Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvufa Cevap( Reddiye)

esedullah1230 Çevrimdışı

esedullah1230

Üye
İslam-TR Üyesi
Hamd ancak Allah içindir. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden O’na sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimide saptırırsa onu hidayete erdirecek yoktur

Bundan sonra; Şüphesiz, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kelamı Yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v.) ‘in yoludur. Amellerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat her bidat sapıklık ve her sapıklıkta ateştedir.

İslam dini insanlara uymaları gereken ilahi hükümleri beyan etmiştir. Bu din bir ekleme kabul etmediği gibi, içinden bir kısın hükümlerin de eksiltilmesini asla kabul etmez.

Sonradan ortaya çıkan bidat fırkaları bu dinde olmayan bir kısım şeyleri bu dine ekleyerek sapıtmışlardır. Veya bu dinde olan bir kısım şeyleri dinden çıkararak, görmezden gelerek, tevil ederek dini tahrif etmişlerdir. Böylelikle sapıtarak delalet fırkaları durumuna düşmüşlerdir.
Biz bu yazımızda Tasavvuf ehlinin İslam ümmetinin içine soktuğu bir kısım bidatleri aktararak bunlara cevap vermeye çalışacağız. Allah tan yardım ve başarı diliyoruz.

Tasavvuf’un çok sayıda tanımı vardır. Bu tanımlardan biride şudur:
Tasavvuf: Zühd ve takva ile ruhu temizlemek, kendi varlığını Allah’ın sevgisinde eritmek, kalbini masivadan boşaltıp Hak’a tahsis etmek, kendini yok bilip onun varlığında yaşamak böylelikle Allah’ın cemalini müşahedeye ermektir.

Cevap:
İslam bir Müslüman’ın bir kişiye ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi bir şekilde teslim olmasını bağlanmasını kesinlikle kabul etmez. Tasavvuf da ise mürit şeyhine bu şekilde teslim olmazsa tasavvuf yoluna giremez dolayısıyla tasavvuf ehlinin sözünü ettiğiZüht ve takva ile ruhun temizlemesi olayı tasavvuf ehline göre gerçekleşmez. Tasavvuf ehlinin telkin ettiği birçok inanç ve amel dinde olmayan bidatlerdir. Bu sebepten Tasavvuf ehlinin yollarına uymak, şeyhlerine bağlanmak insanı züht takvaya değil, bidat ve şirke sokar.

İslam ise bir Müslüman’ın züht ve takva ile nefsini terbiye etmesinin ve Allah’a rızasına giden yolun Sahih iman ve Salih amel olduğunu belirtmiştir.

Tasavvuf ehli tasavvufun tarifinde diyor ki: “kendini yok bilip onun varlığında yaşamak böylelikle Allah’ın cemalini müşahedeye ermektir.”

Diyorlar:
Yani bu sözle tasavvuf ehli vahdet-i vücut (bu inanç daha sonra anlatılacaktır.) inancına işaret ettiği gibi bu inanç sahiplerinin de Allah’ı dünyada müşahede yani göreceğini söylemektedir. O zaman biz Peygamberimizin veya peygamberlerin dünyada iken Allah’ı görüp görmedikleri konusunu Kur’an ve sünnetten araştırmamız gerekiyor. Bu konu araştırılınca Ahirette Allah’ın görüleceği ayet ve hadisle sabit.

“Yüzler vardır ki: O gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır" (Kıyâmet Suresi: 22-23) buyrularak, ahirette Müminlerin Allah'ı görecekleri haberi verilmektedir.

Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki: "Allah Rasulü'ne; biz kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?" diye sordular. O da dedi ki: "Güneş ve Ay'ı bulut olmadığı zaman görmekte bir zorluk çekiyor musunuz? Onlar da "Hayır" dediler. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem "İşte Allah'ı da böyle göreceksiniz" dedi. (Buhari ve Müslim)

Dünyada ise peygamberlerde dâhil hiç kimsenin Allah’ı göremeyeceğini Kur an ve Sünnet bize haber vermektedir.

Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca ”Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!” dedi. (Rabbi): ”Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim. (Araf Suresi: 143)

Araf suresindeki bu ayeti manasının aksine bir mana çıkaran bu insanlar Hz. Musanın dağda Allah’ı gördü manasında batıl ve yanlış bir mana vermek suretiyle Allah’ın dünyada görülebileceğini iddia etmişlerdir. Allah Teâlâ dağda tecelli etmedi, dağa tecelli etti. Allah’ın insana tecelli etmeyeceği, yani bu dün*yada bir insana gözükmeye*ceği yukarı*daki âyette açıkca belir*tilmiştir.
Ayete aykırı olmasına rağmen farzedelim ki, Allah dağa tecelli etmemiştir de dağda tecelli et*miştir. Bir an için benzetmenin doğru olduğunu ka*bul etsek bile varılacak hüküm, böyle bir tecel*liden sonra Hz. Musanın parçalanıp yok olması ol*maz mı? Ama böyle olmuyor, Allah’ın tecellisinden sonra dağ paramparça olmuştur. Hz Musa dağın akibeti karşısında dayanamayıp düşüp bayılıyor ve uyanınca Allah’ı görme isteğine tevbe ediyor.Yani Hz. Musa Allah’ı dünyada göremeyeceğine kanaat getiriyor

Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (S.A.V.)'a: "Sen Rab Teâla'nı hiç gördün mü?" diye sordum.
"Nurdur, ben O'nu nasıl görürüm" buyurdular." (Müslim, İman 291, (178); Tirmizi, Tefsir, Necm, (3278)).
Mesrûk rahimehullah anlatıyor: "Hz. Aişe (r.a.)'ya dedim ki: "Ey Anneciğim! Muhammed (S.A.V.) Rabbini gördü mü?" Bu soru üzerine:
"Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur. Şöyle ki: Kim sana: "Muhammed Rabbini gördü" derse yalan söylemiş olur.
(Hz. Aişe bu noktada, sözüne delil olarak) şu ayeti okudu. (Mealen): "Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder" (En'âm 103).
Devamla dedi ki: "Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira ayet-i kerimede (mealen): " Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphe yok Allah bilendir, haberdar olandır. " (Lokman Suresi: 34) buyrulmuştur.

Kim sana "Muhammed'in vahiyden bir şey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü ayet-i kerimede (Mealen): "Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın" (Maide Suresi: 67) buyrulmuştur. Lakin Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Cibril'i (suret-i asliyesinde) iki sefer görmüştür." (Buhari, Tefsir, Maide 7, Bed'ü'l-Halk 6, Tefsir, Necm 1, Tevhid 4; Müslim, İman 287, (177); Tirmizi, Tefsir, En'âm, (3070)).

Bu hakikatlerden sonra tasavvufu tanımlayan mutasavvıflar Allah’ı müşahede (görme) gibi iddiaların boş batıl iddialar olduğu ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan şeytan çeşitli suretlere girerek Tasavvuf ehli insanlarla dalga geçmekte ve onları saptırmaktadır. Bu insanlar şeytani bu hallere bakarak sapmış oldukları halde kendilerini hak yolda zan etmektedirler.

Tasavvuf ehli Mâide Suresi: 48. ayetitarikatların varlığına delil olarak getirirler.
Cevap:
Tasavvuf ehli birçok din ve felsefeden derledikleri tasavvuf inancına İslam dinindeki özellikle zikir ve ahlak ile ilgili ayet ve hadislere
hemen sahip çıkarlar, Gel ki bu konuyu bile tam anlamamışlardır, Bazen ayetlere yanlış mana vererek ayetleri tahrif ederler, bazen de uydurma hadislerle amel ederler. İşte tasavvuf ehlinin manasını tahrif ettikleri ayetlerden biride bu ayettir.

Tasavvuf ehli şu ayetti tarikatların varlığına delil olarak getirirler;
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (Mâide Suresi: 48) buyuruyor.
Maide Suresi: 48. Ayete bakın nasıl bir batıl mana veriyorlar: bu Âyet-i kerime’ye “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat.” manasını vermişlerdir.

Tasavvuf ehli Kuran ayetlerini tahrif ederek tasavvuf yoluna delil getirmeye çalışmaktadırlar. Maide suresi 48 ayetini tarikata delil olarak getirirler. Ayeti ortasından cımbızlama alıntı yaparak aynı zamanda farklı mana vererek kur an’ı tahrif etme vebalini işlemişlerdir. Oysa ayetin tamamını okuyunca ve tefsirini yapınca daha farklı bir mana ortaya çıkıyor.
Ayetin tamamı şöyledir:

“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir. (Mâide Suresi: 48)”


Ayeti şöyle anlamak gerekir: Allah dileseydi, bütün insanlara tek bir kitap, tek bir din gönderirdi, daha sonra gelen bütün peygamberlere aynı kitaba, aynı şeraite bağlı kalmalarını isterdi. Böyle bir durumda, bütün insanlık tek bir ümmet, tek bir millet olurdu.

Ancak, İlahî hikmet gereği, her zamanın kendine mahsus şartları doğrultusunda ayrı sahifeler, ayrı kitaplar ve ayrı şeriatlar gönderilmiştir. Yani Allah’u teala bütün peygamberlere tevhid de aynı, şeriatta ise farklılı bir din göndermiştir. Tasavvuf ehlinin iddia ettiği gibi önce şeriat sonra tarikat manası yoktur. Ayette Önceki peygamberlerin yollarından (Şeriatlarından) bahsederek tarikat yollarının kast edilmediği açık ve nettir.

İslam’dan öncesi kitapların ve peygamberlerin belli bir kavme, belli bir topluluğa hitap ettiği bilinmektedir.

Kur’an ise, bütün insanlığın din kaynağı olarak gönderilen tek kitaptır. Kendisini tamamlayıcı ve açıklığa kavuşturucu olan sünnet ile beraber tek yoldur.


Tasavvuf ehlinin şu uydurma ve aynı zamanda batıl rivayetine bir bakınız:
İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zikrullah emrini alınca; Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) Efendimize kalbi zikir yapmayı, Hazret-i Ali (r.a.)Efendimize de cehrî zikir yapmayı ve insanlara öğretmelerini emir buyurmuştur.

Cevap:
Tasavvuf ehlinin naklettiği bu rivayet uydurma olduğu gibi aynı zamanda batıldır. Hz. Peygamber Hz. Ebu Bekir’e başka, Hz. Ali ye başka bir din (yol) telkin ediyormuş(!). Hatta bazıları daha da ileri giderek hafi zikir yapan tarikatların Hz. Ebu Bekir’in yolunu takip ettiklerini. Cehri zikir yapan tarikatların ise Hz. Ali’nin yolunu takip ettiklerini iddia ediyorlar. Hatta bazı tarikatlar kendi tabi oldukları tarikatın zikir usulü yerine başka tarikatın zikir usulünü yaparsa tarikattan bile düşeceği hurafesini uydurmuşlardır. Peygambere ve sahabesine attıkları şu iftiralara bir bakınız.

Tasavvuf ehline burada sormak istiyorum: Hz. Peygamber’in dört halifesinden ikisi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali size göre Tasavvuftan/Tarikattan pay veriliyor da, Neden Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın bu konuda isimleri dahi zikredilmiyor. Hz. Ömer ve Hz. Osman yoksa tasavvuftan Tarikattan nasiplerini almayı mı unuttular? Yoksa bu iki halifeye de iftira atıp yalan uydurmayı mı unuttunuz? Yoksa Bütün bunlar sizin uydurduğunuz yalan ve hurafeler mi cevap verin

Bunların anlayışına göre her şahsa mizacına göre ayrı ibadet, din telkin edilecekse o zaman yeryüzünde insanların sayısınca ayrı din ortaya çıkması gerekirdi.

Tasavvuf ehli İslam dinini önce zahir batın olarak ikiye ayırırlar. Sonra şeriat, tarikat, hakikat, marifet, diye dört parçaya bölerler. Buda yetmezmiş gibi kırk kapı, kırk pencere, kırk baca, kırk köşe… Gibi lüzumsuz batıl şeyler uydurarak İslami bölüp parçaladılar. Oysa İslam dini bölünmez bir bütündür. Bu din fert, aile, toplum ve devlete taalluk eden hususlarda hükümler bildirmektedir. Kişilerin kalbi amellerine bedeni amellerine ışık tutmaktadır

Tasavvuf ehlinin şu batıl sözlerine bir bakınız.

“Zahirimizi süslemek için Efendimiz (s.a.v.) ’in şeriatına, batınımızı ziynetlendirmek, iç dünyamızı nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir.” Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir. Bazıları da Şeriat bu dinin cesedi tarikat ise bu dinin ruhudur diyorlar: Diyorlar.
Cevap:
Tasavvuf ehline göre demek ki Şeriatın emrettiği imanın şartları namaz, oruç, hac, sadaka, cihat gibi şeyler sadece dış aksesuar oluyormuş. Yâda bu ibadetler dinin cesedi oluyormuş?

Onlara göre tasavvufun emrettikleri Vahdet-i vücud, Vahdet-i Şuhut, Gavs, Gavsul azam, Kutup, Aktap, Pir, Ricalü'l-ğayb, Makamlar ve rütbeler, Hakikat-ı Muhammedi ye, Fena ve dereceleri, İstiğase, Tevessül, Rabıta, Gavs ve ondan istimdat, Ölülerin tasarrufları ve onlardan istimdat, Dinlerin birliği, Tasavvufun divanı, Şeyhlerin saltanatı ve müritlerin köleliği… Gibi Tasavvufun inanç ve ibadetleri ise iç dünyamızı nurlandıran ve dinin ruhu olan hususlarmış. Kuran da ve Sünnette hiçbir delili olmayan tasavvufun emrettikleri bidat ve hurafeler dinin ruhu oluyormuş, ama dinin aslı olan unsurlar ise dinin cesedi oluyormuş. Allah’ın dinine bundan daha büyük bir iftira var mı acaba? Dinin aslına ceset diyeceksiniz, bidat ve şirk olan inanç ve ibadetlere ise dinin ruhu, özü diyeceksiniz. Allah yalancılara lanet etsin doğru söylüyorsanız o zaman getirin delillerinizi yalancıların kim olduğu ortaya çıksın.

Allah yancıları kahretsin Allah’ın dinine attıkları şu iftiralara bir bakınız. Bu insanlar hiç mi Kur an okuyup anlamaya çalışmazlar? Bu insanlar hiç mi hadis okumazlar? Bu insanlar hiç mi akıl etmezler?

Biz biliyoruz ki: Tasavvuf ehli Kur an’ı anlayıp, amel etmeleri için kabirlerde bol bol okuyup ölülere havale ederler.

Diri olanları uyarıp-korkutmak ve küfre sapanları üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir) . (Yasin Suresi:70)


Tasavvuf ehlinin şu sözlerine bir bakınız.
İslâm’a muhalif olan bir Tarikat, zaten tarikat da değildir: Diyorlar
Cevap:
Tasavvuftaki batıl hurafe şeyleri atarsanız geriye İslam’dan devşirilmiş bazı hükümler (zikir, ahlak… gibi) kalır. İslam’dan alınmış bu hükümlere tasavvuf veya tarikat demek ise ahmaklığın ta kendisidir. İslam dininden alınmış olan bu hükümleri İslam’a iade ederek İslam’ı toptan kabul edip iman ve Salih amel sahibi bir Müslüman olmak akıl sahibi insanların işidir elbette. Ancak, akıl eden insanların sayısı her zaman az olmuştur.
Allah'a çağıran, Salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussilet Suresi:33)

Tasavvuf ehlinin şu batıl sözlerine bakın;
Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ’nın ezelden aldığı kimselerin ameliyata da ihtiyacı vardır. Bu ameliyatı da ancak Resulullah (s.a.v.) Efendimizin vekili olan Mürşid-i kâmiller yapabilirler. Operatörlüğe tayin edilen o doktor; ezelî nasibi olanlara nasibini vermek için, masiva köklerini kazımak için, şeytanı çıkarmak için, sadrın genişletilmesi için, marifet fidanlarının ekilmesi için... Şart olan bu ameliyatı yapar. Diyorlar.

Cevap:
Kuran da peygamberlerin görevinin sadece tebliğ olduğunu, sevdiklerine bile hidayet edemeyecekleri defalarca bildirilirken tarikat şeyhleri kalpleri yarıyor, ameliyat yapıyor, hidayet ediyor, şeytanları kovuyormuş. Peygamberlerin bile sahip olamadıkları bu vasıflara tarikat şeyhleri sahipmiş(!).

Tasavvuf ehli şunları iddia ediyor ve diyor ki:
Tasavvufun Menşei Hz. Peygamber dayanmaktadır. Onun döneminde tasavvuf kelimesi kullanılmıyordu. Ama bir ruh hayatı olan tasavvufu Efendimiz ve ashabının yaşayışlarında bulmamız mümkündür. (Yani Hz. Peygamber Döneminde Tasavvuf kelimesi olmasa bile tasavvufun kendisi vardı: Diyorlar.

Cevap:

Tasavvuf kelimesinin Hz. Peygamberden sonra yaklaşık iki yüzyıl sonra İslam ümmeti içine sokulduğunu tasavvuf ehlide kabul etmektedir. Ancak Tasavvuf ehli tasavvufun inanç ve yaşayış olarak Hz. Peygamberin ve Ashabının hayatında olduğunu iddia etmektedir. Tasavvuf ehlinin bu iddiasına göre madem Hz Peygamber zamanında Tasavvuf vardı o zaman Tasavvuf ehlinin inançlarından olan şu kavramların Kuran, Sünnet, Hz. Peygamberin ve Ashabının hayatında bulunması gerekir. Bu kavramlara birkaç örnek verirsek:

TASAVVUFTAKİ BAZI İNANÇ VE İBADETLER: Vahdet-i vücud, Vahdet-i Şuhut, Gavs, Gavsul azam, Kutup, Aktap, Pir, Ricalü'l-ğayb, Makamlar ve rütbeler, Hakikat-ı Muhammedi ye, Fena ve dereceleri, İstiğase, Tevessül, Rabıta, Gavs ve ondan istimdat, Ölülerin tasarrufları ve onlardan istimdat, Dinlerin birliği, Tasavvufun divanı, Şeyhlerin saltanatı ve müritlerin köleliği, Şeriat-tarikat-hakikat, marifet ayırımı, Ğaybı bilme ve kalpleri okuma, Tarikat sistemi, Tasavvufun gizli yolla gelmesi ve gizli tebliğe dayandırılması… vb.
Oysa bu kavramlar ne Kur an da ne Sünnette nede sahabenin hayatında bulamazsınız. Çünkü bu kavramların tamamı İslam Ümmetinin içine sokulan bidat ve hurafelerdir. Bunlar Tasavvuf fırkasının batıl inançlarıdır. Bu hurafeleri Kur an da, Sünnet de Peygamberin ve ashabının hayatında bulmanız mümkün değildir.

Hz. Peygamberin ve Ashabının hayatında İslam vardı. Bu dindeki bazı inanç ve ibadetlerde şunlardır:

İSLAM DAKİ BAZI İNANÇ VE İBADETLER; İmanın esasları, Kelime-i Şahadet, Namaz, Zekât, Oruç, Hac, İstiğfar, Tevbe, Cihad, Emribil mağruf nehyi anil münker, Zikir, Dua, Dünyaya gönül bağlamama, Havf ve reca, İhsan ve ihlas, Şeytana uymama, Heva ve hevese uymama, Ölümü ve ahireti düşünme, Fedakârlık, Sevgi Yardımlaşma, Doğruluk, Açıkta ve gizlilikte Allah korkusu, İsraftan kaçınma, Emanet, Şükür Ve bütün nafileler. Bu inanç ve ibadetlerin kaynağı ise Kur an ve Sahih sünnettir. Peygamberin ve Sahabesinin hayatında işte bunlar vardı, Tasavvuf ehlinin uydurdukları bidat ve hurafeler yoktur. Onlar tasavvufçu/tarikatçı değillerdi. Onlar Allah’ın gönderdiği tek din olan İslam’a tabi Müslümanlardı.

Ayrıca Hz. Peygamber ve ashabı tasavvuf ahlakı değil Kur an ahlakı ya da İslam ahlakını yaşadılar. İslam Tasavvuftaki ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi bir anlayışı veya tasavvufun telkin ettiği koyun ahlakını şiddetle ret etmektedir. İslam haksızlığa, zulme, ahlaksızlığa karşı eliyle, diliyle, en azından kalbiyle muhalefeti/mücadeleyi/cihadı emreder. Oysa tasavvufun telkin ettiği hoşgörü ve diyalog ahlakının temelinde gelene ağam gidene paşam anlayışı vardır. Kâfire hoşgörü, küfre hoşgörü telkin edilir, Ancak tasavvufçuların hoşgörü ahlak anlayışları Kuran ve Sünnet ehli Müslümanlar söz konusu olunca bir anda savundukları ahlak anlayışları yok olup gider, İşte bu sebeptendir ki Kâfir Birleşmiş

milletler ve işbirlikçileri Mevlana yılları, Yunus yılları ilan ediyorlar. İslam ümmetini koyun sürüsü durumuna sokmak için tasavvuf anlayışını yaymaya çaba sarf ediyorlar. Bu konumda olan kişi veya toplulukları desteliyorlar, en azından önlerine engeller çıkarmıyorlar.
Tasavvuf ehli müridin mürşidine yaptığı rabıtayı ve rabıtayı hangi vasıflara sahip kişilere yapılacağını ise şöyle açıklamaktadır:

“Rabıta: Müridin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını zihninde canlandırması” demektir.
“ Rabıta: Müridin, Allah’da fâni olmuş bulunan şeyhinin şeklini sürekli canlandırmasıyla onun ruhaniyetinden yardım istemesi demektir. Bu da müridin edeplenmesi ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürid, şeyhinin şeklini hayalinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır.

“Rabıta: Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşide rabıta etmektir. Bu da müridi, kalbini şeyhin kalbine karşı bulundurması, gıyabında bile olsa onun şeklini hayalinde canlandırması; kalbine şeyhin nur okyanusundan feyizlerin aktığını tasavvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü müridin Allah’a ulaşabilmesi için vasıtası odur.”

“ Rabıta: İlahi zatı sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahade makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.”

Rabıta yapılan insan-ı Kamil ise şöyle anlatılmaktadır. “ İnsanı Kamil Mirat-ı Hak’tır. Her kim Kamil insanın ruhaniyetine basiret gözlüğüyle bakarsa onda Cenab-ı Hakk’ın tecellisini görür. Sıfatının zuhurunu idrak eder.”
Tasavvuf ehli dirilere rabıta yaptığı gibi ölülerede rabıya yapmaktadır.

Cevap:

Tasavvuf ehlinin bu iddialarına şöyle cevap verilir. Öncelikle Allah’ u teala ölüler hakkında, ölülerin duymadıkları ve konuşmadıklarını bildiren şu ayetleri indirmiştir;
“ Eğer biz onlara melekleri indirseydik ölülerde kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik. Allah’ın diledikleri hariç yine de iman edecek değillerdi. Fakat birçoğu bu hakikati bilmezler.” (En’am;6/111) ,
“Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin….” (Neml;27/80)
“ çünkü sen ölülere işittiremezsin..” (Rum; 30/52)
"Dirilerle ölüler bir olmaz. Doğrusu Allah dilediği kişiye işittirir. Ama sen kabirlerdekilere işittirecek değilsin." (Fatır;22)
Aynı zamanda Onlar kendilerine rabıta yapılıp istiğase için medet umulan –gerçek salih- kimseler kendilerine ibadet edilmesine İsa (AS)’ın karşı çıktığı gibi karşı çıkacaklardır. Ayette şöyle buyuruluyor;

“Allah: "Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman o, (şöyle) söyledi: "Seni tenzih ederim (ya Rab), hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan (her) şeyi sen bilirsin. Ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz ki gaybleri hakkıyla bilen sensin sen". “Ben onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, (dediğim hep şu idi): "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehbân [gözetleyici] yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahitsin". ( Maide116-117 )

Evet, bu ayeti kerimeler ölen bir peygamberin bile kendi ümmetinin fertlerinin yaptıkları amelleri bilemeyeceğini ifade etmiş iken, Tarikat şeyhleri ve onlara tabi olan kimseler “Veli” bildikleri ölen kimselerin ruhlarının bir “Tığ’ı üryan” yani kınından çekilmiş bir kılıç gibi olacağını iddia etmişlerdir. Bu iddia sahipleri makamlarının İsa (AS) dan daha üstün olduklarını mı söylemeye çalışıyorlar. Öldükten sonra bir peygamber bile ümmetinden haberdar olamıyor ve “Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde gözetleyici yalnız sen oldun.” diyerek ilmi Allah’a havale ederken, bunlar ise şeyhlerinin tasarrufta bulunacaklarını iddia etmişlerdir.

Şirkin kalplerden iyice silinip yerleşmesi açısından önceleri kabir ziyaretini yasaklayan ve artık şirk pisliklerinden kalplerinin tevhid nuru ile nurlandığını gören bir peygemberin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar şirkin kapısını açacak bu haberi söylemesi muhaldir. İnsanlar arasında ilk şirk pisliğinin nasıl çıktığı Sahihi Buhari’de geçen ve İbni Abbas (RA) dan gelen “ Kafirler dediler ki; Sakın ilahlarınızı bırakmayın, Vedd, Suva, Yeğus Yeuk ve Nesr’i bırakmayın” Nuh suresinin 23 ayeti kerimesinin tefsirinde şöyle anlatılmıştır: “ İbni Cureyc şöyle demiştir; Ata el Hurasani , ibni Abbas (ra)dan olmak üzere şöyle dedi; Nuh kavmindeki “Vesen” –putlar-ler sonradan Arab kavminde oldu. “Vedd”
putuna gelince o Devmetû’l Cendel’de Kelb kabilesinin idi. “Suva” putu Huzeyl kabilesinin idi. “Yeğus” Murad kabilesinin idi, sonrada Yemen’in Sebe şehrinin yanında el-Cevf mevkiinde Gutayf oğullarının idi. “Yeuk” Yemen’li bir kabile olan Hemdan’ın idi. “Nesr” de Hımyer’in Zu’l Kelai hanedanının idi. Bu isimler esasen Nuh kavminden bazı Salih adamların isimleridir. Bu iyi kimseler vefat ettikleri zaman şeytan onların mensup oldukları kavimlerine bunların adlarına hayatlarında otura geldikleri mevkilere bir takım putlar dikin ve onlara bu adamların isimlerini verin diye vahyetmiştir. Onlarda putları dikmişler ve bunlara o iyi kimselerin adlarını vermişlerdir. Bu heykellere ilk zamanlarda ibadet edilmemişdir. Nihayet bunları dikmiş olan nesiller vefat ettikleri ve bunlarla ilgili bilgiler neshedilip unutulduğu zaman cehaletle bunlara tapınmışlardır.” ( Buhari, Kitabut Tefsir, 4920 - Türkçe terc.C 11, Sh, 4936)

İşte Şeytan her zaman insanların bu zaaflarını bildiği için bu amelleri kendilerine süslü göstermiş ve insanlarda bu amellerini salih amellerden sanmışlardır. Oysa bu insanlar kendi dinlerinde aldanmışlardır. Dinde olmayan bid’atler ile Allah’a ibadet ettiklerini sanmışlardır. Oysa bir bid’at Şeytana günahtan daha sevimli gelir bu konuda Süfyan es-Sevri (RH) şöyle demiştir; « Bid’at iblis’e, günahdan daha sevimlidir, zira günahdan tevbe edilir, ama bid’at’ten tevbe edilmez » (. el-Lalekâî, 132/1, Ebu Nuaym, Hilye, 26/7, el-Begavi, Şerh’s-Sünne, 216/1.) Bu konuda da Allahu Tela şöyle buyurmuştur; «Kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse» ( Fâtır, 8).

Rabıta konusunun delillerine gelince ; ya bir uydurma hadise dayanmakta veya konu ile uzaktan, yakından alakası olmayan ayetlerden selefin ve müfessir alimlerimizin anlamadığı bir manayı zoraki çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ve bunları da rabıtanın delilleri olarak saymaktadırlar. Bu delillerden hadis diye getirdikleri bir haberde; Ebu Bekr (RA) Resulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tuvalette bile ihtiyacını giderirken hatırından çıkaramadığını söyleyince peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); Bunun pek önemli olmadığın heber vermiştir” (Bkz,Ruhu’l-Furkan,2/76) Oysa Bu haberin de ne senedi ve ne metni ve ne de her hangi bir hadis kaynağında geçtiği belli değildir. Ancak itimad edilen kaynaklarda geçmediği muhakkaktır.
Tasavvuf ehli rabıtayı şu iki ayeti kerimeye dayandırmaktadır.
“Ey İman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun”(Tevbe,119)”
“Ey İman edenler! Allah’tan sakınınız ve O’na vesileler arayınız….” (Maide suresi,35) Bu delillerle her nasıl ikna olabiliyorlarsa bütün tasavvuf rabıtayı ispat ettiklerini sanmışlardır. Kimileri bu ayeti kerimeyi “vesile” ye delil getirirken, kimileride bu şekilde rabıtaya delil olarak ileri sürmektedirler.
Yine tasavvuf ehli rabıtaya şu hadisleride delil getirmektedir:
“kişi sevdiği ile beraberdir” hadisini rabıtaya delil olarak gösterilmektedir.
“Enes ve Ebu Hureyre (RA) dan rivayet edilen “Beni, çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiç biriniz gerçek manada iman etmiş olmazsınız (Buhari ve Müslim)” hadisini delil olarak ileri sürmüştür.

İnsan yeterki bir defa taassuba kapılmamış olsun . İşte bunun gibi bariz hatalara düşülür ve doğru olan şeylerle batıla delil aranır. Bu hadislerden veya ayetlerden Allah’ın temiz akıl sahibi dediği kişilerin rabıtaya delil çıkarması mümkün müdür. “ …Nasıl olup da büyüleniyorsunuz” ( Mü’minun;89)

Bununla beraber bu ayet ve hadisleri rabıtaya hangi ilgi ile kanıt diye gösterdiklerini anlamak gerçekten mümkün değildir. Çünkü bir insanın;
1. Bulunduğu mekanı karartarak veya loş hale getirerek
2. Özel “ters teverrük” oturuşu ile hareketsiz oturarak
3. Nefesini kontrol altında tutarak
4. Şeyhinin şeklini zihninde tutarak ve canlandırarak ve “onun ruhaniyetinden yardım dileyerek” ibadet yapması gerektiğine ilişkin, bu ayet ve hadislerin hiç birinde en gizli bir anlam bile yoktur. Bu ise gerçekten çok şaşırtıcı bir meseledir.

“Rabıta müridin üzerinde silinmez izler bırakmakta ve böylece insanın iç dünyasını tamamen fethetmektedir. Tarikatta mürid, şeyhinin kulu ve kölesi olmaktan da ötede bütün irade ve benliğinden sıyrılmış, şeyhine kayıtsız ve şartsız teslim olmuş bir alet konumuna düşmüştür. O kadar ki mürid kendisini şeyhinin bir bendesi bir hizmetçisi gibi değil, onun bir köpeği gibi görmektedir.Gümüşhanevi, “Camiul Usul” de sh,140, el- Kürdi, “Tenviru’l Kulub”, sh 528, el-Hani, “el-Behcetus’seniyye” , sh,23 te şöyle diyorlar: “Müridin şeyhe karşı tutumu, ölmüş bir kimsenin, teneşir üzerinde yıkayıcının elleri arasındaki durumu gibi olmalıdır.”

Delil olarak ileri sürdükleri ayetlerin tefsirlerine gelince büyük tefsir ulemaları bu ayetlerden asla bu şekilde bir mana çıkarmamışlardır. İşte Tefsircilerin babası unvanına sahip büyük müctehid alim Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi bu ayeti şöyle tefsir ediyor; “Maide suresi 35. ayetin tefsiri: “O’na yaklaşmak için vesileler arayınız” Diyor ki; O’na kendisini hoşnut kılacak amelle yakınlık arayınız. Vesile kelimesine gelince (Arapça) faîle” veznindedir. Şöyle ki; Kişi; Filan kese tevessül ettim” der; Bu ona yaklaştım demektir. Yine Antere’den almış olduğu bir şiirle açıklamaya çalışır ve bu açıklamaları hadislerle de takyid ederek “vesile” kelimesinin yakınlık kazanmak için Salih amel vs. gibi şeylerle yakınlık kazanmak manalarına geldiğini anlatır. Ebu Vail’den “O’na yaklaşmaya vesile arayın” ayeti hakkında şu söz rivayet edilmiştir. Dedi ki: Amellerde yakınlık arayın, demektir. Ata’ya göre vesile yakınlık demektir. Süddi’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “ Vesile; istemek ve
yaklaşmak demektir.” Katade’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “ Yani O’na itaat ederek ve razı olduğu amellerle yaklaşın” Mücahi’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “ Vesile; Allah’a yakınlık demektir. Hasan ve Abdullah’dan da İbni Kesir’de vesilenin yakınlık anlamına geldiğini rivayet edilmiştir.” İbni Zeyd’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Vesile, muhabbettir, Allah’a sevginizi gösterin demektir. İbni Zeyd bunu dedikten sonra şu ayeti okumuştur: “ Onların yalvardıkları bu varlıklar da Rablerine vesile ararlar” (İsra,57) (Daha geniş bilgi içiniçin bkz. Tefsiri Taberi C,4 Sh, 226)

Yine İmam Taberi Tevbe suresinin 119. uncu ayetini açıklarken; “ Kelamın manası ancak şudur”: Allah’ın emir ve yasaklarına dünyada titizlikle uymak suretiyle ahirette sadıklarla beraber olunuz…. Tefsircilerden bazılarıda şöyle demişlerdir; Bunun manası Ebu Bekr ile, Ömer ile, ya da Hz. Peygamber ile (SAV) ve muhacirlerle birlikte olunuz” Allah onlara rahmet eylesin.”

Kurtubi tefsiri olarak bilinen Endülüslü İslam alimlerinin göz bebeği Abdullah Muhammed b. Ahmed el Ensari (Öl:H:671) “el-Cami li Ahkamil Kur’an” da Maide suresi 35. ayeti hakkında şöyle der; “Ey iman edenler, Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyunuz ve O’na yaklaşmak için vesileler arayınız. Vesile yakınlık kazanmak demektir….. Ve vesile, yakınlık kazanabilmek için başvurulması gereken şeydir” Tevbe 119. ayeti kerimesi hakkında da; “doğrularla beraber olunuz” Yani münafıklarla değil, peygamberle beraber çıkanlarla birlikte olunuz. Yani sadıkların anlayışı ve yolu üzere olunuz. Denilmiştir ki; onlardan amaç peygamberlerdir.”

Fahruddin Razi ise “Mefatıhul Ğayb” isimli Tefsiru Kebir’inde Maide suresi 35. ayet hakkında şöyle der; “ O’na yaklaşmaya yol arayınız” Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınanlar olunuz. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için O’nun için emirlerine tevessül ediciler olunuz.” Aynı kaynakta Tevbe suresi 119. ayeti hakkında şöyle denmektedir: “ Doğrularla beraber olunuz” yani savaşlarda peygamberle ve ashabıyla birlikte olunuz; sakın münafıklarla birlikte savaşlardan geri durup evlerinizde oturmayınız.”

Yine Kadı Beydavi “Envarut-Tenzil ve Esrarut-Te’vil” adlı eserinde, Ebuussud el imadi, “İrşadu’s aklıselim..” adlı eserinde vb. tefsirlerde buna benzer manalar vermişlerdir. İşte tefsirde asıl olan herhangi bir delil olmadığı müddetçe zahir üzere hamletmek vaciptir gereğince İslam ulemasının bu ayetlere vermiş oldukları manalar bundan ibarettir hatta bazıları Maide 35. ayeti kerimesini Kehf suresi 110.; “De ki: "Ben ancak sizin gibi bir beşerim. (Şu kadar ki) bana yalnız tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibadette (hiçbir kim seyi ve hiçbir şeyi) ortak tutmasın". ayeti ile tefsir etmişlerdir ki asıl olanda budur. Şimdi, bir bu büyük ulema ve müfessirlerin tefsirine bakalım birde tasavvuf meşrepli kimselerin tefsirine bakalım ve ayetlerin ne kadar çarpıtılıp ve tahrif edildiğini
gözlerimizle görelim. Bu konuda Allah bizleri uyararak “ .. Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini kaskatı ettik. Kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar…” (Maide:13) Bu teviller ise kelimelerin yerlerini değiştirmekten daha ziyade tamamen tahrif etmek değildir de nedir. “ … Şu halde içinizden böyle yapanlar netice olarak dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar! Kıyamet günü de en şiddetli azaba katılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara:85)

Şimdi bu ayetleri tahrif ederek tarihler boyunca selef alimlerimizin anlamadığı manaları çıkararak rabıta gibi bidat ve şirk olan bir ibadet türü ihdas eden insanlar bu ayetlerin kapsamına girmiyorlar mı? Oysa Ayetlerin bir de esbabı nuzulu vardır ki; bunu anlatmak bu ayetlerden asla bu manaların çıkamayacağının kati delilidir. Celaluddin es-Suyuti ve el- Vahidi maide suresinin 35. ayetinin esbabı nüzulunu şu olay olarak anlatmışlardır.

Rivayet edildiğine göre Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir topluluk Medine’ye gelerek peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaret etmişler ve Müslüman olmuşlardı. Çölün havasından şikayette bulunan bu adamlara Allah’ın elçisi ilgi göstermiş hem İslama ısınmalarını ve hem de dinlenmeleri için onları Medine dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti. Ne var ki; bu vahşi çöl adamları konukladıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüşler ve develeri alıp kaçmışlardı. İşte Maide suresi 35. ayeti yakalanan bu canilere uygulanacak had cezasını bildirmek için kendisinden önceki ayetler ile bir bütünlük içinde nazil olmuştur. Bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve Allah’ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 33.34.35 36.ve 37. ayeti kerimeleri bir birini tamamlayıcı bilgiler olarak inmiştir.” (İbni Kesir tefsiri 3/86-89), (Aynı zamanda bu hadis Buhari de mevcut olup Buhari bunu 9 yerde ayrı yollardan rivayet etmiştir. Bkz. Buhari, 4610, trc. C,9, sh, 4331, 4332)

Keza Tevbe suresi 119. ayetine gelince bunun iniş sebebi o kadar meşhurdur ki ilimden az çok nasibi olanlar bile bunu bilebilirler; Bu ayet Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hicri 8. yılda tertip ettiği Tebuk seferine katılmaktan geri kalan Şair Ka’b b. Malik, Hilal ibni Umeyye ve Mirara bin Rabi adlarındaki üç zat hakkında inmiştir ki zaten bundan önceki ayette (Tevbe 118) adları açıklanmamış olsa bile bu seferden geri kalan üç kişinin oldukları tüm alimler tarafından icma ile kabul edilmiştir. Ve bu konuda sahihaynde ve sünenlerde hadisler vardır. Şimdi bu ayetleri başka yöne çekenlerin iman, akıl, bilgi ve ahlak bakımından hangi derekelerde bulunduklarını bir kez daha teşhis edebilmek için bu ayetin öncesi ayetleri ile okumak lazımdır (Yani Tevbe 117, 118) Görüldüğü üzere son 119. ayeti kerime tamamlayıcı bir bilgi içermekte ve ayetlerin siyak ve sibakından ne denilmek istendiği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bununla beraber eğer biz bu ayetlerde geçen “Vesile” kelimesini hadislerle tefsir etmiş olsak isabet etmiş oluruz ki, zaten tefsir usulunde Kur’an ayetlerini Kur’an ayetleri tefsir ve beyan eder. Daha sonra Kur’an ayetlerini Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem ) efendimizden rivayet edilen sahih hadisler ile tefsir ederiz. İşte bu üzerinde hiçbir ihtilafın olmadığı sağlam bir görüştür.Biz de bu usule dayanarak burada ki “ vesile” kelimesini şu hadislerle tefsir edebiliriz.
“Resulullah S.A.V. şöyle buyurdu: “Cenab-ı Hak’tan benim için vesileyi isteyiniz. Çünkü vesile, Allah’ın kullarından sadece birisine layık olan ve ona ulaşacak kulun ben olduğumu ümit ettiğim Cennette bir derecedir. Kim benim için Allah’tan vesileyi isterse kıyamet günü o kimse için şefaatim vacip olur” (Müslim: 2.c.334.n)
“....Ezanı duyduğunuz zaman: “Ey şu mükemmel nidanın ve daim namazın sahibi Allah’ım, Muhammed’e vesile ve yücelik ver. Onu vaat ettiğin Makamı mahmuda eriştir. Şüphesiz sen va’dinden caymazsın diyen kimseye şefaatim hak olur.” (Buhari, c.2 Sh,665 )
Zaten bazı müfessir alimlerimiz bu ayetlerde geçen “vesile” kelimesini “cennette bulunan bir makam olarak” açıklamışlardır. (Bkz. İbni Kesir Tefsiri)

Bu konuda getirdikleri başka ayetlerde vardır. Bunları söz konusu etmeyi bile zaid görüyorum. Ancak Yusuf suresinin, onların ilmi bakımdan ne derekelerde bulunduklarını beyan etmesi açısından zikretmeyi uygun görüyorum.“….Eğer Rabbinin bürhanını görmemiş olsaydı (belki Yusuf da) onu kasdetmiş gitmişti….” (Yusuf;24)
İşte bu ayeti kerimeyi de kendi heva ve heveslerine delil olarak getirmişler ve bu konuda da Zemahşeri’nin “Keşşaf” isimli tefsirinden alıntı yaparak onunda bunun rabıtaya delil olduğu izlenimini vermişlerdir. Oysa bunlar Keşşaf sahibinin sözünün hem önünü ve hem de sonunu kırparak ilmede ihanet etmişlerdir. Ve şöyle demişlerdir; “Bu ayetin tefsirinde ekseri müfessirler, Allah dostlarının tasarruf ve imdadını açıklamışlardır. Müfessirlerden Keşşaf, doğruluktan ayrıldığı ve mutezile mezhebinin görüşüyle vasıflandığı halde Yakup (AS)’ın ruhaniyyetinin, şaşkınlığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf (AS)’a gözükerek “o kadından sakın” dediğini açıklamıştır” (Ruhu’l Furkan, C2 Sh,65-66)

Oysa Keşşaf sahibi ; “ Ayette geçen “burhan” kelimesi şu şekillerde açıklanmıştır: Yusuf (AS) bir ses duydu, “ Aman kadına yaklaşma!” diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakup (AS)’ı parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi…” dedikten sonra bu görüşü öne sürenler için aynen şu kelimeyi kullanmıştır. “ Bu ve buna benzer şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teala’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur….” ( Ebu’l Kasım Mahmud bin Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, c1 sh,467, Matbaatu’ş-Şarkıyye) İşte Keşşaf sahibinin bu sözlerini de kırparak ilme ne kadar değer verdiklerini ve ilmi doğruluklarını da bu şekilde tesbit etmiş oluyoruz.

Eğer siz Rabıtanın, Nirvana inancıyla yakın benzerliğinden bahsetmiş olsa idiniz o zaman getirmiş olduğunuz bütün deliller sizden yana olurdu.. Hint azizi Shankara Nirvana erincini şöyle anlatıyor:
"Mürit Atmanın gerçeğini işittikten sonra onun üzerinde düşünmeli uzun bir müddet için onun üzerinde tefekküre dalmalıdır. Böylece Mürid süje ve obje şuurluluğunun yok olduğu ve sadece bölünmez sonsuz şuurluluğun geriye kaldığı en yüksek duruma ulaşır. Dünya üzerinde yaşıyorken Nirvana'nın mutluluğunu tanır. Nirvana inancına göre kalbi saflaşan insan İlahi atmanı idrak eder, böylece dünyaya, köke ve her şeye olan bağını imha eder." (İktibas, 1991, Haziran sayısı, s.15) Metinde kullanılan ifadeler ile rabıta ve fena fillah için kullanılan ifadeler arasında birebir benzerlik olduğunu görebiliriz.

Ey körü körüne büyülenmiş insanlar Allah’tan korkun ve Allah’ın ayetlerini tahrif etmeyin. Vallahi bu mesuliyeti ne iyi niyetiniz ve ne de körü körüne samimiyetiniz asla sizden def edemez. Allah’ın azabından da kurtulmuş olamazsınız. Allah’ın tıpkı “ Buna karşı seninle hüccet yarıştırmaya kalkışanlara de ki; “ Ben İslam ile tertemiz olan yüzümü Allah’a tuttum. Bana tabi olanlarda “ O kitap verilenlerle verilmeyen ümmilere de deki; Siz İslamı kabul ettiniz mi. Eğer tartışmayı kesip İslama girerlerse doğru yolu tutmuşlardır. Yok yüz çevirirlerse sana da düşen ancak Tebliğ etmektir. (Ali İmran; 20) “ İşte bunlar dünyada ve ahirette amelleri boşa giden kimselerdir ve onları kurtaracakta yoktur (Ali İmran; 22)

Özellikle son günlerde tekrar canlanan rabıta konusuna eğilen diğer bir cemaatte “Ruhul Furkan” isimli tefsir çalışması ile İstanbul- çarşambadaki cemaattir. Nakşi cemaatinin lideri ve grup arkadaşları tarafından yazılan bu kitapta bakara suresinin 152. ayetini kendi inançları doğrultusunda tefsir ettiklerini! zannederken rabıtayı ispatlamaya kalkışmışlar ve 23 adet Kur’an ve hadislerden delil getirmeye çalışmışlardır. (Tabi getirdikleri hadislerde zayıf ve uydurma olanlarda var.) Ancak delil olarak ileri sürdükleri bu ayet ve hadislerle nasıl rabıtaya delil getirmişler hayreti taaccubdur. Kur’an ve sünnet ilminden az çok tadan kimse bunların acayipliklerini görür. “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmekten”, “Küçüğüne acımayan, büyüğüne sevgi göstermeyen”, “Ruhların toplu ordular gibidir…” olduğuna dair rivayet edilen ve “Allah’ın Resulune salavat getirmeyi…” zikreden hadislerden alın da Kenzul Ummalda geçen uydurma ve zayıf hadislerden, bir takım ayetlere kadar tahrif ve te’vil ederek rabıta ispatlanmaya çalışılmıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Ruhul furkan 2. cilt sh.64 ve 76 arası) Ancak bu onların ilmi derinliklerini değil bu konuda ne kadar bağnaz olduklarını ve zoraki ayet ve hadislerin manalarını tahrif ettiklerinin ibretli bir vesikası olmuştur. Allah’ın dinini tahrif ve tebdil ederek Yahudi ve Hristiyanlara benzemekten Allah’a sığınırız. Bu ne kadar büyük bir cürüm ve bu Allah’ın dininde ne büyük bir cürettir

Yazmış olduğumuz bu kelamda eğer insanlar kendilerine hakaret edildiğini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Ancak ne var ki tarikat ve tasavvufu bir ahlaki erdem olarak gören insanların kullandığı kelimeler
bunlardan daha hakaret doludur. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek rabıtaya karşı çıkabileceklere yağdırdığı hakaretle bunlara örnek olması açısından kayda değerdir. Şeyhinin “Rabıta-ı Şerife” isimli risalesine yazmış olduğu ön sözde ağdalı ve edebi bir dille şöyle diyor; “sonsuzluğa eriş ve sonsuzlukta oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen bu eseri, ulvi gayesinin yanı başında, dini esrar ve derinlik buudundan mahrum bırakmak isteyen ve guya dinden yana geçinen bazı maddeci MANKAFALARA indirilmiş bir balyoz mahiyetini taşıyor.” (Rabıtaı Şerife Risalesi,Sh:5) İşte bu sözleri ile insanları saf Kur’an ve sünnet çizgisine çağıran ve bütün şaibelerden arınmış saf İslam’ın savunucularını “MANKAFA” diyerek aşağılayan kimselerin nasıl bir haleti ruhiye içerisinde olduklarının ve nasıl bir ahlaki erdeme sahip bulunduklarının bariz bir örneğidir. Hiç kuşkusuz bu ve buna benzer kimseler; Sünneti seniyyeye bağlı, İslam’a sokuşturulmuş bid’atlara karşı mücadele veren alimlerine ve dolayısıyla, dolaylı yoldan kimlere hakaret edildiğini bile bilemeyecek kadar gözlerini taassubun kör ettiği kimseler olarak kaşımıza çıkmaktadır. Oysa İmam Şafii onlar hakkında şu kelimeleri kullanmıştır: “ Bir kimse sabahleyin tasavvufla meşgul olacak olursa, daha öğle vakti gelip çatmadan mutlak surette o adam aptallaşır.” Ayrıca yine şöyle demiştir; “ Bir kimse eğer kırk gün sufilerle düşüp kalkarsa onun ebediyen artık aklı başına gelmaz” (Bu sözleri İmam ebu’l-Ferec Abdurrahman.b. Ali Muhammed ibnu’l-Cevzi, Telbisu’l-İblis isimli eserinde zikretmiştir)

Rabıtaya değil Kur’an ve sünnetten delil getirmek aslında rabıtanın nerden ve ne zaman İslam’a sokuşturulduğunu anlamak gerekmektedir. Yoksa tarihler boyunca Nakşibendiler için bir farz olan bu rabıtayı Müctehid imamların söz konusu etmeden, leyhte ve aleyhte söz etmeden bırakmaları söz konusu olamaz. Şeriatın en ufak ayrıntısına kadar bile ciltler dolusu kitaplar yazan alimlerimiz niçin böylesi önemli bir ibadeti ihmal etsinler!. Oysa rabıtanın geçmişine bakınca son dönem Nakşi şeyhleri arasında 15. ve 17. yüzyıllarında çoğu Hind kökenli şeyhler arasında görülmektedir. Nakşibendi tarikatı özellikle 1800’ lü yılların ortalarından itibaren Kuzey Iraktan Anadolu’ya doğru yayılmıştır. Ve geniş çevreler içerisinde bağımsız bir din niteliğini kazanmıştır. Öyle ise rabıtanın Kur’an ve sünnete dayandığını nasıl anlatacağız. Nitekim rabıtanın kurallarını ve ayrıntılarını ilk kez ihdas eden Halid-i Bağdadi (Öl:1825) ye mal edilen yazılardan ve onun kurduğu Halidiye koluna bağlı bazı şeyhlerin kitapçıklarından ancak öğreniyoruz. Bu ise daha dünün meselesidir. Rabıta kelimesi bundan önce kullanılmışsa da çok yalın ve kelime manası olarak kullanılmış olup Halidi Bağdadi’den önceki Nakşibendi ruhanilerine ait hiçbir metinlerin ibadet niyetiyle böyle bir tarikat kuralına ait herhangi bir açıklama da bulunmamışlardır. Öncekilerde az çok bulunsa da, bu kadar bariz ve açık olarak değil ancak kitaplarda serpiştirilmiş ve pek fazla önemi olmayan manalar yüklenerek yazılmıştır. Daima yalın halde kullanılmıştır.Eğer önceden bu şekilde terimleşse idi bunu fırsat bilir ve o sözleri kendilerine delil olarak getirirlerdi. Halbuki rabıtanın tanımı diye onların ileri sürdükleri ifadelerin tümü en çok günümüzden 150 yıl öncesine dayanmaktadır.

Bunlarda 2. Mahmud döneminin Süleymaniye vatandaşı olan Halid Bağdadi’ye ve ondan esinlenen İsmet Garibullah’a, Hüseyin ed-Devseriye, Muhammed emin el-kürdiye ve Abdulhakim Arvasiye dayanmaktadır. Bu konuda araştırma yapan ve kendiside bir tasavvufçu olan Prof İrfan Gündüz ( “Tasavvufi Bir Terim Olan Rabıta” adlı basılmamış bir çalışmasında sh,10) şöyle diyor; “ Rabıta hakkında bilgi veren kaynaklar oldukça muahhar –son-devrin mahsulleridir. Rabıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanına kadar indiriyorlarsa da , buna dair yazılı kaynağa ancak 16. asrın müellifleri arasında rastlamamız mümkün olmaktadır.”

Eğer biz konunun çok uzamasını istemese idik bütün delilleri burada zikrederdik. Ancak bizim amacımız, İslamiyet’e daha sonra sokuşturularak bir takım ayetleri tahrif edip bir takım uydurma hadislerle ispat edilmeye çalışılan rabıta bid’atını aklı selim olan kimseleri bu delilleri ikna edecek yeterlilikte görmemizden kaynaklanmaktadır.. Allah’ın Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor; “ ….Sonradan uydurulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir ve her dalalet ateştedir.” (Bu Hadis İbni Mes’ud (RA)dan Buhari, Tirmizi tarafından sahih senedle rivayet edildiği gibi aynı zamanda Cabir(RA)dan daha geniş bir şekilde da sahih bir sendele rivayet edilmiştir.) Hadisi ile bu bid’atın değil Allah’a ulaştıran bir yol olması cehenneme ve ateşe davet eden sonradan uydurulmuş bir dalalet olduğu gün gibi ortadadır. Oysa din tamamlanmış her şey gün yüzüne çıkmıştır İmam Malik’in dediği gibi; “Bu ümmetin evveli, selefi ne ile ıslah oldu ise, sonra gelenleri de öyle ıslah olur. O gün dinden olmayan şeyler, bugünde dinden değildir.” Allah ona rahmet etsin. Allah’ın Resulu’de (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); “Ben sizi gecesi de gündüz gibi olan bir din üzere bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden sapar. Sizden kim yaşarsa fazla ihtilafa şahid olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan Hulefayi Raşidin’in sünnetlerine yapışınız. Bunları dişlerinizle sıkıca tutunuz….” ( İrbad İbnii Sariye (RA) dan, İbni Mace, Mukaddime, 43 numarada sahih olarak rivayet etmiştir.) demiştir.

. Tasavvuf ehli şunları iddia ediyor ve diyor ki:
İlm-i tasavvufu, tasavvuf erbabı anlayabilir. O yüzden tasavvuf Büyüklerinin bazı sözleri islam şeriatına göre küfür gibi gözükse de aslında bunlar küfür değildir. Bunlar vecd halinde, cezbe halinde ve Allah aşkı işle söylendiği için bu sözler küfür sayılmazDiyorlar.

Cevap:
Allah’ın Rasulü ve sahabesi Allah’a herkesten daha yakın olmasına rağmen onlar hiçbir zaman tasavvuf ehli gibi Allah aşkından, Allah’ı zikretmekten dolayı akıllarını kaybetmemişler, sarhoşluk yaşamamışlardır. Onlardan hiçbir zaman tasavvuf önderlerinden duyduğumuz küfür sözlerde rivayet edilmemiştir.

İslam sarhoşluk veren her şeyi yasaklamıştır. İnsanı sarhoş eden ister içki, ister uyuşturucu, ister güneş altında beklemek, ister aç kalmak, ister çile odalarında vakit doldurmak sebebiyle sarhoşluk veya akıl kaybolmasına sebep olan her şeyi yasaklamıştır. İnsan ne dediğini bilene kadar namaza bile yaklaşması yasak edilmiştir.

Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de yolculukta olmanız hariç gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayakyolundan (hacet yerinden) gelmişseniz yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.(Nisa Suresi: 43)

Tasavvuf büyükleri ise Allah’a, Kitaba, Peygambere ağza alınmayacak küfür ve iftiralar atan söyler söylerler bu insanların peşlerinden giden cahiller bu sözleri Allah aşkından, vecde gelmelerinden dolayı söylediklerini savunurlar. İslam’a çok açık muhalif küfür ve şirk olan sözlerini ‘’Hikmettir, Bâtıni manadır, Biz anlayamayız... Vb. ‘’gibi sözlerle tevil etmeye kalkıyorlar. Bu tasavvuf büyükleri bir an olsun aklını kaybettiler de bu sözleri söylediklerini kabul etsek bile akılları başlarına gelince bu sözlerine tövbe ettiklerini hiç dudunuz mu asla hatta bu pervasız müşrik herifler bu sözlerini kitaplara yazmışlar buna karşı çıkan İslam âlimlerini de çeşitli ithamlarla rencide etmişlerdir. Tasavvuf yoluna bağlı cahillere sormak lazım. Bu büyüklerinizin akılları başlarına hiç mi gelmemiş. Bu adamlar aklını yitirmiş birer deli iseler bu delileri savunmak size mi düşüyor. Birde bu akılsız delilerin peşlerine gidiyorsunuz. YUH SİZLERE NASILDA BÜYÜLENİYORSUNUZ.
Bu Tasavvuf ehline sokaktan geçen bir sarhoş ana avrat küfretse Bâtıni mana, vecd hali gibi sözleri asla kabul etmezler. Bu sarhoşu en azından iyi bir döverler. Allah’a Peygambere iftira eden küfür sözlerle saldıran hatta Allah olduklarını iddia eden, Allah’ı kadın suretinde gördüğünü söyleyen, Allah eşittir Muhammed diyen, Allah benin cübbemin altıda diyen, Allah kadın suretinde geldi beni eğlendirdi diyen, Öyle bir denize girdim ki Peygamberler kıyısında kaldı diyen, Allah hidayeti rahmeti benim vasıtamla dağıtıyor… Vb. diyerek Allah’a iftira atan ve Peygambere çeşitli iftiralar atarak şirkin en büyüğünü yapan Tasavvuf büyüklerini savunmakta onların peşinden gitmekteler. Soruyorum size Mekke
müşriklerinin küfrümü daha büyük yoksa bu adamların sözleri ve yazdıkları mı daha büyük küfürdür.
Ey Tasavvufun Mürşitleri/Müşrikleri ve Müritleri/Kör, Sağır, Dilsiz Tabileri Yarın çok geç olmadan büyülendiğiniz bu batıl yoldan dönün ve Müslümanlar olun ki izzet şeref ve kurtuluş sizlerin olsun. Eğer küfrünüzde inat edecek iseniz şu ayetlere kulak verin. Sizleri nasıl bir akıbetin beklediğini düşünün.
Yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resul’e itaat etseydik.(Ahzab Suresi: 66)
Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, (sadetena) efendilerimize ve (kebirena) büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. (Ahzab Suresi: 67)
Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et."(Ahzab Suresi: 68)
Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır. (Artık) Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar (ve ilişkiler) de parçalanıp-kopmuştur.(Bakara Suresi: 166)
(O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: "Eğer bize bir kere (daha dünyaya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık." Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler) (Bakara Suresi: 167)
Hidayet yolunu seçip ona tabi olanlara Allah’ın selamı olsun.
“Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur…” (İsra Suresi; 15)
Atalarının, Efendilerinin ve Üstatlarının batıl yollarını terk edip, Hak sözü dileyip ona tabi olanlara selam olsun
"Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akledenlerin ta kendisidir."(Zümer Suresi;18)
Tasavvuf ehlinin büyükleri vefat edince müridler şeyhlerinin kabirleri üzerine mutlaka bir türbe inşa ederler., Kabirler üzerine türbe inşaa etmek daha çok tasavvuf fırkasının yaptığı bir iştir acaba kabirler üzerine türbe/anıt yapmanın İslam daki hükmü nedir?

CEVAP:
Hz.Peygamber (s.a.v.) Kabirler üzerine mescit edinilmesini de yasaklayarak ‘’ Allah Yahudilere ve Hıristiyanlara lanet etsin Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescit edindiler ‘’( Buhari No: 435, 1330,1390) ; Müslim (No: 529/19, 531/22) diye buyurmuş ve böylelikle onların yaptıklarının benzerini yapmaktan sakındırmıştır.

Cundup B. Abdullah el-Beceli (r.a.) ‘den rivayete göre Peygamber (s.a.v.) ‘in vefatından beş gün önce şöyle buyurmuştur: Dikkat edin! Sizden öncekiler peygamberlerinin kabirlerini mescit ediniliyorlardı. Dikkat edin, sakın kabirleri mescit edinmeyin. Şüphesiz ki ben size bu işi kesinlikle yasaklıyorum. (Müslim No: 532/23 )
İbn Mes ud (r.a.) den rivayete göre Peygamber (s.a.v.) ‘in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Şüphesiz insanların en şerli olanları, kıyamet kopacağı sırada hayatta bulunanlar ve kabirleri mescit edinen kimselerdir. (Ahmet 1/405 ,1/435 ; El-Musannef No:11815 )
Cabir B. Abdullah (r.a.) Peygamber (s.a.v.) yine şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Rasulüllah (s.a.v.) kabrin alçı ve kireç ile sıvanmasını, üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını yasakladı. (Müslim No: 970/94)

Peygamber (s.a.v.) yükseltilmiş kabirlerin yıkılmasını da emir buyurmuştur: Hz. Ali (r.a.) Ebu’l-Heyyac el- Esdi (r.a.) ‘a Şunları söylemiştir: Dikkat et ben seni Peygamber (s.a.v.) ‘in beni yerine getirmek üzere göndermiş olduğu aynı görevi gerçekleştirmek üzere gönderiyorum. Rasulüllah (s.a.v.) bana: Yükseltilmiş olduğunu gördüğün her bir kabri mutlaka düzelt, her bir sureti mutlaka dümdüz et diye emir buyurdu (Müslim No: 969/93 )
İslam bütün bu işleri haram kılmıştır. Çünkü bunlar şirke götüren yollardır, şirke götüren bu yolların mutlaka kapatılması gerekir. İslam topraklarının pek çoğunda İslam’a aykırı ve son derece tehlikeli olan bu işler Müslümanlar arasında vuku bulmuştur.
Salih olarak kabul ettikleri şahısların mezarları yükseltilmiş üzerlerine binalar ( türbeler ) yapılmıştır akla hayale gelmeyen bidat şirk çeşitleri icat edilmiştir.

Taklitçi sözde âlim olan din adamları da bataklığı görüp onu kökünden kurutma yerine sivrisineklerle mücadele misali birkaç bidat ile uğraşmayı
yeğlemişlerdir. Bir çok Âlim statükoya dokunup şirke ve putperestliğe açılan kapı olan türbelerin yıkılmasının gereğinin ağızlarına alma kahramanlığını dahi gösterememişlerdir.
Hatta âlim kılıklı bu zavallılar Hz. Peygamberin kesin emrine uyarak yükseltilmiş kabirleri türbeleri ve yatırları yıkan bazı Müslümanlara çeşitli itham ve iftiralarla saldırmaktalar.
Kabirlerin yükseltilmesi, üzerine bina yapılması, kubbeler inşa edilmesi, kabirler üzerine yazı yazılması bunların yasaklandığına dair varit olmuş haberlere rağmen insanlar arasında yaygınlık kazanmış işlerdir.

Tasavvuf ehli şunları iddia ediyor ve diyor ki:
Vahdet-i Vücud inancını kast ederek bu inanca göre Muhyittin Arabî Diyor ki: O'na göre Tanrı ve Kâinat bir olduğuna göre(!) Firavun bile Allah'a ibadet etmiştir. Bu nedenle de o bile kamil bir Mümindir. Zira taptığı şey de varlığın bir parçası (Bir'in bir unsuru) değil midir?! Bu nedenle puta tapan bir kişi bile aslında ALLAH’A ibadet etmektedir. Zira o putta Bir'in bir parçasıdır.
Diyor:
Burada Muhyittin Arabi ne demek itiyor ve Vahdeti vücut nedir. Tasavvuf ehlinin “la mevcude illallah” Yani Allah tan başka mevcut yoktur. Sözü ne manaya gelir. İslam da bu tür bir inanç var mıdır?:

CEVAP:
VAHDET-İ VÜCUD NEDİR? Vahdeti vücut bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcut olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır. Bu inanış tasavvufun amentüsünün ilk şartıdır. Bu felsefe’nin künhüne vakıf olan mutasavvıflar Lâ ilâhe illallah demeyi terk edip la mevcude illallah diyerek bu amentüyü ikrar ederler.

Allah'tan başka mevcut, varlık olmadığına inanmayı gerektirecek ne bir ayet, ne bir hadis vardır. Allah’ın isimlerinden bahsettiği, bütün varlıkları yok saymak, her nasılsa inançlarına göre varlık olmayan şeylerin yaşadığını ve öldüğünü söylemek, meleklere iman ettim demek fakat onlar varlık değildir, Allah'ın parçalarıdır diyerek her parçayı ilah saymak, cennete ve cehenneme iman ettim demek, sonra onların varlık olmadığını, Allah'ın parçaları olduğunu söylemek, önünde secde edilen putun bile Allah'ın bir parçası olduğu bu sebeple zahirde tapılan put
olsa da aslında o secdenin Allah'a yapıldığı gibi saçma ve delilsiz zırvaları uyduranların asıl gayesi İslam dinini tahrif etmek ve müntesiplerini yoldan çıkarmaktır. İşte bu inanışa göre bir tasavvuf şeyhi Allah'ın bir parçası olduğu gibi yolda duran taş, ağaçtaki kuş, kovalanan kedi ve kovalayan köpek ve o köpeği vuran bir zabıta eri dahi (haşa) onlara göre Allah'ın parçasıdır ve dolayısıyla onlara Allah demek doğru bir sözdür. İsmi tasavvufçular tarafından veliler listesine alınan müşriklerin “Ben Allah’ım demeleri ve benzeri sözleri sarf etmeleri bu sapık inanışlarından kaynaklanmaktadır. Bu sapkın söylem ve inanışlar üzerinde tevhit ehli olanlar için tevil edecek yol aramaya ve hatta düşünmeye bile gerek yoktur. Çünkü bir Müslüman kabul veya ret etmek için Rasûlullah (s.a.v.) in böyle bir şeyi öğretip öğretmediğine bakması yeterlidir. Hiç ekletmezler ki durum onların dediği gibi olsa, inanan kimdir, inanılan kim? Yaratan kimdir, yaratılan kim? Hüküm koyan kimdir, mükellef kim, mükâfat ve ceza veren kimdir, ödüllendirilen veya cezalandırılan kim? Ateşe koyan kimdir, ateşte yanan kim?

İşte vahdeti vücut gibi bir zırvayı ortaya atan kâfirler İslam ümmetini yüzyıllarca oyalayacak bir işi başarmışlar ve maalesef gözlerinden yaş gelesiye, karınları ağrıyasıya halimize gülmekteler.

Birilerinin aslında küfür olduğunu bildikleri, fakat o bunu söylemişse bir hikmeti vardır kabilinden tevil etmeye çalıştığı, bu cümleler nasıl söylenmişse kastedilen mana odur, çünkü inanç öyledir. Sizin tap-tığınız benim ayağımın altında diyen adam toprağı kastetmiştir, çünkü ona göre çiğnenen, işenen, o toprak Allah'tır (haşa) . Böyle olunca birinin çıkıp ben Allah'ım demesi onlara göre gayet tabi bir durumdur, sırf o değil onlara göre kâfir biri dahi bu sözü söylese doğru söylemiş olur çünkü o da Allah'tan bir parçadır! Bu cümleleri vecde, aşka gelince, kendinden geçince söylemenin sebebi nedir derseniz, can pazarı bu kolay değil. Müslümanlar bu sözden pek hoşlanmazlar ve insanın başına kötü şeyler gelebilir. Nitekim tarih bu müşriklerin nasıl taşkınlık ettiğini ve nasıl öldürüldüklerini zapt etmiştir. (Seyit kılıç)

……………………………

Bir örnek verirsek: Hz. peygamberin hanımlarına mahsus olan ve Peygamberin Hanımlarının müminlerin Anneleri gibi olmaları ve Hz. Peygamberin vefatından sonra nikâhları müminlere haramdır. Peygamber Hanımlarına mahsus bu durumu bazı Tasavvuf mensupları şeyhlerinin hanımlarına vermeleri onun hanımıyla evlenmemeleri şeyhlerinin hanımını anne yerine koymaları delilsiz boş bir iddiadır. Oysa Hz. Ebu Bekir vefat edince onun hanımıyla Hz. Ali efendimiz evlenmiştir, Hz. Ali de vefat edince aynı hanımla başka bir sahabe evlenmiştir. İşte şeriat işte sünnet budur.
‘’Âlimler Peygamberlerin varisleridir’’ Bir başka husus miras bırakan Hz. Peygamber yine kendi ifadesiyle miras olarak Kur’an ve Sünnetten başka bir şeyde bırakmamıştır. Ancak aklı kıt bazı insanlar sanki
Hz. Peygamber bunlara Peygamberlik veya Peygamberliğe mahsus bazı özel durumları miras bırakmış gibi bir eda içindeler.
 
T Çevrimdışı

tanyurd

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
bu yazıyı okumaktan üşenir bir ehli tasavvuf.. eğer yanlışsa ve ehli tarik olanlar bundan beri durması gerekirse - ki böyle bişey asla mümkün değildir - adam bu yazıyı okumaktan çekineceği için vazgeçer.. yazıyı ana düşünceleri kısa cümlelerle ifade etsenizde okuyup münazara etsek..
 
A Çevrimdışı

abdullah11

Guest
seyit kılıç kayseride oturan sağlıkçı bir kardeştir . kendini ilme adamış ve yetiştirmeye çalısan biri. . onun yazısını paylasan esedullah1230 ise inş suan cennettedir .

not : cok uzun ve resmi gözuktu okumadım yazıyı . ama kendısının göruslerını bızzat bılıyorum o yuzden gerek kalmadı
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt