Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Tasavvuf ve İslam : Prof. İbrahim Sarmiş

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
VI. Tasavvufun Kur'an Ve Sünnete Bağlı Olduğu İddiası


Tasavvufçularm sözleriyle büyülenmiş olanlar, onların "Bu sözlerimiz, Kur'an ve sünnetle kayıtlıdır" türünden ifadelerine bakarak şeriattan kılpa-yı sapmadıklarını düşünebilirler. Tasavvuf kitaplarında yer alan "şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o veli olamaz" gibi sözleri tasavvufun Kur'an ve sünnet çerçevesi içinde olduğuna delil gösterenler olabilir.
Gerçek şu ki, acıklı pratiği kamufle eden tatlı sözlere aldanan bilgisiz ve gerçeklerden habersiz yığınlardan kendisine taraftar bulmak için İslam toplumunda ortaya çıkan her fırka ve hizip bu gibi iddialarda bulunmuş, şeriatın ölçülerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu etrafına propaganda etmiştir. İmamlarım tanrılaştıran gulat-ı şia bunu söylemiş, Allah'ın kitaplarını işlevsiz kılan Muattala söylemiş, Allah'ı insan gibi cisim yapan Mücessime bunu söylemiş, sapıklıkları gün gibi açık olan Kadiyanilik ve Bahailik bunu iddia etmiştir. Bütün bu sapık fırkalar aynı şeyi iddia ettiği gibi, tasavvufçu-lar da iddia etmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından en-Nablusinin vahdet-i vücudun Kur'an ve sünnetten alındığını söylediği sözlerini daha önce nakletmiştik. Yeryüzünde ve alemdeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve sün-|, netten alındığını iddia edecek kadar yüzsüzlük yapan bir topluluk, sözlerinin Kur'an ve Sünnete bağlı olduğunu nasıl iddia etmesin?!
Hiçbir insanı dilediğini iddia etmekten alıkoyamazsınız. Ancak yapılabilecek birşey varsa, o da söylediği veya iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığını test etmek, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin hak terazisi ile Ölçmektir. O z,r -\an iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığına delil ve hüccet ile hükmetmek mümkündür. Şu ana kadar tasavvufçularm gerek nazari inançlarını ve gerekse ameli yanlarını sergilemeye çalıştık. Acaba bunların şeriata veya salim bir akla bağh olduklarını söylemek mümkün müdür? Tasavvufçularm tanrı ve liderleri hakkındaki inançlarının şeriat veya akılla bağdaşan bir yanı olduğunu söyleyebilir miyiz?
İşin gerçeğinin tasavvufçularm iddia ettiği gibi olmadığını bir örnekle göstermeye çalışalım: Gümüşhanevi'nin şu sözlerine bakalım:
"Şeriata muhalif olan tarikat, dalalettir, felakettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnete uymazsa, fasıkhk ve zındıklıktanbaşka birşey değildir.[401]
Bu ifadenin hemen üstünde Marifeti anlatırken söylediği şu sözlerle yukarıdaki ölçünün nasıl kaybolduğu ve şeriatın belirlediği hükümlerden nasıl ayrı hükümler koyduğunu görelim. Şöyle diyor:
"Ramazanda oruç tutan bir kimsenin orucu, şeriata göre yemek ve irmekle hükümsüz olur. Tarikata göre gıybet orucu bozar. Hakikatte ise oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesiyle orucu bozulmuşolur. [402]
Bu sözler dinde teşri yapmak, şeriatın hükümleri dışında hüküm belirlemekten başka neyi ifade etmektedir? Şeriatın helal ve haramı ile yetinmeyip kendinden hükümler koymaktan başka nedir?
Herşeyden önce İslam şeriata, tarikata ve hakikate göre oruç, diye birşey belirlemiş değildir. Şeriatın hükmü dışında tarikata ve hakikata göre oruç da olmaz. Orucun nasıl, ne zaman tutulacağını, nelerle bozulup bozulmayacağını şeriat belirlemiştir. Sofulara ayrı, sofu olmayanlara ayrı bir orucu da şeriat getirmemiştir.
"Oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesi ile orucu bozulmuş olur" sözünü İslam'ın hangi hükmü ve Ölçüsüyle bağdaştırmak mümkündür? Rasulullah da dahil, oruç tutan hangi müslümamn kalbine Allah'tan başka birşey gelmiyor? Bununla orucun bozulacağını şeriatın hangi hükmü söylemektedir? Şeriata göre, tarikata göre, hakikata göre oruç ayırımı dinde yapılan bir bidattan başka nedir? Kur'an-ı Kerim ve RasuluUah'ın sünnetinde tarikata ve hakikata göre oruç var mıdır?
"Şeriata bağlılık" kaydını kimi tasavvufçular, "Kişinin ermesiyle kendisinden şer'i teklif kalkar ve artık şeriatın hükümleriyle mükellef olmaz" diyen birtakım sapık tasavvufçulara karşı belirtine zaruretini gördükleri bir kayıttır. Şüphesiz böyle bir duyarlılığı ve tepkiyi takdirle karşılamamak mümkün değildir. Ama bu duyarlılığı gösteren ve sözkonusu sapıklıklara karşı böyle bir tepkiyi gösteren tasavvufçularm da kendilerini tasavvufun bid'atlarından nasıl kurtaramadıklarını görüyoruz. Bunun misalleri tasavvuf kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Onun için "şeriata bağlılık ve onun sınırları yanında durmak" gibi sözleri veya kayıtları bir yerde işlevsiz kalmakta ve iddiadan öteye geçememektedir.
Bir sonraki sayfada yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz: "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, marifet de servetin başıdır." Acaba şeriatı bu şekilde parselleyip bir kısmına tarikat, bir kısmına hakikat, bir kısınma da marifet diyen İslam mıdır, yoksa tasavvufçular mıdır? Sonra, şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? Yine, Rasulullah zamanında tasavvufçularm tarikatı nıı vardı ki,, şeriatı bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Çünkü yukarıda naklettiğimiz sözü tasavvufçular RasuluUah'ın bir hadisi olarak nakletmektedirler.
Yine şu sözlerine bakalım; "Şeriatın temizliği su ve toprak ile, tarikatın temizliği heva ve hevesi gönülden çıkarmak ile, hakikatin temizliği de kalpte Allah'tan başkasına yer vermemekle yapılır."
Düşünün, müslümanlar su ile abdest almakta ve gusletmektedir. Şeriata göre bu insanlar temiz olmakta ve Yüce Allah'ın huzuruna ibadet için çıkmaktadır. Tarikat ve hakikata göre bu temizlik değildir ve müslümanlar temizlenmeden Allah'ın huzuruna çıkmaktadır. Sonra, kişinin heva ve hevesi peşinde gitmemesi ve mümkün olduğu kadar Yüce Allah ile beraber olmasını şeriat öngörmemiş midir ki, bu marifet tarikata ve hakikata mal edilmektedir? »Şeriatın belirlediği hükümler dışında hükümler koyan ve dini Allah ve Rasulünün tasvip etmediği şekilde parselleyen kişilerin şeriatın ölçülerine bağlı kaldıklarını söyleyebilir miyiz? Kitaplarına yazsalar ve dilleriyle söyleseler bile, bu onların iddialarından öte bir değer ifade etmez.
Hemen belirtelim ki, bu kayıt ve ölçülerine rağmen tasavvuf meşhurlarının birçoğu İslam inancında ilk gerçeği, şeriatın kararlaştırdığı ve aklın hükmettiği ilk hakikati inkar etmişlerdir. O da Yüce Allah'ın zatında, sıfat ve fiillerinde bütün yaratıklarından ayrı olduğu gerçeğidir. Şimdiye kadar gördüklerimizden sonra tasavvufçularm bu gerçeğe İslam'ın istediği «şekilde inandıklarını nasıl söyleyebiliriz?
Bazı mutasavvıfların iddia ettiği gibi, tasavvufçular gerçekten Kuran ve sünnete bağlı kalarak onlarla mı amel ediyor? Söyedikleriyle yaptıkları birbirini tutuyor mu? Tasavvuf büyüsünden kurtulamayanlar, eleştirilen tasavvufçular için Rabia'mn şu sözünü cevap olarak getiriyorlar:
"Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim.[403]
Tasavvufçular] savunanlar bunu getirir ve "ilahi aşkın şehidi Rabia" içingözyaşı dökerler. Her türlü arzudan, sevgi ve rağbetten, korku ve istekten soyutlandığını iddia eden Rabia için esas duruşta dururlar! Ama diğer tarafta hiçbir peygamberin böyle bir sözü söylemediği veya böyle bir yolu izlemediğini akıllarına bile getirmezler. Hatta böyle bir sözün, salih amellere karşılık Yüce Allah'ın müminlere cenneti vaadettiği gerçeğiyle çatıştığını ve dine aykırı düştüğünü anlamaya çalışmazlar.
"Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki bu ayetlerle kendilerine Öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rabbleri-ni hamd ile teşbih ederler. Onların yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla rabblerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.[404] Allah'ı zikretmek ve anmak için gece karanlıklarında yataklarından kalkan, Allah'a korku ve umut içinde dua eden, vereceği nimetleri isteyerek ve azaptan kurtarmasını umarak yalvaranlardan Allah'ı daha çok kim sevebilir?! Durum böyle olunca acaba Rabia'nın iddiasını yaptığı sevgi de ne oluyor?
Birer insan olarak peygamberler de dahil insanın en belirgin özelliklerinden biri, korkması ve umut beslemesidir. Allah'tan korkması, insanlığın en yüce makamıdır. Egemen olan ve bütün varlığı kaplayan sevginin en açık delili, sevilen hakkında kalbin korku ve umutla dolmasıdır. Hoşnutluğunu kazanma arzusu ve cezasından kurtulma umudu ile kalbin dolup taşması-dır.
Ama gelin görün ki, Rabia ve onun eğri çizgisinde gidenler o tertemiz beşeriyetten, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmek için geceleri yataklarını terkeden azim sahibi peygamberlerin insanlığından sıyrılmış olduğunu iddia ediyorlar. Acaba böyle bir iddianın ardında ne var?
Böyle bir iddianın ardında }'atan şudur: Allah'ın seçkin peygamberleri bile bu zirveye ulaşamaz. İddia sahibi, bir beşer değil, bir ilahtır. Çünkü meleklerin kendileri bile Allah'ın azabından korkar ve mükafatını umarlar. Böyle bir iddianın altında yatan düşünce, Rabia'nın, Kur'an-ı Kerim'i indirirken kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce Allah'm yanlışlık yaptığı, bizi cennete teşvik etmek ve cehennemden sakmdıı-makla haksızlık ettiği iftirasıdır. Bunları bizden isteyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevkederek bizi aldattığı iftirasıdır. En büyük mükafat ve ihsan olarak cennet ümidi ve cehennem korkusu ile değil, de Allah'ın kendi zatı için çalışmak olduğu halde, Allah'ın bunu bizden gizlemesi ve peygamberin bizlere tebliğ etmemesi iftirası bunun altında yatmaktadır. Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz! Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız!
Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yonelip ibadet ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümalarm yöneldikleri Kabe'yi Rabia "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde ibadet edilen şu put[405] demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve cehennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul etmektedir.
Şu ayeti okuyunuz; "Allah, inananlara da Firavn'ın karısını misal gösterdi. O, "Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimler topluluğundan kurtar" demişti. [406]
Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'mda zikrettiği, sonra müminlere bir örnek olarak verdiği şu tertemiz yüce saliha kadın, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve dua ediyor. Firavn'ın eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Rabia ise, cenneti istemiyor.
Şu ayet-i kerimeyi de okuyunuz: "Allah müminlerden mallarını ve canlarını onlara verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir bu. [407]
Tasavvufçuları savunan ve eleştirilmelerine tahammül edemiyenler, Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'm sünnetinden alınmış birtakım dualarını da eleştirenlere karşı bir delil olarak gösterirler. Kimi tasavvufçularm gönülden ve tam bir yakarış ifadesi olan duaları olduğunu inkar etmek mümkün olmamakla beraber, bunun kişilerin iyi veya kötülüğünü ifade etmek için yeterli olmadığı bir gerçektir. Bunun açığa çıkması için başka din mensuplarından bazı dualarla bir karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır.
Tasavvufçularm eleştirilmelerine tahammül edemiyenler onların birtakım dualarını eleştirenlere karşı delil olarak gösteredursunlar, kendilerine
Brahmani arın[408] veya Budistlerin[409]ruhları esir eden, aşkın cilvelendirdiği ve sırılsıklam ettiği bir nefisten yankılanan şeffaf terennümlerle yaptıkları dua ve getirdikleri salavatları hatırlatmak istiyoruz.
Zerdüştiler[410]Manihaistler, Firavncılar, Yahudiler, Hristiyanlar, Baha-iler, [411]Kadiyaniler[412] de benzer şeyleri yapmışlardır. Onların duaları olduğunu bilmeden yaptıkları yalvarma ve yakarmaları okuduğunuz zaman göğün kendilerinden hoşnut olduğunu müjdelediği kıddislerin duaları olduğundan şüphe bile etmezsiniz. Acaba bu dualardan dolayı onları hakkın erleri ve İslam'ın askerleri mi sayacağız? Dua eden kişiye, rabbine ne ile ve nasıl dua ettiğini değil, dua ettiği rabbinin kim olduğunu ve sıfatlarını sorunuz Önce! Onun için tasavvuf çul arın aşk ve gözyaşları içinde yaptıkları dualarından önce, nasıl bir Allah'a inandıklarına ve hangi ilaha yalvardıkları-na bakmak lazımdır.
Örnek olarak ibn Arabi'nin şu tasavvufi duasına bakalım: "Allah'ım!, Bütünümü kendi bütünlüğünde yok et. Evveliyetimi evveliye-tinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batmlığmı batmlığımda, hüviyetini hüviyetimde, inniîiğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberligimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım.[413]
Vücut, zat ve hakikat olarak Allah'ın aynısı olması için Allah'a dua etmektedir. Acaba bu duaya müslümanca bir dua diyebilir miyiz?
Bir de Hz. Peygambere getirdiği salata bakalım: "Allah'ım, zatın tılsımlı görünümü,1 derya yağmuru, cemal (güzel)liğin lahutu (üahiliği) ve visal (ka-vuşma)'nın nasutu (insaniliği), hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye selat ve selam olsun. Allah'ım! Onunla ondan ve onun içinde ona selat kıl. [414]
İbn Arabi demek istiyor ki: "Allah'ım!, kendisinde Allah'ın tecessüd ettiği (maddi vücut kazandığı) Muhammed'e selat kıl. Allah'ım! Kainatın suretlerinden zahir olmuş ve olmaya devam eden kendine selat kıl." Hakkın karşısında bu tasavvufi duanın İslam'ın ilk hakikati olan tevhid hakikatine tamamen aykırı olduğunu görümüyor mu?
Tasavvufçular dua eder ve selat getirirken bunları Allah'a değil, Allah'ın ve Rasulünün reddettiği ve kendilerinin tasarladığı bir tanrıya yapmaktadırlar. Tasavvufçuların dua veya selat esnasında döktükleri gözyaşlarına müslümanlarm aldanacaklarını sanmıyoruz. Onların "Allah'ım" deyişleri sizleri aldatabilir. Ne var ki bu lafzı Budist, Yahudi, Hristiyan, Bahai ve diğer her türlü din sahibi insanlar da kullanmaktadır. Ama her biri inandığı tanrıya veya hevesinden uydurduğu ilaha seslenmektedir. Her din mensubu kendi dilinde bu kelimeyi kullanmakta ve mitolojisindeki tanrıya yalvarmaktadır. Onun için tasavvufçularm "Allah" demelerine aldanmamak lazımdır.
Yine onların "Allah'ım, Muhammed'e selat kıl" demelerine de aldanmamak gerekir. Çünkü aynı kelimeleri Bahailer de kullanmaktadır. Zira tasavvufçularm selat ve selam getirdikleri Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed değil, belki insanları aldatmak ve sempatilerini kazanmak için heva ve heveslerinden uydurdukları bir Muhammed'dir: Çünkü tasavvufçularm Muhammed'i, beşeri bir vücutta tecessüd eden ve tasavvufi ilahların ilahı olan Muhammed'dir. Nitekim tasavvvufçular bunu Hakikat-i Muhamriıediyye adıyla anarlar. Bununla da Allah'ın Muhammedsuretinde tecessüd eden muayyen bir hakikat olduğunu ifade ederler.
Yüce Allah, Hz. Muhammed'e hitap ederek: "De ki, Allah'ı seviyorsam? bana tabi olun" demektedir. Allah'ı sevmek Hz. Muhammed'e uymayı gerektirir. Şimdi söyler misiniz, Hz. Muhammed'in dininde bu saçmalıklardan hangisi mevcuttur? Hz. Muhammed'in dualarında, selat ve teşbihlerinde ibadet ve taatlarında bu şirk ve küfürlerin hangisi vardır? Hz. Muhammed'in insanlığa tebliğ ettiği dini değiştirenler, onun sünnetini ve yolunu çiğneyenler, Allah inancını tahrif edenler, helal ve haram olarak belirttiklerini altüst edenler, şirk ve küfür diye nitelediği şeyleri din ve iman olarak insanlara sunanlar hangi yüzle ona uyduklarını, ona selat ve selam okuduklarını, onu sevdiklerini ve örnek aldıklarını iddia edebilirler? İnanç olarak Grek felsefesini, takva olarak Hristiyan ve Hint mistisizmini, hayat tarzı olarak Sasani şirkini, şeriat ve nizam olarak ihvan-ı safa ve batıniyye mezhebini kendilerine din yapan bu insanların Hz. Muhammedi sevdiklerini w. onun yoluna bağlı bulunduklarını hangi akl-ı evvel iddia edebilir? "Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz ve yalandan başka söz de söylemezler.[415] "Hevasını (kötü duygularını) kendine tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştire-bilir? Hala ibret almayacak mısınız?" [416]
Tasavvufçular Allah'ın sevgili kullan olduklarını yahut Allah ve Rasulü-nü çok sevdiklerini iddia ederler. Bunu zarif ve latif bir sesle söyler, tevazu maskesine bürünürler ki görenler yeryüzünde yürüyen nurani melekler olduğunu sanır. Ama yahudi ve hristiyanlarm da aynı şeyi iddia ettiklerini, fakat yüce Allah'ın onları yalanladığım unutmamak lazımdır. Yüce Allah, buyuruyor: "Yahudiler ve hristiyanlar 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki, Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Gerçek şu ki siz de onun yarattığı insanlardansınız. [417] "Onun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve onu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. [418]
Şüphesiz Allah'ı sevmenin delili, ona itaat etmek, ondan korkmak ve bütün getirdiklerinde peygamberi Hz. Muhammed'e tabi olmaktır."De ki, Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sever. [419]
Kitaplarında bulunduğu şekliyle tasavvufçuların din anlayışlarını gözler önüne sermeye çalıştık. Acaba bu anlayışlarında onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları oldukları görülüyor mu? Gerçek şu ki onlar yahudi ve hristiyanlarm yaptıkları gibi, meşhurlarını Allah'tan başka tanrılar edinmiş ve Allah'ın dinine sırtlarını çevirmişlerdir. Böyleyken, onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları olduğuna nasıl inanılabilir?
Tekrar vurguluyoruz, bunların Rasulullah'ı ve ehl-i beytini sevdiklerinin delili, türlü türlü bid'atlarla süsledikleri ve hurafelerle doldurdukları iftiralar ve bilmecemsi dualardan başka nedir? bu sözler size tuhaf geliyorsa, Ticanilerin şeyhinin şu sözlerini dinleyiniz:
"Hz. Peygambere saiatu'l-Fatihi sordum. Seiâtu'l-Fatihi bir defa söylemenin altı defa Kur'an'a denk olduğunu söyledi. Sonra.her defasının kainatta meydana gelen bütün tesbihiere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur'an'ın altı bin . defasına denk olduğunu bildirdi."
Tasavvuf çul arın insanları Kuran-ı Kerimden uzaklaştırmak ve soğutmak için nasıl çalıştıkları görülüyor değil mi?
Salatu'l-Fatih, sözleri ve anlamı son derece bozuk kısa bir duadır. Lafızlarını buraya alıyoruz: "Allahümme sallı ala seyyidina Muhammedtn el-Fatih li ma uğfuka ve'l-hâtim li mâ sebeka, nasıru'l-hakki bi'l-hakki, el-hâdî ilâ sırâtike'f-Mustakim, ve afâ âlihi hakka kadrihi ve mikdarihi'l-azîm.[420]
Kitabın başında belirttiğimiz gibi kişinin yaptığı güzel amellerin geçerli ve yararlı olabilmesi için sahip olduğu inancın İslam'ın belirlediği bir inanç olması lazımdır. Bu sağlam inanca sahip olan kişilerin aynı şekilde salih amel olarak İslam'ın belirlediği şekilde ameller işlemesi gerekir. İşte bu sağlam inanç ve İslam'ın öngördüğü şekilde amel sahibi olan insanlar ancak İslam'ın tasvip ettiği mümin ve muttaki insan olabilirler.
Bildiğimiz gibi Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de kendini kutsal sıfatlarla. tavsif etmiş ve Esma-i Hüsna olarak bilinen güzel isimlerle adlandırmıştır.
Müslümanlar da onu kendini tanıttığı sıfatlar ve adlandırdığı isimlerle tanıtmış ve adlandırmıştır. Onun için sıfatlar uydurmamış ve isimler iftira etmemişlerdir. İsim ve sıfatlan için Kuranda belirtilen ve Arap dilinde kullanılan manalardan başka manalar uydurmamış ve çerçevesinden çıkarmamıştır. Bütün bunlar Allah'ın buyurmadığı bir şeyi ona söyletmemek yahut sevmediği bir şeyle onu tavsif etmemek veya hoşlanmadığı bir isimle adlandırmamak içindir.
Aynı şekilde yüce Allah, bize hidayete ileten ve doğruyu gösteren yüce bir şeriat göndermiş ve onunla bütün şeriatları sona erdirmiştir. Allah'ın emin Rasulü de onu insanlara tebliğ etmiştir. Müslümanlar Allah'ın şeriatına ondan olmayan şeyleri katmamış, şeriatını eksiklik veya noksanlıkla itham etmemiştir. Çünkü o, şeriatın sahibi ve onu tebliğ eden Rasulün maliki olarak her zaman ve her yer için neyin elverişli olacağını bilir. Zamanı ve o-nun içinde yaşayanları, kendileri için en hayırlı şeyin ne olduğunu sonsuz bilgisiyle bilir. Rasulüne indirdiği şeriat da kıyamete kadar insanlar için yeterli ve elverişlidir. Müslümanlar buna kesin olarak inanmakta ve yerine getirilmesinin farz olduğunu kabul etmektedir. Belirlediği çerçevenin dışına çıkmayı bidat ve dini değiştirmek olarak kabul etmektedir.
Ama tasavvufçular, Allah'ın kendini nitelediği şeylerle nitelemekle yetinmemekte, kendine verdiği isimleri değiştirmeye çalışmakta, böylece vahyi tahrif etmeye çalışmaktadırlar. Onun yerine, parçaları, gözün gördüğü ve aklın sezdiği bütün varlıklara bölünmüş bir ilaha inanmaya çağırmaktadırlar. Bildirdiklerinin yerine kuruntuları ve hurafeleri yaymakta, her meşhurdan bir yol gösterici ve her mezardan neredeyse bir tapınak edinmekte ve ondan medet ummaktadırlar. Allah'ın güzel isimlerini ve mukaddes sıfatlarını tahrif ederek zevklerine uydurmakta ve hurafelerden oluşturdukları bir inanca uydurmaya çalışmaktadırlar. "O gibilere "Allah'tan kork" denildiği zaman, işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurura kapılır (ve daha çok günah işler). Ceza ve azap olarak ona cehennem yeter. Ne kötü yataktıro![421]


VII. Tasavvufa Yönelişin Nedenleri


İnsanların tasavvufa yönelmelerinin birçok sebepleri vardır. Hepsini burada saymak belki mümkün değildir. Bize göre bunların önemlileri şunlardır:[422]


a. Yönetimlerin İslam'dan Sapmaları ve İslami Hayatı Engellemeleri


İnsanların tasavvufa yönelmelerinin sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, müslümanlarm başında bulunan yöneticilerin ve uyguladıkları yönetimlerin İslam'dan sapması ve İslam'ın öngördüğü şekilde kapsamlı bir İslami hayata meydan vermemeleridir. Hz. Ali ile Muaviye arasında başlayan anlaşmazlık ve savaşlar İslam toplumunda büyük tedirginliklere yolaç-mış ve birtakım insanlar bu savaşlardan uzak kalmak, bunları izleyen fitnelerden uzak durmak için toplumdan soyutlanmış ve kendilerini ferdi planda İslam'ı yaşamaya vermişlerdir. İslam toplumunda ilk sapmaların bu anormal şartlar altında başladığı ve fitnelerin birbirini kovaladığı söylenebilir. Tasavvufun da bu dönemden başlamak üzere toplumda meydana gelen fitnelerden ve hayatın zamanla beraber başka mecralara sürüklenmesinden tedirgin olan birtakım insanların hayatında bir sapma olarak başladığını, müslümanlara dinin özü imiş gibi yutturulmaya çalışılan zühdün de bu şartlar altında ve her türlü kargaşanın kol gezdiği Küfe ortamında ortaya çıktığını biliyoruz. Bu insanlar toplumu kaplayan fitnelerden ve fetihlerle sağlanan ganimetler sonunda toplumda artan maddi refahın baskılarından uzak kalmak için gayret etmiş, Hindistan ve İran'dan sızan zühd hayatım taklid ederek yaşamaya başlamışlardır. Ancak çok geçmeden bu hayatın yabancı birtakım unsurlarla boyandığı veya bütünleştiği, bu sapmanın alabildiğine büyüdüğü bilinen bir gerçektir.
Bunu izleyen dönemlerde de alimlerle yönetimlerin karşı karşıya geldikleri, hakkı ve Allah'ın dinini açıkça ve korkusuzca açıkladıkları, fitne ve sapmalara cesaretle karşı koydukları için yönetimler tarafından alimlerin türlü baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını biliyoruz. Toplum fertleriyle yönetimler arasında bir nevi sözcülük ve temsilcilik görevim yapan alimlerin yönetimler tarafından cezalandırıldıkları, işkencelere maruz kaldıkları, sürüldükleri ve hapsedildikleri, hatta şehid edildiklerini gören halkın gözü yılmış, tabir caizse, meydanı zorba yönetimlere bırakmak zorunda kalmıştır. Kimileri artık bu işlerin düzelemeyeceğini, elden birşey gelmediğini, insanların yoldan çıktıklarını, ahir zaman fitnesi diyerek kıyameti beklediğini yahut Allah'ın vereceği azabın her an gelip çatabileceğim, onun için Meh-di'nin gelişini beklemekten başka çare kalmadığını düşünerek köşelere çekilmiş, saatlerini münzevi ibadet ve zikirlerle geçirmeye koyulmuştur. Toplumda emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama), gittikçe ihmal edildiği için de kötülükler alabildiğine yayılmış ve iyilikler gittikçe işlenemez olmuştur. Böylece toplumda içki, kumar, fuhuş hile, yaltaklanma, dalkavukluk, jurnalcilik, fırkacılık, milliyetçilik, hırsızlık, haksızlık, zorbalık, aldatma ve yalan gibi İslam'ın tasvip etmediği kötü-lükler yayılmış ve samimi dindarları tedirgin etmiştir. Sultanların sarayları bu kötülüklerde Öncülük yapmıştır. Artık insanların dinlerini yaşamalarının zorlaşacağı, elde ateş tutmak kadar güçleşeceği, oturanların yürüyenlerden hayırlı olacağı, evlerine kapananların sahnede görünenlerden daha emin kalacakları, gibi telkinler insanları yönlendirici rolü oynamıştır.
Bütün bunlar insanların sahneden çekilmelerini, başlarının çaresine bakmalarını, kendilerini ibadete ve zikre vererek mücadele zemininden inzivaya çekilmelerini doğurmuş ve toplumda bu uygulamaların alabildiğine yayılmasını sağlamıştır. Tasavvufun bu şartlar altında bir nevi zühd hayatı olarak başladığını daha önce kaydetmiştik. Bu da İslam toplumunda Emevi Hanedanı ile birlikte hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra meydana gelen en büyük sapma olmuştur.
Bugün de insanlar İslam'ın öngördüğü şekilde parçalanmamış bir İslami hayat sürmek istiyorlar. Bütün emir ve yasakların yerine getirildiği, helal ve haramların gözetildiği, Kur'an ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru bir şekilde verildiği, insanların meşru bütün şekil ve yerlerde bir araya gelebildiği, Allah'ın dinini korkusuzca ve eksiksiz söyleyebildiği bir İslami hayatı yaşamak istiyorlar. Oysa şeytanların musallat olduğu, nefislerin azgınlaştı-ğı, kötülüklerin kol gezdiği, ahlaksızlığın caddeleri doldurduğu, yasakların aleni bir şekilde işlendiği, emirlerin yerine getirilemediği, İslam'ın şiarı olan birçok şeylerin yasaklandığı, horlandığı veya suç unsuru sayıldığı bir ortamla muhatap olmaktadırlar.
Haramlardan koruyacak, emirlerin yaşanış ve uygulanışını öğretecek, ahlaksızlıklardan tutup çekecek ve kötülüğe götüren sebepleri ortadan kaldıracak İslami otoriteye ve yetkili insanlara meydan verilmediği, İslam'ı bütün kapsam ve organlarıyla takdim etmenin önünde engeller dikildiği, faziletli bir İslam toplumunun oluşması ve yaşaması için çabaların kısıtlandığı bir ortamda insanlar dinlerini yaşamak ve kötülüklerden kurtulmak için sahnede boygösteren tarikat temsilcilerine gitmekten başka yol bulamamaktadır. Biraz imkanı olan birtakım alimler de ya bu imkanı kullanmasını bilmiyor, yahut kullanacak cesareti bulamıyor ya da böyle bir şeyin gerekliliğine doğru dürüst bir şekilde inanmıyor yahut rahatı, makamı, maaşı ve şöhreti emri bilmaruf, nehyi anilmünker yapmaya, bunun getireceği sıkıntılara, talim ve irşada, davet ve cihada tercih etmektedir. Zaten İslam'ı parselleyerek ancak bir kısmına hayat hakkı tanıyan, en yetkili ağızlardan "bize İslam'ın inanç, ibadet ve ahlakı yeter, şeriatını istemiyoruz" diyen, laiklik, ilkeler ve devrimler, çağdaşlık, modernizm ve pozitivizm gibi isimler arkasına sığınarak İslam'a karşı açık ve örtülü bir savaş ilan eden bir zihniyetin müsaade ettiği laik ve kişiliksiz bir eğitim sistemi ile yetişen bu aydınların büyük çoğunluğunda zaten İslami duyarlılık ve hamiyet körelmiş, başkalarına karşı sorumluluk duygusu ölmüş, dünyada işlenen amellerle ahiret hayatının şekilleneceği bilginin ötesine geçmemiş, neme lazımcı bir kafa ya-pısıyla yetişmekte ve görev yapmaktadır. Milli Eğitim sisteminin yönlendirdiği üniversite hiyerarşisinde, istisnalar dışında, aydınların ve akademisyenlerin böyle bir yetişme tarzı ile yetiştikleri ve ileride elde etmesi gereken bir unvan yahut yarar uğruna o günkü İslami sorumluluktan uzak iç dünyasına kapandığı yahut olduğundan farklı göründüğü, bunun da zamanla aydınların kalıcı kişiliği haline geldiği bilinen bir gerçektir. Zaten ilahiyat aydınlarının büyük bir kısmı tasavvuf kültürünü tasdik etmekte, meşhurlarını selat ve selam ile anmakta, hatta şehirleri yerin altından idare ettiğine ve bin yıl sonra olacak şeyleri bildiklerine inanmaktadır.
Onun için, bir alimin dediği gibi, bugün gençlik taşkınlık ve anormal davranışlar gösteriyorsa bunda onlar kadar onların elinden tutmayan ve İslam'ın öngördüğü şekilde yönlendirmeyen alimlerin de sorumluluğu vardır. Bunu tarikat ve tasavvuf çevrelerine insanların kapağı atmaları meselesine uygulayacak olursak, insanlar ve özellikle gençlik tarikat kapılarında ve şeyhlerin dizi dibinde yaşamaya yöneliyorsa, bunda onlara gereği gibi rehberlik yapmayan ve İslam'ı kapsamıyla takdim etmeyen alimlerin sorumluluğu vardır. Burada İslam şehidi, büyük davetçi merhum Hasan el-Ben-na'nın iki hatırasını nakletmek istiyorum. Onlardan biri, çevrelerinde İslam alimi olarak bilinen insanların İslam davetinden ve sorumluluktan ne kadar uzak yaşadıklarıyla ilgilidir. Diğeri davet sorumluluğunu kavrayan ve yerine getirmeye çalışan el-Benna'mn hayatından bir kesittir. Abdulmuteal el-Cabri anlatıyor:
"Daru'1-Ulum Fakültesinde öğrenci idi. Allah kendisine zeka ve yetenek vermişti. Onun için sorumlulukları olduğuna inanıyordu. Bu sorumlulukların başında da Islamla ilgilenen büyük şahsiyetleri uyandırmanın geldiğini düşünüyordu. Bir Ramazan günü iftardan sonra,"İslami Uyanış" derneğinin kurucusu ve Yüksek Alimler Birliği'nin üyesi (Ezher hocalarından) Yusuf ed-Decevi'nin evine gitti. Evinde tanınmış alimlerden ve kişilerden bir grup olduğunu gördü. Müslümanların içinde bulundukları acıklı durumu ve hem müslumanları, hem de İslam'ı kurtarmak için birşeyler yapmanın gerektiğini anlattı. Alim Decevi, müslümanların çok zayıf ve güçsüz olduklarını t lam düşmanlarının ise çok güçlü olduğunu, gösterilecek bütün çabaların h şa gideceğini, herkesin kendini kurtarmaya ve kendisi için çalışmaya bak ması gerektiğini söyledi ve "Kendim kurtulacaksam, ölen veya helak olanl ra aldırmam" beytini de ekledi. Genç yaşta olan Hasan el-Benna kızdı şöyle dedi:
"Beyefendi, bu söylediklerinizin hiçbirisine katılmıyorum.İnanıyorum ki bütün mesele, zayıflık, çalışmaktan korkmak ve sorumluluklardan kaçmak tan ibarettir. Neden korkuyorsunuz? wDevîetten mi, Ezher'den mi?
Maaşınız size yeter. Evinizde oturun ve İslam için çalışın.İnsanlarla yüze gelirseniz, bu halk sizinle beraberdir. Çünkü halk müslümandir. Bu halkı mescitlerde, kahvehanelerde ve sokaklarda tanıdım.İçinde iman közünün yanmakta olduğunu gördüm. Fakat bu din düşmanları ve ahlaksızlar tarafından, onların basın ve yayını tarafından ihmal edilmiş bir potansiyel olarak durmaktadır. Bu yıkıcı ve öldürücü güçler ancak gafletinizden dolayı işlevini yürütebilmektedir. Sizler uyanırsanız hepsi deliklerine girer ve yönlendirici olmaktan uzaklaşırlar.
Beyefendi, Allah için çalışmak istemiyorsanız, dünya için, yediğiniz ekmek için çalışınız. Çünkü bu ümmette İslam yok olursa Ezher de yok olacak I alimler de yok olacaktır. O zaman sizler yiyecek ve harcayacak bir şey bula-mıyacaksınız.İslam'ı savunmuyorsanız, varlığınızı savunun, ahiret için çalışmak istemiyorsaniz dünya için çalışınız. Aksi halde hem dünyanızı, heml ahiretinizi kaybedersiniz."
Orada bulunan ve alim geçinen bazı kişiler Decevi hazretlerine hakaret etmekle suçlayarak kendisine tepki gösterdiler. Fakat aralarından Ahmec Kamil Bey diye andıkları bir adam ortaya atıldı ve "Genç çok doğru söylüJ yor, çalışmak için evim emrinizdedir" dedi.
Decevi ekibi ile beraber oradan kalkıp Şeyh Muhammed Sa'd adında bir komşunun evine geçti.el-Benna da onlarla beraber gitti ve Decevi'nin yanına oturdu. Decevi onu görünce, bir daha mı geldin? dedi ve bir şeyler vererek, bunları al, inşaallah düşünelim, dedi.
el-Benna, "Evet geldim. Mesele bir şeyler almak olsaydı, onları birkaç kuruşa satın alırdım. Bir sonuca varıncaya kadar sizi bırakmayacağım. Konunun düşünmek için ertelenmeye tahammülü yoktur. Hemen ve ciddi bir çalışmayı gerektirmektedir. Sizler İslam'ın hamilerisiniz. Sizden başka imamlar ve İslam'ın hamilerini biliyorsanız, bana söyleyin ki onlara gideyim. Belki sizde bulamadığımı onlarda bulurum.
Beyefendi, kaybolmakta olan İslam'ı tekrar hakim kılmak için olumlu bir adım atmanızı istiyorum. İsi anı hilafeti kayboldu, İslam hukuku kayboldu, müslümanlar kayboluyor " dedi.
Bir an için sessizlik hakim oldu. Decevinin ve hazır olanlardan bazıların gözleri yaşardı. Arkasında Decevi ,"Hasan! Ne yapabilirim?İngiliz işgali bütün ağırlığıyla, düşünce ve terörü ile ülkenin üzerine çökmüş, kalplere korku salıyor" dedi.
el-Benna,"Efendim, konuyu görüşmek ve düşünüp taşınmak için hamiyet sahibi düşünürleri toplayabilirsiniz, konuşma ve konferanslarla halkı uya-dırmak, dinsizliğe ve ahlaksızlığa karsı kovmak için bir gazete çıkarabilirsiniz, gençlerin toplandığı bir cemaat oluşturabilirsiniz, va'z ve irşadla halkı aydınlatabilirsiniz" dedi.
Gerçekten orada bulunanlar halk arasındaki meşhurları ve alimleri tes-bit etmeye, el-Benna'mn davet ettiği işleri yapmak için isimlerini bir kağıda yazmaya başladılar.ed-Decevi, Ehram gazetesinde İslami yönetimin gerekliliği konusunda bir makale yayınladı. Nuru'l-İslam dergisi de aynı makaleyi yayınladı. Arkasından İslam davetini bayraklaştıran, edebi yazıları yanında İslam'ın üstünlüklerini anlatan Muhibbuddin el-Hatib'in el-Feth dergisi yayınlandı.[423]
"el-Benna 1927 yılında Haziran ayında Daru'1-Ulum Fakültesinden nu, zun oldu. Aynı yıl Eylül ayında İsmaliyye şehrinde öğretmen oldu. Bu ilk resmi görevi idi. Eylül yında İsmiliyye şehrine gitti. Orada yolu belirlemeyi başladı. Camiye gitti. Cami kendisi gibilerin doğal yeridir. Camide zikir halkaları ve taraftan tasavvuf cemaatları arasında, diğer taraftan tasavvufçu-larla başkaları arasında çatışmalar olduğunu gördü.şehir halkı ikiye bölünmüş, bir taraf Şeyh Musa'nın taraftarları, diğer taraf da Şeyh Abdussemi'in taraftarları olmuş.İnsanları yerli ve yabancı emperyalizme karşı mücadele etmekten alıkoyan birtakım tali meşeler üzerinde amansız bir bölünme olduğunu gördü. Mesela tevessül meseleleri, ezandan sonra Rasulullaha selat ve selam okuma, cuma günü camide Kehf suresini okuma, teşehhütte rasu-lullah için "Seyyidina" kelimesini kullanma, ahirette Hz. Peygamberin anne ve babasının yeri, okunan kuranın sevabının ölülere gidip gitmeyeceği, tarikat mensuplarının yaptıkları zikir halkalarının günah veya sevap olduğu gibi konular.
Caminin bir köşesinde kendilerine dini sevdirmek için bazı kişiler t konuşma yapmak istedi. Ama yaklaşık henüz yirmi üç yaşlarında o bir gencin yaptığı öğütlere karşı büyük şeyhler ayaklandılar ve aralarında düşman olanlar onu camiden çıkarma konusunda anlaştılar.
Kahvehaneye gitti. Kahvehanede bir adamın elindeki sazı ile Arslan Salim veya Antera İbn Şeddad hikayesini anlattığını gördü. Hayret bir şey! Kahvehanede adam saz çahp şarkı söylüyor, dansöz kadınlar da dans ediyor!
Kahvehanede oturacak bir sandalye buldu. Oturup halkın durumunu düşünmeye ve ne mizaçlarını kavramaya koyuldu. Adam konserini tamamlayınca, yeni öğretmen el-Benna halka konuşma yapmak için izin istedi. Okuduğu Cahiliyye edebiyatından o dönemin kahramanlarını hiç alışık olmadıkları bir şekilde anlattı, sonra yavaş yavaş İslam'a gelerek bu kahramanlardan İslam'ın nasıl daha büyük kahramanlar meydana getirdiğini, Halid İbn Velid, Amr İbn Ma'dikerib ve benzerlerini İslam'ın nasıl tarihin en büyük kahramanları yaptığını anlattı.
Bu şekilde İslam fetihlerinin kahramanlarından anlatmaya devam etti. O anlattıkça halk daha çok anlatmasını istedi. Saz sahibi adamın oturduğu sandalyeye Efendi'nin oturmasını istediler. Sonra ona da bir sandalye getirdiler. Böylece kahvehanede iki ders vermiş oldu.
Gün geçtikçe bu kahvehaneye gelenlerin sayısı arttı. Genç Öğretmen çok ilginç bir şeyin farkına vardı. Kitlelerin kalplerinde gizli saklı bir imanın bulunduğunu ve bu imanı araştırabileceğini anladı. Önünde umut belirmişti. Bu kahvehanede konuşmalara devam etti.
Başka bir kahvehane müşterilerinin azaldığım ve el-Benna'nm konuştuğu kahvehaneye gittiklerini farketti. Orada yaptığı konuşmalar gibi kahvehanelerinde de konuşmalar yapması için ona ücret teklif ettiler.el-Benna, ücret tekliflerini red ederek konuşma yapma isteklerini kabul etti. Çünkü onları da hoşnut etmek istiyordu. Böylece halktan binlerce kişinin geldiği üç kahvehanede üç konuşması oldu.
Yavaş yavaş konunun seviyesini yükseltti.İnsanlara iman, siyer ve ahlak konularında konuşmaya başladı. Felsefi nazariyeler ve mantık kıyaslamalarına girmeden, Önce Yüce Allah'tan, onun varlık ve niteliklerinden söz ederek akideyi tashih etmek, güçlendirmek ve yerleştirmek istedi. Hz. Peygamberden, onun yüce ahlak ve sebatından söz etti. Dine sempati duyduklarını ve ahirete inandıklarını gördükten sonra onlara İslam ahlak ve öğretilerini açıkladı.
Onlara namazdan söz ediyor ama Ezher hocalarının başladığı gibi suların yedi türünden başlayarak anlatmıyordu. Aksine, Rasulullahm abdest alanlara verilecek sevabı anlatan hadisini,"Kim güzelce abdest alırsa, günahları tırnaklarının altından çıkarak döküldüğünü" ,"Güzelce abdest alıp vücudu ve kalbi ile yönelerek iki rekat namaz kılan bir kişi için cennetin vacip olduğunu" anlatan hadislerinden başlayarak anlatıyordu.
Nihayet dini seven ve konuşmalarını dinleyenleri kahvehaneler almaz oldu. Onlara nerede namaz kılalım? Namaz kılmamız lazım, dedi. Ona yıkılmış bir mescidin yerini gösterdiler. Cübbesini çıkarıp işçilerle beraber o mescidi yeniden yaptılar[424]
Bunlar yakın tarihimizden iki örnek. Biri toplumda hoca ve alim olarak bilinen, ama çarpık bir din anlayışına sahip olan hoca efendileri anlatmakta ve istisnalar dışında, din adamları yahut ilahiyat alimlerinin neden toplumu yönlendirmekten, insanlara rehberlik yapmaktan, tarikat şeyhleri gibi cemaat oluşturmaktan aciz yahut başarısız kaldıklarını gözler önüne sererken, diğeri inancında samimi, azminde kararlı, İslam'ın davet metodunu ve Rasulullahın izlediği yolu bilen, ahiret cennetlerini dünya rahatına tercih e-den, müminlere karşı sorumluluğunu kavrayan, kısaca Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmenin bilincinde olan davetçi bir müslümamn Örneği.
Devletin ve tarikat çevrelerinin topluma sunduğu din anlayışına gelince;
Çarpık bir din eğitimi ve yönetimler tarafından maksatlı olarak İslam'ın birçok unsurunun öcü gibi gösterilmesi, tarikatlar tarafından manastır dini gibi bir dinin Öğretilmesi neticesinde zaten insanların din anlayışları gün geçtikçe bozulmakta ve artık İslam'ın nefis ıslahından ibaret ve toplumla ilgisi bulunmayan bir din olduğu kanaati zihinlere yerleşmektedir, bu çarpık ve şirke götüren sakıncalı eğitim neticesinde kimi insanlar şeriata inanmadan yahut şeriatı red ederken de müslüman olunabileceğine inanır hale gelmiştir. Batı taklitçiliği gereği, topluma hristiyanvari bir din anlayışı sunulması ve dinin bunlardan ibaret olduğunun sürekli işlenmesi sonucu insanlar artık dinin bu olduğuna inanmaktadır. Yaklaşık yüz yıla yakın bir zamandan beri topluma sunulan bu manastır din anlayışı dinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır.
Radyo ve televizyonlarda yayınlanan din programlarında telkin edilen din anlayışı bu çarpıklığın oluşmasında çok Önemli rol oynamıştır. Kur'an-ı Kerim'den okunan pasajların bile bu anlayışla seçildiği ve güya suya sabuna dokunmayan ayetlerin okunduğu gözönünde bulundurulursa, bu anlayışın oluşması için ne kadar çaba gösterildiği daha iyi anlaşılır. Okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi' gibi dini bilgiler veren kitaplarda dinin ancak bazı yönleri belirtilip anlatıldığı, İslam'ın laikçi, sucu bucu gösterilerek tahrif edilmesine çalışıldığı ve yayın organlarında din adına konuşan k mi ilahiyat aydınlarının çıkar ve şöhretleri için dini kitlelerin zevkine gör pazarlamaktan çekinmemesi dikkate alınırsa, bu anlayışın yerleşmesi nasıl gayret gösterildiği daha iyi idrak edilir.
Kültür emperyalizminden ve uygarlık adına saldırılardan kurtulmak için zaman zaman çaba gösteren birtakım insanların elleri ve kolları bağl narak toplumda birtakım çevreler ve güçler tarafından nasıl aforoz edildiğ-gözönüne getirilirse, Özlenen hedef daha iyi seçilir.
Bütün bunlarla insanlar din konusunda cahil bırakılmakta, yanlış bilm. lendirilmekte ve hurafe de olsa dindışı birtakım şeylere sarılmasına mecbur etmektedir. Dini bir hayat sürmek isteyen insanlar, kötülük ve haramlardan uzak yaşamak isteyen vatandaşlar, ister istemez soluğu tarikat ve tekke çevrelerinde almakta, bütün çarpıklıkları ve yanlışlıklarıyla oralarda dini yaşayışı aramaktadırlar. Çünkü kötülüklerin ve haramların alabildiğine serbest ve ortalığı doldurduğu bir ortamda insanlar kendilerini bu kötülüklerden ancak buralara sığınmakla koruyabileceklerine, ibadetlerini ancak bu gibi yerlerde yapabileceklerine inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bilerek veya bilmeyerek ister istemez buna inandırılmaktadırlar. İslam'ın bütünü için çalışacak birkaç kişi bir araya gelecek olsa, enselerinde statükonun nefesini hissettiği ve her türlü hiyanet ve suçlamalarla suçlandığı bir ortamda, ülkenin her tarafında tarikat ve tekke çevrelerinin mantar gibi bitmesine, türlü kılıklar ve biçimlerle ortalıkta görünmesine, insanların otobüslerle ve uzak diyarlardan akm akın tekkelere ve ayinlere gitmelerine göz yumulması, mukaddes çorbadan (!) içerek, şeyhlerin el ve ayaklarını öperek, eşiklerine yüz sürerek, hatta münferid olaylar da olsa, kimilerin iffetlerini ve namuslarını feda ederek bereketlenmelerine ses çıkarılmaması acaba bu maksatlı yönlendirmenin ürünü değil midir?
Sahih ve bütüncül bir İslam'ın önüne her türlü engeller çıkarılırken, sadece nefis ıslahı ve ayin için yapılan çabalara göz yumulması tasavvufa yönelişin en büyük etkenlerinden değil midir? İslam'ın egemenliğini amaçlayan bütün faliyetlere ve kuruluşlara statüko dünyayı zindan etmeye çalışnken, belirli ayinler için devletin başındaki kişilerin özellikle çaba göstermesi bu gerçeği anlatmıyor mu? En son örneğini Cezayir'de gördüğümüz bu uygulamalar bu hakikati ifade etmeye yeterli değil midir? Cezayir'de İslam devletini kurmaya çalışan müslümanları toplu halde zindanlara dolduran despot yöneticilerle tarikat şeyhlerinin işbirliği acaba neyin ifadesidir?
Din eğitiminin üretken ve ülkenin ekonomisine maddi bir katkısı olmayan bir eğitim olduğu iddiasını sürekli sakız gibi çiğneyen, ülkenin din adamma bu kadar ihtiyacı yoktur diyerek din eğitimi verilen kurumların varlığına bile tahammül edemeyen bir zihniyetin radyo ve televizyonunda insan-
|ları uyuşturan, miskinleştiren ve bir lokma bir hırka felsefesini yansıtan tasavvuf müziğine ve tasavvufi motiflere bağrını açması, acaba insanları bu
I gibi yerlere yöneltmek amacına yönelik değil midir? İnanıyoruz ki, İslam'ın tam olarak yaşanabildiği ve insanların bundan dolayı birtakım yasaklar ve engellerle karşılaşmadığı bir ortamda kişiler tasavvufa bu kadar yönelnıe-yecek, dinin yaşanabildiği ve haramlardan korundiığu tek yerler tarikat ve tekkeler olmayacak, ülkenin her yerinde mantar gibi şeyhler ve müridi ev bitmeyecektir.
Toplumu bir moda gibi saran ve sürekli revaçta tutulan tasavvuf akımının biteceğini ve insanların ona kaymayacaklarını elbette söylemek mümkün değildir. Çünkü her zaman ve her toplumda dengeli ve eğri insanlar bulunacak, hak üzere olanlar ve ondan sapanlar olacaktır. Ama İslam'ın net ve tam olarak anlatıldığı, serbestçe yaşandığı ve eğitiminin doğru bir şekilde verildiği bir ortamda elbette tasavvuf modası bu kadar revaçta olmayacak ve mensupları küçük azınlıklardan öteye geçenıiyecektir.
Tasavvufa insanların yönelmelerinin önemli sebeplerinden biri olarak bizlere intikal eden tarihi kültür mirasını ve din anlayışını da belirtmeden geçemeyeceğiz. Kur'an ve Sünnet eğitiminin insanları mezhepsiz yapacağı, evliyayı İnkar etmeye götüreceği, kerametleri ve şefaati tanımamaya sevke-deceği, kabir ziyaretini yasaklayacağı, şeklinde oluşmuş bir kültür ve anlayışın tasavvufun yayılmasında çok büyük rolü olduğu muhakkaktır. Kabit leri kutsallaştıran, ölülerle oturup kalkan, fetihlerin ve zaferlerin rüyalarla tesbit edildiğini söyleyen, hayat gerçeklerinden çok keramet ve olağanüstülüklere inanan toplumda, birtakım insanlara din adına imtiyazlar ve dokunulmazlık tanıyan, imamlarını masum saydığı için Şia'yı eleştirdiği halde, tasavvuf meşhurlarına masumiyet giydiren, sultanından[425] vatandaşına kadar tarikata bağlı bulunan, Hakikat-ı Muhammediyye, dinlerin birliği, gavs, aktab, ebdal, evtad, nukeba ve nuceba gibi gizli ülke hiyerarşisine inanan,
dini keşf ve feyizlere bağlayan, dinin naslarına apaçık aykırı olduğu halde bir tasavvuf ulusunun hatasını eleştirmeyi dine karşı gelmek veya çarpılmaya sebep olarak gören bir din anlayışının egemen olduğu bir toplumda tasavvufa yönelmeyi Önlemek elbette güçtür. İnsanlar Kur'an eğitiminden ve sahih bir şekilde sünnet eğitiminden geçirilmedikçe, onlara dinin kapsamlı-lığı ve bütünlüğü anlatılmadıkça, aradaki bu engelleyici ve uyuşturucu telkinler bir yana bırakılmadıkça bu moda daha çok sürecek gibi görünüyor. Çünkü insanların atalarından miras aldıkları şeyleri bir çırpıda bırakmaları mümkün olmadığı gibi, eğitime tabi tutmadan bunu onlardan istemek de haksızlıktır. Uzun çabalar ve sahih bir Kur'an eğitimi neticesinde ancak zamanla değişiklikler olabilir ve insanlar gün geçtikçe gerçekleri görebilirler. Bütün müslümanlar bu eğitimi sağlamak ve insanlara Allah'ın dinini net olarak sunmak için çaba göstermek zorundadır.[426]


b. Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik


Fıkhı mezhepçilik Müslümanların birliğinin çözülmesinde, aralarında ihtilaf edip çatışmaya girmelerinde oynadığı olumsuz rolün yanında, bağnaz fikhi mezhepçilik, duyguların donuklaşması, vicdani şuurun yitirilmesi ve manevi duyarlılığın köreltilmesinde de büyük rol oynamıştır. Ruhsuz ve faraziyelerle dolan kimi fikhi mezhep kitapları, duyguları harekete geçirmeyen, vicdanı okşamayan, ruhun susuzluğunu gidermeyen, nefsi tehzip ve. tezkiye etmeyen, heva ateşini söndürmeyen kuru bilgilerle dolup taşmıştır. Bu arada alabildiğine genişlemiş ve ucu bucağı görünmez bir umman halini almıştır. Hatta mesela bir mezhep fıkhının en az yirmi sene içinde Öğrenilebileceği yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Halbuki Rasulullah İslam fıkhını ümmete öğretmiş, davetini yaymış, oddular donatmış ve savaşlar yapmış, fethedeceği yerleri fethetmiş ve Arap müşriklerinin elinden her türlü mukavemet ve eziyet görmüş olmasına rağmen bu süre ancak buna yakm olmuştur. Kısaca Rasulullah bütün bunları yirmiüç sene gibi buna yakm bir zamanda gerçekleştirmiştir.
Sahih İslam kültürü ve hayatından uzak insanların tasavvufçuların kucağına atılmalarında bu bağnaz fikhi mezhepçiliğin büyük rolü olduğu muhakkaktır. Çünkü bu insanlar keşf ve riyazat, halvet ve fuyuzat yolu ile bu ilimlerin kendilerine en kısa zamanda öğreteceklerini vaadeden, kabuk mesabesinde saydıkları serî ilimlerle uğraşmak yerine, dinin Özü ve hakikati dedikleri şeffaf, duyarlı hayati ve ruhani zevki gerçekleştireceklerini söyleyen tasavvuf çul ara can kurtaran simidi gibi sarılmışlardır. Tıpkı ızdırap çekilen bir hastalıktan çok pahalıya patlayan ve uzun zaman doktor tedavisiyerine, işportacıların zaman zaman halk arasında reklamını yaptıkları ve her derde deva diyerek tanıttıkları birtakım ilaçlara ve yollara insanların peyletmesi ve ilgi duyması gibi... Zavallı cahil halk, dizginlerini bunların eline verir, onlar da bunları umman şeklini almış bağnaz fikhi mezhepçilikten daha geniş ve ucu karanlık olan tasavvufa götürürler.
Fikhi mezhepçiliğin donukluğundan, maneviyattan uzaklığından usanmış ve ruhaniyete susamış bu insanlar kendilerini tasavvufun kucağına atacakları yerde, Kur'an ve Sünnet fıkhına yönelselerdi bu ruhani hayatın lezzetini farkeder, ilim zevkini tadar, iman ve ihsan atmosferiyle ruhları dolardı. Her biri rabbini görürcesine ibadet ederek ihsan derecesine yükselmenin yolunu öğrenir ve bunun zevkine ererdi. Kur'an atmosferine girselerdi, Rasulullah ve ashabının nasıl iman ve ihsan derecelerinin zirvesinde bir hayat sürdüklerini öğrenir ve onların yolundan giderlerdi.[427]


c. Kelam Tartışmaları


Müslümanın vicdan ve duyarlılığını ihya etmede bağnaz fikhi mezhepçilik başarısız olduğu gibi, haksız bir şekilde tevhid ilmi diye isimlendirilen kelam ilmi de aynı şekilde başarısız kalmıştır. Çünkü kelam müslüman fertlerde ruhi duyarlılığı dondurmuş, duyguları öldürmüş, ruhi atmosferin dışına çıkarmış ve zaman zaman akidenin sapmasına, hatta inançsızlığa kadar götürmüştür. Başlangıçta İslam'ı savunmak amacıyla ortaya çıktığı söylenen kelam, zamanla kendini İslam'ın yerine koymuş, kurumlaşmış ve ekoller artık kendilerini savunmuşlardır. İslam'la uzaktan yakından ilgisi bulunmayan Hint felsefeleri, Yunan cedel ve safsataları bu ilmi manevi yapıdan uzaklaştırmıştır. [428]
Aynı şekilde sonu gelmeyen diyalektiklere çevirmiştir. Halbuki Kur'an'ın bu aleme bakıp teemmül etme yolu dışında, tevhidin ne bir kaynağı vardır ne de olması mümkündür. Zira Yüce Allah ancak, kitabında kendisini tavsif ettiği ve Kur'an'da bildirilen gayb haberlerine inanıp Kelam ilminde olduğu gibi gaybin bilgisine muttali olmadıkları konularda zanlarıyla hükmediyorlar, mevcut nasslarla yetinmiyorlardı.
Onların zamanında ne bağnaz mezhepçi fıkıh, ne de kültürlerin kompozisyonu haline gelmiş ve diyalektik metodu izlemiş kelam ilmi mevcuttur.
Buna rağmen, bu insanların herbirinin manevi hayatın ve ruhi cevvaliyer en mükemmel şeklini yaşadığı ve tasavvuf denilen çıkmazlara hiçbir zam-ihtiyaç duymadıkları bir gerçektir. Çünkü bu insanlar Kur'an ve Sünnet mosferi içinde yaşıyor, onu teneffüs ediyor, ruhi ve manevi bütün gıdalar onlardan alıyor, teorik ve pratik bütün ilimlerini" de onlardan elde ediyord Bunların dışında ne bir şeyhin elinde çile doldurma, ne de bir başkasının i çabukluğuyla kısa bir zamanda bütün ilimleri elde etme gibi bir temayü]]e .• olmuştur.
Kur'an-ı Kerim, cahiliyye müşriklerinin müşrik atalarını taklid edip Al lah'ın vahyine kulak vermemelerini şiddetle kınamış ve bu davranıştan sa-kındırmıştır. Yüce Allah buyuruyor;
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız' dediler.[429]
"Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Rasule gelin, denildiği zaman 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuz bize yeter' derler. [430]
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. [431]
"Hayır, sadece "biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden gidiyoruz.' dediler, [432] vd.
Biraz mantıklı ve naslara uygun düşündüğümüz zaman, şeriatı ve müs-lümanları tehdit eden en büyük tehlikenin insanları Allah'ın kitabından ve Rasululah'ın yolundan alıkoymak, dinlerini onlardan öğrenip yaşamalarını engellemek ve müctehid insanları Kur'aiy ve sünnetin yerine koyup onların sözlerini taklit etmeyi Kur'an ve sünnete sarılmak gibi vacip görmek yahut onları Kuran'm önüne engel yapmak değil midir? Şeriatı tehdit eden en büyük tehlike, "Biz Kur'an'ı anlamak ve uygulamak için değil, teberruken okuyoruz " diyen zihniyet değil midir? Bu zihniyet değil midir ki, müslümanla-rın gerileyip bugünkü acıklı duruma düşmelerine yol açmıştır? Bu anlayış değil midir ki, müslümanlarm hem din hem dünya ilimlerinde gerileyip emperyalizmin boyunduruğu altına girmelerini hazırlamıştır? Dinin yasakladığı ve kötülediği taklidin dinin yerine konulması değil midir müslümanlan Kur'an'm yabancısı yapan ve hayatlarını Allah'ın dini ile değil, beşeri kurallar ve kanunlarla düzenlemeye mecbur bırakan? Birtakım insanların kitaplarını okuyup ezberlediği, okuttuğu, şerh ve haşiyeler yazdığı ve ömrününlarla geçirdiği halde, Kur'an'm baştan sona kadar anlamını bir defa ol olunmamasının sebebi bu çarpık anlayış ve öldürücü taklid değil midir''
Bunları söylerken, hiçbir zaman alimleri küçümsemek veya bir tarafı kmak, söylediklerini yabana atmak, basit bilgilerle içtihad etmek mbi ,üş Unce taşımadığımızı belirtmek isteriz. Aksine bütün alimlere ve müct hidlere sonsuz saygı ve takdirimiz yanında onların gittikleri ve izledikleri
lu izlemeye davet ettiğimizi belirtmemiz lazımdır. Zira onların hiçbiri in sanların kendilerini körü körüne taklit etmelerini istememiştir.
İnsanlara, sınırlarını Kur'an'm çizdiği Kuran ve sünnet eğitimi verildin-' ve gerçekleştiği zaman, insanlar bağnaz taklitçilikten, bid'at ve hurafeler içinde yüzmekten, insanları putlaştırmaktan, tasavvuf ve benzeri sapmalardan kurtulabilecek, doğrudan doğruya ilhamını Kur'an'dan alacak ve asrın İdrakine İslam'ı sunacaktır. Bu eğitim esnasında alimlerin içtihad ve görüşlerinden yararlanılacak, örnek ahlak ve çalışmaları anlatılacak, ama hiçbir zaman insanlarla Allah'ın dini arasında bir set yahut bir engel telakki edilmeyecektir. Onların da rolü, insanları Allah'ın dini ile yüzyüze getirmek ve onu kavramaları için yardımcı olmaktan ibaret değil midir?[433]


[401] Gumüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul),, P;ımuk Yayınlan, istanbul 1977.

[402] Gütnüşhanevi, a.g.e., aynı sayfa

[403] Rabialu'l-Adeviyye, h. 195 yılında ölmüştür. Basralıdır. Önceleri şehvet düşkünü çalgıcı iken, sonr.ıtasavvufçu olmuş bir kadındır. Allah sevgisine dair şiirler söylemiştir. Tasavvufla aşk, sevgi terimlerini ilk
defa onun kullandığı söylenir. Dr. Abduİkadır Mahmııd, el-Felsefetü's-Sufiyye fi'l-İslanı, 16!}-170. Otum
bu görüşünü veya bid'atını daha sonra Ali ibn el-Muva(iak (öl. 26Vfi7îi) ve tasavvuf şain Yunus Emre
şöyle tekrarlayacaktır:
"Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/iîan.ı seni gerek seni."
Görüldüğü gibi, Rabi.ı olsun, Yunus Emre olsun, Allah'ın mü'minlere salih amelleri iğin vaadetti£i cen neti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine isr^iloj-ullarının Uz. Musa'yı "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (Bakara, 55) dedikleri gibi Allah'ın .calini görmek istiyor. I [albuki hiçbir peygamber ahiret için bövle bir istekte bulunmamış ve ümmetine böyle bir şeyi vadetmemiştir. Kaldı ki hayır ameller için mükafat olorak Kur'an ve Sünnet cenneti vadederken, onları islememek veya Allah'ın zatını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak anlamına gelir. Bid'at ve sapıklıklara d.ılan kimi tasavvufçu-ların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhıı'l-İslam lî-bussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemiyen, hem küçümseyen sözleri için "küfür" demektedir. Şüphesiz hu hüküm, aynı görüsü daha önce ve sonra söyleyenler için de geçerlidir. Bakınız, Ebussuud Efendi, Fetvalar, 87, Mesele, 353, İstanbul 1972, Aynı hükmü M. Zahiri Kotku'nıın ri.ı verdiğini yoruyoruz. Bakınız, Ehli Sünnet Akaidi, 137, madde, 23 İstanbul, 1984.

[404] Secde,15-16.

[405] Dr. Abdurrahman Bedevi, a.g.e., 26, Şehidetu'l-lşki'l-ilahi, 38, Yukarıdaki sözün devamı şöyledir: "Şüphesiz Allah ona (Kabe'ye) ne girmiş, ne odan hâlî olmuştur."

[406] Tahrim, 11.

[407] Tevbe, IH.

[408] Hinduların eski kutsal kitabı Vedalar'da adlandırıldığı gibi tek kişi olan Brahma'ya nisbettir. Bu din üç tanrılı bir inann benimser. En üstünü Brahma, diğeri Vişnu olup hayat lannsıdır. Üçüncüsü de Şiv.ı olup felaket tanrıssdır. Bu din mensupları din kahinlerinin kutsallığına inanırlar. Çünkü onlara göre bunlar tanrıların yanında kendilerine şefaat etme ve tanrıları etkileme gücüne sahiptirler. Şeyhleri kulsall.ı^ltr-mayı ve kurtarıcılıklarına inanmayı tasavvurdular bunlardan mı almışlardır dersiniz?

[409] Buda'ya nisbettir. Peygamber olduğunu iddia eden bir Hindistanlıdır. Milallan önce altıncı asırda doğmuştur. Daha sonra Budizm, Buda'nm insanların günahlarını yükîenmek üzere onları kurtarmak için vücut kazanmış bir ifah olduğuna inanacak kadar değişikliğe uğramıştır. (Hrisliy.ınl.ırm (esiis inancı ve Hiç. isa'nın insanların (güya) doğuştan getirdikleri günaha kefaret olmak üzere çarmıha serildiği inancım Budizm'in bu şeklinden aldıklarına inanılmaktadır.

[410] Zerdüşt'e nisbettir. Farisilerin yalancı peygamberidir. Milattan önce yaşarmşlır. MenMipl.ırtn.ı Avesla adında bir kitap bırakmıştır. Daha sonra yapılan şerhlerle beraber Zenâ Avesla adını almıştır. Hu din, (tu-alist bir inanca sahiptir. Tanrılardan biri hayır tanrısı olup adı Hürmüz, diğeri şer lannsı olup thrimen'dir. Zerdüşt, haynn şerre salip geleceğine inanır. Optimist bir düşünce sahihidir. Mani dininde olduğu gibi Pesimisl (kötümseri değildir.

[411] Baha lakabıyla anılan Mirza Hüseyin Ali'ye nisbettir. Dini inançlarına göre Allah /aman zaman peygamberler suretinde görünür ve Mirza Hüseyin Ali ilahi tecessüdün en mükemmel suretidir. Nuh Peygamberden Uz. Muhammed'e kadar peygamberlerin vahiylerini aldığı ve kaynaklandı^ kaynak olarak tanıtılır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıkan ve Sun Myunj; Moon adıyla yayılan Moon tarikatı bu inancın son şeklini yansıtıyor olsa gerektir. Çünkü bu larikat inancına göre Moon, lan-rının en son tecessüd elliği peygamberdir.

[412] Mirza Gulam Ahmed, el-Kadiyani'ye nisbettir. Mirza Gulam Ahıned 1908 yılında ölmüştür. Kıyamele yakın geleceği söylenen llz. Isa veya Mehdi olduğunu iddia etmiş ve Allah'ın kendisine vahiy indirdiğini söylemişlir. Taraftarları daha sonra ikiye ayrılmışlardır. Bir kolu Ahmediyye, diğer kolu Kadıyaniyye adıyla anılır. Ahmediler, Kadiyanilerden daha mutedildir. İkisi de Gulam Ahmed'in Mesih'in kendisi okluğuna i-nanmıyanları kafir sayar. Hinciistanı işgal eden İngilizlerle işbirliği yapmış ve Müslümanların aleyhine ellerinden gelen bütün yollara başvurmuşlardır. Bugün de İslam aleminin değişik yerlerinde islam'ın aleyhine çalışmaktadırlar.

[413] İbn Arabi, Mecmuatıı'l-Ahzab, 15 hicri 1298, istanbul.
Gerçeğin bizzat müşahade edilmesi için ibn Arabi'nin duasını kendi lafızlarıyla aşağıya alıyoruz: "İlahi, istehlik kulliyeti fi kultiyyetike ve emidde evveliyyeti bi evveliyyetike hatta eşhede evveliyyeteke li evveiiyyeti ve ahiriyyeteke fi ahiriyyeti ve zahiriyyeteke fi zahiriyyeti ve batınıyyeteke fi batınıyyeti ve k.ı-Ijiltyyeteke fi kabiliyyeti ve inniyyeleke fi inniyyeli ve hüviyyeteke fi hüviyeti ve maiyyeteke ti maiyyeli hetta ekune unvane ?.alike's-Sırri kullihi, bel şeklehu ve suretehu".

[414] İbn Arabi.a.g.e.14

[415] En'am,116

[416] Casiye,22.

[417] Muhammed,28.

[418] Aİ-! İmran,31.

[419] Aİ-! İmran,31.

[420] Abzab ve Evradu't-Ticıni, (ah. Muhammet) el-l i.ıft/, kitabından naklen.
Abdurrahman Abdulhalik, el-Pikru's-Sufi fi Davi'l-Kilab ve's-Sürtne, 353. Sahıtu'l-Fatih'in .ınl.mıı d.ı şudur: "Allah'ım! Hz. Muh.ımmed'e selal olsun, o kapalı bf.ını açmış, geçmişi sona erdirmiş, h.ıkkı hakla desteklemiş, sırat-r mııstakime ileimişiir. Kadri ve büyük mikdarı kadar a I i nede selal olsun" Kapatılıp d<ı Rasululfah'ın açtığı nedir? Önce geçen nedir? Görüldüğü gibi bir araya yetinmiş tekerlemelerden ibaret bir dua. Rtı iki satırlık bir du,ı nasıl Kur'an-ı Kerim'e denk veya üstün olabilir/ Uu'nurt da cevabını kendileri veriyorlar. Zira, Rimahıı Hizbt'r-Rahirn kitabının yazarı el-futi, bunun Allah'ın kelamı olduğuna inanmak gerekir, demiştir. A.g.e., 2/131, ed-Durretu'l-Haride'nin yazarı da aynı şeyi söylemektedir, a.g.e., 4/128. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Abdufhalik, a.g.e., 352-354, eş-Ş.ırani de velilere vahyin yazılı bir kağıt içinde geldiği ve ne taraftan okunursa değişmediğini söylememiş miydi? Bakını*, el-Yev.ıkit ve'l-Cevahir, 2/85,. Mısır, 1307 h.

[421] Bakara, 206. 386 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 377-386.

[422] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 386.

[423] Abdulmuteal e baskı, kahire 1978

[424] Abdulmuteal el-Cabrı>,u.e.29-3V

[425] Oluzallı Osmanlı padişahının tarikata ve tekkeye misil baRlı olduftunu girmek isleyenler Yasar Nuri Öztürk'ün "Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar" 249-250, kitabına bakabilirler. Ancak merak edenler için son dönemlerin padişahlarından bazılarının tarikaiını belirtelim:
Sultan 1. Mahmud (öl.174f>|-Halvetiyye, Sultan III. Osman (öl. I 757)-H,ılvetiyve-i Kaui'iyve, Sulun III. Mustafa (öl. I774)-Halvetiyye-İ Cerrahiyye,Sultan I. Abdulhamid (öl.1807)-Nak<jilw>ndiyye, Sultan III. Selim (öl. 1807)-Mevleviyye, Sultan IV. Mustafa (öl. 1808)-Nakşibendiyye, Sulun II. Mahmııd (öl.lHl't)-Halvetiyye-i Cerrahiyye ve Mevleviyye, Sultân Abdıtlmecid Çöl.1H(ı1)-l lalvetivye-i Cerrahiyye, Sulun Ab-dutaziz (öl.l876)-Bektaşiyye, V. Mur.ıd (öl.l 87r.)-I3.lhaiyye ve Masonluk, Sultan II. Abdulhamıd {öl.1909)-Şazeliyye, Sultan Mehmed Reşad (öl.T'JIÖ)-Mevleviyye, Türkiye Cıımluıriyelinin de başla I Kın Bayram olmak üzere diğer birtakım şeyhlerin himmetiyle nasıl kurulduğu ve başkenlin onların keşliyle nasıl belirlendiği hakkında bakını?: a.g.e., 250..

[426] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 387-396.

[427] Bagna2 fikhi mezhepçiliği hazırlayan ve doyuran sebepler ve bunların kötü sonuç hırı hakkında sieııiş bilyi için bakınız. Ahmecf Emin, Fecru'l-İslam, 2/53-56, Kahire, 1963,üçüm u baskı; Celalecfclin V<ıt<mcf.ış, Vahiyden Kültüre, 304-309, Pınar Yayınairı, isi, 1992.
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 396-397.

[428] Meşhıır isfam alimlerinden Takiyuddin İlin Dakikihyd "Felsefenin İslam .deminde üstünlük s,ıi>l.ım<ısı MoğolLıra karşı müsiümanların hezimetini hazırlamıştır" demektedir. Rf<z. İbn Teymiyye, I lakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 76, İdaretu't-Terceme ve't-Telif, Faysalabad, Pakistan.

[429] Bakara,170.

[430] Maide,IO4

[431] Lokman,21

[432] Zuhrul,22.

[433] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 397-399.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
BEŞİNCİ BÖLÜM


GÜNÜMÜZDE TASAVVUF



I. Tasavvufçuların Yenileri De Eskilerin Yolunda


Tasavvuf mensuplarından birileri çıkıp diyebilirler ki, bize ne İbn Arabi'den, Hallaç veya el-Bistami'den? Onlar gelip geçmiş ve ömürlerini doldurmuş insanlardır. Biz yenilerine ve yaşayanlara bakalım, geçmişi niye kurcalayalım? Bazı kişiler sözü edilen bu nevi şeylere inanmadıklarını ve gündeme getirmenin gereksiz olduğunu iddia edebilir.
Hemen belirtelim ki, İslam tarihi boyunca ortaya çıkan veya meşhur olan tasavvufçularm yolunda olmadığını ve onların gerek düşünce sistemlerini, gerekse din anlayışlarını tasvip etmediğini ifade eden tasavvufçu yok gibidir. Belki kimilerin şu yönünü benimsemediklerini söyleyenler olabilir. Ama tasavvuf meşhurlarının sergiledikleri ve İslam'dan alınan unsurların dışında kalan tasavvufu tümden reddeden bir tasavvufçu görülmüş değildir. Hatta tasavvuftaki aşırı sapmaları ve İslam inançlarının dışına çıkışları görüp bunları eleştiren kimi tasavvufçular bile, bu sapmaları sergileyen ve i-nanç olarak işleyen meşhurları reddettikleri vaki değildir. Mesela tasavvufta yenilik yapmaya çalışan ve İbn Arabi gibi kimi tasavvufçulan Risalesine almayan el-Kuşeyri gibi kişiler bile, onların anlayış ve düşünce sistemlerini tümden reddetmemişlerdir. Yenilerin tutumu da bundan farklı değildir.
Devirlerin meydana getirdiği değişiklikler ve yenilikler sebebiyle belkizaman zaman tasavvufi çevrelerde birtakım değişiklikler ve anlayış farklılığı meydana gelmektedir. Nitekim bu çevrelerden kimileri daha önce malum bazı kitapları okumakla yetindiği ve onların dışında kitaplara iltifat etmediği halde toplumda meydana gelen değişme ve oluşan yeni şartlar sebebiyle başka kitapları da okumaya başladıkları görülmüştür. Mesela daha önce sadece tasavvufi nitelikli kitapları okurken, artık tefsir gibi, yeni yayınlar gibi başka kitapları da okudukları müşahade edilmektedir.
Ancak bunun, o çevreleri malum çerçevenin dışına çıkarıp tasavvuf kültürünü oluşturan ve İslam'a yabancı unsurları tamamen reddedecek şekilde kapsaj'icı ve köklü olduğunu söylemek zordur. Birtakım yenilikler ve gelişmeler olmakla beraber yine de bu çevreler tasavvuf meşhurlarının adı anıldığında tüyleri ürpermekte ve onları binbir türlü takdis ve tazim ile anmaktadırlar. İbn Arabi, Hallaç, el-Bistami, İbn el-Farıd ve başkalarım tazim ve tebcil etmekte, en büyük kutup ve ermişlerin en yüceleri saymaktadırlar.
Hatta bu kadarla da kalmayıp tasavvufun İslamdışı kültürü ve anlayışlarını eleştirip sapıklıklarını insanların gözü Önüne sermeye ve halkı bu mitolojik anlayışlardan sakındırmaya çalışan kişilere yıkıcı ve zararlı gözü ile bakmaktadırlar. Tasavvufun bidat ve hurafelerini, İslamdışı yabancı unsurlarını ortaya koyan kişilere İslam'ın düşmanı gözü ile bakılmakta; velayet, keramet, kabir ziyareti, tevbe ve istiğfar, nafile gibi konularda ıslah edici davrananları sanki İslam'ın unsurlarını ve ibadetlerini inkar ediyormuş gibi gösterilmekte ve aleyhlerinde toplumda kamuoyu oluşturulmaktadır. Dinin sarih ve sahih nasslarına aykırılığı apaçık olan ve ne akim ne de naklin kabul etmediği anlayışları eleştiren insanlar, dinin özünden ve ruhundan uzaklıkla, kabuk ve zahir ehlinden olmakla suçlanmakta ve saldırılara hedef yapılmaktadır.
İslam'ın kesin nasslarına aykırılığı açık olan kimi tasavvuf meşhurlarının sözlerini ve uygulamalarım eleştiren ve bunu yaparken müslümanlara hizmet etmekten başka bir endişe taşımayan insanlara kendileri teşekkür edecekleri ve yardımcı olacakları yerde, onları türlü sıfatlarla karalamaya ve kötülemeye çalışmaktadırlar. Bütün bunları yaparken seleflerinin yanlışını bile kabul etmeyen ve dindışı şeylerine karşı çıkmayan bu insanların eskilerin yolunda olmadığını söyleyebilir miyiz?
Hemen belirtelim ki bütün arzumuz ve temennimiz, gerçekten şartların değişmiş olması, daha doğrusu, insanların bu gibi şeylere bakış acılarının değişmiş olmasıdır. Keşke tüm insanlar bu gibi şeylerin İslam'dan olmadığı ve tevhid inancıyla bağdaşmadığını görüp anlamış ve reddetmiş olsalar! Keşke bütün müslümanlar elele verip bidat ve hurafelere, yanlışlık ve sapmalara topyekün karşı koysalar. Zaten bu çalışmanın ve bu çarpıklık ve gapmaların eleştirisini yapan insanların da bundan başka ne amaçları olabilir?! Hepimizin dileği, İslam'a inananların İslami hayatın bütün alanlarında meydana gelmiş olan her türlü sapma ve yanlışları görüp onlardan kurtulmak için topyekün bir seferberlik içinde olmaları ve sahih İslam'a dönmeleridir. Bütün bu çabalar ve çalışmalar bunun için değil mi?
Ama şimdi realite böyle midir? Şimdi genel olarak böyle bir durumdan sözedilebilir mi? Geçmişten gelen ve tasavvufçuların bıraktıkları İslamdışı inanç ve anlayışlar, bid'at ve hurafeleri yeni tasavvufçuların reddettiği veya karşı çıktığı söylenebilir mi? Yoksa, bu kültüre kutsal inanç olarak, en mükemmel İslami hayat olarak mı sarılmakta ve devam ettirmektedirler. Vah-det-i vücut, vahdet-i şuhud, keşf ile dinin ve inançların belirlenmesi, dinin belirlemediği şekillerde ibadetler, dualar, şeyh-mürid ilişkileri, şeyhlere atfedilen sıfatlar ve unvanlar, hakikati muhammediyye yahut nur-u muhame-di, tasavvuf ülkesinin kurmayları olan gavs-ı azamdan recebiyyun'a kadar uzayan silsile, rabıta, tevessül, istiğase, ölülerden yardım isteme ve ruhani-yetlerle oturup kalkma, ölülerin hayat işlerinde tasarrufu, silsile-i şerife, za-hir-batın ayırımı, şeriat, hakikat, marifet ve tarikat ayırımı, tasavvufun dinin özü ve işe yarayana, sayılıp diğer ilimlerin kabuk ve zevahir sayılması, tasavvufun dayanakları vb. konularda yeni tasavvufçuların eskilerden farklı düşündüğü veya tasvip etmediği söylenebilir mi?
Yaşadığımız toplumda İbn Arabi'nin herşeyi Allah sayan felsefesini, Hal-lac'ın hulul ve ittihad inancını, el-Bistami'nin kendini en yüce tanrı ilan edişini, kitabını levh-i mahfuzda ve Kur'an-ı Kerim'in niteliklerine sahip sayan tasavvuf meşhurlarının anlayışını, Rabia'dan Yunus Emre'ye kadar kişilerin cennet ve cehennemi Önemsemeyen tavırlarına, ve burada sayamayacağımız kadar tasavvufi bid'at ve sapık anlayışı yeni tasavvufçuların tevilleri dışında reddettiği yahut karşı çıktığı var mıdır? İslam aleminin hemen her yerine dağılmış bulunan yatır ve türbeleri yeni tasavvufçulardan kutsailaş-tırmayan, onların himmet ve yardımlarını istemeyen, kutsal dergahlar olarak çürümüş kemiklerine sığınmayan var mıdır? Meded ey tasarruf sahipleri, meded ey gavs, meded ey kutup, meded ey hazret, meded ey sultan, nidalarını eleştiren bunlardan kaç kişi vardır? İşrakisinden hululcusuna kadar, virdinden ayinlerine kadar tasavvuf kültürünün çarpıklıklarını kitap veya makalelerinde eleştiren kaç tasavvufçu vardır?
Ne yazık ki, bütün bu soruların cevaplan olumsuz olmaktadır. Tasavvufçuların bu ve benzeri şeyleri reddetmeleri bir yana, o yolun yolcusu olduklarını ve aynı şeylere iman esasları gibi bağlı bulunduklarını her vesile ile ifade etmektedirler. Eleştiren ve karşı çıkanları da her türlü suçlama ile kar listeye almaktadırlar. Bu sapma ve yanlışlarla dolu kitaplarına hala dört el le sarılmaları, nesilleri bu kültür ile beslemeye devam etmeleri, sohbetleri de ve diğer zamanlarda bunu birbirlerine tavsiye etmeleri, kendilerini eleştiriye tabi tutmamaları bu kültürü tasvip ettiklerinin açık ifadesidir Hatta şeyhin dizi dibinde oturup saltanatına boyun eğmeyi reddedenle mürted mürid ilan etmeleri bunun açık ifadesi değil mi? Kitap ?ıZete v dergilerinde olsun, sohbetlerinde olsun, bu kültürle oturup kpmları aynı yolun yolcusu olduklarının açık delilidir. Bunlardan vere miz örnekler incelendiğinde söylediklerimizin gerçek olduğu ve kuru bir iddiadan ibaret bulunmadığı görülecektir.
Nazari ve ameli tasavvuf hakkında söylediklerimize itiraz edip şu gerekçeyi ileri sürenler olabilir:
"Tasavvuf kitaplarının pek çoğunda İslam'a uymayan bir tasavvufun tasvip edilmediği ve İslam inançlarına bağlı olmayan kişilerin reddedildiği kayıtlan yer almaktadır. Tasavvufta kimi şahıs ve grupların anlayış ve inanç olarak, yaşayış ve davranış olarak İslam'dan açıkça sapmalarına karşı Suh-reverdi, et-Tusi, es-Sulemi, el-Kuşeyri ve el-Gazali gibi kişilerin kaleme aldıkları kitaplarda bu kayıt özellikle yer almakta ve bu nokta üzerinde ısrarla durulmaktadır. Bu böyle iken, gerek nazari ve gerekse ameli tasavvuf hakkında nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz?" diyecek kişiler bulunacaktır. "Tasavvuf kitaplarında bu kayıtlara rağmen, İslam'a aykırı şeylerin olduğunu nasıl söyleyebilir ve bunu bu kayıtlarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?" diye soranlar olacaktır.
Hemen belirtelim ki, teori ile uygulama çok zaman birbirine uymamaktadır. Başka bir deyişle, uygulama teoriyi bazan yalanlamakta ve birbirinden farklı olmaktadır. Diğer alanlarda olduğu gibi tasavvuf alanında da durum aynıdır. Tasavvuf kitaplarının pekçoğunda bu nevi kayıtlar ve ifadeler bulunmasına rağmen, bu kitapların hemen hepsinde ilerleyen sayfalarda bu kayıtların unutulduğu yahut yokmuş gibi davranıldığı müşahade edilmektedir. Tasavvuf kitapları incelendiğinde bu durum açıkça görülür. Din ilimleri ihya etmek üzere paçaları sıvayan ve tasavvufta bir nevi tecdit yapan Gaza-li'nin İslam'la bağdaştırılması mümkün olmayan birtakım görüşlerini yukarıda ele almış ve eleştirisini yapmıştık. Aynı şekilde es-Sulemi'nin ve el-Ku-şeyri'nin eserlerinden de örnekler vererek tasvip edilemeyecek birtakım görüşleri olduğunu ifade etmeye çalışmıştık. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu eserler tasavvuftaki sapmaları ve yanlışları ayıklayıp yenilemek üzere kaleme alındığı söylenen kitaplardır. Ama bütün bunlara rağmen yine tasavvufgözlüğüyle meselelere baktıklarını belirtmiştik. Yeni tasavvufçularm çalışmalarında durum aynı şekildedir. Bunu göstermek için mesela akademik kariyeri bulunan ve çağdaşımız olan bir şeyhin sözlerinden bir örnek vermek istiyoruz.
"Yol peygamber efendimizin yoludur. Sünnet-i Seniyye'ye uyma yoludur. Bid'atlara saparsanız amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını reddeder, yüzüne çalar, kabui etmez. Sen bid'atçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez.[434]
Bu sözler Kur'an-ı Kerim'e ve Rasulullah'ın sünnetine tam uygun sözlerdir. Alkışlanacak ve okutulacak sözlerdir. Dine bağlılık ve prensiplerine riayet konusunda belki de bundan sarih ve cesur söz bulmak nadirdir.
Ama madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimiz zaman bu kaydın varlığı ile yokluğu arasında fark bırakmayan manzara ile karşılaşıyoruz. Mesela, zikrin sevabının 4.900.000 (dört milyon dokuzuz bin) olduğu (s.9), tasavvufun ilimlerin en şereflisi ve en önemlisi olduğu (s.5) mürşid denilen şeyhi Hz. Peygamberi sever gibi sevmenin gerekliliği, bunun imanın şartı olduğunun belirtildiği ve ona rabıta yapmak gerektiği (s.14, 20, 21), evliyaullahm ruha-niyetinden istimdad edilmesi gerektiği (s.14), şeyhi değiştirip başka bir şeyhe bağlanmanın yasaklığı (s.14), ölülerin hayatta tasarruf ettiği (s.13), cihadın kimin için yapıldığının belirtildiği belli olmadığı söylendiği halde zikrin Allah için (s.11), yüz defa estağfurullah, yüz defa la ilahe illallah, bin defa Allah Allah, yüz, hatta bin defa selatu selam okuyup ibadet etmeyi ve bunu başkaların ruhlarına göndermeyi (s.23-28), (Yüce Allah Hz. Peygambere sa-lat ve selam getirmemizi istemiştir, rivayetlere göre de Rasulullab teşbih, tehlil ve istiğfarda bulunmuş, ama başkalarının ruhlarına göndermemiş ve bu şekilde bol keseden sınır belirtmemiştir), duanın ibadet olduğu (s.22) belirtildiği halde bir ibadet olan zikir esnasında (mürşidinize, hocalarınıza gönlünüzü bağlayın) diyerek rabıta tavsiye edildiği (s.21) görülmektedir. Bütün bunların din dediğimiz Kuran ve sahih sünnette yer almadığı bir gerçektir. Yukarıda bid'atlara karşı çıkan ve bid'atçıların amellerinin kabul edilmeyeceğini söyleyen şeyh efendinin bu sözlerini sıralanan bu aykırılıklarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?
Bunun dışında tasavvuf kitaplarında yer alan kerametlerden menkıbelere, tasavvuf ülkesi yöneticileri diyebileceğimiz gavsı azam, gavs, ebdal, ev-tad, aktab, urefa, nukeba, nuceba, hatemu'l-evlıya'sına, sonra şeyh-müridilişkilerine, Allah-alem yahut hahk-mahluk statüsüne kadar, ameli alanda da şunu şu kadar bin defa söylemek, uyumamak, yememek, uzun yılları hücrede ve çilede geçirmek, makamdan makama geçmek, fenadan fenaya atlamak gibi aşırılıklara varıncaya kadar hemen bütün alanlarda bu kayıtlar unutulmakta veya bile bile terkedilmektedir.
Belki buna genelleme veya aşırılık denilecektir. Aşırı bir suçlama gözü ile bakılacaktır. Ama tasavvufun büyüsünden kurtulup İslam'ın ölçüleriyle kişi bakacak olursa, aynı sonuçlara varacağı muhakkaktır. Çünkü gerçekleri ne kadar görmezlikten gelirsek gelelim, bu mızrak o kadar büyüktür ki hiçbir çuvala sığmaz. Yoksa dinin özü, ruhu, canı, tuzu, biberi, edebi, ahlakı fazilet ve takvası olduğu iddia edilen[435] birşeye roüslümanların karşı çıkacak ve tepecek kadar kendi çıkarını düşünmeyen ahmaklar olduğunu mu söyleyeceksiniz? Yukarıda söylenenler için bir suçlama veya genelleme diyorsanız, müslümanları bu şekilde ahmak ve dine karşı lakayd olmakla suçlamak daha büyük bir suçlama ve genelleme olmaz mı? Dinin Özü, işe yarayanı, ihlas ve ihsanı, iman ve takvası olduğu söylenen tasavvufa bağlılıkları bulunmayan müslümanlar için "dinden nasipsiz ve ihlas ile ihsandan habersiz, takvadan yoksun" diyeceksiniz?! Bunların dinin özünden, ruhundan, işe yarayanından, zikir, tevbe, istiğfar, dua ve niyazdan yoksun olup cehennemi boylayacaklarını mı iddia edeceksiniz?!
Halbuki tasavvufun İslam'dan almış bulunduğu unsurlar dışında iddia ettiği bu şeylerin yanlış ve İslam'a aykırı olduğu delilleriyle açık bir şekilde kitaplarda sergilenmektedir. Bunları teslim edecek ve hakka boyun eğecek bir anlayışla meseleye yaklaşıldığı taktirde söylediklerimizin bir gerçek olduğu anlaşılacaktır. Yeter ki dine bağlılığı bir siyasi partiye bağlılık, milliyetçilik ve takım tutma bağnazlığı durumuna düşürmeyelim. Allah için gerçekleri kabul edelim ve rekabet havasına girmeyelim. Gerçeklerin şu veya bu kişiler tarafından söylenmiş olması onları değiştirmez. Hikmet müminin malıdır, onu nerede bulursa herkesten önce kendisi almaya layıktır.
Tasavvuf kitaplarında kişilerin bu kayıtlara bağlı kalmamalarını da hev zaman kötü niyetle açıklamaktan yana değiliz. Zira insan tabiatı her zaman sapmalara ve aşırılıklara meyyaldir. Doğruluktan saptıracak değişik etkilere maruzdur. Bunu diğer alanlarda da görüyoruz. Mesela kimi tefsir kitaplarında Hz. Peygamberin Hz. Zeyneb binti Çalışla evlenmek için onu Hz. Zeydden boşattırdığı iftirası yer alırken, kimi İslam Tarihi kitaplarında da Hz. Peygamberin müşriklerle beraber onların putları anıldığı zaman secdeye kapandığı anlatılmıyor mu? Bazı kelam kitaplarında Yüce Allah'ın bazısıfatları çarpıtılarak veya devre dışı bırakılarak açıklanırken, Kuranı Ke-rim'in yüce Allah için kabul ettiği bir takım şeyler kimi mülahazalarla yok sayılmıyor mu? Bunların da ötesinde Hz. Peygamberin cehennem azabiyla tehdit etmesine rağmen dine ve insanlara hizmet düşüncesiyle kimileri o-nun adına hadis uydurmamış mıdır? Kimileri de bunları vaaz ve nasihatlar-da kullanmaya fetva vermemiş midir?
Müçtehid imamların içtihadlarmda yanılabileceklerini kabul ediyoruz da, Firavun ı muhakkik mü'mini erden, buzağıya tapanları halis muslimler-den ve Arap putperestlerini mü'min ariflerden sayan Muhyiddin ibn Arabi'nin ve buna benzer yanlışları olan tasavvuf meşhurlarının yanlış yolda olabileceğini neden kabul etmiyoruz? Bunların İslam inancıyla bağdaşmayan görüş ve düşünceleri gözler önüne serildiği ve nasslara aykırılığı gösterildiği zaman neden bu sözlerin İslam'la bağdaşmadığını söylemiyoruz? Bu nevi sözlerin İslam'a aykırı olduğunu söyleyip müslümanları bu gibi şeylerden sakındıran ve emri bilmaruf nehyi anilnıünker yapan insanları neden hep bozguncu, şunun bunun münkiri veya sucu bucu olarak niteliyor ve düşman ilan ediyoruz? Tasavvuf meşhurlarının yanlışlarını tasavvufçu olmayanlar söyleyemez, diye dinde bir kural mı vardır? Yoksa birtakım çevreler tarafından kutsallık halesiyle kuşatılan tasavvuf meşhurlarının şeriat kar-şısıda dokunulmazlıkları mı sözkonusudur? Kimi insanların düşünce ve görüşleri sarahaten İslam'a aykırı olduğu halde, sahibini temize çıkarmak gayretiyle binbir dereden tevillerle neden dini sulandırıp hükümlerin canına okuyoruz? Bizzat tasavvuf şeyhi kişilerin "Emri maruf, nehyi münker yapmayan kavimlere Allah'ın cezası balyoz gibi iner, balyoz gibi kafasında patlar... Bir toplantıda bulunduğunuz zaman yanlış birşey söylendiyse, tek başınıza bile olsanız, kalkın 'Bu yanlıştır, katılmıyorum' deyin[436]dediği halde, bu görevi tasavvuf yanlışlarına, hatta bid'at ve hurafelerine, dindışı şeylerine karşı kimi müslümanlar yaptığı zaman neden onlara toptan savaş i-lan ediyoruz?
Adam yazdığı kitabın levh-i mahfuzda olduğunu, ona ancak temiz olanların dokunabileceğini, onun alemlerin Rabbinden indirildiğini, batılın Önünden veya ardından ona erişemeyeceğini söyleyip kitabına Kuranın vasıflarını veriyor, daha doğrusu, yazdığı kitabı Kur'an-ı Kerime nazire gibi sunuyor. [437] Bunu da birileri eleştirdiği zaman sanki suçu o işlemiş gibi oklara hedef oluyor.
Yine dine aykırılıklarla dolu Fususu'l-Hikem kitabını İbn Arabi Rasulul-lah'ın talimatı ve göğün vahyi ile yazdığını söylemekte[438] ve bilgilerini doğrudan Allah'tan aldığını belirterek şöyle demektedir:
"Allah beni gizli olarak (sırrımda) bu en büyük baba imam (Adem)'e verdiklerine muttali kılınca (bildirince), ondan benim vakıf olduğum değil, bana tanıtılanı bu kitaba yerleştirdim (yazdım). Çünkü hepsini ne bir kitap, ne de şimdi mevcut olan alem ihata edebilir. Şunlar Rasulullah'ın bana bildirdiği ve bu kitaba aldıkiarımdır. Acaba bu sözleri kitabı için bir tasavvuf meşhuru değil de, başka bir insan kullanmış olsaydı, ona da büyük veli, büyük sultan, şeyh-i ekber diyecek iniydiniz? Yoksa küfrünü değil sadece müslümanlara, dinsizlere kadar bütün insanlara yaymayacak mıydınız? Hani dinde özel imtiyazı olan veya dokunulmazlığı bulunan kişiler yoktu?!
Deniliyor ki, te'vili mümkün olduğu sürece insanları iyi gözle görmemiz ve hakkında kötü hüküm vermekten kaçınarak sözlerini tevil etmemiz lazımdır. Böylelerine hemen belirtelim ki, insanları tekfir etmek veya dinin dışına çıkarmaktan yana değiliz. Ama bağrını küfre açmış olanlar olursa, onlara da dinin gösterdiği yerlerini hatırlatmak da bir görevdir. Bununla beraber, dinin nasslarma aykırılığı, hatta edep ve ahlaka aykırılığı açık olan şeyleri hangi hak ve yetkiyle tevil ederek dinin hükümlerini oyuncağa çeviriyorsunuz, demezler mi? "Alemde ne varsa, hepsi Allah'ın görünümleridir" gibi apaçık küfür bir sözü hangi dini mantık ve yetkiyle tevil edebilirsiniz? Seri ıstılahda tevil dediğiniz olayın bir ölçüsü ve sınırı yok mudur?
Sonra, bu alemde sizin mantığınızla tevil edilemeyecek hangi söz bulunur? Dinin ölçüleriyle kayıtlı kalınmadığı ve mantığı ile hareket edilmediği taktirde tevil edilemeyecek kaç tane söz olabilir? "Onun bir bildiği vardır, siz onu anlayamazsınız" gibi savunmalarla hem yüce Allah'ı, hem müslü-manları anlayışsızlıkla itham ettiğinizin farkında mısınız? Allah dinin ölçülerini koyar ve hükümlerini belirlerken, hangi şeylerin iman, hangilerinin de küfür olacağını bilmeden mi koymuştur? Bu kadar insan bir sözün İslam inançlarıyla bağdaşmadığını söylerken bunların hiç mi dinden haberleri yoktur?
Şüphe yok ki İslam'da hak ile batıl, doğru ile yanlış tamamen belirlenmiştir. Bunların ölçüsünü yüce Allah koymuş ve insanların heva ve heveslerine bırakmamıştır. Rahmetinin bir eseri olarak insanoğlunun elinden tutmuş ve gideceği yolu göstermiştir. Hz. Adem, Allah'tan kendisine uyan geldiği halde yasak ağaçtan yeme gibi bir hataya düşebildiği gibi, onun nesli olan insanlar da hatalara düşebilirler. Durum böyleyken, tasavvuf meşhurlarının aklının Hz. Adem'in aklından ve bilgisinin onun bilgisinden daha büyük olduğunu kim söyleyebilir?
Onun için İslam, hak ile batılın ölçüsünü ve sınırını göstermiştir. Biz insanlar kendimizden hak ve batıl Ölçüsü koyamayız. Bir şeyi tevil edebiliriz ama yaptığımız bu tevilin hak olduğuna dair elimizde dinin koyduğu Ölçüler dışında kesin bir delil yoktur. Onun doğru olup olmaması, dinin bu ölçülerine uygun olup olmamasıyla ancak anlaşılır. Birşey dinin ölçü ve hükümlerine aykırı ise, bütün dünya tevil etse bile o hak olmaz ve batıl olmaktan onu çıkarmaz.
Sonra, hak ve batıl İslam'da çoğunluk veya azınlıkla belirlenen bir şey değildir. Çünkü hakkı ve batılı belirleyen Yüce Allah'tır:
"Hak batıldan ayrılmıştır. Kim tağutu inkar eder ve Allah'a iman ederse, sağlam kulpa sarılmış olur ve o hiçbir zaman kopmaz.[439]
"De ki, hak Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman eder, dileyen inkar eder. [440]"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka birşeye tabi olmaz, yalandan başka söz söylemezler. [441] "Din konusunda sana bir şeriat verdik. Sen ona uy, bilmeyenlerin heveslerine uyma. [442]
"Eğer hak onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler, yer ve bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. [443]Yahudiler kelimeleri üç şekilde tahrif etmişlerdir. Birincisi, kelimeleri başka kelimelerle değiştirmek şeklindedir. İkincisi, kelimelerin yapılarını, terkibini değiştirmek, şeklindedir. Üçüncüsü de gerçek manalarından başka manalarla yorumlamak (tevil etmek) ve manalarından uzaklaştırmak şeklindedir. Kur'an-ı Kerim'de her üç durumda da Yahudilerin bu davranışlarıyla haktan saptıkları ve batıla yöneldikleri belirtilmektedir.
Bunlar Tevratın kelimelerini başkalarıyla değiştirmiş, kelimelerin terkip ve yapısını bozmuş yahut delalet ettikleri manalardan başka manalara çekmiş ve manalarını bozmuşlardır, Böylece Allah'ın kitabı Tevrat'ı tahrif ettikleri ve sapıklığa düştükleri açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu yollardan en çok başvurdukları da Tevrat'ın kelimelerini tevil etmek ve manalarını saptırnıak olmuştur. Bunu bile bile yapmış ve batıh hakka tercih ederek felaketlerini hazırlamışlardır.
Kur'an-ı Kerim bizi Yahudilerin yolunu izlemekten şiddetle sakındırırken, onların yaptıkları gibi Kur'an'm ayetlerini bu şekilde tevil etmekten de elbette sakındırmakta ve dikkatlerimizi çekmektedir. Kur'an ayetlerini he-va ve heveslerimize uydurmak, onların anlamlarını değiştirmek ve yanlış birtakım anlayışlara uydurmak yahut paravan yapmak elbette insanı yahu-dilerin durumuna düşürür ve haktan uzaklaştırır. Bu bakımdan tevillerle hakkı batıla yahut batılı hakka çevirmekten sakınmak ve bu fitnenin kapısını çalmaktan son derece sakınmamız gerekir.
Tasavvuf yolunu meslek ve kurtuluş yolu olarak seçen Gazali, tevilin kötülüğüne ve haramlığına dikkati çekerek hatmilerin şeriatı bozmak için izlediği yol olduğunu söylemekte ve bundan sakındırarak şöyle demektedir: "Diğer bir mesele de, şeriatın lafızlarının, zahir (açık) anlamlarından akla gelmeyen batini başka anlamlara çekilmesidir. Batınilerin yaptıkları teviller gibi bu da haram ve zararı büyüktür. Çünkü lafızların sariden gelen bir nakil ve zaruretin gerektirdiği akli bir deiil olmadan zahir anlamlarından başka manalara çekilmesi kelimelere güveni yok eder ve hem Allah'ın hem, Rasulullah'm kelamının yararı kalmaz. Bu da zararı büyük yaygın bid'atlardandır. Böyle yapanlar garip şeyler söylemek ve nakletmek hevesiyle yapar. Zira garip şeylere halkın meylinin çok olduğunu biliyorlar. Batıniyye mensupları bu yolla, zahir anlamlarını kendi görüşleriyle tevil ederek şeriatın tamamını yıkmaya çalışmışlardır.[444]
Birtakım insanları kurtaralım derken, dinin canına okumaktan v hükümlerini heveslerimize uydurmaktan şiddetle sakınmamız gerekir. Belirttiğimiz gibi, bu şekilde tevillere ancak kalplerinde hastalık olanlar başvurur. Bu konuda bütün tefsir kitaplarında yeterli bilgiler vardır.
Ameli tasavvufa gelince, şüphe yok ki, İslam, iman esaslarını gösterip nasıl inanılacağını belirlediği gibi, Allah'a nasıl ibadet edileceğini de belirlemiş ve göstermiştir. Bunu kesin sınırlar ve hükümlerle sınırlandırmıştır. Bu sınırlan aşmanın ve şeklini değiştirmenin haram olduğunu söylemiştir. Böyle yapanların cehennemlik olduğunu ve getirdikleri değişikliklerle beraber cehenneme gideceklerini haber vermiştir.
Birileri bu sınırları aşacak ve şeklini değiştirecek olursa, müslümaıılarm bunun yanlış olduğunu söylemeleri ve faili uyarmaları gerekir. Bu konuda bir tasavvuf şeyhinin söylediği şu sözlere hak vermemek mümkün değildir.
"Bid'atlara saparsanız, amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini,haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını reddeder, yüzüne çalar, kabuj etmez. Sen bid'atçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez.[445]
Bu ölçüyü aşan kişinin Ali veya Veli olması durumu değiştirmez. Bir topluluk inanç diyerek tevhide aykırı her türlü düşünceyi sergiliyor, ibadet diyerek sazlı sözlü, neyli kavallı, kudüm ve tefli, danslı gazelli, bağırıp çağırarak, kadınlı erkekli aşk ve şarap kasideleri okuyarak, gözbağcılık ve şamatalarla asıp keserek, şişler batırıp karınlar yararak ibadet ediyorsa, buna bütün müslümanlann karşı çıkması ve uyarması gerekir. Aynı şekilde ucu bucağı görünmeyen teşbihlerle, sonu gelmeyen zikir ve ayinlerle, sayısı tükenmeyen virdlerle, karanlık hücrelerde gözü yumup başı Örterek çile doldurmalarla ibadet ettiğini söylüyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Yine vücuduna eziyet ederek, aç susuz kalarak, güneş altında eziyet çekerek, helal dünya nimetlerinden yüz çevirerek, eşinin ve çocuklarının üzerindeki haklarını gözetmeyerek, başkalarının sırtından asalak geçinerek, bir lokma bir hırka deyip hayattan el-etek çekerek ibadet ediyorsa, kısaca Hristiyanlığın ruhban hayatını İslam'ın ibadeti olarak biliyorsa, ona da karşı çıkmamız ve uyarmamız lazımdır. Yine bütün ibadet şekillerinde Rasulullah'm, ashabının ve ondan sonra gelen salih selefin yapmadığı şeyhe rabıta, efendi ve üstadlan kalbde ve gözönünde hazır tutma yolu ile ibadet ediyorsa, dileklerinin yerine gelmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi için Allah yerine ölülere, şeyhlere, yatırlara, velilere ve başka şeylere yalvarıp istimdat ediyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Bunların yanlış olduğunu söyleyen ve "emri bilmaruf nehyi anilmünker" görevini yerine getiren insanlara köstek değil, destek olmamız lazımdır. Bunu yapan insanları "uydum kalabalığa" deyip aforoz etmek yahut linç edilmesi için ferman çıkarmak elbette İslam diniyle bağdaşmaz. Hatalarımı bana gösteren kişiden Allah razı olsun, diyerek bütün müslümanlann her türlü bid'ata karşı çıkmaları ve uyan görevlerini yerine getirmeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yeni tasavvufçulann eskilerin yolunda olduklarını görmek için bazı örnekler verelim:[446]


[434] Prof. Dr. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 2(i Cîümıii Y.ıymevı, Konya, 1990.

[435] Prof.Or.ha! Coşan, ,ı.u.e..S,3S.

[436] I'rof.Dr.Es.it Coşan, a.g.e. 33.

[437] Bıınu islerseniz kendi sözlerinden dinleyelim: "Canibi ilahiden vahyi müruel olan Kur',ın-ı Kerim nasıl avni samedanıcie ise, onun evvelinden de, sonundan d<ı Ilıtılın ^uhuruna iniktin ve ıhlima! yoksa, Me.sne-vi de öyledir, ilhamı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhurun,! imkan yokkur. I l,ıii,ı iptali ve l.ılınli de kabil değildir." Tarihu'l-Mevlevi, Şerhi Mesnevi, 1/38-3'). Ahmed Said Matbaası, İst.ınbul lf)7i.

[438] İbn Ar.ıbi, Fuhusu'l-Hikem, l/4(i, Afif neşri.

[439] Bakara,256..

[440] Kehf,29.

[441] En'am,116.

[442] Casiye,18.

[443] Mü'minıın,71.

[444] el-Gaz.ıti, ihy,uı Ulumiddin, 1/43, el-H.ı!el)i, K.ıhire, 410

[445] Prof.Qr.Es.it Coşan, .ı.g.e.,29.

[446] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 401-411.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
a. Günümüzde Hakikat-ı Muhammediyye veya Nur-u Muhammedi


Allah'ın dinine yapılan en büyük haksızlıklardan ve insanların zihnine sokulan en büyük bid'atlardan biri olan Hakikat-ı Muhammediyye yahut
Nur-u Muhammedi hurafesinden başlamak istiyoruz. Bu inancı yahut bid'atın değişik şekillerde ifadesini çağdaş tasavvuf meşhurlarının hemen hepsinde görüyoruz. Mesela Ramazanoğlu Mahnıud Sami'den başlayarak örnekler verelim:
Abdurrezzak'ın Musannefinden nakledildiği söylenen batıl bir rivayete dayanarak R. M. Sami bunu ifade etmekte ve şu rivayeti aktarmaktadır: "Ya Cabir! Tahkiken Allah tebareke ve teala hazretleri cemi eşyadan evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. Dahi şöyle eyledi ki: O nur Allah te-alanın kudretiyle dilediği yerlerde devredip gezerdi. O zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin, ne de ins vardı. Hasılı, mahlukattan bir nesne yaratılmamıştı.[447]
Ondan sonra buyurdular ki, Hak Teala hazretleri mahlukatı yaratmak dilediği zamanda o nuru taksim edip dört cüz kıldı. Evvelki,cüzden kalemi halketîi. İkinci cüzden levhi halketti. Üçüncü cüzden arşı halketti. Dördüncü cüzü taksim edip dört 1 cüz kıldı. Onun dahi evvvelki cüzünden arşı yüklenen melekleri halketti.. İkincisinden kürsiyi halketti. Üçüncüsünden geri kalan meiekleri halketti. Dördüncü cüzünü yine taksim edip dört cüz kıldı. Evvelkisinden gökleri halketti. İkincisinden yerleri halketti. Üçüncüsünden cennet ile cehennemi halketti. Dördüncü cüzünü yine taksim edip dört cüz kıldı. Evvelkisiden mü'minlerin gözlerinin nurunu halketti ki İkincisinden kalplerin nurunu halketti ki o, marifetullahdır. Üçüncüsünden dillerin nurun halketkti ki o dahi tevhid olup la İlahe İllallah demektir.[448]
Görüldüğü gibi R. M. Sami, "Musahabeler" adlı kitaplarının dördüncüsüne bu batıl sözlerle başlamakta ve insanların zihinlerine bu inancı, yani Ha-kikat-ı Muhammediyye yahut Nur-u Muhammedi inancını yerleştirmektedir. Halbuki sözkonusu ettiği rivayetin gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, bu konuda varid olan sahih rivayetlere aykırılığı da açıktır.
Yine çağdaş bir başka tasavvuf meşhuru güya Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye nasihatini naklederek bu inancı şöyle dile getirmektedir:
"Ey Allah'ın arslanı olan Ali! Şecaat ve kuvvetine sığınma, seni yoldan şaşırtmayacak bir akl-ı kamil'in eteğine sarıl. Onun gölgesi altında yürümekle peygamberlere varis ol. Kıyamete kadar o akl-ı kamil'in evsafını sana söylesem bitmez. Çünkü O'nun vasfı, namütenahi olan Allah'ın vasfı demektir.
Ey Ali! Akl-ı Kamil'in gösterdiği yoldan sakın dışarı çıkma. Çünkü onun yolu, Allah'a vuslat yoludur. Her kim ki akl-ı Kamil'in gösterdiği yoldan sapar, kendince yaptığı taata itimad gösterirse, Allah'ın kahr ve gazabına kendini teslim etmiş olur.
Ey Ali! Sen kendine, kendi ilmine, kendi büyüklüğüne güvenmeyip koca ululazm Musa aleyhisselamın Hızır aleyhisselama tabi olduğu gibi, akl-ı Kamü'e himmet ve itaatla ondan istifadeye çalış.
Ey Ali! Zatını, zat-ı Hak'ta, sıfatını sıfat-ı Hakta, ef alini ef ali Hakta fani kılmak üzere akl-ı Kamü'e sarıl. Ona mubayaa eden kimse Allah'a mubayaa etmiş olacağına dair Fetih suresinde "Ey Rasulüm-, gerçekten sana biat edenler (ölünceye kadar emrine bağlılık ve teslimiyet sözü verenler) ancak Allah'a biat etmiş olurlar..." denmektedir.
Ey kardeş! Bu vasiyetlerden anlaşıldığı veçhile, uyulması tavsiye edilen Akl-ı Kamil, bizzat Rasulullah'm gösterdiği yol, yani (sünnet-i seniyyeVden ibarettir.[449]
Bu uzun lafın arkasından uyulması tavsiye edilen yolun sünneti seni yy e olduğu ifadesi eklenmesine rağmen, gerçekte bunun Hz. Muhammed'in kendisi, yani Hakikat-ı Muhammediyye olduğu açıktır. Çünkü onun vasfı namütenahi Allah'ın vasfı olduğu yukarıda açıkça belirtilmektedir.
M. Nusret Tura ise Hakikati Muhammediyye inancını özet olarak şöyle dile getirmektedir :
"Hz. Allah, alemi insan için, yani Habibin zuhuru için yaratmıştır. Nitekim Habibi de kendisi için yaratmıştır. [450]
Günümüzde Tasavvufun kutuplarından biri olarak şöhret bulan Haydar Baş'ın İslam'da Zikir kitabından da bir alıntı yapalım:
"Tabakat kitapları Hz. Peygamber'in ana rahmine düştüğünde bu nurun Hz. Amine'
ye intikal ettiğini, bu tecellinin daha sonra sahabi olacak birçokları tarafından müşahade edildiğini bildirirler.
O halde nerede bir güzel ve güzellik kırıntısı var ise, orada Hz. Muhammed'in nurundan bir İz mevcuttur.
Onun peygamberliği bütün peygamberlerden önce, gelişi ise, kemalaîı temsilen hepsinden sonra olmuştur. Nitekim buyurur ki: "Adem su ile çamur arasında birhafde iken ben yine peygamberdim".
İlk nur ve ilk peygamber olarak yaratılan alemlerin efendisi, en temiz soylardan süzülerek ve seçilerek gelmiştir. Ondan dinleyelim:
"Ben insan oğlunun geride bıraktığı en seçkin devirlerden çağlar boyu seçile seçile geldim ve içinde bulunduğum çağda ortaya çıkarıldım."
"Ben Adem'den beri hep tertemiz nikahlı analardan geliyorum. Benim geçmişimin hiçbirinde bir yüz karası yoktur."
"Cebrail bana geldi ve dedi ki: Ailah sana selam gönderiyor ve şöyle buyuruyor; Ben seni dölleyen soya, taşıyan rahme, kucağa cehennemi haram kıldım."
Beşerin en hayırlısı olan Hz. Peygamber'in dünyaya gelişi esnasında annesi Hz. Amine'nin kendisinden bir nurun çıkışını ve Şam binalarının bu nurla aydınlanışını gördüğünü kaydeden tarihçiler, aynı zamanda Muhammedi nurun arzı kuşatacağına işaret etmekteydiler.[451]
Hakikat-ı Muhammediyye yahut Nur-u Muhammedi inancının başka dinlerden alınmış batıl bir inanç olduğuna dair Arif Erkanın şu sözlerine kulak verelim:
"İslam mutasavvıfları, Hristiyanlara bir rekabet olarak Nur-u Muhammediyye hikayesini uydurmuşlardır. Bu hikaye tasavvuf kitaplarının pekçoğunda bulunmaktadır. Şöyleki: 'Miladi dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda milyonlarca Hristiyan Hz. İsa'ya Allah diye îaparken, müslümanların Hz. Muhammedi Ademîler (insanlar) sırasında tutmuş olması, bu İki şahsiyete gösterilen sevgi ve saygı derecesinde bir denksizlik doğurabilirdi. Dolayısıyla İsfam mutasavvıfları, iki rasulün arasındaki bu farkı kaldıracak bir nazariyye kabul ettiler. Hz. Muhammed, insan olmakla beraber, ondan hilkatten önce yaratılmış bir nübüvvet nuru vardır. Hz. Adem'de parlayan bu nur, kendi evlad ve ahfadına geçerek nihayet Hz. Muhammed'de karar kılmıştır. Bu esasa göre Hz. Muhammed, bütün insanlardan önce yaratılmış ve bütün peygamberlerden sonra gönderilmitir. O, Allah yaratıklarının ilki ve Allah elçilerinin sonuncusudur. Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'dan önce yaratılmış olan Nur-u Muhammedi'nin mertebesine erişmiş hiçbir peygamber yoktur...'
Bu fikirler ya Yeni Eflatunculuktan veya Sasani hükümdarları zamanında yazılmış bir kitaptan alınmış ve yukarıda zikrettiğimiz gibi Hristiyanlara rekabet ofarak bir Nur-u Muhammediyye hikayesi uydurulmuştur. Hürmüz'ün bu dünyayı, bütün yaratıkları ve melekleri kendi nurundan yarattığı zikrolunur. Fakat bu nur masalı daha çok zaman önce Acemistan'da ve acemlerin kitaplarında da vardır... Bu fikirler
Esatir-i Asumânî (Semavi Düsturlar) adlı eski bir acem kitabında vardı. Bu nur hikayesi Süleyman Çelebi'nîn Mevlid'ine de girmiştir.[452]


b. Günümüzde Vahdet-i Vücud


İslam kültürüne ve müslümanların zihnine sokulan şirk inançlarından biri şüphesiz vahdet-i vücud inancıdır. İster sözlük anlamıyla olsun, ister terim anlamıyla olsun, manası varlığın birliğidir. Yani alemde Allah'ın varlığından başka bir varlık mevcut değildir. Görülen bütün varlıklar Allah'ın birer tezahürü, görünümü veya tecellisidir. Manası bu kadar açık olmasına rağmen bu bid'atı ortaya atan tasavvuf meşhurlarının şeyhi ekberi olan İbn Arabi'yi kurtarmak amacıyla birçokları bunu evirip çevirerek tevil etmiş ve şirk bir inanç olmadığını anlatmaya çalışmıştır. Ne olursa olsun, yenilerin de eskiler gibi vahdet-i vücud inancını yadırgamadıkları ve gönül huzuru içinde benimsediklerim göstermek için bazı örnekler verelim:
Said Nursi, vahdet-i vücudun çok yüce bir meşreb olduğunu söylemekte, ancak halka anlatılmasının birtakım fitnelere sebep olacağını belirtmektedir. Yüce Allah hesabına diğer varlıkların varlığını İnkar etmek iken, halka anlatıldığında diğer varlıkların hesabına bu sefer Yüce Allah'ı inkar etmeye sebep olur, dedikten sonra şöyle söyler:
"Vahdet-i vücud meşrebi masivayı ilahinin (Allah'tan başkasının) rububiyyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkar ve İkiliği reddediyor. Değil nefsi emma-renin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefsi emmareyi şişirmesiyle ve ahireti ve halikı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfusu emmare küçük birer Firavn ittihaz etmek istidadında bulunan İnsanlara vahdet-i vücudu telkin etmek nefs-i emmareyi (eliyazubillah) öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz. .[453]
Said Nursi, Mustafa Sabri ile Musa Bekuf un vahdet-i vücud konusundaki görüşlerine değinmiştir. Mustafa Sabri'nin vahdet-i vücudu reddeden görüşlerine katılmadığını ifade ederken, Musa Bekuf u da modernist olarak nitelemekte ve görüşlerini paylaşmadığını belirterek şöyle demektedir:
"Mustafa Sabri, gerçi müdafaasında Musa Bekuf'a nisbetle (o konuda} haklıdır. Fakat Muhyiddin (İbn Arabi) gibi uîum-u İslamiyyenin bir mucizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır. Evet, Muhyiddin kendisi hadi ve makbuldür. Fakat her kitabında muhdi ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaidi Ehli Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelamları (sözleri)nin zahiri dalalet ifade ediyor Fakat sahibi kafir olmaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavaidi Ehli Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiştir.[454]
Mektubat kitabında da vahdet-i vücudu şöyle tevil etmektedir: "Vacibul vücudun vücudunu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkelyakin derecesinde inkişafiyla, vücudu mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz, adeta vacibul vücudun hesabına kainatı inkar eder. [455]
Vahdet-i Vücudun İslam prensiplerine aykırı bazı yönlerine temas ettikten sonra Nokta Risalesinde bunun ayrıntılarım belirttiğini söylemekte ve İbn Arabi'nin velilerüstü (Hatemu'l-Evliya) bir velayete sahip olduğunu belirtmektedir. İbn Arabi'nin aykırı ifadelerini istiğrak ve sekr hallerinde söylediği halde sahv halinde bunları söylememesi gerektiğini belirtmektedir. [456] İsterseniz İbn Arabi'nin yanılmazlığını ve gaybı kesin olarak bildiğini Said Nursi'nin izleyicilerinden olan meşhur bir "Hocaefendi"den de dinleyelim:
"Muhyiddin İbn Arabi gibi hakikatbîn (gerçeği gören) bir göz, eğer birşey gördüğünü söylüyorsa, bu doğrudur, muhakkaktır. Bizlerin hilafıvaki (gerçek dışı) beyanda bulunması ihtimal dahilinde olsa bile, Allah'a bu denli merbut (bağlı) bulunan ruh insanları için bunu düşünmek mümkün değildir. Evet, bizim gibi zayıf ve hakikata pamuk ipliğiyle bağlı kimselerden arasıra hilafı vaki beyanlar sudur edebilir. Fakat Muhyiddin İbn Arabi gibi daima Rabbin azametini, mehabetini üstünde hisseden w her zaman kesret cehennemlerinin (Allah'ın dışında ve Allah olmayan varlıklarınbulunmasının) dehşetini ruhunda duyan, vahdet (vahdet-i vücud) cennetlerinin büyüleyici güzellikleri karşısında mestu mahmur dolaşan birisinin haktan hakikatten ayrılıp hilafı vaki beyanlarda bulunması muhaldir. Binaenaleyh, ne demişlerse doğrudur. Ancak söyledikleri sözler için de, Kur'an ve Hadis'in müteşabihatı olduğu gibi, yani bizler tarafından asıl maksadının anlaşılması imkansız veya çok zor bir kısım beyaniar bulunduğu gibi, manasını hiç anlayamadığımız ifadeler de bulunmaktadır.[457]
"Şeceratu'n-Numaniyye gibi hemen çok eserlerinde Hz. Muhyiddin, o gaybbîn (gaybı gören) gözü ile bazı hakikatları keşfedebilmesi, bazı gaybi haberler verebilmesi, Allah'ın ihsanı olan ilham esintileriyle, halihazırdaki durumu apaydınlik gördüğü gibi, Allah'ın lütfü ile geçmişi, geleceği de Önündeki kitabın sayfaları gibi görüp okuyan, açık kapalı tevillerde bulunan bir meşrebin kutbu ve harika bir zatttr. [458]
"Şimdi O, Cenab-ı Hak'tan gelen esintiler ve ilahi tayflara dayanarak bunları söylüyor. Kendinden değil. Zira et ve kemikten ibaret bir varlık bunları söyleyemez. O bütün benliğiyle Allah'a yönelmiş, mahiyetiyle melekleşmiş, Rabbimiz de onun me-lekleşen mahiyetine bir lütuf olarak, ona ruhlar ve ruhaniler seviyesinde bir letafet vermiş. Bu letafet sayesinde eşyanın hakikatine, hatta geçmiş ve gelecek zamanlara nüfuz İle geçmişteki müphem vakalardan gelecekteki meçhul hadiselerden... bahsetmektedir. [459]
Şimdi de diğer tasavvuf meşhurlarından örnekler verelim ve nasıl aynı yolun yolcuları olduklarını görelim:
"Vahdet-i vücudun manası: Salik ne zaman mertebe-i tabiatı, nefsi, ruhu ve sırrı kateylese (aşsa) ve cümleyi fani eylese, ancak zatının vücudundan olan vacibul vücud kalır. Bütün mümkinat, hatta nefsi bile yok olur, cümlesi mün'adim (yok) olunca, vücudu zatından olan vacibui vücud kalır. İşte vahdet-i vücudun manasıbudur. Ben dedim ki: Salikde vücud kalmasa, Hakk'ın cemaline ne ile görür? Buyurdular ki: İnsanda bir vücudu manevi vardır, onunla görür, asıl vücut fena bulsa, nutfe-i İmkan kalır, o gitmez.[460]
"Allah'ın Abdulkadir Geylani'ye seslenişi şöyle anlatılır: "Ya Gavsul azam, insanın cisminde, kalbinde, nefsinde, ruh ve işitmesinde, el ve gözünde, hülasa insanlığında bir kelime ile bütün beşeri sıfatların tümünde zahir olan Benim, o yoktur, illaki Ben varım. Ve Benden gayrisi da yoktur? [461]
Muhyiddin ibn Arabi'nin Hakkı teşbih cihetinden mevcudatı dört kısmn ayırdığı ve en çok teşbih edenlerin cerhadat olduğunu Ramazanoğlu Mahmud Sami naklederken, [462]Mehmed Zahid Kotku da Aziz Mahmud Hudainin şu sözlerini nakletmektedir: "Tevhid ettikçe, masiva (Allah'tan başka şeyler) nazarımdan kaybolurdu. İştigal zamanımda her eşyanın teşbihini işitirdim. Hatta bevlimi hapsederdim ki, teşbih edenlerin üzerine vaki olmasın. [463] Yüce Allah "onların teşbihlerini anlayamazsınız[464] diyedursun, ermişlerimiz cansızların teşbihlerini anlamakta ve üzerlerine düşmesin diye de bevlini hapsetmektedir.
Tasavvufu savunanlardan biri de vahdeti vucud inancı ve İbn Arabi için şöyle demektedir:
"Esasen vahdeti vucud görüşünü ortaya atan sadece Muhiddin Arabi hazretleri değildir. İmamı Gazali de özellikle Mişkatu'l-Envar isimli eserinde bu konuya oldukça değinmiştir. Bırakınız Muhiddin Arabi veya imamı Gazali'yi, bugün maalesef zahir ehlinin büyük bir ayıpla inkar ettiği veliler, tüm peygamberler Allah'ın tek oluşunu ve tekten başka hiçbir şeyin mevcudiyetinin olmadığını ifade etmişlerdir. Vahdeti vucud konusunu, belki size tuhaf gelecek ama en iyi şekilde Kur'an ve hadislerde bulabilirsiniz. Hatta Hz. Muhammed'in vahdeti vucud görüşünün üsîünde olan vahdeti şuhud görüşüne sahip olduğunu bilmekte fayda vardır. Muhyiddin Arabi zamanının dörtlerinden bir veli idi....
Bir başka yön de, İbn Arabi'ye bazı tasavvuf ehlinin de aşırı tepki göstermesi ve tenkit etmesidir. Biz, İslam'ın neredeyse anayasasını hazırlayan ibn Arabi'ye yapılan saldırı ve eleştirileri boynu bükük bir şekilde karşılıyoruz. Ancak unutulmamalı ki Galileo'yu "Dünya dönüyor" dediği için Engizj.yon mahkemelerinde süründüren zihniyet aynen Arabi'yi de mahkum ediyor. [465]
Kur'an'ı temel ölçü edindiğini iddia ettiği halde Muhyiddin Arabi'nin yaklaşımlarını çağdaş bir üslupla tekrarlamaktan ve gayba taş atmaktan cekinmeyen Yaşar Nuri Öztürk ise şöyle diyor:
"Temelde iki varlığın mevcut olduğunu kabul, şirktir. Yaratıcı kudret ve yaratıcı oluş eşsizdir. O halde birtek şey aynı anda kendi kendinin zıttı nasıl olur? Kur'an "Evvel ve ahir, gizli ve açık hep Allah'tır" demiyor mu? Zuhur ve tecellinin, bizim gözümüzle görülmesi ve yine bizim idrakimiz tarafından kavranması, tek olanı parçalar ha-ünde görmeyi, göstermeyi zorunlu kıiıyor.(...)
Bunun içindir ki tevhidin Özünü veren formül cümle (keîime-i tevhidjde olumsuz ve olumlu olmak üzere İki ifade (la ve illa) vardır ve tevhidi gerçekleştirmek, la ve il-la'nın üstüne çıkmak, yani çamaşırı yıkayanlara değil, çamaşırı yıkatanın ardında olduğu hedefe bakmaktır.[466] Hz. İsa, insan oğlunun yaratılış gayesi olan bu tevhidi gerçekleştirme espirisine şu sözü ile işaret etmektedir: "İkiyi bir yapınca insanoğlu olursunuz". Yani iki gibi görünenin, esasta bir ve aynı olduğunu farkedince insan olursunuz. Zıtlar ve çokluk "görüntü"sünün arkasındaki gerçeği önce farkederiz ve birlik esastır, deriz. [467]
"Bir tek vücut, böyle parçalamalara, böyle derecelendirmelere ne imkan verir, ne de İhtiyaç gösterir. İbn Arabi'nin tesbitiyle Zeyd, şahsı itibariyle tek bir hakikat ve keyfiyettir. O elinin, ayağının, gözünün... bir toplamı değildir. Hak da böyledir. O, bize tecelli anında suretlerle çoğalıyorsa da, hakikati ve zatıyla tektir. Aynen bunun gibi, Bir (şahıs) zat, sıfat ve fiiller halinde görülürse de esasta birdir. Birin sıfat ve fiillerine biz kainat, tabiat vs.diyoruz. Bu isimlerin, bu suretlerde görünen Bir'den başkası olmadığını bilmek gerekir. İbn Arabi, bu görüntüye "Rahmani nefis" diyor. Rahmani nefis veya çokluk halindeki "görüntü", esası ve hakikati ile tek olan denizin dalgalarına benzer. Dalgalar, denizin dışında İkinci bir varlık değildir...."
"Bu dalgalar yerine Mevlana'nın "Bez üstünde rüzgar tarafından sallanan arslanlar" veya İbn Arabi'nin "Gölge" benzetmesini kullanabiliriz. Bez üstüne çizilen arslan suretlerinin sallanışına bakan insan, onların hareketlerini kendilerinden bilir. Oysaki onların hepsini hareket ettiren birtek kuvvet vardır:Rüzgar. Eğer çokluğu Birin gölgesi olarak alırsanız durum daha iyi anlaşılır...."
"Suret (görüntü) gölge veya dalga... çokluk alemi için hangisini kullanırsanız kullanın, onun Bir dışında gerçekten varlığı yoktur. O, Bir'in değişik şekii ve renklerle görünüşüdür ki olabilir de, olmayabilir de. Ama deniz, gölgeyi bırakan varlık veya bezlerin arkasındaki rüzgar hep vardır. O, bugün bu surette, yarm bir başka surette görünebilir. O halde kainattaki bütün değişmeler, yok olmalar- var olmalar Bir bünyesinde değil, görüntü bünyesinddir...."
"Ancak varlığın birliği bahsinde Bir olanla, bu Bir olanın esası konusunda Kur'an-dan kaynaklanan hakim düşünceye çok kısa bir göz atmak durumundayız. Bu nokta, özellikle Einstein'ın atomu parçalayan ve maddeyi, enerjinin yoğunlaşması olarak gösteren tesbitinden sonra iyice dikkat çekici hali geldi, kanısındayız. Kur'an onbeş asır gibi uzun bir zaman önceden "Allah'ın göklerin ve yerin nuru (ışığı) olduğunu açıkça söylemiştir"[468] Göklerin ve yerin nuru oimak, varlığın tamamı olmaktan başka nedir ki? Vahdeti vücudun, Allah'ı, varlığın esast ve tümü sayan anlayışıyla, andığımız ayetin beyanını birlikte düşünürsek, Bir olanı, yani tek vücudu ışık olarak değerlendirebilir miyiz?
Tasavvufi düşünce "Allah, varlığın aslıdır ve madde değildir" kanaatini taşıyor. Bu düşünceye göre: "Asl-ı alem vahiddir ki Allah Teaala hazretleridir ve kezaiik aslı alem vahiddir ki cisim değildir". Yine bu düşünce, varlıklar alemini, alemin aslı olan Bir'in yani Allah'ın tecelli ve zuhurları olarak görür. Bu görüşü, Einstein düşüncesinin tesbiti ile birlikte düşününce, şöyle diyebilir miyiz: Göklerin ve yerin, yani varlığın esası olan yaratıcı veya Bir, sui jeneris bir enerji gibi, iradesi yönünde yoğunlaşmakta ve yüzbinlerce şekil halinde bu çokluk alemini ortaya koymaktadır. Fakat bu alem, o asli enerjiye bağlı olarak fardır. Her an yok olabilir, fakat vechuliah olan asıl yok olmaz ve daha başka biçimlerde bir başka çokluk alemine vücut verebilir. [469]
"Mevsuf (bir) yeni yeni tecelli ve zuhurlarla sürekli olarak yeni çokluk alemleri ortaya çıkarmaktadır. Bir'in sürekli zuhuru halk, bizzat kendi zatı veya vechi Hak olunca, varlıkta bizim için iki yüz veya iki yön sözkonusu olmaktadır. Değişmeze, mutlaka, vechullaha bakan yüz ve yön. Değişkene, izafiye, zuhur ve tecelliye bakan yüz ve yön. Bunların ilkinde tenzih (noksanlık, sayı, benzetmeden arı tutmak), ikincisinde teşbih (çoklama, benzetme konusu yapmak) esastır. İbn Arabi'nin dediği gibi, ilahi isimlerin her biri- ki alem onların görünümünden ibarettir- mutlaka izafe-tiyle tenzihin, surete izafetiyle teşbihin konusudur. Aynı şekilde, varlık tenzihe konu olan yanı, yani aslı bakımından kadîm (ezeli), teşbihe konu olan yanı, yani zuhuru bakımından hadis (soradan olma)dır. [470]
İbn Arabi'nin Hz. Nuh'un halkına daveti tenzih yönü ile tek yanlı olarak götürdüğü için halkının kendisine inanmadığını, halbuki biraz tenzih, biraz teşbihle götürmesi gerektiğini belirten sözlerini yerinde nakletmiştik. Görüldüğü gibi, Yaşar Nuri Öztürk de İbn Arabi'nin ağzıyla konuşmakta veYüce Allah'ı tanıtırken hem teşbih, hem tenzih anlayışını sürdürmektedir. Yaşar Nuri'nin ağzına kadar tasavvuf dolu bilgi küpünden sızan anlayışından bu kadar alıntı ile yetiniyoruz.
Prof. Dr. Erol Güngör de Hallac'ı İslam'ın şehidi ve İbn Arabi'yi İslam ezoteriznıinin kurucusu olan adam diye niteleyerek göklere çıkarmakta, "gizli bir hazine idim" diye başlayan uydurma hadise dayanarak insanın Allah'ın aynası ve görünümü olduğunu şöyle belirtmektedir:
"Ama insan, işaretten de öte, ilahi ihtişamın kendini aksettirdiği ve kendi mükemmel şeklini temaşa ettiği bir aynadır. Peygamber'in ifadesiyle: "Ben bir gizli hazine (kenzi mahfi) idim, bilinmek istedim, bu sebeple insanı yarattım ve onunla tanındım" (....)
Tanınmak, bilinmek isteyen ilahi varlığı sembolize eden bu gizli hazine, mutlak varlığı bütün giriftliğiyle ifade etmektedir. Bu varlık bir yandan kendi parlaklığına zıt gelen yalnızlıkta kalamaz, tıpkı güzeiliğin tabiatın icabı, kendini göstermek istemesi gibi; Öbür yandan da bu hazine ancak kendisini seyredebelir. Zira böyie bir aşk yine sadece aşk tarafından bilinebilir. Peygamber'in çok yüksek metafizik mana taşıyan bu tebliği İslam mutasavvıflarının gerek tanrıya, gerek insana bakışlarında tükenmez bir kaynak olmuştur.
Bu tebliğin şehid İslam mutasavvıfı Hallaç tarafından nasıl hissedildiğine ve yaşandığına bakalım.
"Her şeyden önce, yaratılıştan önce, Tanrının yaratma ilminden de önce, Tanrı kendi birliği içinde yine kendisiyle karşı karşıya geldi ve ifadesi imkansız bir muhavere ile, kendinde kendi özünün ihtişamını seyretti.
Ve onun kendine hayranlığının köklü sadeliği aşktır ki bu aşk özü itibariyle özün özüdür, her türlü sıfatın üstündedir. Tanrı mükemmel yalnızlığı içinde kendi kendini sevdi, aşkla kendini beğendi ve aşk saçtı. Aşkın ilahi varlıktaki bu ilk parıldayışıdır ki onun isimlerinin ve sıfatlarının çokluğunu sağlamıştır.
Tanrı böylece, özü vasıtasıyla kendi özü içinde sonsuz neşesini görmek için kendi dışına yansımak istedi, kendisiyle konuşmak için aşkı yalnızlıktan çıkarmak istedi. Sonsuzluk öncesinde düşünceye daldı ve yoktan bir suret (imaj) yarattı; bu onun bütün isimlerini, bütün sıfatlarını taşıyan kendi suretiydi.
Onu selâmladı, şereflendirdi, seçti ve onunla, onda parıldadığı için (yarattığı bu suret kendinden başka bir şey değildir}. Hallaç, aynı fikri bir üçlüsünde şöyie terennüm ediyor: "Övgüler olsun ona ki, İnsanlığını gösteriyor. Parlak uluhiyetindeki ihtişamın sırrınıVe ona yarattığının görünür suretinde ortaya çıkıyor Yiyen ve içen bir varlık şeklinde.[471]
Haliac'ın olağanüstü bir sezgi ile kavradığı bu noktayı daha sonra İbn Arabi (İslam ezoterizminin sistemini kuran adam) bize şerhetmiş ve semavi insanın esrarına nüfuz etmemizi mümkün kılmıştır.
Üstad İbn Arabi kendi kozmogoni sisteminde, yaratılmış alemlerin Tanrı tarafından birer ayna gibi görüldüğünü belirtiyor, bu aynalar onun ilahi İhtişamını aksettiren vasıtalardır. Tanrı kendi görüntüsünün billur gibi saf ve şeffaf olması için bu aynaların mükemmel olmasını diledi ve bu maksatla insanı yarattı. İnsanın evrende görünüşü, onu varlığın esrarı İie birleştirmek isteyen ilahi iradenin bir sonucudur. Bu yüzdendir ki alemlerde evrensel mükemmelliğin ayrı ayrı görüntüleri halinde ortaya çıkan her şey bir bütün.halinde İnsanda mevcuttur. Vasat insanda potansiyel olarak, mükemmel insanda gerçek olarak. [472]
Eskilerden olsun, yenilerden olsun, tasavvuf mensuplarından İbn Arabi ve vahdet-i vücud inancını tenkid eden yahut İslam inancıyla bağdaşmadığını söyleyenler çok azdır. Bunlardan eskilerden Alauddin Simnani ve yenilerden Said Havva örnek olarak belirtilebilir. Bunun dışında yöneltilen bütün eleştiriler, sözlerinin anlayışımızın çok üstünde olduğu veya müteşabih kabilinden bulunduğu, tevil edilmesi gerektiği, müçtehidlerin hatası gibi bir keşf hatası olduğu ve bundan dolayı kınanamayacağı, aslında vahdet-i vücud makamından daha ileri olan vahdet-i şuhud makamına geçmesi gerektiğinden Öteye gitmemektedir. Bunun felsefe olarak tevhid inancına aykırı olduğu ve reddedilmesi gerektiğini söyleyen tasavvufçu hemen hemen yok gibidir. Onun için rahatlıkla tasavvufçulann halefinin selefi yolunda olduğunu söyleyebiliriz.
Nakşibendi tarikatının kurucusu olan Bahaeddin Nakşibend, vahdet-i vücud hakkında bir risale yazmış ve vahdet-i vücudu savunmuştur. Aşağı yukarı İbn Arabi'nin fikirlerini benimsemiş görünmektedir. Risalesinde özetle şöyle diyor:
"Varlık Allah'a aittir. Allah'a ait varlık mertebelere inerek çoğalmak suretiyle kainatı teşkil etmiştir. Taahhüd ve çoğalmaya rağmen bütün mertebelerde yalnız mutlak varlık vardır. Ondan başka bütün mahiyetler o mutlak varlığın şekillere girmesi, örtülere bürünmesidir. Çoğalma ve taahhüd hakikatte değif, sadece görünüşlerdedir. [473]


c. Hak Şehidi Hallaç ve Dinsel Sosyalist Karmatiler


Mutedil tasavvuf: çevrelerin pek itibar etmediği Hallaç konusuna kitabımızda yer vermeyi düşünmüştük. Ancak bir yüzü ile Kur'an'a diğer yüzü ile tasavvufa bakan "Kur'an'daki İslam" kitabının yazarı Yaşar Nuri Öztürk bu kitabı için "Kur'an'daki İslam, her şeyden önce benim hatalarımı tashih e-den bir kitaptır. Bugüne kadar yazdıklarımda ve konuştuklarımda, bu kitaba uymayan ne varsa yanlıştır, bu kitaptaki veriler esas alınarak düzeltilecektir[474] demektedir, Y. Nuri Öztürk bu ifadelerine rağmen Hallac-ı Man-sur'u savunmak için "Kur'an'daki İslam" kitabını yayınladıktan çok sonra 1996 yılında "Hallac-ı Mansur ve Eseri" kitabın) yeniden yazmıştır. Y. Nuri Öztürk'ün "Hallaç ve Tavasin" kitabı üzerinde daha önce çalıştığını ve bu çalışmasını yayınladığını biliyoruz. Ama "Kur'an'daki İslam" kitabındaki mülahazaları dalayısıyla bu eski çalışma ve görüşlerini terkettiğine hüsnü zan etmiştik. Öztürk'ün tasavvuf kültüründen yüz çevirdiği ve Kur'an İslam'ına yöneldiğini ifadelendirmesi bizleri memnun etmişti. Ama gördük ki huylu huyundan vazgeçmemiş, batini tasavvvuf anlayışının taşıyıcısı Hallac-ı Mansur'u ve mensup olduğu Karmatiler örgütünü müslümanlara örnek insanlar olarak sunmak için oturup kitabını yeniden yazmış. Onun için Haliac'ın ve Karmatiler'in kimliğini ve Öztürk'ün sakim tasavvuf kültürünü nasıl savunduğunu ortaya koymak düşüncesiyle bu konuyu da ele almayı uygun gördük.
Bütün İslam tarihçileri Haliac'ın -iyi veya kötü- mevcut olan İslam devletini yıkıp yerine Mecusi-Sasani imparatorluğunu tekrar kurmak için çalışan, Kabe'ye ve Haceri Esved'e kadar saldırılarını ilerletip suçlu-suçsuz yüz-binlerce müslümanın kanını döken Karmatiler Örgütüne mensup olduğunu belirtmektedir.
Ekranlarda Kur'an İslamına çağıran, ama tasavvuf kültürünü de sır küpü gibi içinde saklamaya devam eden Yaşar Nuri Öztürk, sırf Hallac'ı temize çıkarmak için Karmatileri göklere çıkartmakta, hürriyet, adalet ve şeriat ehli müslüman sosyal damokratlar olarak göstermekte, hatta sırf Hallaç övdüğü için İblis'i bile hürriyet, cesaret ve fazilet önderi olarak göstermektedir. Buna karşılık Karmatileri ve aktif propagandacılarından biri olduğu için Hallac'ı cezalandıran O günün İslami yönetimini, toplumun bağlı olduğu Ehli sünnet mezhebini ve bu mezhebe mensup müslüman tarihçileri her türlü alçaklıkla tavsif etmekte, satılmışlık ve hainlikle nitelemektedir. Karmatiler'i vatan kurtaran Kahramanlar ve Hallac'ı aşk ve Hak şehidi ilan ederken, sünni yönetimi ve tarihçileri sahtekar birer hain ve müfteri olarak göstermektedir. İşte bu konuda söylediklerinden bazıları:
"Bu yüzdendir ki biz, Karmatilik konusunun ilk ciddi tesbiti olarak şunu kaydetmek istiyoruz; Sünni kaynakların Karmatiliği mahkum edip dışlayan tüm beyanları "güvenilmez" olarak tescil edilmelidir. Ve bu nokta bugün objektif tüm araştırıcıların ortak kanaat noktasıdır.
Sünni çevreler, Karmatiliği, bir fikir ve siyaset hareketi olarak değil, dinlerinin temsilcisi olan bir devletin yıkılmasını amaçlayan "acımasız bir düşman" olarak gördüler.(....) Hareketi sosyo-politik bir karşı hareket olarak ele alan yazarlar ise, Karmatiliğe saldırmayı bir ibadet edasına büründüre-rek akıl almaz iftiraları peşpeşe sıralarlar. Bu iftira sahiplerinin üslupların-daki sadizm ve kin gerçekten şaşırtıcıdır. Kendisi dışındaki tüm gruplara û-rak-ı dalle (sapık gruplar) damgası vuran sünni çevreler, hasımlarını çürütmek için iftiraya genelde iman ve ahlakla ilgili noktalardan başlarlar. Bu geleneksel sünni iftiracılığının kahrına uğrayan ekiplerin başında Karmati-îik gelir. Bu saldırıların tutarsızlığı ve insafsızlığı, Fransız bilgin Massing-non tarafından tesbit edilmiştir.[475] Ne ilginçtir ki, bu insaf dışı saldırılarda Gazali (öl. 1115) gibi, sufi tarzı esas almış bir düşünür de vardır.(....)
Kısacası, sünni çevreler ilk günden itibaren Karmatiliği küfür ve iftirn hedefi yapmakla kalmamış, kendi eksiklerinin hıncını almada bir tür "günah keçisi" olarak da kullanmışlardır.
Günümüz araştırmaları şunu da ispatlamış bulunuyor: Karmatiler, iftira ordularının söylediklerinin aksine, "Baldırı çıplaklar taifesi" değil, ileri boyutta bir İslami düşünce ekolüdür. Karmati düşünürlerce yazıldığı tartışılmaz kabul edilen İhvan'us-Safa Risaleleri (Resailu İhvani's-Safa) Kur'an kaynaklı bir düşünce faaliyetinin ölümsüz ürünleri olarak elimizde bulunmaktadır. [476]
Karmatiler'in bir asır boyu müslümanları nasıl uğraştırdığını da yine ondan dinleyelim: "Abbasi İslam Devleti yüzyılı aşkın bir zaman rahatsız eden bu hareket, bir başlık koymak gerekirse, gizli-mistik sosyalist[477] bir düşünce ve siyaset hareketidir. Temel amacı, İslam'ın saparak zulüm ve eşitsizliği kitlelerin kaderi haline getiren bir yönetimi iktidardan uzaklaştırıp İslami bir adalet ve eşitlik düzeni getirmektir.
Karmatilik, bu nitelikleriyle kendinden sonraki İslami ayaklanmalara Öncülük ettiği gibi, gizliliği esas alan tavrıyla da, başta Masonluk olmak üzere bir çok harekette etkili olmuştur. Türk-İslam tarihinde Karmatilik etkisini Babai ve Simavnalı Şeyh Bedriddin isyanlarında görmek mümkün olabilmektedir.[478]
Karmatiler'in mücadele hayatları, eşine henüz rastlanamayan bir gizli antlaşma ve haberleşme sistemi ile yürürdü. Bu, her şeyden önce gizli bir istihbarat olarak algılanmıştır. Burada şu noktaların altını öncelikle çizelim;
Tüm dailer (davetçiler, Karmat mübelliğler) halk arasında sadece kod adlarıyla bilinirdi. Haberleşme ve genel mekanlardaki anlaşmalar cifir ile, yani harflere verilen özel numaralar kullanılmak suretiyle yapılırdı. Günümüzde kullanılan şifre (cifir) sistemi Karmatiler'in eseridir. [479]
"Karmatiliğin siyasal insan unsuru, Şii-Alevi, Arap ve Nabati işçi-esnaf takımıdır. Sünni iftiranın aksine, hedefleri Arapları yok etmek değildi. İriıı-leşmiş bir sosyal düzeni yıkmak ve hilafeti esas hak sahibi olarak gördükleri Ali soyuna teslim etmekti. [480]
"Ebu Tahir'in[481] tarihe adını tescil ettiren en dikkat çekici hareketi, Hace-ru'1-Esved'i yerinden söküp Aksâ'ya götürmesiyle sonuçlanan ünlü Kabe baskınıdır. İslam tarihinin en dikkat çekici ve ürpertici olaylarından biri plan bu baskın, Ebu Tahir komutasında 317/930'da gerçekleşti. Kabe'de toplanan pek çok hacı adayı kılıçtan geçirildi. Kabe'nin örtüsü yırtıldı. Zemzem kuyusu tahrip edildi ve Haceru'l-Esved sökülüp götürüldü.
Haceru'l-Esved'in sökülmesi sadece İslam beldelerinde nefret ve öfke yaratmakla kalmamış, bizzat Karmatiler arasında çekişme ve parçalanmalara vücut vermiştir. Bu parçalanmaların, Karmatiliğin siyasal anlamda çöküşünü hazırladığını da eklemek zorundayız. Haceru'l-Esved, sökülüşünden tam yirmi iki yıl iki ay ondört gün sonra Fatımi halifesi el-Mehdi'nin emriyle 339/950'de tekrar yerine kondu.
Haceru'l-Esved'i neden, hangi gerekçeyle söküp götürdüler? Kendileri dışındakilerin ittifakla bir eşkiyalık ve küfür olayı olarak gördükleri bu hareket, Karmati liderlere göre "Tevhide Hizmet" hareketi idi. Bizzat hareketin komutanı Ebu Tahir, Abbasi halifesine bir mektup yazarak yaptığı işi savundu. Halife Muktedir Billah'a yazdığı cevabi mektupta diyor ki Ebu Tahir:
"Eğer bu Allah'ın evi dediğiniz yer, gerçekten öyle olsaydı hiç kuşkusu? gökten üstümüze ateş yağardı. Ama durum hiç de öyle değil. Biz o Kabe'de hiç aralıksız cahiliyye haccı yapmaktayız. Gerçek şu ki, Arşın rabbi olan Allah ne ev edinir, ne de sığınak.[482]
Yaşar Nuri, Karmatiler'in Kabe'ye ve Haceru'l-Esved'e karşı işledikleri barbarca cinayetin müslünıanlar üzerindeki büyük etkiyi ve yol açacağı büyük nefreti hafifletmek için Kabe'yi küçümseyen ve insanın kalbini Allah'ın evi olarak ön plana çıkaran malum tasavvufi safsataları bir araç olarak kullanmakta ve yardımcılarını imdada çağırmaktadır:
"Sufi ekoller içinde hac ibadetini bile bu perspektiften değerlediren ve Kabe'yi esas Beytullah (Allah'ın evi) olan insan kalbinin sadece bir sembolü olarak görenler de vardır. Ibn Arabi (Öl. 638/1240) ve Celaleddin Rumi (öl. 672/1273) Hac ve Kabe'yi bu bakışla değerlendirenlerin en büyükleri olarak dikkat çekerler. (...)
Bir şeyhin, hacca gitmekte olan Bayazid Bistami (öl. 26/874)ye: "Kabe benim. Çevremde yedi kez dön ve memleketine git. Beyhude zahmet çekip Hi-I caz'a gitme. Kabe kuruldu kurulalı Allah oraya bir kez bile girmedi., Oysa ki| benim varlığım vücut bulalı Allah bu evden hiç çıkmadı." demesinden ibaret olan bu -hikayeyi Mesnevi'sine alan Mevlana, hacca gidenlere de şöyle seslenmektedir: "Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Neredesiniz? Sevgili burada gelin, buraya gelin! Sevgiliniz duvar duvara bitişik komşunuzdur. İş böyle iken siz, çöllerde ne akılla dolaşır durursunuz? Sevgilinin suretsiz suretini gordünüzse, hacı da sizsiniz, Beytullah da sizsiniz, Beytullah'ın sahibi de. Kaç defadır bu evden kalktınız, o eve gittiniz. Bir kerecik de şu evden kalkıp şu dama çıkın bakalım. [483] Rabiatu'l-Adeviyye'in Kabe'ye put dediği ve Hallac'ın hacca gitmek yerine kişilerin kendi evlerinde temiz bir şeyin etrafım yedi kez tavaf etmelerini ve hac parasını fakirlere dağıtmasını tavsiye ettiği ve insanları hacca gitmekten alıkoyduğu bilinmektedir.
Kabe ve Haceru'l-Esved'e karşı Karmatiler'in tavırlarını gördükten sonra, bir de Kur'an'a karşı tavırlarını yine Yaşar Nuri'den dinleyelim:
"Karmati düşünce Kur'an'a bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak bu düşüncede Kur'an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuş bulunuyor. "Karmati Tevil" diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur'an'ı tanınmaz hale sokabilmektedir. Karmati veliliğin peygamberliğe feda edildiği bir gerçek olanakla birlikte, üstünlük kendisine verilen nübüvvetin tebliğ ettiği vahyi veriler, teviller sonunda tanınmaz hale gelmekte ve Kur'an, tüm insanlığa hitap eden bir kitap olmaktan çıkıp Karmati elitlerin sırrî-sembolik idrakler dünyasının tatmin aracı durumuna düşürülmektedir.
İhvan-ı Safa risalelerinde batini tefsir ve te'vili esas almanın gerekçeleri gösterilirse de, bunların Karmati tevilin ortaya koyduğu tablodan kaynaklanan rahatsızlığı bertaraf etmesi bizce mümkün değildir.
Tevil tablosunun sergilediği çarpıklıktan daha beteri, Karmatilerin "Kur'an'm gerçek manasını ancak batini imamlar bilir" yolundaki iddialarıdır. Bu iddia, Kur'an'ın evrenselliğini ve genelliğini inkar olduğu için Kur'an'ın inkarına benzer tehlikede sonuçlar doğurabilmektedir.
Kısaca, tevili bir tür "İkinci Kur'an" halinde baştacı etmeleri, Karmatiler'in en rahatsız edici yanlarıdır. Hep Kur'an'a atıf yaparlar ama sonuçta yolu Kur'an'ın dışına çıkaran bir tavır içine girerler.[484]
Yaşar Nuri Öztürk kahramanlaştırdığı Karmatiler ve onların ele başlarından Hallac'ın reenkarnasyon inancında olduğunu da görebiliriz:
"Karmatiler'in fikir dünyalarını önümüze koyan İhvan-ı Safa risalelerin-deki felsefi ağırlıklı insan ve kainat anlayışını, metodolojiyi Evladı Rasul imamlarına onaylatmak son derece zordur. Karmati sistemde yer aldığı görülen reenkarnasyon (hatta bir ölçüde tenasüh) da Ehli Beyt nesli imamların karşı çıktıkları görüşlerden biridir. [485]Ancak burada Massingnon'un şu tesbitine katılamıyoruz; Massignon, Hallac'ın ölüm sırasında "Ben tekrar geri geleceğim" sözünü bir mehdi inancının ifadesi kabul ediyor ve bunu Hallac'ın Şii-İsmaili fikirlerle iç içeliğine delil sayıyor. Bizce durum hiç de öyle değildir. Haîlac'm "Ben yine geleceğim" sözü, mehdilikten çok, bir reenkarnasyonu gösterir. Ve bu onu, şiilikte-ki mehdi inancına değil, Karmati düşüncedeki reenkarnasyon görüşüne bağlar. [486]
Hallac'ın Türk ırkına büyük iyiliğini, onlara nasıl hidayet öncüsü olduğunu da şu ifadelerden okuyoruz:
"Hallaç, Türk ırkının İslam'a girmesini hazırlayan bir numaralı misyonun sahibi olmanın yanında, bu ırkın, müslümanlığı tasavvuf penceresinden seyretmesinde de tartışmasız liderdir. O, patika yolları yıllarca adımlayarak ribat ribat dolaşarak bu ırkın, Kur'an dinine kazandırılması için adeta kozmik bir hizmet verdi. Ve başarılı oldu. (...)
Biz müslüman Türkler, İslam'la mutluluk duyduğumuz her nefeste, Allah'a şükran yanında Hallaç ve onun gök muştusu iman arkadaşlarına da teşekkür etmeliyiz. Hallaç, Türk insanının adeta sonsuzluk öğretmenidir [487]
Türk toplumunda İslam'ın neden tasavvuf boyası taşıdığı veya tasavvuf olarak algılandığı, Türk îslam'ında(!) din anlayışının dokusunu neden tasavvufun oluşturduğunu Hallaç ve Y. Nuri Öztürk sayesinde şimdi daha iyi öğrenmiş bulunuyoruz.
Yaşar Nuri'nin hak ve aşk şehidi ilan ettiği Hallac'ın fikirlerine de bir göz atalım. Hallac'la ilgili değerlendirmeleri Yaşar Nuri'nin çok sevdiği anlaşılan oryantalistlerden Nicholson'dan dinleyelim:
"Hallaç, dualist karakterli tanrı anlayışıyla tasavvufa damgasını vuran bir sufidir. Hallac'ın hulul inancına göre Allah lahuti (ilah) ve nasuti (insan) bir yapıya sahiptir. [488] Hallac'ın anlayışına göre, Önce Allah vardı. Allah zatına baktı ve kendini sevdi. Bu bakış ve sevgi zatının bütün sıfat ve isimleriyle Adem şeklinde bir suret olarak ortaya çıktı. Bu suret, Allah'ın bütün sıfatlarına sahiptir. Bu inancını şöyle dile getirmektedir:
"Nasutu, lahutu'nun sırrının delici ışığını açığa çıkaran münezzeh olsun!
Sonra yarattıklarına yiyen ve içen suretinde göründü.
Öyle ki yarattıkları, kendisini gözün gözü gördüğü gibi gördü.
Hallac'ın bu nazariyesinden açıkça Allah'ın ilahi ve insani olmak üzere çift tabiatlı olduğu ve bunu da hırıstiyan Süryanilerden aldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Süryaniler İsa'nın ilah ve insan tabiatlı olduğunu anlatmak için bunu kullanmışlardır.
Ayrıca Hallaç, insan ruhunun ilahın ruhuyla, yani nasutilikle lahutiliğin karışımını hulul olarak nitelemektedir. Hallac'dan gelen bazı beyitlerde kendi ruhu ile ilahi ruhun tam bir kaynaşma içinde birbiriyle konuşan iki arkadaş olarak nitelediğini görüyoruz. Şöyle demektedir: Ruhun ruhuma karışmış, içkinin suya karıştığı gibi, Sana bir şey dokunursa, bana dokunur, çünkü her durumda sen benim O seven ben, o sevilen de benim. Bir bedene girmiş iki ruhuz biz. Beni seyredersin o'na baktıkça. Onu bende görüyorsun açıkça. [489]
Hallac'ın hulul nazariyesinin özeti budur.
Hallac'ı temize çıkarmak için "Enel Hak" sözünü tevil eden Yaşar Nuri, bu konuda her türlü mugalata ve tevile başvurmaktadır. Varabildiği sonuç İse bunun "Allah'ın zat ismi olan hak değil, sıfat ismi (esmau'l-hüsna) olan hakkım" şeklinde olmuştur. Bu savunma için bkz, a. g. e. 133-151.
Nitekim Hallac'ın "Benim ölümüm salib (haç) dini üzere olacaktır" (a. g. e. 157) sözünü de tevil etmek için yapmadığı mugalata kalmamaktadır, (a.g.e. 155-159) Halbuki bir batılı savunmak için çaba gösterdiği kadar, hakkı göstermek için çabalasaydı Allah'ın yanında da, kulların yanında da daha makbul ve yararlı olurdu.
Bir de Yaşar Nuri'nin tercüme ettiği "Tavasin" kitabından bazı sözleri' aktararak yaygınlaştırdığı inancın niteliğini göstermek istiyoruz: "Sanki ben, sanki ben. Ben sanki O'ytım, yahut O sanki ben'din. Benden çekinme, eğer sen ben'sen[490] "Görünce Rabbimi gönül gözü ile, Sordum: Kimsin ey sen? dedi. Senim ben.
Bulaşmamışsın hiç "Nerde" sözü ile... "Nerde" ile ilgili olmamışsın sen! [491] Hallaç, İblis'i masum ve mazlum göstermek için elinden geldiği kadar gayret göstermekte ve onun için şöyle demektedir:
"Hak ona: "Secde et!" demişti. "Senden gayrıya secde etmem!" diye karşılık verdi.
Hak dedi: "O halde lanetim üzerine dökülecek." O yine: "Senden başkasına secde etmem" diye tekrarladı. İnkarlarım seni takdis Aklım, önünde tehvis (şaşırma) Senden ayrı bir şey mi Adem? Orta yerde kimmiş İblis? ;; Senden başkasına yok benim yolum, Seni seven boynu bükük bir kulum.
Hak sordu: Kibirlendin mi?" Cevap verdi: "Seninle sadece bir lahzalık beraberliğim bulunsaydı, o halde bile kibirlenmek ve cebbarlık bana pek ala yakışırdı. Halbuki ben, seni ezelden beri tanıyan biriyim!
Ondan üstünüm ben! Hizmetim ondan kıdemli. Şu alemlerde seni benden iyi tanıyan var mı ki? Benim sende muradım, senin de bende muradın var. Ve senin beni isteyişin daha eski. Ya senden başkasına secde etseydim?!
Secde etmeyince, aslıma dönmem gerekti. Çünkü sen beni ateşten yaratmışsın. Bu bir gerçek. Ve ateşe dönecek...
Ey tevfiki veren, sana hamd, sana
Seçkin bir kul eğilmez başkasına"[492]
Hallac'ın, Allah'ın lanetlediği ve kıyamete kadar müminlerin düşmanı olacağını söylediği İblis'i takdis eden ve masum gösteren sözleri bu şekildedir. Bu sözlerin tasavvuf tarihinde birçok kişiyi etkilediğini belirten Yaşar Nuri Öztürk, bunların başında da şair Muhammed İkbal'in geldiğini söylemekte ve şöyle demektedir:
"İkbal'in, İblis'e bakışı da Hallacî bir perspektif sergilemektedir. Hallac'ın tarih boyunca en büyük etkisi, denebilir ki, îblis'le ilgili düşünceleri yolu ile olmuştur. İkbal üzerindeki hakim etkilerden biri de İblis konusundadır...
İkbal, üstadı (Hallac)ın yolunu ayneri izleyerek İblis konusuna eserinde büyük bir yer vermiş ve bu tekamül kuvvetini hasret, hürriyet, ayrılık, atılganlık, ısrar ve isyan gibi temel yaratıcı öğelerin temsilcisi olarak devreye sokmuş, savunmuştur.(...)
"Hrıstiyan muhitte, buna benzer bir fikir, orta çağda ileri sürülmüştür. "O felix culpa" (Ey mutluluk getiren suç) ki bize böyle bir kurtarıcı kazandırdın! Çünkü Hrıstiyan telakkisine göre Adem'in işlediği o ilk suç, hastalık gibi bütün sonraki insanlara sirayet edip onların hepsini takdis eden ilahi inayetten mahrum etmiş, yalnız İsa'nın ölümü sayesinde kendisine inananlar bu suçun neticelerinden kurtulabilmiştir. O suç olmasaydı, bu kurtarıcı Mesih'in zuhuruna lüzum kalmazdı. İki dindeki farklara rağmen, ikisinde de Adem'in ilk serbest hareketine atfedilen önem gayet büyüktür. [493]
"Schimmel'in bu tesbitleri kadar doğru olan bir nokta da şudur: Doğu ve Batı'dan alınan tüm örnekler, Hallac'dan çok sonraki yüzyılların isimleridir. Bunun anlamı ise şudur: Bugün, dinden sanata, felsefeden psikolojiye kadar, İblis denen negatif kuvvetle ilgili olarak paylaşılan kabulün tarih içinde ilk fikir babası Hallac'tır"[494]
Yaşar Nuri'nin kitabında Hallac'ın müslüman ve gayri müslim araştırmacılar tarafından ortaya konan düşünceleri bunlardır.
Hallac'ın kişiliğini ve sözlerini bir çok alim değerlendirmiştir. Lehinde ve aleyhinde konuşanlar olmuştur. Lehinde söz söyleyenleri bir yana bırakarak, aleyhinde hüküm veren ve toplumumuzun az çok şöhretlerini bildiği ve güvenerek kitaplarını okuduğu bazı kişilerin söylediklerinden örnekler vermekle yetineceğiz. Yaşar Nuri Oztürk'ün kitabına aldığı bu kişilerin değerlendirmelerinden bazıları şöyledir:
el-Fihrist sahibi İbnu'n-Nedim (öl. 385/995) Hallaç için şöyle demektedir:
"Hileci, hokkabaz, illüzyoncu bir adamdı. Sahip olduğunu iddia ettiği bilgilerin tümünde sıfır idi... Cahil olduğu için cesurdu. İlahlık iddia ederdi... Krallar yanında şii, halk nezdinde sufi geçinirdi. [495]
"Eşari ekolünün en büyük imamlarından Bakıllani (öl. 403/1013), Hal-lac'ı bazen tanrılık, bazen peygamberlik ilan eden hilekar, hokkabaz bir adam olarak gösterir. Ona göre Hallaç, Firavn'm sihirbazlarına benzer. Bakıllani, Hallac'ın Bağdad'da hazırladığı ve adına Beytu'l-Azamet dediği bir evi bulunduğunu ve illüzyon gösterilerine uygun biçimde Özel hazırlanan bu evin, Hallac'a isnad edilen kerametlerin imal yeri olduğunu söyler. [496]
"Hallaç hakkında en ağır fetvalardan birkaçının sahibi de Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye'dir. (öl. 728/1328).
İbn Teymiyye, Hallac'ın hulul fikrinde olduğunu onun şiirlerinden hareketle iddia etmekte ve bunun laneti gerektiren bir küfür olduğunu söylemektedir. [497]
Hallac'daki emir ve irade ayrımı da İbn Teymiyye tarafından bir küfür sebebi sayılmıştır. Bilindiği gibi Hallaç, İblis'in durumunu değerlendirirken "Allah'ın emri başka iradesi başka. Allah îblis'e secde et emrini verdi, ama iradesi İblis'in secde etmesi yönünde değildi" yolunda bir fikir sergilemektedir. İbn-i Teymiyye'ye göre bu ayırım bir küfürdür.
İbn Teymiyye, fikir babalığını Hallac'ın yaptığı Nuru Muhammedi anlayışını da İslam dışı görmektedir, "Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun, hiçbir beşer nurdan yaratılmamıştır" diye düşünmektedir.[498]
Enel Hak sözünü mazur görenlerin, bu sözün tam fena fillah halinde Hallaç aracılığıyla bizzat Cenabı Hak tarafından söylendiğini iddia ettiklerini görmekteyiz. Onlara göre, Hallac'ın Enel Hak demesiyle Eymen vadisindeki ağacın Hz. Musa'ya hitaben "Enellah" diye ses vermesi arasında hiçbir fark yoktur. İki halde de konuşan Allah'tır.
İbn Teymiyye'nin, Hallac'ı küfürle itham eden daha birçok beyanı vardır. [499] İbn Hacer el-Askalani (öl. 852/1448) Hallaç için şunları söyler: "Zındık olarak öldürüldü. Allah'a hamd olsun ki hiçbir hadis rivayet etmemiştir. İlk zamanlarda hali iyi idi. Sonra dinden çıktı. Sihirbazlık öğrendi. Bazı harikalar gösterdi. Ulema, katline fetva verdi ve (hicri) 359 yılında idam edildi. [500]"Hallac'a geniş yer veren ve çok ağır bir dille hakaret eden İbn Kesir (Öl. 774/1372), onu Mekke putperestlerine benzetir ve "Bozduğu yaptığından fazladır" diyerek eleştirir. [501]
Çağdaş bir tasavvufçu olarak Yaşar Nuri Öztürk, Hallac'ı bilinen kötü imajından kurtarmak, Hak ve aşk şehidi ilan etmek ve tasavvuf kültürünü savunmak için bu şekilde yoğun çaba sarfetmekte ve binbir su akıntısını her dereden toplayarak getirdiği suların aktığı bir bataklık halini andıran tasavvuf kültürünün yayıncılığını yapmaktadır.[502]



[448] Ramazanoglu Mahmud Samı, Musahabe, 4/7-8, (4, 5, fi mecmu.ısı itinde), Hu iıı.ıııı m temeli ol.in ıi rivayetin batıl olduğuna dair bakiniz, M. Nasıruddin el-Elbani Silsilelu'l-Ehadisi's-Snlııha I'741. el-vtektebetu'l-İslami, 1985. Aynı inanç için bkz. Muhammet! Nazım Kıbrısî, Tasavvtıfi sohbetler. 17, (>.!• 92 Nıısh Yayınları, İstanbul 198fı.

[449] Mehmed Zahiri Kotku, TasHvvufi Ahkık, 2/264-2d'î, Seha Nesriy.it, istanbul.
Akl-ı Evvel tabirini Rasulullah'm kullandığı hiç olmamıştır. İki tabir Eski Yunan felsefesinde ve İslam felsefesi dedikleri bilim dalında kullanılmaktadır. İslam inancıyla bir ilcisi yoktur.

[450] Nıısrel Tura, Rah-ı Aşk,11 1, İnsan yayınlan, İstanbul 1995, Allah'ın alemi insan için, insanı d.ı kendisi için yarattığı anlayışının dinden bir dayananı yoklur."Sen olmasaydın, alemleTİ yanılmaydım" sözünün uydurma bir hadis olduğu bilinmektedir.Yüce Allah "Cinleri vt insanları am".tk bana kulluk yapsınlar diye yarattım" (Zdriyat,5(>) derken, suliler bunun aksini söylemek t^in bir yarış içindedirler.

[451] Havdır Baş, İslam'dı Zikir, 244-245. İcmal Yayınları. İstanbui l')')î 414

[452] Arif Erkan, islam'dı Zülıd ve Tasavvuf, 203-204, Eskin Malb.ı.iM, ki. 1972.
Arif Erkan, kitabındık! Ihı bilgileri başka kayn.iklarcl.in nakletnıişlır. I lakik,n-ı Muh.ımediyyi' hakkında eskilerden yanlış bil^i için bkz. İmam Rabbani, Mektub.ıt, 4. mrktup, Nur-u Muhammedi'nin Sı.ı küllüm V(? inancındaki yeri ve tasavvuf küllüm ile benzerliği için bk/. Ali Şeriali, Ali Şi.ısı S.ılevi Sı.im, 15 l-r>4. Yöneliş, İstanbul 1990. lîir paragrafını aktaralım.
"Allah vahd.tniyyetinde yalnızdı. Sonra Muhammed,'Ali vr Faltnı.ı'vı yarattı. Sonra bin asır bcklfdiirr. Sonradan şeylerin tümünü yarattı." (s.143, Cevahtru'l-Velaye, I 14. sayf.ırt.m nakil. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 411-415.

[453] Bediuzzaman Said Nursi, Lem'alar, 255-256. Doi>uş Lml. Sirkeli Matbaası, Ankara, D/î7..Said Nursi İbn Arabi'yi kurtarmak düşüncesiyle olaya ters açıtları bakmaktadır. Zira vahdoli vücutçular, Allah'ları başka varlıkların da Allah oklusunu söyleyerek varlığı bire indirdiklerini söylüyorlar. Yani Allah-.ıfem ikileminin olmadıkına inanıyorlar. Rkz.Muslafa sabri, Mevkitu'l-Akl ve'l-İimi ve'l-Alem, i/l 50-1 5 I,

[454] iwliuzz,ıman Sairi Nursı, a.R.e., 2r>d.

[455] aman Sair! Nursi, Mekiulı.ıl, 420, Sözler Yayınevi, İstanbul 1979.

[456] Bediuzzaman Said Nursi, a.g.e., 420-421.
İki şekilde Said Nursi bazı tezahürleriyle vahdet-i vücudu l.ısvip elmez görünürken, temelde İslam'ın ve Allah sevgisinin en üst ^trvesi oklumu ve İbn Arabi'nin İslam ilimlerinin mucizesi olduğunu söylemektedir. Doğrusu, böyle bir kanaat Said Nursi için beklenen bir şeydir. Çünkü Kisale-i Nur Külliyatı keşf, ruh-1" | niyetten istimdat, ebced ve cif ir, sır ve ilham gibi tasavvuf ve şia kültürü ile doludur. Bunun en ç.ırpıcı örneklerinden biri de Süryank;e-Ar,ipça karışımı Celcelııtiyye kasidesinin (Güya Mz. Ali'nindir] asırlar ön<f I Risale-i Nur'a delalet eltisine dair uzun izahları gösterilebiiir. Tasavvuf kitapları <la bu nevi keşf ve •a^ cefii haber verme kültürü ile doludur.deniş bitgi için 'Bkz.S.uaİar,228-23Ü,fıl 1-6.İ2. Çellul Matbaası, H tanbul 1960.Risale-i Nur'da Cifir ve Ebcfd hesabının ne kadar geniş yer tuttuğu ve bıın.ı dayanarak M" I Nursi'nin gayb ve gelecekle ilgili nasıl haberler verdimi konusunda bakınız; Abdıılkadir rjadıliı, Risak"'| Nur'un Kııclsi Kaynaklan,743-79f>, Envar Neşriyat, İstanbul 1992,

[457] M. Abdıılfettah Şahin, Şüpheler ve Çıkış Yolları, 3/112-1 18, Gaye Matbaası, Marl 1990, Ankara.

[458] M. Abdulfeltah Şahin, a.g.e., 4/5

[459] M. Abdulfettah Şahin, a.g.e., 4/9.
Dikkat ettiyseniz, İbn Arabi'nin tevhide aykırı sözlerini temize çıkarmak ve İslam olarak göslermek kin Allah'tan başkasının gaybı bilmediğini ifade eden Kur'an-ı Kerim ve Sahih sünnete rağmen, iıcr lürlü yola başvurulmaktadır. Ona yanılmazlık sıfatı giydirilmekte, geçmişi ve geleceğiyle gaybi bildiği söylenmekle, insanüstü melekleştiği ve velayetin üstünde zirvede olduğu anlatılmaktadır. Hatla sözleri Kur'an ve I f.ıdis gibi ınüteşabih olabileceği anlatılmakta ve sözlerini ancak mülhem gönüllerin, yani tasavvuf meşhurla n-nın anlayabileceği kaydedilmektedir. Dikkat edilirse, bu imtiyaz başka hiçbir İslam alimine tanınmamakla ve ona bu kudsiyet halesi giydirilmemektedir. Çünkü hiçbirisi İslam inancının canına bu kadar okumamıştır.
Diğer tarafta aynı meşrebin kutupları gaybr bildiğini söyleyen ve kehanette bulunanları tasdik etlen kişinin kafir olacağını söylemektedir. Allah'ın sırrını biliyorum, ve şeyhlerin ruhları benim yanımriadır. diyen kişinin de kafir olduğunu belirtmektedir. Bkz. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi, Gımkı'l-Miilun (Ehli Sünnet İtikadı). 76-77, Bedir Yayınevi, 3. baskı, istanbul 1983; M. Zahid Kolku, Ehli Sünnet Akaidi- 134, Soba Neşriyat.

[460] Mehmed Zahid Kotku, T;ısnvvufi Ahl,ık, 2/1.

[461] Melih Yııiug, el-liazu'l-Eşheb, Mukaddime, 46, istanbul 1976

[462] Musahabe, 6/144, Erkam Yayınlan, İstanbul 1082.

[463] Mehmed Zahid Kolku, fasavvufi Ahlak, 2/7

[464] İsra,44

[465] Ahmel Fevzi Yüksel, Yeni Dünya,30-31, yıl 3, sayı 35, Afiustos V

[466] Çamaşır yıkama olayı ile Cel.ıleddin Rumi'nin bir benzetmesine ışareı çimekledir.

[467] Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat,187-188, Yeni Boyut, İstanbul 1995

[468] Nur. 35

[469] Yüce Allah'ın enerji ve alemdeki varlıkların bu enerjinin yoğunlaşan ^ekli o!,ırak nasıl takdim edildiğini herhalde görüyorsunuz.

[470] Yısar Nuri Öztıirk, Din ve Fıtrat,"! 92-

[471] Yüce Allah bu saçmalıklardan münezzeh lir. Bütün bunlar Allah hakkında dinden hiçbir biljji ve dHi-le dayanmadan konuşan ve onu insana benzeten Hallaç ve ibn Arabi ^ilıi azgınların başının allından çıkmaktadır.

[472] Prof.Dr.Erol Güngör, İslam'ın Bugünkü Meseleleri,263-265, Ötüketı Yayınları, Ist.ınbul 1983

[473] Doç. Dr. Süleyman Ateş, (islam Tasavvufu, 123. Ve Bahaeddin Nakştbend', "Risale ii Vahdeli'l-Vü-cud", varak 60 a, No. 55 Süleyman i ye Kütüphanesi). Vahdet-i Vücud felsefesi ve onun temsilcilerini çiişî daş bir lasavvufçunun nasıl savunduğunu görmek için bkz. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikaltar, I 17-152, Marifet Yayınları, istanbul 1981. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 415-422.

[474] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'daki İslam, Yeni Boyut İstanbul 10. Baskı.

[475] Oztürk, müslüman .İlimler ve tarihçilere hücum oklarını yöneltirken, islam düşm.ını oryantalist M.ıs sinnnon'u "Rahmetli Masinjjnon" (s. 1!î7) diyerek rahmetle anmaktadır?!

[476] Yaşar Nuri Oztürk. Hallac-t Man sur ve Eseri, 30-32, Yeni Boyut, İstanbul, 1996

[477] Yaşar Nuri Özliirk Marksist ideolojinin terminolojisine çok düşkün görünmekledir. Mesela proleler çotuğu, is, 2f)|, dine dayalı demokratik sosyalizm (s, 24, M) sosyalist vurucu lım (s, 44)

[478] Yaşar Nuri Öztürk, a.g. e. 33-34

[479] Yaşar Nuri Öztürk, a.g. e. 35-36

[480] Yaşar Nuri Öztürk, a.g. e. 38

[481] Karmaliler'in ikinci başkanı.

[482] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 39 Karmatiler'in bu olayı hakkında hızla lıil^i için jvm.ı hkz. İlımı'l-Esir. el-Kümil, 7/493-495, 511-512, Beyrut, 1965, el-Kazvini, Asaru'l-Bilad, 180, BeyrııL 1(>(><>, Ibn I lallikan, Vefeyatu'l-Ayan, 1/409-410, Kahire, 1948.

[483] Yaşar Nuri Öztürk, a, g. e. 41-42

[484] Yaşar Nuri Öztürk, a..g. e. 40

[485] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 44

[486] Yaşar Nuri Öztürk, a. h- e. 5 fi bu zatın reenkarnasyon i nanemi savunmasını sebebi şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.

[487] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 73-74.

[488] Hallac'ın etkilendiği önemli kişilerden birinin Hurufiliğin başı olan Fazltıllah el-l lıırııfi el-Esler.ıb.Kİ" (öl. 804/1401) olduğunu belirttikten sonra Yaşar Nuri, Hallac'ın bu dualist inananı şöyle belirtmekte-dir:"Hun.ıfiliRin, insanı Allah'ın en ileri tecellisi sayan görüşü, Hallac'ın I ah ut-naşı it ilişkisinin "Ene! Hık" olarak sonuçlanışını değişik bir tarzda ifadeden başka bir şey deftildir." Fikz. a.«.e. IflO

[489] Nicholson, Fİ't-Tasavvufi'l-İslami ve Tarihin, 133-134.

[490] Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı Mansur ve Eseri, 306, Yeni Boyut, istanbul 1996

[491] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 324

[492] Yaşar Nuri Öztürk, a.jj.e. 336-337

[493] Yaşar Nuri Özlürk, a.j>.e. 261-203, Bilindiği gibi A. M. Schimmel daha çof< tasavvuf konusunda çalıy mafar yapan hır oryantalisttir. Tasavvuf İslam'ına girmiş, di£er muhtediler gibi müslürnaniara tasavvuf dinini öğretmeye çalışmakladır. Süz konusu çalışmasında Celaleddin Rumi, Şemsi Tebrizi ıjibi lasavvufçula-nn yanında batılı birçok ismin de İ (allac'ın bu anlayışını benimsediği ve İblisi öncü bir hürriyet-ve iyilik kahramanı ilan ettiklerini de anlatmaktadır, Hkz. Y. N. Öztürk a.g.e. 202-267. Kifapla göslerildiüi gibi İblis'i takdis eden İbn Arabi ve Abdulkerim el-Cili de bu inançlarını I (allar'dan almışlardır. (ISkz. a.ı;.e. 192) Schimmel'in tasavvııt'i çalışmalarını göklere çıkaran ve islam'ı öğrenmeye çalışanlara tavsiye ?(hj.n kişilere yukarıda bir kısmını verdiğimiz ve devam eden görüşlerini ithaf ediyoruz.

[494] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 267

[495] Yaşar Nuri Özlürk, a.g.e. 118

[496] Yaşar Nuri Özlürk, a.g.e. 1 18

[497] Hallac'ın hulul inancını ve başka tasavvufçutarı nasıi etkilediğini Prof. Dr. MiLıil Hayranı yayınlanmamış bir yaztsmda şöyle anlatmaktadır:
"Muiûl felsefesi eskiden beri mutasavvıflar arasında büyük bir ilj>i j>ttrnutştür. Birçok ünlü mııtasavvıitn Htıİuliyye mezhebine mensup olduğu görülmektedir, (bkz. Htıcviri, Keşfu'l-Mahcub, U4-.:>!>. laliran, 1373 h.) En etkileyici hululiyeci Hüseyin İbn Mansur el-HalInc (309/92! Khr.
Bu felsefe Allah'ın varlıkların ve insanın suretine girdiği inancına dayanmakladır. Bazı I (rıstiy.ın mezheplerde Cenabı Allah'ın Uz. isa'ya hulul ettiği, yani \-U. İsa suretine girdili kabul edilmekledir. 1I/, isa hakkındaki ilahlık iddiası da buradan Kelmektedir. Hallaç ve liaye^idi iJislami gibi mutasavvıfların bu inançta oldukları görülmektedir. Hallac'ın o meşhur olan "Ene'l-1 lak" sözü bu felsefenin bir ifadesidir. Yani Allah'ın kendisine hulul etmiş olduğunu ifade etmektedir. Ristami de "Ma fi cubbeli Siva Allah" (C"ııbbemde Allah'tan başka birşey yoktur) sözü de bu inancı ifade etmektedir.
Celaleddin Rumi'nin hocası olan Şemsi Tebrizi'nin de hulûliyye mezhebinden bir mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır. (Burada Menakibıı'l-Arifin (s; 2/(î37-638, ter. Tahsin Yazıcı, Ankara, 1980ı kitabından nakledilen ve Allah'ın Kimya Hatun suretinde Şems'e göründüğünü anlatan olay nakledilmekledir.) Şemsi Tebrizi'nin "O senin gördüğün Cenabı Allah beni ne kadar çok seviyor ki h,mti.i surette dilersem, öylece bana getir. Bu defa da Kimya suretinde s;eldi" sozu, onun hulul inancında olduğunu göstermekledir. Bu sözü ile, Yüce Allah'ın Kimya haltın sureline girmiş olduğunu il'.ıde etmiş olmakladır. Şems, hu hulul felsefesiyle Mevlana'yı etkilemiş ve onu kendisine bağlamıştır. Şemsi Tebrizi de hulul felsefesi ile ilgili derin bir birikim bulunduğu söylenebilir. Muhammet! ikbal da, Mevl.ın.ı'nın lıuluii görüşlere sahip olduğunu örnekler vererek açıklamaktadır. (Bkz. M. İkbal, Seyr-i Felsefe der İran, 8İ1-H'), Tahran, 1354) Hutuli fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şemsi Tebrizi'den sonra Anadolu da faaliyet göstermekleydiler. Ebu Bekri Niksari, Şam'dan gelen Şeyh Osman-t Rumi bunlardandı. Mevtana'nm bunlar!,! d,ı ilgisi devam etmiştir. 15. ve 16. yızyıllarda Şemsi Tebrizi'ye bağlı olmalarından dolayı kendilerine "Şemsi" denilen dervişler yaydın idiler. AbduJvahid Çelebi "Menakıbı Hace-i cihan ve nelice-i can" adlı eserinde onları anlatmaktadır"

[498] Hallac'tn Nuru Muhammedi inancını Nicholson şöyle özetlemektedir: "Hallaç, nübüvvet nurlarının kendisinden doğduğunu söylediği Nuru Muhammed'in kadimliğim savunmaktadır. Ne var ki Allah'a en yakın makama ulaşan ve Allah'ın ruhunun kendisine hulul ettiği ideal kamil kişi olarak Mııhammed'i değil, isa'yı görmektedir. Bu anlayışa göre İsa'da iki ruh vardır; biri değişme ve yok olmaya uğramayan kadim ilahi ruh, diğeri bozulma ve yok olmaya tabi olan hadis beşeri ruh... Şüphe yok ki bu nazariye, bir müslumandan sadır olması açısından benzeri olmayan eşsiz bir nazariyedir..." Pİ't-Tasavvuli'l-islami. 134. I laüac'ın "Haç dini üzerine öleceğim", dediğini yukarıda Yaşar Nuri'nin kilabından vermiştik.

[499] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121

[500] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121

[501] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121 Yaşar Nuri Öztürk'ün müfteriler olarak ilan elliği ve I lallac olayına yer veren kaynaklardan bazıları da şunlardır: ibn Hallikan, Vefeyatu'l-Ayan, 1/407, el-iîağdadi, Tarihu H.ıtV dad, B/139, el-Yafii, Mir'atu'l-Cinan, 2/259, el-Hans.ıri, Ravzalu'l-Cennat, 235, İbu'l-tsır, el-Kamil fi't-Ta-rih. 8/40, İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 11/141, İbnu'l-İmad, Sezeratu'z-Zeheb, 2/253-25H, İbnu'l-Muntazam fi't-Tarih, 6/161, Ali İbnu'l-Ecneb es-Sai, Ahbaru'i-Hallac, 3(5, el-Makri/i, el-i-lin.it, 2/23*), e/-Zehebi, el-İlîer, 2/140, ibn Macer, Lisanu'l-Mizan, 2/314, vb.

[502] I lallac konusu, çağdaş olduğunu ve islam'ı orjin.ıl olarak kavradığını irldia eden Y.ışar Nuri t.ıiMiın-(ian temc.id pilavı müslümanların gündemine yeniden sokulduğu ic,in birax ıı/unc.ı eie alınnıtşlır. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 423-433.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
d. Günümüzde Rabıta


Rabıta konusuna yine Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün sözleriyle başlayacağız. Şöyle diyor:
"Her an Allah'ı karşısında görüyormuşsun gibi yaşamak hemen hemen imkansızdır. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Mekandan münezzehtir. [503] O halde O'nun yerini alacak[504] ve konsantrasyonumuzu muhafazada bize rehberlik edecek müşahhas bir obje[505] lazımdır. Tasavvufta bu obje şeyhin, yani Allah'ın en mükemmel tecellisi olan insan-t kamilin[506] suretidir. Allah'ın en mükemmel tecellisi ve O'nun tasarruflarına iştirak halinde oian[507] insan-ı kamilin yüzünü gözönünde tutmak kainatın ruhu[508]ile temas halinde olmak manas) taşır ki, işte bu zikri daim dediğimiz sürekli birliğin en ileri mertebesidir. Zira mürşid bir silsile ile peygamberimize, o da Allah'a bağlı olduklarından şeyhin suretine sığınmak, [509] yani kendini onda kaybetmek, Allah'a bağlanmaktır. [510]
Rabıtanın, zihni dünyevi meşguliyetlerden uzak tutup ibadet esnasında kendini Allah'a vermek ve başka şeylerle meşgul olmamak yahut ölümü sürekli hatırlamak ve bu dünyanın faniliğini unutmamak şeklinde anlamlan varsa da mürid ile şeyh arasında yapılan rabıta yukarıda anlatıldığı şekildedir. İbadette mümkün olduğu kadar kendini Allah'a vermek ve ölümü hatırlayıp dünyanın faniliğini düşünmek zaten İslam'ın prensibidir. Tasavvuf!çevrelerde rabıta dedikleri uygulama ile bunun bir ilgisi yoktur. İsterseniz bunu kendi ifadelerinden dinleyelim: Abdullah Develioğlu şöyle ifade ediyor: "Rabıtanın üçüncüsü, mürşide rabıtadır. Mürid mürşidini hayaline alıp iki kaşı mukabilinde bulunmaktır ve bu suretle mürşidin manevi huzurunda olduğunu bilerek daima onun feyzini beklemektir. Bu rabıtanın devamında feyiz ziyade olacağı cihetle sofiyye taifesi rabıtayı müstakil bir vuslat yolu saymışlardır. Mürid rabıtaya devam eîtikçe, mürşidin hali kendisine kabiliyeti nisbetinde intikal eder.[511] Aynı tanımlamayı şurada görüyoruz:
"Zati sıfatlarla mutehakkik olmuş, [512] müşahade makamına ulaşmış olan mürşide . kalbi bağlamaktır, suretini hayal ederek unatmamak.... Şeyh oluk gibidir. Rahmet denizinden geien feyzi, rabıta yapan müridin kalbine aktarır. [513]
"Rabıta sebebiyle şeyhler sıbyanı kamilden feyz alırlar. Velinin velayetinde ilmi şart değildir. [514]
"Zikrullahı beraber yaptığımızı düşünün, hocalarımızla beraber şöyle bir mübarek latif mescidde oturmuşuz, onlarla beraber zikrediyoruz, diye düşünün. Mürşidinize gönlünüzü bağlayın. Çünkü Allah-u Teala hazretleri fuyuzatmı evlıyaullahından kullarına gönderir... Onun için mürşidinize İrtibatı güzel yapın. Bu irtibatın aslı muhabbettir, sevgidir, saygıdır. O sevgi, saygı olmadan müridin terakkisi mümkün olmaz. [515]
Dirilerle rabıtanın yanında ölülerle de rabıta yapılmaktadır. Onun ruhn-niyyetinden istimdat edilmektedir. Üstelik müridin kalbini her türlü ilim ve dünya düşüncesinden boşaltması gerekir. Yoksa ölü feyzini ona vermez.
"Mürid nefsini dünya alakalarından sıyırıp, kuyudatı tabiiyyeden İçini boşaltır ve kalbini ulum ve nukuştan ve havatırı kevniyyeden temizler, sonra meyyitin ruhaniy-yetinden feyz alıncaya kadar o nuru kalbinde saklar, muhafaza eder. Eğer rabıta meyyitin kabrinin yanında olursa, o kabrin sahibine selam vermek lazımdır. Kabrin sağ ayak tarafına yakın durur, bir fatiha, üç ihlas ve bir ayete! kürsi okuyup sevabını o mevtanın ruhuna hediye eder. Sonra ruhaniyetine teveccüh edip istifaze eder. [516]
Nakşibendi tarikatının temellerinden biri rabıtadır. Bu tarikatın mensupları rabıtayı dinin bir temeli gibi savunurlar. Bunlardan Mahnıud Usta-osmanoğlu (Efendi) tefsirinde rabıtayı gereğini ve dayanaklarını anlatmak için sayfalarca açıklamalar yapmaktadır. Mesela şöyle demektedir:
"Rabıta, bir müridin , mürşidi kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalb gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbi ile ondan yardım istemesinden ibarettir. Çünkü mürşid, yetiştirme, yardım etme, feyiz verme, kemale erdirme ve tebliğ (du-yurma)da Efendimiz (s)'in vekilidir.[517]
"Şu bilinsin ki, aslında rabıta, Efendimiz {s)'e yapılmakta ise de, ona uyarak, Al-lah'u Teafanın dostlarına ve kamil meşayıha yapılmasının caiz olmasında da hiç şüphe yoktur. Çünkü onlar, Efendimizin ali (yakınları), eîbaı (adamları), vekilleri ve kendilerini sevmek ve onlara iyilikte bulunmakla emrolunduğumuz varisleridir. Efendimize uyarak onlara selat ve selam okumak caiz olduğu gibi, Efendimize tebaan onlara rabıta yapmak da caizdir. Bu rabıta, şeriat ve tarikat ehli katında ve kalb erbabı indinde matluba {aranılan mevla Tealaya) ulaştırıcıdtr. [518]"Üçüncü yol, müşahade(AI!ahu teala Hazretlerini görür gibi olma) makamına ulaşmış ve sıfatı zatla tahakkuk etmiş (Allahu Teala hazretlerinin öz zatına ait sıfatların mazharı, tecelli ettiği, parladığı bir yer haline gelmiş) olan bir şeyhe rabıta etmektir. Çünkü onu görmek Allah'ı hatırlatır. [519]
"Kalble beraber şeyhe rabıta yapmak, ondan feyiz almak hususunda büyük bir temeldir. Hatta kalb aynası, şeyhe rabıta yapmadan saflaşmaz (masiva tozlarından paklanmaz) [520]
Mahmud Ustaosmanoğlu, rabıtanın gerekliliğini ve delillerini göstermek için kendisi gibi düşünen insanlardan onlarca sayfa nakiller yapmakta ve rabıtayı, ölülerden yardım istemeyi ve tevessülü savunmaktadır. Hatta bundan dolayı kınayanları yahut eleştirenleri de sert bir şekilde kınamaktadır.
Rabıta konusunda bir de Haydar Baş'taıı bir alıntı yapalım. Haydar Baş, hurafelerle dolu İslam'da Zikir kitabında şöyle demektedir:
"Rabıta ile insan, Allah'ın ismini en güzel lisan ve en samimi gönül ile zikretme imkanı elde eder. Zira dillerin ve gönüllerin en güzeli, Allah dostlannınkidir. İnsan kendi dili ve gönlü ile değil de, rabıta etmek suretiyle lisanı ve gönlü mürşidinin lisanı ve gönlü imiş gibi zikrederse, bahşedilen nurdan istifade eder. Kamil bir tevhid zikrinin bereketi hasıl olur.(...)
Rabıta ile kul, zikrinde mürşidinin hali, gönlü ve dili ile özdeşleştiği için nefsine paye çıkarmaz. Hatta bu hal bütün fiillerine yansıdığı nisbette yaptığı işlerden nefsine pay çıkaramaz. Başarılı olursa, muvaffakiyet ve bereketin Hakka ait olduğunu ikrar eder. Başarısız olursa, nefsinin gerçekten daha kamil bir gayrete girmesi gerektiğine kanaat eder.[521]
"Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar Allah'ın yaratığıdır, mahluktur. Nasıl ki Cenabı Hakkın maddi nimetlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddi yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, ade-tuîlah gereği ise, aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kamilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de adetullahın bir gereğidir. [522]
"O halde rabıta, adetulfah gereği, hidayet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Rabıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenabı hakkın zatına izafe etmek suretiyle kendileri şirke düşmektedirler. Demek istiyorlar ki feyz ve muhabbet Vacibu'l-Vucut'tur. [523]
"Rabıta, insanı kamilin etine, kemiğine, yani kalıbına değil, Allah'ın tecellisine, yani o üflenen ruhadır. Çünkü insanı kamil, Cenabı Hakkın zat tecellisine mazhar olarak kendi çamur kalıbını yırtmış, içindeki hazineyi açığa çıkarmış, yani aslına, öz cevherine dönmüştür. Rabıtadan maksat, aynı tecellilere mazhar olmaya çalışmaktır. [524]
"Rabıta" hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler eski bir Nakşı Şeyhi olan Ferid Aydm'ın rabıta konusunu ilk defa detaylı olarak incelediği ve tevhidi ilkeler çerçevesinde kuşatıcı bir kritiğini yaptığı "Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik" kitabına bakabilirler. [525]


e. Günümüzde Zikir:


Tasavvufçularm nasıl zikir yaptıklarını ve zikir anlayışlarını yukarıda belirtmiştik. Bilindiği gibi hemen her tarikatın kendine mahsus bir zikir şekli bulunmaktadır. Kimi sessiz, kimi sesli ve danslı zikir yaparken, kimileri de birtakım cimnastik gösterilerinde bulunmakta, şişler bitirip kızgın demirlerle kendilerini dağlamakta ve naralar atmaktadırlar.
Sessiz ve sesli zikrin güya serî delillerini anlatan Haydar Baş, bir lise öğrencisini bile tatmin edemiyecek deliller göstererek şöyle demektedir:
"Beş vakit namazın üç vaktinin cehri kılınması, ezanın cehri okunması, hac esnasında zikirlerin cehri yapılması, cuma namazının kıraatinin cehren okunması, Kur'an'ın ekseriya cehri okunması, ölüm anında kelime-i tevhidin, kelime-i şehade-tin mevtaya cehren telkin edilmesi, definden sonra telkinin cehren yapılması, cihad esnasında düşman karşısında Lafza-i Celalin {Allah isminin) cehren zikredilmesi ve buna benzer pek çok delil, cehri zikrin İslam'daki yeri ve önemini haber yermektedir. Adeta cehri zikir, İslam'ın bir yaşam tarzıdır. Nitekim Allah Rasuiü, "Yemeğinizi Allah'ın zikri ile, namazla eritin. Bundan gafil ofmayın ki kalpleriniz katılaşır." buyurmuştur.[526] Bu hadis, cehri zikre teşvik eden birçok delilden yalnız birisidir. Zira hazmın kolay olması için enerjihin yakılması ve hareket şarttır.
Hafi zikir de, aynı cehri zikir gibi Rasulullah efendimizden günümüze ulaşmaktadır. Rasulullah Mekke'den Medine'ye hicretleri sırasında mübarek uyluktan üstüne oturmuş oldukları halde, bağdaş kurmuş olan yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir'in kulağına hafi zikri üç kere telkin buyurmuştur. [527] Bu yol, Sıddikiyye ve Bekriyye adlarıyla anılır ki bu yolu esas alan dört tasavvufi meşrep vardır.
Başta izah ettiğimiz gibi, Hz. Ebu Bekir kanalıyla gelen hafi (gizli) yol, kişinin ancak kendi duyabileceği bir sesle Allah'ı zikretmesi kuralını esas alır. [528] Zikir esnasında dans etmek ve sallanmanın da Rasuiullah'ın onayından geçen bir zikir şekli olduğunu anlatan Haydar Baş, zikir esnasında dans etmenin delillerini de aklınca şöyle anlatmaktadır:
"Zikirde özellikle cehri zikirde zikrin temposuna uygun olarak sallanmak, asrı saadetten beri gelen yaygin bir adet halinde icra edilen bir husustur.
Hareket, zikir esnasında kulun rabbine olan yakınlığının verdiği bir muhabbet ve neşeden doğar. İnsan hoşuna giden bir şeyle karşılaştığında kendiliğinden sallanırve çeşitli hareketlerde bulunur. Bu yönü ile zikirde hareket, asrı saadette yaşanmış ve günümüze kadar gelmiştir.
Hz. Peygamber, Caferi Tayyar'a,"Ya Cafer! senin siman, ahlak ve davranışın bana benziyor" diye iltifatta bulununca, Caferi Tayyar hemen ayağa kalkmış ve Hz. Pey-gamber'in huzurunda sevincinden rakselmeye ve dönmeğe başlamıştır. Efendimiz de onun bu halini gördüğünde sukui ederek Caferi Tayyar'ın coşkusundan kaynaklanan bu davranışını onaylamıştır.
Allame İbn Hacer, bu hususta sahih ve sağlam rivayetlerin varlığını ileri sürerek bu hadisi nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bu rivayetler, sufilerin zikir ve sema meclislerinde kendinden geçme ve vecd halinin tesiriyle ayakta ve dönerek zikretmelerinin cevazına kesin ve sarih dini birer delildir."
Bu husuta İmam Ahmed'in Müsned'inde, ricali sahih zatlar tarafından ve hafız Makdisi'nin Enes'ten rivayet ettikleri şu hadis de bu konuda delildir: "Habeşiler, Rasulü Ekremin önünde rakseder ve kendi diilerince bir şeyler söylerlerdi. Rasulü Ekrem, "Ne diyorlar?" diye sordu? "Muhammed salih bir kuldur" diyorlar, dediler. Rasulü Ekrem onları yasaklamadı ve hatta seyretti." (...) Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Cenabı Hak, Hz. Ademi yer yüzüne indirdiği zaman, elem ve kederin etkisiyle üçyüz sene ağladı. Hz. Adem'in gözyaşlarıyla neslinin göz yaşları tartılsa, onun neslinin göz yaşlan kadar, hatta onlardan daha fazla ağladığının görüleceği rivayet edilmiştir. Cenabı Hak tarafından kendisine, niçin bu kadar ağladığı sorulduğunda, Hz. Adem şöyle cevap vermiştir. "Allah'ın ne cennetini istediğim, ne de cehenneminden korktuğum için değil, yalnızca yetmiş bin saf halinde Arşın etrafında tavaf etmekte olan meleklerinden ayrı düştüğüm için ağlıyorum. Onlar orada dönerek zikrediyor ve kendilerinden geçerek vecd halinde bulunuyorlar. Her biri diğerinin elinden turarak yüksek sesle,"Sen bizim rabbimizsin, bizim gibi kim oiabîlir? Sen bizim habibimizsin, bizim gibi kim olabilir?" diyorlar. Onların gıptaya değer olan bu halleri kıyamete dek devam edecektir."
Bu cevap üzerine Cenabı Hak, Hz. Adem'e, "Ey Adem! Başını kaldır da gök yüzüne bak." buyurdu. O, gökyüzüne baktığı zaman, Arşın etrafında uçmakta olan melekleri gördü. Yaşarken de Arşın ahvalini seyredebilmenin verdiği sevinç, Hz. Adem'in endişesini hafifletti.
Sufiler bu hadisi şerifi dikkate alarak vecd konusunda meleklerin arş etrafında zikrederek dönüşlerini örnek almışlar, müridlerin vecd ve tevacüd halinde kendinden geçercesine zikretmelerini benimsemiş ve uygun görmüşlerdir.[529]


f- Günümüzde Keşf ve İlham:


Müslümanlar için dinin temeli Kur'an'dır. Kur'an korunmuş bir kitaptır. Kur'an'm hayata tatbik edilmesinde Hz. Muhammed'i örnek alınması ise se-ned ve rivayetin doğruluğu yolu iledir. Tasavvufçular sistemlerinin gizliliğe ve sırlara dayandığını söyleyerek sened ve rivayet sistemine alternatif olarak keşf ve ilham sistemini geliştirmişlerdir. Bununla da dinin sabit olacağını ve direkt Hz. Peygamberle diyalog kurulacağını iddia etmişlerdir. Amaç da, söyledikleri batıl ve geçersiz olduğundan, bilgilerini bu gizli yola dayandırmak ve bunu keşf yahut ilham yolu ile aldıklarını söyleyerek kendilerini savunmaktır. Tıpkı tarikat ve tasavvufun gizli yolla Hz. Ebubekir veya Hz. Ali'ye dayandığını iddia ettikleri gibi. Bunun için birtakım rivayetler ve hadis dedikleri haberler de uydurmuşlardır. Tasavvuf çul arın izledikleri bu esrarengiz yolun tipik bir izahı ve savunması için îsmail Hakkı Bursevi'nin Kemi Mahfi kitabının mukaddimesine bakalım:
"Keşf ehline göre bu hadisi şerif (Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı bilinmem için yarattım) sahihtir. İsterse hadis ezbercilerine göre sahih olmasın. Zira keşf ehli olanlar bizzat peygamber efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise, nakil yolu ile rivayet ederler.
Sonra bir şeyin belli bir senedi olmayınca (Olmaması) sabil olmadığım icabettir-mez.
Şu da katidir: Keşf itibariyle sahih olan bir şey nakil yolu ile gelenden daha sahihtir. Zira keşf halinde vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir açıklık ve hakkelyakin hali vardır.[530]
"Şunu unutmamalı ki varidat ve ilhamlar itikat sahiplerine göre hüccet oima yönünden yeterlidir. İsterse münkirlere göre bir hüccet ve burhan sayılmasın. Zira münkir hufîaş gibidir. [531]
"Aslına bakılırsa, vahyolunan Kur'an manevidir. Hakka kemai ehlinin ilhamları da böyledir. Durum bu olunca, sen ona ister vahiy de, ister ilham. Zira evliya katında ikisi de bir manadadır. Şu var ki, anlaşılması için bir ayırma yapıp peygamberlere gelene vahiy, evliyaya gelene de ilham adi veriiir. [532]
Zaten tasavvufçular arasında "Kalbim bana rabbimden nakletti", "Siz dininizi Ölülerden alıyorsunuz, biz ise hiç ölmeyen (Allah)'dan alıyoruz.[533]sözleri meşhurdur. Çünkü Allah'ın dinine yapacakları iftiraları ancak böyle savunup bir dayanağa yaslandığını iddia edebilirler.
Diğer taraftan şeyhin keşf yolu ile gaybı bildiğini, uzak mesafelere kadar bütün meçhulleri gördüğünü ve kendisine gizli birşey kalmadığını da iddia etmektedirler. Bakınız Mehmed Zahid Kotku bunu nasıl dile getiriyor:
"Nice günler beni bir halet ihata etti ki, gözümden eşya kalktı. Etrafı alemden her ne varsa cümlesini görür oldum. Yani bu alemdeki eşya kalktı. Diğer alemlerde her ne varsa cümlesini gördüm. Herşeyi ki haber verseydim, vakıaya mutabık bulunurdu. Lakin gördüm ki, onun arkasında, onun gibi yetmiş makam daha var. En büyük mertebe ve makam fena fİJlahtır. [534]
Keşfi de ikiye ayırmışlardır. İyani ve vicdani diye.. "Selefi salihin zamanında erzak şüpheli olmadığından keşf iyani olurdu. Halihazırda ise, ekseriyetle rızık şüpheli olduğundan keşf vicdanidir[535]
Tasavvufçuların rüyalarla nasıl oturup kalktıklarına bakınız: "Akşam rüyamda Efendimizi gördüm: Size selam söyledi ve "Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem" buyurdu. [536]
Akademik kariyeri bulunan bir tasavvuf hocası, tasavvufçuların rüya yolu ile hadis naklini ve Hz. Peygamber yahut Allah ile görüşmelerini kitabında şöyle anlatır:
"Ebu Aİİ Şebevi bir gece Hz. Peygamber'! rüyasında görmüş ve "Ya Rasulullah: "Benim saçlarımı Hud suresi ağarttı" sözünün senden rivayet edildiği doğru mudur? Bu doğru ise, Hud suresinin hangi ayeti seni ihtiyarlattı? Nebilerin kıssaları mı, geçmiş milletlerin mahvolmaları mı?" Rasulullah bunun üzerine: "Bunların hiçbiri değil, sadece o surede geçen "Emrolunduğun gibi istikamet üzere o!" {Hud, 112) sözü beni İhtiyarlattı" dedi.
Taarruf sahibi Kelebâzî (öl.380/990) ikiyüz yirmi üç hadisin ahlaki ve ta-savvufi izahın] yaptığı Bahru'l-Fevaid adlı eseri için Hz. Peygamber'i rüyasında görmüş ve kendisine "Bu yolda bulunduğun müddetçe hadislerimi şer-hetme işine devam et" denmiş ve eline kalem kağıt verilmiştir. Kelebazi, uykudan uyanınca, elinde hadisler ihtiva eden bir evrak görmüş, hayatının sonuna kadar bunları şerhetmişti. Rüya konusuna ileride temas edilecektir.
Daha önce, bazı ayetlerin sufilerce nasıl şerhedildiğine dair bilgi verilmişti.[537]
"Sufiler sürekli olarak Hz. Peygamber'den rüya yolu ile bilgiler alırlar. Müşkillerini ona danışırlar. Hatta mevzu ve uydurma olduğu iddia edilen bazı hadis ve davranışların doğruluk derecesi de rüya yolu ile çözülür... Tasavvufla ilgili birçok eserin yazılışında rüya sözkonusu edilir. Mesela Fususu'l-Hikem'i çok müsbet bir eser olarak değerlendirenlerin delillerinden biri de kitabın girişindeki şu ifadeleridir: (Yazar burada İbn Arabi'nin Fususu'l-Hikem girişindeki sözlerini verir). Vahdet-i vücud düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan sufi şair İbn Farıd'ın (öl.633/1235) meşhur kasidesine Nazmu's-Suluk adını veren yine Hz. Peygamber'dir. (Yazar bazı rüya ve rüyada peygamberle görüşme örneklerini naklettikten sonra şöyle devam ediyor):
Böylece sufiler, gerek rüya yolu ile Hz. Peygamber'den ve diğer sufilerden aldıkları, gerekse ilham yolu ile Allah'tan aldıkları marifetle İslam düşüncesine daha önceden söylenmemiş yeni taptaze yorumlar getirmişler, yeni manalarla Kur'an'ı açıklamışlardır. Bu konuda tasavvufun yerini tutabilecek bir başka ilim yoktur. [538] Ne büyük bir ilim değil mü? Müslümanlar herhalde bu ilme gereği gibi değer vermedikleri için geri kalmış ve bugünkü sömürge durumuna düşmüşlerdir (!)[539]


g. Günümüzde Şeyh-Mürid İlişkisi


Tasavvuf geleneğinin yenilerde belirgin olarak devanı ettiği yerlerden biri de şeyh-mürid ilişkisi konusudur. Bilindiği gibi, tasavvufta mürid şeyhin elinde cenazeden farksızdır. Hatta şeyh-mürid için ibadet bile belirlemekte ve mürid ona itaat etmek zorundadır.
"Sohbetin üç şartı vardır;Birincisi, mürid, mürşidin sohbetini madem seçti, o halde ona hizmet edecek, intisab edecek, onunla iftihar edecek ve ona yönelecek. İkincisi, şeyhe asla itiraz etmeyecek, yaptığı bir işe ne açıktan ne de gizliden asla hoşnutsuzluk duymayacak. Şayet kalbinden beğenmemezlik gibi düşünceler geçerse, bunu günah addedip istiğfarda bulunacak. Zira şeyh Allah'ın tasarrufunda-dır. Allah ise asla kötülüğü emretmez, münkeri emretmez. Fakat Allah kullarından istediğini şeyhin vasıtasıyla imtihana çeker. Üçüncüsü, mürid, ölmüş birisi yıkayanın elinde itiraz edemediği gibi mürşide itirazetmeyecek. Asla muhalefet etmeyecek. Şeyhe karşı kendini müdafaa etmeyecek.[540]
"Mürid şeyhinin terbiyesinde, gassalin elindeki Ölü gibi olmalıdır ki o şeyh müride istediği gibi hareket edebilsin.
Kalbinde şeyhin efali üzerine itiraz etmemelidir. Şeyhe itiraz çok çirkindir. Mu'teriz mazur olamaz. [541]
"Şeyhin efalinden birine zahiren veya batınen itiraz ve inkar etmemek lazımdır Olabilir ki, şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmıştır. [542]
"Şeyhin ihtiyar ve tercih ettiği miktardan fazla veya başka zikirlerle meşgul olunmamalıdır. [543]
"Babası, oğlu ve bütün insanlardan kendisine daha sevimli olmadıkça hiçbiriniz i-man etmiş olmaz" buyurduğu gibi Peygamber Efendimiz, mürşid-i hakiki peygamber efendimizin varisi olduğundan onun makamında oturduğundan o zamanın o mü'mini de onu o tarzda sevmesi lazımdır. O tarzda sevmezse hava alır. Rasulul-lah'ı sevmeyenin amelleri heba olduğu gibi, o mürşide Allah'ın rızası için bağlanmayan da kendisi bilir. Onun için bu sevgi bağını, saygı bağını, o ruhani irtibatı güzelce yapın. [544]
"Onlar bilmelidirler ki, bu taifeyi (mürşidleri) inkar, öldürücü bir zehirdir, onların yaptıklarına ve sözlerine itiraz ve engerek yılanı zehridir. Bu şekilde davranmak, ebedi ölüme ve helake götürür. Böyle bir itiraz ve inkar şeyhe nasıl yöneltilir ve bu ona eza sebebi yapılırsa, durum ne olur? Bu taifeyi inkar eden, onların bereketlerinden mahrum olur, itiraz eden ise daimi surette perişanlık ve hüsran içinde kalmaya mahkum o!ur. Şeyhin bütün hareketleri müridin gözünde güzel olmadıkça, onun kemalinden hiçbir şeye nail olamaz. Nail olsa bile, istidrac (yalancı bir kemafjdır. Akibeti ise, rüsvaylıktır ve helak olmaktır. Eğer mürid şeyhine karşı kendinden kıl kadar itiraz gücü buluyorsa, ona muhabbeti ve ihlası tam olsa dahi bilmelidir ki, bu gerçekte şeyhin kemalinden mahrum olmasıdır. [545]Şeyhe itiraz yasak olduğu gibi, şeyh değiştirmek de yasaktır. Aksi haldeşeyhler uyanık iken olmasa bile rüyada şeyh değiştiren kişileri cezalandırırve pişman ederler. M. Esad Coşan'ı dinleyelim:
"Birisi hocasını değiştirmiş, rüyada değiştirdiği hocasını görmüş, bir tokat patlatmış buna, sen de amma gezinti adammışsm be! Ordan oraya, or-dan oraya geziyorsun, diye bir tokat patlatmış. Gelmiş bana ağlayarak söylüyor. Onun için o tokatı atar, o tokat ikaz olur, iltifat olur, sen onun ruhuna bir hatim indirirsin, rüyada sana teşekkür eder. Ya, hani bu ölmüştü, cesettir ölen, ruh ölmüyor... Can ölür mü, ruh ölür mü? Ölmez. İşte tasarrufa!,] oluyor. Onun için o büyüklerimize bir fatiha üç ihlas okuyun, gönderin iu-haniyetlerine[546]




[503] Allah mekandan münezzehtir" inancı Kur'an veSünnetin söylediklerine aykırıdır. Çünkü Allah Aran ü/erine istiva elmiştir. Yunus,3, Rad,2, Taha,5, Furkan,59, Seale,4, FııssileU 1, H.ıdid.4)j;ibi ayetler bunu anlatmaktadır. Yüce Allah'ın mekanı varılır, ama o mekan hakkında bildirilenlerin dışında kulların bilgisi yoktur.

[504] Şeyh, Allah'ın yerini .ılıyor.

[505] Mekke müdrikleri müşahhas obje olan putların şahsında Allah'a ibadet ediyor, kemlileri ile Allah .ırasında onları aracı sayıyorlardı.

[506] Abdulkerim el-Cili sufiler insani kamil'in llz.Muhamnıed olduğunu söylerken, b.ışk.ı siniler insanı kamilin şeyhleri olduğunu söylüyorlar.İnsanı kamil teorisinin fimden hiçbir delili yoklıır.

[507] Allah'ın tasarruflarına ışlirak hafinde olmak acaba Mekke müdriklerinin in.ınc ınd.ın b.ışk.ı bir şey midir!1

[508] Yüre Allah) kain.Um ruhu olarak bilmek I lailac'ın hulul ve panteistlerin panteizm inancı dejiil midir?

[509] Halbuki Fatiha suresinde "Sadece senden yardım isteriz" diyerek sadece Allah'a sığtnm.ınıı/ «ereklimi öğretilmektedir.

[510] Yasar Nuri Özlürk, Kur'an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, 265

[511] Abdullah Develioftkı. Cülzan Sofiyye, 311-312. Ahmecl S.ıim Matbaası, İst.

[512] Allah'ın ayetlerini varlıklar üzerimle müşahade ederek imanı kuvvetlendirmek deîfiil,sıfatlarla müieh.ıkkik olmak, .icaba tanrılaşmanın başka bir ifadesi midir;1 Değilse, Allah'ın /.m sıfatlarıyla kulların tahakkuk etmesinin ne ilcisi vardır?

[513] el-Arif Bill.ılı Zilcenaheyn Şevli İzzeddin el-l laznevi i lazretleri.7d. Temmuz I <)0<>, yazarı ve basım yeri belli değil.

[514] Mehmeci Zahid Kolkıı, Tasavvuf i Ahlak, 2/240.

[515] Prof. Dr. Mahnıud Esad Co^an. Tasavvufa Giriş., 20.

[516] Mehmet Zahid Kolkıı, Tasavvııt'i Ahlak, 2/240.
Tasavvtılı çevrelerden kimileri de şeyhin fotoğrafı ile rabıl.ı yapmaktadır. Dua veya ibadet esnasında şev-
hin fotoğrafına bakıp onunla konsantre olmakta ve böylece leydin gelmesini beklemekledir. Halbuki İslam kişileri şirke götürecek her türlü yoldan sakındırmış ve şirk kokusu taşıyan bütün davranışlar yasaklanmıştır. Nitekim tasavvufçuların büyün yapmakta olduğu rabıtanın İslam'a aykırı olduğunu ve önceki tasavvufc. uların başka şekilde rabıta yaptığını Süleyman Ateş şöyle ifade etmektedir: "ilk sufiler, mürşidin lüzumuna kani olmakla beraber bugünkü manada onu rabıta etmiyorlardı. Çıınkiı ilk kaynaklarda (atiyyen bugünkü manada tefsir edilmem. fiibi şeyhi karşısına alıp gö/eilemek ve adeta onu ııluhiyet derecesine çıkarırcasına Hakkı bırakıp şeyhte meşjuıt olmak, İslam'ın ruhun,ı aykırıdır." islam Tasavvufu, 50-51, P.ırs Matbaası, Ankara, irs.
Nakşibendi tarikatının çağdaş bir kolunun el kitabı mahiyetinde olan Ad.ıt) kitabında rabıta ayrınlılarıyl.ı anlatılmaktadır. Konunun uzamaması için ondan iktibas yapmadık. İsteyenler rabıta için şeyhe Allah'ın sıfatlarının nasıl ^ydirildiftini ve insanların kalblerinde ona nasıl bir mevki verdiklerini okuyabilirler. K.t bıUı inancının hararetle savunulması ve tavsiye edilmesi hakkında yine bakınız. Mııhamnıed Nalını Kıbı> st, Tasavvufi Sohbetler, 83-84, Nush Yayınları, İstanbul

[517] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu'l-Furkan,2/64, Sirac Kitabevi, İstanbul I

[518] Mahmud Ustaosm.ınoğlu, a.g.e.2/65

[519] Mahmud Ustaosmanoftlu, a.g.e.2/67

[520] Mahmud Ustaosm.moj'îu, a.g.e.2/68

[521] Haydar [Saş., İslam'da Zikir,2(.-2(.7, İcmal Yayınları, İsanbul 1995

[522] Haydar Baş a.g.e. 275

[523] Haydar Baş a.g.e. 275

[524] Bu arada Haydar 13,15'm insanı kamil anlayışının d.ı Abdulkerim d-Cili anlayıp olduğunu şöyle belirtmektedir: "Bilelim ki kamil insan, Abdulkerim Ciyli'nin dediği j;ibi, hem I lak'kın, hem de halkın mukabilidir. Kamil insan, bülûn alemleri kendinde toplayan alemdir,Kamil insan, bu alemin ruhu, alem de onun cesedidir. Özelle diyebiliri/ ki. kamil insan, her iki alemi de seyreden, keşfeden, bilen ve bildiren bir aynadır." Haydar I3,ış,

[525] Ferit Aydın, Tarikatla Rabıia ve Nakşibendilik, Ekin Ya vınlan, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 433-436.

[526] Herhalde tasavvutçular, ashabın kendileri mükellef sofralarda ırka basa yediklerini ve ven.e^ı hazmetmek için danslı ^ikrr yanlıklarını havai etmektedirler.! iaydar I5asr ashabı ti.ı kendisi ı^ıbı vaph^im sanmakla ve yemekten sonra cehri zikrin yapılmasını lavsiye etmektedir.İlk/.a.14.e.20 i,211)

[527] Hafiikri Hz.Ebıı Bekr'in kulağına Rasulullah fısıldarken, herhalde i laydar rJnş onların ikime itleriydi ki Rasulullahın ^izli yaptıftı bir şeyden haber vermektedir (t)

[528] Hnvdar Baş, İslam'da Zikir,2()3-2O4,2H., İcmal Yayınlan, İstanbul 1995

[529] Haydar I3aş, İslam'da Zikir, 22H-23O İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 437-438.

[530] ismail Hakkı Bursevi, Kenzi Mahfi, Mukaddime, 1(1-1 1, islanbııl 1988

[531] İsmail Hakkı Bursevi, a.g.e., Mukaddime, 11. Münkir tüyerek yarasaya ben/etlimi kişiler de bülirn kesimleriyle İslam alimleridir.

[532] ismail Hakkı 8ıırsevi, .ı.g.e., Mukaddime., 14.

[533] Bkz.İbn el-Cevzi, Telbisu İblis, 311; Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arilin, 2/f.d. İ. Hakkı Bınsevi, Ketı/i Mahfi, 107. B.Bİstami'nin sözü olarak nakledilmektedir.

[534] Mehmed Zahıd Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/15-16.

[535] Rama/anoglu Mahmud Sami, Musahabe, 6/13.
ibıı Arabi ve evliyanın keşfini yenilerin naşı! savunduklarına rtair bkz. M. Abdullellah Şahin, Şüpheler ve Çıkış Yolları, 3/112-1 I», 4/5-10. Aiımecl Şahin, Zaman Gazelesi, 16 Mayıs I990

[536] Fethullah Gülen, Zaman, 12.3.1992.

[537] Dr. Mustafa Kara, Tasavvul ve Tarikatlar Tarihi, 82.

[538] Dr. Mustafa Kara a.g.e., 135-137, Sufilerin Allah ve peygamberle rüyada ^öıüşmeieri, onlarla konulmaları, onlardan bilgiler ve emir yahut yasaklar almaları, kit.ıpl.ınnı nnl.ırm isiefii ürerine v.vdıklann.ı eldir bilgi itjn adiden eserin devam eden savlalarına bakınız.

[539] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 439-441.

[540] el-Arrf Billah Zik:enaheyn Şeyh izzeddin el-Haznevi 1laz re ileri, 74, Temmuz 19%, yazarı ve basını yeri belli değil,

[541] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufr Ahlak, 2/218-263. Aynı mana için bkz. Rama/anogliJ Mahmucl Sa-mi, Musahabe, 6/188.

[542] Mehmed Zabiti Kotku, n.j;.e., 2/239. Yaşar Nuri Ozlurk, A.g.e., I/1).

[543] Mehmed Zahid Kolku, a.g.e., 2/246.

[544] 'Prof. Dr. M.Esad coşan, Tasavvufa Giriş., 21

[545] İslam Dergisi, s.24, sayı 82. Haziran s. 54, s.ıyı: 86, Ekim 1 Mekltıb.ıl'm l.i. mekluİHind.ın tercüme.

[546] Prof. Dr. M. Esad Coşan, a.K-e., 14. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 441-443.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
h. Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb)


İslam inancında ricalu'1-gayb inancı olmadığı halde tasavvufçular Batınıyye-İsnıailiyye fırkasından ve başka batıl dinlerden bu inancı almış ve İslam inancı gibi benimseyerek hayatın ve kainatın tasarruf yetkisini ricalu'l gayb dedikleri kişilerin eline vermişlerdir. Şimdi tasavvuf hocalığı yapan bir kişiden bu masalı dinleyelim:
"Abdal, Allah'ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal kırkı Şam'da[547] otuzu diğer memleketlerde olmak üzere yetmiş kişidir.
Diğer bir rivayete göre Abdal, Gavs, İmaman ve evtad olmak üzere yedi kişiden ibarettir. İç alemleri Hakka yöneliktir. Vaaz ve nasihatlarıyla insanları ıslaha çalışırlar. Kutb, değirmen taşının miline benzer. Değirmen taşı, milinin çevresinde döndüğü gibi, alem de onun etrafında döner. Her işin, her ülkenin, her yerin bir kutbu" vardır. Asıl kutub, kutbu'l-aktab'dır. Kendisinden yardım dileyene manen yardım elini uzattığı için "Gavs" ismi ile de anılmıştır. Bu zat, Muhammedi hakikatin varisidir. Kutuptan sonra gelen iki kişiye imaman ismi verilmiştir. Bunlardan birine, sağ yanındaki imam (imamı yemin), diğerine sol yanındaki (imamı yesar) derler... Bunlardan başka yeryüzünün dört yönünü idare eden ve "Dört direk" (Evtad-1 Erbaa) denen erler vardır. Doğuda olana Abdulhay, batıdakine Abdulalim, kuzeydeki-ne Abdulmürid, güneydekine Abduikadir denilmiştir. Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Maddelerini manaya, nefislerini ruha, mevhum varlıklarını gerçek varlığa tebdil ettiklerinden abdal diye anılmışlardır. (Ayrıca Nuceba ve nukebayı anlatır).
Kutup ölünce her dereceye aşağı derecelerdeki biri yükseltilmek ve sonra, velilerden eksilenin yerine de alttan birini seçip yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır.[548]
Tasavvufun bid'atlarmdan olan ricalu'1-gayb ve tasavvufun divanı inancını çağdaş tasavvufçulardan dinlemeye devam edelim:
"Her hafta divanı salihin, tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulullah teşrif ederse reis odur. Teşrif etmezlerse, varis-i rasui riyaset eder. Ve ahval-i aleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır. [549]"Divanı salihinde Rasulullah bulunursa, Arapça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice. [550]
Muhyiddin İbn Arabi kendisini hatemu'l-Evliya ilan ettiği gibi, Ali Erol da şeyhini zamanın kutbu olarak ilan etmektedir. Şöyle diyor:
"Varisi Muhammedi ve sahibi zamanın sonuncusu sadat-ı kiramdan olup bu devlet Türkiye'ye ihsan olunmuştur. İmam Rabbani, Hindistan'da; Şahı Nakşibend ve Mevlana Selahaddİn Siracuddin İbn Mevlevi, Buhara'da, son sahibi zaman ise Türkiye'de zuhur etmiştir... Irk ve milliyet gözetmeden Hindistan ve Buhara'dan emaneti kübra, ilahi irade icabı, Türkiye'ye inîikaf etmiştir. [551]
Ahmet Hulusi de klasik tasavvuf kitaplarında anlatıldığı şekliyle tasavvufun divanını ve ricali gayb masalını savunmakta, bunların alemin idaresi ve alem hakkında alman kararlarda söz sahibi olduklarını söylemektedir. Onları karar organı ve icra organı olarak iki smıfa ayırır ve meydana gelen olayların onların onayından geçtiğini belirtir. Divanın işleyiş tarzını da ayrıntılı olarak anlatır. [552] Bu misalleri başka çağdaş yazarların kitaplarından daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak tarikat çevrelerinde ve özellikle ta-savvufçular arasında görülen Gavs, Kutup, Baz (Doğan), tıatemul evliya gibi isimlerle istigasede bulunma, üçler, yediler, kırklar, aktab ve. ebdaİ gibi isimler bu inancın halk arasında bile ne kadar yaygın olduğunu göstermeye yeterlidir. Tarikatçıların şeyhlerine bu isimlerden biriyle seslenmeleri yahut onu bu isimle anmaları çok yaygındır. Bütün bunlar yeni tasavvufçuln-rın eskilerin yolunda olduklarını göstermektedir.[553]


ı- Günümüzde Kabirlerle Tevessül ve Ruhlardan Yardım İstemek


Tasavvufçularm bid'atlarmdan biri de kabirlere tevessül ve ruhaniyetteıı istimdat inancıdır. Kur an ve Sünnette böyle bir inanç ve uygulama olmadığı gibi salih selefin de böyle birşey yaptığı vaki değildir. Bu inanç tamamen batıl İslamdışı inançlara dayanmaktadır. Tasavvufçular bir İslam inancıy-mış gibi buna sarılmış ve insanları böyle yapmaya teşvik etmişlerdir. Yeni tasavvufçularm bu konuda söylediklerinden bazı örnekler verelim:
"İşlerinizde bir çıkmazla karşılaşırsanız, kabir ehlinden yardım isteyiniz" mevzu hadisi naklettikten sonra izahı kabilinden Ramazanoğlu Mnh-mud Sami şöyle demektedir; "Ey benim ümmetim, size bir müşkilat, bir gam ve keder teveccüh edince evliyaullahın ziyaretine koşunuz ki onların bere-katiyle müşkilatınız hal, gam ve kederiniz zail olsun. Bunun tasavvuf! izahı. kuburdan murad evliayullahtır." "Mescidler Allah'ındır." ayetini açıklarken de şöyle diyor: "Evliyaullah'm verdiği bir manaya göre mescidden murad kalbtir.[554]
"Onun için o büyüklerimize bir fatiha üç ihlas okuyun, gönderin ruhani-yetlerine. İstimdat edin. Şirk olmaz mı? Olmaz. Çünkü Allah'ın sevgili kullarını Allah için sevmek sevaptır. Rasulullah efendimiz buyuruyorlar: "Sizden biriniz beni.... sevmedikçe. [555] Sanki şeyhler ve ölüler Allah'ın Rasulü! "Evliyaullah Allah'ın sevgili kulları, Allah'ın rızasını kazanmış kullar, vefatlarından sonra da insanlara müessirdirler. Yani tasarruf sahibidirler. Yani sizinle münasebetleri vardır, alakalan vardır. Rüyamıza girerler, nasihat ederler, ikaz ederler. [556] "Bir de zikirden önce mürid, mürşidin ruhaniyetine teveccüh eder ve huşu içinde olabilmesi için o ruhaniyetin Allah ile kendi arasında tavassut etmesini diler. Buna istimdadi rabıta denir. [557]
"(Zikirde) dördüncü edeb, ruhaniyetten istimdattır. [558]
"Bazı mürid de şeyh vefat ettikten sonra kendisine rabıta yaptırmıştır. Bazısı da meyyit ahirete intikal ettikten sonra dünyaya iltifatı kalmaz, demiştir. Bu kanaat, nefsinde kemal iddia edenlerin hatasından da büyüktür. Bu söz evüyaullah indinde tasarrufatı inkardır. Bunda ittifak vardır. Evliyaullahın tasarrufatı ahirete intikal ettiklerinde de bakidir. Onun için Hazreti İmam tarikat el-Maruf Şah Nakşibend, Şeyh Abdulhalik Gücdüvani'nin ruhaniyetinden feyz almıştır. Halbuki bu ikisi arasında beş adet vasıta vardır. [559]
"Cenabı Hak kulunun yükü ağırlaşınca, anasırdan tecrid eder de ruhen mutasarrıf kılar. Zira ruhta telsiz sürati vardır. Onun için tasarruf daha süratli, ihatalı ve kolay olur.[560]
Biraz da Mahnıud Ustaosmanoğlu(Efendi)nin tefsirinden ölülerin nasıl tasarruf ettiklerini görelim. Mahmud Efendi ölülerle nasıl görüşme yapıldığı ve rabıtanın meşruluğunu savunmak için kendisine göre birtakım kişilerin söylediklerini delil getirmektedir. Biz de sahiplerinin isimlerini geçerek belirtilen bu görüşlerden bazılarını nakledelim;
"Seyyid Curcani. evliyaullahın suretlerinin, müridlerine zahir olabileceğini, öldükten sonra bile müridlerin kendilerinden feyiz aldıklarını açıklamıştır. [561]"Bunlardan daha üstün derecelerde olan bir kısım vardır ki onlar özellikle zikir vakitlerinde açıkça başlarının gözü ile Efendimiz (s)'in kıymetli suretini görürler. Çünkü Efendimiz (s) çok selaîu selam okumakla ruhları efendimizin ruhu ile kaynaştığından, Efendimizin ruhu kerimesi, cesedi şerifinin şeklini alarak onlara gözükmekte de bu makamda ona seiatu selam okuyanlar, ruhlarının Efendimiz'le olan yakınlığının kuvvetine göre bazan gözleriyle açıkça, bazen kalbleriyle olan anlayışla ona bakarlar, bununla beraber kalb görüşü, kafa görüşünden daha kuvvetlidir. [562] "Şüphesiz ölülerin ruhaniyetleri cismaniyetlerine galip oldukları için değişik şekillerde gözükürler. Hayatlarında da, ölümlerinden sonra da, kendilerinden tasarruf (ru-haniyetleriyle alakalı tesirler ve iş görmeler) vuku bulur (meydana gelir)" [563] "Dünyada bulunan ruh, kının (muhafazasın)daki kılıç gibidir. Ölümünden sonra ise, cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibidir. [564]
"Bedenlerden ayrılan ruhlar bazı yönlerden bedenlerle alakalı ruhlardan daha kuvvetlidir. [565]
Bu Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak sÖzkonusu tefsir bu anlayış ve kültürle yazıldığını düşünerek okuyucuları meşgul etmemek için bu kadarla yetiniyoruz.
Tasavvufçular ölülerden yardım isteme ve ruhaniyetten istimdadı o dereceye vardırmışlardır ki, bu konuda ölüleri Allah derecesine bile vardıranlar olmaktadır. Mesela tevessül ve istimdad konusunda bunlai'dan biri Allah ileRasulullah'tan isteme arasında bir fark olmadığını bile söylemektedir. Şu ifadeye bakınız:
"Ya Rabbi! Rasulü Ekremin kadir ve kıymeti için benim ihtiyacımı gider", "Ya Rasulullah, benim ihtiyacımı gider", "Allah'ım! Onunla ihtiyacımı gider" sözleri arasında fark yoktur. Doğrusu, Peygamber'in zatından istemek ile zatı ile Allah'tan istemek arasında fark yoktur.[566]


i- Dinin Hükümleri Karşısında Marifet ve Hakikat İddiası


Tasavvufçular dinin Özü ve cevherine ulaşma iddiaları yanında onun hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhalefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hükümleri zahir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhalefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz dedikleri marifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun için bunlar arasında kemale erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim günümüzde de aşk, sevgi, marifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü, sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini gozardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır.
Yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bunlardan bazı örnekler vermekte yarar vardır:
"Zahiri ibadetler, yanı bedeni ibadetler, mucib-İ kemalat ve derecat ve musi!-i kadiye'l-Hacat olmayıp belki bunların siyreti Muhammediyye ile süslenmeye ve ahlakıgüzelleştirmeye belli başlı bir sebep olur.
Namaz {sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elmı. oruç sol elini, zekat ve sadakasağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlaklarından ilerigeten hastalıklarla malul olduğunda asla fayda vermez. Bir hazik hekim demekolan mürşid-i kamilin ilacına muhtaçtır. [567]
"Buyurmuşlardır ki, ibadetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yükte hafifivardır. Abdest, namaz, oruç, hasenat ve her ne kadar zahiri ibadet ve îaat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir. Aflah-u Teafa'nın rızası, Rasulullah ( s)'in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır. "Abdulhakim Arvasİ'den naklediliyor: "Cennet ve cehennem ehli kimlerdir? Cennet ehli şunlardır ki, kalbinin en iç noktasında Allah'ın razı olduğu şeyleri sevmek ve buğzettiklerini sevmemek keyfiyyeti vardır. Hatta bu insan, fiil ve hareket bakımından düşüncesine aykırı işler yapsa bile. Böyle kimselerin muhasebesini mahşer günü bizzat Allah görür ve öbür insanlarla bu gibilerin arasına perde çeker. Muhasebeden sonra da meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder. Melekler Allah'a:
Yarabbi! derler. Biz bu kullarında cennetlik olmaya layık bir iş görmedik. Dünyadaki bütün fiil ve hareketleri şeriata aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hikmet nedir? Allah cevap verir:
Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur, Lakin onların kalbinde benim sevgim y-er tutmuştu. Beni sevdikleri gibi sevdiklerimi sever ve sevmediklerimi de sevmezlerdi. Cennetimi bu yüzden ihsan ediyorum.
Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde ilahi sevginin zıddı bir kalabalık, bir kasvet, bir buğz ve adavat vardır. Hatta bunlar zahirleri bakımından iyi işler ve şeriat ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile.
Toplumda birtakım insanların "Kalbim temizdir, kalbime bak, önemli olan kalp temizliğidir, gibi sözlerin kullanılmasının kaynağı bu nevi tasav-vufi hikmetler olsa gerek!
Muhammed Nazım Kıbrısî İlmi ve alimi şu şekilde horlamaktadır: "Ali başka, Veli başka. Dünyada ne kadar alim varsa, o alimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Öteki ulemaların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupanın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar. ... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lakin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bihaberdir. Kalpte olan ilim ledunni ilimdir. Ledunni ilmi papazlar alamaz. [568]


j. Dinlerin Birliği


"Dinlerin birliği prensibinin bir uzantısı olarak Kur'an, her topluluğa bir peygamber, yani ışık ve aydınlığa çağıran ilahi bir haberci geldiğini söyler. Ve peygamberlerin sayısını sınırlamaz. İsimleri, hatıra ve hikayeleri anlatılan nebiler yanında, adlarından söz edilmeyen nebiler de vardır. Adı anılan ve anılmayan bütün nebiler, bir tekarzuya, fıtratın coşup kabaran özlemine cevap aramışlardır. Ve bu yüzden bütün dinler aynı esasa dayanır. Çünkü "Tek varlık, bir ayna gibidir. O aynaya bakan herkes onda Allah hakkındaki inancının hayaline bakar ve onu görür, bilir, gerçekleştirir." "Her nereye bakarsanız orada Allah'ın yüzü vardır."
Çirkinlik ve kötülük izafidir. Bir şeye kötü demek, onun derinliğinde (batmında)ki iyiliği görmemekten kaynaklanır. Mevlana, bu noktaya temas ederken şunları söylüyor: "Küfür, yaratana nisbetle bir hikmettir, onun bela olması bize nisbetledir." ve " Eğer renksizliğe (ayırım ve ikiliğin olmadığı idrak seviyesi)ne ulaşabilirsen, anlarsın ki Musa ile Firavn iki dava arkadaşından başka şey değillerdir." Neden böyledir? "Çünkü küfür de Allah'ın bir sıfatıdır ki zuhur eder. Kafir, küfrün ne olduğunu bilseydi, Allah birdir, der ve küfür içinde kalmazdı."
O halde, bunca cenk ve cidal, bunca hayu huy neden ve ne İçin? Daha önce de tesbiî ettiğimiz gibi, birlikten çıkan oluş, değişiklik ve çokluk halinde zuhur ve tecelliden sonra tekrar aslına döner ve yine bir olur. Varlığın seyri, hürriyet üzere değil, meşiet (ilahi İstek ve takdir) üzere yürür. Hallaç ve İbn Arabi de temel fikirlerden biri olan, meşiet yönünde yürüme düşüncesi hiçbir davranışa çarpık, hiçbir düşünceye bozuk nazarıyla bakmaz. Ayrılık, emre isyan, günah vs. dedikleriniz aslında tekamülün kanunları içindedir. Bu fıtrat kanunu ifade için olacak ki Peygamber: "Hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi..." buyurmuştur. Madem ki varlık Allah'a doğru bir gidiş içindedir ve madem ki bu gidişte ışık kadar karanlığın da rolü vardır, o halde İblis'le Adem aynı gerçeğe hizmet eden elemanlardır. Ve o halde "İnkarın içinde ikrar, ikrarın içinde inkar mevcuttur". Bu mevcudiyet, oluş diyalektiğinin fıtri yapısından kaynaklanmakta ve motor güç olarak kainat bünyesinde sürekli rol oynamaktadır. Işık-karanlık, cemal-ce-lal tecellileri, Birin kendisi olduğundan bu tecellilerin, yani bu isim- sıfatların hangisiyle çağırırsak çağıralım, cevap verecek olan aynı sestir, Bir'dir. Burada bir tür, değişik adlarla anılan, fakat gerçek sahibi tek olan şirketler vardır ki bunların hangisine girseniz aynı zatın malı olursunuz. Bu gerçeği idrak edemeyenler, varlıkta çokluğun görüntü değil, esas olduğunu zannederek Allah'a ortak koştular. Onlar, yani çok tanrıcılar tevhidin ortak noktası olan teşbih ve tenzih arası yerine, yalnız teşbihe (Allah'ı eşyaya benzetmeye) saplandılar. Allah'ı varlığın dışında gören tek tanrıcılar ise, yalnız tenzihe saplandılar. Bunların biri bir yüze, öteki öteki yüze takılan, fakat gerçek birliği ve bütünlüğü göremeyenlerdir. İki yüzü birden görenler ise, Rabbin rahmeti üzere olanlardır ki Kur'an onlara şu ayetinde işaret etmiştir: "Eğer rabbin isteseydi, insanları birtek ümmet yapardı. Oysaki, onlar rabbinin rahmetine mazhar olanlar müstesna, sürekli ihtilaf halindedirler. Ve rabbin onları zaten bunun için yaratmıştır da.. [569] Rabbin rahmetine mazhar olanlar, yani müstesna ve seçkin kullar, iki yüzü birden gören ve tartışma ve didişmenin üstüne çıkanlardır ki, onlar varlığın, sahibinin istediği yönde ahenk içinde yürüdüğünü iyice gördüklerinden, İdraki noksan olanların dedikodularına bulaşmazlar.[570]
Görüldüğü gibi Yaşar Nuri Öztürk, Muhyiddin İbn Arabi ve Abdulkerim Cili'nin düşüncelerinin pazarlayıcısı durumundadır. Bütün dinlere mensup insanların aslında aynı dinin değişik yansımalarının mensubu olduklarını, hepsi de aynı dine bağlı oldukları halde kafasızlık yaptıklarından dolayı aralarında kavga ettiklerini, Allah'ı teşbih ve tenzih ederek algılasalardı hak üzere olacaklarını açıkça belirtmektedir. Kısaca, Ibn Arabi ve el-Cili'nin dinierin birliği ile ilgili görüşlerini kendi üslubu ile insanlara sunmaktadır.[571]


II. Eski Tasavvuf Anlayışından Devam Eden Başka Örnekler


Bütün bunların dışında eski tasavvufçuların dile getirdikleri ve kitaplarına aldıkları pekçok konuda yenileri onları izlemiş ve aynı şeyleri değişik şekillerde dile getirmişlerdir.
Cehalete ve Dünyayı Terketıneye Davet mi İstersiniz:
"Kalbi havatırdan muhafaza etmenin yolu (tarîki): Salik mahsusata havassını taalluktan menetmelidir. Zira havaîırın ekserisi, kulak ve göz tarikiyle duhul eder. Aklını da makulata taalluktan hıfzedip mütalaa gibi şeyleri terketmelidir. Daimi zikr-i kalbi ile meşgul olup havatır geldikte istiğfar edip Cenab-ı Hakka teveccüh İle iltica etmek ve halktan uzlet edip kelam söylemekten dilini tutmak ve amai-i dünyeviyeyi terkedip ayrıca kalbi işgal eden işlerden ihtiraz etmelidir. [572] Hz. Peygamber'e Bile Sekiz Cenneti İstetmemek mi dersiniz:
"Hz. Peygamber Efendimiz, sekiz cenneti bir habbeye almazdı. Zira sekiz cennet dahi masiva-ı Haktandır. [573] Yani Hz. Peygamber sekiz cenneti istemiyor ve Rabiatu'l-Adeviyye yahut Yunus Emre gibi sadece Allah'ı istiyor!
Hz. Peygamber'in Kıyamet Saatini Bilmesini mi istersiniz:
"Hz. Peygamber efendimiz, Mirac'da Cenab-ı Halik'tan haber verdi. Mahluku olan ruhu niçin bilmesin? Binaenaleyh ruhu ve saatin ne zaman kopacağını da bilirdi. [574] Halbuki Yüce Allah ruhun Allah'ın emri-den olduğunu ve kıyamet saatini kendisinden başka kimsenin bilmediğini açık bir şekiîde Kuranda ifade etmektedir.[575]
Köpeği Kendilerine ideal Örnek Seçmelerini mî İstersiniz: "Bektaş Hoca sabah vakti hocasını ziyarete gelir. Hocası kapıyı ona açar. Hocasının köpeği Bektaş Hoca'ya saldırır ve saldırısı devam eder. Bektaş Hoca köpeğe:
Sus be! Ne oluyorsun? Beş sene evvel ben de bu kapının köpeği idim. Senden eskiyim, demesi üzerine, hocası orada secdeye kapanıp üç defa "Beni ilmimi de ona ver", der ve Bektaş Hoca imtiyazlı alimlerden olur ve icazet alır. [576]
Hızır'ı Allah Yerine Koymak mı Dersiniz:
"Hızır aleyhisselamı görmek de herkese müyesser değildir. Her camide ve her duada hazır bulunur ve olup bitenleri görüp işitir. Fakat onu gören pek enderdir. Gören de ekseriya teşhis edemez. [577]
Marifetin Tevhidden Üstün Tutulmasını mı İstersiniz: "Bütün kemaller makam-ı marifettir, makamı-ı tevhidde değildir. Tevhid makamının muktezası, orada gayri görünmeye. Zira muvahhid muvahhide vasıl olsa, o mahalde meratip fena bulur.
Bir kimse Regaip namazı kılsa, kabirde o kimseye güzel insan suretinde gelirler. Tevhide sa'yetmek gerektir. Bir veçhiyle ki, o tevhidi sahibinden işi de: La İlahe illa ene. {Ya Allah insana la ilahe ilia ene, diyecek, yani insanla konuşacak). [578]
Sûrî ve Manevi Hac mı İstersiniz:
"Bize surî hac müyesser olmadı, manevi haccı Hak'tan umarız. Ka'be'nin şerefi Hz. Peygamber'in şerefiyledir. Zira o sultan o topraktan gelmiştir. [579]
Yirmibeş Yıl Nefis Mücadelesi mi Dersiniz:
"Gavs-ı A'zam Abdulkadir Geylani'nin oğlu halka vazetmiş, ama halkın üzerinde hiç tesir etmediğini görünce, sebebini babasına sormuş, o da şöyle demiştir: Oğlum! Eğer sen de Bağdad çöllerinde yirmibeş sene nefsinle mücadele etseydin, semeresini görürdün."Nefisle bir kere mücahede, on yıl gündü?saim, gece kaim olmaktan ve nafile ibadetten efdaldir. [580]
Büyük Cihad, Küçük Cihad mı Dersiniz:
"İslam düşüncesi, müminin iç dünyasında verdiği mücadeleye, iç cihad (batini cihad), dış dünyada verdiği mücadeleye dış cihad (zahiri cihad) demektedir. Buna bağlı olarak iç dünyada gerçekleştirilen fetihlere de "Dış fetih" denmektedir. İç alemdeki cihad, insan ruhunu yüceltme, insan nefsini arıtma ameliyesidir. Bu ameliye gerçekleşince, insan varlığın özünü ilahi bir görüşle kavrama imkanını bulur. Bu imkan, insanı mükemmelleştirdiği için diğer bütün cihad ve fetihlerin mükemmelliğine kaynaklık edecektir. Bunun içindir ki, İslam düşüncesi iç cihadın zafere ulaşmadığı yerde, dış cihadın bir anlam ifade etmeyeceğini belirtir. "Allah bir topluluğu, o topluluk iç dünyalarında olup bitenleri değiştirmedikçe, asla değiştirmez" Bu yüzdendir ki tasavvuf düşüncesi iç cihada "En büyük cihad", dış cihada ise, "En küçük cihad" adını vermektedir. Tasavvuf, insanı iç dünj'asmdan hareketle yüceltmeyi esas alan bir kurum olarak en büyük cihadı şöyle değerlendirmektedir; Tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası olan Türk düşünürü Kuşadalı İbrahim (öl.l845)den dinleyelim:
"Allah'tan bir nefha olan insan ruhu, insanın iç dünyasındaki islam padişahıdır. İç dünyamızdaki süfli ve şehevi kuvvetler bu islam padişahının çevresini saran düşman kuvvetleridir. Cihadı ekber odur ki, bu kuvvetlere karşı verilir ve İslam padişahının çevresindeki güçlerin onun emrine girmesini sağlar. [581] Zahir ilmi horlayıp batıniliği teşvik mi istersiniz:
"Zahiri ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi girtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (Fasid kıyası yaptı ve cennetten kovuldu) [582] "Bilmiyorsanız ehl-i zikir (alımierj'den sorunuz (Nahl, 43) ayetindeki eh!-i zikirden maksat evliyaullah hazeratıdır. [583]
Veli Dedikleri Şeyhleri Peygamber'den Üstün ve Allah'ın Sıfatlarına Sahip Kılmak mı Dersiniz:
"İşte kendilerine hizmet, nafile ibadetlerden efdal tutulan evüyaullah, yukarıdan beri birer vesile ile zikredilen Yüce Allah dostlarıdır. Onların en yüce mevkiinde bulunanlardan birisi de el-Bazu'l-Eşheb (akdoğan) lakabıyla tevkif edilen gavsu'l-Azam (kendisinden yardım istenen en büyük kişi) Abdulkadir Geylani hazretleridir. Onun yüce kerameti nasıl nübüvvet mucizatının bir cüzü sayılmasın ki, Risale-İ Gavsiy-ye'terinde görüldüğü veçhiyle Kelimullah'a vaki iiahi sohbet kendilerine de nasip olmuştur. "Len terânî'den terânî" sırrı bu yüce velide zahir olmuştur. (Yani Hz. MusaAllah'ı göremedi ama bu yüce veli görmüştür). Yukarıda bir vesile iie ehlullahın beşeri sıfatlardan tecerrüdle melekiyyet sıfatını iktisap ettiklerini arzetmiştik. el-Bazu'l-Eşheb olan gavsı azamın yüce kanaatlan cihanı muhit olduğu gibi, kendisine iltica eden bendeganını (kullarını) daima bir siyanet meleği gibi o yüce kanatların altında hıfz buyurmuşlardır. Burada Cebrail denilen ulu meleğe gavsu'l-azam da meleklik sırrı itibariyle yoldaştır, denirse, hakikatin ta kendisi ifade edilmiş olur.[584] "Hz. Mevlana İçin Molla Cami'nİn "Peygamber değildir ama kitap sahibidir" arifane kelamı, elbet Sultanu'l-Evliya Abdulkadir Geyiani hazretleri için de evleviyeîle va-riddir. Gavsu'l-Azam hazretlerinin kutsal kitabı ise Risale-İ Gavsiyye'dir. "Kelimul-iahlık" payesine erişti, denilmesinde hiçbir mahzur görmemekteyiz. Şu manada ki, elbet kendileri nebi değildir. Ama "Kelimullah" Hak Teala ile mükaleme mazhariyetine ermişlerdir. [585]
"Aslında yüce veliler, Hak Teala'nın tam ve kamil mazharlarıdır. Ol ayinede görünen Hakk'tır. Esasen nasıl Tur vadisinde bir ağaçtan yüce Mevla, Keiimuilah'a "İnni enellah" demişse, el-Bazu'l-Eşheb (Abdulkadir Geyiani) mazhannda da görünen O'dur. Yani Hû'dur. [586]
insanların Uçurulması ve Olümsiizleştirilınesi mi dersiniz; "Bir adam hacca niyet ettiği halde müteaddit seneler bir türlü gitmek nasip olmamış. Bu halden üzülen hanımı, adamcağıza: "Her sene böyle niyet edersin, bir türlü gidemezsin. Ben de konu komşuya mahcup olurum. Eğer bu sene de gidemezsen ben seni artık eve almam, başının çaresine bak" diye çıkışmış. Bütün hacılar gidipde adamcağız yine kalınca, kadın dediğini yapmış, eve sokmamış. Sokakta kalan zavallı adam bir tavsiye ile Hz. Uftadeye halini anlatmış, o da derviş Eskici Baba'ya havale etmiş. Her ne ise, Eskici Baha'nın himmetiyle adam kendini Mekke'de bulmuş. Bütün Bursalılarla birlikte adam haccmı yapmış. Dönüş başlayınca yine Eskici Baba vasıtasıyla Bursa'ya dönmüş. Evine gidip "Hanım, ben hacdan geldim, hacı oldum. Artık aç kapıyı" demişse de bir türlü inanmamış.
Çünkü o devirde hacdan gelmek birkaç aylık meseledir. Kadın kapıyı açmayınca, adamcağız kadı olan Hüdai efendiye gidip vakayı anlatır. Bu harikulade durum karşısında kadı efendi düşünmeye başlar ve adama: "Sen benim misafirim ol, hacılar gelince davanı ispat için şahitler getirirsin, ben do hükmümü veririm," dedi. Vaktaki hacılar gelir. Adam hacda görüştükleri kimseleri toplayıp kadı efendinin huzuruna getirir. Kadı efendi hacılara sorar:
Sizler bu adamı hac esnasında tavafta, sa'yda, Arafat'ta veya şeytan taşlarken gördünüz mü?
Şahit hacıların hepsi de: "Efendim, bütün hac merasimini beraberce yaptık. İşte şu zemzemi, hurmayı ve teşbihleri de bize Bursa'ya getirmemiz için emanet etmişti. Bunlar onundur" deyince, Hüdai efendi şahitleri salıverir. Derin derin düşünmeye başlar. Biraz sonra adamı çağırır:
"Senden çok rica ederim, bu İş nasıl oldu, lütfet bana anlat" diye çok ısrar eder. Hacı efendi de mecburine Hz. Uftade vasıtasıyla Eskici Baba'nın bu işi başardığını anlatır. Bunun üzerine kadı Hüdai efendinin aklı hakikatlere erişir, böyle kadılık yapmaktansa, Hz. Uftade'ye mürid olmak daha iyidir, hükmüne varır ve Hazret'e müracaat eder.. Eğer Hüdai efendi bir kadı olarak kalsaydı, şimdiye kadar çoktan unutulmuş gitmişti.[587]
Görüldüğü gibi, halk arasında Allah'ın hükümlerini uygulama ve adaleti yerine getirme insanı uçurmadığı gibi ölümsüzleşmesini de sağlamıyor. Bunun için ya eskici, ya boyacı, ya kapıcı bir baba yahut üstü başı perişan, temizlik ve ibadetten yoksun bir deli ofmak gerekiyor. Çünkü Allah'ın şeriatını ikame eden ve adaleti gerçekleştirmeye çalışan şeriatın kadısı olmak irfan ilmine sahip olmak ve keramet göstermek için yeterli olmuyor. Bunların gerçekleşmesi için cahil olup derviş olmak ve tekkede şeyhlere mürid kalmak gerekiyor. Acaba, babalarda bu güç ve kuvvet olduktan sonra müridleri de dahil olmak üzere bu insanlar neden bu kadar sıkıntılara katlanıp hac ibadetini yapmak için zaman öldürüp sıkıntı ve masraflara katlanıyorlar? Halbuki bu babalardan bazıları onları Ebabil kuşları gibi göklerde uçursa ve hac ibadetlerini yaptıktan sonra tekrar evlerine getirseler oimaz mı? Hatta, dini mukaddesatı, namusu ve malı mülkü zalim emperyalistlerin ayaklan altında yerle bir edilen zavallı müslümanları onların zulmünden kurtarmak için bu babalar ve ermişler neden o zalim emperyalistlerin üstüne taş veya ateş gibi bir şeyler yağdırmıyor ve müslümanları kurtarmıyorlar? Yoksa güçleri sadece müridleri uçurmaya veya eleştiren müslümanları çarpmaya (!) mı yetiyor?!
Kafirlere Cehennem Azabının Ebedi Olmadığını mı istersiniz;
Başta İbn Arabi ve Abdulkerim el-Cili'nin yüksek seslerle seslendirdiği "kafirlere cehennem azabının tatlı geleceği ve ebedi olmayacağı" düşüncesini Said Nursi'nin de seslendirdiğini görüyoruz. Yüce Allah'ın herkese adaletiyle davranması halinde kafirlerin ebedi olarak cehennemde kalmalarının doğru olduğunu söyledikten sonra Allah'ın rahmet ve şefkatinin ise bunun aksi yönde olacağı ve kafirlere dünyada işledikleri iyiliklerin karşılığı olarak cehennemin tatlı geleceğini şöyfe ifade etmektedir:
"Pekala, o ebedi ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkati ilahiyyeye ne diyorsun?
Azizim! O kafir hakkında iki ihtimal vardır; O kafir, ya ademe (yokluğa) gidecsMir -veya daimi bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun, velev cehennemde olstın-ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem şerr-i mahz olduâu ı gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev cehennem de ol-w sa, hayrı mahzdır.[588] Bununla beraber kafirin meskeni cehennemdir ve ebedi o'arak orada kalacaktır..
Fakat kafir, kendi ameliyle bu duruma kesbi istihkak etmiş ise de amelinin cezasını ı çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şidde;lerden azade= olur. O kafirlerin dünyada yaptıkları amali hayriyelerine mükafeten, şu merhameti^ ilahiyyeye mazhar oiduiarına dair işarati hadisiyye vardır. [589] Öldürüp Diriltmek mi İstersiniz; ... .
"Birisi talebelik zamanında bir fırından ekmek alırmış. Bir kıtlık gününde cemaat fıtrinin önünde pek kaiabalıkmış. Fırıncı bu talebeye hiç kuîak asmamış, talebe kızmış, yerden aldığı bir taşı atmak istemiş. Fakat taşa uzandığı zarran taş ğinden bunun avucuna gelmiş. Bundan ürken talebe, bunun bir sebebi vardır, rek taşı bir kenara bırakmış. Talebe sonrasını şöyle anlatıyor: Biraz sabırla belleyip ekmeği aldım,.odama döndüm. Bir müddet sonra yine ekmek atmak için fırmaa gittim. Baktım ki, fırıncı başka bir adam. Sordum. Hasta ama bir türlü ölemiyor (dediler). Hemen taş aklıma geldi. Koyduğum yerden alıp evine gittif. Taşı usulc% göğsüne koydum. Adam derhal öldü. [590] Velilerin Olağanüstülüklerini mi İstersiniz;
"Bazı evliya, şarabı ağızlarına alsa, bal şerbeti olurmuş derler, amma Puyük veliler bu, zayıfların halidir, diyorlar. Kamil olan insanlar herşeyi yerinde yaparlar. [591] Küçük veliler şarabı bal şerbeti yaparlarına ama büy veliler bunu tasvip etmezlermiş! Sanki helal ve haramın ölçüsü süçük-büyu veliler! Sonra bu büyüklük küçüklük tasnifi acaba ölçü veya tan ile
"İmam Rabbani hazretlerini, müridlerinden on ikisi akşam iftara davet etmişler ve aynı zamanda on iki kişinin iftar sofrasında da hazır bulunmuşlardır. [592] Şeyhin Kalpleri Okuması ve Gaybı Bilmesini mi İstersiniz;
Yüce Allah "Allah'tan başka, yerde ve göklerde olanlar gaybı bilmezler"[593] dediği halde, müslümanlar arasında özel bir evliya sınıfı türetmek için özel bir çaba gösteren birtakım yazarlar evliyanın gaybı bildiğini ve gelecekten de haber verdiklerini söylemektedir. Özellikle de üstad ve şeyhlerinin söylediği dine aykırı şeyleri kılıfına uydurmak ve onların bir bakıma yanılmazlıklarını göstermek için özel bir gayret gösterdiklerini görüyoruz. Üstadlarının evliyanın gaybı bilmesi, gelecekten haber vermesi ve insanların kalplerini okuması konusunda söylediklerini savunan akademisyen bir yazar şöyle demektedir:
"Veliler Allah'ın sevgili kullarıdır. "Allah dostu" denilen bu insanlar "Gayb bilgisi" açısından alelade insanlardan farklıdırlar. Evliya menkibeleri-ni anlatan kitaplar bu farklılığın örnekleriyle doludur. Biz örnek olarak şu menkibeye bakalım:
"Hayru'n-Nessac (öl.322 h.)- anlatıyor; Birgün evimde otururken Cüneydi Bağdadi kapıda durmaktadır, diye içime bir fikir doğdu. Bu düşünceyi kalbimden attım. Fakat aynı düşünce tekrar içime doğdu. Dışarı çıktım. Baktım ki Cüneyd kapıda beklemekte. Cüneyd bana dedi: İlk defa hatırladığında neden dışarı çıkmadın?" [594] Velinin kalbine gelen ilham, adeta özgün bir mors alfabesidir. Bir kısım şeyler o kalbe dikte edilir. O da bunlardan bir kısım manalar çıkarır. "Falan şu anda kapıya geldi" şeklinde söyleyebilir ve söylediği de çıkar. [595] Veya o veli, muhatabın zihninden geçen sorulara teker teker cevap verebilir. Bu mana halk arasında da yaygın bir kanaat halindedir. "Allah dostu" denilen zatların insanın içini okuduğunu söylerler.
"Bir velinin insanın içinden geçenleri söylemesine şu noktadan bakılabilir: Kalp, etrafa bazı ışınlar neşrettiği gibi, beyin de bazı ışınlar neşreder. Bu ışınlar, insanın içinden geçen düşünceleri etrafa yansıtırlar, ya da bu ışınlar içten düşüncelere göre dalgalanır, şekillenirler. Tıpkı radyo ve TV. dalgalan gibi, bu ışınlan da tesbit e-den bir göz olursa, karşıdaki insanın düşüncelerini o söylemeden görüp öğrenebilir. İşte, insanda bilkuvve mevcut olan görünmez göz {basiret) bu görünmez ışınları tesbit gücüne sahiptir. Böyle basiret gözü açık olan kimse, karşıdakinin içinden geçen düşünceleri sezebilir, anlayabilir. [596]
"İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber gezer, en hücra (ücra), en kıtlık yerlerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler tevafuklara, tecellilere, maddi ve manevi hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.[597]
Halbuki bu sözlerle ölen şeyhin kendi kitabında gaybı bildiğini iddia e-den, çalman malları bildiğini ve dinlerin kendisine haber verdiğini söyleyen kişilerin kafir olacağı belirtilmektedir. Gaybı sadece Yüce Allah'ın bildiği de açık bir şekilde ifade edilmektedir. [598] Makamlar ve Fenalar mı Dersiniz;
Bunların anlatıldığı ve din olarak savunulduğu bir yazıdan özetler vererek nakletmek istiyoruz:
"Nefsi inkarla başlayan bu yolculuk, kemal noktasına kadar bazı basamaklardan tırmanır: Fena fi'ş-Şeyh: Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma demektir. Onda yok olma ile başlayan bu hal sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır. Kusurlar "ene"ye mal edilir. Bu zatın hali, Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu zatın, mülkün sahibinden "irşad et" emrini alması zaruridir. O bakımdan bir İnsanın bir cemaat tarafından mürşid olarak seçilmesi yanlıştır... Karganın bülbül olması nasıl muhal ise, Hak tarafından böyle bir emre muhatap olmadan irşad makamında görünmek de muhaldir. [599] Alimlerin peygamberlerin varisleri olduklarını biliyorduk. Meğer şeyhler bu görevlerini direkt Hak'tan alıyorlar. Hem de bir elbise gibi bu görev onlara giydiriliyor. İmamlarının Allah tarafından tayin edildiğini ve masum olduklarını iddia eden Şia'ya tepki gösterenlere ithaf olunur. Şeyhliğin padişahlık sistemi gibi seleften halefe nasıl geçtiği herhalde şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
İslam'ın ilk emri okumak ve Allah'ın kitabını öğrenmek olduğu halde makam ve mertebeler katedecek salikin İslam'ın zahiri düsturlarını bilmemesi, hatta ümmi kalması bakınız nasıl bayrakl aş tinim aktadır:
"Seyri sulukta bulunan insanın İslam'ın zahiri düsturlarını îam bilmesi mümkün değildir. Seyri suluk için esas, teslimiyet, mahviyat ve hizmettir. İslam'ın zahir düsturlarının öğrenilmesi bu yolculukta hal iledir. Yani burada kâl'in (sözün) değeri yoktur... Geçmiş devirlerde Kurbiyet makamına kadem basmış insanı kamillerin birçoklarının dahi ümmi olduğunu görmekteyiz. (Uveysu'l-Karani, intihasından evveleşkiya olan Fudayl İbn İyad, Çoban Şeyban'ı Râî, Yunus Emre, Kuyumcu Selahad-din vs. İsimleri ümmi kamiller olarak sayılıyor).[600]
"Fena fi'r-Rasul: Fena fi'ş-Şeyh'ten sonra bu makam başlıyor ve şöyle anlatılıyor Nefsi mülhimden nazar-ı Hak kamil insan vasıtasıyla zuhur edince, Salik beşeri sıfatlardan kurtulup ilahi sıfatlardan kurtulup İlahi sıfatlan hal edinmeye başlar. Bu dönemde esma-i ilahinin ve efali ilahinin tecellileri zuhur eder. Muhabbeti gittikçe artar, teslimiyeti, mahviyyeti ve hizmeti intisap ettiği kamil insana karşı doruk noktasına varır... Bu durumda nefis mutmain olmuş, gönül de Huzur-u Rasulullah'a varmıştır. Her an peygamber aşkı artar, gittikçe korlaşan bu sevda saSiki Peygamber huzurundan ayırmaz. [601]
Zaten Şeyh-Mürid sisteminden gaye insanların şeyhlere tam teslim olması ve onların elinde bir cenaze gibi olması değil miydi? Böylece şeyhler de ha-lis muhlis uşaklara kavuşmuş ve egosu tatmin olmuş olur. İslam ölçülerine göre insanlara Allah sevgisi ve itaati'önce öğretildiği halde, tasavvufta önce şeyh sevgisi, itaat ve ona teslimiyetle hizmet Öğretilmektedir. Böylece müridin onun hakkında İslam'ın tasvip etmediği birçok hususiyetlere inanmasına yol açılmaktadır.
"Fena fitlah: Nefsin bu halinden sonra tecellin zat zuhur eder. Bu, seyri sulukta kemal noktasıdır. Bu halde salikte fena fillah zuhur eder. İkitik ortadan kalkmıştır. Görünen kendi zatıdır, "değil sanmak gayrullah" ölçüsünde yok olunmuş, nefis aradan çekilmiştir. Ene unutulur, Halik ile olunur. Bu halin izahı zor ve mahzurludur. Şu kadar bilinmeli ki, bu haller bu yolun tabii bir neticesidir... Zira bu haller hususi hallerdir. Halbuki mü'min hususi hallerden değil, umumi kaidelerden, yani İslam'ın zahiri düsturlarından sorumludur. [602]
Vahdet-i vücudun nasıl dile getirildiği herhalde müşahade ediliyor. Allah'ın zat olarak tecelli etmesi demek, salikin Allah olması demektir. Tevilsiz bu ibarenin anlamı budur. Bu değildir, deyip tevil yapılacaksa, o zaman bu anlama gelmeyen ifadeler kullanılmalıdır ki, bu da özledikleri makamı ifade etmez. Çünkü bu hal veya makamın anlamı budur. Nitekim ikilik ortadan kalkmış ve halik ile mahluk birleşmiştir, diyorlar. Başka bir deyişle, insan Allah'ın sıfatlarına sahip olmuştur. Yani insani sıfatlardan çıkmış ve tanrı-laşmıştır. Derginin de ifade ettiği gibi, bu haller bu yolun tabii bir neticesidir. Tasavvufçular bunu tevil ederek ve kelimeleri tahrif ederek gizlemeye çalışacakları yerde, açıkça bunu demek istediklerini söylerlerse, herhalde kendileri de rahat etmiş olurlar.
Diğer taraftan az yukarıda salik için İslam'ın zahiri düsturlarının önemliolmadığı, önemli olanın yaşamak olduğu ifade edildiği halde, burada mü'mi-nin hususi hallerden değil, umumi kaidelerden, yani İslam'ın zahiri düsturlarından sorumlu olduğu kaydedilmektedir. Sanki salik, mü'min bir insan değilmiş gibi bir mana çıkmaktadır. Doğrusu, mürşide de, salike de İslam'ın bu zahiri düsturları öğretilmediği yahut bu zahiri düsturlara her iki taraf bağlı kalmadığı ve kendilerini bunlarla sınırlı bilmedikleri için bütün bu olumsuzluklar ve yanlışlar meydana gelmektedir. Bu mukaddimenin de, bütünüyle kitabın da söylemek istediği budur.
"Bu hallerden sonra Beka billah, Beka ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir.[603] Acaba bu söylenenlerle önceki tasavvufçularm söyledikleri birbirinden farklı şeyler midir? Halefin de selefin yolunda olduğu açıkça görülmüyor mu? Onun için yukarıda söylediklerimizi tekrar edersek, yeni tasavvufçlar şu veya bu şekilde eski tasavvufçuların izinden ve yolundan ayrılmamaktadırlar.
Zikirde Bid'at mı istersiniz?
Tasavvuf] Ahlak kitabında zikrin nefyu ispat şeklinde nasıl yapılacağı şöyle tarif edilir. "Nefyu isbatın şartı dokuzdur: Habe-i nefs, la ilahe illallah zikri, Nakşi mülahaza, manayı mülahaza, cümlesiyle vukufu kalbi, vukuf-u adedi (tek olmak şartıyla), zikr-i Muhammedi, Rasulullah, rucu' illallah (ilahi ente maksudi ve rıdake matlubi).
Evvela dilini damağına yapıştırır ve nefesini toplayarak göbeğinde hapseder. Lâ kelimesini göbeğinden itibaren dimağına kadar uzanır. (İlahe) kelimesi, sağ omuzunun küreği üzerine yazar. (İllallah) kelimesini de kalbe şiddetle indirir. Mana itibariyle de kelime-i tevhidin şıkkı evveli ile muhdesatı nefyeder. İkinci şıkkıyla da beka nazarıyla Cenab-ı Hakkın zatını ispat eder. Mahalli letaifin hepsini mülahaza eder. Merkezi de kalb olur. Nefes daraldığında son aded tek olmak üzere yirmi bir kadar söyleye. Fakat bazan da 17, 11, 15 gibi tek adette de kalabilir. Nefesini yenilemeden evvel, Muhammed Rasulullah lafzının nakşını ve manasını da mülahaza eder. İki nefes arasında gaflete fırsat vermemek için (İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi) der. Tekrar nefes alarak yeniden nefyu isbata başlar. (Yani la ilahe illallah) der. Yalnız bu halde adede riayet etmek işi, tefekkür ile olmak lazımdır. Yoksa parmak veya teşbihle saymak doğru değildir. [604]
Tarif edilen bu zikir şekli yanında toplumda Kadirilerin, Rufailerin, Acz-mendilerin ve diğer birtakım tarikat mensuplarının hay huylarla, cinnet nöbeti tutmuş gibi üst başlarını dağıtarak çırpınma ve tepinmelerle, şişler batırarak ve kızgın demirlerle dağlayarak keramet adı altında insanların gözlerini büyüleyen sihirbazlık veya cambazlıklarla nasıl zikir yaptıklarını bütünvatandaşlar bilmekte ve ekranlardan seyretmektedir. Müzik eşliğinde ve bir şef yönetiminde koro halinde yapılan bu seansların, cinnet nöbetlerinin, perişanlık manzaralarının islam ibadetiyle hiçbir ilişkisi yoktur. İslam'ın kötü gösterilmesinde ve topluma ürkütücü olarak sunulmasında bu bidat zikirlerin ve mensuplarının etkisi misyonerlerin yıkıcı etkilerinden az değildir. Yine, saf ve cahil vatandaşlara İslam'ı bu şekilde ürkütücü ve meczupların dini şeklinde gösteren bu seansların zararı, İslam'a azılı düşmanlık yapan her türlü küfür cephesi mensuplarının zararından hiç de az değildir.
Şüphesiz bu bidat zikirlerin veya ayinlerin toplumda revaç bulmasında Allah'ın dinine düşmanlık üzere kurulmuş statükonun rolü olduğu kadar, Allah'ın dinini bütün açıklık ve mükemmeliğiyle kitlelere ulaştırmayan, Kur'an ve Sünnetle yüz yüze getirmeyip ataların kültürel miraslarıyla oyalayan, yahut Türk İslam'ı, Arap İslam'ı, İran İslam'ı diye milli İslamlar türeten resmi ve gayri resmi hocaların da rolü büyüktür. Bu olumsuz manzaranın oluşmasında tasavvufun toplum hayatına soktuğu bidat ve hurafelere sarılmakta direnen ve bu bidatları terviç eden bütün ilahiyatçı aydınların rolü bulunmaktadır. Umarız insanlar Allah'ın kitabıyla ve Peygamber'in sahih sünne-tiyle yüz yüze gelir ve bu çirkin imajdan kurtuluş imkanı bulurlar.
Görüldüğü gibi, hurafesinden bid'atma varıncaya kadar yeni tasavvufçu-lar eski tasavvufçulann yolunda ve izinde bulunmaktadır. Bu bağlılık ve devamlarını şu veya bu şekilde konuşma ve yazılarında dile getirmekte, eskilerin içine düştükleri yanlışları değişik şekillerde devam ettirmektedirler. 0-nun için eskisi ve yenisiyle tasavvufun bidat ve hurafeleri reddedilmedikçe İslam'ın safiyeti ve bütünlüğüne ulaşmamız mümkün görülmemektedir. Bid'at ve hurafeleri atıldıktan sonra da geriye kalan kısımların İslam'ın kendisi olduğunu ve bunlara tasavvuf demenin artık anlamsız olacağını daha önce belirtmiştik. Umarız ki bu gerçekler birtakım insanların hakikati gör: meşine ve hurafe ile bid'atlardan uzak İslam'a sarılmalarına vesile olur.[605]






[547] Şam'daki bu kırk kişi herhalde İslam şeriatına ve müslümanlara düşmanlığı, onları loplu lı.ıldt1 ol-dürmesiyie meşhur oları diktatör Hafız E&ad'ıri emrinde çalışmakla veya ona yardım elmeklednloı. I lan/. Esad'in yaptıklarını görüp müslümanların yardımına kokmuyorlarsa; bu kişiler Samda ne hallediyorlar!1! Şam'ın kuzeyinde bulunduğu söylenen Kasyun dağında yüzyirmi üç bin peygamberin bulunduğu, o d.ı-gm evliya ve enbiya yatağı olduğu, onun için ışık olmadığı hakle geceleyin nur yalımlar halinde padadııjı iftirasını da islerseniz Muhammed Nazım Kıbrtsî (Şeyh NazımJ'ın sohbetlerinden okuyun. Tas.ıvvuli Sohbetler, 59.
[548] Selçuk Er.ıydın, Tasavvuf ve Tarik.tilar, 48-49 M.ırilt-t Y.ıyınl.m, İstanbul l'»il.

[549] Ali Erol, Hatıratım, 53.

[550] Ali Erol, a.g.e., 61.

[551] Ali Erol, a.g.e.33

[552] Ahmerl Hulusi, Din-lSilim Işığında İns-ın ve Fiilleri, 339-:îfıl, Ferş.ıt Ynyıııl.ırı, İkinci baskı, İstanbul, irs.

[553] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 443-444.

[554] Kamazanujilu Mahmud Sami, Musahabe, 6/1 52.

[555] I'ruf. Dr M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 14.

[556] Prof. Dr. M. Bari Coşan, a.«.e.1.î.

[557] el-Arif iîiliah Zikenaheyn Şeyh izzeddin el-Haznevi i Liretleri,7fı. temmuz

[558] Mehmed Zahiri Kotku, a.«.e. 2/246.

[559] Mehmed Zahiri Kotku, a.«.e. 2/246.

[560] Ali Erol,, Halıralım,41.

[561] Mahmud Ustaosmanoğlu, Kuhu'1-Fıtrk.ın,2/6f), Sime Kit.ıbevi, İstanbul IV'JI

[562] Malııııud Ust.ıosm.ırıofilu, Kuhu'l-Funrkan,2)7.i

[563] Muhmud Ustaosmanogiıı, a.K-e.2/67

[564] Muhmud Ustaosmanogiıı, a.K-e.2/67

[565] Muhmud Ustaosmanogiıı, a.K-e.2/67

[566] İsmail Celin, Gözyaşı, s.4, s.ıyt 14, Temmıu-Ağustos l'ifiii.Bu konuda Mııhammed Nazım Kıbrısî şöyle diyor: "Bu meclise Berzahta bulunan evliy.uıll.ıhun olsun, hayattakilerden olsun, ruhani olarak birisi geldi mi bu mod isteki kimselere asli olan saadet mührünü vurur ki, bu meclisle şakı olursa said olur. Cehennemlik kimse oturursa cennetlik sııat.t döndürecek mühürle onu mühürlerler."
Tasavvufi Sohbeller, 4<J; istanbul'u evliyanın idare elliği, İngiliz milletinin ninniyle nıiislüm.ın ol.ıt .û;ı, kıyamet alametlerini evliyanın durdıırabildifii, insanların lıüUin günahlarını temizleyip ahirete ş;iim.iIim/ gönderdikleri konusunda bkz. a.j;.e., 87-%. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 444-447.

[567] el-Mac Mehmed Nıırt Şemsııddin en-Nakşibendi, Tam Miltaluı'l-Kulub, 12'), Ö/al M.iiIm.im. Im.iıi-bul 1976

[568] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 447-448.

[569] Hud,118-1l9

[570] Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, 209-211, Yeni Soyut, İstanbul, 1195,

[571] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 448-450.

[572] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/164-165.

[573] Mehmed Zahid Kotkıı, Tasavvufi Ahlak, 2/17. 140-MehmedZahid Kotku, a.g.e., 2/11, Ali Erol, a.g.e., 67.

[574] Yüce Allah buyuruyor: "Sana kıyamet saatinden, onun ne zaman j"eli[> çatacağından soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin kalındadır. Onun vaktini Ondan başkası açıklayamaz..." (A'ral', 1(17), "İnsanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah'ın yanındadır. Ne bilirsin, belki d<J zamanı yakındır." (Ahzab, 63). "Sana kıyametten sorarlar. Gelip çatması ne zamandır? derler. Onu hatırlamak, ne zaman geleceğini bilmek nerede sen nerede? En son vaktine kddar onun ilmi Rahbine aillir." (Naziat, 42/43), Ruhla ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır: "Sana ruh hakkında sorarlar. Re ki: Ruh Rabbimin işlerindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (isra, 85).

[575] Ali Erol, Hatıratım, 100. Şeyh Halid Nakşibend'in de birilerine yazmış olduğu bir mektupta kendisine "Kıtmir" adını vererek bunu büyük bir iftiharla takdim ediyor. Bkz. M. Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/241.

[576] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/17

[577] Mehmed Zahid Kotku, A.g.e., 2/19.

[578] Mehmed Zahid Kotku, A.g.e., 2/19.

[579] Mehmed Zahiri Kotku, A.g.e., 2/119.

[580] Mehmed Zaiıid Korku, A.g.e., 2/16.

[581] Yaş^r Nuri Öztürk, Din ve Fıtr,ıt,255-25

[582] Ali Erol, Hatıratım,

[583] Ramazartoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/145.

[584] Melih Yuluğ, el-Ba^Li'l-Eşheb, tercümesine yazdığı mukaddime, 'M, lst.ınbul l()76, Uluun.ır yayınları, Aynı alayiş için bkz. Muhammed Nazım Kıbrısî, Tasavvufi Sohbeller, 42,

[585] Bekir Uluçınar, el-Bazu'l-Eşheb, Önsöz, 11 Uluçınar yayınları, isi

[586] Bekir Uluçınar, a.g.e., Önsöz, 10, İstanbul, 1976.

[587] Mehmed Znhid Kotkıı, Tasavvuf) Ahlak, 2/156-157. ,

[588] Cehennemde var olmanın yok olmaktan d.ıha iyi olduğu anlayışı Kur'anın söylediklerini aykırıdır."Kafır keşke toprak olaydım"(Nebe',40) der.Toprak olmayı istemek, yokolm,iy istemeklir. cehennem azabı da olsa, var olmaya razı otmak demek değildir.

[589] Bediuzzaman Said Nıırsi, işârâtu'i-!'caz,82-83, Sinan Matbaası, 115'), istanbul.

[590] Mehmed Zahid Kotkıı, Ehl-i Sünnet Akaidi Dersler, 288, Seha Neşriat, İstanbul 19(0.

[591] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/3.

[592] Mehmed Zahid Kotkıı, a.g.e., 2/243.

[593] Nemi, 65

[594] el-Kuşeyri, er-Risale,4O3, Ter.Süleyrnan Uludağ, Dergah Yayınları, istanbul. Kııaeyri'nin tasavvulla yanlığı yemlik konusunu işlerken kentlisinin tasavvufun sistem ve bidallarından kurtulamadığı ve olaylara bu gözlükle baktığı için aynı fasit daire içinde döndüğünü belirtmiştik.Onun yanlışlarını başkaların malzeme olarak nasıl kullandığını görüyoruz. '

[595] Bunu da Abdulfettah şahin, Şüpheler ve çıkış Yolları, Zaman, 1900, 11,122, den nakietmiştir.

[596] Yrd .Doç. Sadi Eren, Kur'an'da Gayb Bilgisi, 84-85, Işık Yayınları, İzmir 19'J.S, Süleyman Aleş, İslam Tasavvufu,127, den nakletmektedir.Yazar, kitabında rüya ve ilhamla da bu işlerin meydana geldiğini uzun tızadıye anlatmaktadır.
Bu anlatılanların kesin bir ölçüsü yoktur. S.ılih insanlar için sözkonusu olduğu gibi, fjstk ve zalim insanlar için de sÖzkonusudur.Sezgi ve ilhamın kendisiyle amel edilecek sağlam bir bilgi olmadığını herkes bilmektedir. Yukanda anlatılan olay gibi insanlar sayısız olaylar yaşabilirler. Bu, kişinin aklına cl.ınılay.ın bir düşünce veya vesvesedir. Bilgi ile yahu! kalp okuyarak veya silecekten haber vermekle bir ilgisi yoktur.Kalbe damlayan bu düşünceler doğru çıkabildiği gibi yanlış da çıkabilirlir. Ayrıca hangisinin şeytanın vesvesesi olup olmadıkı da belli değildir. Onun için uygulanabilir bir bilgi kaynağı olmaları mümkün değildir.Vesvese ve kuruntulardan öteye geçmem.

[597] Halil Necatinğlu (M. Esad Coşan) Ehl-i Sünnet Akaidi Dersler, Onsd/, XV, İstanbul 1080, Seha Neşriyat.

[598] Mehmed Zahid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi Dersler, 134, Selna Neşriyat, 1980.

[599] İcmal Dergisi, l.yıl, 1. sayı, 5 Ocak 1984.

[600] icmal, Aynı sayı.

[601] icmal, Aynı sayı.

[602] icmal, Aynı sayı.

[603] icmal, Aynı sayı.

[604] Mehmed binici Kotkıı, Tasavvuf i Ahlak, 2/240.

[605] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 450-460.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
S O N S Ö Z


Tasavvuf kültürünü Kur'an, Sünnet ve salih selefin uygulamaları ışığında değerlendirip eleştiriye tabi tuttuk. Bu kültürü ve meşhur tasavvufçulann düşüncelerini gözler önüne sermeye çalıştık. Başlangıç olarak İslam'ın bütününden meydana gelmiş bir sapma olduğunu ve zamanla yabancı kültürlerle beslenip nasıl "din içinde din" denilebilecek kadar İslam'a yabancı bir sistem haline geldiğini gördük. Kaynaktan uzaklaştıkça etraftan aldığı pisliklerle hergün biraz daha kirlenen bir su akıntısı gibi, tasavvufun gün geçtikçe İslam'dan biraz daha uzaklaştığı ve yabancı kültürlerin cirit attığı bir sistem haline geldiğini anlatmaya çalıştık.
İslam tarihinde İslam ümmetinin belini büken önemli iki bozulma olmuştur. Biri, Hz. Osman zamanında başlayan ve günümüze kadar devam e-den siyasi bozulma yahut yönetim bozukluğudur. Diğeri de müslümanları İslam'ın bütününden uzaklaştıran ve beyinlerini dumura uğratan tasavvuf kültürünün meydana getirdiği bozulmadır. Bu iki bozukluktan kurtulmadıkça ümmetin belini doğrultması imkansız gibidir.
Şüphesiz kelam, fıkıh, tefsir, İslam tarihi gibi İslami disiplinlerde de zamanla birtakım yozlaşmalar ve yabancılaşmalar meydana gelmiştir. Her disipline birtakım yabancı kültür unsurları, yabancı düşünceler ve anlayışlar sirayet etmiştir. Dünya kültür ve düşüncesine açık olan bir dinin bilimsel disiplinleri için bu hem kaçınılmaz, hem de olağan bir durumdur. Çünkü dünya kültür ve düşünceleriyle yüz yüze gelen bir medeniyet elbette başkasına bir çok şeyler verdiği gibi, ister istemez birtakım şeyler de kendisine sı-zacaktır. Ancak bütün bunlara rağmen sözkonusu İslami disiplinlerin hiçbiri tasavvuf kadar İslam'ın tabiatına yabancılaşmamiş ve İslam'dan bu kadar uzaklaşmamıştır. İslami hiçbir disiplin tasavvuf kadar tevhid inancım bozmamış, Kur'an ve Sünnetin koyduğu değer yargılarını bu ölçüde tahrip etmemiş, hatta İslam'ın temel yapılarına bu kadar zarar vermemiştir.
Bilindiği gibi "tevhid" İslam'ın ayırıcı özelliği ve belkemiğidir. Bütün İslami temel ve öğretilerin eksenidir. Tevhid inancına gölge düşmemesi için İslam her türlü tedbiri almış ve uyarılarda bulunmuştur. İlahlık, rablık egemenlik, yasama, kulluk ve itaat gibi, hayatı düzenleme ve kulluk yapma ile ilgili bütün alanlarda tevhidin egemen olmasını ısrarla vurgulamıştır. İnancın, ibadetin ve itaatin, her türlü beşeri ilişkinin bu tevhid çerçevesi içinde olmasını istemiştir.
Durum böyle iken, tasavvuf, vahdeti vucud, vahdeti şuhud, hulul, fena fıllah gibi teorilerle, dua ve ibadetlerde aracılar ve kurtarıcılar koymakla İslam'ın tevhid inancını bozmuştur. Yüce Allah'a ait olan ilahlık, rablık, egemenlik inancını bozmuştur. Yaratan île yaratılan arasındaki ilişkileri tahrif ederek, Adem'in Allah'ın suretinde yaratıldığını söyleyerek, insanın Allah'tan geldiğini ve onunla bütünleşeceğini iddia ederek tevhid inancını bozmuştur. İbadetlerde birtakım aracılar koyarak yahut birtakım kişilere ilahlık niteliklerini vererek bu tevhid inancını bozmuştur.
İslam, Hz. Muhammed'in bir insan olduğunu, topraktan yaratılan Hz. Adem'in soyundan ve Abdullah ile Amine'den dünyaya geldiğini, görevinin vahyi insanlara bildirmek ve açıklamak olduğunu,gaybı bilmediğini, insanlara hayır ve şer sağlama yetkisinin bulunmadığını, kızı Fatıma da olsa Allah'ın huzurunda kimseye yarar sağlamayacağını, diğer insanlar gibi ölümlü olduğunu, yüce bir ahlak sahibi bulunduğunu ve müminler için en güzel örnek olduğunu söylemiştir.
Tasavvuf ise, Hz. Muhammed'i insanüstü göstererek, bütün alemin kendisi için yaratıldığını, herkesten ve her şeyden önce var olduğunu, Hz. Adem henüz su ve çamur halinde iken onun var olduğunu, nuru Muhammedi yahut hakikati muhammediyye inancıyla herşeyin onun nurundan yaratıldığını söyleyerek bu inancı bozmuştur.
Diğer taraftan, tasavvuf kimi peygamberleri küçümseyerek, cehaletle niteleyerek, peygamberler gibi Allah'tan vahiy ve ilham aldığını söyleyerek peygamber inancını bozmuştur. Kainatın işlerini idare ettiklerini söylediği gavs, kutup, ebdal, evtad, nukeba, nuceba ve hatemu'l-evliya gibi anlayışlarla müslümanların peygamber ve vahiy inancını bozmuştur. Peygamber adına bir sürü hadis uydurarak ve bunların keşf yahut ilham yolu ile sabit olduğunu, tasavvufçuların peygamberle görüşüp konuştuklarını, kitaplarını o-nun isteği ve tavsiyesi üzerine yazdıklarını söyleyerek bu inancı bozmuştur.
Tasavvuf müslümanların Kur'an anlayışını da bozmuştur. Kur'anın zahir ve batını olduğunu, zahir anlamlarının kabuk, batın dedikleri tevillerin ise öz olduğunu ve bunu ancak ledunni ilimlere sahip tasavvufçuların bildiğini söyleyerek Kur'an anlayışlarını bozmuştur. Sapık anlayışlarına uydurmak, batıl düşüncelerine payanda yapmak ve hakla batılı karıştırmak için ayetlerini tevil ederek anlamlarını saptırmış ve tahrif etmiştir. Batıni tefsir yahut işari tevillerle, ebced ve cifir hesaplarıyla Kur'anıri anlamlarını başka alanlara çekmiş ve çığırından çıkarmışlardır. İnsanların yaşantısını düzenlemesi ve toplumun belirleyici nizamı olması gereken Kur'anı ölülerle ilişkilendire-rek sosyal hayatta işlevinden saptırmış ve sanki ölüler kitabı haline getirmiştir.
Peygamberlere Allah'tan vahiy geldiği gibi kendilerine de meleğin Allah'tan velayet vahyi ve ilham getirdiğini, levhi mahfuzu okuduklarını ve bilgilerini direkt oradan aldıklarını, bilgilerinin ledünni yahut vehbi olduğunu, kitaplarının Allah tarafından ilham edildiğini, onlara önünden ve arkadan batıl şeylerin giremiyeceğini, Kur'anın hidayet kitabı olduğu gibi kitaplarının da hidayete erdirdiğini söyleyerek müsîümanların Kur'an hakkında sahip oldukları inancı bozmuştur.
Ne tuhaftır ki tasavvuf boyası taşıyan yahut tasavvuf kültürünü benimseyen ve savunan çevreler ve cemaatlar sohbet ve toplantılarında Kur'anın anlamını öğrenmek ve ne söylediğini kavramak için Kur'an ayetlerini açıklamak yahut herhangi bir tefsir okumak yerine, hep kendi şeyh ve üstadla-rının kitaplarım okur ve dinlerler yahut büyüklerinin sohbetleriyle vakit geçirirler. Halbuki Kur'anın müslümanlara ilk emri Allah'ın kitabını okumak olmuştur. Başta bu çevreler olmak üzere genel olarak müslümanlar başka kitaplar okudukları ve sohbetler dinledikleri kadar Allah'ın kitabı Kur'anın tercüme ve tefsirlerini okusalardı ve her türlü anlayışlarını önce onunla oluştursalardı, inanıyoruz ki bugünkü acıklı duruma düşmez ve ilk nesil müslümanlarda olduğu gibi üstün ve izzet sahibi toplum olurlardı. Fakat ne yazık ki gelenekselleşmiş din anlayışı bunun önüne geçmekte ve müslümanların kendilerine gelmelerine imkan vermemektedir.
Tasavvuf, müslümanların din anlayışını da bozmuştur. İslam anlayışında din bir bütündür. İnançlarıyla, emir ve yasaklarıyla, amelleriyie, ahlakıyla, hükümleriyle bir bütündür. Böyle iken, tasavvufçular dini şeriat, tarikat, hakikat, marifet parsellerine ayırmakta, şeriatın kabukta kalanlar ve dinin özünden nasibi olmayanlar için olduğunu söylerken, kendilerinin tarikat yolu ile marifet ve hakikate erdiklerini, böylece Yüce Allah'ın has kulları ve evliyası kesildiklerini iddia ederler. Bütün müminleri Allah'ın velilerigörmeyerek ancak tarikat çevrelerinde bulunanların bu dereceye yükselebileceklerini, bu dereceye yükselmek için de tarikat kültürü ile yoğrulmak gerektiğini söylerler.
Cihad yerine nefis tezkiyesini, çalışıp kazanmak, İslam ümmetinin yükselmesi ve Allah'ın dininin egemen olması için çalışmak yerine nefis terbive-si adı altında fakirliği överek, bid'at birtakım zikirlerle avunarak, uzlet ve halvet hayatını terviç ederek, ferdiyetçi ve asosyal kişiliği ideal göstererek, çoğu zaman sultanlara ve İslam düşmanlarına boyun eğerek, hatta zaman zaman onlarla işbirliği yaparak yahut bozuk düzenlerinin değiştirilmesi için varlık göstermeyerek, İslam'ın müminlerden sahip olmalarını istediği izzet ve şeref yerine zillet ve meskenet ruhunu aşılayarak dengeli din anlayışım bozmuştur. Kitaplarında ve sohbetlerinde İslam'ı bütün halinde nizam, olarak ele almak yerine, yazı ve konuşmalarını genellikle ahlak ve nefis tezkiyesi üzerinde yoğunlaştırarak müslümanların zihinlerinde tek boyutlu, başka bir deyişle, hristiyanvari bir din anlayışının yerleşmesine yolaçmıştır.
Dinin bütünlüğünü savunan ve hükümlerinin yer yüzünde egemen olması için çalışmayı dini görev bilen, dinden sapmaları ve dini kavramların sulandırılmasını eleştiren İslam alimlerini zahir ehli Molla Kasım, sevgiden yoksun kaba softa diye niteleyerek, diğer taraftan bu fakire şeriat kalın geliyor, diyenleri, ne olursan ol gel, diyenleri, bütün dinlerin birliğini ve şeriatın yerine sevgi dinine çağıranları ideal örnek kişiler göstererek dinin imajını ve bakış açısını bozmuştur.
İslam, ibadetin şeklini Kur'an ve Sünnetle belirlemiştir. Belirlenen bu ibadet şeklinde biçim veya içerik olarak yapılacak her türlü değişikliğin bid'at olduğunu ve bidat sahiplerinin cehenneme gideceklerini söylemiştir. Bu konuda bütün tedbirlerini almış ve sınırlarını koymuştur.
Tasavvuf ise, Kur'an ve sünnetin belirlediği ibadet şeklini beğenmeyerek yahut azımsayarak değiştirmiş ve kendine bir ibadet şekli uydurmuştur. Sonu gelmeyen vird ve nafileler, müzik eşliğinde raks ve dans ederek yüksek seslerle koro halinde çılgınca yapılan zikirler, keramet gösterileri âdı altında vücuda şişler batırarak, meczuplar gibi naralar atarak düzenlenen ayinler, İslam'ın tevhid inancıyla bağdaşmayan rabıta ve tevessüller, yatır ve ölülerden yardım istemeler, Allah'tan başkasına yapılan dualarla İslam'ın ibadet şeklini bozmuştur. İslam, dinin güzel ahlak olduğunu, Hz. Peygam-ber'in yüce bir ahlak sahibi olduğunu ve güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini, en iyi müslümanların ahlakları en iyi olan kişiler olduğunu, bütün emir ve yasaklanyla en güzel ahlaka sahip bireyleri ve toplumu oluşturmaya çalıştığını belirtmiştir.
Tasavvuf ise, müslümanların ahlakını bozmuştur. Tasavvuf, İslam'ın güzel ahlakından unsurlar sunduğu gibi, İslam'ın kesinlikle tasvip etmediği manastır ahlakı, hint yogilerinin, hıristiyan rahiplerinin ve hayattan nefret ederek zaviyelerde yaşayıp çile dolduran insanların ahlakını aşılamaktadır. Dünya hayatını kötüleyerek, müslümanlar arasında fırka bilincini aşılayarak, fakirliği överek, aile hayatından nefret ettirerek ve müstehcen hikayelerle kitaplarını süsleyerek halkın ahlakını bozmuştur. İbn Arabi, İbn Farıd, ed-Debbağ, Celaleddin Rumi, Şemsi Tebrizi, Molla Cami, Ahmed Eflaki, Şa'rani gibit asavvuf meşhurları müstehcen hikayeler anlatarak ve insan ile Allah arasında cinselliğe dayalı ilişkiler kurdurarak müslümanların hem inancını, hem ahlakını bozmuştur.
İlahi aşk, mecazi aşk, aşk şarabı, manevi sarhoşluk, şarap, kadeh, meyhane, şarap sunan dilberler gibi meyhane edebiyatı terminolojisi kullanarak İslam'ın kesinlikle haram kıldığı içkiyi süslü göstermesi, sarhoşluğu dillendirmesi ve Yüce Allah'ı kadın suretinde canlandırmasıyla müslümanların inancını ve ahlakını bozmuştur. Halvet köşelerinde hayaller görmeleri, aile hayatından uzak yıllar geçirmeleri ve şeytanların musallat olmaları sonucu zaman zaman İslam ahlakının nefret ettiği birtakım ilişkilerin meydana gelmesine sebebiyet vererek kötü ahlaka örnek olmuştur. Tasavvuf kitapla rında bunların çok örnekleri bulunmaktadır. Son zamanlarda tekke ve tarikat çevrelerinde meydana gelen ve haksız bir şekilde müslümanlara mal edilmesine çalışılan üzücü olaylar bunun yakın örnekleridir.
Tasavvuf, İslam'ın insana bakışını da bozmuştur. İslam anlayışında insan, Yüce Allah'ın en güzel şekilde yarattığı, mükerrem kıldığı, emanetini yüklediği, yer yüzünde halife yaptığı ve buyruklarına göre hareket ettiği taktirde cenneti vadettiği şerefli bir varlıktır. Yüce Allah'ın buyruklarını dinlemeyip şeytanın peşinden gittiği taktirde de aşağıların aşağısına ve azapların acıklısına layık olan bir yaratıktır. İslam'a göre insan, iyilik ve kötülük işleme yeteneğine sahiptir. Ne iflah ve ıslah olmaz bir şeytan, ne de yeryüzünde gezen bir melektir.
İslam'ın anlayışında anahatlarıyla insan bu şekilde iken, tasavvuf onun bu beşeri ve dengeli yapısını altüst etmiş, ruhunun Allah'tan kopan bir parça olduğunu ve zindan saydığı vücut kafesinden kurtulmak için Ömür boyu çırpındığını, kurtulduğu gecenin de şebi arus (zifaf gecesi) olduğunu söyleyerek İslam'ın insan anlayışını bozmuştur. İnsanın içinde insandan ayrı ıslah olmaz bir nefsin varlığını iddia ederek ömür boyu insanı onunla kavga ettirmiş, uydurduğu bu mücadeleye de en büyük cihad adını vermiştir.
Bir taraftan, vahdeti vucud, vahdeti şuhud, çok tanrılı putperest eski Yunan mitolojisindeki inancın kopyası ve batini İsmailiyye fırkasının gizli kurmayları olan gavs ve kutupluk, evtad, aktab, ebdal gibi isimlerle, hatemu'l-evliya ve ermişlik anlayışlarıyla, yaratıkların kaderlerinde tasarruf eden, gayb bilgisine sahip ve kalplerden geçenleri okuyan, gelecekten haber veren, keramet adı altında öldürüp dirilten bir konuma çıkararak insanı Allah'la bütünleştirmiş, ona ilahi birtakım sıfatlar vermiş ve fonksiyonlar yüklemiştir.
Diğer taraftan insanı bu kadar yüceltirken, bir taraftan da mürid adı altında şeyhlerin kapı kulu, hizmetçisi, eşiğinde kölesi, düşman ilan ettiği nefsini öldürmesi için tuvalet temizleyicisi, halk pazarında palyaço, şeyhin elinde oyuncak ve geleceği onun himmetine bağlı bir zavallı yapmıştır. Müridin yaptığı ibadetlerin kabul olması için onunla Allah arasında şeyhi aracı yapmıştır. Ahirette müridin kurtuluşunu şeyhin himmetine bağlamıştır. Şeyhin odasında oturamaz, eşyasını kullanamaz, hakkında aklından kötü hiçbir şey geçiremez, sevdiği kız ve boşadığı hanımla evlenemez, izni olmadan çalışıp kazanamaz, bir yere gidemez, evlenemez, boşanamaz, kısaca bağımsız ve sorumlu bir insanın yapabileceği hiçbir işi yapma hürriyetine sahip olamaz, cenaze yıkayıcısının elindeki cenazedir, diyerek insanın onurlu ve sorumlu kişiliğini yok etmiştir. Hatta itaat ve teslimiyette mürid için ideal Örneğin köpek olduğunu söyleyerek hayvanlardan da aşağı duruma düşürmüştür. Tasavvufun insana bakışı, İslam'ın bakış açısından çok, Hint, İslam'dan Önceki İran ve hristiyan bakış açısıdır.
Şüphesiz müslümanlar arasında tasavvufi çevrelerin bağnazlıkları diğer çevrelere oranla daha fazladır. Bunu hayatta açıkça görüyoruz. Kitaplarında da başkalarına "yabancılar" diye hitap etmeleri ve kendi aralarında özel bir topluluk oluşturmaları bunu açıkça göstermektedir. Diğer taraftan eleştiriye kapalı oldukları ve bundan hoşnutsuzluk duydukları da bir gerçektir. Zaten bilgilerini eleştiriye tabi tutmaya yanaşmaksızın keşf ve ilham gibi şeylere dayandırmaya çalışmaları, sonra şeyhlerine bir nevi dokunulmazlık giydirmeye çalımaları da bunun ifadesidir.
Bütün bunlar gözönünde bulundurulduğunda tasavvufçuların haklı eleştirilerden tedirginlik duyacakları ve belki de eleştiri sahiplerine ağızlarına kadar kin ve nefretle dolacakları söylenebilir. Belki de aralarından eleştiri sahiplerine Allah'ın havasını, suyunu ve ışığını çok görecek kişiler çıkacaktır. Belki de bu işe cesaret edip düşüncelerini söylediği için eleştiri sahiplerini bir kaşık suda boğmak isteyenler olacaktır. Hatta bu insanlara dünyayı dar etmek için, seleflerinden kimilerin yaptığı gibi, onlar aleyhine müslü-man olmayan unsurlar yahut İslam düşmanlarıyla işbirliği yapacaklar bulunacaktır. "O gibilere "Allah'tan kork!" denilince, işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurur kendisini yakalar[606] karakterinde bulunanlar olacaktır.
Ama bütün bunlara rağmen, şu iman ve hikmet dolu söze bütün varlığımızla inanıyoruz: "Dünyada bütün insanların bana düşman olması, ahirette Allah'ın bana düşman olmasından iyidir". Şu ayet-i kerimeyi de hayatımızın ölçüsü kabul ediyoruz:
"Peygamberler tam ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çağırdıklarını sandıklan anda onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirifir. Fakat suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez. [607] Allah'ın peygamberlerine va'di budur. Peygamberlerinin yolundan gidenlere de va'di budur. Artık insanlar bunu iyice düşünüp anlasınlar.
Tasavvvufun cazibesine kapılmış ve büyüsüyle büyülenmiş olan samimi müslümanlara içten gelen şu temennilerimizi ifade etmekten de kendimizi alamıyoruz; Bugüne kadar kafalarını dolduran tasavvuf bilgilerini, içlerini kaplayan tasavvuf sevgisini ve meşhurları için besledikleri o sonsuz sevgi ve bağlılıkları, haklarında taşıdıkları kanaatleri Kur'an ve sünnet ölçüleriyle ölçsünler, öncü sahabenin anlayış ve uygulamaları ışığında değerlendirsinler. Müslümanlar için kaçınılmaz bir zorunluluk olan yeniden İslam'a dönüş kervanına katılsınlar. Çünkü bütün müslümanların ve onların kurtuluşu kendilerini ıslah edebilmelerine inanç, düşünce ve amellerine bağlıdır. Çünkü din budur. Sorumluluk ve hesap da bundan olacaktır.
Şüphesiz tasavvuf ve tasavvufçularla ilgili bütün söylediklerimiz, onlara karşı duyduğumuz sorumluluk ve ödev bilincinden kaynaklanmaktadır. İslam'ın emri bilmaruf ve nehyi anilmünker vecibesinden ileri gelmektedir. Müslümanların birbirleri üzerindeki haklarından kaynaklanmaktadır. Kendi kurtuluşumuzu istediğimiz kadar onların da kurtuluşlarını istediğimiz ve bunu imanın bir gereği bildiğimiz içindir. Ortak amacımız ve hedefimiz olan toplumda İslam'ın egemen olması içindir. İslam nurunun bütün aydınlığıyla1 toplumu aydınlatması içindir. Önünde bir engel gibi duran ve insanlara ulaşmasını engelleyen bütün birikimlerin bertaraf edilmesi içindir. Allah'ın dini üstün olup insanların sadece ona kul olmaları içindir.
Bütün bunlardan sonra şunu belirtmeliyiz ki, kitapta sözkonusu edilen bid'at ve hurafeler, sapık inanç ve anlayışlar, İslam aleminin değişik yerlerinde ve muhtelif kitaplarda bulunmaktadır. Zira tasavvuf ve mensupları İslam aleminin değişik yerlerinde muhtelif suretlerde ve düşüncelerle tezahür etmektedir.
Kitapta üzerinde durulan ve eleştirilen düşünceler ve uygulamaların kimileri içinde yaşadığımız toplumda veya çevrede mevcut olmayabilir. Bu düşüncelere ve uygulamalara sahip olmayan insanların da söylenenlere kendilerini muhatap yaparak alınmalarına ve tepki göstermelerine hiç gerek yoktur. Zira söylenen şeyler ve yöneltilen eleştiriler bu düşünceleri taşıyan ve sözkonusu uygulamaları bulunan insanlara yöneliktir. Çevremizde ve şahsımızda bu bozukluklar bulunmayabilir. Buna bakarak bu gibi şeylerin meydana gelmediğini veya mevcut olmadığını savunmaya yahut karşı taarruza geçmeye de kalkışmamak gerekir. Çünkü bu kötülükler İslam aleminin bir yerinde yoksa, başka yerlerinde mevcut ve devam etmekte olduğu bir gerçektir. Mesela Mısır, Irak ve diğer bazı İslam ülkelerinde bulunanlar bu gerçeği bizzat müşahade etmişlerdir.
Yine vurgulayarak belirtmek isteriz ki, söylenen bütün şeyler kalbimizde kin ve nefret tohumları ekmemeli, gurur ve benlik duygusuyla hareket etmemeli, şeytanın yolundan gitmemeliyiz. Allah'ın yardım ve korumasına sı-ğınmalıyız. Ellerimizi ve kalplerimizi sonsuz bir tevazu ve yakarış içinde Allah'a açarak bizlere ve muhatabımız olan insanlara gerçek imanı bağışlaması ve hepimizi kurtuluş yoluna iletmesi için dua edeceğiz. Hak yolda kalplerimizi birleştirmesi ve sırat-ı müstakim üzerinde tutması için yalvaracağız. "Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından rahmet ver, inanıyoruz ki lütfü en bol olan Sensin.[608]


[606] Bakara, 206

[607] Yusuf, 110.

[608] Al-i İmran,8. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 461-468.
 
mmt1 Çevrimdışı

mmt1

Üye
İslam-TR Üyesi
Şimdilerde okuduğum kitap...Güzel bir şekilde izah edilmiş...Okumayı bitirmedim ama tavsiye ederim yine de...
 
M Çevrimdışı

mestane

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Merhabalar
Öncelikle paylaşımınız için teşekkürler. Güzel ve emek isteyen bir çalışma. Yalnız ziyadesiyle yazım hataları olduğundan mana kopuklukları çok fazla olmakta, şahıs ve kitap isimleri, kaynaklar anlaşılmayacak şekilde yazılmışlar. Bunların düzeltilmesi mümkün değil mi acaba? Yardımcı olabilirseniz memnun olurum. İyi çalışmalar dilerim
 
Üst Ana Sayfa Alt