Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Tasavvufçuların Tevessüle Delil Sandıkları Rivayetlerin Sıhhati ve Açıklamaları Nedir?

M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun aleykum bu hadislerin doğruluğunu ve açıklamasına bakabilir misin abi.Bir arkadaşıma sofinin birisi atmış.

1- İmam et-Tebarânî ile –kendisi gibi birer Hadis imam olan– Ebû Bekr b. Mukrî ve Ebu'ş-Şeyh, Medine'de bulundukları zamanlardan birinde yiyecekleri tükenmiş, aç kalmışlardı. Açlık dayanılmaz bir hal alınca Ebû Bekr b. Mukrî, "kabr-i saadet"e giderek, "Ey Ellah'ın Resulü! Açlık bizi perişan etti!" diye serzenişte bulunur. Medine'de oturanlardan birisi aynı günün akşamı kapılarını çalar ve "Bizi Hz. Peygamber aleyhisselama şikâyet etmişsiniz. Rüyama geldi ve size yardım etmemi emir buyurdu" diyerek elindeki yiyecek dolu sepeti kendilerine verir.Zehebî'nin Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'dan XVI, 400-1,İbnul Cevzi el-vefa Bi Ahvali Mustafa)

2- Hâfız İbn-i Kesîr, Yemâme Savaşı’nda müslümanların parolasının: “Yâ Muhammedâh: Ey Muhammed, bize yardım eyle!” olduğunu söyler. Hâlid bin Velid, Yemâme savaşında düşmanı mübârezeye çağırdıktan sonra yüksek sesle müslümanların parolasını söyleyerek; “Yâ Muhammedâh!” diye nidâ etmiştir. Ayrıca o gün mübâreze için karşısına kim çıktıysa hepsine gâlip gelmiştir. (Taberî, Târih, II, 513; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, 324


3- Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesila kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle/seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!”(Tirmizi, Daavat, 119, Müsned, IV/138)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullah ;

Selamun aleykum bu hadislerin doğruluğunu ve açıklamasına bakabilir misin abi.Bir arkadaşıma sofinin birisi atmış.
1- İmam et-Tebarânî ile –kendisi gibi birer Hadis imam olan– Ebû Bekr b. Mukrî ve Ebu'ş-Şeyh, Medine'de bulundukları zamanlardan birinde yiyecekleri tükenmiş, aç kalmışlardı. Açlık dayanılmaz bir hal alınca Ebû Bekr b. Mukrî, "kabr-i saadet"e giderek, "Ey Ellah'ın Resulü! Açlık bizi perişan etti!" diye serzenişte bulunur. Medine'de oturanlardan birisi aynı günün akşamı kapılarını çalar ve "Bizi Hz. Peygamber aleyhisselama şikâyet etmişsiniz. Rüyama geldi ve size yardım etmemi emir buyurdu" diyerek elindeki yiyecek dolu sepeti kendilerine verir.Zehebî'nin Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'dan XVI, 400-1,İbnul Cevzi el-vefa Bi Ahvali Mustafa)

1- كُنْتُ أَنَا وَالطَّبَرَانِيُّ، وَأَبُو الشَّيْخِ بِالمَدِيْنَةِ، فضَاقَ بِنَا الوَقْتُ، فَوَاصَلْنَا ذَلِكَ اليَوْمَ، فَلَمَّا كَانَ وَقت العشَاءِ حضَرتُ القَبْرَ، وَقُلْتُ:يَا رَسُوْلَ اللهِ الجُوْع، فَقَالَ لِي الطَّبَرَانِيُّ:اجلسْ، فَإِمَّا أَنْ يَكُونَ الرِّزْقُ
أَوِ المَوْتُ. فَقُمْتُ أَنَا وَأَبُو الشَّيْخِ، فحضرَ البَابَ عَلَوِيٌّ، فَفَتَحْنَا لَهُ، فَإِذَا مَعَهُ غُلاَمَانِ بِقفَّتَيْنِ فِيْهِمَا شَيْء كَثِيْرٌ، وَقَالَ: شَكَوْتُمُونِي إِلَى النَّبِيِّ - صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - ؟رَأَيْتُهُ فِي النَّوْمِ، فَأَمَرَنِي بِحَمْلِ
شَيْءٍ إِلَيْكُمْ).سير أعلام النبلاء (
31/473)

Zehebi bu kıssayı Ebu Bekir b. Ebi Ali’nin rivayeti olarak İbnul-Mukri’den nakletmiştir. Bu rivayete göre İbnu’l-Mukri şöyle demiştir:
“Ben, Taberâni ve Ebu’ş-Şeyh Medine-i Munevvere’de bulunuyorduk. Vakit bizi sıkıştırdı, o günü aç geçirdik. Yatsı vakti olunca ben Rasulullah’ın kabrinin yanına gittim ve: ‘Ey Allah’ın rasulu! Aç kaldık’ dedim.
Taberâni bana: ‘Otur
(bu şikayetinden sonra), mutlaka bir yerden ya rızık veya ölüm gelir’ dedi.
Sonra ben ve Ebu’ş-Şeyh ayağa kalktık, o esnada biri kapıya geldi. Yanında iki zenbil dolu yiyecek tutan iki delikanlı vardı.
Dedi ki: “Siz beni Rasulullah’a şikayet ettiniz. O da rüyama geldi ve size ikramda bulunmamı istedi.

(Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman Zehebi, Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, muesseset’ur-risale, 1405/1985, 16/400-4001; Tarihu’l-İslam, Beyrut, 1407/1987, 27/39)

Bu rivâyetin sahihliği veya sıhhati hakkında bir açıklama yapılmamış olub, zaten kaynak olarak verilen tarih kitablarıdır. Aslen pek sahih bir rivâyete de benzememektedir.


2- Hâfız İbn-i Kesîr, Yemâme Savaşı’nda müslümanların parolasının: “Yâ Muhammedâh: Ey Muhammed, bize yardım eyle!” olduğunu söyler. Hâlid bin Velid, Yemâme savaşında düşmanı mübârezeye çağırdıktan sonra yüksek sesle müslümanların parolasını söyleyerek; “Yâ Muhammedâh!” diye nidâ etmiştir. Ayrıca o gün mübâreze için karşısına kim çıktıysa hepsine gâlip gelmiştir. (Taberî, Târih, II, 513; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, 324

2-
“Halid b. Velid (r.anh), Museyleme ordusu üzerine saldırdı, çemberi yardı. Museyleme, dağlara doğru gitti. Museyleme'yi gözetlemeye başladı ki, yanına yaklaşsın da onu öldürsün. Sonra geri dönüb iki saf arasında mubareze çağrısında bulunub şöyle dedi:
- Ben Velid'in oğlu Ud'um. Ben, Amir ve Zeyd'in oğluyum. Böyle dedikten sonra müslümanların parolasını söyledi.
O gün Müslümanların parolası “Ya Muhammed” idi. Halid, mubaraze için karşısına çıkan herkesi öldürdü.”

(İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. VI, Sf: 324; Taberî, Târih, II, 513)

Sofiler bu rivayeti istismar ederek sahabelerin ölmüş Peygamber’den yardım istediklerini iddia etmektedirler. Bu ise onların cehaletinden kaynaklanmaktadır. Bu rivayeti kısır akıllarıyla yorumlamaya çalışan ehli sofiyye, o an yanlarında olmayan kimselerden, salih kullardan, velilerden, ölü diri gavs, kutub veya peygamberden meded yani istiğase isteme ve tevessüle delil sanmaktadırlar.

Savaş esnasında parola, Arab'ların kullandıkları bir yöntemdi. Parola söylendiğinde savaş başlamış demektir yada savaş kızışmıştır insanları harekete geçirmek için söylenir.

Tasavvuf ehline göre şirk olan bir kelimeyi, sahabe parola olarak kullandı yorumunu yapmaktadırlar. Sahabe şirk olan bir kelimeyi parola olarak kullanmaz. Şiar kelimesi parola değil, slogandır. Slogan ise, rivayette geçen şiar kelimesinin bugünkü Türkçe karşılığı parola değil, slogandır. Büyük bir kitlenın toplu halde yüksek sesle söylediği sözdür.

Bunun parola ile ilgisi ne? Parola karşılıklıdır. Biri Güneş der, diğeri Ay der. İnsanların birbirlerini tanımak için kullanılır. Yetiş ya Halid! Ya Muhammed (Yetiş ya Muhammed) kelimesini nasıl parola olarak değerlendirirsiniz?

Kıyasla ve akli muhakemeyle anlaşılmayacak, ihtimalden çok çok uzak gülünç bir manayı (parola) seçmiş olmak bu meselede, ilmi mevzulardaki acizliğinizi göstermektedir. Aksine burada anlaşılacak olan Allah nezninde onun şefâatçi kılınması ve Allah’ın yardımını celb talebidir.

Subkî’nin de dediği gibi bir tevessül babındandır. “Ya Rabb’i bu sevdiğin kulun hatırına yardım et.” demektir. Yoksa ondan bir şey istemek değildir. Ayrıca sahabenin Yemâme’de Allah’tan "yetiş ya Muhammed!" şiarı ile yardım istediğini destekleyen bir delil de Yemâme’de şu âyeti sık sık okumalarıydı

وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَ
Üzerimize hak oldu ki mûminlere yardım ederiz.” (Rum 47)

Şiar; alâmet, parola, muharebe zamanlarında birbirini tanıyıb bilmek için askerlerin kendi aralarında tâyin ettikleri alâmet ve tâbirdir.
Şiar, harbde aynı safta savaşanların birbirlerini tanımaları için kullandıkları bir slogandır.
Begavi diyor ki: “Savaş başlayıp Müslümanlar düşman ile iç içe girince, imam, Müslümanların düşmandan ayırt edilmeleri için söyleyeceği bir şiar tâyin eder.”(Begavi, Şerhu’s-Sunne, 11 / 52)

Ashab-ı kiramın birçok muharebelerde şiarları, "emit, emit = Öldür, öldür" kelimesi idi. Düşman kahr ve tenkile muvaffakiyetlerine tefe'ul için bunu şiar ittihaz etmişlerdi. İnsanların gömleğine ve mutlak bedenine temas eden libasına ve at kısmının çuluna da şiar denir. (Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye III, 351)
Peygamber devrinde üniforma yoktu. Muhammed (s.a.v.) harb esnasında kendi askerlerinin silah arkadaşlarını düşmandan ayırması için usta bir metod kullanıyordu. Her cihad için bir "şiar” (ayırıcı kelime, parola) seçiyor, müslümanlar ferden karşılaştıkları zaman yüksek sesle bunu söylüyorlardı. Bu parola kelimeler, üniformaların görülemeyeceği zaman yani geceleyin dahi fevkalâde kullanışlıydı. Bununla beraber Bedir muharebesinde elbiselerde bazı ayırıcı işaretler bahis mevzuudur. (Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi , c II, sf: 241, 242) Peygamberin harb zamanlarında parola kullandığını, muhacirlerin parolasının "Abdullah", ensarın parolasının da "Abdurrahman" vb. olduğunu ifade etmektedir.

Semura b. Cundub (r.anh)'den; demiştir ki:
"Muhacirlerin parolası "Abdullah", Ensâr'ın parolası ise "Abdurrahmân" idi"
(Ebu Davud, Cihad, bab 71, Hadis no: 2595; Beyhâkî, es-sunenu'l-kubrâ, VI, 361)

İzâhat:

Ebu Bekr (r.anh)'in "öldür öldür" kelimelerini parola olarak kullandığı savaşın, Seleme b. el-Ekvâ ile birlikte Necid üzerine düzenlediği seriyye olması gerekir. Bazılarına göre bu savaşta kullanılan "öldür öldür" kelimesinin muhatabı Allah'dır. Çünkü her ne kadar darbeyi vuran kul ise de o darbeyi yiyen kimseyi öldüren Allah'dır. Allah onun ölmesine izin vermemişse, indirilen darbe onun ölmesini sağlayamaz. Bu görüşe göre sözü geçen parolanın tamamı "Ey yardım edici olan Allah, düşmanı öldür" şeklindedir. Fakat cümlenin başında bulunan "Yâ nasır!" kelimesiyle sonundaki "el-aduvve" kelimesi hafzedilmiş ve cümleye kuvvet kazandırmak için "emit" kelimesi tekrar edilmiştir. Bazılarına göre de bu cümlenin muhatabı tüm müslüman gazilerdir ve cümlenin aslı "Ey Allah'ın yardımına mazhar olmuş asker, öldür" şeklindedir. Fakat "Ya mansur!" kelimesi hazfedilmiş ve cümleye kuvvet kazandırmak için kelime tekrar edilmiştir. Hadiste "emit" kelimesinin iki defa tekrarlanmış olması, parolanın böyle "emit" kelimesinin üst üste iki defa tekrarlanmasından meydana geldiğini ifade etmek için değil de bu kelimenin bir parola olarak tüm askerlerin dilinde dolandığını ifade etmek için böyle üstüste iki defa zikredilmiş olabileceği de düşünülebilir.

Hattâbî'nin de açıkladığı gibi ashab-ı kiram savaşta geceleri karşılaştıkları kimselerin kendilerinden olup olmadığını anlamak için aralarında "emit emit" kelimelerini parola olarak seçerlerken aynı zamanda bu kelimelerin kendileri için uğur getireceğine de inanmışlar. Bütün düşmanlarının öldürüleceğine ve kendilerinin zafere ulaşacağına dair olan temennilerini bu kelimelerle ifade etmişlerdir.

Ayrıca, Yemâme Savaşı’nda sahabe şöyle diyordu: Her tarafta, “Kurtar bizi ey Halid!” diye imdat sesleri gelmeye başladı. Muhacirlerin ve Ensâr’ın bir cemâati kurtarıldı.

Bu da bize yetiş ya Muhammed (s.a.v.), derken parola değil, bir sıkıntı neticesinde tevessül yani Allah’tan yardım temenni edilmiş olduğuna işaret ediyor. Rasûlullah’ın hatırına Allah’tan yardım veya Rasûlullah’ın sahabeye yardım için Allah’a dua emesi neticesinde Allah’ın yardım etmesini umuyor sahabe.

Bedir ve Uhud savaşlarındaki parolalardan biri de "emit=öldür" idi. -Haşa- Sahabeyi soyut bir şeyden yardım isteyen ahmaklar olarak göstermeye çalışıyorlar.

Müslümanların Bedir Savaşında Parolaları:

Bedir savaşında Muhacirlerin parolası "Yâ Benî Abdurrahman!",
Hazrecîlerin parolası "Yâ Benî Abdullah!",
Evsîlerin parolası "Yâ Benî Ubeydullah!", (Vâkıdî, c. 1, sf: 71-72; İbn Sâ'd, Tabakâtu'l-kubrâ: 2, sf: 14; Beyhakî, c. 3, sf: 70; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, C. 3, sf: 274)

Müslümanların genel parolaları da "Yâ Mansur! Emit!" (Vâkıdî, c. 1. sf: 71-72; İbn Sâ'd, Tabakâtu'l-kubrâ, c. 2, sf: 14; Diyarbekrî, Târîhu'l-hamîs, c. 1 , sf: 378) veya "Ehad! Ehad!" idi. (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 287; Ebu'l Fidâ, C. 3, sf: 274; Diyarbekrî, C. 1, sf: 378)

Mucahidlerinin Uhud Savaşındaki Parolaları:

Uhud savaşında Müslümanlar arasındaki parolalar: "Emit! = Öldür! Emit = Öldür!" sözleri idi. (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 3, sf: 72; Vâkıdî, Megâzî, c. 1, sf: 234; Belâzurî, Ensâbu'l-eş'âf, c. 1 , sf: 317; İbn Hazım, Cevâmiu's-sîre, sf: 160)


Ferve b. Husayn b. Fedâle adlarında dokuz kişilik bir cemaat gelib Müslüman oldular ve Medine'ye yerleştiler.
Bunlar, Medine'ye gelip yerleşen ilk muhacirlerden idiler.
Peygamberimiz Aleyhisselam, bu Abs oğullarına:
"Bana sizi 10'a dolduracak bir adam daha bulun da, sizin için sancak bağlayayım?" buyurdu.
Talha b. Ubeydullah aralarına girince, Peygamberimiz Aleyhisselam, onlara bir sancak bağladı. Savaşlarda parolalarını da "Yâ Aşere! = Ey Onlar!" olarak belirledi. (İbn Sa'd, Tabakâtu'l-kubrâ. C. 1, sf. 295-296)



-Haşa-
Sahabeler sayılardan yardım isteyecek kadar ahmak olarak göstermeye çalışan sofilere Seyyid Ebu’l-Ala el-Mevdudi (rahimehumullah)’ın şu sözleriyle cevab vermek istiyoruz:
“Kendi görüşünüzü desteklemek için Kur’an ve Sünnet’ten delil aramayın. Kendi görüşünüzü Kur’an ve Sünnet’e uydurun.” (Fetvalar, c.1)


3- Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesila kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle/seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!”(Tirmizi, Daavat, 119, Müsned, IV/138)

3-
حدثنا محمود بن غيلان حدثنا عثمان بن عمر حدثنا شعبة عن أبي جعفر عن عمارة بن خزيمة بن ثابت عن عثمان بن حنيف أن رجلا ضرير البصر أتى النبي صلى الله عليه وسلم فقال :
ادع الله أن يعافيني قال إن شئت دعوت وإن شئت صبرت فهو خير لك قال فادعه قال فأمره أن يتوضأ فيحسن وضوءه ويدعو بهذا الدعاء اللهم إني أسألك وأتوجه إليك بنبيك محمد نبي الرحمة إني توجهت بك إلى ربي في حاجتي هذه لتقضى لي اللهم فشفعه في قال هذا حديث حسن صحيح غريب لا نعرفه إلا من هذا الوجه من حديث أبي جعفر وهو الخطمي وعثمان بن حنيف هو أخو سهل بن حنيف
قال الترمذي : حسن صحيح غريب
قال الشيخ الألباني : صحيح
Hadiste râvi şöyle anlatmaktadır:

Âmâ bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelerek "Bana sıhhat ve afiyet vermesi için Allah'a dua et" dedi.
Rasulullah (s.a.v.) : "istersen senin için dua ederim. Ama dilersen sabredersin. Bu senin için daha hayırlıdır" buyurunca, adam: "Dua et" dedi.
Peygamber (s.a.v.) 'de güzelce abdest almasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:
"Allahım senden istiyorum ve rahmet peygamberi olan peygamberin Muhammed ile Sana yöneliyorum. Ben şu ihtiyacımı gidermesi için seninle Rabbime yöneldim. Allah'ım, O'nu benim için şefaatçi kıl"
(صحيح sahih hadis)
Ahmed (4/138) Tirmizi : No 3578) Nesai es Sunenu'l Kubra (No 10419 10420) İbn Mace (No 1385) İbn Huzeyme-es Sahıhun (No 1219) Taberani el,Mû'cemu'l-kebir (9/No 8311-rivayetin merfu olan son bölümü)
el-Mucemu,s-sağır, (er Ravdu-d Dani No : 508 rivayetin merfu olan son bölümü)

Kabir sevici tasavvufçular, bu hadisin vefatından sonra Rasulullah (s.a.v.) aracılığıyla dua ve tevessülde bulunmaya dalâlet ettiğini iddia etmektedirler.

1. ZULUM'E REDDİYE
Bu hadiste (Âmâ Hadisi) , vefatından sonra Peygamber (s.a.v.)'e seslenip dua etmenin ve kendisi ile tevessulde bulunmanın caiz olduğuna dair herhangi bir delil bulunmamaktadır.


Sebebi :
1- Hadiste ifade edilen Peygamber (s.a.v.)den istiğase değil bilakis Peygamber (s.a.v.) ile Allah'a yönelmektir. İsteme makamı Peygamber (s.a.v.) değil Allah'tır….

2- Hadiste anlatılan ama kimse Peygamber (s.a.v.)in zatı ile değil duası ve şefaati ile Allah'a yönelmektedir. Rasulullah'tan kendisi için dua etmesini istemiştir. Bu sebeble de O'nu benim için şefaatçi kıl" demiştir. Bu da Rasulullah'ın onun için şefaat yani (dua) ettiğini göstermektedir. Yoksa öncesinde Peygamber (s.a.v.)'den herhangi bir dua ve şefaat etme olmamış olsa "Onu benim için şefaatçi kıl" sözünün hiç bir anlamı olmazdı.
Ashabı Kiram'ın örfünde, onların bildiği şekliyle Peygamber (s.a.v.) ile tevessulde bulunmak bu biçimdedir. Yani sahabi Peygamber (s.a.v.)'e gelir, O'ndan kendisi için dua etmesini ister ve sonra duasının kabul olunmasını Allah'tan dilerdi.

Sahih-i Buhari'de sabit olan bir hadis bu konuya delil teşkil etmektedir.
Buna göre Ömer (r.anh) (23/644) kıtlık zamanında yağmur yağması için Abbas b.Abdulmuttalib (32/652) (r.anh) ile yani onun duası ile tevessülde bulunur ve "Allah'ım biz sana (Hayatta iken) peygamberin ile tevessül ederdik de yağmur yağdırırdın. Şimdi de peygamberinin amcası ile tevessülde bulunuyoruz, bize yağmur nimetini bahşet"
(صحيح sahih hadis - Buhari (No: 1010, 3710) Enes b Malik r.anh'den) derdi ardından yağmura kavuşurlardı.

3- Eğer onların söylediği gibi Rasulullah (s.a.v.)'in zatı ile tevessul etmek câiz olsaydı ama zat Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna gitmeye ihtiyaç duymaz, aksine kendi evinde Rasulullah (s.a.v.) ile tevessül etmek suretiyle dua ederdi.

Âmâ olan Sahabi, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e, sadece kendisine dua etmesi için geldi. "Allah'a dua et de gözlerimi iyileştirsin" diye dua etmesi bunu gösteriyor.

Yani O, Allah Azze ve Celle'ye, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in duasıyla tevessülde bulunmuştu. Çünkü O kimse biliyordu ki, Rasulullah (s.a.v.)'in duası, diğerlerinin duasına nazaran daha çok kabule layıktı. Eğer âmânın amacı Rasulullah (s.a.v.)'in makamına tevessül etmek olsaydı, kalkıp Rasulullah'ın yanına gelerek O'ndan dua istemezdi; buna gerek de kalmazdı. Evinde oturup, "Allah'ım, Nebi'nin senin katındaki makamı ve yerinin yüceliği ile sana yöneliyorum. Sana yalvarıyor, bana şifa verip gözümü açmanı istiyorum" diye dua ederdi. Fakat o bunu yapmadı. Neden ?
Çünkü O bir Arab'tı ve Arab dilinde tevessulun ne anlama geldiğini çok iyi anlıyordu.
Biliyordu ki, bu duayı ancak çok şiddetli ihtiyacı olan biri söyler ve kendisine tevessul ettiği insanın adını anar. Bu duanın aksine, kesin bir şekilde kendisinde Kitab ve Sünnet ilmi bulunan salih bir kimseye gidilip istenmesi gerekir.
İşte bu durum onun Rasulullah (s.a.v.)'in huzuruna sadece Rasulullah (s.a.v.)'in kendisi için dua etmesi gayesiyle gittiğini açıkça göstermektedir.

4- Vefatından sonra Peygamber (s.a.v.)'in zatı ile tevessül de bulunmak caiz olsaydı, sahabe böyle bir uygulamada bulunurdu. Ashabın böyle bir uygulamayı güç yetirdikleri ve gereklilik bulunduğu halde terk etmiş olmaları bu tür bir tevessülün sonradan ortaya çıkarılmış bir bid'at olduğunu göstermektedir.
Bu nedenden ötürü kıtlık zamanlarında sahabe-i kiram Abbas b. Abdulmuttalib (r.anh)'ın duası, Muaviye b. Ebi Sufyan ile ed-Dahhak b. Kays (r.anhuma) , Yezid b. el-Esved el-Curaşi'nin duasıyla tevessül de bulunmuşlardır.

Şubhe sahiblerinin biri çıkıp istidrakte bulunarak Beyhaki'nin aynı hadisi rivayet ettiğini ve bu hadiste Osman b. Huneyf (r.anh)'ın Osman b. Affan (r.anh) zamanında yani, Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra sözü geçen ama hadisine dayanarak bir adama bu şekilde dua etmesini emrettiği ifade edilmektedir ( ضعيف الإسناد Zayıf Eser- Taberani el Mu'cemu'l-Kebir (9/No:8311) El Muce's-Sağir (Er-Ravdu'd-Dani No: 508) Beyhaki Delailu'n Nubuvve (6/168) şeklinde bir itirazda bulunursa cevaben şöyle denir.

İlk olarak bu ziyade munkerdir, mahfuz değildir. Şebib b. Said el Habati adındaki bir ravi tarafından teferrüden rivayet edilmiştir. Bu ravinin çok sayıda munker rivayeti bulunmaktadır. En düzgün hadisi oğlunun kendisinden Yunus b Yezid el Eyli nushasından Zuhri kanalıyla yapmış olduğu rivayettir. Konu edilen hadis ise bu nüshadan bile değildir.

Ayrıca işaret edilen ravi kendisinden daha sika olan Şû'be ve Hammad b. Seleme'ye muhalefet etmektedir. Çünkü bu iki ravi sözü edilen ziyadeyi zikretmemektedirler. Dolayısıyla bu ziyadenin Şebib b. Sa'id el-Habati'nin munkerlerinden olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci olarak bu gibi rivayetler, kıssa sahih olsa bile bu, şer'i bir hususun subûtu için yeterli sayılmaz.
İbadet, ibaha, vucub veya tahrim ile alakalı bir şeyde sahabilerin birinden rivayet edilip de diğer sahabilerin muvafakat göstermediği ve Peygamber (s.a.v.)'den sabit olanın da ona muhalefet edip muvafakat etmediği durumda da aynısı geçerlidir.
Böyle bir uygulama Müslümanlar tarafından uyulması zorunlu olan bir sünnet kapsamında değerlendirilemez.

5- Rasulullah (Sallallhu Aleyhi ve Sellem), hem âmâya dua edeceğini vaadetmiş, hem de ona, nasıl dua edeceğini öğretmiştir.
"Dilersen sana dua ederim, dilersen sabredersin ve bu senin için daha hayırlı olur."
Bu ikinci emir, Rasulullah (s.a.v.)'in, Rabb'inden rivayet ettiği bir hadistir:
"Ben kulumu iki sevgilisiyle (gözüyle) imtihan ettiğimde sabrederse, Cennet'te onun karşılığını ona veririm"
(Buhari, Enes'ten rivayet etmiştir. El-Ehadis es-Sahiha: 2010)

6- Âmânın ısrarla "bana dua et" demesi, Rasulullah (s.a.v.)'in ona dua ettiğini gösterir. Zira O, vaad edenlerin en hayırlısıdır.
Biraz önce geçtiği üzere Rasulullah (s.a.v.) onun için dua edeceğine söz vermişti. Âmâ ise duada ısrar ediyordu. Rasulullah (s.a.v.) de bu ısrar karşısında ona dua etti. Böylece âmânın muradı oldu.
AllahRasulu (s.a.v.) merhametinden ötürü âmâya yapması gerekeni ısrarla gösterdi ki, Allah Azze ve Celle onun duasını kabul etsin. Meşru olan ikinci tür tevessüle başvurmasını ona tavsiye etti. Bu ikinci tür tevessül, daha önce açıkladığımız gibi, salih amel ile tevessülde bulunmaktır.
Rasulullah (s.a.v.), bununla O'na daha büyük bir hayrın ulaşmasını diliyordu. Bunun için de ona abdest almasını, iki rekat namaz kılarak kendisi için dua etmesini söyledi. Bu amellerin hepsi Allah Subhanehu ve Tealaya itaattir.
Allah Rasulu Sallallahu Aleyhi ve Sellem dua etmeden o bu ameli işliyor. Bu amel de "O'na vesileyi arayınız" hükmüne dahildir.
İşte böylece Rasulullah (s.a.v.) sadece âmâya dua etmekle yetinmedi, üstelik onu Allah Azze ve Celle'ye itaat ve yakınlık ifade eden amellerle meşgul etti.
Böylece mesele her yönüyle tamamlanarak, Allah Teala'nın rızasına daha yakın olmasına çalışılmıştır. Böyle olunca da onların zannettiklerinin aksine, olayın tamamı "dua" etrafında dolaşmaktadır.
Hadisi çarpık itikad sahibi tasavvufçulara uygun hale getirmeye çalışan Şeyh el-Gimari ya gafildir, ya da gafil gibi davranmaya çalışıyor.
Çünkü el-Misbah adlı eserinde (sf: 24) şöyle diyor: "Dilersen dua ederim, dilersen senin edebileceğin bir duayı sana öğreteyim."
Bu tevil, hadisin başı ile sonunun uyuşması için gereklidir."
Ben de bu tevilin batıl olduğunu söylüyorum. Çünkü batıl oluşunun birçok yönü vardır.

Temiz Akıl sahibleri Dikkat edelim:

Âmâ kişi O'ndan kendisi için dua etmesini ister. Kendisine dua etmeyi öğretmesini değil!..
Rasulullah (s.a.v.) O'na "dilersen sana dua ederim" dediğine göre, Rasulun O'na dua etmesi kesinlik kazanmış oluyor. Bu, hadisin sonuyla uyuşan bir anlamdır.
Yine görüyoruz ki, el-Gimari, hadisin sonundaki "Allah'ım! O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl!" sözüne hiç değinmiyor. Zira bu ifade daha önce de söylediğimiz gibi, Rasulullah (s.a.v.)'in duasına tevessülün apaçık bir isbatıdır.
Rasulullah (s.a.v.)'in âmâya öğrettiği dua : "Allah'ım! Onu benim için şefaatçi kıl." (Bu cümle Ahmed b. Hanbel'in Musned'indedir. El-Hakim de onu nakleder. İsnadı sahihtir.)

Bu ibareyi, Rasulullah (s.a.v.)'in zatına, makamına veya haklarına hamletmek mümkün değildir. Çünkü bu cümledeki anlam; "Allah'ım, benim hakkımda gözlerimin iyileşmesi için O'nun şefaat ve dualarını kabul et" şeklindedir.

Şefaat, lugatta dua demektir.
Bu da hem Rasulullah (s.a.v.), hem de diğer rasuller için kıyamet günü sabit olan şefaattir. Bu da bize göstermektedir ki, şefaatten daha özel birşeydir.
Şefaat ise, ancak iki kimsenin olmasını gerektirir. Bu da, birisinin diğerinden, kendisine şefaatçi olması için dua etmesini istemesidir. Bu, başkasına şefaat etmeyen kimsenin haline benzer. Lisanu'l-Arab'da şöyle denir;
"Şefaat; şefaatçi olacak olanın, bir sultana veya padişaha, bir başkasının ihtiyacının görülmesi için aracılık etmesidir. Başkası için şefaat tâleb eden kimse, bununla, istenen şeyin elde edilmesine vasıta olur. Denilir ki, falan kimse, falan için falancanın şefaatini diledi, o da ona şefaatte bulundu ve beni şefaatçi kıldı."
Bununla, Âmânın, Rasulullah (s.a.v.)'in zatına değil, duasına tevessül etmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Rasulullah (s.a.v.)in âmâya öğrettiği "beni de O'nun için şefaatçi kıl", yani "benim de O'nun hakkındaki şefaatimi kabul et" sözü (Bu cümle hadiste sahih olarak vârid olmuştur. Ahmed ve el-Hakim bunu rivayet etmişler ve ez-Zehebi de sahih olduğuna muvafakat etmiştir. Bu, tek başına bile kesin bir hüccettir. Zat ile tevessül hakkında hadisi yorumlamak batıldır. Ancak, bazı yazarlar son zamanlarda zat ile tevessüle cevaz verirler. Anlaşılan odur ki, onlar bu gerçeği bilmelerine rağmen, bu kanaati zikretmektedirler. Ayrıca onlar, hadiste bundan önceki "Allah'ım, O'nu benim için şefaatçi kıl" cümlesini naklettiler. Bu da onların nakildeki güvenilirliklerinin delilidir. Onlar bu cümleyi zat ile tevessüle delil göstermektedirler. Ancak, okuyuculara bunun nasıl delil olduğunu açıklamaktan kaçınıyorlar.) "O'nun benim gözümün iyileşmesi hakkındaki duasını kabul et" demektir.

İşte böyle bir bir mana taşıdığından dolayı, bize muhalif olanların bu cümleye uzaktan veya yakından temas etmediklerini görürsünüz. Çünkü bu cümle, onların düşüncelerini temelden yıkmakta, kökünden sökmektedir.
Bunu onlara söylediğiniz zaman size bayılacakmış gibi bakarlar. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), âmâ hakkındaki şefaati anlaşılan bir şeydir; ancak âmânın Rasulullah hakkındaki şefaat; nasıl olur? Bu sorunun onların yanında asla cevabı yoktur.
Onların bu cümleyi anlamadıklarına dair delile ve onların batıl tevillerini anlamaya gelince; onların dualarında, "Allah'ım, Nebi'ni benim için şefaatçi kıl, beni de O'nun hakkında şefaatçi kıl" cümlesini söylemediklerini görürsünüz.
Sonra el-Gimari şöyle der:
"Allah Rasulu'nün âmâya dua ettiğini düşünsek bile bu, hadisin başkasına da genellenmesine engel değildir."
Bu apaçık bir saçmalıktır. Çünkü hadisin, dua halinde âmânın dışındaki kimseler için genellenmesine bir engel olmadığını inkar eden kimse yoktur.
Ancak, Rasulullah (s.a.v.)'in, ölümünden sonra kendisine ihtiyaçları için tevessülde bulunanlar hakkında dua bilinmediği için, onlar bu şekilde doğrudan doğruya Rasulullah (s.a.v.)'in duasına tevessül etmiş olmamaktadırlar. Bundan dolayı, hükümde ihtilaf söz konusudur.
EI-Gimari'nin bunu söylemesi, onun aleyhinde bir huccettir.

7- Bu hadisi alimler, Rasulullah (s.a.v.)'in mucizelerinden olarak görürler.
Rasulullah (s.a.v.)'in kabul edilen bir duasını beyan eden hadis, Allah Azze ve Celle'nin, O'na duasıyla ne harikulade işlerin kolaylaşmasını ikram ettiğini de göstermektedir. İnsanların O'nun duasıyla hastalıklardan iyileşmesi gibi. Allah Teala, O'nun duasıyla âmânın gözlerini de iyileştirmiştir.
Bu nedenle "Delailu'n - Nubuvve" adlı kitabında el-Beyhaki ve diğer bazı alimler, bunu böyle rivayet etmişlerdir. Bu da âmânın şifa bulmasının sırrının, ancak Rasulullah (s.a.v.)'in duasıyla olduğuna delildir.
Körlerden Allah Azze ve Celle'ye ihlasla dua ederek şifa isteyip de herhangi birinin şifa bulup bulmamasına bakılırsa, dediklerimizin doğruluğu anlaşılır. Bugün herhangi bir körün bu yöndeki bir duası kabul olmamaktadır. Bu da, hadiste geçen âmânın gözlerinin iyileşmesinin, Rasulullah (s.a.v.)in duasıyla olduğunu gösterir. Yoksa, âmânın gözlerinin iyileşmesindeki sır O'nun, Rasulullah (s.a.v.)'in zatına, Allah-Azze ve Celle katındaki makamına veya hakkına tevessül değildir. Eğer zata tevessülden dolayı iyileşmiş olsaydı, ondan başka körlerin de Rasulullah (s.a.v.)'in makamına, haklarına veya zatına tevessül etmelerinden dolayı gözlerinin iyileşmesi gerekirdi.
Böyle bir görüşü savunanlar kimi zaman da diğer bütün Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin, salihlerin ve Allah Teala'nın katında bir makam ve değer sahibi olan herkesin, ayrıca meleklerin, insan ve cinlerin hepsine tevessülü de buna eklemektedirler.
Şimdiye kadar biz böyle bir şey bilemediğimiz gibi; herhangi bir kimsenin de Rasulullah (s.a.v.)'in ölümünün üzerinden bunca asır geçmiş olmasına rağmen, böyle bir şeyin meydana geldiğini bildiğini zannetmiyoruz.
Eğer kıymetli araştırıcı kardeşler izah etmeye çalıştığımız âmâ hadisinin sadece Rasulullah (s.a.v.)'in duasına tevessülle ilgisi olduğu, kesinlikle zata tevessülle bir ilgisi olmadığı anlaşılırsa; âmânın, "Allah'ım, ben senden diliyorum ve senin Nebin Muhammed ile sana tevessülde bulunuyorum" sözünün anlamının ve maksadının da "sana Nebin Muhammed'in duasıyla tevessülde bulunuyorum" demek olduğu anlaşılacaktır.
Bu, kendisine izafe edilen cümlenin hafzı demek olup, Arab dilinde bilinen bir şeydir. Tıpkı, Kur'an'da geçen "istersen bulunduğun köye ve beraber olduğumuz kafileye sor" ayetinde olduğu gibi.
Yani, "köyün ahalisine" ve "kervanın sahiplerine" demektir.
Biz ve bize muhalif olanlar, cümlede "tamamlayan"ın kaldırılmış olduğunda hemfikiriz. Bu da tıpkı, Ömer (Radıyallahu Anh)'ın, Abbas (Radıyallahu Anh)'ın duasına tevessülü gibidir.
Ancak, bu hadisteki anlamın; "ben sana, Nebi'n Muhammed'in (makamı) ile yöneliyorum" veya "Ey Muhammed, ben senin zatın veya makamın ile Rabb'ime yöneliyorum" şeklinde yorumlanması yanlıştır.
Hadisteki anlamın, "Rabb'im, ben sana Nebi'n Muhammed'in duası ile yöneliyorum" veya "ey Muhammed, ben senin duan ile Rabb'ime yöneldim" sözlerinden birisi olduğunu, bu hadis veya bir başka hadisin delil oluşundan ötürü kabul etmemiz gerekir.
Zira, bu sözün siyakında Rasulullah (s.a.v.)'in makamına açıkça işaret eden veya buna delalet eden herhangi bir şey yoktur.
Onların "makam ile tevessül" şeklindeki düşünce ve yorumlarına ne Kuran'dan, ne Sünnet'ten ve ne de Sahabe'nin sözlerinden bir tek delil vardır. Böylece, onların tercih edilecek bir yeri olmayan takdir ve yorumların kendiliğinden sakıt olmaktadır.
Burada hatırlatılması gereken bir diğer mesele de; eğer o kör (ama) Sahabi hadisi, olduğu gibi zahirine hamledilse bile, ki bu da Rasulullah (s.a.v.)'in zatına tevessüldür, bu ifade kendisinden sonra gelen "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de Ona şefaatçi kıl" cümlesini ibtal edip anlamsız kılar.
Bu da, bilindiği gibi caiz değildir. Öyleyse geriye, bu cümle ile ondan önceki cümlenin arasını bulmak kalıyor.
Bu da olsa olsa, ancak tevessülün dua ile olduğunu ortaya koyar. Böyle bir durum, hadisten anlaşılan şeyin ne olduğunu bize isbat etmiş olur. Dolayısıyla, hadisi zat ile tevessüle delil göstermeye çalışanların delillendirmeleri geçersiz kalmış olur.
Buna rağmen diyorum ki, ama'nın Rasulullah (s.a.v.)'in zatına tevessül etmesi sahih olsa bile, bu ancak O'nun zatına özgü bir hüküm olmuş olur. Ne Peygamberlerden, ne de salihlerden hiç kimse, Onun bu durumuna ortak olamaz.
Onları AllahRasulü(s.a.v.)'in hükmüne dahil etmeyi, doğru ve sağlıklı olan bir düşünce kabul etmez. Çünkü O, onların seyyidi ve en faziletlilerindendir.
Birçok salih haberde bize geldiği gibi, bu özellik, Allah Subhanehu ve Teala'nın, Rasulullah (s.a.v.)'i diğer Peygamberlere karşı faziletli kıldığı bir şey olabilir ilgili meselelere kıyas müdahale edemez.
Kim körün Rasulullah (s.a.v.)in zatı ile Allah Azze ve Celle'ye tevessül ettiğini söylüyorsa, yapması gereken, orada durmaktır.
İmam Ahmed ve İz b. Abdusselam'dan da benzeri sözler nakledilmiştir.
İşte bu, bilimsel araştırmanın insafla beraber gerektirdiği şeydir. Doğruya eriştiren Allah Azze ve Celle'dir.

Bir Uyarı

Âmâ hadisiyle ilgili olarak bazı rivayet yollarında iki ziyade vardır. Bu ziyadelerin zayıflığını ve garibliğini açıklamak bir zorunluluktur. Ta ki okuyan kimse bu iki ziyade hakkında bilgi sahibi olsun ve bununla gerçeğin ve doğrunun aleyhine delil getirmek isteyenlere aldanmasın.

Hadisteki 1. Fazlalık:

Hammad b. Seleme'nin ziyadesidir.
Hammad b, Seleme diyor ki; "Ebu Cafer el-Hatmi bunu bize rivayet etti."
Tıpkı Şû'be'nin rivayetine benzer bir şekilde isnadından söz etti. Hakeza metin de böyledir. Ancak o kısmen de olsa metni kısaltmıştır. Hadisin sonundaki "Nebini gözümün bana geri verilmesinde şefaatçi kıl" lafzından sonra ziyade olarak, "eğer herhangi bir ihtiyaç olursa bunun gibi yap" lafzı vardır. Bunu Ebi Bekir b. Hayseme "Tarih"inde rivayet eder. Bunu kendisine Muslim b. İbrahim'in, ona da Hammad b. Seleme'nin söylediğini yazar.

Şeyhulislam İbn-i Teymiyye, "el-Kaidetu'l-Celiyye"de (sh. 102) bu ziyadenin illetli olduğunu söyler. Sebebi de, Hammad b. Seleme'nin bu hadisi tek başına rivayet etmesi ve Şu'be'nin rivayetine de muhalif olmasıdır. Şu'be ise, bu hadisi rivayet eden râvilerin en güvenilirlerindendir. Hadisteki bu illetin tesbiti hadis kaidelerine uygun olup, kesinlikle aykırı değildir.
El-Gimari'nin "eI-Misbah"da (sh. 30) Hammad b. Seleme için "O Sahih'in ricalindendir. Sikadır. Sikanın hadiste zikrettiği ziyade makbuldur" demesi, ya onun hadis ıstılahında belirtilmiş olan şeyden gafil olmasından, veya kasıtlı olarak bilmiyor gibi davranmasındandır. Zira hadis ıstılahında bilinen bir şart vardır, o da ravinin kabulü için, kendinden daha güvenilir raviye muhalefet etmemesi gerekir.
İbn-i Hacer "Nuhbetu'l-Fiker" adlı eserinde, "hadiste fazlalık, râvinin kendisinden daha güvenilir olanın rivayetine aykırı olmadığı zaman makbuldür. Daha tercih edilene aykırı olursa, tercih edilen, daha iyi korunan rivayettir. Bunun karşıtı da "söz" olur." der. İşte bu şart, burada sözü edilen ziyade için yoktur.
Çünkü Hammad b. Seleme, Muslim'in ricalinden olsa bile, onun hadis ezberinde Şû'be'den daha zayıf olduğunda şubhe yoktur. Bunu daha iyi anlamak için, alimlerin bu konuda yazdıkları kitaplara bakmak yeter.

Birincisini ez-Zehebi, "el-Mizan"da zikretti.
Ez-Zehebi, ancak kendileri hakkında konuşulmuş olanları ve sika (güvenilir) oldukları halde rivayetlerinde evham bulunanları zikreder. Halbuki O, kitabında Şû'be'ye kesinlikle yer vermemiştir.
Öte yandan, Hammad ile Şû'be'nin hayatı hakkında İbn-i Hacer'in "eI-Takrib"de yazdıklarını iyice düşünenler, aradaki farkı daha iyi anlarlar.
O diyor ki; "Hammad b. Seleme güvenilir ve ibadet sahibi olan bir kişidir. Güvenilir olanların en güveniliridir. Hayatının sonunda hıfzı değişmiştir."
Sonra şöyle devam ediyor:
"Şû'be İbnu'l-Haccac güvenilir, hafız ve hadisi çok iyi bilen bir insandır. Es-Sevri, O'na, "hadiste emiru'l-muminin" derdi. Irak'ta ilk kez hadis ricali hakkında araştırmada bulunan ve Sünnet'i savunan O'dur. İbadet ehli bir insandı."

Bu bilgilere sahib olduktan sonra anlarız ki, Hammad b. Seleme'nin bu hadiste Şû'be'nin aksine olarak zikrettiği ziyadesi makbul değildir. Çünkü onun bu rivayeti, kendisinden daha güvenilir olan râvinin rivayetine aykırıdır. Böylece bu, şaz bir rivayet olmaktadır. Tıpkı İbn-i Hacer'in biraz yukarıda işaret ettiği gibi. Olabilir ki, Hammad bu ziyade lafzı ezberinin zayıfladığı bir dönemde rivayet etmiştir. Dolayısıyla hataya düşmüştür.

Ahmed b. Hanbel de rivayetinde sanki bu fazlalığa değinmiş gibi. O bu hadisi Muemmel (İsmail) yoluyla Hammad'dan rivayet etmektedir.
Bunu Şu'be'nin rivayetinden sonra zikretmesine rağmen, hadisi lafzıyla ele almamıştır. Aksine, doğrudan doğruya Şû'be'nin rivayet ettiği lafzı esas alıyor.
Hadisi zikrettikten sonra şöyle diyor: "Muemmel'in Hammad'dan rivayetinde fazlalık olması muhtemeldir."
Bunun için İmam Ahmed de, diğer hafızların âdeti olduğu gibi, bu rivayeti diğerine havale ettiğinde, havale edilen rivayetteki fazlalığı belirttiği gibi, işaret etmedi.

Sözün Özü şudur:
Hadisteki ziyade şâz olduğundan dolayı sahih değildir. Olsa bile, Rasulullah (s.a.v.)'in doğrudan zatına tevessüle delil olamaz. Çünkü, "bunun gibi yap" sözünün anlamının, "hayatında iken yine çıkıp Rasulullah (s.a.v.)'e gelmesi, O'ndan dua isteyip tevessül etmesi, sonra da abdest alıp Allah Rasulü (s.a.v.)'in kendisine emrettiği gibi namaz kılıp dua etmesi" şeklinde olması da muhtemeldir. Allah Subhanehu ve Teala daha iyi bilir.

Hadisdeki 2. Fazlalık :

Osman b. Afvan Radıyallahu Anh'a tevessül edib ihtiyacını gören bir kimsenin durumunu anlatan bu ziyadeyi Taberani "el-Mu'cemu's-Sağir"de (sh. 103-104) ve "el-Mu'cemu'l-Kebir'de rivayet etmiştir. Rivayet zinciri şöyledir: Taberani, Abdullah b. Vehb'den, O Şebib b. Said el-meki'den, O Ruh İbnu'I-Kasım'dan, O Ebu Ca'fer el-Hatmi el-Medeni'den, O Ebu Umame b. Sehl b. Hanifden, o da amcası Osman b. Haniften rivayetle şöyle diyor:
Bir adam vardı. Sık sık Osman'a gelir, fakat Osman onun ihtiyacına bakmazdı. Adam, Osman b. Hanif'Ie karşılaşınca durumu O'na şikayet etti.
Osman b. Hanif O'na, abdest yerine gidip abdest almasını, sonra mescide gidip iki rekat namaz kılmasını, sonra da; "Allah'ım, ben seni diliyor ve senin Nebi'n, rahmet Nebi'siyle tevessülde bulunuyorum. Ey Muhammed, ben seninle, Rabb'im Azze ve Celle'ye ihtiyacını görmesi için yöneldim" diye dua ederek ihtiyacını zikretmesini söyledi.
Adam da bunu yerine getirdi.
Sonra O'na dedi ki; "benimle beraber gel, Osman'a gidelim." O adam da Osman b. Hanif'le beraber Osman b. Afvan'ın kapısına geldi.
O'nu gören kapıcı, geldi, elinden tutup Osman'ın yanına götürdü ve minderin üstüne oturttu.
Osman b. Afvan O'na, "ihtiyacın nedir?" diye sordu.
Adam da ihtiyacını O'na söyledi. Osman da onun ihtiyacını giderdi. Sonra adama, "bu ana kadar senin ihtiyacını görmeyi hatırlayamadım. Eğer bundan sonra bir ihtiyacın olursa bize gel" dedi.
O adam Osman b. Afvan'ın yanından ayrılınca Osman b. Hanif'le karşılaştı. O'na, "Allah senden razı olsun! Sen O'nunla konuşuncaya kadar O bana hiç bakmıyor ve ne demek istediğimi anlamıyordu" dedi.
Osman b. Hanif, "vÂllahi ben O'nunla konuşmadım" dedi. Sonra şöyle devam etti:

- Ben Allah Rasulu zamanında O'na kör bir adamın gelip şikayetlendiğini, sonra da iyileştiğini gördüm.
Allah Rasulu sana dediğimi ona söyledi, o da bunu yaptı ve gözleri iyi oldu.
O adam Allah Rasulune, "ey Allah'ın Rasulu! Ben kör bir insanım. Elimden tutup bana yol gösterecek olan kimsem yok. Çok zorlanıyorum" dedi. Rasulullah (s.a.v.)de ona şöyle söyledi.
"Abdest alma yerine git, abdest al. Sonra iki rekat namaz kıl. Sonra şu dualarını et."
Osman b. Hanif bu olayı anlatırken diyor ki; "vallahi biz daha oradan ayrılmamış ve aradan fazla vakit geçmemişti ki, o adam yanımıza sanki hiç kör değilmiş gibi çıkageldi."

Taberâni diyor ki: "Bunu Ruh İbnu'l-Kasım'dan Şebib b. Said, O'ndan da Ebu Said el-Mekki rivayet etmiştir. Güvenilirdir.
Ahmed b. Şebib ve babasından, Yunus b. Yezid el-Eyli'den hadis rivayet eden O'dur. Bu hadisi Ebu Ca'fer et-Hutami'den (adı Umeyr b. Yezid'dir) Şu'be rivayet etmektedir.
O güvenilirdir. Şube'den de bunu tek başına Osman b. Ömer b. Faris rivayet etmiştir. Hadis sahihtir."

Bu hadisin sahih olduğunda şek yoktur. Ancak burada söz konusu olan, et-Taberani'nin de dediği gibi, Şebib b. Said'in naklettiği kıssadır.
Şebib denen bu adam, hakkında konuşulmuş bir kimsedir. Özellikle İbn Vehb'in ondan rivayetinde... Ancak, onu Şebib yoluyla İsmail ve Ahmed (Şebib b. Said'in oğulları) takib etmişlerdir. Yalnız bu İsmail denen kimseyi tanımıyorum ve ondan söz eden bir kimseyi de görmedim. Hatta öyle ki, babasından hadis rivayet edenler arasında bile sayılmadı. Ancak onun kardeşi Ahmed doğru birisidir.
Babası Şebib'e gelince, onun hakkında söylenen sözün özü;
"o güvenilirdir, yalnız ezberinde zayıflık vardır." şeklindedir.
Sadece oğlu Ahmed'in ondan ve Yunus'tan rivayeti hüccettir. Ez-Zehebi "el-Mizan"da, "O saduktur, gârib hadisler rivayet eder" der.
İbn-i Adiyy de el-Kamil'de; "Onun Yunus b. Yezid'den rivayet ettiği düzgün bir nüshadır. İbn Velid bazı munker rivayetlerin yanında ondan da hadis nakleder" der.
İbnu'l-Mediyni diyor ki; "Mısır'a ticaret için gidip gelmekteydi. Onun nüshası (kitabı) sahihtir, Onu oğlu Ahmed'den alarak yazdım."
İbn-i Adiyy de şöyle der: "Şebib hıfzından konuştuğu zaman hem karıştırıyor, hem de hata ediyordu. Dilerim ki bunu kasıtlı olarak yapmamıştır. Oğlu Ahmed, Yunusun hadislerini ondan rivayet ettiğinde, sanki Yunus'muş gibi güzelce rivayet eder."

Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Şebib'in rivayeti iki şartla kabul edilir:
Birinci Şart: Rivayetin, oğlu Ahmed'in ondan yaptığı rivayet olması gerekir.

İkinci Şart: Şebib'in Yunus'tan yaptığı rivâyet olmasıdır. Bunun sebebine de gelince; yanında Yunus b. Yezid'in kitaplarının bulunmasıydı.

İbn Ebi Hatim, "Ec-Cerhu ve't-Ta'dil" adlı kitaında onun babası için şunu söyler:
"O, kitaplarından hadis söylediğinde güzel hadis rivayet eder. İbn Adiyy'in dediği gibi, ezberinden konuştuğunda ise, İbn-i Vehb'in değil, oğlu Ahmed'in rivayeti olması şartıyla, rivayetinde herhangi bir sakınca yoktur."

İbn-i Hacer' de "et-Takrib" adlı eserinde onun hayatını anlatırken böyle söyler. Zira o tartışmalıdır. Çünkü o, oğlu Ahmed'in babasından hadis rivayetinde "kesinlikle bir sakınca olmadığı"nı söylemekle vehimde bulunmuştur. Aslı böyle değildir. Aksine, Ahmed'in böyle bir rivayetinin sahih olabilmesi için, mutlaka kendisinin bizzat Yunus'tan rivayet etmesi şartı vardır. Bu şartı, İbn-i Hacer'in işaretiyle anlıyoruz. Zira İbn-i Hacer, Şebib'i, Buhari'nin tenkid edilen ravileri arasında saymıştır.
(Fethu'l-Bari, Mukaddime, 5:133)
Daha sonra, İbn-i Adiyy'in de onun hakkındaki sözlerini naklederek, onun güvenilir olduğunu söylemiş ve Onu tenkitten kurtarmak istemiştir.
Diyor ki; "Buhari, oğlunun ondan ve Yunus'tan yaptığı rivayetleri kabul etmiştir. Ancak, Yunus'tan, başkasından rivayet ettiği hadislerini almadığı gibi, îbn-i Vehb'in de ondan rivayetlerini almamıştır."
Bu şekilde onun tenkidi, Yunus'tan başkasından rivayet etmesi şartına bağlanmıştır. Velev ki oğlu Ahmed yoluyla gelmiş olsa da. Biraz önce değindiğimiz gibi, doğru olan da budur.

Bu noktada, İbn-i Hacer'in "et-Takrib"deki her iki sözünün arasındaki çelişkinin kaldırılması, bu sözlerin arasının bulunması gerekmektedir. Bundan da, hem bu kıssanın, hem de onu delil göstermenin zayıflığı ortaya çıkmış oluyor.
Bunun ardından, rivayet hakkında bir diğer illetle karşılaştım. O da, rivâyet konusunda Ahmed'in de tartışılmasıdır.
İbnu's-Sunni bu rivayeti, "Amelu'l-Yevmi ve'l-Leyf'de (sh. 202), el-Hakim "el-Mustedrak"te d/562), Şebib'in oğlu Ahmed'den üç yolla rivayet etmektedir.
Ayrıca Avn b. Umare el-Basri diyor ki, "İbnu'l-Kasım bunu bize rivayet etti." (El-Hakim rivayeti) Fakat Avn denen bu kişi zayıftır. Ancak rivayeti, Şû'be, Hammad b. Seleme ve Ebu Ca'fer el-Hutami yoluyla gelen rivâyete uygun olması nedeniyle daha iyidir.

Sözün özü, bu kıssa gerçekten üç sebepten dolayı zayıf ve çirkindir:

1- Bu hadisi tek başına rivayet eden kimsenin zayıflığı,

2- O'nun hakkında ihtilaf edilmiş olması,

3- Hadisi rivayet edenlerin, güvenilir hadis ravilerinin rivayetlerine aykırı hadis rivayet edip, onun adını zikretmemeleri.

Bu nedenlerden bir tanesi bile, söz konusu rivayetin kabul edilmemesi için yeter.


Ne garib bir taassub veya hataya uymaktır ki; Şeyh El-Gimari bu rivayetleri "el-Misbah" adlı eserinde (sh. 12,17) Beyhaki'nin "Delailu'n-Nubuve"sine ve et-Taberâni'ye atıfta bulunarak nakletmiştir. Daha sonra da bir kez olsun bu rivayetlerin sahihliği veya zayıflığı üzerinde tek bir söz bile söylememiştir. Nedeni gayet açık. Bu rivayetleri sahih göstermeye gelince, bunun imkanı yoktur. Ancak, rivayetlerin zayıflığını ibtal mümkündür.
Ancak, "el-İsabe" (sh. 21-22) hakkında konuşanlar da bu rivayet hakkıda doğruyu bulamamışlardır. Buna rağmen, "bu hadis, et-Taberani, el-Mû'cemu's-Sağir ve el-Kebir'de sahihtir" diyebilmişlerdir. Bu söz önemsiz olmasına rağmen, birkaç yönden cehaletle doludur:
1-Taberani, bu hadis için "sahih" dememiştir. Aksine, sadece "es-Sağir"de böyle demiştir. Onlar hadis ilmini bilmedikleri için, vasıtalar aracılığıyla hadisi rivayet etmektedirler. Biz ise, hadisi doğrudan doğruya kaynağından aldık. "Kim denize ulaşırsa, su çeken dolaplara muhtaç olmaz."

2- Taberâni bu kıssaya değil, sadece hadise "sahih" demiştir. Daha önce buna değinmiştik. "Şû'be de bu hadisi rivayet etmiştir. Hadis sahihtir" sözüyle, Şû'be'nin hadisini kastetmiştir. Şû'be ise bu kıssayı rivayet etmemiştir. Öyleyse et-Taberani kıssayı sahih görmemiştir. Bu nedenle hüccet olamaz.

3- Osman b. Hanif'in kıssası sabit olsa bile, Osman b. Hanif o adama kıssadan anlaşıldığı kadarıyla nasıl dua edeceğini tam olarak öğretmemiştir. Zira o duadan, "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl" sözünü çıkarmıştır.

Zira o, Arabca bilgisi gereği biliyordu ki, Rasulullah (s.a.v.), o duayı yalnız o kör adam için yapmıştı. Bu adam için aynı dua söz konusu olmadığına göre, bu cümleyi zikretmedi.

Şeyhu'l İslam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle diyor:

"Bilinen bir şeydir ki, bir kimse Allah Rasulunün ölümünden sonra, "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl" dese bile, Rasulullah bu kimse için herhangi bir duada bulunmamıştır. Öyleyse, onların sözleri batıldır.

Osman b. Hanif o kimseye Allah Rasulü'nden birşey istemesini söylemediği gibi, "O'nu buna şefaatçi kıl" demesini de istememiştir. Daha doğrusu, bu rivayet edilen duayı olduğu gibi okumasını ona söylememiştir. Ancak bu duanın sadece bir kısmını okumasını söylemiştir.
Burada Nebi'den ne bir şefaat söz konusudur ve ne de şefaat zannedilen bir şey vardır. Velev ki o, "O'nu bana şefaatçi kıl" dese bile, bunun bir anlamı yoktur. Bunun için Osman, bunu emretmedi. Onun o adama söylediği dua, Allah Rasulunden gelen dua değildir. Böyle şeylerle Şer'i olan bir amel kanıtlanamaz. Tıpkı bazı Sahabilerden gelen, ancak diğer Sahabilerin muvafakat etmedikleri, ibadetlerin güzelliği, mubah, vacib veya haram olan ameller hakkındaki haberler gibi."

Bu da yine, Rasulullah (s.a.v.)den rivayet edilenlere aykırı olan bir haber olması şartına bağlıdır. Böyle olunca da bu şekilde bir davranış, müslümanların hepsinin uyması gereken bir amel değil, aksine gayesi ictihad olan ve ümmetin üzerinde tartıştığı bir şeydir. Bunun da Allah Azze ve Celle'ye ve Rasulullah (s.a.v.)'e götürülmesi gerekir.
Biz de biliyoruz ki, Ömer Radıyallahu Anh ve Sahabenin büyükleri, hayattayken kendisine tevessül ettikleri Rasulullah Sallallahu Aleyhi vessellem'e öldükten sonra tevessulde bulunmadılar. O ölünce O'na tevessül etmediler. Bilakis kuraklık yılında kıtlık çok şiddetli bir şekilde bastırınca Ömer Radıyallahu Anh, tüm ilim ehlinin de bildiği gibi ve Ensar ve Muhacirin'in de şahid olmasıyla, insanların eline yiyecek birşeyler geçinceye kadar yağlı yemek yemeyeceğine dair yemin etmiştir. Sonra da "istiska"da bulunmak için Abbas (Radıyallahu Anh)'a başvurunca şöyle dua etmiştir:

"Allah'ım! Biz kuraklık gördüğümüzde senin Nebi'n ile sana tevessulde bulunuyorduk, sen de bize yağmur gönderiyordun. Şimdi ise senin Nebi'nin amcası Abbas ile sana tevessulde bulunuyoruz. Bize yağmur ver!"

Allah Teala da onlara yağmur göndermiştir. Bütün Sahabenin kabul ettiği ve meşhur olması nedeniyle hiçbirisinin inkar etmediği dua budur. Bu, icma edilen konuların en meşhurlanndandır.

Muaviye b. Ebu Sufyan da Hilafeti döneminde böyle dua etmiştir. Eğer onlar, Rasulullah (s.a.v.)'in ölümünden sonra tevessül etmek hayattayken tevessül etmek gibi olsaydı, "nasıl olur da Abbas ve Yezid İbnu'l Esved'e ve başkalanna tevessülde bulunuyoruz da insanların en faziletlisi olan Rasulullah (s.a.v.)'e tevessulu terkediyoruz? Halbuki O'na tevessul, tevessullerin en faziletlisi ve en büyüğüdür." diyerek Sahabe bunu icra ederdi. Ancak, bu sözü onlardan hiç kimse demediği ve hayattayken Rasulullah (s.a.v.)'in duasına ve şefaatına tevessul edildiği gibi, O öldükten sonra O'ndan başkasının duasına ve şefaatına tevessül ettikleri bilindiğine göre; onlar nezdinde meşru olan tevessulun kişinin zatıyla değil, duasıyla olan tevessül olduğu da bilinmiş olur.

Bununla beraber bu kıssada, düşünen akıllı bir insanın rahatlıkla görebileceği gibi, Osman (Radıyallahu Anh) gibi bir Halife'nin faziletine gölge düşüren bir cümle vardır. O da, Raşid Halife'nin, ihtiyacı olan bir adama hiç yüz vermemesidir. Bu İfade, Rasulullah (s.a.v.)'in kendisinden meleklerin bile haya ettiğini söylediği ve özellikle yumuşaklığı, iyiliği ve insanlara karşı hoşgörülülüğü ile tanınmış Osman (Radıyallahu Anh)'ın ahlakıyla uyuşmamaktadır. İşte bu durum, kıssanın sıhhatli olması ihtimalini tamamen uzak görmemize neden olmaktadır. Zira bu, Osman (Radıyallahu Anh)'ın ahlakına ters düşen bir zulumdur.



İlgili Konular:


Câiz ve Şirk Olan Tevessul, İstiğase ve Şefaat
İlmi Konu - Caiz ve Şirk Olan Tevessul, İstiğase ve Şefaat

Câiz ve Şirk Olan Teberruk
İlmi Konu - Caiz ve Şirk Olan Teberruk

KABİRPEREST VESVESELERİNE İLAÇ
İlmi Konu - Kabirperest Vesveselerine İlaç - Türbe Tevessülcülerine Reddiye!

Tasavvuf Ehlince Hadis Zannedilen Bazı Rivayetlerin Sıhhati Nedir?
Çözüldü - Tasavvuf Ehlince Hadis Zannedilen Bazı Rivayetlerin Sıhhati Nedir?

Tasavvuf Ehlinin Sarıldığı Bu Rivâyetlerin Sıhhati Nasıldır?
Çözüldü - Tasavvuf Ehlinin Sarıldığı Bu Rivâyetlerin Sıhhati Nasıldır?
 
Üst Ana Sayfa Alt