameli ve güzel ahlâkı gerektirir. Bunların hepsi doğru bir çizgi üzerindeki noktalardır; ihlas ile başlar, iyi amel ile sona erer.

İmam Zeyd devrinde kader, cebr ve İhtiyar (irade) meseleleri üzerinde tartışmalar oluyordu. Bu konularda birbiriyle çarpışan fırkalar doğmuştu. Cehmiyye fırkasına göre insanın hiç bir irade ve hürriyeti yoktur. Aksine insan, fiillerinde rüzgâr karşısındaki tüy gibidir. Fiillerin insana nisbeti hakiki olmayıp onunla birlikte bulunması itibariyledir. Meselâ, falan öldü, ekin'bitti, su aktı, ağaç sallandı, meyve olgunlaştı vs. diyoruz. Bu gibi şeylerin kendilerine nisbet edilen fiillerde hiç bir seçme iradesi yoktur. Buna göre kadere kayıtsız şartsız teslim olmak gerekmektedir.

Bunların yanı başında kaderi büsbütün inkâr eden Kaderiyeciler bulunmaktadır. Onlara göre insan her istediğini yapacak bir hürriyete sahiptir. Allah'ın mülkünde istemediği şeyler olabilir. Allah ezelde hiç bir şeyi takdir etmemiştir. Aksine O, şeyleri, meydana geleceği zaman takdir eder.

İmam Zeyd, bu görüşleri incelemiş, birincisinin teklifin iskatına sebep olduğunu, çünkü teklifin ancak irade ve ihtiyar üe olacağını, ikincisinin de Allah'ın ezeli İlim ve takdirini kaldırarak, «Allah her[24]şeyi hakkıyle bilir, Herşey O'nun yânında bir ölçü iledir. O, görüneni de görünmeyeni de bilen, büyük ve yüce olandır»[25] âyetleri gibi Kur'an'm kesin nass'lanna muhalefet etmekte olduğunu görmüştür.

O, bunları inceledikten sonra hem teklifi ortadan kaldırmıyan, hem de Allah'ın yüce sıfatlarını mânasızlaştırmıyan bir görüşe varmış ve kaza ile kader'e İmanın vacip olduğunu kabul etmiştir. İnsanın taat ve isyanda hür ve irade sahibi olduğunu, isyanın Allah'ın iradesine aykırı olarak yapılmadığım, ancak Allah'ın onu sevmediğini ve rızâ göstermediği halde murad ettiğini ileri sürerek, irade ile sevme ve rızâ göstermeyi birbirinden ayırmıştır. Ona göre, ma'siyet (günâh)'i insanlar, Allah'ın irade ve kudretinin sınırlan içinde işlemektedir. Fakat Allah, kullarının bu fiillerini sevmemekte ve onlara razı olmamaktadır. Çünkü «Allah kulları için küfre razı olmaz»[26]

İnsan, fiillerini, Allah'ın iradesi ile ona verdiği bir kuvvet sayesinde yapmaktadır. Kul, taat olsun isyan olsun, yaptığı şeyi kendi isteği ile yapmaktadır; fakat Allah, onun isyanına razı değildir.

İşte bu görüş, Ehl'i Beyt İmamlarına ait bir görüş olup Mu'tezile görüşünden esaslı bir şekilde ayrılır. Mu'tezile mensupları, Allah'ın iradesiyle emrini birbirinden ayırmazlar. Ona göre AHah bir şeyi emrettiği halde, kul onun aksini yaparsa bu iş Allah'ın iradesine aykırı yapılmış olur; dolayısiyle âsi insanların fiilleri Allah'ın iradesi olmaksızın yapılmaktadır.

Zeyd ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarına göre ise Allah'ın iradesi emrinden ayrıdır. Kullar, Allah'ın emrine O'nun iradesiyle âsî olmaktadırlar. Fakat, sevme ve nzâ gösterme emirden ayrılmaz. Dolayısiyle âsîler, emre aykırı hareket ettiği zaman, sadece Allah'ın sevmediği ve razı olmadığı bir şeyi yapmış olurlar. Emir, rızâ ve sevmenin delilidir, iradenin delili değildir.

îmam Zeyd'in çağında «Bedâ» konusunda da münakaşalar yapılmıştır. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî, kâhinlerin yaptığı gibi, kafiyeli sözler dizer, gelecek olayları bildiğini iddia eder, olaylar onun söylediği tarzda meydana gelmediği zaman Rabbmız'a bedâ oldu derdi. Burada O'nun bedâ'dan maksadı, Allah'ın ilminin değişmesidir. Bu görüş, Allah'ın ezelî ilmini inkâr edenlerin görüşüne yakındır. Zira onlar, Allah'ın ilmini kabul etseler de, onun değişebileceğini söylemişlerdir ki bu, Allah'ın ilmini inkâra yaklaşmaktadır.

İmam Zeyd, bütün bunlara muhalefet etmiş, Allah'ın ilminin ezeli olduğunu beyan ederek herşeyin O'nun takdiriyle meydana geldiğini, Allah'ın ilminin değişmesinin O'nun için bir eksiklik olacağını açıklamıştır. Allahu Teâlâ, kulların yapacağı ve onların başına gelecek herşeyi Levh-i mahfuz'unda yazmıştır. Onun ezelî ilmi ile ezelî ve ebedî iradesi, kulun irade ve hürriyet sahibi olmasına aykırı1 düşmez.

Ona göre duâ takdiri değiştirmez. Fakat onu.açığa çıkarır. Çünkü AHah, ezelî ilminde duâ ve ona icabeti takdir buyurmuştur. «Allah dilediğini mahveder, dilediğini durdurur»[27] âyeti, O'nun hür irade ve ihtiyarının her şeyi ezeceğini, hiç bir şeyin bunların üzerinde olamıyacağûıi; dolayısiyle Allah'ın ifadesinin üstünde hiç bir iradenin bulunmadığım ve O'nun ilminin her şeyi kuşattığını gösterir.

İşte bu görüş İmamiyye mezhebine bağlı olan birçoklarının görüşüne uygundur. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu da bu kanaattadar.

Allah, her şeyi kuşatıcıdır.[28]


İmam Zeyd'in Fıkhı

İmam Zeyd hem fakih, hem muhaddis, hem de Kur'an'ın kıraat ilmine vâkıftı. Yani, 9nun hem bilginler, hem de kıraat ehli arasında bir yeri vardır. Hattâ tarihçilerin, onunla. Hişam'm askerleri arasında meydana gelen savaşı, «muhaddislerin,fakîhlerin ve kıraat bilginlerinin savaşı» diye vasıflandırdıklarını görmekteyiz.

Onun fıkıh ve hadîsini talebeleri nakletmişlerdir. Fakih ve mu-haddisler içerisinde en çok talebesi olan odur. Medine'de fıkıh ve hadis öğrenmek isteyenler ona başvururlardı. Nitekim kendisinden önce babası ve kardeşi de aynı durumda idiler. Zeyd Irak, Basra, Küfe ve Vâsıt gibi şehirlerde dolaşmış, buralarda bulunan talebe, bilgin ve kırat ehli ile müzakerelerde bulunmuştur.[29]


El-Mecmu' Adli Eserî

Talebelerinden biri, ondan rivayet ettiği şeyleri iki kitap halinde toplamıştır:

1 — Mecmu'ul-Hadîs

2 — Mecmu'ul-Fıkıh

Bu iki kolleksiyona ortaklaşa «el-Mecmu'ul-Kebîr» adı verilmiştir. Bunları kitap halinde toplayan talebesi, Ebu Hâlid Amr. b. Hâlid el-Vâsıti'dir. Hâşimilerden birinin azatlısı olan bu zat, Hicri II. asrın II. yarısında ölmüştür. Ebu Hâlid, bütün seyahatlarında îmam Zeyd'in yanından ayrılmadığı gibi Medine'de kaldığı müddetçe de onun yanından uzun zaman ayrılmamıştır. Böylece o, Zeyd'in diğer talebelerine nisbetle kendisinin yanında en çok bulunan bir talebesi olmuştur.

Zeydiyye mezhebine mensup olan bir çok bilginler, el-Mecmu'ul-Kebîr'i îmam Zeyd'in bir eseri olarak kabul etmişlerdir. Fakat, onların bazıları ve özellikle Zeydiyye mezhebinden olmayanların çoğu bu kitabı tenkit etmişlerdir. Onların tenkidleri şu noktalara dayanmaktadır :

1 __ Ebu Hâlid, bazı büyük hadis bilginleri tarafından uydurmacılıkla itham edilmiştir. Meselâ, Nesâi, onun hakkında; «Güvenilmez, onun hadisi kabul edilmez» demiş. Ehl-i Beyt'i övmekte aşırı gitmekle itham etmiş ve rivayet ettiği bazı şeylerin zayıf olarak tesbit edildiğini ileri sürmüştür.

2 — el-Mecmû'u, Ebu Halid yalnız başına rivayet etmiştir. Eğer el-Mecmu', îmam Zeyd'e ait olsaydı bu herkesçe bilinirdi ve îmam Mâlik'in Müvatta'ı gibi onun da bir çok râvileri olurdu.

3 — Zehebi, el-Mecmu'da Hz. Ali'den rivayet edilen bazı hadislerin ona nisbet bakımından sahih olmadığının tesbit edildiğini, bu suretle Ebu Hâlid'i tenkit edenlerin haklı olduğunu söylemiş ve onun bütün rivayetlerinden şüphe edilebileceğini iddia etmiştir. el-Mecmu'a yönetilen en şiddetli tenkidler, kısaca, bunlardır.

el-Mecmu'a itimat gösterenler bu tenkidleri reddetmişlerdir; Ebu Hâlid'in, Zeydîlerin büyük çoğunluğu tarafından güvenilen bir şahıs olduğunu, bazı hadis bilginlerinin ondan rivayetler yaptığını, ona yöneltilen tenkidlerin umumî bir ifade taşıdığını, böyle umumî bir ifade taşıyan ve belirli bir sebebe dayanmayan tenkidlerin bütün bilginlerce hiç bir değeri olmayağını söylemişlerdir. Zira bir kimseyi, birisi fâsıklıkla itham etse ve bunu bir sebebe dayandıramasa ithamı kendisine döner; gerçekte itham ettiği kimse değil, kendisi fâsık olur. Bir tenkit için ileri sürülen sebeplerin bulunmadığı vesikalarla isbat edilirse, o tenkit hükümsüz kalır. Meselâ, birisi bir kimseyi namazı terketmekle itham etse, bir başkası da onun namazı terketmediğini söylese, ikincisinin sözüne itibar edilir. Bu esasa göre, Ebu Hâlid'e yöneltilen tenkidler muteber değildir.

Ebu Halid'i, Ehl-i Beyt'i övmede aşın gitmekle itham etmek de yersizdir. Çünkü, bu itham mezheb taassubuna dayanmaktadır. Mez-heb taassubuyla bir râvi tenkit edilemez. Bundan başka Zeydiler, onun Ehl-i Beyti övmede aşın gitmesini tenkid değil, tezkiye olarak kabul ederler. Ebu, Hâlid, kendisinin bu noktadan itham edildiğini duysa, «bunu, töhmet değil, iddia etmediğim bir şeref sayarım» derdi.

Şafiî, Kaderiyye mezhebine göre »kader» konusunda söz söyleyen bazılarından rivayetler yapmıştır. «Bunu bid'at saydığın halde bir kaderiyyeciden nasıl rivayette bulunuyorsun?» diye kendisine sorulduğunda Şafiî şu cevabı vermiştir': «Kaderiyyeci olan İbrahim'i, sözünü tesbit etmek suretiyle, bundan sonra yalan söylemekten alıkoymak benim için daha iyidir.»

Ebu Hâlid'in, el-Mecmu'u yalnız başına rivayet etmesini ele alarak ileri sürülen tenkit de reddedilmiştir. Çünkü, onu yalnız başına toplayıp kitap haline getirmesi, bu kitapta olanları başkalarının bilmemesini gerektirmediği gibi, İmam Zeyd'in talebeleri de onun ölümünden sonra memleketin her tarafına dağılmışlardı. Dolayısıyla onlardan birinin bu işi yalnız başına yapması tuhaf bir şey değildir. İmam Zeyd'in talebeleri, bilhassa oğulları bu eseri görüp okudukları zaman kabul etmişlerdir. Böylece bu eserin bir kişi tarafından meydana getirilmesi iddiası kendiliğinden değerini kaybetmiştir. Esasen öteki mezheblerin fıkhını tedvin edenler de bu işi tek başlarına yapmışlardır. Meselâ, İmanı Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, Irak fıkhını «Zâhir-i Rivaye» adı yerilen altı kitabında yalnız başına toplamıştır. Bu altı kitap şunlardır:

1 — el-Asl

2 — eş-Şerh'us-Sagîr

3 — eş-Şerh'ul-Kebir

4 — Es-Siyer'us-Sagîr

5 — es-Siyer'ul-Kebîr

6 — ez-Ziyâdât.

Halbuki İmam Muhammed, Ebû Hanîfe'nin yanında dört seneden fazla kalmamıştır. Öte yandan Ebu Hanife'nin yanında daha fazla kalan ve yaşça İmam Muhammed'den daha olgun olan birçok talebeleri de vardı.

el-Müdevvene'yi de İmam Malik'ten Abdusselam Sahnun (160-240 H.) rivayet etmiştir. Sahnun, bunu, İmam Mâlik'i hiç görmediği halde onun talebesi Abdurrahman b. el-Kâsım'dan rivayet etmiştir. Şafiî'nin eski kitaplarını Bağdat'ta yalnız başına Za'ferânî rivayet etmiştir. Şafii'nin yeni kitaplarını da Fustat (Mısır) da Rabî' b, Süleyman el-Murâdî tek başına rivayet etmiştir.

Üstelik bilginler, el-Mecmu'u her devirde kabul etmişlerdir ki bu, bütün şüpheleri kaldırmaya kâfidir. Çünkü bilginlerin, kesin bir delil bulunmadan bir şeyi kabul ettiklerini ileri sürmek, eskilerin İlimlerini yeni nesillere ulaştıran ilmi silsileyi yıkmak demektir.

eî-Mecmu'u, Hz. Ali'den rivayet edilen ve ona nisbet bakımından sahih olmayan hadisleri ihtiva ediyor, diyerek tenkid etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Çünkü, sahih olmadığı ileri sürülen bu hadislerin, Hz. Ali'den veya başkalarından rivayet edildiği, hadis kitaplarında da sabittir. İddianın yerinde olmasını sağlamak için şöyle söylemelidir: el-Mecmu'da rivayet edilen hadislerin tamamının değil, pek azının sahih olmadığı sabit olmuştur. Bu da ondaki hadislerin tümünün tenkid edilmesini gerektirmez. Nasıl ki isnad bakımından hadis kitaplarının en sağlamı olan Sahîhu'l-Buhârî'de bile sıhhati tesbit edilemiyen bazı hadisler vardır; Fakat bu, Sahihu'l-Buhârî'nin tümünü sıhhat bakımından tenkid etmeyi gerektirmemektedir.[30]


El-Mecmu' Nasıl Yazıldı ?

Kanaatımıza göre el-Mecmu', şu üç şekilden birine göre tedvin edilmiştir:

1 — Onu, İmam Zeyd kendi kalemiyle yazmış, Ebu Halid dö nakletmiştir.

2 — İmam Zeyd, onu Ebu Halid'e yazdırmıştır. İmam Şafii'nin el-Umin adlı kitabının bazı bölümlerini talebelerine yazdırması gibi.

3 — Ebu Hâlid, İmam Zeyd'den rivayet ettiği hadis ve fıkıh mecmualarını sonradan bir tertibe sokarak kitap haline getirmiştir.

Biz, birinci şekli makul bulmuyoruz. Çünkü, o çağda böyle tedvin usûlü mevcut olmadığı gibi, Ebu Hâlid de böyle bir iddiada bulunmamış olup el-Mecmu'un durumu da bu şekilde yazıldığını göstermemektedir. İkinci şekli de kabul edemeyiz. Çünkü, el-Mecmu'un metinleri buna muhalif görünüyor. Ayrıca bu metinler, Ebu Hâlid'in onları imlâ (yazdırma) yoluyla değil, rivayet yoluyla tedvin ettiğini göstermektedir. Bunun içindir ki biz, üçüncü şeklin akla uygun olduğunu kabul ediyoruz. Nitekim el-Mecmu'un ifadeleri de bunu desteklemektedir. Meselâ, el-Mecmu'da rivayet edilen hadislerin başında «Zeyd b. Ali bana anlattı...», fıkıh meselelerinde de, «Zeyd b. Ali'ye sordum» denilmektedir.

Zeydiyye İmamlarının ifadeleri, Ebu Hâlid'in, el-Mecmu'u toplayarak tedvin ettiğini göstermektedir. îmam Ebu Tâlib en-Nâtık Bilhak, «el-Mecmu'u, Ebu Hâlid'in topladığı ve Zeyd b. Ali'den rivayet ettiği herkesçe bilinmektedir» derken bu konuda gerçeği söylemiştir. Onun bu ifadesi, el-Mecmu'un İmam Zeyd tarafından ne imlâ edildiğini, ne de tedvin edildiğini göstermektedir. Ancak, Ebu Hâlid tarafından toplanarak kitap haline konulduğunu açıkça anlatmaktadır.

Mısır'da basılmış olan el-Mecmu' bir hadis ve fıkıh mecmuasından ibaret olup tertibi fıkıh kitaplarının tertibine uymakta, «taharet» bahisleriyle başlayıp «ibâdet» ve «büyü» (yani:alım-satım) bahisleri gibi fıkıh kitaplarının bölümlerini içine almaktadır. Hadisler, her bölümde, îmam Zeyd'den rivayet edilen fıkıh bahisleriyle mezcedilmiştir.

Burada okuyucunun hatırına şöyle bir soru gelebilir: el-Mecmu'daki bu tertibi Ebu Hâlid mi, yoksa ondan sonrakiler mi yapmıştır? veya Ebu Hâlid'den sonra gelenler bu kitabın metnini değiştir-meksizin sadece yeniden mi tertip etmişlerdir? Nitekim İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin kitaplarını bazı râvîleri yeni bir tertibe sokmuşlardır. Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Ebu Hâlid'in talebesi Nasr b. Muzâhim, el-Mecmu'u bölümlere ayrılmış olarak almıştır. Bilginlere göre onu bölümlere ayıran Ebu Hâlid'dir. Elimizde bu görüşü bozacak kesin bir delil olmadığına göre aynen kabul etmek mecburiyetindeyiz.

Fakat tarihçilerin anlattığına bakılırsa, önceleri biri hadis, diğeri fıkıh olmak üzere el-Mecmu' müstakil iki kitap halinde idi. Bugün basılmış olan el-Mecmu'da bu iki kitap birbirine mezcedilmiştir. Bu, kitabın Ebu Hâlid devrinde bölümlere ayrılmadığını göstermez- mi? Böyle bir şüpheyi gidermek için Ebu Hâlid'in önce ayrı ayrı tedvin ettiği bu iki kitabı, sonradan kendisinin birbirine mezcettiğini, veya onu, mevcut tertibe göre ayn ayrı tedvin ettiği halde, sonrakilerin birleştirdiğini söylemek mümkündür. Biz, birinci şıkkı daha doğru buluyoruz; çünkü hadisler fıkıhla mezcedümiş olup her bölümde önce hadis, sonra fıkıh zikredilmiş değil; aksine aynı konuda hadis ve fıkıh, karışık olarak, yer almıştır.[31]


İmam Zeyd'in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü

El-Mecmu' kitabındaki rivayetlere bakılacak olursa, bunların hepsinin EhH Beyt yoluyla yapıldığı anlaşılır. Bu kitapta «Zeyd b. Ali babasından, o da dedesi Hz. Ali vasıtasıyla Peygamber (S.A.)'den rivayet etti» veya «Peygamber (S.A.) şöyle buyurdu» denilmektedir. Bu ifade, el-Mecmu'daki bütün hadislerin Ehl-i Beyt yoluyla geldiğini anlatmakla beraber, Zeyd'in sadece Ehl-i Beyt'ten hadis rivayet ettiği mânâsına gelmez. Çünkü, onun ve kendisinden önce babasının Tabiîlerden hadis ve İlim öğrendikleri, Tabiilere karışarak onlarla ilmi alış-verişte bulundukları bir gerçektir. Şüphesiz Zeyd, Ehli Beyt'ten başka yollarla yapılan rivayetleri de biliyordu. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir: Niçin Zeyd, sadece Ehl-i Beyt'in rivayetlerini nakletmiştir? Bunun cevabı şu olabilir: O, kaybolup unutulmasından korktuğu için, Ehl-i Beyt'in hadislerini neşretmede daha çok titizlik göstermiştir.

el-Mecmu'da îmam Zeyd yoluyla rivayet edilen hadislerle, Sünnet'te sabit olan hadisler arasında ince bir karşılaştırma yapılırsa, sahih hadis kitaplarında rivayet edilen şaz hadisleri el-Mecmu'da görmek mümkün olmaz. el-Mecnlu' ul-Kebîr üzerine *Ravd'un-Naldîr»[32] adlı şerhin yazarı böyle bir karşılaştırma yapmış, el-Mecmu'da geçen her hadis için bütün müslümanlarca bilinen hadis kitaplarından en az bir kaç tane delil bulmuştur.

Bu sebeple Zeydîler, bütün hadis kitaplarındaki sahih hadisleri kabul edip delil olarak alırlar. Kendileriyle Ehl-i Sünnet âlimleri arasında bir fark gözetmezler. Dolayısıyla onlar, nasıl kendi mezheble-rinden adaletli olanların rivayetlerini kabul ediyorlarsa, aynı şekilde adaletli oldukları sabit olan muhaliflerinin rivayetlerini de kabul ederler. Buna mukabil îmamiyye mezhebine bağlı olanlar, kendi râvüeri ile başka mezheblerin râvilerini ayrı tutup muhaliflerinin, adaletli dahi olsalar, rivayetlerini kabul etmezler. Hal böyle iken bazan onların, kendi mezheblerinden olan fasık kimselerin rivayetlerini dahi kabul ettikleri görülmüştür.

Zeydiyye fıkhı diğer dört mezhebin fıkhına çok yakındır. Biz, el-Mecmu'dan bazı örnekler alıp dört mezhebin görüşleriyle bir karşılaştırma yaptıktan sonra, Zeydiyye mezhebi ile dört mezheb arasındaki yakınlık ve benzerliği, sadece meseleleri halletmekte değil, meselelerin dayandığı esaslarda da tesbit ettik. Bunun sebebi, şüphesiz hepsinin görüşlerinin ortak kaynağı Allah'ın Kitabı ve Peygamberi (S.A.) nin Sünneti oluşudur. Ayrıca bu durum, İmam Zeyd'in ve onun yolundan gidenlerin, Tabiiler asrı ile onları takip eden asırdaki ekseri İslâm âlimlerinin yolundan uzaklaşmamış olduklarını göstermektedir.

Kısaca, İmam Zeyd'den nakledilen haberler, umumi olarak diğer fakihlerin görüşlerine uygundur. Bu haberler, bazı İmamların görüşlerine aykırı düşse bile, bütün İmamların görüşlerine aykırı düşmemektedir.

İmam Zeyd'in hüküm çıkarma metodu da Ebu Hanife, Abdurrahman b. Ebi Leylâ Osman el-Bettî, İbni Şubrume, Zührî gibi Medine vç Irak'ta bulunan çağdaşı fıkıh ve hadis İmamlarının metoduna yakındır. Zeyd, Kitap ve Sünnete dayanırdı. Bunlarda bir nass bulamadığı zaman re'yi ile ictihad yapardı. Hz. Ali'nin kendi re'yine dayanmayan sözlerini Sünnete dahil ederdi. Fakat, bazan Hz. Ali'den rivayet edilen şeylere muhalefet ettiği de olurdu. Meselâ, yetimlerin mallarından zekât verilmesi hakkında Hz. Ali'den riva; et edilen görüşü kabul etmemiş, yetimlerin mallarından zekât almmıya-cağmı ileri sürmüştür. Aslında o, Hz. Ali'nin, yetimlerin mallarından zekât alınacağına dair verdiği fetvanın ona nisbetini kabul etmemiştir.

Bununla beraber Zeyd'in fıkhı hükümler çıkarırken kendisine göre ayrı bir metod takip ettiği bilinmemektedir. Esasen, onun metodunu açıkça ortaya koymaması, o devir için normaldir. Çünkü o çağda fıkıh, ortaya çıkan meseleler için fetva vermekten ibaretti. Hiç bir İmam, hüküm çıkarmadaki metodunu açıkça ifade etmemişti. Ebu Hanife, Mâlik, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, el-Evzâî ve diğerleri de hüküm çıkarırken bağlı oldukları metodlari açıklamamışlardır. Bunların metodlari, daha sonra kendilerinden rivayet edilen meselelerden istinbat edilmiştir.

İmam Zeyd'den sonra gelen ve onun mezhebine bağlı olan müctehidler de, ondan rivayet edilen meselelere dayanarak bazı esaslar tesbit etmişler ve bunlara «Zeydiyye Fıkhının Usûlü» adını vermişlerdir.

Zeydiyye İmamları, ekseri fakihlerin kabul ettiği metodlari benimsemişlerdir. Onlar da önce Kitab, sonra Sünnetle hüküm vermişler. Kitab ve Sünneti derecelere ayırmışlardır. Meselâ, Peygamber (S.A.)'in fiil ve takrirlerini derece bakımından sona bırakmışlardır. Çünkü, açık ifadelerin şer'î hükümleri göstermesi, diğerlerinden daha kuvetli ve daha kesindir.

Onlar, Kitab ve Sünnet'te nass bulamadıkları takdirde Kıyasa baş vurmaktadırlar. İstihsan ve Masâlih-i Mürseleyi de Kıyasa dahil etmişlerdir[33]. Bunlardan sonra akıl gelir. Aklın iyi gördüğü şeyleri yapmak ve kötü gördüğü şeylerden de sakınmak, dinin istediği hususlardır. Önceki delillerden biri bulunmadığı zaman bu yola başvurulur.[34]


İmam Zeyd'e Göre Aklın Görevi

Burada, Zeydiyye mezhebindeki aklın rolüne işaret edeceğiz. Bu mezheb akaid ve 'şer'i hükümlerde akla en büyük yetkiyi tanıyan Mu'tezile mezhebine yaklaşmaktadır. Mu'tezilîler, iyi ve kötü şeyleri bilmede aklın tam bir yetkiye sahip olduğunu, onun iyi gördüğü şeylerin yapılması gerektiğini, terkedildiği takdirde cezayı icap ettiğini, kötülüğüne hükmettiği şeylerden kaçınılmasını, bunlar yapıldığı takdirde cezayı mucip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her iki haldeki ceza da âhirete aittir. Akıl, nass bulunmayan yerde kayıtsız şartsız hüküm vermeye selâhiyetlidir. Böylece onlar, kıyası, istihsanı ve hakkında nass bulunmayan meselelerle ilgili olan diğer istinbat vâsıtalarını hiçe saymakta ve sadece akla dayanmaktadırlar.

Zeydîler de bu mezhebe sarılmışlar ve şeylerin iyi veya kötülüğüne hükmetmede akim yetkili olduğunu; dolayısıyla emir, nehiy, sevap ve cezanın buna bağlı bulunduğunu kabul etmişlerdir. Fakat, nass'lardan sonra doğrudan doğruya akla başvurmamışlar; onu ic-ma1, kıyas, istihsan ve masâlih-i mürselden sonraya bırakmışlardır. «el-Kâşif fi'I-Usûl» yazarı, bu konuda şöyle demektedir» :

«Kitab, Sünnet, İcma', Kıyas ve benzeri şer'î bir delil bulunmadığı zaman delİlimiz akıl olur. Dolayısıyla, başka delil bulunmazsa akılla amel etmek gerekir. Yani,bir;şeyin iyi veya kötü olduğunu akıl tâyin eder. Yalnız, akılla amel etmenin şartı, şer'i delilin bulunmamasıdır»[35].

Zeydiyye mezhebine göre, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, masâlih-i mürsele de kıyasın bir çeşidi olup şer'î delillere dahildir. Bu itibarla, mücerret aklî delil için bir saha bırakılmamış oluyor. Çünkü bütün meseleler; nasşları, icma' konusu olan hususları, bütün çeşitleriyle, kıyası, maslahatı celbetme ve mazarratı defetme gibi şeriatın genel amaçlarını içine alan bir şer'î delilin hükmüne bağlanmış oluyor.[36]


İmam Zeyd'den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu

Çeşitli sebepler birleşerek Zeydiyye mezhebini oldukça geliştirmiş ve genişletmiştir. Bu sebepleri şu üç noktada özetliyebiliriz:

1 — Bu mezhebin İmamlarının ekserisi Ehl-i Beyte mensup kimselerdir. Bu İmamlar, birçok ictihadlarda bulunmuşlar, çoğu zaman meseleleri halletmek hususnda İmam Zeyd'e uymuşlar, bir kısım meselelerde de ondan ayrılmışlardır. Bunların görüşleri mezhebe ilâve edilmiş ve onu genişletmiye sebep olmuştur.

2 — Mezheb, birbirine uzak çeşitli ülkelerde yayılmıştır.Her bölgenin kendisine göre ve diğerinden ayrı bir çevresi vardır. Dolayısıyla her memleketin, hakkında nass bulunmayan konularda örf, âdet ve gelenekleri mezhebin gelişmesinde rol oynamıştır.

3 — Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı daima açıktır. Hattâ büyük dört mezheb gibi başka mezheblerin ictihadlarmdan beğendiklerini almak da Zeydîlere göre bir ictihad olarak kabul edilmiştir. Bu görüş sayesinde Zeydiyye mezhebi çeşitli fıkıh görüşlerinin birleşip kaynaştığı, çok renkli ve değişik tatlarda meyveler yetiştiren bir bahçeyi andırmaktadır. Bunlara ayrı ayrı dokunmak istiyoruz.

İmam Zeyd şehid edildikten sonra oğulları onun zengin fıkıh mirasına sahip olmuşlardır. Bu temiz soya mensup olanlardan Ahmed b. İsâ b. Zeyd, Irak'ta oturmuş, Ebu Hanife'nin talebeleriyle düşüp kalkarak, Iraklılardan farazi (takdirî) fıkıh —bu, vuku bulmayan meselelerin hükmünü açıklamak olup Ebu Hanife'nin metodu idi— öğrenmiştir. Ahmed b. îsâ, fıkıh kitapları yazmaya girişmiştir. Zaten yaşadığı çağ, birçok meselenin Kitab, Sünnet ve Kıyas gibi delillere dayanılarak açıklandığı bir devirdir. O, üzerinde durduğu fıkhı konulan, “el-Emâlî» adını verdiği kitabında toplamıştır.

Zeydiyye mezhebinde ictihad, Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere inhisar etmemiş, Hz. Hasan'm soyundan gelen İmamlar da bu işe karışmışlardır. Çünkü Zeyd, hilâfeti Hz. Hüseyn nesline mahsus olarak tanımamış; onu, Hz. Ali'nin Fatıma'dan doğan bütün evlâtlarına lâyık görmüştür. Hattâ o, bu vazifenin hakkını verecek olan her müslümanm halife seçileceğini kabul etmiştir.

Hz. Hasan'ın soyundan gelen el-Kâsım b. İbrahim er-Ressî el-Hasenî, “Kâsimiyye» denilen büyük bir fırkanın İmamıdır. Onun kıymetli görüşleri, Hanefî mezhebine vukufu ve bu mezhebden aldığı birçok meseleler vardır. el-Kâsmı, Hicrî 170 yılında doğmuş, Medine yakınındaki «er-Ress» denilen yerde 242 H. yılında ölmüştür. el'Kâsım'uı mezhebi ve çıkardığı hükümler, Zeydîlerin furü1 kitaplarında toplanmış olup bu mezhebin Yemen'de yayılmasında büyük bir rol' oynamıştır.

el-Kâsını'dan sonra 245 H. yılında Medine'de doğan torunu el-Hâdî îlelhak Yahya b. el-Hüseyn b. el-Kâsım, Yemen'de İmam olarak ortaya çıkmıştır. Bu sırada Yemen'deki aklı eren insanlar, Yemenlileri bir araya toplayacak, bu ülkede yayılmış olan bid'atlarla, bilhassa, Karmatîlerle savaşacak bir İmamın bulunmasını zaruri görerek, el-Hâdî'ye İmam olarak bağlanmışlardır.

el-Hâdî, hem cihad hem de ictihad yapan bir insandır. Onun cihadı şu iki hususta olmuştur;

1 — Yemen ve çevresindeki ülkeleri birleştirmek. O, bu dâvasını kısmen gerçekleştirmiştir.

2 — Çağında bid'at ve anarşinin doğmasına sebep olan Karmatîlerle mücadele etmek. Bu uğurda kendisi ve daha sonra evlâtları çok başarılı imtihanlar vermişlerdir. O, Karmatîlerle savaşırken aldığı bir yara neticesinde seve seve ölümü tadarak,298 H. yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kendisinden sonra evlâtları, babalarının başladığı işi sonuna kadar götürmüşler ve kesin zafere ulaşmışlardır.

İçtihadına gelince; bu, üç noktada özetlenebilir:

1 — Tatbikatı ihmal edilmiş olan hadd cezalarını uygulamak.

2 — Vatandaşlar arasında adaleti tam olarak sağlamak, Öyle id, «Verirken sizi kendimden ileriye geçiriyorum, düşmanlarımızla karşılaşınca da kendimi sizden ileriye atıyorum» demek onun şiarı idi.

3 — Umumi olarak fıkıhla uğraşmak. Bu konuda el-Hâdî'nin değerli görüşleri vardır. O, Zeydiyye mezhebinin esaslarını tesbit etmiş ve Hanefî mezhebinden bir çok iktibaslarda bulunmuştur.

el-Hâdî'nin fıkhî görüşlerini toplayan İmam en-Nâtık Bilhak (öl.424 H.) da, bir mesele hakkında el-Hâdî'den rivayet edilen bir fetva veya bir hüküm' bulunmadığı zaman, Ebu Hanîfe mezhebine uyar ve bu türlü meseleleri onun mezhebine göre hallederdi.

El-Hâdî'nin görüşlerine bağlı olan ve onları tedvin eden eil-Nâ-tık Bilhakkın, Hanefi mezhebinin hâkim olduğu Taberistan'da bulunduğunu gözönüne alırsak, meseleleri bu memleket için en uygun olan şekilde halletmiye çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.

el-Hâdî'ye bağlı olan fırkaya «Hâdeviyye» adı verilir.

el-Hâdi, İmam Zeyd'in mezhebinin bir kolu olan kendi mezhebini Yemen ve ona komşu bulunan yerlerde, Hicaz ve dolaylarında kökleştirirken, Deylem ve Gîlan ülkelerinde de Hz. Hüseyin soyundan gelen Ebu Muhammed el-Hasen b. Ali aduıda ve «en-Nâsıru'1-Kebîr” lâkabiyle anılan, bir hastalık sonunda sağır olduğu için «el-Utrûş (sağır)» diye bilinen başka bir İmam bulunmaktadır. Bu zat, halkı müşrik olan adı geçen memleketlere hicret etmiş ve buraların halkını İslâm'a çağırmıştır. Davetini kabul ederek islâm'a girenlere Zeydiyye mezhebinin esaslarını anlatmış ve oralarda bu mezhebin fıkhını yaymıştır. Bu fıkıhta müctehid olan en-Nâsıru'1-Kebîr, bir biri ardınca süregelen baskı ve bir çok Ehl-i Beyt mensuplarının şehid edilmesinden sonra sönmek üzere olan Zeydiyye mezhebini buralarda yeniden canlandırmıştır. En-Nâsır, 230 Hicrî yılında doğmuş.ve 304 H. yılında ölmüştür. Görülüyor ki o, el-Hâdî'den daha önce ortaya çıkmış ve ondaiı çok sonra 74 yaşında ölmüştür. El-Hâdî ise öldüğü zaman 53 yaşında idi.

Bunların her ikisi büyük himmet, yapıcı bir siyaset ve kudret sahibi olan birer fakîh ve bilgin kimselerdi. Onların çağında yaşı-yan ve kendileriyle görüşen yaşlı bir zat şöyle demiştir: «El-Hâdi'yi gördüm: o, büyük, iki yanı geniş ve uzun bir vadi gibi idi. En-Nâsır'ı gördüm: o da, derin ve kükremiş bir deniz gibi idi.»

Anlaşılıyor ki, en-Nâsır, İlim bakımından çok ihatalı, el-Hâdî de fıkıh bakımından daha bilgili idi. Bu sebeple Ali b. el-Abbas; «el-Hâlidî Ehl-i Beyt'in fakihi, en-Nâsır da âlimi idi» demiştir.

Bu tarihî açıklamalardan anlaşıldığına göre Zeydiyye mezhebi hem Doğuya doğru, hem de Batıya doğru, yani Hicaz, Irak, Yemen ve bunların çevrelerinde yayılmıştır. Bu itibarla o, yayıldığı memleketlerin renk, örf ve geleneklerine göre şekillenmiş; fakat yine de, birbirinden uzak kollara ayrılarak inkişaf etmesine rağmen, İmamları arasındaki temas kesilmemiştir. En-Nâsır ile eİ-Hâdî arasında, bunlardan sonra da bu mezhebe bağlı olan bilginler arasında ilişki devam etmiş, fikrî temas ve yazışmalar sürüp gitmiştir.

Daha sonra gelen ve Zeydiyye fıkhını toplayanlar, bütün İmamlarının görüşlerini birbirine iyice meczetmişlerdir.

Önce de söylediğimiz gibi Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı her zaman açıktır. Fakat ictihad, fer'i meselelerde yapılmakta, usûlde içtihada lüzum görülmemektedir. Dolayısıyla, bu ictihad mutlak değil, ancak mezhebe göre bir ictihad'dır. Öyle anlar da olmuştur ki, ictihad sadece mezheb içerisinde yapılmıştır[37]. Sonrakiler, İmamların görüşlerine aykırı hareket etmemişler; fakat mezhebe göre ictihad yapan müctehidlerin görüşleri dışına çıkarak, duruma göre başka mezheblerin ictihadlarmdan faydalanmışlardır.

Onlar, hem Ehl-i Beyt İmamlarının, hem de Ehl-i Sünnetin rivayet ettiği hadislerden faydalanmak için daima açık bir kapı bırakmışlardır. Nitekim onlar, bütün mezheblerden istifade etmişlerdir. Dolayısıyla Zeydiyye mezhebi, sadece îmam Zeyd'in ictihadlarına dayanmayan birleştirici (elektik) bir mezhebdir.

Bu mezhebin muamelât'da Hanefi mezhebiyle birleştiği hususlar çoktur. Bunun sebebi, Ebu Hânife ile İmam Zeyd'in bir arada bulunmaları, birlikte ilmî müzakereler yapmaları ve Ebu Hanife'nin, Zeyd'in ilminden faydalanmış olmasıdır. Her iki mezhep, Mâverâ-unnehr'de birbiriyle karışmış ve karşılıklı bir hayli alış verişte bulunmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Zeydiyye fakihlerînin bir kısmı, kendi mezheblerinde bir sarahat bulamadıkları zaman Hanefi mezhebinden [38]yararlanmışlardır.[39]




[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/127.

[2] AI-i İmran Sûresi, 134.

[3] Tarihî ve edebî eserlerde Ferezdak'a nisbet edilen bu kasideyi, İsfahanıde, el-Agânî'de rivayet etmiştir.

[4] Haşr Sûresi, 10.

[5] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/129-131.

[6] el-Milel ve'n-Nihal, c. I. s. 119.

[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/131-133.

[8] el-Kâmil, c. V. s. 5.

[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/134-136.

[10] el-Kamil, c. V. b. 68.

[11] İbni Kesir, c. IX, s. 330.

[12] İmam Zeyd'in oğlu Yahya, babasıyla birlikte savaşa katılmış ve pederinin şehid olması üzerine Horasan'a kaçmıştır. Çeviren

[13] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/137-139.

[14] Murûc u'z-Zeheb, c. III, s. 183.

[15] En'am Sûresi, 129.

[16] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/139-140.

[17] Etral-Ferec etfsfabânî, Makâtilu't-Tâlibin, Kahire, 1949, S. 129.

[18] Zehrul-Adâb, c I, s. 72.

[19] Adı geçen eser.

[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/141-145.

[21] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146.

[22] Al-i İmran, 59-61.

[23] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146-149.

[24] Bakara, 231.

[25] Ra'd, 8, 9.

[26] Zümer, 7.

[27] Ra'd Sûresi, 39.

[28] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/150-152.

[29] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153.

[30] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153-155.

[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/155-157.

[32] Bu eser, Şerafuddin Hüseyn el-Haymi (Öl 1806 M.) tarafından yazılmıştır. Çeviren.

[33] Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meseleye, aralarındaki müşte-l rek illete dayanarak, hakkında nass bulunan benzeri bir meselenin hükmünü vermektir. Meselâ, şeker kamışının suyundan yapılan ve sarhoşluk veren içkinin haram oluşu böyledir. Böyle bir içkinin haram oluşu hakkında, şarabın haram oluşu hakkında mevcut olduğu gibi bir nass yoktur. Fakat, her ikisinin haram oluşundaki illet aynı olup da bu sarhoşluk vermesidir.

istihsan; biri açık fakat tesiri zayıf, öteki gizli fakat tesiri kuvvetli olan iki kıyasın birbiriyle çatışması halinde ikinci kıyasın alınması demektr. Buna gizli (hafi) kıyas da denir.

Masâlih-i Mürsele, şeriatın amaçlarına uygun olan ve hakkında müsbet veya menfî bir hüküm ifade eden özel bir nass bulunmayan maslahatlardır.

[34] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/157-159.

[35] el-Kâşif fil-Usûl, yazma, Dâru'l-Kütüb el-Mısriyye, varak: 39.

[36] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/159-160.

[37] Mezhebe göre ictihad yapanlar müntesib müctehidlerdir. Bunlar, usulde mezhep İmamına bağlı kalırlar, fakat furû'da ona muhalefet ederler. Mezheb içerisinde ictihad yapanlar ise, mezhebde müctehitlerdir. Bunlar, hem usulde hem de furû'da mezheb İmamına muhalefet etmezler, ancak mezheb İmamının görüşlerine dayanarak bir kısım fer'i meseleleri açıklarlar.

[38] Zeydiyye mezhebi mensuplarının büyük çoğunluğu bu gün Yemendedir. 1911 M. yılında Yemen'de Osmanlı İdaresine karşı ayaklanan bir İmam, resmen ve siyasî bir varlık olarak kendisini kabul ettirmiştir. Bu ülkede 1970 yılında Cumhuriyet ilan edilmeden Önceki Kral (İmanı) da bu hanedana mensuptur.

İran'da da bu mezhebe bağlı olanların sayısı yüzbinin üstündedir.Çeviren.

[39] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/161-164.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Zeyd b. Ali Zeynelâbidin

Zeyd, Kufe'de zamanın Halifesi Hişam b. Abdülmelik'e isyan etti. Neticede öldürüldü ve asıldı. Tarihçi Mes'udî Zeyd'in isyan ediş sebebini şöyle anlatır:

Zeyd Hişam'm huzuruna vardı. İçeri girdiğinde oturacağı bir yer bulamadı. Salonun en sonunda bulduğu bir yere oturdu ve şöyle dedi: «Ey müminlerin emin! hiçbir kimse kendisini, Allah'dan korkmaktan büyük sayamaz ve ondan korkmadan başka herhangi bir şey için kendisini küçültemez.» Bunun üzerine Hişam şu cevabı verdi: ‘Sus ey anası ölesi! Sen, içinden Halife olmak istiyorsun. Halbuki sen cariye çocuğusun.»

Zeyd de şöyle cevap verdi: «Ey müminlerin emin sana verilecek cevab var. Arzu edersen vereyim. İstemezsen susayım.» Hişam : «Susma söyle» dedi. Zeyd ise şunları söyledi:

«Anneler, erkekleri gayelerinden alıkoymazlar. Hz. İsmail'in annesi de Hz. İshakm annesinin bir cariyesiydi. Hz. İsmail'in annesinin cariye oluşu, onun, Allah tarafından peygamber olarak gönderilmesine, onu Araplara ata yapmasına ve onun soyundan, insanlığın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (S.A.V.) 'i getirmesine engel olmamıştır. Sen bana bu lâfı söylüyorsun halbuki ben Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin evlâdmdamm.» Bundan sonra Zeyd ayağa kalktı ve kendi nefsine hitaben şu şiiri okudu:,

Onu korku kovdu. Yersiz, yuvasız bıraktı.

Hakir düşürdü. Savaşın şiddetini

Sevmeyen herkesin durumu budur.

O, mestleri paramparça, yalın ay aklılıktan

Şikâyet eder. Taşlar, demirler

Onu tökezletip düşürür.

Ölümde onun için bir rahatlık vardır.

Nerde kaldıki ölüm her kulun borcudur.

Eğer gelecekte Allah ona bir devlet verirse

Düşmanlanmn eserlerini küle çevirecektir.

Sonra Kûfe'ye gitti. Daha sonra bazı Kurra ve ileri gelenlerle birlikte oradan ayrıldı. Savaş başlayınca arkadaşları darmadağın oldu. Etrafında bulunan birkaç kişiyle kaldı. Çetin bir savaşa girişti. Bu esnada şu şiiri söylüyordu.

Âdi bir hayat mı? yoksa şerefli bir ölüm mü?

Ben bunların her ikisini de tüketilen

Bir yemek gibi görüyorum.

Şayet bunlardan birini mutlaka

Seçmek gerekirse, bana uygun

Olan, seve seve ölüme gitmektir.[21]

Zeyd'in öldürülmesiyle herşey sona erdi.

Bu nakledilen haberlerden anlaşıldığı gibi, İmam Zeyd (R.A.) İslâm cemaatinden ayrılmamış ve itaatten çıkmamıştır. Bu bir gerçektir. Zeyd kendini ilme vermişti. Çağındaki âlimlerin, Zeyd'le sıkı bir münasebetleri vardı. Ondan ilim tahsil ederlerdi. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de Zeyd'le ilgi kurmuş ve ondan ilim tahsil etmişlerdi. Ebu Hanife Zeyd'i destekliyordu ve Emevî ordusuna karşı savaşa çıktığı zaman onun hakkında şöyle diyordu: «Zeyd'in bu çıkışı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışma benzer.»

Zeyd büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i keîanıcıydı. Zeyd'in fıkıh ilminde «Kitabül Mecmu» adlı bir eseri mevcuttur. İnşallah fıkhî mezhepleri anlatırken bu kitaptan bahsedeceğiz.[22]


Zeydiye'nin Bazı Görüşleri

a) Zeydiye mezhebine mensup olanlar, Resulullah (S.A.V.)'in vasiyetle beyan.ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zikredilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)'den sonra Hz. Ali'nin imam olduğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali'ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimî-,. lerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali'den sonra ise, imamın, Hz. Fatıma'nm soyundan olması gerekir.

İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd'e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır'ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.»

b) İmam Zeyd, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olabileceğini kabul eder.

îmamhk hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şartı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulunan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İslâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların tamamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat ederlerse bunların biatları geçerlidir.

Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliklerini kabul eder. sahabîlerden herhangi birini kâfirlikle itham etmez. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki 'Ali b. Ebî Tâlib, sahabîlerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir'e bırakıldı. Bu faydalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnud etmekti. Çünkü, peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali'nin kılıcında bulunan müşriklerin kam henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam 'duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali'ye meyletmiyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşaklığı ile, sevilmesiyle, yaşlıhğıyle, ilk müsîümanlardan oluşuyla ve Re-sulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»

Birinci prensibe ilâveten bu prensip, birçok Şiilerin Zeyd'e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi'nin «el~Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir: «Zeyd'le Yusuf b. Arar es-Sakafi arasında savaş şiddetlenince, taraftarları Zeyd'e şöyle demişlerdir: «Biz sana, deden AH b. Ebi Talib'e zulmeden Ebubekir ve Ömer hakkındaki görüşünü bize bildirdikten sonra yardım edeceğiz.» Bunun üzerine Zeyd şöyle dedi. «Ben Ebubekir ve Ömer hakkında iyiliklerinden başka birşey söyliyemem. Ben, Emevilere karşı çıktım. Çünkü onlar, dedem Hüseyin'i öldürdüler, «Harre» savaşında Medine'yi yağma ettiler. Sonra Beytullah'a mancınıkla, taşlar atıp ateşe verdiler.» Bunun üzerine arkadaşları Zeyd'den ayrıldılar.»

c) Zeydiyye mezhebine göre, aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân ettiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfatlara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmişolsun.

Bu sözden anlaşıldığı gibi Zeydiyye mezhebine mensup olanlar, bir bölgede iki halife bulunmasını caiz görmezler. Çünkü bu durum, orada bulunan insanların iki ayrı halifeye biat etmelerini gerektirir ki, bu da sahih delillerle yasaklanmıştır.

d) Zeydiler, büyük günah işleyenin samimiyetle tevbe edip günahlarından vaz geçmedikçe devamlı olarak cehennemde kalacaklarına inanırlar. Bu meselede Zeydîler, Muteziîe'nin yolunu tutmuşlardır. Çünkü Zeyd'in, Mutezîle'nin lideri Vâsıl b. Ata ile büyük bir ilişkisi bulunmuştur.

Zeyd'in Vâsıl ile olan bu ilişkisi ve diğer bir kısım sebeplerden dolayıdır ki bir kısım şiiler Zeyd'i sevmezler. Çünkü Vâsıl b. Ata, devamlı olarak şunları söylerdi. «Ali b. Ebi Talib'in (Kerremallahu vechehu) Cemel savaşında ve Şamlılarla yapmış olduğu savaşlarda haklı olduğu kesin değildir. Çarpışan taraflardan birisinin hatalı olduğu muhakkaktır. Fakat kimin hatalı olduğunu tayin etmek güçtür.» Öyle görülüyor ki, Şiiler Vâsıl b, Atâ'nm bizzat kendisini sevmiyorlardı, Mutezile'yi değil... Çünkü inancı bakımından Şii mezhebi genellikle Mutezile ile birleşmekte, Eş'arî ve Maturidî mezhebine tersdüşmektedir.

Zeyd öldürüldükten sonra, onun yetine Yahya geçti. O da Emevilerin son dönemlerinde öldürüldü. Yerine Ebu Hanife'nin hocası Abdullah b. Hasan'ın iki oğlu Mulıammed el-İmam ve İbrahim el-İmamgeçti.

İbrahim'in Irak’ta; Muhammed'in de Medine'de baş kaldırmaları, Irak'ta bulunan Ebu Hanife'nin ve Medine'de bulunan îmam Malik'in işkence görmelerine sebep oldu. Çünkü Ebu Hanife (R.A.) insanların Irak'ta baş kaldıran İbrahim'e yardım etmelerini men etmiyor bilâkis teşvik ediyor veya onun lehinde bulunuyordu. Ebu Cafer el-Mansur'un istihbaratı Ebu Hanife'nin davranışlarını takibedi-yordu. İbrahim'in hareketi sona erip, işler normale dönünce Ebu Cafer, Ebu Hanife'yi, söylediklerinden dolayı hesaba çekti. Neticede ona işkence yapmak için bir formül buldu. O da Ebu Hanife'yi kadı tayin etmek, kabul etmediği takdirde ona istenilen kötülüğü yapmak düşüncesiydi. Netekim arzusuna ulaştı. Bu meseleyi, fıkhî mezhepleri anlatırken, açıklığa kavuşturacağız.

îmam Malik, «Zorla yemin ettirilen kişinin yemini geçerli değildir.» diye fetva verdi. Bunun üzerine Medine'de Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye ile beraber isyan edenlerin çoğu Ebu Cafer el-Mansur'a yapılan biatin zorla yapıldığını sanarak İmam Malik'in, hadis-i şerife dayanarak verdiği bu fetvasını, ayaklanmaya bir bahane yaptılar.

İmam Malik'e, Muhammed ve taraftarlarının ayaklanmaları meselesi sorulunca, şu cevabı verdiği rivayet edilir: «Eğer ayaklanma, Ömer îbn-i Abdülaziz gibi birisine karşı ise caiz olmaz. Şayet bunun gibi olmayan birine karşı ise, bırakın Allah, zalimin eli ile zalimden intikam alsın. Sonra her ikisini de cezalandırsın.»

Ebu Cafer'in uyanık istihbaratı, îmam Malik'i de gözden kaçır-madı. Medine valisi, îmam Malik'e büyük işkenceler yaptı. Sonra Ebu Cafer, böyle bir emir vermediğini iddia etti.

Fıkhî mezhepleri izah sırasında îmam Malik'in hayatını anlatırken bu meseleyi daha geniş olarak açıklayacağız.

Bu hadiselerden sonra Zeydiye mezhebi zayıfladı. Diğer Şii mezhepleri ona galip geldi veya onu içinde eritti yahut bazı prensiplerini ona kabul ettirdi. Bu sebepledir ki daha sonra ortaya çıkan Zeydiye mensupları, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olmasını caiz görmemişler ve böylece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliğini kabul etmeyen Rafizîlerden olmuşlardır. Bu yolla Zeydiye mezhebinin en belirgin özelliği kaybolmuştur. Bu itibarla Zeydiye'yi iki kısma ayırabiliriz:

1 — Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliğini kabul eden ve Ra-fizîlerden sayılmayan önceki Zeydiler.

2 — Bu iki zatın halifeliklerini kabul etmeyen ve Rafizi olan sonraki Zeydîler.

Bugün, Zeydiye mezhebi mensupları Yemen'de bulunmaktadır. Bunlar, ilk Zeydilere daha yakındırlar.[23]


[21] Mes'udî, Müru-üz-Zeheb C. 3, Sh. 182/ EIheyan ve Ettebyîn C. 1, Sh. 310-311/Zehr el-Edeb C. 1, Sh. 117/Taberî C. 7, Sh. 160

[22] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/52-53.

[23] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/54-57.

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
MUHAMMED el-BÂKIR

Ebû Ca‘fer Muhammed b. Alî b. Hüseyn b. Alî b. Ebî Tâlib (ö. 114/733 [?])

İsnâaşeriyye’nin beşinci ve İsmâiliyye’nin dördüncü imamı.

3 Safer veya 1 Receb 57 (16 Aralık 676 veya 10 Mayıs 677) tarihinde yahut bundan bir yıl önce Medine’de doğdu. Babası Kerbelâ Vak‘ası’ndan sağ kurtulan Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn, annesi Fâtıma bint Hasan’dır. Baba tarafından Hz. Hüseyin’in, anne tarafından Hz. Hasan’ın torunudur. Bâkır lakabı, “bâkırü’l-ilm” tamlamasının kısaltılmış şekli olarak “ilmi yarıp derinliklerine ulaşan, geniş ilim sahibi” anlamına gelir. Zaman zaman Şâkir, Emîn, Hâdî ve Şebîh lakaplarıyla da anılmıştır. Sonuncu lakap onun Hz. Peygamber’e benzemesinden dolayı verilmiştir. Küçük yaşta Kerbelâ Vak‘ası’na (10 Muharrem 61 / 10 Ekim 680) şahit olan Muhammed, İmâmiyye rivayetlerine göre çocukluk devresinde iken ashaptan Câbir b. Abdullah tarafından Resûl-i Ekrem’e benzerliği dolayısıyla tanınmış ve kendisine Resûlullah’ın selâmları iletilmiştir (Küleynî, I, 469-470; İbn Bâbeveyh, I, 233; Tabersî, s. 263). Bu olay onun ileride imam olacağının işaretlerinden biri kabul edilmektedir. Hayatının büyük bir kısmını Medine’de geçiren Muhammed el-Bâkır babasından önemli ölçüde faydalandı. Ayrıca Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah, Ebû Saîd el-Hudrî gibi sahabîlerle Saîd b. Müseyyeb ve Muhammed b. Hanefiyye’den hadis naklettiği gibi başta büyük dedesi Ali b. Ebû Tâlib olmak üzere ulaşamadığı diğer ashaptan gelen bazı hadisleri mürsel olarak rivayette bulundu. Bu tür rivayetlerinden yedisi Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde (I, 77-80, 90, 101, 103), onu da Hâkim’in el-Müstedrek’inde (II, 22, 428, 588; III, 144, 163, 173, 516, 568; IV, 22, 345) yer almaktadır.

94’te (712-13) veya bir yıl sonra babasının ölümü üzerine imâmet görevini üstlenen Muhammed el-Bâkır, ilmî çalışmalarını sürdürmesi yanında Emevîler’e karşı babasının uyguladığı sükûnet politikasını izledi; yönetimle mücadele etme hususundaki düşüncelere katılmadığı gibi dolaylı olarak da destek vermedi. Bu sebeple kardeşi Zeyd b. Ali’nin düşüncelerini onaylamadığı ve zaman zaman onu uyardığı bilinmektedir. Emevî Halifesi Hişâm b. Abdülmelik’le hac esnasında Mekke’de karşılaşan ve onun huzurunda Abdullah b. Ömer’in âzatlı kölesi Nâfi‘ ile yaptığı münazarada (Küleynî, VIII, 120-122) galip gelen Muhammed el-Bâkır, Basra fakihlerinden Katâde b. Diâme, Kādî Ömer b. Zer, Mu‘tezile ileri gelenlerinden Amr b. Ubeyd, Nâfi‘ b. Ezrak ve oğlu Abdullah, Tâvûs el-Yemânî, Muhammed b. Münkedir ve Ebû Hanîfe ile de münazaralarda bulundu (Şeyh Müfîd, s. 264-265; Meclisî, XLVI, 347-359; AǾyânü’ş-ŞîǾa, I, 652-654). Bazı Şiî kaynakları, Muhammed el-Bâkır’ın Abdullah b. Nâfi‘ b. Ezrak’la yürüttüğü tartışmaların yerine 65 (685) yılında ölen Nâfi‘ b. Ezrak’la yaptığı münazarada onu mağlûp ettiğini naklederse de Nâfi‘in bu sırada en çok sekiz yaşında olan bir çocukla münakaşaya girmesi mümkün değildir. Ayrıca Şiî kaynaklarında Ebû Hanîfe ile tartışmalarında onu müşkül durumda bıraktığı kaydedilmekle birlikte Hanefî kaynaklarında Ebû Hanîfe’nin Bâkır’ın öğrencilerinden olduğu, onun da Ebû Hanîfe hakkında övücü beyanlarda bulunduğu bildirilmektedir (Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, I, 38; Bezzâzî, II, 37-38, 79). Bu arada Muhammed el-Bâkır’ın halife Hişâm tarafından Şam’a çağrıldığı ve burada çeşitli münazaralara katıldığı belirtilmektedir. Şam’da Hişâm ile karşılaşınca sıkıntıya uğrayan, hapsedilen veya kötü şartlar altında Medine’ye gönderilen Muhammed el-Bâkır, daha önce Medine’de Ömer b. Abdülazîz’le görüşmesinde ondan iyi muamele görmüş ve Fedek hurmalığının Ali neslinin mülkiyetine intikal ettirilmesini sağlamıştı. Kendisine mehdî olup olmadığı sorulduğunda bu iddiayı reddetmiş, mehdînin Ömer b. Abdülazîz’den başkası olamayacağını ima etmişti (İbn Sa‘d, V, 322). Ayrıca Abdülmelik b. Mervân’ın oğlu Sa‘d el-Hayr ile yazıştığı, gönderdiği iki mektupta ona Peygamber ailesine mensup bir Emevî olarak iltifat ettiği görülmektedir (Küleynî, VIII, 52-57). Şiî şair Küseyyir Azze’nin Medine’de defin merasimine katılan Muhammed el-Bâkır (105/723), huzurunda kendisini öven bir başka Şiî şair Kümeyt’i de ödüllendirmiş ve ona Emevîler’i methetmek için izin vermiştir.

Muhammed el-Bâkır 114 yılının Zilhicce ayında (Ocak-Şubat 733) Medine’de vefat etti ve Bakī‘ Mezarlığı’na defnedildi. Bazı rivayetlerde ölüm tarihi 1-4 yıl sonra gösterilmektedir. Ümmü Ferve bint Kāsım, Ümmü Hakîm bint Esed ve iki ümmüveled hanımından yedi çocuğu dünyaya gelmiştir. Ölümüyle birlikte ortaya çıkan vâkıfe fırkalarından Bâkıriyye grubu, Câbir b. Abdullah’ın kendisine Hz. Peygamber’den selâm getirdiği yolundaki rivayete dayanarak onun beklenen mehdî olduğunu, ölmediğini, yeryüzüne tekrar döneceğini ileri sürmüşse de (Bağdâdî, s. 59-60; Şehristânî, I, 165-166; Meclisî, XLVI, 223-228) bu telakki uzun süre devam etmemiştir. Sünnî ve Şiî kaynaklarının büyük bir âlim olduğu konusunda ittifak ettiği Muhammed el-Bâkır’dan başta oğlu Ca‘fer es-Sâdık, Atâ b. Ebû Rebâh, Amr b. Dînâr, Ebû İshak es-Sebîî, İbn Şihâb ez-Zührî, Yahyâ b. Ebû Kesîr, Rebîatürre’y, Leys b. Ebû Süleym, İbn Cüreyc, A‘meş, Evzâî, Meymûn el-Kaddâh gibi şahsiyetler rivayette bulunmuştur (Zehebî, IV, 401-402). İbn İshak’ın sîre rivayetleri hususundaki önemli kaynaklarından biri olan ve Kerbelâ hadisesiyle ilgili bazı nakilleri Taberî’de yer alan (Târîħ, V, 346-351, 389-390) Muhammed el-Bâkır, Nesâî’ye göre Medine’deki ilk fıkıh âlimlerinden biridir. Sünnî hadis kaynaklarında az sayıda rivayetlerine yer verilen Bâkır’dan gelen hadisler daha çok sûfî çevrelerce rağbet görmüştür.

Şiî rivayetlerinde Muhammed el-Bâkır, Şiîdinî ve hukukî öğretilerin başlatıcısı ve daha sonra oğlu Ca‘fer’le birlikte İmâmiyye Şîası’nın kurucusu olarak gösterilir. Küleynî’nin nakline göre (el-Uśûl, II, 20) Şiîler helâl ve haramın neden ibaret olduğunu, hac ibadetinin nasıl ifa edileceğini Bâkır’dan öğrenmişlerdir; ileride ortaya çıkacak İsnâaşeriyye Şîası’nın temel düşünceleri de onun görüşleri çerçevesinde formülleştirilmiştir. İmâmetin Hz. Peygamber’den Ali’ye, ondan diğer imamlara nasla intikali, her imamın kendisinden sonraki imamı tayin etmesi, bütün imamların Fâtıma neslinden geleceği, imamların özel bir ilme ve mutlak otoriteye sahip bulundukları, imamın düşmanlarıyla mânevî ilginin kesilip takıyyeye müsaade edilmesi, müt‘a nikâhının meşruiyeti, abdestte mestler üzerine meshetmenin yasaklanması gibi hususlar Muhammed el-Bâkır’a dayandırılmaktadır. Onun öğretileri doğrultusunda gelişen İmâmî telakkinin ictihada değil, nakle önem verdiği anlaşılmaktadır. Muhammed el-Bâkır, çeşitli kelâm meselelerinde müstakil düşüncelere sahip olan ve bu konularda kendisiyle tartışan öğrencilerinden Zürâre b. A‘yen’e müminle kâfir arasında orta bir yer bulunmadığını belirtmiştir (Küleynî, II, 402-403). Diğer bir öğrencisi olup muhalifleriyle tartışırken imamın ortaya koyduğu deliller yerine kendi delillerini kullanan Muhammed b. Tayyâr’ın bu tavrı kabul görmemiştir (Berkî, I, 213). Birçok öğrencisi onun ifadelerini rivayet koleksiyonları tarzında kaydetmiş, bu da İmâmî fıkhının temellerini teşkil etmiştir.

Muhammed el-Bâkır zamanında bilgi ve otoritelerini kendisinden aldıklarını iddia eden bazı müfrit Şiîler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri Kûfeli Ebû Mansûr el-İclî’dir. İclî, kendisinin Bâkır’ın peygamberi ve ölümünden sonra vasîsi olduğunu ilân etmiştir. Yine 70.000 gizli rivayete mazhar oldukları ileri sürülen Mugīre b. Saîd el-İclî, Câbir b. Yezîd el-Cu‘fî ve Hamza b. Umâre el-Berberî de onun yaşadığı dönemde Kûfe aşırılarının başında yer almış ve Muhammed el-Bâkır bu kişilerle bir ilgisinin bulunmadığını açıklamak zorunda kalmıştır.

Kardeşi Zeyd ile samimi ilişki içinde bulunduğu bilinen Muhammed el-Bâkır onu Emevîler’e karşı gerçekleştirmek istediği, hazırlıkları iyi yapılmamış bir isyan hareketinin fayda vermeyeceği yolunda ikaz etmiştir. Bu arada öğrencilerinden bir kısmının ve özellikle Ebü’l-Cârûd’un Zeydiyye’ye intikal ettiği ve hocasının bazı düşüncelerini ilk Zeydî toplumu içinde yaydığı bilinmektedir. Bu sebeple daha sonraki Zeydî müelliflerince imam kabul edilmemesine rağmen büyük bir ilmî otorite olarak benimsenmiştir.

Sünnî kaynakları, Muhammed el-Bâkır’ı Medine’deki Sünnî ilim çevresinde muhafazakâr, güvenilir bir râvi olarak görür. Rivayete göre Muhammed el-Bâkır, Ehl-i beyt içinde günahı şirk kabul eden, rec‘ata inanan ve Ebû Bekir ile Ömer’e dil uzatan kimselerin bulunmadığını, kendisinin bu iki sahâbîye karşı sevgi duyduğunu ve onların hidayet imamı olduklarını beyan etmiş, bunun yanında Hz. Hüseyin’in intikamını alma bahanesiyle ortaya çıkan Muhtâr es-Sekafî’yi yalancı diye nitelendirmiştir (İbn Sa‘d, V, 321; Zehebî, V, 402). Buna karşılık Muhammed el-Bâkır’ı mâsum imam olarak kabul eden Şîa onun bilgilerinin tamamen ilâhî kaynağa dayandığını, kardeşi Zeyd b. Ali’nin Emevîler’le mücadelesi esnasında öleceği ve Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un Abbâsî halifesi olacağı gibi geleceğe yönelik hadiseleri haber verdiğini ileri sürmüş, Bâkır’ın hayvanların dilinden anladığını ve körleri iyileştirme gibi mu‘cizeleri bulunduğunu iddia etmiştir.

Muhammed el-Bâkır’ın dinî konulardaki beyanları öğrencilerinin teliflerinde yer almışsa da ona nisbet edilen en önemli eser Tefsîru Ebi’l-Cârûd adıyla bilinir. Kendisinin bu öğrencisine yazdırdığı, ondan da Ebû Basîr’in rivayet ettiği eserin muhtevası (İbnü’n-Nedîm, s. 36), kısmen Ali b. İbrâhim b. Hâşim el-Kummî’nin tefsirine dercedilmiş olarak muhafaza edilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:


Tâcu’l-arûs, “bķr” md.; el-Müsned, I, 77-80, 90, 101, 103; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, II, 20; V, 320-324; Belâzürî, Ensâb, III, 116; Berkī, el-Meĥâsin (nşr. Celâleddin el-Hüseynî), Tahran 1370, I, 213; Ya‘kūbî, Târîħ, II, 305, 320-321; Sa‘d b. Abdullah el-Kummî, el-Maķālât ve’l-fıraķ (nşr. M. Cevâd Meşkûr), Tahran 1963, s. 33, 37, 44, 46, 71, 75, 77; Nevbahtî, Fıraķu’ş-Şîa, s. 25, 30, 34, 38, 50, 52, 54; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), V, 346-351, 389-390; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 9, 14, 18, 23, 24, 26; Küleynî, el-Uśûl mine’l-Kâfî (nşr. Ali Ekber el-Gaffârî), Beyrut 1401, I, 469-472; II, 20, 402-403; VIII, 52-57, 120-122; İbn Bâbeveyh, İlelü’ş-şerâǿi, Necef 1385, I, 233; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 36; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), II, 22, 428, 558; III, 144, 163, 173, 516, 568; IV, 22, 345; Şeyh Müfîd, el-İrşâd, Beyrut 1399/1979, s. 261-270; Bağdâdî, el-Farķ (Abdülhamîd), s. 59-60; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 165-166; Tabersî, İlâmü’l-verâǿ bi-aǾlâmi’l-hüdâǿ (nşr. Ali Ekber el-Gaffârî), Beyrut 1399/1979, s. 259-265; Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Menâķıbü Ebî Ĥanîfe, Beyrut 1401/1981, I, 38; İbn Şehrâşûb, Menâķıbü âli Ebî Ŧâlib, Necef 1356/1976, III, 313-342; Zehebî, Alâmu’n-nübelâǿ, IV, 401-402; Bezzâzî, Menâķıbü Ebî Ĥanîfe, Beyrut 1401/1981, II, 37-38, 79; Meclisî, Biĥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, XLVI, 212-367; Ayânü’ş-Şîa, I, 651-659; M. Beyyûmî Mehrân, el-İmâme ve Ehlü’l-beyt, Beyrut 1995, s. 17-71; E. Kohlberg, “Muĥammad b. Alī Zayn al-Ābidīn”, EI² (İng.), VII, 397-400; W. Madelung, “al-Bāqer, Abū Jafar Moĥammad”, EIr., III, 725-726; Hasan Târimî, “el-Bâķır, Muĥammed b. Alî”, Dânişnâme-i Cihân-ı İslâm, Tahran 1375/1996, I, 624-633.
 
Üst Ana Sayfa Alt