Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Tasavvuf ve İslam : Prof. İbrahim Sarmiş

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
iSLAM VE Bir başka din Tasavvuf.jpg



İçindekiler

ÖNSÖZ.. 3
BİRİNCİ BÖLÜM... 5
KUR’AN ve SÜNNET'E GÖRE İNANÇ ve İBADET.. 5
a- İslam'ın Dengeli Yapısı 5
b- Kur'an En Doğru Olana İletir 6
c- İnanç Yolu Olarak Kur'an ve Hz. Muhammed'in Vahyi Uygulaması 8
d- İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet 11
e-Ashab-ı Kiram'ın İnanç ve İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet 13
İKİNCİ BÖLÜM... 14
TASAVVUFLA İLGİLİ ÖNCELİKLİ KONULAR.. 14
a- İslam Öncesi Toplumlarda Tasavvuf 14
b- İslam Dünyasında Tasavvufa Ortam Hazırlayan Sebepler 16
c- İlk Sufilik. 21
d- Tasavvuf ve Fıkıh-Kelam Mezhebleri 22
e- Nefis Tezkiyesi 24
f- Bilginin Yolları (Keşf, İlham, İşrak) 31
"Futuhat-ı Mekkiye, bölüm 1: 35
g. Tasavvuf ve Hızır Kıssası 36
h. Tasavvufta İyileştirme Çabaları 42
i. Şiilik ve Tasavvuf: 55
a- Özel ilimler iddiası: 55
b- Şia'da İmamet ve Tasavvufta Velayet 56
c. Dinin Zahir ve Batını Olduğu İnancı 58
d- Kabirlerle Tevessül 59
e- Diğer Ortak Özellikler 59
J- Tasavvuf çul arın Batıni Tevilleri 62
k. Tasavvuf Kitaplarının Değeri 67
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 71
NAZARİ TASAVVUF. 71
I- Tasavvufta Tanrı Anlayışları 71
A.Gazali'nin Tanrı Anlayışı 73
İ.Vahdet-i Vücud Terennümleri 75
İi Vahdet Mitolojisi 76
B. İbn Arabi'nin Tanrı Anlayışı 77
a. İbn Arabi'ye Göre Her şey Allah'tır 77
b. Allah'ın Sıfatları Yaratıkların Sıfatlarıdır. 78
c. İbn Arabi'ye Göre Tanrı Her şeydir. 78
d. Tanrının Kadın Suretinde Görünmesi 79
e. İbn Arabi'ye Göre Allah Kullara Muhtaç. 80
f. İbn Arabi'nin Bilgi Kaynakları: 81
g- İbn Arabi'nin En Çok Eleştirilen Görüşleri 83
Diğer Mutasavvıfların Tanrı Anlayışları 85
C. Abdulkerim el-Cîlî'nin Tanrı Anlayışı 85
D. Kendini Tanrı İlan Eden Ebu Yezid el-Bistami ve Şatahatı 87
E. İbn el-Farıd 89
F. İbn Amir el-Basrî 91
G. Sadreddin Konevi 92
H. Abdulğani en-Nablusî 92
I. Muhammed ed-Demirtaş 93
J. İbn Acibe. 93
K. Hasan Rıdvan. 94
II. Tasavvufa Göre İlahi Varoluşun Aşamaları 95
III. Hakikati Muhammediyye. 97


2. BÖLÜM
IV- İnsanı Kamil Nedir?. 2
V. Vahdet-İ Vücud İle Vahdet-İ Şuhud. 4
VI. Dinlerin Birliği 12
a- İbn Arabi'nin Din Anlayışı 13
Firavun Kurtulanlardan mıdır?. 13
b. Abdulkerim el-Cîlî'nin Din Anlayışı 14
Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur 15
c- İbn Farıd'ın Din Anlayışı 19
VII. Islama Ve Tasavvufa Göre Veli Kavramı 20
VIII. Keramet 23
IX. Rabıta. 26
X. Şeyh-Mürid Sistemi Ve Şeyhlerin İnsanüstü Konumları 30
XI. Tasavvufçuların Kabirlerle Tevessül Etmeleri 35
XII. Tasavvufta Kutupluk. 38
a. Kutbun Yardımcıları 39
b. İbn Arabi En Büyük Kutup. 40
c. Mertebeler ve Üçler, Yediler, Kırklar... 40
d. Tasavvufun Divanı 41
XIII- Hatemül-Evliya. 42
XIV. İslam İle Tasavvuf Arasında Bir Karşılaştırma. 44
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 49
AMELİ TASAVVUF. 49
I. Zühd Meselesi 49
II. Dünyadan Nefret Etmek. 53
III. Tasavvuf Ve İlim Tahsili 56
IV. Tasavvufçuların Zikirleri 58
V. Tasavvufçuların Ahlakçılığı 61
VI. Tasavvufun Kur'an Ve Sünnete Bağlı Olduğu İddiası 67
VII. Tasavvufa Yönelişin Nedenleri 72
a. Yönetimlerin İslam'dan Sapmaları ve İslami Hayatı Engellemeleri 72
b. Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik. 76
c. Kelam Tartışmaları 77
BEŞİNCİ BÖLÜM... 78
GÜNÜMÜZDE TASAVVUF. 78
I. Tasavvufçuların Yenileri De Eskilerin Yolunda. 78
a. Günümüzde Hakikat-ı Muhammediyye veya Nur-u Muhammedi 82
b. Günümüzde Vahdet-i Vücud. 84
c. Hak Şehidi Hallaç ve Dinsel Sosyalist Karmatiler 88
d. Günümüzde Rabıta. 92
e. Günümüzde Zikir: 94
f- Günümüzde Keşf ve İlham: 95
g. Günümüzde Şeyh-Mürid İlişkisi 96
h. Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb) 97
ı- Günümüzde Kabirlerle Tevessül ve Ruhlardan Yardım İstemek. 98
i- Dinin Hükümleri Karşısında Marifet ve Hakikat İddiası 99
j. Dinlerin Birliği 100
II. Eski Tasavvuf Anlayışından Devam Eden Başka Örnekler 101
S O N S Ö Z.. 106

1697142605925.png
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
ÖNSÖZ


İslam, dosdoğru yoldur. İnsanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamayı amaçlar. Dosdoğru İslam yolunda bulunan İslam ümmeti de vasat ümmettir.[1] İslam'ın öğretileri bu doğruluğun ve vasailığın korunmasına çok özen gösterir. İlk nesil müslümanlarin bu vasatlık özelliği ve dosdoğru yolda olma niteliğini en mükemmel şekilde taşıdıklarını görüyoruz.

Şubhesiz mensubu oldukları dinin bazı unsurlarına daha fazla ağırlık veren ve bu vasatlıktan sapma gösteren kişilere her toplumda rastlanır. Muhammed (s.a.v.)'in bu konudaki öngörüsü ve uyarısı onun için çok önemlidir: .

"Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. 0 halde sen de her hak sahibine hakkını ver. [2]

Rasulullah'ın tasvip etmediği ve yolundan sapma olduğunu belirttiği sözkonusu durum, onun vefatından sonra ve özellikle Hz. Ali ile Muaviye taraftarları arasında meydana gelen çatışmalarla beraber tekrar baş gösterir. Bunun başlıca sebebi, İslam toplumunu etkileyen yeni şartlardır. Siyasi, ekonomik ve ideolojik alanda meydana gelen bu baş döndürücü değişiklikler "zühd" eğilimli kişileri etkiler ve onlar için elverişli bir ortam hazırlar. Özellikle siyasi çalkantıların yol açtığı olumsuzluklardan uzak kalmak isteyenler içe kapanmayı tercih ederler. Bu eğilimlerini ortaya koyabilecekleri en uygun ortam olarak do Hini, İran ve Arabistan'ın özellikle kültürel yönden kavşak noktası durumunda olan Küfe ve Basra şehirlerini bulurlar. Bu ortamlarda ortaya çıkan anlayış ve uygulamalar elbette islam'ın dengeli ve vasat yapısından bir sapma niteliğindedir, islam'ın ideal ve güzel bir ifadesi değildir. Bu tutumlar, İslam'ın özü ve ruhu olarak takdim edilen "tasavvufun zühd şeklinde ilk tezahürleri olabilir. Ama İslam'ın dengeli ve vasat yapısını temsil ettiği söylenemez. Zira başta Raşid Halifeler olmak üzere genel olarak ashabın hayatında böyle bir eğilimi veya davranışı göremediğimiz gibi, bunun İslam cemaati tarafından tasvip gördüğü de söylenemez.

Ashab arasında en bariz örneklerimiz olan Raşid Halifeler ve öncü sahabe, hayafta en aktif rol oynayan kişilerdi. Genel olarak ashabın yaşadığı hayata zühd hayatı demek ve bunun tasavvuf olduğunu söylemek mümkün değildir. Başka bir deyişle, yukarıda belirttiğimiz ve sapmadan ibaret olan bazı münferit davranışlar dışında, ashabın hayatında tasavvufun dayanak bulması mümkün değildir. Hefe peygamberlikten önce Hz. Peygamber'in inziva için Hira Mağarası'na veya başka bir yere inzivaya çekilmesiyle tasavvufu başlatmanın hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Rasulullah, içinde yaşadığı toplumun şirk ve dalalet içinde olduğunu görüyor ve bundan nefret ediyordu. Ama bundan kurtuluş yolunun ne olduğunu da bilmiyordu.

Yüce Allah, Hz. Muhammedi toplumu bu sapıklıktan kurtaracak risaleti almaya hazırlıyordu. Bunun için de Hz. Muhammed zaman zaman inzivaya çekiliyordu. Bu inziva hayafının, İslam olduğunu hiçbir İslam alimi söylememiştir. Nitekim İslam, "itikaf" ibadetini getirmiş ve "inziva" denilen bir duruma yer bırakmamıştır. İtikafın, sözkonusu inzivadan ne kadar farklı olduğu kitaplarda yazılıdır.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'in inzivalara çekildiği dönemde içinde bulunduğu durumu şöyle belirtmektedir: "Seni yol bilmez iken bulup yola koymadı mı?[3] Rasulullah bu dönemde "iman nedir, kitap nedir bilmezdi. [4]

Nur ve hidayef olan Kur'an, Rasulullah'a toplumu cahiliye ve dalalet hayatından kurtarmanın yoiunu göstermiş ve aydınlatmıştır. Bu bakımdan Rasulullah'ın peygamberlikten önce çekildiği inzivanın İslam olduğunu söylemek ve tasavvufun kaynağı ve delili saymak mümkün değildir.

İslam'ın dengeli ve vasat yapısı içinde ahireîi birinci planda tutan ve dünya hayatının geçiciliğini belirten, bunun gereği olarak bu dünyada ahiret için hazırlık yapmayı öğütleyen ve dünyayı ahireî için ekin tarlası gören nasslar, insanların r'1 yayı ebedi hayat yurdu olarak görmemeleri, maddeciliğe kaymamaları ve ortava çıkan sapmalarda olduğu gibi sapmalara düşmemeleri içindir, islam dengeli vapıy1 ve vasatlığı korumak İçin dikkatleri dünya hayatının geçiciliğine çektiği gibi, ferdi ve toplumsal hayatta İslam'ı hakim kılmak için dünyada çok çalışmanın gerekliliğine de dikkatleri çekmiştir, islam'ın bu dengeli yapısını, dünya hayatına iltifat etmeme ve yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi dünyadan el etek çekme tavrını, zühd diye nitelemek, hele tarih boyunca İslam kültürüne katılan yabancı i-nanç ve kültürlerle çığ gibi büyüyen bu eğilimi tasavvuf diye İslami bir disiplin olarak göstermek doğru değildir.

Hayata karşı bir tavır alma olan zühd anlayışı, siyasi hayatın getirdiği karışıklıklar ve siyasi iktidarın oluşturduğu baskılardan uzaklaşma sebebiyle toplumda zamanla revaç bulmuştur. Anlamsız ve cüretkar davranışlar, baskılar, karışıklıklar, zühd hareketi mensuplarının çoğalmasına imkan hazırlamıştır. Bunların yukarıda da belirtildiği şekilde, bariz özelliği islam'ın dengeli yapısından mana yönüne doğru sapma ve toplumsal konulardan kaçınmadır. Bu insanlarda kuvvetli günah şuuru, kalplere hakim olan Allah korkusu ve ortama hakim olan haksızlıklara karşı tavır almanın etkili olmadığını da söyleyemeyiz. Bu şuur ve tavır, zamanla bir disiplin olma eğilimi haline gelir.

Ashab ve Tabiin döneminde fetihler yapılmış ve İslam toplumuna etnik ve kültürel olarak yeni birçok unsurlar katılmıştır. Bu dönemde yabancı kültürlerden birçok unsurlar zühd akımı mensupları tarafından ilgi görür ve benimsenir. Bu unsurlar daha çok Hint ve iran özellikleri taşımaktadır. Bu akımın belirginleşip revaç bulduğu yerin Arap yarımadasının uç bölgesi olan ve Hindistan-iran-Arabistan'ın kavşak yeri sayılan Basra ve Küfe gibi yerlerin olması da dikkat çekicidir. Hatta öncekileri ve sonrakileriyle, çok azı dışında tasavvuf meşhurlarının acem milletlerden ve özellikle iran menşeli olması da dikkati çeken ayrı bir gerçektir. Burası, Arabistan'ın kalbi olan Mekke ve Medine'den çıkan müslümanların Hint ve İran kültürü ile karşılaştıkları, hatta Irak ve İran'ın fethi için ilk savaşların yapıldığı yerlerdir. Tabir caizse, hak kültürü ile batıl kültürünün buluştuğu ve içice olduğu bir yerdir. Çok geçmeden fetihler genişleyecek ve Türk kültür unsurları da bu karışıma dahil olacaktır.

Daha önce bilinmeyen tasavvuf ismi ve tasavvufçular bu dönemde ortaya çıkar. Yabancı inanç ve kültür unsurları için İslam'ın kimi nasslarından altyapı aranır. Bulunmayan yerlerde vaz'edilir. Sahih anlayıştan uzak, farklı yorumlar getirilir. Zahir, batın, fena, beka, şeyh, mürid, keşf, ilhom, sahv, mahv, sekr, cem', fark, tekke, özel gjyim gibi tasavvufi içerikler sökün etmeye başlar. Çok geçmeden buna Batı cephesi diyebileceğimiz eski Yunan felsefe ve kültürü de değişik kanallarla eklenir ve tasavvufun klasik yönü olan ve zühd diye adlandırılan "ameli tasavvuf" ile felsefe yönü olan "felsefi tasavvuf" şıkları meydana gelir. Yerli ve ygbancı malların sergilendiği bir fuar halini alan tasavvuf, yerli mallar diyebileceğimiz İslami motifler yanında, yabancı mallar olan dış unsurların bir sentezi olur ve Allah'ın dininin sanki bir tamamlayıcısı olarak İslam dünyasında yayılır.

Nitekim günümüzde de kimi tasavvufçuların aracılığıyla İslam'a giren Rene Gu-enon. Martin Lings (Ebubekir Sİraceddin), Frithjof Schuon (İsa Nureddin) ve Roger Garaudy gibi batılı birtakım muhtediler eliyle tasavvuf kültürünün ihyasına çalışıldığını görüyoruz.

Schuon, "islam'ı Anlama" adli eserinde 'Kelime-i Şehadet-i' ibn Arabi'nin vahdeti vücut öğretisinin ışığı altında şöyle açıklamaktadır: "Kelime-i şehadetin İlk kısmındaki "ilah" kelimesi gerçek {reel) olmaması sebebiyle dünyaya işaret eder; Çünkü sadece Aİİah gerçektir (reel}. Şehadetin ikinci kısmında yer alan peygamberin adı Muhammed de gerçek (reel) olması hasebiyle dünyaya işaret eder; "Çünkü hiçbir şey Allah'ın dışında var olamaz. Dolayısıyla bir bakıma her şey, "O'dur. Şehadetin birinci kısmının manasını anlamak demek, sadece "prensip"in gerçek olduğunun, kendi açısından var olsa da dünyanın var olmadığının tam olarak şuuruna varmaktır. Çünkü onun sahip olabileceği realite, sadece var olan ya da başka bir deyişle, İlahi olabilir. O halde kelime-i şehadeti anlamak demek, Allah'ı her yerde, her şeyde, onda görmek demektir.[5]

Martin Lings'in de Kur'an-ı Kerimi vahdet-i vücutçu bir yoruma tabi tuttuğunu görüyoruz. Ona göre, Kur'an'dakİ bazı ayetler (mesela: "Biz ona şah damarından daha yakınız[6] ayeti) vahdet-i vücut öğretisi dikkate alınmadan kolayca açıklanamaz. [7]

Eserleriyle bütün İslam aleminde, özellikle Türkiyede büyük yankı uyandıran Roger Garaudy'nin İbn Arabi'ye bakış açısı da son derece dikkat çekicidir. Ona göre İbn Arabi, insanlık tarihinin tanıdığı en büyük düşünürdür. Çünkü Hegel ile ölmüş olan Batı felsefesinin yeniden dirilebilmesi ancak İbn Arabi'nin felsefesi ile mümkün olabilecektir. [8]

Tasavvuf, geçmişte İslam alemini sanki zilletten izzete çıkarmış gibi Batılı bir yorum ve kostüm içinde Kur'an ve Sünnet eğitiminden yeterince nasibini alamamış müslüman kitlelerin önüne sunulmaktadır. Özellikle müslüman gençliği bulanık bir kültürün içine çekmenin hayra alamet olmadığı muhakkaktır. Bu nevi muhtedileremistik acem kültürü ile yoğrulmuş Seyyid Hüseyin Nasr gibi bazı kişilerin öncülük ettiğini görmekteyiz. Nasr'in savunduğu ve fikir babalığını Suhreverdi İle Molla Sadra'nın yaptığı İrfan ve işrak felsefesinden İslam alemi geçmişte bir yarar görmediği gibi, bugün de bir yarar görmesi mümkün değildir.

Kur'an-ı Kerim ve ilk İslami uygulamalar ışığında incelendiğinde teoriğinden pratiğine kadar tasavvufun islam'dan aldığı unsurlardan daha çok İslam dışı unsurlar içerdiği görülür. Yalnız bu mozayik ve sentez karşısında olaya bugüne kadar kanaatimizce ters bir açıdan bakılmıştır. Bugüne kadar meseieye "İslam'da Tasavvuf" açısından bakıldığını görüyoruz. Bu konuda yapılan çalışmalarda hep İslam'da tasavvufa yer aranmıştır. İslam dışı unsurlarının islam'ın nassiarıyla ve sahih pratiğiyle bağdaştırmasına çalışılmıştır. Hatta İslam'ın tevhid öğretisine aykırılığı gün gibi açık vahdet-i vücud nazariyesi gibi birçok doktrin ve rabıta gibi bid'at uygulamalar İslam'la bağdaştırmaya çalışılmıştır. Tasavvufun eleştirisini yapanların dışında, bütün çalışmalar hep İslam'da tasavvufa yer aramaya yönelik olmuştur.

Halbuki tasavvufun eklektik yapısı, bilgi edinme yolu ve amel metodu ile kaynağı ve sonuçları, kısaca teorik ve ameli yönü ile bütün sistemi gözönünde bulundurulursa, meseleye tasavvufta İslam olarak bakmanın daha gerçekçi olduğuna inanıyoruz. Yani tasavvufun kaçta kaçı islam'dır yahut islam'ın öğretilerine uygundur. Çünkü tasavvuf islam'dan aldığı unsurlardan çok, yabancı unsurlar ve kültürlerden oluşmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında gerçekler daha net olarak görülecek ve daha gerçekçi sonuçlara varılacaktır, diye düşünüyoruz.

Bu bakış açısı bizi belki hoşlanmayacağımız veya beklemediğimiz birtakım sonuçlara götürecektir. Çabalarımız hem dünya hem ahiretimizin mutluluğu için, daha doğrusu Allah rızası için olduğu sürece gerçeklerden korkmamamız ve aleyhimizde de olsa gerçeği arayıp itiraf etmekten kaçınmamamız gerekir. Çünkü bu gerçeklerle hem kendimize, hem de insanlara hizmet etmiş olacağız.

Yüce Aflah buyuruyor: "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz, ana babalarınız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun.[9] Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor: "Cihadın en üstünü sultana karşı söylenen adaletli sözdür. [10]

Unutulmamalıdır ki, islam herşeyin üstündedir ve hiçbir şeye feda edilemez. İslam Yüce Allah'ın insanlığa rahmeti ve saadetidir. Hak ve adalet hiçbir ekol veya kişi için feda edilemez ve gizlenemez. Birtakım kişileri veya uygulamaları savunmak yahut kurtarmak gayretiyle İslam öğretilerinin tevillerle yamuklaştırtlması yahut gözardı edilmesi kesinlikle doğru değildir, ibn el-Cevzi gibi alimler bu noktaya dikkati çekmekte ne kadar İsabet etmişlerdir! Şöyle diyor:

"Hakta tarafgirlik olmaz. Söylenenler doğru değilse, o zaman böyle şeylerden, o mezhepten ve kim olursa olsun o kişiden sakındırmış oluruz. Allah biliyor kiT hata edenin hatasını söylemekten maksadımız, şeriatı tenzih etmek ve onu yabancı şeylerden korumaktır. Yoksa söyleyen ve işleyenle bizim bir İşimiz yoktur. Bununla ancak ilim emanetini yerine getiriyoruz. Alimler de hata edenin kusurunu açığa çıkarmak için değil, hakkı ortaya koymak için birbirlerinin hatalarını gösteriyorlar. 'Kendisiyle teberrük edilen falan zahide nasıl cevap verilir veya sözü nasıl reddedilir?', diyecek cahillerin sözüne itibar edilmez. Çünkü bağlılık şeriatın getirdiklerine olur, şahıslara değil. Adam cennet ehli veya evliyadan ofabiür. Onun derecesi hatasının gösterilmesine engel olmaz.

Bir şahsın yüceltitmesine bakıp ondan sadır olana deiii ile bakmayan kimse. Hz. İsa'nın kendisini görmeyip onun eünde meydana gelen mucizeiere bakan ve bundan da onu tanrılaştıran kimse gibidir. Halbuki Hz. İsa'ya bakıp yeme-içme ile yaşayan bir insan olduğunu görseydi, ona sadece layık olduğu değeri verirdi (insan sayardı).[11]

islam'ın tenkid metodu budur. Bu meîodun dışına çıkmak gerçeklere haksızlık olur. Bütün kişi ve gruplara bu gözle baktığımızı, yazı ve sözlerini bu metodla değerlendirdiğimizi belirtmek isteriz. Bunun dışında kişiler ve gruplar hedefimiz olmamıştır. Her müslüman İslam'ın kendisine yüklediği sorumluluğu İslami çerçeve içinde yerine getirmeye çalışırsa gerçekler günyüzüne çıkar ve batılın uzun süre hükmünü sürdürmesi mümkün olmaz.

İkinci baskıda kitap yeniden gözden geçirilmiş, birinci baskıda elde olmayarak meydana gelen kimi yanlışlar düzeltilmiş, görülen ihtiyaç ve gelen istekler üzerine yer verilmeyen bazı konular eklenmiş, kısa olanlar da detaylandtrıimıştır.

Şüphesiz tasavvufla ilgili literatür oldukça geniştir. Bu literatürün hepsini elde etmek ve incelemek mümkün değildir. Gerek kitaplarda ve gerekse süreli yayınlarda buraya alamadığımız daha nice yanlış anlayışlar ve kötü örnekler bulunmak tadfr. Zaten tasavvuf dünyası hak ile batılın, gerçekle hurafenin, doğu kültür ve inançlarıyla batı kültür ve inançlarının cirit attığı, iç içe olduğu ve karmaşık bir yapı oluşturduğu bir dünyadır. Kendi içinde yetmiş üç fırkayı çoktan aşmış bulunmaktadır. Onun için bu literatürün hepsine ulaşmak, tümünü inceleyip değerlendirmek imkansız gibidir. Verdiğimiz örnekierin bunlara da ışık tutacağını ve yanlışlık'arın görülmesinde yardımcı olacağını umarız.

Kitabın birinci baskısı süresince iîgili kişiler ve çevreler tarafından bilimsel bir öntemle incelenip eleştirilmesini çok arzu etmeme rağmen, sübjektif ve biraz da önyargılı sayılabilecek biriki eleştiri dışında eleştirinin olmadığını belirtmeliyim. Buna karşın Malatya'da Radyo Nida'nın kitabın içeriği ve tasavvuf hakkında papel şeklinde düzenlediği ve telefonla canlı bağlantıların yapıldığı on kaset dolduracak kadar süren fikir sohbetleri programı başta olmak üzere, çok kişi ve çevreden olumlu tepkiler gelmiştir. Radyo Nida'da bu konuda program'yapan değerli dostumuz Ömer Şevki Hotar beyefendiye, İslam'ın dosdoğru yolunu değerli bilgileriyle net bir şekilde ortaya koymaya çalışan arkadaşlarına ve taktir ederek yahut eleştirerek değerlendirmelerini esirgemeyen bütün kardeşlerimize teşekkür ederim. Bu çalışmamızın daha kapsamlı çalışmalara ışık tutmasını ve gerçeklerin açığa çıkmasına yardımcı olmasını Yüce Allah'tan dilerim.

"Rabbimiz! Doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma. Katından bize rahmet bağışla. Şüphesiz sen bağışı çok olansın.[12]



[1] Bakara 143


[2] Buhari, Savm, 51, 54, 55; Teheccud, 30; Nikah, 89; Edeb, 84, 86; Müslim, Siyam, î 83, 187


[3] Duh,ı, h


[4] Şura, 52


[5] Doç. Dr. Salih Akdemir, İslami Araştırmalar 24, c. 2, sayı. 7, Mayıs 1988, Ankara, Schuon Frithjnt', Un-derstanding İslam, Tere. D. M. Matheson Mandala Yay. Londra, 1070, s, 1 7'den naklen.


[6] Kaf, 16


[7] Martin Lings'in görüşleri ve tenkidi hakkında fazla bilgi için bakınız. lJrof. Dr. Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir, İ987, s, I 52


[8] Doç. Dr. Salih Akdemir, a, g. e. c. 2, sayı, 7. R. Garaudy, La Promesse de L'lslam s 1 I 8 Tere İslam'ın Vadetükleri, s, 134'den naklen


[9] Nisa, 135


[10] Ebıı Davud, Melahim, 1 7; Tirmizi, Filen, 1 3; Nesai, Bey'at, 37; İbn Mace, Filen, 30


[11] İhtı el-Cev/î, Telhisti İblis, 6ı>. O.ıtu'l-Kütübi'l-Hmiyye. fîevrul, 1 îf.ü


[12] Ali İmram, 8 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 9-15.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
BİRİNCİ BÖLÜM

KUR’AN ve SÜNNET'E GÖRE İNANÇ ve İBADET

a- İslam'ın Dengeli Yapısı

Tasavvuf, İslam'ın dengeli ve vasat yapısından zühd şeklinde bir evril-meyle ortaya çıkan hareketlerle kök bulabilmiştir. Bilindiği gibi, insanın yapısında maddecilik ve maneviyatçıhk yönüne doğru sapma eğilimi bulunmaktadır. Bunun açık örneği de yahudi ve hristiyanlarda madde ve mana yönüne doğru meydana gelen sapmadır. Her iki dinin mensuplarının yaşadıkları hayat ve taşıdıkları din anlayışı bunun açık ifadesidir. Namazın her rekatında tekrarladığımız "Gazaba uğrayanlar ve sapanlar" ayeti bu sapmaya dikkatimizi çekmektedir. Tasavvuf en genelde, kendine özgü ibadet biçimleriyle dünya kirlerinden arınma ve yaratıcının bilgisiyle veya yaratıcının varlığıyla bütünleşme çabalarının adıdır ve İslam dünyasında zühd hayatı şeklinde belirginleşip, kurumlaşmaya başlayan tasavvuf, mana yönüne doğru meydana gelmiş bir sapmadır. Bunu görebilmemiz için önce İslam'ın dengeli ve vasat yapısı üzerinde durmamız gerekir,
islam, insanın yapısında doğuştan varolan bu iki eğilimin arasında dengeyi sağladığı gibi, hayatının bütün alanlarında da dengeyi sağlamıştır. Bu dengenin bir tarafın lehine bozulmasını kesinlikle kabul etmemiştir. Bu denge sahibi müslümanların da yeryüzünde vasat, yani her yönü ile dengeli ve dosdoğru olan sırat-ı müstakim üzere bir ümmet olduğunu belirtmiştir. Doğru yol üzerinde her zaman bulunmak ve dengeyi kaybetmemek için daima Yüce Allah'a dua etmemizi ve ondan yardım dilememizi emretmiştir. Islam, ümmetin maddi ve manevi hayatında dengeyi sağlamış ve bu dengenin sürekli olmasını istemiştir. Yüce Allah, buyuruyor: "Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan (vasat) bir ümmet kıldık.[13]
İslam'ın sağladığı dengeye sahip olan müslümanlar, bütün insanlar hakkında şahitlik yapacak vasat bir ümmettir. İnsanlar arasında adaleti ve hakkı gerçekleştirir, onlar için ölçü ve değerleri belirlerler. Herkesi kurtuluşa ve sırat-ı müstakime götürecek hak görüşü ortaya koyar ve örnek olurlar. İnsanların ölçü ve değerlerini, gelenek ve davranışlarım, anlayış ve düşüncelerini bu hak Ölçüsüyle değerlendirir ve yönlendirirler. Bunlardan hak ve doğru olan ile yanlış ve batıl olanları birbirinden ayırırlar.
Vasat olan bu ümmet; Ölçü ve değerlerini, anlayış ve düşüncesini başka milletlerden ve ideolojilerden alan yahut başkalarını taklit eden bir ümmet değildir. Onun için tek yol, sırat-ı müstakim olan Kur'an ve en güzel örnek olan Rasulullah'ür. Bütün dünya milletleri arasında doğru yolda yürüyen ve sadece Kur'an ve onu pratiğe aktarımı olan sünneti Ölçü kabul eden vasat ve dengeli bir ümmettir.
Ashab ve onların yolunda giden müslümanlar, dünya milletlerinin teveccüh ettiği ve örnek aldığı'insanlar olmuşlardır. Bizans'ta dikta ve baskı rejimi altında yaşayan insanlar, İran'da tahakküm ve vahşet yönetimi altında inleyenler, Arap yarımadasında cahiliyyetin barbarlıkları içinde cehennem hayatı yaşayanlar, kurtuluşu bu Örnek neslin yolunu izlemede bulmuş; hak, adalet, eşitlik, kardeşlik ve insanca yaşamayı bunlardan öğrenmiştir. Böylece insanlık İslam ümmetinin sırat-ı müstakim yoluna şahit olup hidayete ererken, müslümanlar da bu insanlığın herşeyine şahit olmuştur. [14]
Rabbimiz, insandaki maddi ve manevi eğilimleri dengede tutmak için kesin ölçüler ve açık hükümler koymuştur. Herşeyden önce heva ve hevesle hareket edilmemesini istemiştir. Kur'an'm hükümleri ve Rasulullah'm örnek uygulaması dururken, insanların heva ve hevesleriyle hareket etmesi şiddetle yasaklanmış ve hevesleriyle hareket edenler, "Hevesini kendisine i-lah edineni gördün mü? [15] diye kınanarak bu sapmaya dikkat çekilmiştir.
Hz. Peygamberin uygulamasında da bunu açıkça görüyoruz. Onun ibadetleri karşısında kendi ibadetlerini azımsayarak sürekli namaz kılmayı,oruç tutmayı ve evlenmemeyi kararlaştıran üç kişinin bu durumu Hisine ulaşınca Rasulullah onlara bu işi yasakladığını ve sünnetinden sövlemistir. Yine oruçkendisiyle ilişkilerinin kesilmiş olacağını söylemiştir. Yine oruç sapan an durmayı adamış birini gördüğünde durumunu yadırgamış ve " bırakmasını emretmiştir. Aynı şekilde bu dinle kimsenin içinve yarışacak olursa mutlaka yenik düşeceğini bildirerek[16] insanların berlenen ibadet şekil ve miktarlarıyla bağımlı kalmalarını istemiştir.
Yine birilerinin kendisini aşın bir şekilde övmesini yadırgayarak "Beni hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdüğü gibi övmeyin" buyurmuş ve insanları aşırılıktan sakındır mıştır." Allah, kişiye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz. Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun" gibi ayetler de insanın itidal çizgisi içinde kalması ve aşırılıktan kaçınması gerektiğini ifade etmektedir. Kur'an ve sahih Sünnet'te bunu ifade eden hüküm ve uygulamalar o kadar çoktur ki, burada kaynaklarını göstermeye bile gerek bırakmamaktadır.[17]

b- Kur'an En Doğru Olana İletir

"Şüphesiz ki Kur'an, insanları en doğru olana iletir ve salih amel işleyen mü'minlere büyük bir mükafat olduğunu müjdeler. [18]
Kur'an, insanları en doğru yol oları sırat-ı müstakime iletmek için Allah tarafından indirilmiştir, indirildiği andan itibaren, yer ve zaman sınırlarıyla sınırlı olmaksızın insanları en doğru yola ilettiğini ifade eder. Onları hidayet ettiği yol da hayır ve iyiliğin bütün şekillerini, insanların ulaşabilecekleri her türlü iyiliği içermektedir.
Hiçbir kapalılık ve giriftliği bulunmayan sade ve açık inanç sistemiyle zihin ve vicdan sahasında en doğru ona iletir. Bu inanç, ruhu kuruntu ve hurafelerin bataklıklarından, zan ve mitolojik anlayışlardan kurtarır. Allah in yarattığı tabiat kanunlarını insanm yapısındaki fıtri kanunlara bağlar ve uyum içinde bütünleştirir.
Kur'an insanın maddesi ve manası, içi ve dışı, duygu ve davranışları, i-nanç ve amelleri arasında en güzel uyumu sağlayarak insanları doğru yola netir. Bütün bunlarla Kur'an'm hidayeti sayesinde kopmayan sapasağlam ipe bağlanmış olur. Ayakları yerde iken en yüce ufuklara gözünü diker. Allah için yaptığı bütün ameller ibadet kesilir.
Semavi dinlerin okijinalini kabullenme-, hepsinin temelde Allah'tan gelen "irer tevhid dini olduğuna inanma, prensiplerini ve kutsal değerlerini takdis edip sayma konusunda Kuran en doğru olana iletir. Bir de bakarsınız bütün insanlık tahrif edilmeyen semavi inançlarıyla bir barış ve uyum içindedir. Bu prensiplere ve esaslara bağlandığı taktirde insanlar bir ahenk ve barış içinde yaşarlar.
"Evet, bu Kur'an en doğru olana iletir. Salih amel işleyen mü'minleri büyük bir mükafatla müjdeler. Ahirete İnanmayanlar için de acıklı bir azabın hazırlandığını bildirir.[19] "Halbuki O, alemlere uyandan başksi birşey değildir. [20] "Biz sana Kitabı ger-Çek ile indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin. [21] "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onunla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda İnsanlar arasında hükmetmek üzere İçinde gerçeklen taşıyan kitabı indirdi. [22]
Bu ayetler, Kur'anrın amacı hakkında bize bir yaklaşım sağlamaktadır. Ayetler, Kur'an bütünlüğünde ve Rasul ün örnekliğinde, Allah'ın murad ettiği manada anlaşıldığı sürece muttakiler için yol göstericidir. Ayetler, bağnazlığı kırdığımız, hurafe ve bidatlardan temizlendiğimiz, kaderci anlayışı ıslah ettiğimiz andan itibaren, karanlıklardan aydınlığa ulaştıran nurdur. Ayetler, beraber kıyam ettiğimiz, rukııya gittiğimiz, istişari çabalarda bulunduğumuz sürece müjde ve uyarıcıdırlar. Ayetler, anlaşmazlığa düştüğümüzde onunla hükmetteğimiz sürece hidayettirler.
Kur'an'm ana hedefi, Allah'ın varlı|;ım ispatlama noktasında değil, insan ve insan davranışları üzerine yoğunlaşmaktadır. Nitekim Kur'an kendisini de "insanlara yol gösterici, karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, alemlere uyarıcı" şeklinde tanımlamaktadır ki, but manada çok sayıda ayet sıralamak mümkündür. Bununla birlikte Allal ı lafzı, Allah'ın sıfatları ve isimleri Kur'an'da birçok defa kullanılmıştır. ]Fakat Kur'an'da, Kuranın amacı, Allah'ı ispatlamak şeklinde konmamıştır f Zira tabiat ayetlerinin, Allah'ın varlığını ispat etme konusunda yeterli olclıhğunu Kur'an bize hatırlatmaktadır.
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin Ve gündüzün gidiş ve gelişinde elbette akılsahipleri için. deliller vardır. [23]
Ama Kur'an bizatihi tevhid inancın ı ikame etmeye, zihinlerde ve pratikhayattaki şirk şekillenmelerinin, bozuk
na yönelmiştir. Dikkatlerin bu yaklaşıma çekilmesi, vahyin amacına uygun bir yolun tutulmasını sağlayacaktır.
inançların, batıl geleneklerin ıslahı Yüce yaratıcı fikri, insanın içinde,problem, Allah'ın varlığım ispat etme problemi değildir. Kaldı ki, hiçbir taderununda mevcuttur. Dolayısıylabiliminde ateizm sorun olacak düzeyde büyük bir gündem oluşturma bildiği Mekke dönemi Arap toplumunun yapısı dikkate alındıda onların da Allah inancına sahip oldukları, yeri ve göğü yaratan varlığına inandıkları görülecektir. Bununla birlikte Kuran bu toplu-n din anlayışım tümden değiştirmek için vahyedilmiştir. İlahi kanunlar insanlar için gönderilmiştir. Bu kanunların tümünün, gele fert düzeyinde olsun, gerek toplum düzeyinde olsun, günlük yaşamda W karşılığı- pratik bir değeri bulunmaktadır. Aksi durumda vahyin insan- için hidayet aracı olmasının geçerliliği olmazdı. Dolayısıyla insanların , zaafîari Allah'ı yok sayma noktasında değildir. Asıl zaaf ve sapma, onunla birlikte başkalarını veya kendi heva ve heveslerini ilah edinme noktasında başlamaktadır.
"Ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var ki onda istediğiniz herşeyi buluyorsunuz? Yoksa ayetlerimizde kıyamet gününe kadar süregidecek ahitleriniz mi var ki, kendiniz için hükmettikleriniz sizin olacaktır! Sor onlara, bunu kim üstlenir. Yoksa onların ortaklan mı var? Doğru sözlü iseler ortaklarını getirsinler.[24]
Vahiy, insanlara ihtilaf ettikleri konularda hakem olsun diye gönderilmiş, mücadele bunun üzerine kurulmuştur. Allah'ın hükümlerini indirmesinin arkaplanmda yatan gerçek, insanların taşıdıkları benzeri zaaflar olmuştur. Atalarından aldıklarım din edinen, yeryüzünde fitne çıkaran, hevalarıy-la hükmeden, insanlara zulmeden, bozgunculuk yapan şirk dini mensuplarının düzelmesi, ıslah olması ve genelde insanlara hidayet rehberi olması amacıyla, Allah insanlara peygamberleri aracılığıyla vahiy-kitap göndermiştir. Vahiy, doğru ile yanlış, aydınlık ile karanlık arasında bocalayan insanoğlu için doğruya ulaştırıcı en sağlam ölçüdür. Dolayısıyla vahyin getirdiği ölçütlere sahip olmamak, karanlık dehlizlerde kalakalmaktır. İnsanları uyarmak, onlara doğruyu göstermek, onları zaaflarının ve nevalarının düştüğü aşağılıklardan kurtarmak, aydınlığa çıkarmak, Kur'an'm ana hedefidir.
Kur'an-ı Kerim'in muhatabı insandır. İnsanın fıtratına hitap eder ve fıtrat üzere süregelen Sünnet üzerinde durur. Kuşkusuz bu Sünnet'te en önemli husus, insan-Allah ilişkisidir. Allah, kainatı belli bir düzen içinde yaratmış ve bu düzen gereğince varlıklara yollarını göstermiştir. Her varlık yaratılış gayesi doğrultusunda hareket etmektedir. Bu varlıklar arasındayalnız insanoğlu ihtiyar sahibi kılınmış ve kainat içindeki düzenini kurması kendi insiyatifine bırakılmıştır. O, artık ya yalnız Allah'a kul olacaktır, ya da Allah'ın dini dışında kendi ürettiği sistemlere tabi olacaktır. İşte bu noktada Allah, vahiy nimetini ona sunmakta, insanların Allah ile, hemcinsleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerini düzenlemektedir.
İnsanoğlu her konuda olduğu gibi, bu ilişki biçimlerinde de vahye dayanmadığı sürece yanılmakta, yanlışlara düşmektedir. Vahiyden uzaklaşıldığ] nisbette fesat artmakta, yeryüzüne müşrik güçler ve onların kaçınılmaz tezahürleri olan zulüm, istibdat, adaletsizlik, bid'at ve hurafeler hakim olmaktadır.
Tüm ilahi kitaplar gibi, son vahiy olan Kuranın da asıl amacı yeryüzünde zulmü, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve insanlara, Allah'ın kendilerinden razı olacağı davranış normlarını kazandırmaktır. Tabii ki tercih yine insana bırakılmış ve yapacağı tercihin hesabının da mutlaka sorulacağı va-adedilmiştir.
İnsanların özellikleri dikkate alındığında çok unutkan oldukları, çok aceleci davrandıkları ve dolayısıyla bir hidayete, hatırlatıcıya ihtiyaç gösterdikleri görülecektir. Dosdoğru yola, hidayet yoluna iletilmenin duyarlı ve düzenli bir pratik hayattan geçeceği malumdur. İnsanlar bir an Allah ile ilişkilerini kopardıklarında tüm zaaflarıyîa bir bocalama ve ümitsizliğe doğru akıp giderler. İbadetlerini, iyiliklerini, düşüncelerini Rabblerinden bağımsız ortaya koymaları halinde başıboşluk tehlikesinden kurtulamazlar. Mü'minler darlıklarında ve genişliklerinde Allah'ın kendi üzerlerine sekînet (güveneni indirmesine muhtaçtırlar. O güven, muttakilerin imanıdır.
Kuran, bireyin ve toplumun ıslahını hedefler. Dolayısıyla insanlara vahyi ölçütler sunmak, hayata bizatihi bu ölçütlerle bakmak, pratiğe bu ölçütlerin kaynaklık etmesini sağlamak amacındadır. İnsanların kendi nevalarını ölçü edinmelerinin sonucu, nefislerde başlayan bozulmanın kısa sürede toplumsal bir tehlikeye dönüşmesi kaçınılmaz olur. "İnsanlar birtek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onunla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetmek üzere içinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi.[25]
Vahiy, insanlardan ne istediğini, onların bu istekleri yerine getirmeleri konusunda nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini bildirmekte ve bu dünyadaki mü'mince çabaların ödüllendirileceği, ihmal edilmesi durumunda ise cezalandırılacağı gerçeğini hatırlatmaktadır. Allah-İnsan ilişkisi ile ilgili olarak
er ne kadar tarihi olayları ele alsa da, vahyin amacı, insanlara bilimsel bil ya da tarihin sırf olay ve olgularla ilgili yönleri konusunda bilgi vermek değildir. Kur'an'ın amacının dünyanın başlangıcı ile ilgili bilimsel bir teori getirdiğini sanmak, vahyin amacını yanlış anlamak olur. [26]
"De ki, eğer ben Hak'tan sapmışsam bu kendi aleyhimedir. Eğer hidayete nail olursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Çünkü O, Se-mi'dir, Karib'dir. [27] "Bu Kuran, çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve aklıselim sahipleri Öğüt alsınlar. [28]
Kur'an, insanlara hidayet olmak için gönderilmiştir. Hangi şeylere ve nasıl inanacakları, ibadetleri, hayatlarını düzene sokmak için uygulayacakları hükümleri kendilerine belirlemek için gönderilmiştir. Dünya hayatında iyi ile kötüyü birbirinden ayırmak, bu hayattan sonra gidilecek ahiret aleminde karşılaşılacak şeyleri Öğretmek için indirilmiştir. Bu alanlarda hidayet olduğu gibi, kişinin yapısında madde ile mana eğilimleri arasında dengeyi sağlamada da hidayettir. Hakkı batıldan, hayrı serden ve zararlıyı faydalıdan ayırdetmek için hidayettir. Gayb alemi ve bu alemle ilgili inanılacak şeyleri göstermede hidayettir. Helal ve haramı, farz ve yasağı belirlemede hidayettir. Gerek fertlerin birbirleriyle ve gerekse fertlerle toplum arasındaki ilişkileri düzenlemede hidayettir. Yüce Allah'ın yegane yaratıcı, yegane mabud, yegane hakim ve teşri hakkının yegane sahibi olarak bilinmesi ve sadece ona kulluk edilmesi konusunda da hidayettir. Mutlak ilah, mutlak rab ve mutlak hakim olarak sadece O'na boyun eğilmesi gerektiği konusunda hidayettir. Kısaca, insan için sözkonusu olan herşeyde Kur'an hidayettir ve insanı en güzel, en doğru olana iletir.
Kuranın birinci derecede amacı budur. Bu hedefi gerçekleştirmektir. Rahmet, nur, mübin, hidayet, uyarıcı, koruyucu gibi diğer bütün hususiyetleri hidayet olma özelliği etrafında dönüp dolaşır, denilse yeridir. Çünkü ilahi risaletler insanların hidayeti ve neticede dünya ve ahiret saadetleri için gönderilir. Peygamberler de bunun için seçilir ve melekler onlara bu amacı gerçekleştirmek için vahiy getirir. İnsanlar bu hidayete sarıldıkları ve Allah'ın dosdoğru yolu üzerinde yürüdükleri sürece mü1 nün ve mutlu olurlar. Bu hidayetten ve sırat-ı müstakimden sapanların ise, sonu sapıklık ve bedbahtlıktır.
Bunun öneminden dolayı Hz. Peygamber, öncelikle insanların zihinlerine ve vicdanlarına la ilahe illallah'ın anlamını yerleştirmeye çalışmış, insanları bu hedeften uzaklaştırabilecek bütün yol ve yöntemlerden kaçınmıştır. Uzun ve meşakkatli bir yol olmasına rağmen bu hedeften asla sapmamıştır. [29]

c- İnanç Yolu Olarak Kur'an ve Hz. Muhammed'in Vahyi Uygulaması

1- Hz. Muhammed, Allah'a imanın özelliklerinin yitirildiği bir asırda peygamber olarak gönderildi. Şöyle ki:
A-Araplar, Allah'ın varlığına inanıyor, alemin yaratıcısı ve yağmurun indiricisi olduğunu kabul ediyorlardı. Ama onlara göre bu ilahın ölümden sonra kendilerini diriltmeye gücü yoktur. İnsanların bu dünya hayatından başka bir yaratılış gayesi yoktur. Ne kıyamet, ne de hesap vardır. Sonra bu ilah diğer tanrılar gibi olup rızık, yağmur ve düşmana karşı üstünlük için melekler ve salih kişiler gibi sevdiği varsayılan kişilerle kendisine tevessül edilirdi. Hoşnutluğunu kazanmak ve şerrinden korunmak için ona birtakım aracılarla yaklaşılırdı.
B- Hristiy ani arın hak dini ise kaybolmuş ve ona çok nadir bazı kişiler bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Hristiyanların büyük çoğunluğu ise, Hz. İsa'nın Allah'ın kendisi veya Allah'ın oğlu olduğuna inanmışlardır. Yani insanı Allah'a benzetmişlerdir. Alimlerini ve rahiplerini kendilerine tanrılar edinmiş ve ellerinde bulunan İndilere aykırı da olsa, her konuda onların söylediklerini yerine getirmişlerdir. Aralarından salih kişileri takdis ve tanrılaştırma derecesine kadar çıkarmışlardır.
C- Yahudiler ise Allah'ı yaratıklara benzetmiş, yalan, cimrilik, haramları işleme, gaflet ve geleceği bilmeme gibi insana nisbet edilebilecek çirkin sıfatları ona nisbet etmişlerdir.
D- İran ve Hindistan'da ise daha çok felsefeler egemen olmuştur. Her felsefe tanrısını sahiplerinin hoşuna gidecek şekilde tasvir etmiştir.
a- Alemin iki tanrısı olduğunu söyleyen felsefe karanlık ve aydınlık tanrılarının varlığını öne sürerek bu iki tanrı arasında sürekli bir mücadelenin olduğunu iddia etmiş, hakkın batıla galip gelmesi için ateşler yakarak insanları hayır ve aydınlık tanrısına yardım etmeye çağırmıştır.
b- Bir felsefe de alemin bir yaratıcı tanrısı olduğunu söylemiş ve bu tanrıda fena bulması için insanın birçok çilelerden geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Öldükten sonra ruhunun bu aleme ikinci defa tenasüh yoluyla gelmemesi için nefsiyle çok mücadele etmesini istemiştir.
c- Bir felsefe de, birtek zatın külli vücut olduğunu söylemiştir. Bu külli vücudun varlıkları ve sıfatları çok olduğunu belirtmiştir. İran'da şairler vekendilerine herşeyde görünen ve her varlıkta açığa çıkan bu külli m sevgisini terennüm etmişlerdir.
Fski Yunan'da birçok felsefeler ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu alemin tıcısı olduğunu söylemiş ve ona vacibü'l-vücud yahut illetlerin illeti yermişlerdir. (Daha sonra İslam filozofları aynı ismi akl-ı evvel olarak caklardır.) Ne var ki bu felsefelerin tümü bu yaratıcının alemi yarat avesi hedefi ve insanların varacağı son hakkında doğru teşhisler masınm ortaya koymaktan çok uzak kalmışlardır.
2- Bütün bu antik felsefeler gaybı (meçhulü) bilme çabalarının ürünüdür de müşahade edilen bu alemin ötesinde nelerin bulunduğunu anlama gayretlerinin neticesidir. Bütün bu beşeri çabaların açık bir fiyasko ile sonuçlanacağı ortadadır. Çünkü zan, tahmin, kuruntu, faraziye ve şeytanlarla cinlerin vesveseleri ile insanların gaybı bilmeleri mümkün değildir.
3- İşte böyle bir dönemde Yüce Allah, yoldan çıkmış ve türlü yollara sapmış şaşkın insanlığa Allah'ı tanıtmak, yaratıcısını göstermek, yaratılış hikmetini, kendisine doğru gittikleri akıbati ve Allah'ın insanlar için sevip hoşnut olduğu yolu ve sistemi öğretmesi için Hz. Muhammedi peygamber olarak gönderdi.
4- Hz. Muhammed Allah'ın peygamberi olduğuna dair insanlara kamil ve apaçık delili gösterdi. Vahyin kendisine Allah'tan geldiğini söyleyerek açık delil getirdi. İnsanlara "Bu Allah'ın kelamıdır, onu size okuyorum. Allah'tan olduğuna inanmıyorsanız bir tek sûresine benzer bir sûre getirin." dedi.
5- Rasulullah'ın(s) bütün felsefelere, inançlara, düşünce ve anlayışlara karşı koyup hepsinin batıl ve yanlış olduğuna dair hüccet göstermesi, insanları kendisine çağırdığı şeylerin gerçek olduğuna dair delil göstermesi gerekiyordu. Onun için savaş inanç savaşı idi.
6- Bu savaş, kendisinden çok, esasların öne çıktığı iki temel üzerinde yoğunlaştı. Bu temeller şunlardır:
a- Allah'ı birlemek demek olan tevhid. Bunun anlamı, Yüce Allah'ın yegane ilah, yaratıcı ve mabud olması, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde ona kimsenin ortak olmaması, kemal, cemal ve celal bütün sıfatlara sahip olup noksan bütün sıfatlardan münezzeh olmasıdır.
b-Allah'a giden yolun tekliği. İnsanların işlerinde Allah'tan başka kimsenin egemen-olmaması, başkasının kurallarıyla insanların yönetilmemesi ve ona ancak kendisinin koyduğu usullerle yaklaşılabileceği esası. Bu da "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" olarak ifade edilen Tevhid kelimeşinin anlamıdır. Birinci esas, Allah'tan başka ilahın bulunmaması, ikinci esas da Muhammed'in Allah'ın Rasulü olmasıdır.
7- Bu iki esas üzerinde Rasulullah'a karşı kimi muhalefetler kendini göstermiştir. Şöyle ki:
a- Arap müşrikleri şöyle demişlerdir: "Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir.[30] Tanrıları hakkında da şöyle dediler: "Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara kulluk ediyoruz. [31] "Onlar Allah'ın yanında şefaatçıdırlar. [32]
Yüce Allah onların bu inançlarına şu şekilde karşılık vermiştir: "De ki onlarda Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu. [33] "De ki, şefaat tamamen Allah'ındır. [34]
İkinci esasla ilgili olarak da Yüce Allah, onların helal, haram ve Allah'a yaklaşma konusundaki bütün hükümlerini yıkarak şöyle buyurmuştur: "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dini kaide kılan ortakları mı var? [35] Böylece helal, haram ve ibadet kuralı olarak sadece Allah'ın hüküm koyma yetkisi olduğunu belirtmiştir.
b- Yahudi ve hristiyanlardan her biri yolunun doğru olduğunu, mabudunun gerçek ve cennetin diğer insanlardan ayrı olarak sadece kendilerine mahsus olduğunu iddia etmiştir. Onlara da Yüce Allah şöyle cevap vermiştir: "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. [36] "De ki, Allah'ı gerçekten seviyorsanız bana uyunuz. [37] Kur'an-ı Kerim baştan başa bu iki esas konusunda bu üç zümre ile Rasulullah'm cihadını anlatır.
8- Rasulullah'a kimi insanlar iman ettiler ve dinlerini Allah'a halis kıldılar. O'nu sevdiler ve herşeyden üstün tuttular. Ellerinden geldiği kadar ona uydular ve itaat ettiler. Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih etme, takdis etme ve sadece kendisine ibadet etme konusunda var güçleriyle çalr'tılar. Yukarıda belirtilen iki esası gerçek anlamda ruhlarında ve hayatlarında gerçekleştirdiler. Gereğini en mükemmel şekilde yerine getirdiler. Onun için yüce Allah onları bir çok ayetlerinde övmüş ve hoşnutluğunu belirtmiştir. Mesela onlar için şöyle buyurmuştur: "Muhammed Allah'ın Rasulüdür. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rûkuya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanları vardır. Bu onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıflan da şöyledir: Onlar filizinikarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış gövdesi üzerine ekine benzerler ki bu çiftçilerin hoşuna gider.[38]
Yüce Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'ın lütfuna razı olmuşlar.
Onu bilinmesini istediği şekilde bilmiş ve dinini en güzel şekilde yerine erdir. Rasulullah da birçok yerde onları övmüş ve yüceliklerini belirmiştir.
9-Bütün bunlarla beraber Rasulullah, hayatı boyunca tevhidin iki esası "La ilahe illallah, Muhammed Rasulullah" ilkesinin tertemiz, arı ve dukalmasma özen göstermiştir. En yakınları ve en çok sevdiği kişiler tara-f ndan bile bu iki esasa gölge düşürülmesine ve toz kondurulmasına asla müsaade etmemiştir. Bunun birçok örneklerini görüyoruz:
a- Birgün Hz. Ömer'in elinde Tevrattan bir yaprak gördü. Yapraktakiler Hz Ömer'in hoşuna gitmişti. Bunu görünce Rasulullah, çok öfkelendi ve Hz. Ömer'e şöyle buyurdu: "Ben hâlâ aranızdayken mi bunu yapıyorsunuz? Halbuki ben size dini berrak ve apaydınlık olarak getirdim. Allah'a yemin ederim ki, Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka bir yolu olmayacaktı. [39] Bu hadis bize şunları anlatıyor:
Hz. Peygamber, hâlâ hayatta iken Kur'an dışındaki şeylerden hidayet aranmasına son derece hayret etmiştir. Hidayetin sadece ve sadece Kur'an'-da olduğuna inanmak ise imanın gereğidir.
Hz. Peygamber, dini tertemiz ve duru bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir. O dine de hiçbir değişiklik veya tahrif arız olmamıştır. Ashnb onu Rasulullah'm kendisinden tertemiz ve tam olarak telakki ederlerdi. Onu bırakıp tahrif ve tebdile uğramış, fazlalık ve noksanlık arız olmuş şeylerden nasıl hidayet aramaya yönelebilirlerdi?
Tevrat'ın bizzat kendisine nazil olduğu Hz. Musa bile yaşamış olsaydı, Hz. Peygamber'e uyması gerekirdi. İnsanlara tebliğ ettiği şeriatı bırakıp ona uyacaktı.
b- Bir defasında Hz. Peygamber bir hatibin şöyle konuştuğunu gördü: "Allah'a ve Rasulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. İkisine isyan eden ise sapmış olur." Bunun üzerine Rasuküah ona "Ne kötü bir hatipsin. Şöyle demelisin: Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse sapmış olur. [40]
Rasulullah bu konuşmacının sözünü kesmiş ve halkın huzurunda söylediğinin yanlış olduğunu belirtmiştir. Sebebi de Allah ve Rasulünü ifade e-den tek zamir kullanmasıdır.'Kim ikisine isyan ederse" demesidir. Onun yerine Rasulullah, Allah'ın ve Rasulullah'm ayrı ayrı söylenmesini emretmiş, böylece uzak bir ihtimal de olsa Rasulullah'm mertebesinin Allah'ın mertebesiyle aynı olduğu şüpbesinin uyanmasını önlemiş oluyordu. Rasulullah'm bu kadar özen göstermesi dinin tevhid esasının ne kadar korunması gerektiğini ifade etmektedir. Yüce Allah hakkında vacip olanla, Rasulullah hakkında vacip olan şeyleri birbirinden ayırdetmede ne kadar titizlik göstermek gerektiğini ortaya koymaktadır.
c- Ashabın seçkinlerinden olan Osman ibn Maz'un'un vefatı anında Rasulullah, onun yanında bulunuyordu. O anda kadın sahabi Ümmü'l-A'la'mn İbn Maz'un hakkında şöyle dediğini işitti: "Ey Ebu Saib, Allah'ın sana ikram ettiğine şehadet ederim." Rasulullah ona şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?"
Böylece Rasulullah, kadının gaybi bir konuda hüküm verdiğini bildiriyor ve onu uyarıyordu. Çünkü gaybi bir konuda hüküm vermek caiz değildi. Zira gaybı Allah'tan başkası bilmez. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Sübha-nallah, ey Allah'ın Rasulü! Allah ona ikram etmemişse, kim ikram eder?" Apaçık bir karşılık ve itiraz değil mi? Ama Rasulullah ona bundan daha beliğ ve açık bir ifade ile cevap vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın Rasulü olarak yarın bana ne yapılacağını bilmiyorum" Bu da işin sonucu ve kesin bir esasa bağlanması oldu. Çünkü Allah'ın nezdindeki yüce mertebesi ve değerine rağmen Rasulullah'm bile endişe ve bekleyiş içinde olması gerekmektedir. Yani ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetim umar olması lazımdır. İşte burada Ümmul-Ala' şu serî ve büyük hakikate ulaştı ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra hiçbir kimseyi tezkiye etmem.[41]
İşte bu ölçü hadislerde de görüldüğü gibi birçok ayetlerde kararlaştırılmıştır. Mesela:.
"Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiçbir kimse kıl kadar haksızlık görmez. Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu onlara yeter. [42] "Ne sizin kuruntularınız, ne de ehli kitabın kuruntuları gerçektir. Kim birvanarsa onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost yardımcı da bulamaz.da "Biz cennetin ehliyiz ve Allah'ın seçkin halkıyız" diyen Yahudilere[43]
"Cennetin ehli biziz, çünkü insanlığı günahından kurtaran cevap Allah'ın oğlunun tabileriyiz" diyen Hristiyanlara da cevaptır. Aynı şekildeMuhammed'in tabileriyiz, onun için cennet ehli biziz" diye iddia edenda cevap teşkil etmektedir. Yüce Allah cennetin temenni vekuruntularla değil, ancak salih amelle kazanılacağını, kim bir kötülük işlercezasını göreceğini ve şuna yahut buna mensup olmasının kendisine faydavermeyeceğini bildirmiştir.
d- Bir adam Rasulullah'a gelerek şöyle dedi: "Allah'ın dilediği ve senin dilediğin" Rasulullah ona "Beni Allah'a eş mi yaptın? Sadece, Allah'ın dilediğ' ni söyle" buyurdu. [44] Böylece dilemenin sadece Allah'ın elinde olduğunu belirtmiş ve Allah'ın dilemesinin yanında başka hiçbir kimsenin dilemesinin olamayacağını müminlere öğretmiş oluyordu.
e- Mekke'nin fethinden sonra ashab Hevazin'e giderken bir ağaç gördüler. Müşrikler kılıçlarım ona asıyor ve böyle yapanların savaşlarda düşmanlarına karşı galip geleceklerine inanıyorlardı. Bunu gören ashab: "Ey Allah'ın Rasulü, onların asacak ağaçları olduğu gibi bize de asacak bir ağaç tayin et" dediler. Bunun üzerine Rasulullah onlara şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki İsrail oğullarının Musa'ya "Onların tanrıları olduğu gibi bize de tanrı yap" demeleri gibi konuştunuz. Böyle birşeyin müşriklerin işlerinden olduğunu ve böyle şeylerde onlara benzemenin de şirk olacağım belirtmiştir. Çünkü bereket ve zaferi Allah'tan başka şeylerden istemek şirktir.
10- Bütün bu ve benzeri deliller Hz. Peygamberin İslam'da ilk esas olan Tevhid'e toz kondurmaya veya gölge düşürmeye hiçbir zaman müsaade etmediğini Allah adına bilmeden konuşmanın ve onun dışında varlıklardan ve Ra-sulünün öğrettiklerinden başka şeylerden hidayet almanın yasaklığmı göstermektedir.
11- Hz. Peygamber kahinlik, müneccimlik ve gaybı bilme iddialarının kapısını kapatmış, böyle şeyleri idi a edenlerin kafir olduğunu, kahin veya müneccime inanan kimsenin Muhammed'e nazil olan dine küfretmiş olacağını bildirmiştir. Kendisine müneccimler sorulduğunda "Onlar hiçbir şey değildir" demiştir. Bu şekilde değerlerinin olmadığını belirterek ve horlayarak hiç olduklarını söylemiştir.
Ashab "Ama bazan bildirdikleri şeylerin doğru olarak çıktığı da oluyor" demeleri üzerine Rasulullah, şeytanların gayb aleminden haber almaya çalışabileceklerini ifade ettikten sonra: "Şeytanın dostu olan insanların söyledikleri bazan doğru çıkar , ama çok zaman yalan söylerler[45] demiştir.
Belirttiğimiz bütün bu deliller ve burada sayılamayacak kadar başkaları Rasulullah'm davetinde inanç yönünü sağlamlaştırmak, yerleştirmek, gaybe imanın kaynağının sadece Yüce Allah olduğunu bildirmek, bu yoldan başka bir yol edinmenin müslüman için kesinlikle yasak olduğunu ve böyle yapanların imanın dışına çıkmış olacaklarını söylemektedir. [46]

d- İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet

Yasamanın birtakım alanları vardır, başhcaları ibadetler, muameleler, politika, hayat ve geçim işleri şeklinde sayılabilir. İbadetler dışında hepsinde içtihad kapısı açıktır. Çünkü ibadetlerde içtihad olmaz. Allah'a yapılan bütün ibadet şekillerinde ve yollarında şeriatın belirlediği Ölçü yanında kalmak farzdır. Rasulullah bu alanda hiçbir kimsenin fazlalık getirmesine veya değişiklik yapmasına izin vermemiştir. İnanç temellerinden olan bu temeli ispat edecek birtakım delilleri sunalım.
1-Rasulullah (s) tavaf esnasında bir adamın iki kişinin yardımıyla yürüdüğünü gördü."Bu kimdir?" diye sordu."Bu adam yürüyerek hac etmeyi adamıştır", dediler. Rasulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah'ın bu adamın kendine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur. Söyleyin binsin"[47] Sahibi Allah'a yakınlaşmak ve ibadet etmek niyetiyle yapmış olsa bile, Allah'ın teşri etmediği bir işi yapmayı yasaklamış oldu.
2- Hz. Peygamber, bir defasında da bir adamın güneşte oturduğunu gördü. Kim olduğunu sorunca: "Ey Allah'ın Rasulü, bu adam oruç tutmayı, konuşmamayı ve güneşte oturmayı adamıştır" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Orucunu tamamlasın, konuşsun ve gölgede otursun. [48] Rasulullah sadece meşru olarak tutulan orucu tasvip etti. Uydurma oruç olan konuşmamayı ise yasakladı. Hz. Zekeriyya kıssasında belirtildiği gibi geçmiş bir şeriatta meşru da olsa, Rasulullah bunu yasakladı. Kıssada şöyle deniliyordu: "Allah'a oruç adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım. [49] Geçmiş bir şeriatta olmasına rağmen Allah bizden böyle bir oruç istememiş ve böyle oruç tutmamızı teşri etmemiştir. Yine adamınde oturmasını da Rasulullah emretti. Çünkü gölge var iken güneşte ak ahmakça bir tekellüf, hak yoldan sapma ve Allah'ın teşri etmediği bir ibadet şeklidir.
3-Abdullah İbn Amr İbn el-As'm hadisi bu iki delilden çok daha açık ve 'ndir Babası, kendisini Arabm eşrafından birinin kızıyla evlendirmiş, "nler geçmesine rağmen eşinin yanma varmadığından onu Rasulullah'a şikayet etmiştir. Babası hergün geline "Kocan nasıl?" diye sormuş, ama gelin "İyidir, ama yatağımıza girdiği yok." diye cevap vermiş ve bu durum oııbeş gün devam etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah, Abdullah'ı çağırmış ve kendisine şöyle buyurmuştur."Duydum ki gündüzleri oruç tutuyor ve geceleri ibadetle geçiriyorsun." Abdullah evet, dedi. Rasulullah "Her ay üç gün oruç tut, dedi. Abdullah, "ey Allah'ın Rasulü" deyince, ona beşgün tut, dedi. Abdullah ısrar edince, yedi gün dedi. Yine ısrar edince, dokuz gün dedi. Yine ısrar edince sonunda Rasulullah ona şöyle buyurdı.t: "Kardeşim Davud... bir-gün oruç tutar, birgün tutmazdı. Düşmandan da kaçmazdı.[50]
Bu hadis bize şunları anlatıyor: İslam'ın yolu insanın bütün ihiyaçları arasında denge yoludur. İnsan Allah'ın hakkını verirken kuvvetinin, nefsinin ve eşinin hakkım asla unutmaz. Onun için hadiste şöyle buyurulmuştur: "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkım ver. [51]
4- İbadet ve Allah'a yakınlaşma konusunda Kur'an ve Sünnet'in gösterdiklerinin dışında bir ibadet şeklinin caiz olmadığında en açık delil, Rasulullah'm evine gelip nasıl ibadet ettiğini soran üç kişinin durumunu anlatan şu hadistir:
Bir kere ashabdan üç kişi Rasulullah'm gizli ibadetini sormak üzere peygamberin hanımlarının evlerine gelmişlerdi. Bunlara Peygamberin ibadetinin ne kadar ve nasıl olduğu söylenince, kendi ibadetlerini azımsayarak Biz nerede, Rasulullah nerede? Şüphesiz Allah, peygamberin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır, dediler. Sonra şöyle söz verdiler Birisı, ben geceleri daima namaz kılacağım, dedi. Diğeri, ben de hergün oruç tu-cağım, dedi. Üçüncüsü, ben de hiç evlenmeyeceğim, dedi. Onlar bu söz üzerinde iken Rasulullah yanlarına gelerek:
Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz, değil mi? Fakat Allah'a yemin ederim ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve korunanınız bulunuyorum. Bununla beraber bazen oruç tutar, bazen tutmam, gece hem namaz kılarını, hem uyurum, kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetim (yolum) budur. Kim benim yolumdan yüz çevirirse, benden değildir, buyurdu. [52]
Bu hadis, bize çok şey anlatmaktadır. Şu anda yalnız konumuzla ilgili kısmı bizi ilgilendirmektedir. O da, Allah'ın teşri ettiği ve Rasulullah'ın gösterdiği yoldan başka bir yol tutmak, ne suretle olursa olsun gösterdiğinden başka şekilde ibadet etmek veya Allah'a yakınlaşmaya çalışmak, İslam'ın apaçık ve dosdoğru yolundan sapmak ve başka bir yolu benimsemektir. Bu amel salih bir niyet ve sadece Allah rızası için de yapılsa, İslam'ın kabul etmediği bir ameldir. Çünkü Yüce Allah'a ancak onun teşri ettiği ve Rasulul-lah'ın gösterdiği şekilde yapılan ibadet makbul olur. Nitekim Yüce A)lah ona şöyle emretmiştir; "De ki, şüphesiz benim namazın, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, hepsi alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanlarm ilkiyim. [53]
Rasulullah, dindarlık amacıyla evlenmemeyi ve hadımlaşmayı yasaklamış, böyle bir şeyi Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılmak olarak değerlendirmiştir. Evlenmeme ve hadımlaşmanm yasaklanmasıyla ilgili mesela Buhari şunu rivayet etmektedir:
"Rasulullah, Osman İbn Maz'un'un evlenmekten yüz çevirmesini yasakladı. Peygamber onun (dindarlık için) evlenmemesine izin verseydi, biz daha ileri giderek hadimi aşırdık. [54]
Rasulullah her şeyde müslümanlarm ilkidir ve örnektir. Bundan başkasını onun hakkında düşünmek bir müslüman için caiz değildir. Onun gösterdiğine ve uyguladığına ilaveler yapmak ve değiştirmek, ona yapılan saygısızlık ve büyük bir itham olur.
5- Rasulullah bütün bunları açıklamakla yetinmemiş, halka yaptığı bütün konuşmalarında şunu belirtmiştir: "Her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık cehennemliktir. [55] Yine şöyle buyurmuştur: "Allah'a ibadet etmek ve ona yakınlaşmak amacıyla uydurulan her amel merduttur ve sahibinin aleyhine olur. [56] Çünkü Allah'a ibadet ve ona yakınlaşmak sadece ve sade-Allah'ın teşri buyurduğu ve Rasulullah'ın öğrettiği ile olur. Bunun dışı-kmak, eksiltmek veya artırmak, değiştirmek bidattir ve sapıklıktır.[57]

e-Ashab-ı Kiram'm İnanç ve İbadet Yolu Olarak Kur'an ve Sünnet

Ashab-ı Kiram bu esası kavramış ve her davranışlarında ona bağlı kalmışlardır. Çünkü "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" sözünün ge-reği budur. Bu esasa uymuş ve üzerinde titizlik göstermişlerdir. Bundan en ufak bir sapma gördükleri anda büyük tepki göstermiş ve derhal önlemeye çalışmışlardır. Abdullah İbni Mes'ud'un Küfe mescidinde müşahede ettiği olaya tepki göstermesi ve yasaklaması bunun güzel bir örneğidir.
Abdullah ibni Mes'ud, birgün Küfe Mescidi'ne gelmiş ve birtakım halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşı ve başlarında duran bir adam halka yapan insanlara yüz defa sübhanallah, yüz defa elhamdülillah, yüz defa Allahu Ekber diyor, onlar da tekrar ediyorlar. Abdullah ibni Mes'ud onlara şöyle demiştir: "Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki sizler ya Rasulullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz yahut sapıklık (dalalet) kapısı açmış bulunmaktasınız.[58]
Bu apaçık bir mantık kuralıdır. Bunlar ya Rasulullah'tan daha çok hidayet üzerindedirler. Çünkü Rasulullah'ın muvaffak olamadığı bir amele muvaffak olmuşlardır. ya da sapıklık içindedirler. Birinci durum kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Rasulullah'tan daha üstün bir kimse yoktur. İkinci durum kalıyor. Yani bunların bir sapıklık kapısını açmış olmaları durumu.
îbn Mes'ud'un sözünü duyunca onlar şöyle dediler: "Ey Ebu Abdurrah-man! Allah'a yemin ederiz ki, hayırdan başkasını istemedik." Bu da onların bu işi nasıl iyi niyetle yaptıklarını ve bu bid'at amel ile Allah'ın rızasını nasıl aradıklarını gösteriyor. Ancak İbni Mes'ud onlara: "Hayrı isteyen nice kişiler vardır ki, hayra ulaşmaz" demiştir. Bu demektir ki, amelin sahih ve geçerli olabilmesi için tek başına iyi niyet yeterli değildir. İyi niyet yanında şeriatın Ölçü ve sınırlarına bağlı kalmak da şarttır.
Bu şekilde ashab, dine yabancı unsurların girmesini önlemek ve yabancı herşeyden onu uzak tutmak için son derece titizlik göstermişlerdir. Ta ki insanlar Allah'ın kitabı ve Rasulü'nün sünnetiyle oturup kalksınlar, onların gösterdiği şekilde edeb ve ahlak sahibi olsunlar, onların sınırları içinde yaşasınlar. Bu hassasiyetleri sonucudur ki, Hz. Ali, hayali kıssalar ve uydurma hikayelerle insanların kalplerini yumuşatmaya, dine bağlamaya çalıştıklarını sanarak onlara va'zeden ve kıssalar anlatan kişileri camiden kovmuş ve bu şekilde anlatmalarını yasaklamıştır. İbn Ömer de aksırmcn "elhamdülillah vessalatu vesselamu ala Rasulullah" diyen adama tepki göstermiş ve şöyle demiştir: "Rasulullah bize böyle öğretmedi. Onun yerine "Biriniz aksırmca Allah'a hamd etsin buyurdu. Rasulü'ne selat getirsin, demedi.[59]
Bütün bu gerçekler ve ölçülerden şunları anlıyoruz:
a- Hidayet, Allah'ın buyurduğu ve Rasulullah'm örneklendirdiğidiı. O-nun dışında hidayet olmaz."İşte benim doğru yolum budur. Ancak ona uyun, başka yollara uymayın ki sizi O'nun yolundan ayırmasın"
Bu hidayet Allah'ın kitabı ve Rasulullah'm sünnetiyle sınırlıdır. Bunun dışında Allah'a yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran üçüncü bir yol yoktur.
b- Allah'ın kitabına ve Rasulullah'm sünnetine aykırı olan her inanç, mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması farz olan bir inançtır.
c- Allah'a yakınlaşmak ve nefsi tezkiye etmek amacıyla şeriatın belirlediği ibadetlerde ve taatlarda yapılacak her türlü değişiklik, İslam'a mensup olan ve ona davet eden kişilerden de olsa, merdut bir bidattir. Bunu yapanlar cehennemlik olurlar.
d- Allah'ın kitabı ve Rasulullah'm sünneti konusunda gaybi bir bilgi iddia eden ve buna cinler, fetih, feyiz veya semaya ulaşma yolu ile ulaşıldığını söyleyen herkes yalancıdır ve dinin dışına çıkmış olmaktadır.
e- Din işlerinde alimlerin sözleri yüzde yüz doğrudur veya alınması vaciptir, diye birşey yoktur. Sözlerinin Kurana arzedilmesi ve onunla Ölçülmesi gerekir. Kur'an'a ve Rasulü'nün sünnetine uyanlar alınır, uymayanlar atılır. Delili bilmediğimiz zaman bu sözlerle amel etmek, ancak delili öğrenip bilgi sahibi oluncaya kadar caiz olur. Delili öğrenip bilgi sahibi olduğumuz anda bu sözleri yargılar ve hakkında hükmederiz.
İslam'ın tevhid inancını ve sırat-ı müstakimi korumak için tedbirler alması ve ölçüler koymasına rağmen aradan yıllar geçtikten sonra muhtelif sebeplerle İslam toplumunda birtakım sapmaların meydana geldiğini görüyoruz. Bu sapmaların en Önemlilerinden birisi, şüphesiz dindarlık ve takvakılığındaortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan uzletçi ve mistik sapmadır.
Bu sapmanın siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok sebepleri vardır. Bunlar arasında özellikle siyasi ve sosyal sebeplerin en büyük rolü oynadığını görüyoruz. Onun için kitabımızın ikinci bölümünde bu sapmayı hazırla-siyasi ve sosyal sebepler üzerinde biraz durmak istiyoruz. [60]

[13] Bakara, 143

[14] Seyykl Kulub, Fî Zilafi'l-Kur'an, cüz, 2, s. 14-lb, 4. baskı; Etm.ıh'lı, I f,ık Dini Kur'.in Dili, IA24-525, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul.

[15] Fıırkan, 43

[16] Buhari, İman, 39; Nes.ıi iman, 38; İbn Hanbel, 4/422, 5/350-351

[17] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 17-19.

[18] İsra,9

[19] ibrdhim, 2

[20] Kalem, 52

[21] Nisii, 105

[22] Bakara, 213

[23] Ali İmran 190

[24] Kalem, ib-41

[25] Bakar., 213

[26] Hak Söz dergisi, s, 15-Ih, Haziran 1991, İstanbul

[27] Sebe', 50

[28] Sad 29

[29] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 19-24.

[30] Sad, 5

[31] Zümer, 3

[32] Yunus, 18

[33] Enbiya, 22

[34] Zumer, 44

[35] Şura, 21

[36] Bakara, 120

[37] Ali İmran,31

[38] Fetih, 29

[39] Benzer Uızlarln Ahmecl İbn Hanbel, .V187; Lîeyh.nki, Şıubu'l-İm.m ve D.ırımİ, 1/1 lr>-\ Id'cl.ı riv.ıyt'l
Emişlerdir. el-Elbnni h.ısen bir hadis olckıftunu söylemekledir.

[40] Müslim, Cum.ı, 48, Şerhi ı'n-Nevevi ,ıln Sahihi Müslim, d/l İV), el-M.ılb.ijUı'lMısriyve, Mısır, ü^. ibn
hanhel, 4/256, 379.

[41] Buhari, Cenaiz, 3, Ta'bir 13, 27, Sebatla!, 30, Men.ıkibu'l-Ensar, 4IS, Edeb, 95, Zıılıcf, f>5, 66 ri, 3/358, 6/223-224, 8/266; İbn H.ınbel, 6/436

[42] Nisa, 123

[43] İbn |lanbel, I/214-224-282-.Î47; IkıhaıJ, Eclebu'l-Mülred, 783.

[44] İbn H.ınbel, 5/21 fi, Tirmizi, Filen, 18.

[45] Buhari, Tıh, 46, Edeb, 11 7, Tevlidi, S7, Bed'u'l-Halk, Müslim, Selam, 12!.

[46] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 24-30.

[47] Buhnri, Sayd, 27, Eymaıı, 31; Ebıı Davud, 1 9; Tirmizi, Nuzûr, 10

[48] Buhari, Eyman, 31; Ebu Davud, Uyman, 19; İbn M.ıce, Keffarâl, 21;Muvalta, Nıiüûr,6

[49] Meryem 26

[50] Buhari Fed.ıilu'l-Kur'an, 34

[51] Savm, 57-59; Enbiya, 37-38; Müslim, Siyam, 183; Ebu Davııd, Savm, 66; Nes.ıi, Siyam, W-lirdikleriyle yetinmek, aşırılığı kaçmaktan sakınmak ve dinle yarışmamak koıuiMinda t\/.. !Vy-<rn)enn çok öğretileri bulunmaktadır, ifrat ve dinle yarışmaktan şirltl«tfe s.ıkındırmıştır. Uakınız, Bııhari, s'|ım İman, 29 (39); Nesai, Hac, 217, iman, 28 (38); ibn M.ıre, Mesaki, 63; Mukaddime, 7: Ebu D.ı-VL|d, Mukaddime, 19-35.

[52] Buhari, Nikah, 1 Müslim, Nikah, 5 Ebu davud, Nikah, 3 Nesai, Nik.ıh, 4

[53] Enam, 102-163

[54] Tecridi Sarih, c, 11, 17 tınlu hadis, 1788 nolu hadisle EIhı i lureyre'nin h.ıdını olmasın.: i/ın vermesi amacıyla soru sorması ve dört defa ısrar etmesine rai>men Rasulutldh yü^ vermemiştir. Dindarlık amacıyla ve evlenme imkanı bulamadığından dolayı hadımlasmayı ve evlenmemeyi yasaklaması, evlenme imkanı bulamayanlara oruç tutmalarını tavsiye etmesi hakkında hakiniz, liuhari, Nik.ıh fi, Muslini, Ni-kalı, (8, lirinizi, nikah, 3, Nes.ıi, nikah, 4, İbn mace, Nikah, 2 Oarımi, Nikah, 3 İbn I i.ınbel, l/17'i, 170, 183, 3/158,254, 5/17,6/91, 112, 125, 157, 253

[55] Müslim, Cuma, 43

[56] Buhari, Sulh, 5, Akdiya, 17; ibn Mace, Mukaddime, 3. RasululLıh'ın bu konuda uyarılan çoktur.

[57] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 30-33.

[58] Biraz farklılıkla Parımi rivayet etmiştir. Senedi iyidir.

[59] Aksır.ımn demesi hadisini lîtıkıri ve başkaları rivayet elmişiir. Hakine, Buh.ıri, Ldeb, 126; Tirmi/i, Etk'lı. S; İbn Mace, Üliel), 30. Oiayı Darimi ve Uezzar d,ı rivayet etmiştir. 11.in;.;i .ım.ıt M olursa olsun, R.mılulliih adın.ı yalan söylemek ve hadis uydurmanın cehenneme götüren bir iş olduğunu Rasulullah'ın bildirdiğini biliyoruz.

[60] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 33-35.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İKİNCİ BÖLÜM

TASAVVUFLA İLGİLİ ÖNCELİKLİ KONULAR

a- İslam Öncesi Toplumlarda Tasavvuf

İnsanın yapısında madde ve mana eğilimi doğuştandır. Madde eğiliminin ağır bastığı kişiler hayatta ölçü olarak maddeyi ve onun yasalarını geçerli saymaktadır. Tabiat ötesi bir yaratıcının ölçülerini kabul etmemekte ve varlığına inanmamaktadır. Bu eğilime materyalizm denildiği ve ilk asırlardan itibaren insanlığın tarihinde mevcut olduğu bilinmektedir. İman ile küfür arasındaki savaşın başlangıcı da buna dayanmaktadır.
Mana eğiliminin ağır bastığı insanlarda ise hayata tek yanlı bir bakış hakini olmakta ve değerlendirme ölçüsü olarak sadece ruhi ölçüler kabul edilmektedir. Madde alanından soyutlanma ve mana ikliminde olgunluğa erme inancı bu eğilimin ağır bastığı kişilerde yegane ölçü ve gaye sayılmaktadır. Bu da materyalist eğilimin karşıtı olup, ruhaniyetçi veya maneviyatçı eğilim (idealizm) olarak bilinmektedir.
Ruhaniyatçı eğilim dünyanın belli başlı hemen bütün din mensuplarında mevcut olmuştur. Bunu görmek için Yunan, Hint, Mısır, Hristiyan ve Yahudi topluluklarına bir gözatmak yeterlidir. Mesela Antik Yunan'da Pisagor ile başlayan, Sokrat ve Eflatun'la devam eden ruhaniyatçı eğilim Yunan Felsefe ve hikmetinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Tasavvuf kitapları bile tarihimizde tasavvufi olarak bilinen mistisizmin ilk temsilcisinin Pisagor olduğunu kaydetmektedir. Mesela tasavvuf üzerinde araştırmalarıbulunan Mehmet Ali Aynî (öl. 1945) Tasavvuf Tarihi isimli eserinde Pisagor için şunları kaydetmektedir."Onu bizim kitaplarımız bile tasavvufun kurucusu olarak sayıyorlar. Hatta bazı alimlerimiz onun nübüvvetine kail olmuşlardır. Giritli alim vezirlerden Sırrı Paşa'mn Şcrh-i Akaid tercümesinde şöyle denilmektedir:
"Pisagor'un buluşu olan hikmeH işrak, felsefe ilimleri meyanında bizim ilimler arasında tasavvuf gibidir. İslam mutasavvıfının hikmet-i işrâka nisbeti, kelam ilminin hikmet-i ilahiyyeye nisbeti gibidir. Keşfu'z-Zunun'a göre hükemayi ilahiyyundan iş-rakiyyun, meşreb ve ıstılahta sofiyyun gibidir. Hikmet-İ işrak kitaplarını inceleyenlere gizli kalmayacağı şekilde, tasavvufun ıstılahları işrakiyyun ıstılahlarından alınmadır. Hikmet-i işrakın sonucu kuvve-İ ameliyye ile nefsi ikmal etmektir ki, buna üç derece tayin edilmiştir. Birincisi; tehzib-i zahir, ikincisi, tahliye, tahliyeden sonra istiğrak, yani vuslatuliah'tır. İnsanlıktan istenen gaye budur, dediler.
Pisagor, tasavvuf tekkesi ve rahipler manastırının banisidir. Velayet seyrinin müşahhası gibidir.[61]
Hindistan'a baktığımız zaman yine sozkonusu maneviyatçı eğilimin mevcut ve hayata egemen olduğunu görüyoruz. Hintlilerin en eski kutsal kitabı, bilindiği gibi Vedalar'dır. Antik çağlarda Hintlilerin mistisizme ve vahdet-i vücuda nasıl yöneldikleri şöyle anlatılmaktadır:
"Vedalar'da... Hadsiz hesapsız mabudlardan bahsedilmekte ise de, Ariyalar bu bedevi durumu bırakıp Ganj nehrinin suladığı münbit ovaiara yerleştikten sonra mezhepleri İncelmiş, yükselmiş ve muhteşem bir vahdet-i vücut (Pantheisme) mezhebine dönmüştür. Zira ondan itibaren ikinci derecede olan mabudların üstünde lem yezâl ve lâ yüzâl, gayri şahsi, bizatihi kaim bir ilahın varlığına inanılmıştır ki bunun Sanskrit dilindeki adı Brahma'dır. İşte bu Brahma'yı düşünmek için Hindistan'ın münzevilerİ-Sanskrit dilinde Rişi (Rishis)-samet, atıl ve her şeye bigane medîd ve muttarid bir cezbe halinde vakit geçirirler.
... Hint münzevilerinin düşündükleri hep yokluk dalgasıdır. Zira her suret zaildir. Buna göre dünya rüya içinde rüya görmektir. Öyleyse elem çekmek, sevmek, bir arzu bir murad arkasında koşmak niçin? Hayat gam ve kederden ibaret bir rüyadır ki, ruh bir an evvel bundan kurtulmak ister. [62]
"Vedalar'ın tefsiri olan Vedanîa'nın öğretilerinin özü vahdet-İ vücuddan ibarettir. Zira Brahman, yani bütün varlıkların mebde-i ezelisi yahut bütün alemleri yaratan, hıfz ve irca' eden kuvvet ile insan ruhunun birliğini öğretmekte, başka bir deyişle, gerçek İrfana nail olduğumuz vakit keşf ve teyakkun ettiğimiz gerçek ve batini hüvitimizle Allah'ın müttehid olduğunu bildirmektedir. Vedanta'ya göre, her birimizin hu Brahman'ın bir parçası, bir zuhur ve tecellisi değil, bütün kemaliyle sermedi e bölünmez olan Brahman'ın kendisidir.[63]
Rüindiği gibi, bundan sonra ortaya çıkan Budizm dininde de bu dünya insan için bir nevi zindan telakki edilmiş ve bundan kurtulmak içinyıllar çile hayatı yaşamak gerektiği kabul edilmiştir. Bu çileli hayatınunda insanlar "nirvana" denilen mertebeye ulaşırlar ki, tasavvuftaki fıllah" mertebesine ulaşılmış sayılır. Hint dinlerinin hemen tümünde buruhaniyatçı eğilim hakimdir.
Mısır toplumunda da ruhaniyatçı eğilimin daha açık bulunduğu ve bugün İslam toplumunda tarikatlarda bulunan şeyh-mürid sistemi ile sülük sisteminin egemen olduğu görülmektedir. Antik Mısır toplumunda bu işlerin üstadı Hermes Toth kabul edilmektedir. Hermes bir kişi olarak Mısır'ın en eski ve en büyük mürşididir. Tarîk(at) olarak da kendisine gaybî ananeler ve batın sırlar emanet edilmiş olan rahipler demektir.
Hermes'in tarikatında çile aşamalarından bir çile gecesiyle ilgili sözleri nakledelim:
"Çile gecesinde yeraltındaki hücrede kendisine manaları izah olunan ve yirmi iki sırra delaiet eden kutsal nakışlar İki sıra olarak mabedin divanhanelerinden birinde aynen mevcuttu. İlm-i ledun şehrinin kapısında kendisine kenarından gösterilen bu sırlar İlahi ilimlerin bizzat umutlan İdi. fakat onları anlamak için seyr ve suluku bitirmiş olmak lazımdır. . .
Bunun üzerine sâlik, yine mesai hücresine dönerdi. Böylelikle nice aylar ve seneler geçerdi. Nihayet salik kendisine geç bir tahavvul, tam bir istihale meydana gelmekte olduğunu hissederdi. Gençlikte müptela olduğu ihtiraslar artık uzaklaşmakta ve şimdi kalbine gelen fikirler kendisine ölmeyecek dostlar gibi tebessüm etmekte idi. Her an toprak kökenli vücudunun gittiğini ve yerine daha güzel bir ruhun doğduğunu duyardı. Kalbine bu duygu geldikçe kutsal haremin kapısı önündeki basamaklara kapanıp yüzünü gözünü sürerdi. Bundan sonra salikin içinde ne muhalefet, ne esef, ne emei hiçbir şey kalmazdı. O artık Hakka teslim olmuş, hakikate nefsini adamıştı. Salikin bu irfan derecesine ulaştığı anlaşılınca başrahip günün birinde salikin yanına gelip kendisine hakikatin inkişaf etme saatinin yaklaştığını tebliğ ederdi.[64]
Antik Mısır'da mistisizm olan bu ruhiyatçı eğilim sistemleştirilmiş ve bugün tarikatlardaki seyr ve sülük sistemi gibi bütün boyutları tekallüm etmiş olarak görüyoruz,
Yahudi toplumuna baktığımızda da benzer ruhaniyatçı anlayış ve eğilim bulunduğunu, nefsin tezkiyesi, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motiflerinin egemen olduğunu görüyoruz. Bu konuya dair bazı bilgileri de Cavit Su-nar'm "Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe" adlı kitabından aktarmak istiyoruz:
"Zahor (Kabbala'nın Nur bölümü)'a göre ruhlar, ilahi olan asıl vatanlarına dönebilmek için temizlenip saf hale gelmek ve geldikleri ilahi yeri ve kaynağı bilmek, bunun için de bazı çileler geçirmek zorundadırlar. Ruh, bilgi ve irfana ancak dünyadaki hayatında ulaşabilir. Eğer bir ruh, dünyadaki hayatında bilgi ve irfana ulaşamaz-sa, dünyaya tekrar başka bir kalıpta gelip yeniden bu yoida çalışmak zorundadır. Bu ikinci kez hayatında da bunu başaramazsa, tekrar gelip gitmeye devam eder ve bu gelip gitmelerden ancak bilgi ve irfana kavuştuktan sonra kurtulur. Ruhun İlahi olan aslına geri dönmesi sonsuz bir lezzete geri dönmesi demektir ki; bu, sadece ölümle sağlanmaz. Ruhu ilahi olan aslına kavuşması daha bu dünya hayatında iken de mümkündür. Bunun da iki şartı vardır:
a- Allah'ı, ondan korkmaksızın ve ondan hiçbir fayda dilemeksizin sevmek[65]
b- Allah'ı, akla ait istidlallerden ziyade kalbin nuru ile görüp bilmeye çalışmak. Ruh, bu aşk ve kaib nuru aracılığıyla kendi benliğinden sıyrılıp aslına, kaynağına kavuşur ve bu durumda artık onda kendi iradesi ve düşüncesi yerine Allah'ın irade ve düşüncesi hükmeder ki, ruh için en büyük nimet de budur. [66] Hristiyan toplumunda da riyazet, dervişlik ve çilekeş rahiplik hayatının egemen olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut hristiyanlık öğretilerinin büyük bir kısmı da tahammül ve dünyadan uzaklaştırıcı konularla ilgilidir. Ruhaniyatçı eğilim din anlayışında hakimdir.
"Miladi birinci yüzyılda Hristiyanlar içinde "Gnostikler" denilen bir çeşit mutasavvıflar türemiştir. [67]Bunlar Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında, esası, rabbani birer ilham olan ve ulu kişiler aracılığıyla anane ile süregelen yüksek bir bilgiye sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Fakat Hristiyanlıkta tasavvuf, ilk önce miladi birinci yüzyılda yaşamış olan ve İsa'nın havarilerinden Paulus eliyle Hristiyan olan ve hatta Atina Piskoposluk makamını da eline geçiren Denys l'Areopagite'de görülmektedir. Tasavvuf kelimesinin Garp dillerindeki karşılığı olan Mysticisme deyimini de ilk defa kullanan oldur.
Denys, özellikle ilahi isimler (Nonıs Divins) adlı kitabında ruhun duyular aleminden nasıl sıyrılabileceğini, bu dünya ve nimetlerini nasıl bırakabileceğini ve bizzat kendinden de geçerek, kendini de yok edip Hakka nasıl ulaşabileceğini öğretmektedir ki, sonu Allah'a ulaşan bu yol, aklen istidlal yolu değil, aşk yoludur. Aşk sayesinde elde edilen bir çeşit bilgi yoludur. İnsanlara bu yolu öğretecek bir hoca yoktur. Çünkü bu yol, akim üstünde bir yönelme ve müşahade yoludur. Bu yolu ancak temiz ve nezih bir zühd hayatı ile insan kendi kendine sağlayabilir. Mutlak varlığın saklandığı perde akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir. Bu da her şeyden ve kendinden geçerek tam bir feragat ile her türlü engelleri aşarak, aşk sayesinde gizli alemlerin nurlarıyla nurlanmakla olabilir.
Kısaca, Hıristiyan tasavvufunda esas şudur: Bütün kemalleri, faziletleri ve nimetleri ortaya koyan ve onların en yüksek örneği olan Allah, akıl ile bulunamaz, ilim ile bilinemez. Allah, ancak aşk ile bulunabilir ve bilinebilir. Şu halde insan, vücudunu Allah'ta yok edip Allah'ta ve Allah için yaşamalıdır.
Bütün orta çağda, rönesansta ve hatta son zamanlarda Garp Hıristiyan mutasavvıfları, ufak tefek ayrılıklarla, bu ana düşünceyi paylaşmışlardır.[68]
İslam öncesi toplumlarda bugünkü anlamda tasavvufun mevcut olduğunu ve temelde tasavvufun bu geleneğe dayandığı gerçeğini isterseniz bir başka tasavvufçudan dinleyelim: "Yabancı Kültürlerdeki Tasavvuf Anlayışı" başlığı altında şunları söylemektedir:
"Eskiden Hindistan'da Brahman, Mısır'da Hermes mezheplerinin dış yüzlerinden başka bir de iç yüzleri vardı ki, bu, ledûn ilmini gizli olarak derece derece yalnız mürid ve müntesiplere verirlerdi. Bunun konusu tasavvuftan başka birşey değildi. Dinin Panteizme döndüğü çağda, ezeli, kendiliğinden varolan bir Allah'ın varlığına inanılmış, buna Brahma ismi verilmiştir. Brahma mezhebi, bütün eşyanın ezeli başlangıcı, yaratıcısı, koruyucusu olan kuvvet ile insan ruhunun birliğinimüdafaa elmiş, fakat buna rağmen insanları sert bir tabakalaşmaya maruz bıraktığı için vahdet düşüncesinin tam bir idrakine vasıl olamamıştır. Keza eski Mısır'da Ledun ilmine sahip bulunan güzide kimselerin tevhid akidesine inandıkları Maspero tarafından vesikalara dayanılarak ispat edilmiştir. Eski Yunan'da tasavvufun öncüsü olarak Pisagor'u görüyoruz. Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürler, tasavvufla ilgili fikirleri dolayısıyla Pisagor'u tasdik ve takdir etmişlerdir. Sokrat, insanın herşeyden evvel kendini bilmesini tavsiye etmiş, Platon da gözle görülen vücut alemine çıkabilen şeylerin, Allah'ın ezeli sıfatlarından ibaret olduklarını ve Allah'ın vücudundan ayrı bir vücuda malik olmadıklarını fvahdet-i vü-cud) belirtmişlerdir.
Museviyyetîe, Allah'ın Musa'ya ateş suretinde görünmesi, Allah'ı görmenin bir surete muhtaç olduğu fikrini telkin etmektedir. Nitekim tasavvufta da kendi benliğini yok etmedikçe insanın Ailah'ı göremeyeceği fikri mevcuttur.
Hristiyanlıkta tasavvufla ilgili fikirleri Denys'de görüyoruz. Denys, Hakk'a ulaşmak İçin insanın kendini yok etmesi gerektiğini müdafaa etmiş ve bu gayenin temini için birtakım usuller vazgetmiştir.[69]
Hristiyanlar da Roma ve Bizans gibi dünyanın en büyük denilebilecek devletlerin sahibi idiler. Karşılarında sadece Sasani imparatorluğu bulunuyordu. Denilebilir ki, Hristiyanlarm dünj'adaki mevkileri bugünkünden daha büyüktü. Görünürde kendilerine nimet verilmiş gibiydiler. Ama gerçekte korkunç bir akibete doğru gidiyorlardı.
Gerçi bunlar madde ve kavmiyet çemberine sıkışmış değildi. Ama hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. Daha çok ibadet etmek veya daha fazla maneviyatçı olmak için Allah'ın kendilerine farz kılmadığı rahipliği uydurmuş ve dini bozmuşlardı. Hz. İsa'ya insanüstü vasıflar atfederek onu uluhiyet derecesine çıkarmış ve neticede teslis inancına düşmüşlerdir. Allah'ın kendilerine indirdiği ilahi kitaplarla hükmetmeyi bırakmış, rahip ve papazlarını sari durumuna koymuşlardı. Onların helal ve haram hükümlerine boyun eğmiş ve tanrının hükümleri gibi bağlanmışlardır. Bundan dolayı hem Yahudilere, hem de Hristiyanlara hitap ederek yüce Allah böylelikle kafir olduklarını, haham ve rahiplerini tanrı edindiklerini belirtmiştir:
"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. [70]
Rahiplik hayatını sürdürmek ve maddi hayattan uzaklaşmak için hristiyanlarm manastırlara kapandıkları, dünya zevklerinden kendilerini mahrum etmek için rahiplerin evlenmedikleri ve çile hayatı yaşadıkları bilin, inektedir. Bütün bunlar maneviyatçı eğilimin ağır basması ve iki eğilim arasında dengenin bozulması sonucu ortaya çıkan durumlardır. Bu eğilimin ağır basması sonucu Hristiyan inancına birçok esrarengiz ve mistik unsurlar da karışmış, hristiyanhğa daha fazla ruhaniyatçı bir karakter kazandırmıştır. [71]

b- İslam Dünyasında Tasavvufa Ortam Hazırlayan Sebepler

Bilindiği gibi İslam, Arap Yarımadası'nda Arapları müslüman bir ümmet olarak birleştirmiş ve siyasi bir çatı altında toplamıştı. Yüce Allah bu gerçeği bize şöyle ifade etmektedir:
"Toptan Allah'ın ipine sanlın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın. Düşmandınız, kalelerinizin arasını uzlaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz. Sizi oradan kurtardı. Allah doğru yola erişesiniz diye, size böylece ayetlerini açıklar.[72]
Arap Yarımadası'nda Araplar doğudan Sasanilerin, kuzeyden de Bizans'ın tahakkümü altında yaşıyor ve toprakları sömürülüyordu. İslam onları ve topraklarını sömürge olmaktan kurtarmış ve onları bir ümmet haline getirmiş, güçlü bir devlete kavuşturmuştur.
îslam devletinin mali durumu fetihlerle birlikte hergün gittikçe güçlenmiş ve toplumda zenginlik, elle tutulur bir şekilde gerçekleşmiştir. İslam devletine ganimetler ve servetler dört bir taraftan akıyordu. Bu da toplumda belirgin bir refah seviyesi meydana getiriyordu. Diğer taraftan gerek fetihler sonucu ve gerekse gördükleri manzara karşısında insanlar kitleler halinde İslam'a giriyor ve İslam devletinin nüfusu gittikçe büyüyordu. İslam toplumu Araplar ve Arap olmayan mevali denilen topluluklardan oluşmaya başlamıştı. Bu Arap olmayan insanlar İslam toplumuna girerken beraberlerinde önceki inanç ve kültürlerinden birçok unsurları da taşıyorlardı. Ama bu güzel günler çok sürmedi. Hz. Osman'ın hilafetinin özellikle ikinci yarısında bu berraklığı bulandıran birtakım nahoş olaylar meydana geldi. Bir takım çevrelerin fitne ateşini alevlendirmeleri ve kimi yöneticilerin halkı tedirgin eden davranışları sonucu toplumda çok tatsız ve kötü etkileri günümüze kadar süren olaylar meydana geldi. Daha hayatta iken ashabtan seçkin kişiler birbirlerine kılıç çekmek ve birbirinin kanını akıtmak durumunda kaldı. Daha önce sağlanmış İslam kardeşliği gittikçe bozulmaya ve kardeşlik duyguları yavaş yavaş zayıflamaya yüz tutmuştu.
Bilindiği gibi, Hz. Osman şehid edildi. Yerine geçen Hz. Aliye karşı Emevi ailesi Osman'ın kan davasını güderek Hz. Ali'ye karşı ayaklandı. Bilinen savaşlar oldu ve İslam'ın imanla söndürdüğü fitne ateşi yeniden alevlendi.
Bu fitne ortamı karşısında müslümanlar gruplara bölündüler. Mevcut İs-lami yönetimi korumak ve devam ettirmek için Hz. Ali tarafını tutanlara karşı Hz. Osman'ın kan davasını güderek başkaldıran Muaviye tarafını da başkaları tutmuştu. Her iki tarafta müslümanların bulunduğu ve birbirleriyle çarpıştığını gören diğerleri ise, taraftarlardan herhangi birine katılmayı red ederek tarafsızlığı tercih etti.
Bu çatışma ortamında İslam devletinin birliği ve egemenliği sarsılmış, kutsal değerler ve yasaklar çiğnenmiş, aileler dağılmış ve kanlar dökülmüştür. Deyim yerinde ise, önceki emniyet yerine anarşi, kardeşlik yerine düşmanlık, kuvvet ve kudret yerine zayıflık ve bölünmüşlük, sevgi ve dayanışma yerine nefret ve saldırı egemen olmuştur. Haklı haksız arasında taht kavgaları ve nüfuz hesaplan önplana çıkmıştır. İslam devletinde ayaklanmalar, bölücü propagandalar ve fırkalaşma toplumda derin yaralar açmış ve onarılması çok güç çatlaklar meydana getirmiştir.
Başlangıçta Hz. Ali tarafını tutan ve hilafeti korumaya çalışan "Hariciler", bazı olaylardan sonra Hz. Ali tarafını da bırakmış ve her iki tarafa karşı tavır almışlardı. İki taraf arasında meydana gelen olaylara karışmayan ve bulaşmak istemeyen "Mürcie" denilen bir fırka meydana gelmiştir. İktidarı ele geçiren Emevi ailesi taraftarları ise karşı tarafı haksız göstermek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Kısaca İslam toplumu "Arap saçı "na dönmüştür.
Nihayet Emeviler devri başladı. Denilebilir ki, Emeviler devri fırka ve Çatışmalar, fitne ve bozukluklar bakımından tipik bir devirdir. Toplumun bütün kesimleri arasında fitne ve savaşlar, saltanat kavgası ve hizipleşmeler, baskı ve şiddet kullanma, Arap ve mevali çatışması, milliyetçilik ve grupçuluk, zulüm ve adaletsizlik yönünden çok tipik bir devirdir.[73]
Bilindiği gibi, Emeviler devri, milliyetçilik hareketlerinin toplumu kasıp kavurduğu, sınıflara böldüğü ve Arap olanlarla olmayan mevali arasında korkunç boyutlara varan çatışmalara yolaçtığı bir devirdir. Yönetimin bozukluğunu toplumun değişik kesimleri muhtelif şekillerde protesto ederken, yönetim bunlara karşı en acımasız yollara başvurmuştur. Başta Hz. Pey-gamber'in torunları olmak üzere insanlar alabildiğine cezalandırılmış ve öldürülmüştür. Saltanat ve veliahtlık sistemi İslami yönetimin önüne geçmiş Ve yönetim babadan oğula geçen bir saltanata dönüşmüştür. Bir yandan sa-rav mensupları arasında taht kavgaları sürerken, bir yandan da bu adaletsiz yönetime son vermek için mücadele veren toplum kesimlerine karşı şiddet ve baskı uygulanmıştı.[74]
Emevi devleti yıkılıp yerine Abbasi devleti geçtikten sonra da bu olaylar durmamıştır. Bu sefer Abbasi yönetimi, Emevilerden ve taraftarlarından intikam alma yoluna gitmiş ve es-Saffah zamanında kan gövdeyi götürmüştür. En acımasız kitle imha yoluna gidilmiş ve terör ortalığı kasıp kavur-muştur. Abbasi devleti bir taraftan Emevilerden intikam alırken, bir taraftan da Ebu Müslim ve taraftarlarına diyet borcunu ödemeye çalışmış, bunun neticesi olarak Şiî ve rafızî güçler toplumu tahakkümleri altına almaya çalışmıştır. İhtilal, çocuklarını burada da yemiş ve başta Ebu Müslim olmak üzere zinde güçler Halife Mansur zamanında tasfiye edilmiştir. [75]
Bütün bunların fitneye bulaşmak istemeyen, dinine ve ahlakına bağlı insanlar üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yaptığı, onları toplumdan soyutla-yıp münzevi bir zühd hayatı yaşamaya nasıl zorladığı bilinen bir gerçektir. İnsanların mal, saltanat, kavmiyet mücadelesi içinde olduklarını gören, toplumda adalet ve eşitlikten bir ölçüde de olsa ümidini kesen kişilerin kabuklarına çekildiklerini biliyoruz. Bir bakıma bu durum, Emevi saltanatının politik, ekonomik ve sosyal uygulamalarına bir tepki mesabesindeydi. [76]
Bu siyasi ve idari bozukluk yanında toplumun ahlaki ve sosyal yönlerden de bozukluklar içinde bulunduğu müşahade edilmektedir. Toplum kesimleri arasında ekonomik ve sosyal dengesizlik, ahlaki ve dini bozukluk elle tutulur bir duruma gelmiştir.
Mesela İlk halifeler, boş vakitlerinde zaman zaman şairlerin kasidelerini dinlerken, çok geçmeden bunun yerini şarkı dinlemek almıştır. Emevi halifelerinden Muaviye, Mervan, Abdulmelik, Velid, Süleyman, Hişam ve Mervan ibn Muhammed, nedimlerle aralarında bir perde bulundururlardı ki halife şarkıdan coştuğunda nedimler ne yaptığına muttali olmasınlar. Bazan eğlence sırasında aşırı neşe, halifenin aklını başından alır ve bazı hareketlerde bulunurdu ki, bu hareketlere yakın cariyelerinden başkası muttali olamazdı. Perdenin arkasından herhangi bir ses yükselir veya garip bir hareket meydana gelirse, perdedar "Yeter ey cariye, kendini tut, son ver, kısa kes" diye bağırarak nedimlere bu hareketi cariyelerden birinin yaptığını vehmettirmek isterdi.
Yezid ibni Abdulmelik, nedimlerden yüksek tabaka ile alt tabakayı eşit hale getirdiği, onları bir arada bulundurduğu gibi, nedimlerin huzurunda çok laubali olur ve halkın kınamasından hiç çekinmezdi. II. Velid zamanında halk musiki ve şarkıya çok düşkünlük gösterdi. Bu hususta halk son derece ileri gidiyor ve halifenin uzak bölgelerden Şam'a davet ettiği meşhur şarkıcı ve müzisyenlere bolca para harcıyorlardı. Ses sanatkarlarının Şam'a gelmelerinin halkın ahlakı ve toplum hayatı üzerinde büyük tesiri oldu. Nihayet ülkede yavaş yavaş konfor yayıldı.[77]
Her iki devletin devrinde başta müzik olmak üzere lehviyyat ve eğlence oldukça yayılmış, şarkıcılar çoğalmıştır. Başta halifelerin bir kısmı olmak üzere memleketin zengin ve yönetici kesimi bu işte önayak olmuşlardır. [78]
Eğlence ve içki meclisleri ile bu meclislerde olup biten ahlaksızlıkların haddi hesabı yoktur. el-Ağani, Beşşer, Ebu Nuvas ve Müslim ibn el-Veli d gibi şairlerin divanları ahlaksızlık ve edepsizliği dile getiren örneklerle doludur.
Müziğe çok düşkün olup bu konuda ilerlemeler kaydettiler. Müzik meclislerinde içki ve atışmalar yapıldı. Tavla ve satranç oyunlarına daldılar. Güvercin beslemeye, köpek ve horoz döğüştürmeye çok düşkünlük gösterdiler. Fakirlerin iş yerlerinde ve evlerinde bile kumar alabildiğine yayıldı. Nevruz günü çok hediye verme adeti yayıldı. Dans ettiler. İshak ibn İbrahim el-Mavsili en meşhur dansözlerdendi.
Lüks ve konfora alışkın olan Farisi soyu Abbasilerde çoğaldı. Cariyeler muhtelif yerlerden seçilip getirildi. Güzellikte yarıştılar. Bunun neticesi olarak eğlence, ahlaksızlık ve çıplaklık eğilimleri çoğaldı. Beşşar, Ebu Nuvas ve Sari' el-Gavanî gibi bazı şairler bu duyguları şiirleriyle körüklediler ve müstehcenliği yaydılar. Konserlerde ve eğlence meclislerinde içki yayıldı ve şairlerin şiirleri genellikle onu tasvir etti.
Bu şekilde hayat bu asırda, bir kısmı dışında, ahlaksızlık ve oyunla dolmuştur. Emeviler devrinde daha ciddi ve mazbut sayılabilen Irak bölgesi, Abbasiler devrinde ahlaksızlık ve fücur yeri haline gelmiştir. Bunun belli başlı iki sebebi görülmektedir; Malların oluk oluk gelmesi ve çoğalması, Irak bölgesinin kozmopolit bir bölge olması. Bu bölgede her soydan ve inançtan topluluklar bulunmaktadır. [79]
Emevi halifeleri, kralları ve onların şaşaa ve debdebelerini taklid ettiler. Şam'daki halife sarayı gayet azametliydi. Sarayın duvarları mozayik, direkleri mermer ve altınla, tavanı mücevheratla süslenmiş ve altınla tezyin edilmişti. Fıskiyeler, dışardan akan sular, çiçekli ve ağaçları bol zengin bahçeler, sarayın havasını güzelleştiriyordu. Halife büyük bir azamet içerisinde otururdu.
Kufe'de meşhur aileler, ganimetler ve yıllık atiyyeler sayesinde büyük servetler biriktirdiler. Hatta Kufe'H biri savaşa giderken, aile efradını ve eşyasını yüklemek için yanında bin deve götürmüştü.
Saraydaki lüks hayat sadece halifelere mahsus değildi. Şam ve diğer büyük şehirleri güzelleştirmek hususunda emirler ve büyük devlet adamları birbirleriyle yarışmışlardır.[80]
Müzik, oyun ve eğlence, lüks ve israf, hayatın ağırlığını gösterirken toplumda değişik ahlaksızlık şekilleri de sergileniyordu. Bunun boyutlarını göstermesi bakımından hadımlaştırma uygulamalarına değinmek istiyoruz.
Bu adet, daha önceleri Bizans ve antik bazı şark memleketlerinde mevcut olmuş, daha sonra İslam alemine hicri 200/810 yıllarında girmiştir. Halbuki Hz. Peygamber bunu şiddetle yasaklamıştır.
Harun Reşid'in oğlu halife Emin, halife olduğunda hadımlaştinlmış erkeklere ilgi duydu ve para ile satın aldı. Gece gündüz onlarla başbaşa kaldı, yeme içme işlerinde, emir ve yasaklamalarında onları çalıştırmıştı. Onların emrine de birtakım insanları görevlendirmişti. Onlarla oturup kalkmış, hür kadın ve .cariyelere ise iltifat etmemiş,- bundan dolayı da kınanmıştı. [81]
Nitekim meşhur şair Ebu Nuvas bu durumu bir şiirinde şöyle dile getirmiştir:
"Ey Müslümanlar! Hepiniz Allah'a hamdediniz, Sonra usanmadan "Allah'ım Emin'e
Ömür ver' deyiniz. Hadımlaştırmayı yaydi, öyleki hadım olmayı din haline getirdi.
Halk da Emiru'l-Mü'minin'e uydu. [82]
Müslümanlar hadımlaştırmanın haramlığmdan kurtulmak için hadımlaştırılacak kişileri satın alır, Yahudi ve Hristiyanları hadimlaştırırlardı. (Halbuki Yahudilik de bu işi haram kılmıştır).
(Hadımlaştırmanın yoğun bulunduğu bölgeler, bu işin nasıl yapıldığı, fıkhi hükümleri, nasıl gelir kaynağı teşkil ettiği anlatıldıktan sonra şöyle devam ediliyor): Bu çirkin uygulama hadımlaştırılanlann fiyatlarının çoklaberi, naklen.yükselmesine sebep oluyordu. Bu zavallılara bazen hizmetçi, bazen muallim, bazen şeyh veya üstad adı da verilmiştir. Halk bunlarla alay ediyor ve hor gözle bakıyordu.[83]
Bu ahlaki bozukluk yanında zındıklık da toplumda geniş ölçüde yaygınlaşmıştır. Ebu'1-Ala el-Maarri "Risaletu'l-Gufran" kitabında zındıklardan Emevi halifesi Yezidin oğlu Velid'i, şair Dı'bıl, Beşşar, Ebu Nuvas, Salih ibn Abdilkuddus, Ebu Müslim el-Horasani, Babek, Afşin, Hallac-ı Mansur ve başkalarını saymıştır.
Bu asırda zındıklığa davet eden birtakım etkenler olmuştur. Kimileri daha önce alışık oldukları Mecusilik dini sebebiyle zındıklığa gitmiştir. Bunların Mecusiliğin adet ve alışkanlıklarını seleflerinden miras olarak almışlardır. Ancak devrin İslami kimliği ve otoritesi karşısında, maddi çıkarları elde etmek arzusu ile göstermelik olarak İslam'a girmişlerdir. Fırsat buldukça da İslam'ı, elbiselerini çıkarıp attıkları gibi atmış, İslam'a ve Müslümanlara her türlü zararı planlamış, zındıklığa, şuûbiliğe ve yıkıcı mezheplere davet etmişlerdir. Bir topluluk da dinler hakkındaki şüpheleri ve akla sınırlarının ötesinde yer vermeleri sebebiyle zındıklığa düşmüşlerdir. Bunlar sadece gözleriyle gördüklerine inanır ve akh alanının dışındaki yerlerde ve şeylerde hakem tayin ederler.
Bir kısmının da hayattan beklentisi şehvet ve lezzetten ibaret olmuştur. Onlara göre hayat, içki ve şehvetten ibarettir. Dini düşünüp akıllarını yormayı bile uygun görmezler. Şehvetleriyle çatıştığı ve ahlaksızlıklarına karşı çıktığı zaman da dine kızar ve cephe alırlar. Böyle durumlarda da sarhoş kafalarla saçmalayıp durur ve dini alay ve eğlence konusu yaparlar.
Bütün bu sınıflar Abbasiler devrinde mevcut olmuştur. Müslümanların çoğunluğu ise, bunlardan nefret etmiş ve onlarla savaşmıştır. [84]
Toplumdaki bu ahlaki ve dini bozukluklar yanında sınıflar arasında da büyük farklılıklar mevcut olmuştur. Devlet mallan toplumda dengeli bir şekilde dağıtılmış değildi. Sınıflar arasındaki farklar da basit farklar değildi. Aksine sınıflar arasında büyük uçurumlar bulunuyordu. Devlet mallarının büyük kısmı oyun ve eğlence meclislerine, ordu komutanlarına, hilafet saraylarına ve emirlere veriliyordu. Bu emir ve valiler de bu mallardan edebiyatçı, alim, şarkıcı, cariyeler, tüccar sınıfı gibi kesimlere dağıtırlardı. Bu sınıflar bir dereceye kadar zengin sayılırken, halkın geneli yoksulluk ve fakirlik çekerdi.
Bağdat bolluk ve zenginlik merkezi görüldüğü için halk ona afem ediyor ve orada yaşamayı daha kolay görüyordu. Halbuki fakirlerin çekilmez bir durumdaydı.
Emir, komutan, vali ve halifelerin önünde malların haddi lftsabı yoktu. Diledikleri gibi malları müsadere ederlerdi. Onlardan biri bir sıkıcının sarkışını, şairin şiirini veya güzel bir cevabı beğenince sahibine biberce bağışta bulunurdu. Aksi olduğu zaman da kanlarını döker ve malları müsadere ederdi.
Bu asırda insanlar üç sınıfa ayrılmıştı: Birinci sımf, halife tüccarlar vezirler ve eşraf takımı olan aristokratlar. İkinci halk, orta Ve emlak sahipleri gibi insanlar. Üçüncü sınıf, fakir sınıf. Küçük çiftçi, ve halifelerden uzak duran alimler.[85]
Bütün bunlara İslam'a giren başka milletlerin beraberinde girdikleri eski kültür ve inançları, alışkanlık ve gelenekleri de katarsak,homojenliğin ve bütünlüğün ne kadar sarsıldığım, bozuklukların ç büyük boyutlara vardığını rahatlıkla tasavvur edebiliriz. [86]
Hayattaki bu bozukluk ve sınıflaşmalar bariz iki hareketi oturmuştur. Bunlardan birincisi, kötülükle savaşan topluluktur. Bunlar yuları kesen, fışkı açıkça işleyen, yollardan kız ve erkek çocukları kapan bunculara örgütlü bir şekilde mücadele etmiştir... İki grup halinde çahşanl;u insanlardan birinci grubun başında Halid ed-Derviş, ikinci gurubun bastıda da Sehl ibn Selame el-Ensari vardı. Bunlar, Allah'ın Kitab'ı ile amelme, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama prensiplerine çağırır, zalimin jjlmünü önlemeye çalışırlardı. Halktan büyük kitleler bunlara katılıyor uyuyordu. Bunların belirli merkezleri ve alametleri olmuştur. Ancak geçmeden vurguncu ve soyguncu ayak takımı ile işbirliği halinde olan yönusim tarafından bunlar tutuklanmış ve zindanlara doldurulmuşlardır. Bu 6y hicri 201-202 yılında meydana gelmiştir.
İkinci hareket ise, zühd hareketidir. Bu hareketin mensun ise, toplumdaki lüks ve eğlence hayatından, ahlaksızlık ve kötü gidişatın tiksinen, elde etmek istediklerini elde edemiyen, bundan dolayı arzu ve Eklerini asgariye indirip aza kanaat eden, kendilerini zühde ve mahrum%e alıştıran kişilerin oluşturduğu harekettir. Yukarıda sayılan veya benzer «heplerden hayata küsen ve ona iltifat etmeyen insanlar zühdü yol edinmtve kendilerini ona alıştirmışlardır. Zühdü, basit hayatı ve ahirette hesabın kolaylığınıdüşünerek seçenler de olmuştur. Bu anlamda tasavvuf yayıldıkça yayıldı. Çünkü toplumda "İstediğin olmuyorsa, olabileceği iste" sözü mesel haline gelmiştir.[87]
Zühd hareketinin Irak'ta başlaması ve Irak'ın İran ile yakın teması gözö-nünde bulundurulursa, eski İran dinlerinin bunda büyük rolü olduğu daha iyi anlaşılır.
Daha Emeviler devrinde başlayan eski Yunan, Hint ve Sasani kültürünü tercüme hareketinin toplumda meydana getirdiği kültürel ve itikadı çalkantıları ve insanların yabancıya yahut yeniye ilgi duyma eğilimlerini de hesaba katmak lazımdır. Bu hareket toplumun Özellikle aydın kesiminde fikri ve itikadı büyük bir değişiklik ve çalkantı meydana getirmiştir. Özellikle Hind kültüründen yapılıp İran yolu ile geçen ve hem mistik hem de esrarengiz unsurlar taşıyan kültürün yanında, Yunan felsefesinin de aydınlara cazip gelen yönlerinin etkilen büyük olmuştur. Bütün bunlar tasavvuf eğiliminin başlangıçta zühd şeklinde doğmasında ve gün geçtikçe yayılmasında büyük rol oynamıştır. Başka bir deyişle, muhtelif fikri, itikadi, felsefi eğilimlerin yanında tasavvuf eğiliminin de doğup gelişmesi, yayılıp güçlenmesi için münbit bir toprak hazırlanmıştır. Zaten sapma niteliği taşıyan eğilim ve akımlar böyle olumsuz ortam ve şartlarda kısa zamanda boy verip gelişmekte ve revaç bulmaktadır.
Şüphesiz bütün bu sosyal, ekonomik ve siyasi bozukluklara rağmen toplumda iyi insanlar da bulunmuştur. Her şeyden önce Emevi devrinin genel olarak ashab ve tabiinin yaşadığı devir olduğu imutulmamalıdir. Sonra kimi alimlerin beşinci raşid halife olarak andığı Ömer ibn Abdulaziz gibi Raşid halifelerin yolundan giden bazı idarecilerin bulunduğu da bir gerçektir. Aynı şekilde Said ibn el-Müseyyeb, Urve ibn ez-Zubeyr, Kasım ibn Muhammed, Harice ibn Zeyd, Ata ibn Ebi Rebah, Tavus ibn Keysan, Mücahid ibn Cebr, Alkame ibn Kays en-Nehaî, Ebu îdri el-Havlanî, Numan-bin Sabit, Sa'd, Eb Useyd el-Kasıl ibn Sellam[88] gibi meşhur müfessir, fakih alimler de mevcut olmuştur. Bu arada siyasi bozukluğa karşı çıkan ve yönetimin düzelmesi için her şeyi göze alan İbn ez-Zübeyr, İbn el-Eş'as gibi şahsiyetlerin hareketleri olmuştur.
Ne var ki idare, İslami çizgiden saptırıldığı ve yönetim keyfiliğe dönüştüğü için bir yerde bu iyi insanların çabaları umulan ıslahatı gerçekleştirememiş ve toplum gittikçe bozulmaya doğru gitmiştir. Nitekim çok geçmeden Emevi devleti de yıkılmıştır. Çünkü yönetim rayından çıkmış, ona karşı yapılan çıkışları bastırmak için de toplum sindirilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Ömer ibn Abdulaziz bir yana bırakılırsa, genellikle Emevi devlet başkanları, şahsi ve siyasi hayatlarını dini ahkam ile düzenlemeyi zaruri görmemişler, idarelerini daha çok Arap örf ve adetine dayandırmışlardır. Buna bağlı olarak da din alimlerine yeteri kadar önem vermemişlerdir. [89]
Bu olumsuz şartlar, toplumda fitneden korunmak için uzlet hayatını hazırlamış, bir yerde ona götürmüştür. Toplumda kimi insanlar kabuğuna çekilerek tam bir zühd hayatı yaşamıştır. Bu hayata yönelen insanlar daha önce kitleler halinde İslam'a giren ve değişik kültürleri taşıyan insanlarla yüzyüze gelirken, terceme hareketiyle de İslam toplumuna giren Hint, Yunan, Sasani gibi kültürlerle de muhatap olmuşlardır. Bilhassa Hint ve İran kültürünün münzevi hayat yaşayan bu insanlara cazip geldiği, bu milletlerden ihtida eden kimi insanların eski anlayış ve geleneklerine uygun olarak yaşadıkları hayatın ilgilerini çektiği anlaşılmaktadır. Hatta dnha sonra tasavvuf olarak adlandırılacak olan akımın liderliğini özellikle bu iki milletten birtakım insanların yaptığını ve toplumda terviç ettiklerini görüyoruz. Nitekim toplumda bu hareket gizli başlayıp ikinci asırda kendini açığa vurduğunda bu akımın başını çekenlerin istisnasız hepsinin acemlerden olduğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, toplumda bozuk düzenden, fitne ve fesattan uzak durup uzlet hayatını tercih eden kimi insanların yaşayışı dışarıdan gelen Hint ve Sasani mistik hayat tarzı ile toplumda bütünleşince daha sonra tasavvuf olarak adlandırılacak akım ortaya çıkmış ve gittikçe gelişip dalbudak salmıştır. Toplumda İslami yaşayıştan meydana gelen sapma Hint ve Sasani kültüründeki mistik hayat ve felsefe ile bütünleşince, bugünbilinen tasavvuf akımı meydana gelmiş, îslami motiflerle yabancı unsurların karışımından oluşan akım ortaya çıkmıştır. Biınu tarafsız müslüman araştırıcılar kabul ettiği gibi, özellikle Şark mistik hayatı üzerinde araştırmalarını yoğunlaştıran oryantalistler de kabul ve itiraf etmektedir.
Şunu belirtelim ki, İslam toplumunda meydana gelen bütün yenilik ve gelişmeleri islamdışı unsurlara veya topluluklara, kimi oryantalistlerin yaptığı gibi mal etmekten yana değiliz. Corci Zeydan ve benzerlerinin yaptığı gibi, İslam toplumunda meydana gelen bütün gelişmeleri İslamdışı unsurlara maletmek elbette doğru değildir. Ancak ortada bir gerçek vardır. O da, yukarıda bir nebze belirtmeye çalıştığımız Kuran ve Sünnet yolundan toplumda sapmaların meydana geldiği, İslam düşünce ve yaşayışına yabancı birtakım unsurların karışmış olduğudur. Bu yabancı unsurların gerek İslam'a giren yabancı insanlar ve gerekse yabancı kültür ve medeniyetlerden yapılan tercümeler yolu ile girdiği muhakkaktır. Yoksa Hz. Peygamber ve ashabı zamanında felsefi-i şraki tasavvufun yahut şeyh-mürid sisteminin veya tasavvuftaki sayısız bid'at ve hurafenin bulunmadığını herkes kabul etmektedir. Hatta günümüzde kişinin müslümanlığının mihengi olarak görülen keramet, velayet, ermişlik gibi şeylerin o zaman gündeme gelmediğini de biliyoruz. Bu bakımdan sözkonusu olan ve İslamdışı olduğu açık bulunan birçok anlayış ve yaşayış şeklinin İslam'a ve müslümana yabancı başka şeylerden geldiği şüphesizdir. Bunların başında da Hint ve İran kültürleri gelmektedir. Bu konuda oryantalistlerden bazılarının söylediklerini kısaca nakletmek istiyoruz:
"Önemli olan bu (safa, sofos, sûf) kimselerin kelimenin manasına uygun olarak giyinip kendi istekleriyle sadeliği tercih ederek İüksten ve alayişten kaçınmaları hususudur. Eğer bunu bir çeşit zahidlik telakki edersek, bu türlü zahidliğin Kur'an'da bulunmadığını ve bunun ilk müslümanlar için de yabancı olduğunu tebarüz ettirmek icabeder. . . Hristiyan manastır hayatı tarihi veya birçok Hİnd dinieri salikleri ve hatta muahhar sufilerin anlayışına göre bu, insan hayatının normal zevk ve düşkünlüklerinden, bilhassa evlenme, ruhun safiyetini bozan ve tekamülünü durduran şeylerden kaçınmayı düşünmek manasına gelir. Bu manada zahidlik İslam'ın ruhuna yabancıdır ve müslümanlar arasına gelmiş olarak görülür[90] "ilk devrin müslüman ileri gelenleri, çölde yaşamış olan atalarının geleneklerine tam manasıyla bağlıydılar ve bir bid'at olduğu mülahazasıyla lüks hayatı reddetmekteydiler. Bu, kadim İsrail peygamberlerinde müşahade edilen anlayışa da çok benzer. Sufiler geleneğe değil, ruhun yükselmesine mani olan bedenin arzularını bertaraf etmeye önem verdiler. Bu da gösteriyor ki, ilk müslümanlarca bilinmeyenyeni bir fikrin tesiri altında kalmışlardı. Bu bakımdan kendilerini hiçbir manada sahabenin muakkipleri (izleyicileri) saymak mümkün değildir.[91]
Alfred Won Cromer "Tarihu'l-Efkari'l-Barizati fı'l-İsLam" kitabında tasavvufta bariz farklı iki unsurun bulunduğunu söylemektedir. Bunlar hristiyan ruhbanlık unsuru ve budist Hind unsurudur. Bu unsurlar Haris el-Muhasibi, Zinnun el-Mısri, Ebu Yezid el-Bistami ve Cüneyd el-Bağdadi'de açık bulunmaktadır. Vahdet-i vücud nazariyesinin de Hind unsurunun ürünü olduğunu söylemektedir. [92]
Hollandalı oryantalist Dozi de "Tarihu'l-İslatn" kitabında tasavvufun İslam'a İran'dan girdiğini söylemektedir. Nitekim İslam'ın doğuşundan Önce de İran'da mevcut olduğu ve buraya Hindistan'dan geldiğini belirtmektedir. Gerçek mevcudun Allah olduğu, onun dışında bir varlığın bizzat mevcut olmadığı ve herşeyin Allah'tan sadır olduğu inançları İran'da çok eski asırlarda ortaya çıkmıştır", demektedir. [93]
Goldziher ise, îbn Haldun'un görüşünden etkilenerek tasavvufta iki değişik akımın bulunduğunu söylemektedir. Birinci akımın, İslam'ın ruhuna ve ehl-i sünnet mezhebine yakın zühd olup büyük ölçüde Hristiyanlığın rahiplik sisteminden etkilendiğini, diğerinin de felsefi akım olup hem yeni Eflatunculuk, hem de Hind Budizminden etkilendiğini belirtmektedir. [94]
Yukarıda da belirtildiği gibi İslam toplumundaki olumsuz şartlar ve dışarıdan İslam düşünce ve hayatına sızan yabancı kültür unsurları toplumda İslam çizgisinden bir sapmanın meydana gelmesine tasavvuf akımının doğup gelişmesine yol açmıştır. İslam'dan koparılıp karıştırılan bir takım İslami motiflerle bu akım süslenmiş ve terviç edilmiştir. Günümüze kadar bu akım gelişip büyüyerek bir ağ gibi toplumu sarmış ve değişik gelişmeler göstermiştir. [95]

c- İlk Sufilik

İslam'ın ilk yüzyılında Araplar arasında tasavvuf diye bir şeyin bulunmadığı, bunun ancak ikinci yüzyıldan itibaren ve İslami fetihlerin ardından başladığı bilinmektedir. İlk temsilcilerinin de acemler olduğu bir gerçektir. Bir sapma şeklinde toplumda başlayan zühd akımının tasavvuf kültürüne can kurtaran simidi gibi sarıldığı ve zamanla tekamül ederek tasavvuf olarak revaç bulduğu bilinmektedir. Nitekim İslam tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcileri olan mesela Kuşeyrî, Hucvirî, Cami, Attar, Kelebazî, Suhreverdî, Gazali, Bistamî, Hallaç, Tusî, Tebrizî, Rumî, Muhasibi[96] gibi kişilerin de acem (İran menşeli) oldukları bir gerçektir. Diğer taraftan anako-nuların hemen pekçoğunda tasavvuf ile gulat şiilik arasında bir aynilik olduğu görülmektedir.
Şii bir araştırmacı olan Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybî'nin "es-Sılatu Hey-ne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu" adlı çalışmasında İslam tarihinde sûfî adıyla vasfedilen ilk kişilerin Cabir ibn Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî olduğunu belirterek şöyle demektedir;
"Cabir ibn Hay}'an, Cafer-i Sadık'm öğrencisi veya kölesidir. [97]Şia, Cabir ibn Hayyan'm şianm büyüklerinden ve imam adına konuşan anlamında Bab olduğunu kabul eder. Şiilikle ilgili kitaplar yazdığı ve zühdde özel bir ekolü olduğunu söylerler. "İhbaru'l-Ulema bi Ahbari'l-Ulema" kitabının yazarı el-Kıftî, Cabir ibn Hayyan'm birçok felsefi bilgilere sahip bulunduğunu, Haris el-Muhasibi, Sehl ibn Abdullah et-Tusterî gibi tasavvufçuların yolu olan batın ilmi yolundan gittiğini söyler. Bu adam kimya ilminde çok mahirdi. [98]
İkinci adam olan Ebu Haşim el-Kûfî ise, Remle'de tasavvuftular için ilk defa tekke inşa eden kişidir. Rahipler gibi yünden uzun elbise giyer, Hıristiyanlar gibi hulul ve ittihadı savunurdu. Ne var ki Hıristiyanlar hulul ve ittihadı sadece Hz. İsa için kabul ederken, Ebu Haşim el-Kufî bunu kendisi için iddia etmiştir.
Ebu Haşim'le ilgili söylenenlerden anlaşılıyor ki, hakkındaki haberler azdır. Bununla beraber bu haberler Cabir ibn Hayyan'a dair haberler kadar yekun oluşturmaktadır. Ebu Haşim, Cafer es-Sadık'm ve Cabir ibn Hay yanın çağdaşıdır. Şia onu tasavvufun mucidi (babası) olarak adlandırır. Cafer es-Sadık'ın onun hakkında şöyle dediğini naklederler:
"Gerçekten akidesi bozuktur. Tasavvuf adında bir mezhep uydurmuş ve çirkin akidesi için yol yapmıştır.
Üçüncü adam olan Abduk es-Suü ise, Kufe'de kurulmuş yarı şüyarı tasavvufi bir fırkanın kurucusu olarak bilinmektedir. Surîyye kelimesi, Muhasibi ve Hafız'ın eserlerinde bu fırkanın adı olarak kullanılmıştır. Abduk es-Sufı, zahid ve münzevi bir kişi olup hicrî 210 yılında Bağdad'da ölmüştür. Sofu adı verilen ilk kişi olarak da bilinir. O tarihlerde bu isim Kufe'de bazı şiiler ve İskenderiyye'de bazı isyancılar için kullanılırdı. Abduk, Bişr ibn el-Haris el-Hafî ve es-Serî es-Sakatî'den Önce büyük şeyhlerdendi. Adaletli imamların gittikleri yoldan gitmek gerektiğini ve adaletli imam olmadığı zaman azık miktarı dışında dünyadan birşey almanın caiz olmadığı düşüncesini savunan bir fırkanın reisi olduğu da belirtilmektedir.
Abduk isminin aslında Abdulkerim olduğu ve torunu Muhammed İbn Abduk'un da şianın önde gelen kişilerinden bulunduğu, böylece Abduk'un Kufe'de yayılan ve zühdle karışık aşırı şiilikten kaynaklanan değişik yönleri şahsında toplayan bir kişi olduğu anlaşılmaktadır.[99]
Netice olarak yeni araştırmacıların "süf kelimesinden geldiğine kesin gözüyle baktıkları sufî kelimesinin ilk olarak Kufe'de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Kufe'de bütün zahidler yün giymişlerdir. Tasavvuf da sûf kelimesinden türemiştir. Yün giymenin de Hz. Ali soyundan gelen imamlara haksızlık yapanlara karşı muhalefeti ile meşhur Küfe ortamında ortaya çıktığı anlaşılmıştır. [100]

d- Tasavvuf ve Fıkıh-Kelam Mezhepleri

Asrı saadet ve Raşid halifeler devrinde bugün bildiğimiz manada mezheplerin bulunmadığı bir gerçektir. Bununla beraber tefsir ve fıkıh konularında ashab arasında kimi insanların bir nevi uzmanlaşmış olduğu ve temayüz ettiği bilinmektedir. Ama sonradan ortaya çıkan ve her dereden birşey-ler alarak büyüyen tasavvuf denilen akımın Asrı Saadet veya ashab devrinde bulunduğunu söylememiz mümkün değildir. [101] Nitekim tasavvuf denilen alanda ashab arasında birilerin meşhur olduğu veya başkalarından farklı bir konumda olduğu kaydedilmemiştir. Bilhassa İslam'dan iktibas edilen İs-lami motiflerin dışında kalan tasavvuf meselelerinin o dönem İslam toplumunda mevcut olduğunu iddia etmek kadar yanlışlık olamaz.
Bu durum da gösteriyor ki ashabın, fıkıh, tefsir ve hadisle uğraştığı, bu alanlarda daha fazla bilgiye sahip olmak için çabaladığı devirde, tasavvufun ne adı mevcut olmuş, ne de bugünkü meseleleri sözkonusu edilmiştir. Bubakımdan tasavvufu fıkhı ve itikadi mezheplere benzetmek mümkün delildir.
Tasavvuf ile fıkıh-kelam mezhepleri arasındaki farkları maddeler halinde kısaca şöyle belirtebiliriz:
1- Şunu hemen belirtmek gerekir ki, fıkıh ve kelam mezhepleri dediğimiz ameli ve itikadi mezhepler, hiçbir zaman İslam'ın bir kısım unsurlarını alıp onları İslamdışı başka unsurlara karıştırarak bu karışımın İslam'ın özü ve ruhu olduğunu söylememiştir. İslamdışı birtakım düşünce ve inançları alanlar veya bunların İslam olduğunu iddia edenlerin yaptıkları merdut olup İslam düşünce tarihinde bunlar sapık fırkalar olarak anılmaktadırlar. Zaten Kur'an ve sahih sünnete bağlı müslümanlar bunlarla mücadele etmiş ve sapık fırkalar olduklarını belirtmişlerdir.
2- Kur'an-i Kerim ve sahih sünnet çerçevesinde olan itikadi veya fıkhi hiçbir mezhep kendini İslam'ın Özü ve ruhu olarak nitelememiş, başkalarını da kabuk olarak takdim etmemiştir. Fıkhi veya itikadı hiçbir mezhep mensubu kendini mutlak hak ehli, başkalarını da hak ve hakikattan nasipsiz olarak nitelememiştir. Böyle yapanlar varsa, hem İslam hem de İslam'a bağlı bütün müslümanlar tarafından reddedilmiştir.
3- Fıkıh-kelam mezhepleri Kur'an ve Sünneti esas alarak içtihada dayanmaktadır. Tasavvuf ise sezgi, keşf, ilham ve gizliliğe dayanmaktadır. Nitekim gerek Hz. Ali, gerekse Hz. Ebu Bekir yolu ile tasavvufun geldiğini savunanlar bu gizli yolu savunmaktadırlar. Tasavvufun kullandığı pek çok asılsız hadisin gizli yolla sahih olduğunun tesbit edildiği, felsefî tasavvufta bulunan pek çok teorinin keşf, rüya ve ilham ile tesbit edildiği, İbn Arabi'nin Fütuhatı Mekkiyye ve Fususu'l-Hikem gibi kitapların keşf ve ilham ile yaz-dırıldığı düşünceleri bilinmektedir. İlhamın şekli ve değeri konusunda İbn Arabi ve taraftarlarıyla ile Gazali arasındaki düşünce farklılığı meşhurdur.
4- Fıkıh-kelam mezheplerinin sufiler gibi ayin ve törenleri, örgüt ve teşkilatları, âdâb ve pratikleri yoktur. Bu mezhepler salt teorik içtihadlar ve görüşlerden ibarettir.
5- Kur'an ve sahih sünnet çerçevesinde kalan fıkhi ve itikadi mezheplerin hiçbiri İslam'ı öz ve kabuk yahut şeriat-tarikat-hakikat-marifet olarak nitelememiştir. Hiçbiri İslam'ın hükümleri için bu şeriattır, şu hakikattir, şu marifettir, dememiş ve İslam'ı parsellememiştir. Hiçbiri kendini İslam'ın yerine koymamış ve "Beni izlemediğiniz taktirde hakikatten ve marifetten yoksun kalırsınız" dememiştir. Aksine hepsi de kendilerinde İslamın nasla-rma aykırı bir şey bulunduğu taktirde terkedilmesi gerektiğini ve yaptıklarının sadece bir içtihad olduğunu belirtmişierdip.
Tekrar belirtmek gerekirse, İslam'ın nassları çerçevesinde kalan fıkhi ve tikadi hiçbir mezhep kendini İslam'ın yerine koymamış, alınması farz ve terkedilmesi haram olan Allah'ın dini gibi kendini takdim etmemiştir. Durum böyle iken, İslam'dan aldığı unsurlardan çok, yapısında yabancı felsefi e ameli unsurlar barındıran tasavvuf akımı müslümanlar tarafından nasıl temel bir İslam disiplini olarak kabul edilebilir?
Bilindiği gibi tasavvuf; en genelde kendine özgü ibadet biçimleriyle dünya kirlerinden arınma ve yaratıcının bilgisine veya varlığına ulaşma çabası olarak değerlendirilmektedir. Tasavvuf yahut tarikat ile fıkhî-itikadi mezhepler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaynak olarak, metod ve ölçü olarak, karakter ve sonuç olarak birbirlerinden tamamen ayrıdır. Onun için tarikatın yahut tasavvufun bu mezheplere benzetilmesi asla mümkün değildir.
Tasavvufun İslam'la ilgisi şöyle bir şema üzerinde gösterilirse, durum herhalde daha iyi anlaşılacaktır.
Fıkıh ve kelam mezheplerinin dinde esas ve ölçüleri bellidir. Doğru ve yanlışları Kur'an-ı Kerim'in nasiarı ve Rasulullah'm sahih sünneti ile tesbit edilir. Bunlara uygun olan kısımları tasvip görürken, aykırı düşen tarafları terkedilir ve yanlışlığı insanlara anlatılır. Fıkhi veya kelamı her hangi bir içtihadın İslam'a uygun olup olmadığı tartışılabilir. Zaten içtihad, kabul veya red edilebilen, sahih ve sarih naslann belirlediği alanlar dışında kalan meselelerde olmaktadır. Yoksa, sahih ve sarih nasların belirlediği konularda içtihadın olması sözkonusu değildir. Dolayısıyla fıkhi ve kelami içtihadla-rın dinin esaslarında ve kesin hükümlerinde herhangi bir değişiklik meydana getirmeleri mümkün değildir. Çünkü dinin esasları ve hükümleri kesim ve açıktır. Bütün alimler tarafından bilinir ve bunlara aykırı bir düşünce olması halinde hemen red edilir. Yani fıkhi ve kelami mezheplerin temelleri açık, ölçüleri kesin ve herkes tarafından görülüp kullanılan temellerdir.
Acaba ihsan, irfan ve kişinin iç dünyasının ilmi olarak kendini takdim e-den tasavvuf böyle midir? Herşeyden önce tasavvufçular da tasavvufun "hâl" (söz) ilmi değil, "hâl" (yaşayış, durum) ilmi olduğunu söylemiyorlar mı? Yani haksız olarak ilim diye adlandırdıkları bu şeyin ilme ve nassa dayalı sarih ve kesin bir temeli yoktur. Çünkü hallerin ölçüye vurulması, derecesinin, miktarının tesbit edilebilmesi mümkün değildir. Mesela ihsan diye takdim ettikleri şeyin kimde ne oranda bulunduğu, bulunduğu iddia edilen insanlarda gerçekten mevcut olup olmadığı, iddia sahibinin doğru veya yalan söyleyip söylemediği nasıl ve ne ile tesbit edilebilir? Bunun kişinin helal ve haramları gözetmemesi, şeriatın hükümlerine riayet etmemesiyle bilindiği söylenirse, hemen belirtelim ki bunun hal ilmi, ihsan ve ihlas dedikleri tasavvufla hiçbir ilgisi yoktur ve bu ölçü şeriatın kendisidir. Böyle bir kimse için şeriata uyup uymadığı ancak söylenebilir. Yoksa böyle bir kişide ihsan ve İhlasın bulunup bulunmadığı söylenemez. Onun için İslam'da hak batıldan ayrılmış ve neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça belirtilmiştir."Doğruluk, eğrilikten ayrılmıştır.[102] Tasavvufta durum böyle midir? Hangi insanın kalbi yarılıp içinde takva, ihsan ve İhlasın bulup bulunmadığı araştırılabilir? Sarfedilen sözler ve işlenen amellerden başka kişinin iman ve'küfrünü yahut ihlas ve samimiyetsizliğini gösterecek başka bir ölçü mü vardır?
İnsanların iddialarında ve sözlerinde doğru olup olmadıklarını göstermek için kalplerini açıp bakabilecek ve inanç yahut ihlas derecelerim ölçebilecek elimizde bir ölçü aleti yoktur. Bunu bildikleri için tasavvufçular "Tat-mıyan bilmez, yaşamayan bilmez" gibi savunma mekanizmaları geliştirmemişler miydi? Hamdım, piştim, yandım, keşf ve jjjaybe muttali olacak derece vükseldim, kalpleri okuyacak ve melekut alemini seyredecek, hatta levh-i lıfuzu karıştırıp yıllar ve asırlar öncesini yahut sonrasını okuyacak marnlara ve hallere eriştim, şu kadar defa miraca çıktım, Cennet ve Cehen-mde insanların yerlerini ve makamlarım gördüm,[103] diye iddia eden insan-1 rın kalplerindeki iman, ihlas ve ihsan derecesini ne ile Ölçelim ki doğru lup olmadıklarını anlayabilelim? Yoksa mürid ve dervişlerin evliya ilan Hip uçurdukları ve kutup deyip hem yaşarken, hem öldükten sonra hayatta tasarruf ettirdikleri insanların böyle olduklarını bütün insanların körü körüne kabul etmeleri gerektiğini mi söyleyeceğiz?
Tekrar ediyoruz, böylelerinin şeriatın hükümlerine uyup uymamasıyla Ölçüleceği söylenirse, hemen belirtelim ki tasavvufta böyle birşey yoktur ve bu, şeriat, kısır (kabuk) ve zahir dedikleri İslam'ın ölçüsüdür. Bunlar tasavvufun ne konusudur, ne de ölçüsüdür. Bu durum, yukarıda belirttiğimiz gibi fıkhi ve kelami mezheplerin özelliği olup tasavvufun Özelliği değildir. Hem tasavvuf "kal" (söz) değil, "hâl" değil miydi? "İlim" yerine "irfan" değil miydi? İki şema karşılaştırıldığında tasavvufun, İslam'dan aldığı unsurlar kadar İslamdışı unsurlar da ihtiva ettiği görülmektedir. Bu karışıma da tasavvuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları kabul etmiyoruz ve İslam saymıyoruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki geriye sadece İslam kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır. Kısaca, mesele, İslam'da tasavvuf değil,tasavvufta İslam meselesidir. Yani tasavvufun temelde İslam olmadığı, belki İslam'dan birtakım unsurları almış bulunmasıdır. Zaten tasavvufun, değişik sebepler altında, Kur'an ve sünnet yolundan meydana gelen bir sapma olarak ortaya çıktığı zühd şeklinde kendini gösterdiğini belirtmiştik. Bu sapma, yapısında İslam'dan birtakım motifler taşımıştır. Bu bakımdan meselenin İslam'da tasavvuf değil, tasavvufta İslam meselesi olarak algılanması gerekir.
Tasavvufun İslam'dan aldığı unsurlar gösterilerek hak ve İslam'ın kendisi olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki, yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulunan Hristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim söyleyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve sapıklıklarıyla bugünkü hristiyanlık ve yahudiliği İslam saymamış ve insanları onlara davet etmemiz mümkün müdür? Bu dinler ve inançlar her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslam çerçevesi içine girmedikçe İslam olamaz. Bunları tasfiye ettiği zaman da tasavvuf denilen şeyden eser kalmaz ve Allah'ın dini olarak İslam kalır. Bu İslam'ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktur. Daha açık bir ifade ile, hiçbir kimse ve hiçbir düşünce Allah'ın dini üstünde ve ondan kutsal değildir.[104]
Asrı Saadet ve Raşid halifeler devrinde insanlar İslam'ın hükümlerine ellerinden geldiği kadar bağlı olmaya çalışmışlardır. Yeri geldiğinde mallarının tümünü Allah yolunda infak etmişlerdir. Hatta yeri geldiğinde günlük ihtiyaç dışında elde mal tutmanın kötülüğünü bile savunanlar olmuştur. A-ma bu devirde insanlar arasında zahidler, veracılar, takvacılar, ihlasçıiar, abidler gibi ismi taşıyan kişi veya cemaatlerin bulunduğu söylenemez. Aksine müslümanlar ellerinden geldiği kadar İslam'ın bütün emir ve yasaklarını gözetmek ve hükümlerine bağlı kalmak için yarış halinde bulunmuşlardır. İslam'ı bir bütün olarak görmüş ve bütün unsurlarıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Ebu Zer Gıfarî gibi günlük ihtiyaç dışında elde mal bulundurmanın yasaklığını düşünen insanlar kendilerine zahid adını vermedikleri gibi, çokça ibadet eden, Allah'ı çokça zikreden, dünya malına fazla iltifat etmeyen insanlar da kendilerine abid, zakir ve zahid ismini vermemişlerdir. Rasulullah zamanında nisbet iman ve İslam'a olmuştur. İnsanlar mü'min ve müslim olarak anılmışlardır. [105]
Kaldı ki sözlük anlamıyla da olsa, bu nevi bir yaşayışı ifade eden bir kelinin tasavvufun temeli olacağım söylemek ve bu yaşayışı sürdüren insan-sofu olarak bakmak mümkün değildir. Mesela, elde ihtiyaç fazlası mal lundurmanın iyi olmadığını söyleyen Ebu Zer Gıfari'yi Arap aleminde sos-Hst olan çağdaş bazı insanların sosyalist saymaları ve bu yaşayış ve düncesinin de sosyalizm olduğunu iddia etmeleri ne kadar gülünç ise, İs-1 mı bütün olarak yaşamaya çalışan insanların yaşayışlarından bazı unsurlara bakarak onları zahid veya tasavvufçu saymak da gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zaten zühd kelimesi Kur'an-ı Kerim'de sadece bir defa ve tasvip edilmeyen bir anlamda kullanılmıştır.[106]Yoksa o insanların yaşadıkları hayata tasavvufçularm zühdü olarak bakmak veya böyle adlandırmak mümkün değildir.[107]

[61] Mehmed Ali Aynî, Tasavvufla rilıı, M, Erzurum l')7'l, Yukarıda aklığını,; satırlar sadeleştirilmiş! ir

[62] Mehmed Ali Aynî, a, y. e. , 2. İki konuda geniş bili iğinTas.ıvvııfî 7ürk edebiyatının ;ın.ı temalarından biri budur.

[63] Mehmed Ali Aynî, İslam öncesi toplumlarda mislisinin ve Agnostisizm hakkında Dr. Abdul kadir Mahmucl, el-nelseletııV.Sııfiyye ii'l-islam, 8-42, Dan.ı'1-Pikri'l-Arabi, Kahire,

[64] Mehrned Ali Ayni, a. e. , 30-31; Prof. Dr. Cavil Sunar, Tasavvur Felsefesi veya Gertfk f-elseın, I.', Ankara, 1974

[65] Cenne! arzusu ve cehennem korkusu ile değil, sadece kendisine kavuşmak için Allah'a ibadet ellilini söyleyen Rabiatu'l-Adeviyye ve benzerleri ile, "Cennet cennel dedikleri/Birkaç köşkle birkaç hurt/İsteyene ver onları/Sana seni gerek seni" diyen Yunus Emre ve savunucularının, sonr.ı bu İlini malı reenkımas-yon İnancını modern bir inanç gibi gündeme getirip mii si umanların zihinlerini bulandıranların kulakları çınlasın.

[66] Prof. Dr. Cavt Sunar, a. e. , 20, Ankara, 1974

[67] Yunanca kökenli bir kelimedir. Marifet demektir. Zamanla evrimleşerek terimsel bir anlam kazanmış ve yüce bilgilere keşf yolu ile ulaşmak yahut akli istidlal ve burhana dayanmaksızın marifetin zevk yofu ile direkt kalbde doğması anlamına gelmiştir. Agnostisizme bu anlamı verenler, birinci ila dördüncü asır arasında yaşamış olan Yahudi ve Hrisliyan kimi d üşün Lirlerdir. Agnoslizm hakkında geniş bilgi için bakınız. Dr. AbdulkadirMahmud, el-Felsefetu's-Sufiyye fi'l-İslam, s. 4-43

[68] Prof. Dr. Cavit Sunar, a. g. e. , 23-24. İslam öncesi toplumlarda, Yahudilik ve Hriütiyanlıkta tasavvuf için yine bakınız. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, 22-24, Marifet Yayınları, İstanbul, 1<)H1, İslam öncesi din ve felsefelerin tasavvuf üzerindeki etkileri için bkz. Prof. Dr. Erol Güngör, İslam Tas.ıwtılunun Meseleleri, 50-63, Ötüken, İstanbul, 1984; Dr. Abdııikadir Mahmud, a. g. e. , 8-42. Bu söylenenleri tasavvuftaki fena fillah, irfan ve işrak felsefesiyle karşılaştırınız.

[69] Amiran Kurtlan, Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, 38-39, Kulsun Yayınevi, İsl.ınlnıl i 977. Yine bakınız. Ömer Rıza doğrul, a. g. e. s. 22-45

[70] Tevbe, 31.Bkz., Elnıalılı I famdi Yazır, I lak Dini Kur'an Dili, 1/139-142.

[71] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 37-43.

[72] Ali İmran, 10.1

[73] Geniş Rilgi için bkz. Abdula.ziz Duri, ilk Dönem islam Tarihi, 101-129. Ter. Hayrettin Yücesoy, Endülüs Yayınları, İsi. 1991; Muhammen1 el-Hudari, Mııhadaral fi Tarihi'l-Umemi'l-İslamiyye, cüz, 2, s. 100-16ü, Mısır, 1969; Prof. Dr. Erol Güngör, a. g. e., s. 65.

[74] Bkz. M. el-Hııdari rîek. , a. g. e. , 100-16(1; Ebu'j-A'la Mevt!udi, I (ilafeıten Saltanata, | lil.il Yayınları,
İstanbul 1972.

[75] Dr. Yusuf el-Uş, Tarihli Asri'l-Hilafeti'l-Abbasiyye, 23-28, Daru'l-Fikr, Dırm^k, 1982.

[76] De Lscy O'Leary, İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, 11?. Ankara Ü. i. P. Yayınlan, Ankara, 1971.

[77] Prof. Dr. II. ibrahim Hasan, İslam Tarihi, 2/254-25, ist. 1983.

[78] Prof. Dr. Philip Hitti, .Siyasi ve Kültürel islam Tarihi, 2/422-42fı, lîog.ıziri Yayınlan, istanbul, l(i(K); Prof. H. İbrahim Hasan, e. , 2/35 d; Dr. Yusuf el-Uş, T.ırihu Asri'l-t lilafeti'l-Abbasiyye, ru'l-Fikr, Dımeşk, 1082.

[79] Ahmed Emin, Duha'l-islam, 1/124-126. Onuncu baskı, lîeyrut İrs. Dr. Yusuf el Us, a. 2M, Genel olarak Emevi yöneliminin ve özellikle halife Velid'in İsl.ımdrş! yaşayışları, sarayın ahlakdışı durumu hakkında bkx. Doç. Dr. i. Süreyya Sırma, Emeviler Dönemi I filafeüen Salt an,ila, 12 2.5, Beyan Yayınları, İstanbul 1990, ikinci baskı.

[80] Proî. Dr. H. İbrahim Hasan, a. g. e. 2/263

[81] Adam Metz. aynı yer, Tarihu'l-'Iaberi, ii/Odlı'den naklen.

[82] Adam Metz. aynı yer, Tarihu'l-'Iaberi, ii/Odlı'den naklen.

[83] Adam Metz, a.g. e, 2/157-165.

[84] Ahmed Emin, a.g. e., 1/154-155, onuncu baskt, Beyrut.

[85] Ahmeti fimin, Pecru'l-İslam, 2/7, 2/12-14; Üçüncü b.ıskı, Mısır, Dulı.ı'l-İsl.ım, 1/127

[86] Yusuf el-Uş, a.tf. e. 236-242

[87] Ahmed Emin, nec.ru11-İsl anı, 2/10, 14-15, üçüncü baskı, Mısır, Dulı.Vl-İslam, 1/l.il-m, onuncu baskı, Beyrut; Ebu'l-Farac Abtlur.ıhm.ın ilin el-Cevzi, Telbisu iblis, Kıl, Daru'UKülübi'i-İimiyye, Beyrut. Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikattır Tarihi, 197, Dergah yayınlan, İstanbul, 1(WO, ikinci baskı, islam'a giren değişik milletler ve dışarıdan gelen yabancı kültürlerin tasavvufun doğup gelişmesinde .ve güçlenmesinde nasıl rol oynadığını Dr. Kemal Muhammed İsa şöyle anlatmaktadır:
"Hicri dördüncü asırda değişik yer ve medeniyetlerden tasavvufa birçok yabancılıklar girmiştir. Bunlar bilinçsizce yapılan tercümeler, basiretsizce meydana «elen gelişmeler, Kur'an ve sunnellen uzaklaşıp Hrısli-yanlık, Hitit ve İran din ve mezheplerine dayanan hurafe, heves ve kuruntulara sarılma sonucu girnib ve yayılmıştır. Tasavvufa; zümrenin meydana gelmesinde Hrisliyan rahiplerin larihini, Suriye ve Mısır'daki kilise ve manastır kültürünü, yahudi zühdünün dirilişini görüyoruz. Yeni El'laluncu düşüncelerin de bunda açık etkisi olduğu kesindir. Nilekim o yüzyıllarda Hint yoga sisteminin İran'da büyük revaç bulduğu anlaşılmaktadır. Feyiz (kalbe akıp gelme] ve vahdel-i vücudu Eflatunculuktan, iltibad vr hululün hristiyanlık-tan, sarhoşluk ve müziğin budizrnden geldiği bir gerçektir. " Dr. Kemal Muhammed İsa, Naz.ımt fi Mu'le-kadat ibn Arabi, 74-75, Daru'lCidde, 19)54, ikinci baskı Kuveyt,
İbn Arabi kültürünün İslamdışı ve tevhide aykın pekçok unsur kapsadığı ve bu kültürü savunanların bu-yük bir yanılgı içinde bulunduklarını görmek isleyenlerin yüz sayfa kadar olan küçük hacimli hu kiı.ıbı okumalarında yarar vardır.

[88] Tabiin devrinde müçtehidler için bkz. Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İçtihad, 8.V87, D. i. \i. Yayınları, Ankara.

[89] Hayreddin Karaman, a. g. e. 83

[90] De Lacy O'Le.ıry, a. j;. e. 114

[91] De L.'icy O'Leary, a.;;. e. ! 15

[92] Muhammed Fihr Şakff, et-Tasavvııf Beyne'l-Hakki ve'l-Flalk, 47, Dımeşk l'itt'2.

[93] Muhammed Fihr Şakfe, a. g. e., 47.

[94] Muhammed Fihr Şakfe, a. g. e., 47.

[95] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 43-53.

[96] İmn menşeli isimleri için Molla Cami'nin "Netehaıu'l-Üns miri I ladaraıi'l-Kuds" kitabına bakınız. (Bedir Yayınevi, İst. 1971. )

[97] Veya Bermekilerin başı Cafer el-Bermeki'nin yakıniarındandır. Iîkz. Kamil Mııst.ıl'.ı eş-Şeybi, es-Sılalıı Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyıı', 1/286, Hağd.ui, 1963

[98] Dr. Kamil Muslafn eş-Şeybi, a. K- e. 1/276-279, Abdurrahman Abdııllıalik, el-Fikru's-Sııl'i fi Dav'il Kil.ıb ve's-Sunne, 4)3-432, Ktıveyl :ı)
Dr. Ahmed Emin bu konuda şöyle demekledir, kimi kimyacılar kimya bilgisi sayesinde olai;anıislü b.uı şeyler göstermişlerdir. Bunların başında solu Cabir ibn f layy.ın gelmektedir. Zinnıın el-Mısrî ve I lallar (\,ı bunlardandır, Zuhrıı'l-İslam, 2/65, ahire, 1102
Cabir'in ilk üç kişiden olduğuna dair yine bakının: Dr. Süleyman Ateş, Sülemi ve Tasavvuli Tefsin, I, Sönme* Neşriyat, isi. 1969; Philip l-lilü, Siyasi ve Kültürel İslam T.ırihi, 2/W)7, Ter. i'rof. Dr, Salih l'rof. Dr. Hüseyin Gazi Yurdaydın, islam Tarihi Dersleri, 29, AÜİF. Yayınları, İkinci baskı, Ankara 1982, Mehmed Ali Aynî, İslam Tasavvuf Tarihi,,35-36, Sadeleştiren H. R. Yan.ınfı, Akabe, İsi. 1985. 37-es-Şeybi, a. y. e. 1/289-292

[99] eş-Şeybi, a. g. e. 1/292-293

[100] Abdurrahnıan Abdulhalik, a. g. e., 413-415; Dr. Kamil Muslafa eş-Şeybi, a. H. e. 1/29.i. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 53-55.

[101] Mehmet Ali Ayni, a. y. e. 13

[102] Bakara, 256

[103] Bır örnek olarak İmam kabbani'nin şu sözlerini göstermek yeterlidir: "Arşın üstünde yükselmek tok oluyor, Bunlardan birinci çıkışta uzun yolculuktan sonra arşın üstüne yükselini e, cennet yukarıdan kuşbakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının cennetteki makamlarını görmek isledim. Dikkat eltim, köründüler. Makamların sahiplerini de o makamlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri başka i-di. Başka bir yükselişle büyüklerimizin ve ehli beyt imamlarının ve hulel'a-i raşidin'in ve Rasulullah hazretlerinin ve başka peygamberlerin makamları ayrı ayrı göründü. Meleklerin büyüklerinin makamları arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o kadar yükseldiler ki, yeryüzünden arşa kadar veya biraz daha az, yani Hare Nakşibend hazretlerinin makamına olan uzaklık kadar ilerlettiler. . . " imanı Rabbani, Mektuba Tercümesi 1/6-7, Mektup 1, Çev. HLiseyi Hitmi Işık, Sönmez Neşriyal, İstanbul I'id». Birde bu iddialara örnek olması için bazı keramet çeşitlerini belirtmekle yarar vardır, a- Diriyi öldürmek, ölüyü diriltmek.
b- Kabir haline ve ölülerin durumuna vakıf olmak ve aynı zamanda ölülerle konuşabilmek, c- Su üzerinde, yürümek ve havada uçmak,
d- bilmek, görmek ve herkesin kalbindeki sırlar.) vakıf olmak. e- Melekut alemine nüfuz edip tasarruf etmek.
i- Rüzgar estirip esen rüzgarı dindirmek, soğuğu sıcak ve sıcağı soğuk yapmak,
K- Aleşle yanmamak ve öldürücü sebeplerden etkilenmemek. . . " bkz. Molla Cami, Nef.ıh.ıtu'1-Üns nıin H.ıdnraii'l-Kucls, 92, Bedir yayınevi; R. A. Nicholson, islam Sofileri, 119, ter. Komisyon, Küttür Bakanlığı kayınları, Ankara 197», A. Faruk Meyan, Muhammed Bahaeddin Buharı, 124-125, Çile Yayınları, istan-™l 1970, Dr. Masan Küçük, Tarikaller, 130-131, İstanbul 1980; irfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tek-^ Münasebetleri, 43-44, Seha Neşriyat, İstanbul 1984. Şia'da imamlara tanınan makamların ve giydirilen 0|a&ani.islü sıfatların tasavvuf mehurlarına giydirilenlerle benzerliği için bkz. Ali Şeriati, Ali Şi.ısı Alevi S> ası, 141-155, ter. Feyzullah Artinli, Yöneliş, İstanbul, 1990. Ayrıca Budistlerde ve İslam'dan önceki Türk-erde bu nevi olağanüstülük iddiaları ve bunların kaynakları için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Halk '"Açlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri, 7-10, Ankara, 1984.

[104] Ebu'l-Farac: İlin el-Cevzi, Teibisu ibtis, i 69, Daru'l-Külübi'l-ilmiyye, Beyrut.

[105] Ebu'l-Fariic ibn el-Cevzi, 161.

[106] Yusuf, 20. Zühd bölümündebu konu ayrıntılı olrak işlenecektir.

[107] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 55-61.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
e- Nefis Tezkiyesi


Arapça'da nefis, kişinin kendisi demektir. Yani nefis ile kişi özdeştir. Kur'an ayetlerine bakıldığında nefsin hep kişi anlamında kullanıldığı görülür.
Felsefe ile tasavvufun kullanımında ise nefis, insanın içinde şahsından ayrı manevi bir varlıktır. Tasavvufa göre nefis, insanın amansız düşmanıdır. Ömür boyu onu dize getirmek ve dizginlemek için kişinin onunla mücadele etmesi gerekir. Azgın bir düşman olduğundan Ötürü insanın ölünceye kadar onunla savaş halinde olması lazımdır. Vücut kalesinde saklı olduğundan zaptetmek için vücut kalesini sürekli dövmek ve yıpratmak gerekir. Nefis dışarıdaki en azgın ve güçlü düşmandan daha korkunçtur. Onun için "Küçük cihadtan büyük cihada döndük" uydurma hadisinde nefse karşı yapılan mücadele düşmanla yapılan meydan savaşından daha büyük gösterilmiştir. Halbuki Kur'an ayetlerinde ve Rasulullahm sahih sünnetinde durumbunun tam aksidir.
Düşmana karşı yapılan cihadın en büyük cihad olduğu ve başka ibadetlerin ona denk sayılamıyacağım gösteren ayet ve hadisler çoktur. Mesela Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah, mat ve canlarıyla cihad edenleri derece olarak oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vadetmistir. Ama Allah, cihad edenleri oturanlara, büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder. [108]
Bu konudaki hadislerden sadece bir tanesini belirtmekle yetineceğiz: "Bir adam Rasulullah'a sordu; Ey Allah'ın Rasulu! Bana Allah yolunda cihada denk bir amel söyle. Rasulullah, ona gücün yetmez, buyurdu. Adam, yine de söyleyin, dedi. Rasulullah şöyle buyurdu: Cihada çaktığın andan itibaren aralıksız namaz kılmaya ve iftar etmeden oruç tutmaya gücün yeter mi?"[109]
İslam anlayışında kişinin kendini ıslah etmesi, Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı olarak yaşamaya alışması, şeytanın fitnesinden korunmaya çalışması, her türlü iyiliğe yönelmesi, her türlü sıkıntıya katlanarak sabretmesi, emredilen bir şeydir. Müslüman olmak için zaten İslam, kişilerden bunu istemektedir. Kurtuluşa ermek için İslam imanın yanında mutlaka salih ameli şart koşmaktadır. Onun için Kur'an-ı Kerim'de iman kelimeleri hep salih amel ile birlikte kullanılmıştır. İman ile kişi müslüman olur ama salih amel olmadan cennete gitmek mümkün değildir. Kişinin kendini İslamın öngördüğü terbiye ile terbiye etmesi ve bütün çirkinliklerden uzak duracak şekilde tezkiye etmesi İslamın genel öğretişidir.
Amellerin birbirine üstünlüğünü hepimiz biliyoruz. Nitekim birçok defa müslümanlar Rasulullah'a amellerin hangisinin daha üstün olduğunu sorduklarını görüyoruz. Kişinin kendini tezkiye ve terbiye ile uğraşması zorunlu bir amel olmakla beraber, hiçbir zaman Allah'ın sözünü üstün kılacak ci-had ibadetinden daha üstün olduğu söylenemez. Zaten İslam da böyle bir şey söylememiştir. Büyük cihad-küçük cihadla ilgili anlatılan şeyler hadis olmayıp uydurma bir sözdür.
Kur'an-ı Kerim'de nefis bazı sıfatlarla anılmaktadır. Bunlar insanın içinde bulunduğu veya bulunacağı psikolojik durumlar yahut değişik hallerdir. "Ey huzur içinde olan mutmain kişi! O senden, sen de O'ndan hoşnut olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir, Cennetime gir! [110] ayetinde olduğu gibi. Burada kişinin hoşnutluk durumu yahut hali belirtilmektedir. Buna razı olan nefis adı verilmiştir.
"Ben kendimi suçsuz saymıyorum. Şüphesiz kişi kötülük işlemeye çok düşkündür. Ancak Rabbimin rahmet ettiği kişiler bundan kurtulur[111] ayetinde de kişinin heves ve şehvetlere düşkün yanı, yani cazip gelen şeylere insanın aşırı eğilimi, bu tür şeylere karşı zaafının fazlalığı ifade edilmektedir. Yoksa, insanın içinde sürekli kötülüğü emreden ikinci bir varlığı belirtmemektedir. Bilindiği gibi insanda hem iyilik, hem de kötülük işleme eğilimi doğuştandır ve imtihanın dayanağ] da bu iki şık arasındaki serbest ter-cihdir. İnsan iyilik işleme eğiliminin etkisi altında hareket ettiği taktirde mutlu, kötülük işleme eğiliminin etkisi altında hareket ettiği taktirde ise bedbaht olmaktadır. Felsefe ve tasavvuf insanın bu kötülük işleme eğilimine "nefsi emmare" adını vermiş ve tasavvufun ana konusu kabul etmiştir.
Fakat kötülükleri emreden bu nefisle ilgili olarak şöyle bir soru akla gelmektedir: Acaba bu emmare olan nefis neden iyilikleri değil de, hep kötülükleri emretmektedir? Halbuki emretme Özelliğine sahip olan bu nefsin biraz iyilikleri de emretmesi gerekmez miydi? Terbiye ve tezkiye ile insanın kötülük işleme eğilimi sıfıra indirilebileceğine göre, insanda kalıcı ve bağımsız özel bir birim olarak sadece kötülükleri emreden bir nefis yoktur. Onun yerine, kötülük işleme eğiliminin insanda zaman zaman galip gelmesi ve ağır basması vardır. Bu da insanın kötülük işleme ve şehvetlere düşkünlük gösterme eğilimidir. Yoksa, değişmeyen ayrı bir nefis olayı değildir.
"Kınayan nefse yemin ederim.[112] Bu ayette de kişinin pişmanlık ve suçlama özelliği belirtilmektedir. İnsan bir kötülük yahut haksızlık işledikten sonra işlediğine pişmanlık duyar ve böyle bir şeyi yaptığından dolayı kendi kendini sorgulamaya ve kınamaya başlar. Bu da insanın sorgulayıcı ve kınayıcı yanı yahut halidir. Tasavvuf buna "levvame nefis" adını vermektedir, îslamm anlayışında insan ruh ve beden olarak bir bütündür. Ruhu ne kadar saygın ve değerli ise vücudu da o şekilde saygın ve değerlidir. İslam, insana bölünmüş bir varlık olarak değil, bütün olarak bakmaktadır. Ahiret-te de kişiler ruh ve beden birlikteliği içinde haşrolacak ve azaba yahut mükafata muhatap olacaklardır.
İslam dışı felsefelerden etkilenen tasavvufun iddia ettiği gibi vüctıt, ruh için sürekli kurtulmağa çalıştığı bir zindan veya kafes değildir. Çünkü Yüce Allah ruhu yarattığı gibi vücudu da yaratmış ve ikisinin birlikteliğiyle kişiinsan olmuştur.
Tasavvufa göre vücut ruhun zindanı veya kafesidir. Ruh bu zindandan kurtulmak ister. Çünkü ruh Allah'ın parçasıdır ve asli yurduna dönme özlemi ile yaşamaktadır. Bu anlamı desteklemek için de "Sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır[113]"Mahrem yerini koruyan Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu alemler için bir mucize kılmıştık, [114]"Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur,[115] "Ona Ruhumuzu gönderdik de kendisine tam bir insan olarak göründü[116]"Kendilerine bir musibet geldiği zaman 'Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz' derler[117] gibi ayetlerde geçen "onun ruhu, ondan bir ruh, Allah'a ait olmak, ona dönmek" anlamındaki lafızlar delil gösterilmekte ve insanların Allah'tan ayrılan parçalar yahut şeyler olarak onunla bütünleşmek için O'na döneceği söylenmektedir.
Halbuki ayetlerin bu anlamla hiçbir ilgisi yoktur. Evrendeki bütün varlıklar gibi insanlar da Allah'ın malı ve mülküdür. Ayetlerde bulunan tamlanan kelimeler tamlayanın kendisi ve parçası değildir. Bu gibi ayetlerde tam-lama mülkiyeti belirtmektedir. Yani insanlar da, ruh da, bütün yaratıklar da Allah'ın malı ve mülküdür. Mesela, "Evimi tavaf edenler, itikaf edenler, rüku ve sucud yapanlar için temizleyiniz[118] "Allah'ın devesine ve suyunn dokunmayın[119]"Allah'ın yarattığı işte budur. Onun dışındakilerin ne yarattığını bana gösterin[120] ayetlerindeki tamlayan olan ev, deve, yarattığı isimleri nasıl Allah'ın parçası olmayıp sahibi ve maliki olduğu varlıklar ise, yine şe-hadet kelimesinde kullandığımız "Abduhu ve Rasuluhu" tamlamalarmdaki "Abdu" ve "Rasulü" isimleri nasıl Allah'ın parçası olmayıp sahip bulunduğu varlıklar anlamında ise, delil getirilen sözkonusu ayetlerde de tamlayan olarak gelmiş isimler için de durum aynıdır. Mülkü olan o ruhtan Adem'e, Meryem'e, İsa'ya üflemiş ve can kazandırmıştır. [121]Hz. Adem'e sahip bulunduğu ruhtan üfleyip can kazandırdığı halde, sapık felsefi tasavvuftan başka, kimse Adem'in Allah'ın parçası veya kendisi olduğunu nasıl söylemiyorsa, Hz. İsa, Hz. Meryem ve diğer bütün insanlar için de söyleyemez.
"Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış, ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu. [122] ayetinde belirtildiği gibi Hz. İsa çamurdan yaptığı kuşa benzer şeylere üfleyince o şeyler canlanmış ve kuş olmuştur. Bu kuşların Hz. İsa'nın bir parçası olduğunu ve onunla bütünleşme Özlemi ile yaşadığını söylemek mümkün olmadığı gibi, Allah'ın yarattığı bütün varlıklar için de durum aynıdır.
Ayetlerde anlatılan şudur: Varlıklar onun emretmesi yahut can vermesiyle vücut bulmuştur. Dünyada işlediklerinin karşılığını görmek üzere insanlar ahirette Onun huzuruna döneceklerdir. Nitekim Allah'tan geldiği ve onun bir parçası olduğu söylenen ruhların kimi sahipleri kafir ve günahkar olarak Allah'ın huzuruna çıkacak ve cehennemde azap göreceklerdir. Kafirve günahkarların cehennemde ruh ve beden olarak azap görecekleri de kesin bir şeydir. Allah'tan koptuğu veya bir parça olduğu iddia edilen ruhun cehennemde azap görmesi demek, Allah'ın azap görmesi demektir. Bu bakımdan böyle bir anlayıştan Yüce Allah'ı tenzih ederiz.
Yeri gelmişken, Kur'an-ı Kerim'de "ruh" kelimesinin kullanıldığı anlamlara değinmekte yarar vardır. Kur'anda ruh kelimesi şu anlamlarda kullanılmaktadır:
a-Hayat ve hareketi sağlayan şey anlamında kullanılmıştır: "Sana ruhu sorarlar. Deki, ruh Rabbimin ermindendir, size ancak az bilgi verilmiştir[123] ayetinde belirtilen ruh.
b-Bazı meleklere ve özellikle Cebrail'e ad olarak kullanılmıştır: "Uyarıcılardan olman için Ruhulemin onu kalbine indirdi. [124] "Ona Ruhumuzu gönderdik de kendisine tam bir insan olarak göründü[125] ayetlerinde belirtilen ruh.
Görüldüğü gibi Cebrail için isim olarak kullanılan ruh adını Yüce Allah kendisine izafe etmekte ve "Ruhumuz" demektedir. Cebrail'in Allah'ın kendisi veya bir parçası olduğunu hiçbir kimse söylemeyez.
c-Kur'anm adı olarak kullanılmıştır: "Bu şekilde sana emrimizden bir ruh vahyettik[126] ayetindeki gibi.
Yüce Allah ile yaratıklar ve bunlardan biri olarak insan arasındaki ilişki yaratan ile yaratılan, kulluk yapan ile kendisine kulluk yapılan ilişkisidir. Allah bütün varlıkları yaratmıştır. Onlar da her şeylerini Allah'a borçludurlar. Allah ile yaratıklar arasında bütün veya parça olarak organik hiçbir bağ yoktur ve olması da mümkün değildir. Nitekim Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen yahudiler, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen hıristiyanlar ve melekleri Allah'ın kızları olarak gören, cinleri ortak koşan, oğul ve kızlar isnad eden müşrikler Kur'an'm hükmüyle kafir olmuşlardır. Aynı şekilde yapısında Allah'tan bir parça veya organ yahut özellik olduğunu söyleyenler de kafirlerin konumuna düşerler. Onun için insanların Allah'ın bir parçası veya ruhu olduğunu, yer yüzünde Allah'ın şeklini temsil ettiğini söyleyen anlayışların İslam ve tevhidle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu anlayış Hıristiyanlık, mecusi Mani dini ve başka inanç mensuplarının ürünüdür. Bu inanç ve felsefelerin etkisiyle tasavvufa sızmış ve felsefi tasavvufta değişik şekillerde terennüm edilmiştir.
Mesela, Celaleddin Rumi ruhun vücut kafesinden kurtuluşunu düğün vebayram görmektedir. Ruh adına Ney"i konuşturarak kamışlıktan koparılmayı ruhun Allah'tan ayrılması olarak ifade etmekte ve inlemesinin de ruhun bu ayrılıktan duyduğu izdırap olduğunu söylemektedir. Ruhun güya Allah'a kavuşması olan ölümü de iki sevgilinin kavuştuğu zifaf gecesi olarak nitelemektedir. Mesnevi'nin başında anlatılan bu anlayış, bir ana tema olarak Mesnevide işlenmektedir Mesnevi'yi tercüme ve şerh eden Abdulbaki Gölpmarlı bunu şöyle dile getirmektedir:
"Eski sarihlere göre buradaki ney, "İnsan-ı kamil"dir. O, birlik kamışlığından kesilmiştir. Kendi varlığından geçmiş gerçek varlıkta var olmuştur. Ondan çıkan her s-es, tanrı iradesini bildirir; Onun İhtiyarı, tanrı ihtiyarıdır. Fakat görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır; Bu bakımdan ıtlak alemini özler. Daha doğrusu da, onun bu özleyişi bir cilvedir, kendi kendisine bir nazdır.. .[127]
"Mevlana, "Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor" derken, hem kamışlıktan kesilen ney'i, hem de mutlak varlıktan mukayyed varlığa düşen kendisini kastetmektedir... [128]
"Canı beden ayıbından kurtulunca, sevine sevine aslına gitti. Can, Doğan kuşuna benzer, ten ona tuzaktır. O, beden tuzağına ayağı bağlı, kanadı kırık bir halde düşüp kalmıştır.
Fakat, aklı fikri gidince ayağı açıldı, artık o doğan kuşu, Keykubad'a uçar gider. [129] Mesnevi sarihlerinden Tahir Mevlevi de bu konuda şöyle demektedir: "insan-ı kamil de böyledir. Neyistan-ı ezelden, yani (ayan-ı sabite) aleminden, daha açığı, alemi ilahideki mekisinden kader şevkiyle şu dünyaya getirilmiş, beşeriyet kaydına ve anasırı tabiat bendine vurulmuş, ayrılık ateşiyle bağrt şerha şerha olmuş, makamı kadimindeki feyizden mahrum kalmış, kalbini nefsin heveslerinden, zihnini (hesti mevhum), yani şu vehimden ibaret varlıktan tahliye etmiş, kendisini Allah'ın kudret ve düzenine terkeîmiş, müessiri hakikinin iradesine vasıta olmaktan başka bir vazifesi kalmamış, nefha-u ilahiye hangi perdeden zuhur eylerse o nağmeyi icra ediyor.
Mahlukattan her birinin vatanı aslisine karşı muhabbeti olması ve onun hasretiyle ağlayıp inlemesi ve şikayette bulunması tabiidir.
Neyden maksat, bildiğimiz ney olsa da, mecazen insanı kamil bulunsa da, her ikisinde de bu vatan hasreti bulunduğundan, hikayelerinin dinlenilmesi faydalıdır. [130] "İnsanı kamil de menşe-i feyzi olan ayanı sabite aleminden ayrılıp şu beşeriyet sahasına geldiği ve firkatin acıklı ızdırabını çektiği için, yüreğinden fışkıran tesirli söz-ipr kim olursa olsun dinleyenleri kabiliyetleri derecesine göre müteessir eder.[131] Ranlayışı Cüneyrî Bağdadi ise şöyle dile getirmektedir:
Rabbin, Adem oğullarının bellerinden zürriyetierini almış ve onları nefisleri üzerine şahadet ettirmişti; Ben sizin Rabbınız değil miyim? Evet, demişlerdi. Allah, insanlar yok iken kendisinin yaratmasıyla var oldukların! ve ondan sonra onlara hitabettiğîni haber vermiştir. Bu varlık, yaratıklara mahsus varlık cinsinden değildir. Bu, o manada bir varlıktır ki Allah'tan başkası[132] bilmez, işte bu varlık o rabbani varlıktır ve o ilahi idraktir ki ancak Allah'a mahsustur.
Onları çağırdığı zaman onlardan kendisine cevap veren yine kendisi idi. Onlar, onun huzurunda sadece düşünce halinde bulunuyorlardı. Sonra tanrı, o tasavvur halindeki yaratıklarını tohumlar gibi yapıp kendi iradesiyle insan tohumu haline naklederek Adem aleyhisselamın beline koydu. Ve yine Allah, onu şu sözü ile ifade etti: Rabbın adem oğullarının betlerinden zürriyetierini aldı ve onları kendi nefisleri üzerine şahadet ettirdi;Rabbınız değil miyim?
Böylece şam yüce Allah onlara, mevcut değillerken ve sadece bir tasavvur halinde bulunurlarken hitabettiğini haber verdi. Onlar da Hakkı biidiler ama kendi varlıklarıyla değil. Kendi varlıklarından hiç haberleri yoktu. Orada Hak, Hak ile var idi. Bu varlığı ondan başka kimse bilemez ve kendisinden başkası bulamaz".
Demek ki Cuneyd'e göre insanın iki çeşit varlığı vardır. Biri tanrısal varlığı ki Allah'ta düşünce halinde var olmaktadır. Zamansızdır. Bizler dünyaya gelmezden önce böyle bir varlığa sahiptik. Diğeri de yaratılmış olan şekli varlıktır.
Birinci varlığın mahiyetini Allah'tan başkası bilmez. Bu varlık en tam ve en mükemmel varlıktır. Cuneyd'in tasavvur halindeki varlık dediği, Allah'ın bilgisinden başkası değildir. Allah bizim var olacağımızı biliyordu ve onun bilgisinde vardık. İşte allah, o bilgisindeki varlıklara hitabederek 'Ben sizin Rabbınız değil miyim?" demiştir.
O zaman var olan kimdi? Var olmazdan önce nasıl var olabilir? Saf, hoş ve kutsal ruhlardan başkası mı tanrının sorusuna cevap vermiştir? Bunlar Allah'ın geçerli gücü ve tam dilemesiyle cevap vermiş değiller miydi?
Tanrı, bu ide halindeki zamansız, soyut ruhtan ibaret varlıkları kesif zamanlı kalıplara koymuştur. İnsan bu kalıba girmekle o tanrısal ve tam varlıktan ayrılmanın hasretini çeker. Tekrar öyle bir varlığa sahip olmakister. İnsanın bütün üzüntüsü ondandır. Hele güzel manzaralar gördüğü zaman üzüntüye benzer bir his duyması, o tanrısal varlığı hatırlamasından ileri gelir. Zira her güzel, o tanrısal güzelliği hatırlatır.
Madem ki insan vaktiyle böyle bir üzüntüsüz, tasasız, mükemmel bir varlığa sahipti. O halde bu tasasız varlığa dönmek için çalışmalıdır. Peki a-ma bu varlığına nasıl dönecek insan? İşte Cuneyd bunu fena fillah görüşüyle açıklamaktadır.
Tanrısal varlığına kavuşmak isteyen muvahhid, beşeri varlığını kaybetmek, unutmak zorundadır. İşte bu kaybediş haline "Fena" denir. Cuneyd, fenayı üç mertebeye ayırır:
a-Ame!lerini yaparak, cehd ve gayret sarfederek, nefsine aykırı giderek onu istediği amellere koşarak , nefsani sıfatlardan, huylardan ve tabii özelliklerden fani olmaktır.
b-Hakkın senden istediği şeye uymak ve seninle onun arasında hiçbir vasıta kalmamak, her şeyden vazgeçip sırf ona yönelmek, ibadet ve taatlardaki zevk alma düşüncelerinden fani olmaktır.
c-Vecdin son mertebesinde Hak şahidi galebe edince artık Allah'ı müşahedeye ermenin farkına varmaktan da fani olmaktır. İşte o zaman sen fani bakisin. Res-min(görünüşün) kalır ama, ismin (benliğin) kalkar. Artık sen başkasıyla olursun.[133]
İnsanın Allah'tan ayrıldığı düşüncesini Yaşar Nuri Öztürk de şöyle dile getirmektedir:
"Bu sürekli yolculuk, tasavvuf düşüncesindeki "Asli Vatan" kavramıyla da ilişki ar-zeder. Asli vatan, insanın ruhlar alemindeki yeridir. Mevtana bunu Mesnevi'sinde, "Kamışlık", İkbal ise Cavidname'sinde "Can Yoldaşın Yanı" olarak nitelendirmiştir. Bu aslî vatan-ki insanın ayrıldığı bütün olan Allah'tan başkası değildir-tanımlana-maz, ele geçmez, yakalanmaz bir hedef ve sevgili olduğundan, ona varma zevki o-nun yolunda olma zevkinden başka türlü düşünülemez. Onu istemek ve yine istemek. . . İşte aşkın esası da, mükafatı da budur. "Allah kullarından bir topluluğa: "Güneşin altında sizi böyle kıvranarak durmaya iten nedir?" diye soruldu da, onlar şu cevabı verdiler: "Gölgeyi arayıp istemek zevki. " İstemek ve aramak, aşık için Allah dışında her şeyi yabancı, her yeri gurbet haline getirmiştir. Kuşadaiı bunu şu güzel sözü ile ifadeye koymuştur: "Vatan-ı aslimiz, bezm-i elest (Allah'tan ayrıldığımız an ve alemjdîr. Her yerde misafir gibiyiz. [134]
Bu anlayış Tasavvuf! Türk Edebiyatı veya Divan Edebiyatına da boyasını vurmuş ve temel felsefesi olmuştur. Ahmet Kabaklı bunu şöyle ifade etmektedir:
"Tecelli dolayısıyla evrendeki her şeyde tanrı sıfatlarının belirdiğini (yani İlahi sıfatların canlı ve cansızlar şeklinde tezahür ettiğini) görmüştük. Allah, gerçi her şeyde bir veya birkaç sıfatı ile görünmüştür ama bütün sıfatlarıyla tecelli ettiği biricik nesne insandır. Bu yüzden insan, hem yokluk, hem varlık, çirkinlik ve güzellik unsurlarını kendinde toplamıştır.
Tanrının bütün sıfatları, evrende dağınık ama insanda toplu olarak vardır. Aynaya baktığında nasıl kendini görürse, Allah da bütün vasıflarını toplu olarak insanda görmüştür.
İnsan biri ölümlü (fani), öteki ölümsüz (ebedi) olan iki unsurdan teşekkül eder. Ölümlü oian (fani), gövde (ten) unsurudur ki kainatta ateş, hava, su vetopraktan ibaret (dört unsurjdan meydana geien bütün diğer nesnelerden farksızdır. Bu gövdenin ruh denilen ilahi manevi varlığı barındırıp misafir etmekten başka bir görevi, bir değeri yoktur. Maddi olan bütün nesneler gibi o da çürüyüp dağılacaktır. Ölümsüz unsur ise; insana asıl şerefini ve değerini bağışlayan ilahi tarafımızdır. Ruh (can) adı verilen bu unsur, Tanrının bütün sıfatlarına mazhardır. insanda (var olan), ebedi olan ve bırgün tanrıya ulaşacak olan bu ruh varlığımızdır.
Allah'tan kopmuş olan uyanık ve hasretli ruhu Mevlana Celaleddin Mesnevi'sinde neyi ile anlatmaktadır. İnsan ruhu, kamışlıktan koparılmış olduğu için durmadan inleyen, herkesi dertlendiren bir neydir. Nitekim Mesnevi "Dinle neyden ki anlatıyor-Ayrılıklardan şikayet ediyor" mısralarıyla başlamaktadır.
Allah'tan bir parça olan ilahi ruh, nereden geldiğini, ne yüce olduğunu hatırlatmakta, bundan dolayı kafeste tutulan bir kuş gibi gövde içinde çırpınmaktadır, inanışları duyar da ten unsurunu eritirse, hürriyetine kavuşarak evvelceden tanıdığı ilahi vatanına tekrar yükselecektir.[135]
Bu temel bilgilerden sonra İslamm ve tasavvufun nefsi eğitme (tezki-ye)sine gelince; İslam'ın, nefsi eğitmesi (nefis tezkiyesi) Kur'an'ın öğretileri ve Rasulullah(s)'m Örnekliği ile gerçekleşirken; tasavvufta nefis tezkiyesi, tasavvuf şeyhlerinin icad ettikleri çoğu dindışı uygulamalarla gerçekleşmektedir. İslam, nefsi getirdiği emir ve yasaklarla (hükümlerle) gerçekleştirdiği eğitim ve teşviklerle en mükemmel şekilde eğitmektedir. Kişinin haramın bütün şekillerinden uzak durması ve hayatını helallerle şekillendirmesi yanında, her yerde ve her zaman Allah'ın kendisini görüp murakabe ettiğini, kuvvet ve kudretiyle kendisini ihata ettiğini ve O'nun külli iradesi altında çalıştığını unutmaması, O'ndan korkması, rahmetini umması, O'nu anması, insanları küfür ve kötülük şekillerinin tümünden uzaklaştırmaya Çalışması, muhtaçları gözetmesi, acıma duygusuyla varlıklara şefkat göstermesi, büyük-küçük insanların haklarını gözetmesi, akrabalık, komşuluk ve üzerinde hakkı bulunan kişilerin haklarını gözetmesi, toplumsal görevlerinin bilincinde olması, dayanışma ve yardımlaşma duygusu taşıması, fedakarlık ve diğergamlık ruhuna sahip olması, eli ve diliyle bütün kötülükleri önlemeye, gücü yetmediği zaman kalbi ile onlara buğzetmeye çalışması, Allah'a, Rasulullah'a, ulu'l-emirlere ve bütün mü'minlere karşı samimi olması, onları her zaman doğruya yöneltmesi ve yanlışlardan sakındırması, malı ve canıyla, dili ve kalemiyle cihad etmesi, malından açık ve gizli infak yapması, ilim okuması ve okutması, en azından ilim tahsilinde dinleyici olması, insanlara Allah'ın dinini tebliğ etmesi, kişisel ve toplumsal bütün hayat kesitlerinde Allah'ın hükümlerini gözetmesi, cennet va'dini ve cehennem azabım gözönünde tutması, geçmiş milletlerin tutum ve akıbetlerinden ibret alması, kendisini kuşatan şu alemde yüce Allah'ın ayetlerini düşünüp taşınması, onun rahmetini, büyüklüğünü, yüceliğini ve sonsuz lütfünu düşünmesi, gece ile gündüzün, renklerin ve dillerin, mevsimlerin, ilahi kudretin eseri olan tabiat ve toplum yasalarının Allah'ın yüceliğini nasıl gösterdiğini ve n;ısıl birer ayeti olduğunu anlamaya çalışması, insanlarla hatta diğer yaratıklarla ilişkilerinde tevazu ve şefkat sahibi olması, iyiliksever, hoşgörülü, yönlendirici, eğitici, nasihat edici olması, Allah'a çokça tevbe ve istiğfarda bulunması, kafirlere karşı yeri geldiğinde metin ve çetin olması, itaat, şükür, helal yemek ve helal kazanmak, kanaat, tevekkül, şeytana düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, doğruluk, iyi niyet, haya, istikamet, ya-kin sahibi olmak; zina, içki, kumar, yalan, iftira, hile, rüşvet, ana babaya itaatsizlik, sihir, yetim malı yemek, faiz, evli kadına iftira, ilhad, öfke, ölçü ve tartıda hile yapmak, Allah'ın rahmetinden ümid kesmek, Allah'ın azabından emin olmak, deyyusluk, yol kesmek, sövmek, israf, başkasını alaya almak, başkasına lakap yakıştırmak ve kötü isimle anmak, gıybet, ihanet, bid'at, harama şehvetle bakmak, lanet etmek, müslümanla konuşmamak, avret yerini açmak, tekelcilik ve karaborsacılık, meşru bir ibadeti iptal et'-. mek, kötü zan, kibirlenmek, gösteriş ve dalkavukluk, yağcılık ve jurnalcilik, nimete, nankörlük, cehalet, sabırsızlık, inatçılık, taklid, kin ve nefret, gaddarlık, uzun emel, aldatmak, münafıklık, fitnecilik, heva ve hevesine uymak, günaha izin vermek, emanete hıyanet, zulmü ve haksızlığı Önlemeye çalışmamak, misafire iyi davranmamak, komşuya eziyet etmek, borcunu mümkün olduğu halde ödememek veya geciktirmek, müslümanları zarara sokmak, haram elbise giymek, yalan şahitlik yapmak, yalan yere yemin etmek, Rasulullah'a ve Kur'an-ı Kerim'e karşı saygısızlık göstermek, Rasulullah'a iftira etmek, haksız yere insan öldürmek, küçük günah işlemeye devam etmek, söz ve fiille müstehcenlik yapmak ve kötülüğü teşvik etmek, verdiği bir şeyi başa kakmak, kahin, müneccim, sihirbaz ve benzerlerini tasdik etmek, haksız yere mücadele etmek, riyakarca davranmak, köleyi hadımlaştırmak, kişinin hem kendisinin hem de aile fertlerinin haklarına riavet etmemek, tecessüs, adaletten uzaklaşmak gibi İslam'ın yasakladığı fiillerden mümkün olduğu kadar kaçınması konularında insanı Kur'an-ı Kerim'in eğittiği ve bu konularda Hz. Peygamberin örneklik yaptığını biliyoruz.
Bunun dışında kalan ve İslam'ın tasvip etmediği şeylerle yahut yollarla nefis tezkiyesini savunmak, hele bunun İslam'ın ruhu ve özü olduğunu söylemek şüphesiz İslam değildir.
Hürriyet, bağımsızlık, sadece Allah'a kulluk, şeref ve haysiyet, izzet ve kahramanlık dini olan İslam'ın insana bakış ile insanı miskinleştiren, ezen, bağımsız kimliğini ve iradesini yok sayan, şeyh ve mürşid ilişkisini kurum-laştıran tasavvuf anlayışının insana bakışı arasında çok temel farklılıklar vardır. Vahyin rehberliği ve risaletin önderliği neticesinde daha önce tam anlamıyla barbar bir cahiliyye hayatı yaşayan insanlar, saadet asrının birer sahabisi durumuna gelirken, Kur'an'da övülen bu neslin tasavvufun şu veya bu yolunu, şeyhini, tarikatını izleyerek bu seviyeye geldiklerini hangi akıllı söyleyebilir?
Hayatını Kur'an-ı Kerim'in canlı bir örneği haline getiren ve ona aykırı bütün şeyleri reddeden ashab neslinin sonu gelmeyen uzun teşbihleri çekerek, kudüm ve def çalarak, ney ve kaval üfleyerek, raks ve sema ayinleri düzenleyerek, kendinden geçip ayakta ve dizüstü çöküp zikir dedikleıi danslar yaparak, gazel ve kasideler okuyarak, rabıta ve silsile ezberleyerek, posta oturup el öptürerek, fakirhane açıp çile doldurarak, kadın erkek karışıp ışıkları söndürüp gözleri yumarak ve başları Örtüp binlerce virdler çekerek, Allah'ın dinini yayıyor ve keramet gösterisi yapıyor deyip insanların vücutlarına şişler batırarak veya bıçaklarla vücutlarını yararak, sihirbaz ve cambazların yaptıkları gibi avuçta ateşler ve kızgın demirler tutarak ve bütün bunların üstünde pîr denilen kişiler edinip putlaştırarak bu seviyeye geldiğini kim iddia edebilir? Bütün bu yapılanların İslam'dan olduğunu ve ona uygun bulunduğunu nasıl söyleyebiliriz?
Felsefesi, yöntemleri ve pratiği ile tasavvufun İslam'ın nefis tezkiyesi metodundan ayrı ve uzak olduğu açıktır. Yukarıda ancak bazı yönlerini sıralayabildiğimiz İslam'ın nefis tezkiyesi metodu ile tasavvufun nefis tezkiyesi metodu ve anlayışı birbirinden tamamen farklıdır. Bu tezkiye sonunda ikisinin sonuçları da çok ayrı olmaktadır. Tasavvufun nefislerini güya tezkiye ettiği insanların kimi uluhiyet ve rububiyet iddialarında bulunmakta, kimi Allah'ın zatını müşahede ettiği ve arşının üstüne çıktığını söylemekte kimi İslam'la hiçbir ilişkisi bulunmayan ve tamamen esrarengiz muammalar olan makam, rütbe, sıfat ve unvanlar iddia etmekte, kimi öldükten sonra da hayatta tasarruf ettiğini söylerken, kimi levh-i mahfuzda olanları görüp okuduğunu, değiştirdiğini, melekut alemini kolaçan ettiğini söylemektedir. İslam'dan ayrı bir vadide gelişen tasavvufun kavram ve isimlerine bir göz atıldığında bu gerçek açıkça görülü.[136]
Tasavvufla nefislerini tezkiye ettiklerini söyleyenlerin kimi eşyanın hakikatlerini inkar ederek ne varsa hepsinin Allah olduğunu söylemekte, kimi gözün gördüğü, kulağın duyduğu ve kalbin hatırladığı herşeyin bir tarafa bırakılarak bu organlarla sadece Allah'ın görülüp, duyulup hatırlanacağım ifade etmekte, kimi velilerin peygamberlerden üstünlüğünü savunurken, kimi Firavn ve cahiliyye müşrikleri gibi kafirlerin gerçekte arif billah olduğunu iddia etmekte, kimi keramet göstereyim derken hayvan, cin ve yabani varlıkların suretine girdiğini söylemekte, kimi oturduğu yerden kainatı parmağıyla oynattığını ve dünyanın öbür ucundaki işleri idare ettiğini belirtmekte, kimi pîr ve şeyhinin kalbleri okuduğu, gaybı bildiği ve melekut alemiyle irtibat halinde olduğunu anlatmakta, kimi kendini kafirlerden müşriklerden, hatta hayvanlardan daha aşağı saymaktadır. [137]
Aslında nefis tezkiyesi yaptıklarını iddia ederek nefsi insanın içinde iflah lah olmaz bir düşman olarak gören tasavvufçular, ömür boyu kendi bilerine içlerinde bir düşman belirleyerek kendi kendileriyle mücadele leri, kendileriyle barışık değil kavgalı olmaları, hayatı nefis mücadelesi nine oturtmaları ruh ve nefislerinin ne kadar hasta olduğunu göster ktedirler. Bir insanın Ömür boyu kendi kendisiyle kavgalı olması, hep ndi varlığıyla mücadele etmesi, kendi kendisiyle mücadele etmesini savaş nieydanlarında kafir düşmanla yapılan savaştan daha büyük görmesi sağlık lameti değildir. Bir bütün olarak insanın fıtri istek ve ihtiyaçlarını şeriatın belirlediği şekilde karşılamamak için mücadele etmek, vücudu nimetlerden mahrum bırakmak, meşru yeme, içme, evlenme, uyuma, neşelenme, çalışma kazanma ve harcama, çocuk sahibi olma ve diğer bütün nimetlerden yararlanmayı red etme elbette sağlık alameti olamaz. Tasavvufçular bu metodla nefislerini tezkiye ettiklerini söylerken, aslında Allah'ın yarattığı fıtratı değiştirmekte ve kendilerini tezkiye değil, belki çarpık bir eğitime kurban etmektedirler. Yüce Allah'ın "Rabbimiz, bize dünyada iyilik, ahirette de iyilik ver, ateşin azabından koru[138] "Allah'ın sana verdiği şeylerle ahiret yurdunu ara ve dünyadan da nasibini unutma[139] ayetlerinde belirtilen dünyanın iyi ve güzel nimetlerinden mahrum bırakmakla Allah'ın koyduğu fıtrî yasaya da aykırı davranmaktadırlar. Halbuki yüce Allah verdiği nimetleri kullarının üstünde görmek ister. Zaten o nimetlerle imtihan etmekte, ne kadar meşru olarak kullanacaklarını, ne kadar şer'i ölçüler dışına çıkacaklarını ölçmektedir. Böylece islamın madde ve mana dengesini koruyan İslam eğitimi gerçekleşmiş ve insanlar dengeli bir yapıya sahip olmaları sağlanmış olur.
Şüphe yok ki, toplumda insanlar,. Kur'an-ı Kerim'in eğitiminden uzak kaldıkları ve Rasulullah'm sünnetine yabancı oldukları için tezkiyeyi onlardan başka alanlarda aramış ve İslam'a yabancı, batıl yollara düşmüşlerdir. Böylece İslam'a yabancı yollar toplumda revaç bulmuş ve Kur'an ile sünnet eğitimi artık çok garip karşılanmıştır. Bunun neticesi olarak insanlarla Kur'an'ın arası açılmış, mesafeler meydana gelmiştir. Bu boşluğu birtakım insanlar bulanık ve İslam'a yabancı kültürleriyle doldurmaya çalışmıştır. Gündemlerinde Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'm örnek yaşayışı olacağı yerde, başka insanların menkıbeleri, bid'atları, keramet iddiaları, din anlayışları, kimi yerde İslam'la uyuşan kimi yerlerde de onunla çelişen yaşayışları °lmuş, bunlar Örnek alınmış ve gittikçe kutsallaştırılarak dinin yerine geçirilmiştir.
Bu insanlar toplantılarında, sohbetlerinde, görüşmelerinde ve tezkiye amacıyla bîr araya geldiklerinde Kur'an-ı Kerim'i okuyup anlama, öğrenip anlatma ve uygulama yerine, birtakım, kişilerin adab ve menkıbe kitaplarını okumakta veya anlatmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim'de hidayetlerine uymamız emredilen peygamberlerin tevhid mücadeleleri ve dine davetleri araştırılıp anlaşılacağı yerde, silsile olarak onların ezberlenip okunacağı ve ahlakları örnek alınacağı yerde, tarikat şeyhlerinden oluşan silsile ezberlenerek okunmakta, onlarla teberruk edilmekte, onların çoğu yerde İslam'a yabancı yaşayış ve tezkiye yolları örnek alınmaktadır.
"Bunların yerini Kur'an'm ve sünnetin alması gerekir, insanlara öncelikle Kur'an eğitiminin verilmesi gerekir" deyip öğüt veren ve yol gösterenler olursa, bunlar yadırganmakta, yanlış anlaşılıp anlatılmakta, hatta hiyanet ve bozgunculuğa kadar varan birtakım suçlamalarla suçlanmaktadır. Böyle çevrelerde sürekli gündemde tutulan ve aktüalitesini kaybetmeyen birtakım yaftalar ve şablonlarla lekelenmekte, insanlar üzerinde olabilecek yönlendirmelerinin önüne bu şekilde setler çekilmektedir.
Kur'an hidayetinden uzak eğitim sistemleri ve yollan zamanla bu sonucu doğurmuş ve eğriyi doğru görecek kadar görüşü çarpık nesillerin yetişmesine yol açmıştır. Bütün bunlar müslümanların tekrar Kur'an-ı Kerim'e yönelmeleri, inanç, düşünce, anlayış ve örneğini ondan almaları, ondan beslenip duygu ve düşünce dünyalarını onunla şekillendirmeleri, hayatlarını onunla düzenlemeleri, onunla oturup kalkmaları, gündemlerinde onu tutmaları, bütün işlerinde onu Ölçü ve hakem yapmaları, önünde çekilen perdeleri ve dikilen setleri bertaraf etmelerinin ne kadar gerekli olduğunu açıkça göstermektedir.
Hz. Peygamber ve ashabı zamanında tarikat, şeyh, mürid, jadab, hücrelerde çile doldurma ve nefsi öldürme gibi şeylere rastlamadığımız gibi tasavvuf kültürü ve felsefesinin oluşturduğu terminolojiye de rastlamıyoruz. Vah-det-i vücud, vahdet-i şuhud, fakr, sekr, sahv, mahv, aşk, fena, tevessül, istiğase, rabıta, hakikat-ı muhammeddiyye, hatemu'l-evliya, aktab, evtad, ğavs, keşf, feyiz, ehadiyet, vahidiyyet, tekke, derviş, şeyh, mürid, kuddise sirruh, kuddise nuruhu, kuddise ruhuhu gibi izahı ciltlere varan tasavvuf kavram ve uygulamalarının hiçbirine rastlamıyoruz. İslam'ın bütününden koparılan ve tasavvufa monte edilen ahlak, tevazu, edeb, itaat, teslimiyet, istiğfar, teşbih ve zikir, haramlardan sakınma ve şeytana uymama gibi birtakım terimlerin ancak İslam'ın bütünlüğü içinde gerçek anlamlarını taşıyabileceği ve bu anlamların tasavvufa giydirilen anlamlarla ilgisinin bulunmadığı bir gerçektir. Bunlara İslami terimler veya anlamlar yerine tasavvu veya anlamlar olarak bakmak da hem İslam'a haksızlık, hem debüvük bir yanlışlık olurolunca ne oldu? Fetihlerle beraber ve daha sonra İslam'a giren birilletler beraberlerinde eski dinsel ve kültürel hayatlarının bazı un getirdiler ve yaşattılar. Türklerin Şamanizm, İranlıların Mani ve üst inançları, Hintlilerin Budizm ve Brahmanizm dinleri,
Hristiyan ve Yahudi unsurların dinleri, Kuzey Afrika'nın yöresel dini an-i vıs ve yaşayışları, Eski Yunan inaç ve felsefeleri İslam'a giren insanlarla h raber değişik şekil ve oranlarda İslami hayata sızarak sindi. Cahiliyye devrinde Arap müşriklerinin sahip olduğu ve uçan kuştan deve yavrusuna kadar pekçok şeyde kutsallık gören çok sayıda cahili inanç unsurlarının zamanla toplumda hortlaması da buna dahildir. Mesela birtakım gün ve gecelerin uğursuzluğu, ocak anlayışı, nazar boncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişlerin asılması ve dikilmesi, şu gün ve saatte birtakım işlerin yapılmasının uğur veya uğursuzluğu, gibi inançların eski dini inançların devamı olduğu bilinmektedir. Hatta şeyhliğini veya seyyidliğini ilan eden birtakım ailelerin kendilerine "Ocak" adını vermeleri de bu inanca dayanmaktadır.
Kabirlerle tevessül, kabirler üzerine bina yapma, kabirleri ziyaret edinme, onlar için mevlidler düzenleme, ruhlarının hayatta tasarruf ettiğine inanma gibi inançların da İslam Öncesi dinlerden ve ehli-i kitap inançlarından geldiği bir vakıadır. Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama inançları da bu eski inançların kalmtilarmdandır. [140]Batın fıkhı ve zahir fıkhı yahut dinin batını ve zahiri olduğu inancı da bu anlayışın bir devamıdır. Aynı şekilde tasavvuftaki fena, makam, vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, tecelli, ehadiyyet-vahidiyyet, gavs, kutub, ruhların tasarrufu ve ruhlardan istimdat, felekler ve benzeri inançlar da Hint ve eski Yunan kültür ve felsefesinden gelmektedir. Nitekim vahdet-i vücudun panteizm olup olmadığı tartışmalarının bugüne kadar devam etmesi de bunun bir ifadesidir. [141]
Bütün bunlar ve burada sayamayacağımız daha pekçok şeyin İslam toplumunda temelsiz kalması düşünülemezdi. En başta tarikat sisteminin Isla-nıi bir temele oturtulması gerekiyordu. Onun için hadis rivayetindeki senet sistemine benzer bir tarikat senedi sistemi düzenlendi. Kimi tarikatlar, falan filandan aldı sistemiyle Hz. Ebubekir'e ve oradan Rasulullah'a dayandı-rilırken, kimileri de Hz. Ali ve oradan Rasulullah'a dayandırıldı. Kimisi bu geçişin Hira Mağarasında gizlilik içinde olduğunu söylerken, kimisi de evde yahut vadide yine gizlilik içinde Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında olduğunu söyledi. [142]Böylece bütün insanlığa gelen dinin özü, ruhu, zübdesi, ihsanı, ihlası ve takvası, kısaca tasavvufun deyimiyle, işe yarayanı Hz. Peygamberin hayatında bütün ashab arasında sadece bir kişiye tebliğ edilip diğer bütün ashab neslinin bundan mahrum bırakıldığı da iftira edilmiş oldu. Hem de Yüce Allah'ın "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun. [143] buyurmasına rağmen! Veda Haccı'nda yüzbini aşan ashabın huzurunda Allah'ın dinini bütünüyle tebliğ ettiğini Rasulullah'm ilan etmesi ve orada bulunanları buna şahit göstermesi, dini tebliğ ettiğine Allah'ı da şahit tutmasına rağmen!
Mamafih geçmişte işlenen bir yanlışı devam ettirmek ve üzerinde ısrar etmenin hiçbir yararı yoktur. Kişinin hatasını bilip ondan dönmesi ve hakkı benimsemesi kadar büyük fazilet olmaz. Bugün tarikat çevrelerinin bizce yapması gereken şey, bunu insanlara duyurmak ve hatadan dönerek durumu tashih etmektir. Hak ile batılın karıştığı tasavvuf felsefesini ve bid'atlarını bırakıp Kur'an-ı Kerim'e ve Rasulullah'm sünnetine yönelmektir. İslam'ın tabiatına uymayan kurumsallaşmayı bırakıp insanları Allah'ın dinine yöneltmektir. Bu da, İslam'a girerken insanların sahip oldukları birçok şeyleri bırakmaları onlara nasıl zor gelmiyorsa, tarikat çevrelerine de zor gelmemelidir. Amaç Allah'ın rızasını kazanmak ve Rasulünün yolunu izlemek ise, hatadan dönmek ve bid'atları terketmek insanlara zor gelmemelidir.[144]


f- Bilginin Yolları (Keşf, İlham, İşrak)


Bilginin sebepleri yahut yolları üçtür. Bunlar duyular, akıl ve doğru haberdir. Duyalar: İnsan, kendi dışındaki şeyler hakkında bilgiyi duyu organlarıyla elde eder. Duyu organlarıyla hissedilen şeyler hakkında bilgi elde edilir. Bu duyu organları kendilerine tahsis edilen alanda işlevlerini yerine getirirler. Bunlarla istidlale ihtiyaç olmayacak şekilde bilgi elde edilir.
Akıl: Duyu organlarının sahası dışında kalan soyut varlıklar hakkındabilgileri akıl sağlar. Akıl, nazari ve istidlale bağlı bilgilerin sebebidir. Akıl ile elde edilen bilgiler zorunlu bilgiler ve istidlale dayanan nazari bilgilerdir. Aklın da duyular gibi bir çalışma alanı vardır ve bu alan içinde bilgi kaynağı ve sebebi olabilir. Akıl, alanının dışında bilgi kaynağı olma gücüne sahip değildir. Yani, akıl idrak sınırlarının Ötesinde kalan alanlardan bilgi edinme gücüne sahip değildir. Bu da gayb alanı denilen ve ne duyularla, ne de akılla idrak edilemeyen alandır.
Doğru haber: Bilindiği gibi, haber doğru veya yalan olabilir. Doğru haber, gerçeğe uygun olan haberdir. Haberin doğru olabilmesi için gerçeğe uygun olması gerekir.
Dini bilgiler doğru haber yolu ile gelmiştir. Vahyi Yüce Allah'tan alan peygamber, aldıklarını eksiksiz insanlara bildirir. Onlar da kendilerinden sonra gelenlere naklederler.
Peygamberin verdiği haber kesin ve gerçeğin kendisidir. Yüce Allah tarafından vahiy yolu ile kendisine bildirilir. Allah'ın bildirdiği dışında bir peygamberin meçhul gayb aleminden haber vermesi veya bilgiler aktarması mümkün değildir. Zira gayb alemi duyular veya akılla idrak edilen veya mahiyeti bilinebilen birşey değildir. Onun için gayb ile ilgili yegane bilgi kaynağı veya aracı vahiydir. Bunun dışında gayble ilgili bilgi verecek başka bir araç veya sebep yoktur. İslam Ölçülerine göre bilginin yolları veya sebepleri bunlardır.
Keşf, perdenin kalkması ve arkasındaki gizli manalara muttali olmaktır. Müşahede somut varlıklarla ilgili, keşf ise mana ve gizliliklerle ilgilidir.
Keşf, maddi varlıklar için kullanıldığında, o şeylerin üzerindeki örtünün kalkması anlamındadır. Psikolojik durumlar için kullanıldığında da kişinin içinde bulunduğu ruhsal durumu deşifre etmek, sıkıntı ve kederini gidermek anlamlarında olur. Tasavvufta ise, kişinin önündeki karanlık perdenin kalkması ve hakikatleri görmesidir. Bu da görme organı olan maddi gözle değil, basiret yahut kalp gözüyle görmektir. Başka bir ifade ile, akim idrak sınırlarının Ötesinde kalan ve duyu organlarıyla bilinmesi imkansız olan gizli, kapalı ve gaybi şeyleri bilmek, onlara muttali olmaktır.
Tasavvufun Kuran metodundan ayrıldığı en açık yönlerden biri keşf ve Üham meselesidir. Vahyin bildirdiği, aklın kavradığı ve duyu organlarının nıüşahade ettiği gerçeklerin ötesinde, insanların birtakım riyazat ve makamlarda yükselme ile hakikat dedikleri birtakım gaybî şeylere muttali olduklarını ileri sürmektedir.
Biliyoruz ki, Kuran mübin bir kitaptır. İnsanlar için gerekli inanç veamel bilgilerini kesin olarak bildirmiş ve izlenmesini istemiştir. Hz. Peygamber de bu bilgileri insanlara eksiksiz olarak bildirmiş ve açıklamıştır. Rabbinden aldığı ve Ö'nun insanlara bildirmesini istediği bütün bilgileri insanlara bildirmiştir. Kısaca, görevini eksiksiz yerine getirmiştir. Bu bildirilenlerin ötesinde insanların gayb ve melekut alemiyle yahut ahiret alemiyle, vahiy yolu dışında birtakım bilgileri elde etmeleri mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bildirdiği şu yol dışında insanlarla konuşmasının olmadığını bildirmektedir:
"Allah bir insanla ancak vahiy sureliyle veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi göndererek izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu o, yücedir, hakimdir.[145] Bu açık nasstan anlaşıldığı gibi, yüce Allah bir insanla ancak vahiy yolu ile yahut bir perde arkasından veya bir melek aracılığıyla konuşur. Perdenin kalkıp insanlarla doğrudan konuşması, yani onlarla diyalog kurması sözkonusu değildir.
Yine Yüce Allah vahiy yolu dışında bir yolla insanları gaybına muttali kılmayacağını da bildirmektedir:
"Allah size, gaybı bildirecek (muttali kılacak) değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip ona gaybı bildirir. Artık Allah'a ve peygamberlerine inanın. [146] "Gaybı (görülmeyeni) bilen Allah, gayba (görülmeyene) kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır. [147] Hz. Peygamber de "Hiçbir kimse yarın ne olacağını bilmez[148] buyurmaktadır. Hz. Peygamber, İslam'ı insanlara eksiksiz tebliğ etmiş ve din de tamamlanmıştır. Onun bildirdikleri dışında bir şeyin gelmesi veya gayb alemine dair bilgilerin inmesi artık sözkonusu değildir. Bütün müslümaniar, bu kesin hükmü kabul etmek zorundadır. Hz. Peygamber'in dinin belidi şeylerini veya hükümlerini gizleyip onları yalnızca belirli kişilere bildirdiğini yahut insanlardan bu bilgileri gizlediğini düşünmek ona büyük bir iftira olup insanı dinin dışına çıkarır. Çünkü onun görevi Allah'ın risaletini insanlara tebliğ etmek ve açıklamaktır. Yüce Allah bunu "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yapmamış olursun"[149]ayetiyle açıkça belirtmektedir.
Belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber Allah'ın dinini insanlara eksiksiz tebliğ etmiş ve din tamamlanmıştır. "Bugün size dininizi bütünledim, nimetimi size tamamladım ve islam'ı size din olarak seçtim[150]Bu gerçeği Veda Hutbesi'nde bütün ashab karşısında ilan etmiştir. Bunun aksini iddia etmek veyaKuranın bildirdikleri ve Rasulullah'ın tebliğ ettikleriyle çeüş-ute ve sahibini dinin dışına çıkarmaktadır.
İslam'a göre durum bu şekilde iken, tasavvufçular keşf ve ilham diye ka bir ilim elde etme yolunu uydurmuş ve şeriatın bildirmediği yahut mükün olu dışında bir yolla bilinmesinin mümkün olmadığını söylediği birta-şeyleri bu yolla bildiklerini iddia etmişlerdir. Vahyin artık bittiği ve Hz. Muhammed'den sonra başka bir peygamberin gelmeyeceği kesin olarak bilindiği halde, onun bildirmediği, Kuranın da vahiy yolu dışında bir yolla bilinmesinin mümkün olmadığını söylediği birtakım bilgileri keşf ve ilham yolu ile bildiklerini söylemişlerdir.
Kişinin riyazat ve nefsini tasfiye ile insanüstü bir takım yeteneklere sahip olabileceğini, ruh ve kalbinin saflaşıp berraklaşması sonucu insanlara kapalı bulunan ve normal bilgi yollarıyla idrak edilmesi imkansız olan birtakım gaybi bilgileri bilebildiğini, ruh ve nefislerinin ayna gibi gayb alemindeki gerçekleri yansıttığını söyleyerek meçhuller aleminden haber vermiş, akıl ve duyu organlarının ötesinde kalan kişilerle temas kurmuş, hatta ölüp ahirete göçmüş kişilerle diyalog kurduklarını iddia etmişlerdir. Tasfiye ve makamlarda yükselerek melekut alemini seyredebildiklerini, Allah'la konuştuklarını, levlı-i mahfuz'u okuduklarını, "cennet ve cehennemi seyrettiklerini, kaza ve kaderle oynadıklarını söylemişlerdir. OndÖrt asır Önce vefat etmiş olan Hz. Peygamberle keşf yolu ile görüşüp ondan birtakım bilgiler ve talimatlar aldıklarım, hadislerinin sahih olup olmadığını kendisinden sorduklarını ve sahih bir senedi olmamasına rağmen keşf yolu ile birtakım hadislerin sahih olduklarını belirlediklerini iddia etmişlerdir.[151]
Mesela Muhyiddin Arabi, İslam'ın kesin hükümlerine aykırı pekçok şeyleri içeren "Fuausu'l-Hikem" kitabını bile Hz. Peygamberle görüşmesi ve o-nun direktif vermesi üzerine kaleme aldığını iddia etmekte89 ve İslam'a aykırı düşüncelerini bir kutsallık halesiyle kuşatmaktadır. Yine "Futuhat-ı Mekkiyye" kitabını Hz. Peygamberin talimatı ve semavi ilhamın delaletiyle tasnif ve tertip ettiğini söylemektedir.
Gazali gibi bir insan, melek aracılığıyla olmaksızın evliyanın peygamberler gibi gaybten ilham aldığını söylemekte, bu konuda İbni Arabi ve eş-Şara-ni ile meleğin evliyaya görünüp görünmediği konusunda ihtilaf etmektedir.
Onlar meleğin bu bilgileri peygamberlere getirdiği gibi evliyaya getirdiğini söylerken, Gazali, meleğin sözkonusu olmadığını, peygamberlere gökten bilgiler geldiği gibi, evliyaya da gökten bilgiler geldiğini savunmaktadır.[152]
Gazali bunu şu şekilde açıklamaktadır:
"Evliya ve enbiyaya bu işin inkişaf etmesi ve kalbierine nurun akması, okuma, öğrenme ve kitaplar yazmakla değil, dünyaya değer vermeme, ondan ilişkileri kesme dünya uğraşılarından kalbi boş tutma ve himmet künhüyle Allah'a yönelme ile olmuştur. [153] Gazali, evliya diye adlandırdığı tasavvufçulara birçok ilhamların geldiği
ve keşf yolu ile hem levhi muhfuzdaki bilgilerin, hem de gizli şeylerin onlaraaçık olduğunu iddia ederek şöyle demektedir:
"Şüphesiz kalb, bütün eşyanın hakikatinin yansımasına elverişlidir. Bu yansımayı engelleyen şey, yukarıda belirttiğimiz beş duyudur. Beş duyu, kalb aynası ile Yüce Allah'ın kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yazdığı levhi mahfuz arasında yansımayı engelleyen engeldir. Levhi mahfuz aynasından bilgilerin kaib aynasına yansıması, aynadan karşı aynaya görüntünün yansıması gibidir, iki ayna arasındaki perde bazan elle kaldırılır, bazan rüzgar kaldırır. Aynı şekilde lütuf rüzgarları esebilir ve kalblerin gözünden de perdeler kalkabilir ve levhi mahfuzdaki bilgiler o kalblere yansıyabilir.
Bu bazan uykuda olur. Bu keşifle gelecekte olacak şeyler anlaşılır. Perdenin tamamen kalkması ölümle gerçekleşir. Uyanık iken de bazan Allah'tan gizli bir iütufla perde kalkar. Gayb perdelerinin ötesinden kalpte gizli bir şimşek gibi çakar, bazan da bir süre devam eder. Devamlı olması son derece nadirdir. Bilginin kendisi, bilgilerin yeri ve onları edinmenin sebebi açısından duyularla ve ilhamla bilgi edinme arasında bir fark yoktur. Fark sadece perdenin kalkması açısındandır. Çünkü bu, kulun isteğiyle olan bir şey değildir.
Bu konuda vahiy ile iiham arasında da fark yoktur. Fark, sadece bilgi getiren meleğin görülmesindedir. Kalblerimizde bilgi melekler vasıtasıyla meydana gelmektedir. Yüce Allah "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi göndererek izniyle dilediğini vahyeder" ayetiyle buna işaret etmektedir.
Bunu öğrendikten sonra, şunu bil ki tasavvuf ehlinin meyii, öğrenimle elde edilen bilgilere değil, ilhamla gelen bilgileredir. Onun İçin ilim öğrenmeye, müelliflerin yazdıklarını okumağa, görüşleri ve delillerini araştırmaya heves etmemişlerdir. Onunverine, bilgi edinmenin yolunun mücahede, kötü sıfatları yok etme, Allah'tan başka varlıklardan bütün ilişkileri kesme ve himmet künhü ile Yüce Allah'a yönelme oldu-öunu söylemişlerdir. Bu gerçekleşince, artık kulun kalbini Allah'ın kendisi yönlendirir ilim nurlarıyla O nurlandırır. Allah kulun kalbini yönlendirirse ona rahmet taşar, içinde nur parlar, gönül ferahlar, melekutun sırrı ona açılır, rahmet lutfu ile kalpten aurur perdesi kalkar ve içinde ilahi işlerin hakikati parlar.
Kulun yapacağı şey, sadece mücerred tasfiye ile hazırlıklı olmak, sadık irade ile himmeti toplamak, bağrı yanık olmak ve Allah'ın vereceği rahmeti devamlı beklemekten ibarettir.
peygamberlere ve velilere durum açık olmuş, öğrenme, okuma ve yazma ile değil, belki dünyaya karşı zühdle, dünyadan ilişkileri kesmekle, dünyanın işlerinden kalbi boşaltmakla ve himmet künhü ile Allah'a yönelmekle kalbierine nur dolmuştur. Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur.
Bunun da Önce dünyadan bütün ilişkileri kesmek, ondan kalbi boşaltmak, aile, mal, çocuklar, vatan, ilim, makam ve mevkiden himmeti tamamen kesmekle olacağını ileri sürmüşlerdir. Kalbi öyle bir seviyeye gelmelidir ki orada her şeyin varlığı İle yokluğu eşi olacaktır. Kişi sonra kendi başına bir köşeye çekilir, sadece farzlar ve sünnet namazlarıyla yetinir. Kalbini tamamen boşaltmış ve bütün himmetini toplamış olarak oturur. Kur'an okuma, tefsire bakma, hadis yazma veya başka bir şeyle düşüncesini dağıtmaz. Kalbine Allah'tan başka bir şeyin gelmemesi için çalışır. Halvette otururken kalbini toplamış olarak "Allah, Allah" demeye devam eder. Öyle bir duruma gelir ki dilinin hareket ettiği gibi hareket eder ve kelimenin dilinde kendiliğinden tekrar ettiğini görür. Dilde etkisi silininceye ve zikrin kalbinde devam ettiğini görünceye kadar bu durum üzerinde sabreder. Kalbinden de lafzın sureti, harfleri ve kelimenin yapısı silinip onun ayrılmaz bir parçası olarak sadece soyut anlamı kalıncaya kadar zikre devam eder. Bu dereceye kadar devam etmekte serbest olduğu gibi, vesveseleri gidererek bu durumu daha da ileri götürebilir. Ama Allah'ın rahmetini celbetmeme serbestisine sahip değildir. Zira bu yaptıklarıyla Allah'ın rahmetinin esintilerine maruz kalmış bulunmaktadır. Artık bütün yapacağı, bu yolla enbiya ve evliyaya açtığı gibi, Allah'ın kendisine açacağı rahmeti beklemekten ibarettir
İşte o zaman, niyeti sadık, himmeti saf ve uygulaması güzel olmuşsa, şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kalbinde hak parıltıları parlar. Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, gecikebilir de. Tekrar gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu devamlılık uzayabilir, uzamayabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir yahut bir türle yetinebilirler. Bu konuda Allah'ın velilerinin menzilleri sayılamayacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılışnitelikleri ve ahlaklarının çeşitliliği sayılamadtğı gibi. Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere, sonra, istidat ve beklemeye bakar![154]
Keşfe ulaşmak isteyen tasavvuf çula r a Gazali'nin gösterdiği yol da şudur; "Kİşİ sonra kendi başına bir köşeye çekilir. Sadece farzlar ve sünnet namazlarıyla yetinir. Kalbini tamamen boşaltmış ve bütün himmetini toplamış olarak oturur. Kur'an okuma, tefsire bakma, hadis yazma veya başka bir şeyle himmetini dağıtmaz. Kalbine Allah'tan başka bir şeyin gelmemesi için çalışır. [155]
Acaba Gazali'nin öğütlediği bu halvet ve meditasyon hangi yoganın kopyasıdır? Kur'an ve sünnette böyle birşey var mıdır? Acaba bununla tasav-vufçu Allah'ı veya Allah'ın nurlarını yahut melekleri veya Rasulü mü görmekte, yoksa şeytanın kendisine süslediği bu amel ile hayal ve kuruntular dünyasında mı yüzmektedir? Yıllarını ilahiyat ilimleriyle geçiren Gazali, böyle bir uygulamayı acaba Rasulullah'ın sünnetinde ini gördü ?
Tasavvufçulara bu gibi hurafelerde akıl hocalığı yapan, onların bid'at ve hurafelerinin yayılmasına hizmet eden Gazali, bütün bunlara rağmen tasavvufçulara meleklerin nazil olduğunu söylememektedir. Herhalde, peygamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kafir olacağını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da ineceğini söylememiştir. Ama bunu söylememekle Gazali, İbn Arabi gibi tasav-vufçuları kızdırmış olacak ki, meşhur İbn Arabi, bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığım söyleyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi tasavvufçulara da indiğini, sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy, diğerinin ilham olduğunu söylemiştir. [156]
Bu derece keşf ve ilham teorisi tasavvufa boyasını vurmuş ve başlı başına bir ilim yolu yahut sebebi kabul edilmiştir. Bununla da İslam literatüründe ilmin yolları yahut sebepleri anlayışından tasavvufun nasıl farklı bir yol izlediği açıkça anlaşılmaktadır.
İbn Arabi'nin de beş duyu ve aklın bilgi için yeterli olmadığı, hatta bize yanlış bilgiler verdikleri ve yanılttıkları, külli meseleler hakkında doğru bilgiyi ancak keşf veya mükaşefe ile elde etmenin mümkün olduğuna dair görüşü yaygındır.[157]
Arabi'nin, beş duyu ve aklın sınırlı olduğu ve bazen bizi yanıltabiler: doğru olmakla beraber gayb veya külli meseleler hakkında bize
tam bilgileri vahyin bildirdiğini söylemekten kaçınması, onun yeri vufçuların iddiası olan keşf veya mükaşefeyi ileri sürmesi vahiy yo ve muhteva olarak tasavvufun kelam ve fıkıh mezheplerindenbundan da rahatlıkla anlaşılmaktadır, fark»
Tasavvufçular, keşf ve ilham nazariyesine dayanarak Kur'an'ın ayetleri ve Rasulullah'ın hadislerini batini ve ilhadi bir yolla tevil etmiş, şer'î ve .vi bir karineye dayanmadan zahir manalarından saptırmışlardır. Bilhassa İbn Arabi'nin ve onun yolundan gidenlerin eserleri bu nevi batmî il-hadî tevillerle doludur.
Belirttiğimiz gibi, tasavvufçular keşf ve ilhamı bilgilerinin kaynağı ve yolu kabul ederek vahiy yolundan ayrılmışlardır. Keşf ve ilhamın felsefesini de yapmış, derece ve özelliklerini belirtmişlerdir. Mesela îbn Arabi'nin eserlerinde keşf ve ilhamın şu çeşit ve derecelerini görüyoruz:
"el-Keşful-İ'tisamî, el-Mükaşefetu bilvecd, keşfu ilm, keşfu ayn, keşfu hak, el-Keşf: Cevelan bilhissi bi'l-Melekût, el-Keşf ve'ş-Şuhud, lezzetu'l-Keşf, el-Keşfu'i-İrfanî, el-Keşfu'l-Melekî, el-Keşfu'l-Vehbî, el-Keşfu'l-Kalemi, el-Keşfu'n-Nûnî, el-Keşfu'l-Haki-ki, el-Keşfu'l-İradi, el-Keşfu'l-İlmî, el-Keşfu'z-Zatî, el-Keşfu's-Sûrî, el-Keşf ve'l-Estâr, ef-Keşfu'l-Aklî, el-Keşfu'n-Nefsanî, el-Keşfu'r-Ruhanî. el-Keşfu'r-Rabbani, el-Keşf ve'l-Hicab, Sahibu Keşf, el-Keşf ve'l-İİm, Ehlu'l-Keşf ve Ehlu'l-İlm, Ehlul-Keşf ve'l-Vucud, El-Mükaşefetu'l-Maneviyye, e!-Keşf li'l-Esrar.
ibn Arabi ve onun izleyicileri keşf ve ilham konusunda, peygamberlere vahiy getiren meleğin tasavvufçulara da aynı şekilde vahiy ve ilham getirdiğini söyleyecek kadar ileri gitmiş ve bunun savunmasını yapmışlardır. Bu akımın başını, belirttiğimiz gibi, İbn Arabi ve onun hararetli savunucusu es-Şa'ranî çekmektedir.
on Arabî, Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gibi kendisinin de Son ve er» büyük veli olduğunu, böylece "Hatemu'l-Evliya" bidatini orya atan ve haksız olarak el-Hakîm diye adlandırılan Muhammed ibni Ali yolunu izlediğini görüyoruz. Kur'an ve sünnet bilgisinin tümünü ihata ettiğini, bütün kitaplarının hatadan korunmuş olduğunu ve yazdığı her şeyin kendisine vahyedilen vahiyden başka birşey olmadığı "Futuhat-ı Mekkiyye" kitabının bölümlerinin bile kendi tertibi değil, kendisi. ne gelen vahiyle yapılıp tevkifi olduğunu iddia etmiştir. Bu ve başka sözlerini "Futuhat-ı Mekkiyye" kitabından derleyip "el-Yevakît vel-Cevahir fî, Beyani Akaidi'l-Kebair" kitabında sıralayan eş-Şa'ranî'yi dinleyelim:[158]


[108] Nisa, 95-96

[109] Buhari, Cih.ıd 1; Müslim, İmara 110; i"irmi>:i, F.ıdıilu'l-Cif-Mtl I; Nes.it, Cih.ıcl 17; ibn M,ın!>el, 2/.M4, 424.

[110] Fecir, 27-30

[111] Yusuf, 53,

[112] Kıyame, 2

[113] Secde, 9

[114] Enbiya, 91

[115] Nisa, 171

[116] Meryem, 17

[117] Bakara, 156

[118] Bakara,125 ve Hac, 26

[119] Şems, l3

[120] Lokman, 11

[121] Rağıb İsfahani, el-Mufredat fi Ğaribi’I-Kur’an, 205, Daru’I-Marife,Beyrut

[122] Maide, 110

[123] İsra 85

[124] Şuara, 193

[125] Meryem, 1 7

[126] Şura, 52

[127] Abdıılb-ıki Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerhi, 1/33, Küllür b.ık.ınhgı y.ıymlnn, Ank.tr.ı,

[128] Abdulbnkt Gölpınarh, a. g. e. 38

[129] Mev!ana, Mesnevi, v/187, Ter. Velecl izbudak,

[130] Tahiru'l-Mevlevi, Şerhi Mesnevi, 1/5 I, Ahmed s.ıitl nutb.ı.ısı, isDnbul 1963

[131] Mevlevi, Şerhi Mesnevi, 1/54,

[132] Araf, 172

[133] Doç. Dr. Süleyman Ateş, işari Tefsir Okulu, 81-83, Ank. U- i. F. y;ıyınl;ırı, Ank.ır.ı 1974

[134] Yaşar Nuri Öztûrk, Din ve Fıtr.ıt, 172, Yeni Boyut, İstanbul, 1995

[135] Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, 2/119, Türkiye/Yayınevi, İstanbul, 1968

[136] Merak edenlere bir örnek olması bakımından tasavvufun kullandığı lerim ve isimlerden bacılarım buraya alıyoruz. Görülecektir ki, Arapça ve Farsça birer kelime olması dışında bu terim ve isimlerin Kur'an ve Sünnetle hiçbir ilyisi bulunmamaktadır.
Mesela Fena-ı murakabe, lecelli-i nur, tecelli-i ilahiyye, fena billah, beka billah, müşahede-i cemal, fena fi'r-Rasul, zülcenaheyn, fena fişşeyh, letaif-i ahfa, fena fillah, nefiy, isbat, murakabe, cezbe-i ilahi, let.ıif-i kail), müşahede-i rasulullah, tecelli-i esma, tecelli-i ef'al, tecelli-i sıfat, makam-ı hilafet, sırr-ı hilafet, müşahade-i zat, istiğrak, fena ender fena, beka ender beka, müstağrakin-i fizzal, celalîyye, cemaliyye, müstagrakin fi zatillah, makam-ı hayret, tecelli-i berk-i zat, cesed-i ruhani, müşaheden mııhammedi, tecelli-i Hak, sıfat-ı Muhammedi, melekut kapısı, hakikat kapısı, ceberrut alemi, Muhammed kapısı, ,ı!em-i lahut, mirac-ı ehlullah, makam-ı hayret, ruh-ıı sultanı, rtıh-u hayvani, akl-t maaş', akl-ı mead, keşf-i melekut, keşf-i ceberut, gına-ı ehtullah, yavsiyyet, kutbiyyet, kümmelin, aki-ı kul, mirac-ı akla!), beka bi zatiilah, fena fi zatillah, müşahede bi zatülah, müstağrakfn fi zatitlah, müşahidin fi zatillah, ecelli-i berk, iina-ı hayret, tecelli-i zamir, müşahede-i künhi hakikat, ehadiyyet, vahidiyetten, inniyyel, ayniyyet, kün-hiyyet, akrabiyyet, basariyyet, ilmiyyet, failiyyet, mefuliyyet, melihkiyyet, hayatiyyet, mahbu!)iyyel, tevhid-i viicııdi, tevhid-i şuhudi, vakit, makam, hal, sema, kabz, bast, heybet, üns, levacüd, vecd, cem1, ı'nkr, sekr, cemulcem1, gaybel, huzur, sahv, mahv, isbal, setr, tecelli, taayyün, muhatlera, mukaşefe, müşahede, levaih, tevaü, levami', bevadih, hücum, telvin, temkin, kurb, bu'd, hakikat, tarikat, marifet, nefes, hava t ir, varid, sahici, muvafakat, hak ve hakikat, tefrid, firaset, nefis, sır, yad, kerd, baz Rest, vukuf-i adedi, huş der dem, nijıahdaşt, hevacis, vesavis, ilhamat, varidat, ma'kulal, suver-i kaindi, vukuf-i kalbi, yad daşt, nazar ber kadem, halvet der encümen, sefer der vatan, vukuf-i zamani, enbiyaiyye, hakikat-ı Muhammediyye, Ahmediyye dairesi, la taayyün kayyumiyet. . . " Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlar 109-11.6, 304-315, Ter. Rahmi Serin, Pamuk yayınları, İst. 1977; Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibenrii, Tam Miftahu'l-Kulub, Salah Bilici Kitabevi, istanbul 1976; Süleyman ateş, islam Tasavvufu, Pars matbaası, Ankara, İrs. kitapları

[137] Örnek olarak bkz. imam Rabbani, Mektubat Tercümesi, 1/22, Mektup 1 1. yine 1/395, Meklup 2(>2. Abdulkerim el-Cili'nin din Anlayışı, bölümü.

[138] Bakara, 201

[139] Kasas, 77

[140] Prol. Frizi urrahman, Tarih I3oyunca İslami Metodoloji Sorunu, I id, C>v. Pmi. Dr. S.ılilı Akdemir, Ankara Okulu Yay. 1995. Hu konuda şiilik üzerinde i Irisliyanlıftın etkileri itin Uk/.. Ali Seri,ili, Ali Şıası Safevi Şi.ısı, 169-174. , Yöneliş Yayınları, ist. 1990.

[141] Bu konud.ı jî^niş bil^i için bkz. Ahmed Yaş<ır Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatımla Lvliy.ı Menkıbeleri, 7-13, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1984; Dr. Yusu! el-Üş, Tarilıu Asri'l-I tiiafeli'l-Ab-hasiyye, 241.

[142] Sened yolu ile tarikatların Hz. Ebubekir ve h/.. Ali'ye ulaşmalarının mümkün olmadığına dair hkz. Doç. Dr. Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, 49.

[143] Maide, 67 76

[144] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 61-76.

[145] Şura, 5 I

[146] Ali Imran, 179

[147] Cin, 26-27

[148] Buhnri, İslisk.ı, 29

[149] Maide, 67

[150] Maide, 3

[151] ibn Arabi, hayatının son günlerini yaşayan r.ıhreddin er-Ra/i'ye yazdığı mc-şluır ını-klupia okuyup y.ı-^'rnk, ilim tahsil ederek ve eserler yazarak ömrünü boşa geçirdiğini, bunun yerine mücahede ve iiıükaı*1-1(1 yolundan gitseydi bütün bunlara ihtiyaç katmayacağını, elde etliği bililerin boşuna okluğunu, keşi ve 'İnam yolundan gitmeyenlerin Ebelinin hüsran olacağını söylemekledir. Mektubun mublevası ve Senliği 'Çin bkz. Abdul.ızi-î el-Mealub, er-Ra/.i Min I lilalı Teisirih (son bölüm) cd-Oaru'l-Arabiyye li'l-Ktlab, Lib-yn, trs.

[152] Gaz.ıliJhy.ıu Ukımidclin, 3/18, e.l-H,ılebi, Kahire 1919

[153] İhyan Ulumi'd-Din, 111/9, Ğazali'nin mücaherle ve riyalada rilaUnıp parlatılan kalbe levhi nı.ıhl'u/.-d,ın bilgilerin nasıl yansıyacağı, yani işnık yolu ile bilgilere nasıl sahip ofıın.ıaığına ilişkin j.;nrüşii Tasavvufta İyileştirme Çabaları bölümünde yelerince açıklanmıştır.

[154] Caza!i, ihynu Ulumicldin, Vifl-19, 20, e!-l lalebi, Kahire, 1939, Evliyanın peygamberler h'ıyhı hilelisini (İhya, 3/24], Ebu Yezicl el-Bistami'nin bilgilerini direkt Allah'tan aldığını (İhya, 3/231 da savunmaktadır. Halbuki Peygamberin kendisi ğaybi (meçhulü) bilmediğini söylemekledir. Enam, ISO, llutl, .11. Göklerde ve yerde gaybı Ailahian başka kimsenin bilmediğini Kur'an açıkça belirtmektedir:" Deki, Allah-tan başka, göklerde ve yerde olanlar ğaybı bilmezler". Nemi, 65

[155] Ğazalı, İhya, ."i/18, el-l Lılebi, 1930

[156] Abdulvahhab eş-Şaram, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/24-25, Yine bkz. Abdurrahm.ın Abdıılh.ılik, .ı. s;, e. 171-177

[157] Prof. Dr. Nihat Keklik, Muhyiddin İbnıı'l-Arabi Hayalı ve Çevresi, s. 2 S Çığır yayınları, İstanbul.

[158] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 76-84.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Futuhat-ı Mekkiye, bölüm 1:

Arifler yazıp bablara ayırdıkları şeylerde sadece kelama bağlı değildirler. Çünkü kalpleri Allah'ın kapısında durmakta ve oradan çıkacak şeyleri beklemektedir. Oradan bir söz çıkınca onu kendilerine tarif edildiği gibi kaydederler. Rabbterinin emrine uyarak kendilerine verilen bir şeyi cinsinden olmayanın yanına yerleştirmiş olabilirler. Bunun hikmetini Allah bilir.
Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 10: Bütün söylediklerimiz, lafızların ifade ettiği şeylere değil, Allah'ın kalplerimize verdiği bilgilere dayanıyor.
Futuhat-ı Mekkiye, bölüm 47: Bizim ve ashabımızın ilimleri düşünce yolu ile değil, ilahi feyz yolu iledir.
Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 246: Bütün ilimlerimiz zevksiz ilimlerden değil, zevk ilimlerindendir. Çünkü zevk ilimleri ancak ilahi bir tecelli Üe olur. Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 348 ve 389: Fütuhat kitabının tertibinin kendisinin değil, ilham meleği yolu ile Allah'ın kendisine yazdırması yolu iie olduğu, sözlerinin arasında bazan irtibatsız şeyler olabileceği, tıpkı talak, nikah ve vefat iddeti ayetleri arasında namaza ve ikindi namazına titizlik gösterilmesinin zikrediidiği gibi, sözlerinin arasında bazen İrtibatsızlık bulunduğu ve bunun bize İmla ettirilmesi sonucu meydana geldiğini söyle rnektedir.
Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 367: Rasulullah'tan başka kimseyi taklid etmediği ve bütün bilgilerinin hatadan korunmuş olduğunu söylemektedir. Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 373: Yazdığım ve yazmakta olduğum bütün şeyler ilahi bir yazdırma, rabbani bir ilham veya ruhuma yaplan bir üflemedir. Bütün bunlar istiklal hükmü ile değil, miras hükmü iledir.
Bütün bunlar kamil insanların söylediklerinin hata kabul etmediğini göstermektedir. [159]
ibn Arabi ve Şa'ranî'ye göre evliyaya gelen vahiy ile peygamberlere gelen vahiy aynıdır. Ancak peygamberlere gelen vahiy teşri, evliyaya gelen vahiy işe ittiba vahyidir. Evliyanın kalbine vahyetmek istediği zaman Allah, vah' yedeceği şey suretinde tecelli eder ve veli salt bunu görmekle Allah'ın kendi'
hyedeceği şeyi anlamış olur. Bazan bu vahiy sadık rüya yahut vahye-. seylere evliyayı muttali kılmakla olur. Levh-i Mahfuzda yazılmış pulların yazılarını birbirinden ayırdedebildiğini de söylemektedir. ilhamın, gökten yazılı bir levha halinde indiğini belirtmektedir
sinci bölümde "Bu levhanın gökten indiğinin alametinin başkalarına rilmemesi ve ne taraftan okunursa doğru okunacağıdır. Levh-i Mahfuzun yazısı ile kulların yazıları arasındaki farkı kendisine öğrettiğini de kaydeder.
Tasavvufçulara meleklerin indiği, Allah'ı gözleriyle gördükleri, gaybm eslerini işittikleri, vahyin kendilerine yazılı geldiğini belirtmekle yetinmemekte, belki evliyanın kalblerinden perdelerin kalkıp cenneti ve cehennemi a-özleriyle seyrettiklerini de ilave etmektedir. Kalplerinin parlaması ve nefislerinin yücelmesi sonucu gökler alemini seyrettiklerini ve orada olup bitenleri bildiklerini de kaydetmektedir. Bütün bunlarda peygamberimizi izlediklerini ve ona bu şeylerin vaki olduğunu söylemektedir.
Tasavvufçular, bilgiye ve hakikate ulaşmanın yolu olarak bir de işrak yolunu uydurmuşlardır. İşrak'ı insanın kalbinde hakikat nurunun parlaması ve meçhul olan şeylerin bilinmesi şeklinde tanımlarlar. Bu düşünce temelde Nuru'l-Envar anlayışına dayanmaktadır. İşrak bilgisi, sadece sezgiye dayanan bir bilgidir. Akıl ve duyular aleminin ötesinde bir alanın mevcut olduğu ve bu alana ancak işrak yolu ile ulaşılabileceğini söylemektedir. Kesin bilginin ancak bu yolla elde edilebileceğini ifade eder. Bu yola zevk, keşf, ilham ve vicdan yolu da denir. Sezgi yolu ile elde edilen bilgi, tasavvufçunun kalbine damlar, o da bunu alır, ama tavsif etmesi ve tarifini yapması mümkün değildir.
"işrak felsefesi"ne göre, insan bir an gelir beşeriyyetinden sıyrılıp melek gibi olma yeteneğine sahip olur. Bu yetenek yüceye doğru yönelmekte ve fıtrat yolu ile yüce aleme ulaşmaktadır. Bundan sonra nefis ilahi ilham ve mükaşefe yolu ile bilgiyi alır. Bu ledünni bilgi de ancak kalb üe yüce alem [160]
Tasavvufçulara göre işrakî bilgi, kesinlik ifade eder. [161]Yukarıda da be-lirtildiği gibi bu bilgiye Iedünni bilgi adını verirler. Bu bilgiye şek ve şüphenin ulaşması mümkün değildir. Nitekim İbn Arabi bu konuda şöyle diyor-"İmanını delil ve istidlal üzerine kuran kişinin imanına güvenilmez. Çünkü bunu düşünme ve nazar ile elde etmiştir." Fahreddin Razi'ye hitaben söylediği "kamil ilim, raviler ve hocalar yolu ile değil, doğrudan doğruya Allah'tan aracısız gelen ilimdir" sözü meşhurdur.
Yine Beyazıd Bistami'nin çağdaşı alimlere "Alim, bir kitaptan ezberleyen ve ezberlediğini unuttuğu zaman cahil kalan değil, okuma ve ezberleme olmadan istediği zaman ilmini Allah'tan alan kişidir[162] sözü, işrak yolunun tipik bir ifadesidir.
İşrak yolu sezgi ve zevke dayalı bir yol olduğu için tasavvufçuların ilah anlayışları da zevk ve sezgi niteliklerine paralel olarak değişmektedir. Bunun açık ifadesini ileride tasavvuf meşhurlarının Allah anlayışlarında göreceğiz. Onların ilahı akıl veya nakille yahut yerin ve göklerin yaratılışını düsünerek bilinebilen bir ilah olmaktan çok, tecelliler yolu ile tasavvufçuların kalbinde parlayan yahut doğan bir ilahtır. Bu bakımdan kimilerine göre iş-raki tasavvufçuların ilahı, Hindulann mutlaklığı, Eflatun'un Birliği, Hallaç ve İbn Arabi'nin Vahdeti ve sezgici Paskal'm şuurudur.
Tasavvufçular bu ilahın bilinen delil şekilleriyle delillendirilmesiııin mümkün olmadığını söylüyorlar. İnsanın dışında olan vahiy bilgisiyle de bunu delillendirmek mümkün değildir, diyorlar. Çünkü içten bir ilham ile oluşmakta ve ilhamlar da kişilere göre farklı olmaktadır. Bu ilhamı alabilmek için de nefsin zelil olması, şehvet ve arzularından sıyrılması, mele-i alaya ve akdes nura bağlanması gerekir ki, kişinin önünde gerilmiş olan kalın perdeleri bu nur dağıtacak, engelleri kaldıracak ve yücelerden inen nur ile vücutların içini aydınlatacaktır. Bu gerçekleştiği taktirde nefis yüce Hak ile muhatap olacak ve içinde nur gibi parlayacaktır. Zaten "ve nefislerinizde, görmüyor musunuz" demiyor mu yüce Hak?!
Bilindiği gibi, işrak mezhebinin tasavvufta lideri, öldürülen Şihabuddin Suhreverdi'dir. Kendisi zaten felsefesinde başka din ve felsefelerden alınmış ifade ve tabirleri kullanmaktadır. Bunları da en başta Eflatun felsefesinden almakta ve sudur ve feyz nazariyelerinden etkilenmektedir.
Bütün bunlar metod ve felsefe olarak, kavram ve anlayış olarak, temel ve sonuç olarak tasavvufun İslam çerçevesinde kalan fıkıh ve kelam mezheplerinden ne kadar farklı oduğunu ve nasıl vahyin denetimi dışına çıktığını göstermektedir.[163]


g. Tasavvuf ve Hızır Kıssası


Tasavvuf, önceleri zühd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslami temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve salih selefin hayatından birtakım İslami temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf suresinde geçen Hz. Musa ile "Salih Kul" kıssasıdır.
Tasavvufçular suredeki salih kulu "Hızır" adında ermiş bir kişi olarak itelemiş ve anlatılan kıssanın manalarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zahir bir şeriat ve ona muhalif batın bir hakikat bulunduğunu, şeriat alimlerinin hakikat alimlerinin bir takım şeylerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri Salih Kul"a (Hızır) Hz. Musa'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şeyise, şeriat alimlerinin de hakikat alimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Musa'yı da onun emrine vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.
Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyamete kadar yaşayacağını peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledunni ilim dedikleri batini bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamberin peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Musa peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.
Yine veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. Musa'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zahirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat alimleri olan evliya yahut tasavvufçularm şeriat (zahir) alimi olan alimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Yine, Hızır'ın evliya ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufi ahidler aldığını söylemiş, tasavvuf! hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğu, mesela şeriattaki içki içmek, zina ve benzeri kötülüklerin batını ilimde tasavvufi bir hakikat ve Allah'a yakınlık kazandıran fiiller olabileceğini belirtmişlerdir.
Tasavvufçular, Salih Kul kıssasından öyle hurafeler ve akıldışı şeyler çıkarmışlardır ki, onlardan kimileri Salih Kuî'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sahip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefi mezhebine göre kıldığını, bazıları da şafii mezhebine göre kıldığını söylemiştir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.
Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslam aleminin değişik yerlerini Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvuf-çu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.
Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapmaya ve tasavvufa
nlıSJ,n ilk kişi, Hatemu'l-Evliya nazariyesini ilk defa ortaya balarn deaikleri sufı et-Tirmizi'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri üçüncülarında ölmüştür. Hatmu'l-Velaye adlı kitabında evliyanın alamet-tcrı konusunda şöyle demektedir:nakkında Hızır aleyhisseiam'ın ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta başlan-kaderlerin belirlendiği andan, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı manda yaşamak İstemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu metle haşrolma ve Muhammed'e tabi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim i-Halil ve Zülkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zülkarneyn'in ordu kumandanıydı. Zülkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiştir Bunun hikayesi uzundur. İşte evliyanın alametleri bunlardır. En belirgin alametleri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: Bidayet (alemin veya varlıkların) ilmi, misak (sözalma) İlmi. kaderler ilmi ve harflerilmi.
Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim ancak büyük velilerden ortaya çıkar. Onlardan da velayetten nasibi olanlar alır.[164] Hızır hakkında örülen hurafelerden Şafii mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektuba?m sahibinden dinleyelim. Ondan sonra Kuran ve Hadis kaynaklarından bu kıssaya bakalım. Mektubat'm 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:
"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Hızır aleyhisselam hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu fakirin gerektiği kadar onun ahvali hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas'ın ruhaniler suretinde hazır olduğunu gördüm. Hızır ruhani bir kelam ile şöyle dedi: Biz ruhlar alemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar suretinde teşekkül ve temessül eder, vücutlardan sadır olan cismani duruş ve hareketler, bedeni itaat ve İbadetler ondan sadır olur.
O anda kendisine "Siz Şafii mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle dedi: Biz şeriatlarla mükellef değiliz ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de şafii mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam şafiinin mezhebine göre namaz kılıyoruz.
O anda anlaşılmıştır ki, taatlanna mükafaat terettüp etmemekte, belki onlardan İbadet ve taat, taat ehline muvafakat ve ibadet suretine (şekline) riayet için sadır olmaktadır. (Yani ibadet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibadet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velayetin kemalatı Şafii fıkhına vafık, nübüvvetin kemalatı da Hanefi fıkhına muvafıktır. (Yani veliler şafii, berlerde hanefidir).
O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hak' katı da anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebu Hanıfe'nin mezhebine göre amel edecektir.
O anda İkisinden medet istemek ve dualarını almayı talep etmek aklımıza geiü. Bunun üzerine şöyle dedi: Allah'ın inayeti kişinin haiini İhata etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz. Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İfyas(a) o zaman hiç konuşmadı.[165]
Hızır'ın Şafii mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular olduğu gibi, Hanefi mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır. [166]
Kendisine Hızır adı takılan Salih Kul'un veli veya nebi oluşu meselesine gelelim; Hemen belirtelim ki veli olduğunu söyleyen kimi alimler olmakla beraber cumhur nebi olduğunu söylemektedir. Nebi olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. Bu konuda bazı görüşleri nakledelim:
Cumhur (alimlerin çoğunluğu), Salih Kulun nebi olduğunu söylemektedir. Bazıları ise Rasul olduğunu söylemiştir. Tasavvuf eğilimli olan birtakım kişiler ise veli olduğunu söylemiş ve keramet gibi tasavvuf! bazı meselelere bu kıssayı dayanak yapmıştır.
Fakih er-Remli "Doğrusu, cumhurun dediği gibi nebi olmasıdır. Çünkü ayette "onu kendiliğimden yapmadım[167] ve "Yanımızdan ona bir rahmet verdik[168] buyurmaktadır ki, bu rahmet, vahiy ve nübüvvettir. [169]demektedir.
İbnu Salah da "O nebidir, ama rasul olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. [170] demiştir. Futuhat-ı Mekkiyye'nin sahibi İbn Arabi bile peygamberlerin hayatından sözederken Hızır'ın onlardan ve rasul olduğunu belirtmiştir.ak müfessir Alu si bunun mercuh bir görüş olduğunu ve doğrusunun nebi olduğunu belirtmiştir.[171]
Nebi (peygamber) oluşunun delillerine gelince:
Bütün müfessirler "yanımızdan ona bir rahmet verdik" ayetindeki "raht" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu söylemişlerdir. [172] Nitekim "(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde m ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuş buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıız? [173] "Çünkü Biz onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. [174] "Kafirler de, putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir. [175] "Onu (Lut'u) rahmetimize dahil ettik. Çünkü o salihleı-den idi. [176] "Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir. [177] "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar. [178] "Çünkü Biz, Rabbin katından bir rahmet olarak peygamberler göndericiyizdir. [179] gibi ayetlerde ve başka yerlerde "Rahmet" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu müfessirler belirtmişlerdir. Onun için Hızır olarak adlandırılan Salih Kul ile ilgili bu ayette geçen rahmetin de nübüvvet manasında olduğu ve Hızır'ın nebi olduğuna delalet ettiği anlaşılmaktadır. [180]
Nesefi, "Katımızdan ona bir ilim öğrettik. [181] ayetinin gaybi şeyleri haber vermek anlamında olduğunu belirterek bunun ancak Allah tarafından vahiyle olacağım söyler. Yine "Onu kendimden yapmadım. [182] ayetini "kendi içtihadımla yapmadım, bilakis onu Allah'ın emriyle yaptım" diye tefsir eder[183].Nitekim Kurtubi de "Cumhura göre Hızır nebidir ve ayet buna delalet etmektedir. Çünkü nebi kendisinden daha aşağı olan kişiden Öğrenmez.
Sonra gizli (batın) olan şey hakkındaki hükme ancak peygamber olanlar muttali olur.[184]demektedir.
Fahruddin er-Razi, Hz. Musa ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:
a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" buyurmaktadır. Rahmet de nübüvvetin kendisidir. (Yukarıda belirttiğimiz ayetlerden deliller getirir. )
b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" buyurmaktadır. Bu da bir Öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona Öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebi olması vaciptir.
c- Hz. Musa ona: "Bana öğretmen için sana tabi olayım mı? [185] buyurmuştur. Biliyoruz ki, Öğretimde veya öğrenimde peygamber, peygamber olmayana tabi olmaz.
d- Hızır, Hz. Musa'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin[186] diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Musa da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam. [187] diyerek ona karşı tevazu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Musa'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.
e- Ebubekir el-Asam: "Onu kendimden yapmadım" ayetinin Hızır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi içtihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.
f- Rivayetlerde Hz. Musa'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selamu aley-kum" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selam ya nebiyye Beni İsrail" dediği, Hz. Musa'nın ona "Bunu kim sana söyledi (Benim Israiloğullarımn peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir. [188]
"Onu kendimden yapmadım" ayeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğünbu işleri kendi görüş ve içtihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile aotım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. [189]
Hz. Musa'nın karşılaştığı ve görüştüğü salih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufı meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan ona bir ilim öğrettik" sözlerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Hz. Musa'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı ola çaktır?" [190]
Kıssada geçen ve görünüşte serî naslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı Öldürmesi caiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla caiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi caiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi Öldürmenin kendisi- , ne ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız olduğu açıktır.
Ama Salih Kul'un, büyüdüğü zaman mü'min ebeveynini küfre ve irtida-da götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilhanı veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Salih Kulun nübüvvetim göstermektedir. [191]
Bilindiği gibi, İslam şeriatına göre ilham şer'i delil olmaz. Serî bir nassa aykırı düştüğü taktirde ilhamla amel etmek caiz değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan alimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçularm kendileri de bunu kabul etmektedir. Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemekmümkün değildir. Bu işleri ancak yanılnıayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur.[192]
Bunun aksini savunan varsa, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı taktirde, acaba Öldürmesi için çocuğunu verebilir rai? İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebubekir Cassas da şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebni olarak işlenmesi caiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi safinin işlemesinin aksinedir. Tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zahirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebni olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek caiz değildir. [193]
Salih KuFun işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnidir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır. [194]
Ayrıca, veli saydıkları Salih Kul'un ledunni bilgiye sahip olduğu ve Allah'tan ilhanı aldığını savunan tasavvufçuların ona bu yetkiyi verirken, Peygamber olan Hz. Musa'ya vermemeleri mantık ve insafla açıklanacak birşey değildir. Her mümin biliyor ki peygamber veliden büyüktür. Peygamber olan Hz. Musa ledunni bilgilere ve ilhama sahip olamıyorsa, veli olarak gördükleri Salih kul nasıl sahip olabilir?
Kur'an'da bu salih kişinin açıkça diğer peygamberler gibi adı geçmemekle beraber ona bir peygamber olarak inanmak gerekir. Ancak bu inanç sarih ve sahih dini bir nassa değil, içtihada dayandığından, yani delaleti açık olmadığından onu veli kabul eden bir insan tekfir edilmez. İcmali olarak bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Kur'an-ı Kerimde adı geçen peygamberlere ise, ayrı ayrı iman etmek farzdır. [195]
Hızır, günümüzde de yaşıyor mu ve kıyamete kadar yaşayacak mı? Hebelirtelim ki bu anlayış sahiplerinin çok büyük bir kısmı yine tasavvufına mensup olanlardan oluşmaktadır. Bunlar arasında Cunevd el-Bağ-Seri es-Sakati, Bişr el-Hafı, Muhyiddin ibn Arabi, Ebu Talib el-Mekki,ail Hakkı Bursevi, Hakim et-Tirmizi, İbrahim ibn Edhem, Maruf el-Ker-Anır ibn Dinar, el-Yafii gibi tasavvuf meşhurları bulunmaktadır. Yaşada dair delil olarak da Hızır'ın zaman zaman bu meşhurlardan kimileriyle örüştüğü ve belirli yerlerde onlara göründüğü yolundaki mitolojik iddialardır.
Nevevi, Hızır'ın hâlâ aramızda yaşadığı, tasavvuftular, salah ve marifet
ehli arasında bu konuda ittifak bulunduğu ve kendisini gördükleri, onunla konuştukları, kendisinden birtakım bilgiler aldıkları, ona sorular sorup cevaplar aldıklarına dair hikayelerinin çokça bulunduğunu kaydeder. Bulunduğu mübarek yerlerin de sayılamayacak kadar çok ve gizlenemeyecek kadar açık bulunduğunu belirtir.[196]
Bu konuda İsrailiyyat olduğu kabul edilen birçok da rivayet vardır. Nitekim İbn Hacer de Hızır'ın Aynu'l-Hayat'tan içip ölümsüzlüğe kavuşması rivayetlerinin Vehb ibn Münebbih ve onun gibi İsrailiyyat nakledenlerden çıktığını kaydetmektedi. [197]
Zahir naslara dayanmayan islamdışı birçok görüş ve davranışlarını ta-savvvufçuların bu nevi esrarengiz ve ilham-keşf gibi şeylere dayandırmaya çalışması da bu işin ne kadar tutarsız olduğunu göstermektedir. Hızır'ın şu anda yaşadığı ve kıyamete kadar yaşayacağı anlayışı birçok yönden reddedilmiştir.el-Alusi ve Salah Abdulfettah el-Halidi bunu maddeler halinde şöyle
Özetlemektedir:
a- Hızır'ın yaşadığını söyleyenler, onun bizzat Hz. Adem'in oğlu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki bunun ne kadar gülünç olduğu açıktır.
b- Hızır, Hz. Nuh'tan önce olsaydı tufan sırasında o da gemiye binerdi. Buna dair hiçbir haber yoktur. Sonra gemiye binenlerin tümü eceli geldiğinde Ölmüştür. Sadece-Hz. Nuh'un mümin oğullarının soyu devam etmiştir. Yüce Allah bunu "Ve onun zürriyetini baki olanlar kıldık[198] diyerek belirtmiştir.
c- Hz. Adem'in zamanından kıyamete kadar bir insan yaşamış olsayd, bu en büyük alamet ve delil olurdu. Yüce Allah delil olması için uzun sür ' öldürüp dirilttiklerini Kur'an-ı Kerimde belirtmiş ve alamet yahut delil 0] ması için zikretmiştir. Halbuki Hızır'la ilgili hiç böyle birşey olmamıştır.
d- Hızır'ın yaşadığım söylemek Allah'ın takdiri hakkında bilgisizce konuşmaktır ve bu Kur'an ayetleriyle yasaklanmıştır.
e- Yaşadığına dair deliller, tasavvuf meşhurlarının anlattıkları hikaye, lerden öteye geçmemektedir. Acaba bunlar Hızır'ın hangi alametini ve özelliğini biliyorlar ki kendilerine görünenin şeytan olmadığına hükmediyorlar?
f- Bilindiği gibi Hızır, Hz. Musa'dan ayrıldı. Hz. Musa'dan ayrılmaya razı olan Hızır, şeriat ölçüsü tanımayan, cuma ve cemaat bilmeyen, ilim tahsil etmeyen ve ruhbanlık hayatı yaşayan birtakım cahillerle bir araya gelmeye nasıl razı olabilir? Herbiri "Hızır bana tavsiyede bulundu, Hızır bana söyledi, Hızır bana göründü" deyip duruyorlar. Hz. Musa ile sohbetine son veren Hızır acaba bunlarla sohbete nasıl razı oldu?
g- Hızır'la görüştüğünü iddia eden kişiler "Biz Rasulullah'la görüştük, onunla sohbet ettik, ondan dinledik" gibi şeyler söyleyecek olurlarsa reddedilecekleri konusunda bütün ümmet icma etmiştir. Böyle iken "Hızır'la görüştük, onunla oturduk, ondan aldık" demeleri gibi sözlerine nasıl itibar?
h- Hz. Peygamber, "Musa hayatta olsaydı, mutlaka bana tabi olacaktı.[199] buyurmuştur. Hızır da hayatta olsaydı elbette Rasulullaha tabi olacaktı. Halbuki buna dair sahih hiçbir şey yoktur. Sadece ashabtan bazı kişilerin ölümü üzerine Hızır'ın Rasulullaha taziye için geldiği rivayeti vardır ki, onun da muhaddis alimler doğru olmadığını söylüyorlar.
Nitekim İbn Kesir "Bu konudaki bütün hadisler gerçekten zayıftır. Dinde hüccet olmaya elverişli değildir. Hikayelerin çoğunun da senedi zayıftır. Olsa olsa, sahabi ve benzeri masum olmayan ve yanılması mümkün olan kişilere kadar ulaşabilir" demektedir. [200] Ebu'l-Ferec ibn el-Cevzi de bu konudaki hadislerin hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir. [201]
Müslim ve diğer kitaplarda, Hz. Peygamberin birgün yatsı namazından sonra şöyle buyurduğu Abdullah ibni Ömer'den rivayet edilmiştir: "Bu (Tördünüz mü? Şüphesiz yüz yıl sonra bugün yaşayanlardan kimse ha-, kalmayacaktır.[202] Yine Müslim ve diğer kitapların rivayet ettiği bir sövle buyurmuştur: "Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir nefis yaşa-araktır[203] Bu hadisler de gösteriyor ki, belirtilen, süreden sonra o gün aıı]ardan kimse sağ kalmayacaktır. Hızır da o gün yaşıyor idiyse, o da "Z yıl sonra ölecekti, demektir.
Buhari'de, Hızır ve İlyas'ın bugün de yaşayıp yaşamadıkları sorulmuş ve vle demiştir: "Bu nasıl mümkün olsun ki? Rasulullah vefatına yakın bir amanda şöyle buyurmuştur: "Bugün yaşayanlardan hiçbir kimse yüz yıl sonra yaşamayçaktır."
Bu ve benzeri bütün deliller Hızır'ın halen yaşamadığı ve ölümsüz olmasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Zaten şu anda ve bundan sonra kıyamete kadar yaşamasının serî ve aklî makul hiçbir gerekçesi yoktur. [204]
"Ledunni itm"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın Ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur? Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufcularm kalblerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledunni ilim, mükaşafe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknun (gizliler) ilmi, veraset ilmi, rabbani ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledunni sır sahibi, Hızırvari ruh sahibi veya "Hızır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'ranî ve benzerleri bu ilme batın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır. [205]
Tasavvufçular ledunni ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledünnü-müzden) ona bir ilim öğretik" ayetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olmasına rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî batıl bilgelerin dayanağı yapmışlardır. [206]
"Ledünnâ" kelimesinin anlamı, yanımızda demektir."Min ledünnâ'mn anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındaııdır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler Özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan ayette geçen "min ledünnâ"nm anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ilo verilmiş olması demekti.[207] Daha Önce Salih Kulun nebi olduğunu ve Allah tarafından kendisine Hz. Musa'dan farklı olarak bazı bilgilerin verildiğini görmüştük.
Kurtubî, tasavvufçuların ledünrî ilim iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkamını bilmenin risalet yolu dışında bir. yolu olmadığına dair kati ilim ve zaruri yakîn hasıl olmuş, selef ve halef icma etmiştir. [208]
Usulde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlal etmek caiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin caiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeriata uymakla hidayetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidayet kesin değildir.
Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldığı üzere Salih Kul (Hızır), tasavvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebidir. Yani Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiş bir insandır. Yoksa nübüvveti olmayan, sadece velayeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir insan değildir.
Yine anlaşılmıştır ki, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa serî ahkama taalluk e-den konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Yine anlaşılmıştır ki, Hz. Musa ile Salih Kul (Hızır) kıssasında tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, batın-zahir gibi şeylere dayanak sayılacak şeyler sözkonusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi sözkonusudur.[209]


[158] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 76-84.

[159] Abdulvahhab eş-Şn'r.ınVel-Yeviikit ve'l-Cevahir, 2/83-84, el-Matbaatu'1-E.dıeriyye el-Mısriyye, 1307 hicri.

[160] İslam felsefesi vey.ı felsefi lasavvufta işrak felsefesinin babası Şilı.ıbuddin Suhreverdi (öl. 587/1191 )diı\ İşrak, hakikatlerin derece derece açılması veya nurun parlaması anlamına gelir. Onun ît. in hu felsefeye, nur felsefesi de denir. Akl;ı karşılık, zevki esas alan bir metotlıır. ibn Sin.ı ve Farahi'nin başım çektiği Meşşai felsefe ile ibn Arabi'nin temsil elliği tasavvuf i felsefe arasında bir yol sayılır. Mürahade, riyaz.il ve kalbi parlatma sonucu kalble bilgilerin dogması ve knlbin nurla dolması esasına dayanır.
Suhreverdi, felsefesini aydınlık ve karanlık temelleri ü/erirte kurmuştur. Ona göre fikirler, yani ideler ,ıy-dınlık, eşya da karanlıktır. Aydınlık ile karanlık .ırasında varlık farkı değil, ancak derec e^arkı vardır. Varlık, aşağıdan yukarıya, yani karanlıktan aydınlığa giden bir silsiledir ve her mertebe kendinden öncekine ve sonrakine mizanın aydınlık ve karanlıktır. Bütüıt aydınlıklar (1,1 en sonda, nurların nuru denen sonsuz variık ve mutlak hayr olan Allah'ta birleşir, insanın Allah ile birleşmesi için de nefs terbiyesi şarttır. Nefsini terbiye eden bir insan eşyanın sırrını kavrar, geçmiş ve gelecek her şey nıı.ı açıklanır, böyle bir insan da eşyayı dilediği gibi kullanabilir.
Suhreverdi'nin bu aydınlık ve karanlık kavramlarıyla ifade etliği varlık bir bakıma eşya ve yaratıklar, hır bakıma da Allah'tır. 15u görüş, Muhyiddin İbn Arabi'nin vahdeti vucurl felsefesinin ilk adımı olmuştur K-itabu'l-Maaric, Hikmelu'l-İşrak, |-Ieyakilu'n-Nur Suhreverdi'nin meşhur eserleridir. " Prof. Dr. C'avit Sunar, Varlık Hakkında Ana Düşünceler, 180-1 fil
İşrak Felsefesi temel olarak guiaü şia, Karmatiler ve ihvan-ı Safa küllürüne dayanmakladır. Daha eskilere götürenlere göre mecusiliğin aydınlık ve karanlık inancına dayanır. Bu felsefenin bahası savılan Suhreverdi'den sonra en meşhur temsilcisi şü molla Sadreddin eş-Şira/i (Molla Sadra} (öl. 1050/1640)'dır. Molla Sadra'nın işrak felsefesinin günümüzde salt bir tevhid inancıymış gibi birtakım çevreler larafından müsiümanlara yeniden sunulması bir talihsizliktir, islam düşüncesinin en buııamlı dönemlerini yansılan Meşşai felsefe, İşrak felsefesi, irfan ve vahdeti vucııd felsefesi gibi felsefi akımlar popüler oldukları zamanlarında İslam alemine yarar sağlamamışken, Batının kültürel, ekonomik ve siyasal emperyalizmi alımda inleyen islam alemine günümüzde ne sağlayabilir ki! Bu felsefe hakkında daha geniş bilgi için bk/. Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Pelsefelu's-Sufiyye fi'l-İslam, 440-4iîf>, Daru'l-Pikrı'l-Arabi, Kahire, I'}(>(). Mtısial'.ı Galveş, et-Tasavvuf fi'l-Mizan, 53-57, Î1I-B6, Daru Nahdali Mısr, Kahire, irs. Dr. Hasan eş-Şerkavi, Mu'cemu Elfazi's-Sufiyye, 4(>-47, Kahire, 1987

[161] Gazali, "Keşfle elde edilen bilgiler çalışma ile kazanılan bilgilerden daha berrak, bol ve kaim olabilir" demekledir. İhyaA-Vl9, el-i lalebi, 1939.

[162] Cazali, ihya, 3/23, el-Halehi, 139,

[163] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 84-87.

[164] Hakim et-Tirmizi, Hatmu'l-Velaye. 361-362, Beyrut, "1905

[165] Mektubat, 282, Hakik.ıt kitabevi, istanbul,
Hızır'ın, Ebu Hanife'den şeriat dersleri aldığı da şöyle anlatılmnktndır:"Hızır, her sabah namazdan sonra Ebu Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebu Hanife Ölünce, Hızır sf" riat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde diri olması için Allaha dua etti- I ler sU'm rJ>u Honife'nin kabrinin başına geliyor ve kabrinden konuşan Ebu lanife'den şeriat İlmi tahsilini sürtlüriiy"1' du. I Iızır, ölen Ebu I lanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamdk için onheş sene böyle devam elti" \îk/-Hüseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahki'l-Hakki ve's-Savab, 4<), Daru'l-Erkam, li"'111" ingham, 1988

[166] Bakımz, Abdurrahman Abdulhalik, a. g. e. I37-138

[167] Kehf, 82

[168] Kehf, 65

[169] Reşider-Rasfid, ed-Dureru'n-Nakiyye fi'l-Metalibi'l-Fıkhiyye, 142, Hicri ^W) baskı,

[170] Nevevi, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lı^at, 1/177.

[171] el-Akısî, Ruhu'l-Meani, 15/120, Darıı'l-Fikir, Beyrut 1389.

[172] Nesefî, Tefsirıı'n-Nesefi, Kehl", 82. ayetin tefsiri, el-AIÛM, a. t;, e. , lVî20; ^-Zemahseri, ol-Keşşaf, V575, Salah Abdullettah el-l l.ılidi, Maa Kıs.ısi's-S.ıbıkîn li'l-Kıır'.ın, 228-2.!(l, Daru'l-K.ılem, llıın.ışk, I 'J89, birinci baskı

[173] Hud, 28

[174] Meryenı, 21

[175] bakara, 105

[176] Enbiya, 75

[177] Ali İmran, 74

[178] 2uhruf, 32

[179] Duhan, 5-6

[180] Kefh, 65

[181] Kefh, 65

[182]Kefh, 82

[183] Tevsuru ru'n-Nesefi, Kehf, 82. ayetin letsiri

[184] İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 6/310

[185] Kehf, 66

[186] Kehf, 68

[187] Kehf,69

[188] Salah abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180

[189] Salah abdıılfetlah el-Ha!idi, a. g. e. 230

[190] Alusi, a. g. e. 16/17

[191] Alusi, a. a. e. 16/17, ihn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/328

[192] Alusi, a- g. e. 16/17. Acıba bnrttfi stili öldürmesi için çocuğunu veli elediği kişilere teslim edebiliyor!'

[193] Gbubekir el-C-ıssd, Ahk.ımıı'UKur'.ın, 3/215

[194] Hz. Musa ve Hızır kıss.ısının lıeniş bir tefsiri için bkz. Mııh.ımmed llayr Ramazan Yusuf, a.g.e. 115-167,

[195] Salah Abdulfeltah el-Hnlidi, ,ı. g. e. 180

[196] Nevevî, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lu^at, 1/171,-177, Sahihi MCbliın Şerhi, 15/135-1 "U>, Yim> bakınız- ibn hln«r, <ı.K. e., (>/.'51O; el-Akısi, a. fi. e. , 15/322.

[197] İbn Hacer el-Askalanî, ,a. g. e. , 8/314, israiliyyat hakkında Remzi Na'n.uı ve Doç. Ür. Abdullah Ay-(|frnir'in "Tefsirde İsrailiyyat" kitaplarına bakınız.

[198] Saffat,77

[199] Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Ya'la rivayet etmiştir. Ayetlerde bu manalı delalel etmekledir. Aynen bkz. Afi el-Karel-Esraru'l-Merfua fi'l-Ahbari'l-Mevdua, 1/2Jİ5, Beyrut, 1986.

[200] İbn Kesir, a. g. e. , 1/334, 1/336-337.

[201] Ebu't-Faraca ibn el-Cevzi, Ucaletıı'l-Muntazir fi Şerhi Haleti'l-Hıdr'd,™ naklen İbn Kesir, a. «. e. , 1/334.

[202] Muslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hanbel.

[203] Muslim, Tirmizi, ilin Hanbel.

[204] el-Alusi, a. g, e. , 15/320-328. Geniş bilj'i için bkz. Mııhommerl I l,ıyr Ramazan Yusuf, 7-232, Hüseyin ibn Mehdi el-Ğuneymi, Meark:u'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49-50

[205] Akısî, a.g. e. , i 6/330, 15/330, 16/1CJ; eş-Şar.ıni, el-Tabnkatıı'1-Kııbr.ı, 1/170, 2/5<>, 7(>, 152.

[206] nevi .ın.l.ıyışlar jıjn mesela bkz. İsmail Hakkı.Gursevi, Rııhu'l-lley.uı, 3/270-272, ; Ali İbn ibrahim
fl-Muhıyimi, Tabsırıı'r-Rahmart ve Teysiru'l-Mennan, 1/451-452.

[207] Gazali bunu şöyle belirtmekledir: "Gerçi her ilim onun ne/tlindendir. Atıc.ık bazı iııs.ırılıirın ögretmesiyie meydana gelmekledir. Buna iedunni ilim denmez. Ledunni ilim, bilinen bir dış Sebep olmaksızın kalbe üflenen ilimdir. ", ihya, 3/23, el-H.ılebi, 1939

[208] el-Kurtubî, el-Cami' li Ahkamı'l-Kur'.ın, 11/40-41, Özel ol.ır.ık, Daru'l-Kilabi'l-Arabi, Mısır, 1968

[209] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 87-98.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
h. Tasavvufta İyileştirme Çabaları


Hicri ikinci asra gelindiğinde İslam alemi artık Yahudilik ve Hıristiyanlık, Yunan felsefesi, İran ve Hint kültürü gibi din ve felsefe mensuplarınınyattanve inançlarıyla iyice muhatap olmuş ve onlarla içice yaşamıştır, ler fırkalar ve muhtelif bilimler bu kültür ve felsefelerle silahlanmış ı kullanmıştır. Kur'an ve sahih sünnetin gösterdiği vasat İslami ha-d şeklinde bir sapma olarak ortaya çıkan tasavvuf da bundan ye-nasibini almıştır.
fk'nci asırdan itibaren bu kültür ve düşüncelerin etkileri tasavvufçuların vıS ve düşünüşlerinde açık ve etkin bir şekilde kendini göstermiş ve çok eden ona boyasını vurmuştur. Tasavvuf alanında İslam anlayış ve dü-- resine yabancı bir takım nazariye ve düşünceler, yaşayış ve davranışlar va çıkmıştır. Bunlar felsefe olarak Hallaç ve ekolünde zirveye ulaştığı hi yaşayış olarak da onun çağdaşı tasavvufçularda da çok yönlü bir şekilde kendini göstermiştir.
Ebu'l-Hasan es-Serî es-Sakatî (öl. 253/867) Bağdat'ta vera ilminden, Ah-med ibn Havkal'in talebesi Abu Hamza Muhammed ibn İbrahim es-Sadrî (öl 269/882) aşk, kurb, zikir, üns, himmeti cem'etmekten, Ebu Yezid el-Bis-tanıi (ol. 261/874) sekr'den, Zinnun el-Mısrî'nin talebesi Ebu Said el-Harraz (öl. 277/890) fena'dan, Ebu Salih Hamdun el-Kassar (öl. 271/884) Melamilikten1[210]Hallac-ı Mansur (öl. 309/921) hulul'dan söz etmiş ve felsefesini yapmışlardır. Daha önceleri ferdi zühd şeklinde bir yaşayış olan tasavvuf artık müridlerin yetişip mezun olduğu felsefi bir ekol veya ekoller haline gelmiştir.
Bu aşamada tasavvufun en çok Şiilik'ten etkilendiği, düşünce ve felsefesinde batınilik boyası taşıdığı söylenebilir. Daha önce de belirtildiği gibi, hulul ve ittihad inancını savunan tasavvufçular bir nevi hulul ile imamın ulu-hiyetine inanan gulatı şia ve özellikle Batmıyye İsmailiyye'den etkilenmişlerdir. Yine imam ve nakipler konusundaki inançlarına benzer olan kutup, ğavs, ebdal gibi hiyerarşik rütbeleri de onlardan almışlardır. Köklerinin hırkayı Hasan-ı Basri'ye giydirdiği söylenen Hz. Ali'ye dayandığını iddia etmeleri de bu etkinin sonucudur. Daha sonra Suhreverdi el-Maktul ve Molla Sadreddin eş-Şirazî'de en açık ifadesini bulacak olan işrak felsefesi de bu etkinin açık bir ifadesidir. [211]
Tasavvuf düşüncesindeki bu gelişme ve evrimleşmenin sonucu olarak iddialarını ispatlamak için Kuran ayetleri batınî bir metodla tevil edilmiş Ve anlamları saptırılmış, şeriat karşılığı hakikat uydurulmuş ve birbirinden ayrılmıştır. Artık şeriat tasavvufçu olmayan fakih, muhaddis, müfessir ve kelamci gibi dini nasslarla uğraşan ve tasavvufçuların iddiasına göre batın ilminden yoksun olanlara mahsus olurken, hakikat, başkalarının idrak edemediklerini idrak ettiklerini iddia eden ve kendilerini batın ehli olarak niteleyen tasavvufçulara mahsus olmuştur. Zahir veya şeriat ehlinin idrak edemediği şeyleri de keşf ve ilham yolu ile elde ettiklerini söylemişlerdir.
Bu bölünmenin sonucu olarak üçüncü asırdan itibaren tasavvufçularıu büyük çoğunluğu yahut ileri gelenlerinin büyük bir kısmı gün geçtikçe şeriattan uzaklaşmış ve hakikat ehlinden tekliflerin düştüğünü söylemeğe başlamışlardır. İbadetleri de batini bir yolla te'vil etmişlerdir. Bu durum nıüs-lüman kitlelerin nefretine yol açmış, alimler tepkiler göstermiş, sapık olarak niteledikleri bu insanların yargılanıp cezalandırılmaları için girişimlerde bulunmuşlardır. Nitekim bu girişimlerin sonucu olarak birtakım ta.sav-vufçular cezalandırılmıştır.[212]
Kuşeyri, er-Risale sinde sozkonusu dönemde tasavvufçuların nasıl İslam'dan uzak bir hayat yaşadıklarını ve İslamdışı nasıl sapık bir anlayış sergilediklerini şöye dile getirmektedir:
"Şimdi sufiler şekil ve kıyafet bakımından eski sufilere benziyor, ama ruh ve muhteva bakımından başkalaşım şiardır.
Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme başgöstermiştir. Daha doğrusu, bu y-ol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidayete ulaşılan şeyhler vefat , edip gitmiş, şeyhlerin gidişatına ve adetlerine tabi olan gençler azalmış, vera kaybolmuş, vera sergisi durulmuş, tamah kuvvetlenmiş, ihtirasın kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalplerden zail olmuştur. Dine karşı kayıtsızlığı, menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları, haram ile helai arasında fark görmez olmuşlardır. Dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı, din haline getirmişlerdir. İbadet etmeyi hafife almışlar, namaz kılmayı ve oruç tutmayı, basit bir şey saymışlar, gaflet meydanında at koşturmuşlardır.
Nefsani arzulara kendilerini teslim etmişler, işlenmesi yasak olan şeyleri hiç almadan işlemişler, halktan, kadınlardan ve zalim devlet adamlarından elde ettikleri şeylerden hiç çekinmeden faydalanmışlardır.
nra bu nevi kötü şeyler yapmaya da kanaat etmeyerek en yüksek manevi haileye hakikatlere ulaştıklarını söylemişler, bu gibi şeylerden bahsederek kulluk bo-nduruğundan kurtulup hürriyete kavuştuklarını, Allah'a vuslat hali ve hakikati ile uttasıl olduklarını, daima hak ile kaim bulunduklarını, iradelerinin Allah'ta fena bulduğunu ve kendilerini Allah'ın böyle hareket ettirdiğini, nefsaniyetlerinin yok olup fena mertebesine ulaştıklarını, işledikleri haramlardan veya işlemedikleri farzlardan dolayı azarlanıp yeriimeyecekierini, ehadiyyetin sırlarını keşif yolu ile bildiklerini cismani varlıklarının çarpılma ve kapılma suretiyle kendilerinden tamamen alındığım, güya nefislerinden fani olduktan sonra samediyetin nurlartyla baki kaldıklarını, konuştukları zaman kendilerinden değil, kendilerinin adına başkasının (Hakk'ın) konuştuğunu, tasarruflarında kendilerinin dışında bulunan bir veli (müte-velti-i Hak)nin bulunduğunu (hal ve hareketlerinin Hak tarafından İdare edildiğini) iddia etmişlerdir.[213]
Tasavvufçuların İslam'ın metodundan uzak bir metod izlemeleri ve İslam'ın hidayetinden gittikçe uzaklaşmalarına, alimler büyük tepkiler göstermiş, yukarıda belirtildiği gibi, işi mahkeme ve cezalandırmalara kadar götürmüşlerdir. Bir taraftan emri bil ma'ruf nehyi ani'l-münker görevini yapan gönüllü müslümanlar ve topluluklar, bir taraftan da bu fitnenin yasal yollarla önlenmesi için çalışan kişiler, tasavvufçuların sapmalarını önlemek için her yola başvurmuşlardır.
Bunların yanında tasavvuf yolunu izleyip o cemaatin içinde olan, ancak işi bu kadar ileri götürmeyip kimi kültürel bozukluklara rağmen, şeriata bağlılığı devam ettiren bazı tasavvufçular da bu sapıklığa karşı çıkmış ve böyle bir şeyin İslam'la bağdaşamayacağını söylemiştir. Gördükleri yanlış anlayış ve davranışların Önüne geçmek için çevrelerini uyarmaya ve kendilerine göre doğru olan yolu göstermeye çalışmışlardır. Bunun için kitap ve risaleler yazmış, vaaz ve nasihatlarda bulunmuşlardır. Başka bir ifade ile tasavvufta bir iyileştirme ihtiyacını görmüş ve ellerinden geldiğince bir ayıklama yapmaya çalışmışlardır. Tasavvufta iyileştirme amacıyla kaleme alman kitaplardan Ebu Nasr es-Serrâc et-Tûsî (öl. 378/988)nin d-Luma' fî't-Tasavvuf, onun talebesi Ebu Abdirrahman es-Sulemî (öl. 412/1021) nin Ki-tau'n-Sunen, Tabakatu's-Sufiyye, Reaail gibi kitapları, es-Sulemi'nin talebi Ebul-Kasım el-Kuşeyrî (öl. 465/1072)nin er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, EbuHamid Muhammed el-Gazali (öl. 505/llll)nin İhyau Ulıtmi.'d-Din bast-mak üzere diğer bazı eserleri sayılabilir Gerçi iyileştirmeye çalışanların Hallaç ve Bistami gibilerin adını belirterek sarahaten karşı çıknvı dolaylı olarak eleştirmişlerdir.
Bu saydığımız kişiler ve başkaları tasavvufta bir ayıklama yapmaya lışmış, kendilerine göre gerçek tasavvuf ve ehli ile gerçekdışı tasavvur'" sahte tasavvuf çul arı birbirinden ayırdetmek gerektiğini söylemişlerdir taplarında birtakım tasnifler ve tahliller yaparak çığırından çıkarılmış h lunan tasavvufu kendilerine göre tekrar Kur'an ve sünnet yoluna getirniev gayret etmiş, bu yola muhalif düşen şeylerden ayıklamaya çalışmışlarda Ancak yapılan bütün bu çabalar yine tasavvuf gözlüğü ve kurallarıyla yapıl dığı için dönüp dolaşmış ve baştan beri bir sapmanın ürünü olan tasavvufu ortaya koymaktan öteye geçememiştir.
Tasavvufta iyileştirme yapmaya çalışan bariz kişilerden bazılarını saydık. Bu iyileştirme çabalarının tasavvuf kültüründen uzak Kur'an ve sahih Sünnete göre olup olmadığını ve amacına ulaşıp ulaşmadığını görmek için onlardan en meşhur ve toplum tarafından Kur'an ile sünnet yoluna en yakın kabul edilen Gazali ve Kuşeyri'nin iyileştirme çabaları üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Gazali'nin, iyileştirme çabalan:
Yıllarını felsefe ve mantık gibi ilimlerin yanında şeriat ilimlerini okuma ve okutma ile geçiren Gazali'nin sonunda bütün bunların kurtuluş yolu olmayıp kurtuluşu yalnızca tasavvufta gördüğünü belirtmemiz sanırım onun kimliğini ve din anlayışını ortaya koymaya yeterli olur. Mantık, felsefe ve kelamın cedel metodu ile zihin ve vicdanları ikna ve tatmin etmek yerine, hasmı ilzam etmeye yönelik bulunan kuru cedel metodundan Gazali'nin yüz çevirmesine hak vermiyor değiliz. Ancak din ilimlerinin ihyası amacıyla yola çıkan ve en meşhur eserine bu adı veren Gazali gibi bir insan gönül isterdi ki Öncü sahabenin ve kendi zamanına kadar yaşamış olan tevhid ehlinin yolundan giderek Kur'an ve Sünnet yolunu izlemiş ve din ilimlerinde gerçekten bu iki esas ışığında tecdid yapmış olsun. Gönül isterdi ki, Gazali büyük dehasını ve ilmi birikimini din ilimlerinin Kur'an ve sünnet metodu ve yolu ile tecdidi için kullansın ve Kuran'a, yani Rasulullah'ın yoluna insani davet etsin.
el-Munkizu inin ed-Dalal kitabının girişinde açıkladığı gibi Gazali'nin Kur'an ve sünnet metodundan uzak olan tasavvuf yolunu insanlar için hidayet yolu olarak tercih etmesini anlamamız mümkün değildir. Gazali'den ön birçok nıücedditler ve alimler gelip geçti. İnsanlar] Kur'an ve Sünnet iletmek için ellerinden geldiği kadar çaba gösterdiler. Hiçbiri, Gazaarıtım ffibi Kur'an ve sünnete davet yerine halvet, mücahede, kesf, il-ruhlarla konuşma ve mükaşefe yoluna davet etmedi. Hiçbiri bilgi edin olarak vahiy, okuma, çalışma ve istidlal yerine, halvet, kesf ve yolunu tecdit yolu olarak sunmadı.
Tazali, okuma ve çalışma ile elde edilen akli ve nakli ilimler yerine, hal-t zühd ve dünyadan tümüyle soyutlanarak yapılan riyazat sonunda kalbe Allah tarafından akacak ilhamların gerçek bilgiler olduğu ve insanların aıı-k bu bilgilerle kurtuluşa erebileceklerini söylemektedir. Dış dünyaya acılan duyuların şeytanın kalbe giriş kapıları olduğunu söylerken, ilham yolu ile direkt kalbe gelen bilgilerin gerçek ve kurtarıcı bilgiler olduğunu söylemektedir. Bunların örneklerini göreceğiz.
Gazali, İhyau Ulumiddin kitabını din ilimlerini kendisine göre diriltmek için yazmıştır. Kitapta geniş bir kültür, derin psikolojik analizler ve yorumlar bulunmaktadır. Uzun yılların sağladığı deneyimi ve kültür birikimini tasavvuf İslamını ihya etmek için ustalıkla kullanmaktadır. Özellikle insanın ruh ve iç dünyası alanında yaptığı tahliller insan psikolojisi alanında büyük bir bilgi serveti oluşturmaktadır. İnsan psikolojisi ve din psikolojisi alanında çalışan kişileri Gazali'nin bu geniş kültür ve tahlillerinden sanırım, büyük Ölçüde yararlanabilirler.
Ancak Kur'an, Sünnet ve onlara bağlı olarak ortaya konan islami metodoloji açısından bakıldığında Gazali'nin okuma, araştırma ve değerlendirme yaparak sonuçlara ulaşma yerine halvet, riyazat, kesf ve ilham yolunu tercih etmesini, kısaca akıl ve nakil yolu ile elde edilen bilgiler yerine mükaşefe ve ilham yolu ile gelen bilgilere yönelmesini tasvip etmemiz mümkün değildir. Ayrıca geniş bilgi ve kültürüne rağmen seçme ve ayıklama yapmadan karanlık gecede ormanda odun toplayan kişinin önüne gelen her şeyi topladığı gibi , hadis adına önüne çıkan her haberi alması ve İhya kitabını bu tür hadislerle doldurarak onları açıklamalarında altyapı olarak kullanması bağışlanacak birşey değildir.
Yine, kendisi tevilin kötülüğünü vurgulamasına ve ehli kitabın bu tevillerle sapıttıklarını söylemesine rağmen[214]kimi ayetleri normal konum veanlamlarının dışına çekerek tevil etmekte, onlara tasavvuf! anlamlar yükle yerek alanlarının dışında kullanmaktadır. Konumuz ayet ve hadîsleri kullanması olmadığından bununla ilgili sadece bir iki Örnek vermekle yetinin "din ilimlerini tecdit" diye insanlara sunduğu görüşleri üzerinde duracağız
Kalb ve nefis üzerinde durarak iç yeteneklerin birbirleriyle olan ilişkile-rini Örneklerle anlatmakta, onlarla ilgili olarak verdiği örnekte şöyle dernektedir:
"Bil ki vücut bir şehir gibidir. İnsandaki idrak eden akıl da o şehri idare eden hükümdar gibidir. İdrak eden açık ve gizli duyulan da o hükümdarın askerleri ve yardımcıları gibidir. Organları da vatandaşlar gibidir. Şehvet ve gazaptan ibaret olup kötülüğü emreden nefsi emmare de ülkesinde hükümdarla savaşan ve vatandaşlarını helak etmek isteyen düşman gibidir. Böylece hükümdarın vücudu bir ribat, nefsi ribatta oturan ve onu koruyan kişi gibi olur. Düşmanı ile savaşıp istediği şekilde hezimete uğratırsa, Allah'ın huzuruna vardığı zaman akibeti iyi olur. Nitekim Yüce Allah "Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır"buyurmaktadır".
Görüldüğü gibi ayet müminlerin mal ve canlarıyla Allah yolunda cihadını anlatmakta ve bunların cihad etmeyenlerden üstün olduğunu belirtmektedir. Ama Gazali bu cihadı insanın kendi içindeki manevi kuvvetlerinin birbiriyle çatışması alanına çekmekte ve ayeti o şekilde kullanmaktadır. Nitekim bu anlayışını desteklemek için de meşhur "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" uydurma hadisini kullanmaktadır.
Kalbin askerlerini açıklarken bunların gözle görülen ve ancak basiretle görülen askerler olduğunu, kalbin kral, askerlerinin de hizmetçi ve yardımcılar hükmünde olduğunu, gözle görülen askerlerinin beş duyu ve organlar olduğunu, bunların kalbe itaatsizlik edemeyeceğini, duyu ve organların kalbin emrinde oluşunun meleklerin Allah'ın emrinde olmasına benzediğini, ancak meleklerin Allah'a itaat ettiklerinin bilincinde oldukları halde organ ve duyuların kalbe bilinçsiz ve iradesiz itaat ettiğini belirtmektedir. Bu anlatımında da "Rabbinin askerlerini O'ndan başka hiçbir kimse bilmez" ayetini esas almaktadır. Nitekim duyu organlarının kalbin askerleri olup emrinde çalıştıklarını söylerken de meleklerin Allah'a bilinçli ve iradeli olarak itaat ettiklerini söylemekte, kalbin bu çabasını Allah'a doğru yapılan bir yolculuk olarak niteleyerek cinlerin ve insanların sadece Allah'a kulluk ettıldığinı ifade eden "Cinleri ve insanları ancak bana kulluk yeleri varattım" ayetini kullanmaktadır. Ayet, Allah'ın askerlerini başka kimsenin bilmediğini söylerken, kendisi kalbin askeri eriskerlerine benzetmektedir.
kilde Gazali tasavvuf! açıklama ve benzetmeleri için ayetleri kodan çıkararak kullanmaktadır. Şüphesiz bu metod tasavvufun başnum Batmiliğin tevillerine kadar varan bir yoldur. da belirttiğimiz gibi İhyau Ulumiddin kitabı tasavvuf karak bitaptır ve tasavvuf anlayışının ihyası için yazılmıştır. Akıl ve dula elde edilen bilgiler yerine, keşif ve ilhamla kişilere gelen bilgileri t-nluş yolu olarak göstermektedir. Kitabın adı İhyau Ulumiddin olmasına yapılan ihya ne yazık ki tasavvufu diriltmekten ve meselelere taavvuf gözlüğü ile bakmaktan öteye geçememiştir. Sadece üçüncü cildinin bastarafmdan vereceğimiz örneklerle bunun böyle olduğunu hepimiz göreceğiz.
"Öğrenme ve alışılagelen yollardan başka yoldan sufilerin bilgi edinmeyolunun doğruluğuna dair dinden örneklerin açıklanması" başlığı altında naklettiği bir dizi ayet ve hadisi bu anlamda yorumlayarak ve nasslarla açıkça çelişen kalb okuma, gaybı bilme haberleri sıralayarak delil getirdikten sonra peygamberlerin ve evliyanın gaybten haber vermesini ve rüyalarını delil göstererek şöyle demektedir:
"Bunun delili, hiçbir kimsenin inkar edemiyeceği şu iki şeydir: Biri enteresan sadık rüyadır. Şüphesiz rüya ile gayb açılır. Bunun uykuda olması caiz olursa, uyanık iken de olması imkansız değildir. Çünkü uyku ile uyanıklık arasındaki fark sadece organların hareketsiz kalması ve hissedilen şeylerle meşgul olmamasıdır. Uyanık olduğu halde dalgın olduğu için işitmeyen ve görmeyen niceleri vardır. İkincisi de Rasuiullah'ın Kur'an'da geçtiği gibi, gaybten ve gelecekten haberler vermesidir. Bu peygamber için caiz olursa, başkası için de caiz olur. Çünkü peygamber, kendisine işlerin perde arkası açılan ve insanların ıslahı ile meşgul olan bir ki-Ştdir. Dünyada kendisine işlerin perde arkası açılan ama insanların ıslahı ile meşgul olmayan bir kişinin bulunması da imkansız değildir. Bu kişiye peygamber değil, veli denir.
Peygamberlere inanıp sahih rüyayı tasdik eden kişinin kalbin iki kapısı olduğunu kabul etmesi kaçınılmaz olur; Biri dışa açılan kapıdır. O da duyulardır. Biri de kal-birı içinden melekut alemine açılan kapıdır. O da ilham, ruha üfleme ve vahiy kapı-SııJir. Her ikisini de kabul eden kişinin bilgi edinme yolunu sadece okuyup öğrenme
ve bilinen sebeplere sarılma ile sınırlandırması mümkün değildir. Halbuki denin bilgi edinme yolu olması caizdir.[215]
Gazali, ilim kazanmak için alimler çabalarken, velilerin aynada esyn göründüğü gibi bilgilerin yansıması için kalbi alalamakla meşgul oldu ve bu yolla bilgilerini kazandıklarını belirtmekte ve örnekler vererek açık maktadır. Bu konudaki düşüncelerinin tam anlaşılması için kendisine! uzun bir nakil yapmak istiyoruz. Şöyle diyor:
"Bil ki kalbin acaipliklerini duyular kavrayamaz. Çünkü kalbin kendisi de duyunu , idraki dışındadır. Duyularla idrak edilemeyen bir şeyi anlatmak da ancak duyularla
hissedilen bir örnekle anlatmakla mümkün olur. Anlayışı zayıf kişilere bunu iki örnekie anlatacağız.
a-Yere kazılmış bir havuz düşünelim. Bu havuza toprak yüzeyinde acılan kanallardan su gelebileceği gibi, tabandaki berrak suya ulaşıncaya kadar havuzun derinleştirilerek kazılması ve oradan dolması da mümkündür. Bu su daha berrak, daha bol ve kalıcı da olabilir.
Kalb havuz, su, bilgi ve kanallar beş duyu gibidir. Doluncaya kadar kalbe bilgiler duyu kanalları ve gözlemlerle doldurulabildiği gibi, bu kanallar uzlet, halvet ve gözlemsiziikle kapatılıp kalbin derinliklerini temizlemeye ve üzerindeki kat kat perdeleri kaldırmaya yönelerek içinden bilgi pınarlarının fışkırmasına da yönelmek mümkündür. Bilgilerden yoksun olduğu halde kalbin içinden bilgi nasıl fışkırabilir? diye sorarsan, cevabı şudur:
Bil ki bu kalbin sırlanndandır. Muamele ilminde anlatılmasına izin yoktur. Ancak şu kadarı söylenebilir; Eşyanın hakikati Levhi Mahfuz'da, hatta mukarreb meleklerin kalblerinde yazılıdır. Nasıl ki bir mühendis binanın projesini beyaz kağıda çizer ve bu projeye göre binayı yaparsa, yeri ve gökleri yaratan Allah da başından sonuna kadar alemin bir nüshasını Levhi mahfuz'a yazmış ve bu nüshaya göre varlık alemine çıkarmıştır. Varlık alemine sureti çıkmış olan alemin his ve hayalde de bir sureti meydana gelmektedir. Yere ve göklere baktıktan sonra gözlerini kapatan kişi. yer ve gök yok olmuş olsa bile, onlara bakıyormuş gibi suretini kendi hayalinde görür. Onlara bakıyor ve görüyor gibi içinde onların suretini bulur. Bu suret kalbe yansır, böylece his ile hayale giren eşyanın gerçekleri kalbde ortaya çıkar. Kalbde ortaya çıkanlar hayalde meydana gelen bilgiye uygun, hayalde meydana gelenler de insanın hayal ve kalbinden çıkarak mevcut olan aleme uygundur. Mevcut olan alem de Levhi mahfuz'da bulunan nüshaya uygundur.
Sanki alem varlık bakımından dört derecedir; Levhi Mahfuz'daki varlık. Bu maddi varlıktan öncedir, Sonra hakiki varlık gelir. Sonra hayali varlık, yani hayaldeki suret[216]
Hayaldeki suretten sonra da fiili, yani kalbdeki suretin varlığı geli varlıkların bazısı ruhani , bazısı da maddidir. Ruhani olanların ruhanilik derece-I He farklıdır. Bu lütuf ilahi hikmettendir. Çünkü göz bebeğini bütün genişliğine aâmen yer ve göklerin suretini yansıtacak şekilde yapmıştır. Göze yansıdıktan sonra oradan hayale yansır, oradan da kalbe yansır. İnsan ancak kendisine ulaşan şeyleri idrak eder. Şahsında bütün alemin bir misalini yerleştirmeseydi, kendi zatından ayrı olan şeyden haberin oimazdı. Kalblerde ve gözlerde bu acaip şeyleri düzenleyen, sonra kendilerini ve sahip oldukları acaipükleri bilmeyecek kadar kimi kalbleri ve gözleri kör yapan Allah bütün eksikliklerden münezzehtir. Konumuza dönelim; kalbte âlemin hakikat ve sureti bazan duyulardan, bazan da Levhi mahfuz'dan yansıyabilir. Tıpkı gözde güneşin suretinin bazan güneşe bakmakla, bazan da güneşi yansıtan suya bakmakla görünmesi gibi. Kişi İle Levhi mahfuz arasındaki perde ne kadar kalkarsa, o kadar kalpte eşyayı görür ve ilim fışkırır. Böylece duyular yolu ile almaya ihtiyacı kalmaz. Tıpkı yerin dibinden suyun fışkırması gibi. Hissedilen(duyularla algılanan) şeylere ne kadar yönelirse, Levhi mahfuzu okumaktan o kadar engellenmiş olur. Tıpkı nehirlere dolan suyun yerden fışkırması engellendiği gibi. Yine, güneşin suretini yansıtan suya bakan kişinin güneşin kendisine bakmamış olduğu gibi...
O halde evliya ve enbiyanın bilgileri ile ulema ve hukemanın bilgileri arasındaki fark şudur; Evliya ve enbiyanın bilgileri melekut alemine açılan kalbin içinden gelirken, bilginlerin bilgilen madde alemine açılan duyular kapısından gelir. Kalp dünyasının acaipliklerî ve gayb ile şehadet alemleri arasında gidip gelmesini muamele aleminde tam kavramak mümkün değildir. Bu, iki âlemin girişi arasındaki farkı gösteren bir örnektir.
b- ikinci örnek, alimlerle evliyanın çalışması arasındaki farkı göstermektedir. Alimler bilgilerin kendisini kalbe doldurmak için çalışırken, sufiler sadece kalplerin temizliği, arındırılması, berraklaştirılıp cilalanması İçin çalışırlar. [217]Gazali'nin bilgileri kazanma yolu olarak önerdiği yol budur. Okuyup yazma ve öğrenme yerine, kalbi halvet ve mücahede ile parlatarak cilalama ve bilgilerin parlak zemin üzerinde yansımasını sağlama yolu.
Hz. Peygamber devrinden Gazali'nin zamanına kadar geçen bunca alim ve müçtehid bilgilerin bu şekilde kazanılacağını ne hikmetse bilememiş, elektriğin ve doğru dürüst lambanın bile bulunmadığı asırlar boyunca karanlık hücre veya dehlizlerde halvete çekilerek gözlerini kapatıp kalblerini mücahede ve riyazat ile parlatmaya ve suyun havuzda yerin dibinden kaynadığı gibi Levhi Mahfuz'dan bilgilerin kaynaması için hazırlayacağına,harf harf, kelime kelime ve cümle cümle okuyarak gözlerini kör etmiş, zihin. lerini yıpratmış ve ömürlerini tüketmişlerdir. İlim tahsili için kimi yaya, ki-mi binek üzerinde günler ve haftalarca yol tepmişler, yıllarca gurbette Ömür tüketmişler ve gerekli bilgileri kavramak veya ezberlemek için gece gündü? çalışmışlardır. Halbuki Gazalinin bulduğu bir metodla dünyanın her şeyin. den yüz çevirip karanlık bir hücreye kapanarak açlık, uykusuzluk, mücnhe-. de ve halvetle kalplerini parlatmaya, keşf ve ilhamların radyo aktif dalgaları gibi yansımasına hazır duruma getirmeye çalışsalardı, hatta direkt Levhj mahfuz'dan bilgiler almak için kalplerini parlatıp cilalasalardı daha iyi olmaz mıydı!? Ne dersiniz, acaba İslam ümmetinin bugünkü duruma gelmesinin en büyük sebeplerinden biri, bu anlayışın müslümanlar arasında revaç bulması olmasın!?
Gazali'nin tasavvufta yaptığı iyileştirme veya yenileştirme budur. Kendi ifadesiyle söylersek, İslam ilimlerinde yaptığı ihya budur. Acaba kendi dönemine kadar iyi kötü devam eden İslam ümmetinin varlığı Gazali'nin bu ihyasından sonra güç mü kazanmıştır, yoksa bugün varmış bulunduğumuz Batının sömürgesi ve topluca irtidat mı gerçekleşmiştir!
Gazali, bu tutumu ile tasavvufçuların Levhi Mahfuzu okuduklarını, bilgilerini direkt Allah'tan aldıklarını, keşf yolu ile hadislerin sıhhatini belirlediklerini, duyularla elde edilen bilgilerin kabuk ve keşf yahut ilhamla kazanılan bilgilerin ise öz olduğunu, toplumdan ayrı uzlet ve halvet yaşayışlarını onaylamış bulunmaktadır.
Gazali'nin ihya edici metodundan bir iki örnek daha verelim. Vesveselerden kurtulmak için karanlık bir odada uzlete çekilmeyi teşvik ederek şöyle demektedir;
"Davranış bilgilerinin en kapalısı nefsin aldatmalarına ve şeytanın tuzaklarına vaktf olmaktır. Bu ise her ku! için farzı ayndır. Fakat halk bunu ihmal etmiş ve kendilerine vesvese getiren, şeytanı başlarına musallat eden, düşmanlığını ve ondan korunma yolunu kendilerine unutturan ilimlerle uğraşmışlardır. Fazla vesveseden ancak duyular kapısını kapatmak kurtarır. Halktan ve maldan soyutlanma içeriden vesvese kapılarını kapatır. Bununla beraber kalpte meydana gelen hayalierie iç girişler devam eder.[218]
Gazali, kıyametin dehşetinden ve ahiretin azabından kurtulmak için her türlü zevk, bolluk ve sevinçlerden uzak yaşamak, zaruret miktarı dışında nimetlerin helal ve haramından el çekmek gerektiğim söyleyerek nefsin ancak bu şekilde terbiye edileceğini belirtmekte ve insanlara uzlet eğitimiktedir. Bu eğitime örnek olarak da yabani kartalın evcilleştirilme iş önce karanlık bir eve kapatılır. Havada uçma ve özgürce kanatlanma arzu-kalmayıncaya kadar gözleri dikilir. Sonra sahibine alışması ve sesini duyduğu man tanıyıp yanına gelmesi için kendisine et verilir.fis de bu şekildedir. Rabbine alışması ve zikri ile ülfet bulması için önce göz ve kulağın alışılan şeylerden korunması amacıyla nefis halvet ve uzletle alışkanlıklarından kesilir. Sonra insanlar ve dünya şehvetlerine olan ülfeti yerine Allah'ın zikri ile ülfet bulması için halvette dua, övme ve zikre alıştırılır. Bu da başlangıçta müride ağır gelir, ama sonunda hoşuna gider. Tıpkı sütten kesilen çocuk ve ilk defa eğer vurulan atın bu işe önce tepki göstermesi, sonra alışması gibi.[219]Halbuki Kur'an ve sünnette böyle bir eğitim şekli yoktur. Rasuiullah ashabını hayatın içinde yetiştirmiş ve en güzel İslami eğitim vererek örnek insanlar oluşturmuştur. Hint fakirleri ile manastır eğitim tarzının İslam eğitimi ile bir ilgisi olmadığı bilinmektedir.
Gazali, ledunni ilim, keşf, kalb okuma, gaybı bilme gibi konularda bol bol örnekler getirmekte ve açıklamalar yapmaktadır. Mesela Ebu Yezid el-Bis-tami'nin şöyle dediğini nakletmektedir:
"Ebu Yezid ve başkaları şöyle diyordu:Alim, bir kitaptan ezberleyip unuttuğu zaman cahil kalan kişi değildir. Beiki alim, ezberleme ve okuma olmaksızın dilediği zaman ilmini Rabbinden alan kimsedir. İşte bu rabbani ilimdir."Yanımızdan ona bir İlim öğrettik" sözü ile bu ilme işaret edilmektedir. Gerçi her ilim onun yanmdandır. Ancak ilimlerin bazısı insanların Öğretmesi vasıtassyla olmaktadır. Bu ilme ledunni ilim denilmez. Ledunni ilim, dışarda bilinen hiçbir sebep olmadan kalbin içinde meydana gelen ilimdir. [220]
Gazali, İhya kitabını tasavvuf kültürü ile doldurmaktadır. Gaybı bilme ve kalb okuma ile ilgili ashaptan bazı kerametler aktardıktan sonra tasavvuf meşhurlarından da bazı örnekler vermektedir. Örnek olması için bazılarını nakledelim,
"Ebu Said el-Harraz'ın şöyte dediği rivayet edilir; "Mescid-i Haram'a girdim. Üzerinde İki hırka bulunan bir fakir gördüm, kendi kendime "Bu ve benzerleri insanlara yüktür" dedim. Bana seslendi ve "Allah içinizden geçenleri bilir, ondan sakının" dedi. İçimde Allah'a istiğfar ettim. Yine bana seslendi ve " Kullarının tevbesini kabul eden odur" dedi ve kayboldu. Bir daha görmedim.
Zekeriyya İbn Davud şöyle dedi: Ebüt-Abbas İbn Mesruk, Ebu'l-Fazl el-Haşimi'nin yanına girdi, hasta İdi. Aile sahibi idi. Ne ile geçindiğini bilmiyordu. Kalktığım zaman kendi kendime bu adam nasıl geçiniyor, dedim. O anda bana seslendi ve "Ey Ebu'l-Abbas, bu alçak himmeti bırak, Allah'ın gizii lütufları vardır" dedi. (...) Hamza ibn Abdullah el-Alevi şöyle dedi:Ebu'l-Hayr et-Tinani'nin yanına girdim. Sadece selam verip evinde birşey yememeye karar verdim. Yanından çıkınca elinde bîr tabak yemekle bana yetişti ve "Delikanlı ye, şimdi kanaatin değişti" dedi. Bu E-bu'1-Hayr kerametlerle meşhurdu
Şeyhlerin kalb okumaları ve insanların inanç ve düşüncelerini haber vermeleri konusunda nakledilenlerin haddi hesabı yoktur. Hatta Hızır'ı görmeleri, ona sormaları, gaybten ses işitmeleri ve başka kerametler dedikleri mitolojik şeyler sayılamıya-cak kadar çoktur.[221]
Gazali, dünyanın kötü olduğu ve kişinin zaruri ihtiyaç miktarı dışında, mubah da olsa, ondan almasının sakıncalı bulunduğunu, bir hırka bir lokma anlayışını şöyle anlatmaktadır:
"Biri diyebilir ki mubah olan bir şeyden yararlanmak mubah iken, böyle bir şey nasıl Allah'tan uzaklaşmanın sebebi olabilir? Bu, zayıf bir hayaldir. Çünkü dünya sevgisi her îürlü günahın başı ve bütün iyiliklerin boşa gitmesinin sebebidir. İhtiyaç dışındaki mubah da dünyadandır ve uzaklaşmanın sebebidir. Bu mesele Dünyanın Kötülenmesi bölümünde gelecektir.
İbrahim el-Havvas şöyle demiştir: Bir defasında Lukam dağmda bulunuyordum. Nar gördüm. Canım çekti. Bir tane aldım ve kırdım. Ekşi görünce attım. Orada uzanmış bir adam gördüm. Üzerine arılar toplanmıştı. Selam verdim, İbrahim sana da selam olsun, dedi. Beni nasıl tanıdın? dedim. Allah'ı bilen kimseye hiçbir şey gizli olmaz, dedi. Allah'la ilişkin olduğunu görüyorum, seni bu arılardan kurtarmasını ondan isteseydin ya, dedim. Senin de Allah'la ilişkinin olduğunu görüyorum, nar yeme arzusundan korumasını ondan isteseydin ya, narın sokmasının acısını insan ahirette hisseder, ama arıların sokmasının acısını dünyada hisseder, dedi. Ayrıldım gittim.
es-Seri şöyle dedi: Kırk senedir canım pekmeze batırılmış bir lokma ekmek istiyor, ama ona yedirmedim.
O halde, kalb mubahtan yararlanmaktan alıkonulmadığı müddetçe ahiret yoluna suluk etmesi için ıslah edilmesi mümkün değildir. Çünkü nefis bazı mubahlardan alıkonulmazsa, yasak şeylere heves eder. [222]
Gazali'nin, Haris el-Muhasibi'yi de yanına alarak, zenginlik yerine fakirliği nasıl tavsiye ettiği ve helal yoldan kazanılıp helal ve hayır yollarda sarfedilse bile, mal kazanmaktan nasıl sakındırdığını uzunca anlattığı "Zenginliğin Kötülenmesi ve Fakirliğin Övülmesi" başlığı altında naklettiği şu uydurma hadisi aktarmak istiyoruz;
"Kiyamet günü haram mal toplamış ve haramda harcamış bir adam getirilir ve onu ateşe götürün denir. Sonra helal mal toplamış ve haramda harcamış bir adam getirilir ve onu da ateşe götürün denir. Sonra haram mal kazanmış ve helal yollarda harcamış bir adam getirilir ve ateşe götürün denir. Sonra helal mal kazanmış ve helal yollarda harcamış bir adam getirilir ve kendisine"Dur, olabilir ki bu malı kazanırken sana farz kıldığım şeylerden mesela namazı vaktinde kılmamak, rüku', su-cud ve abdest gibi şeylerde kusur işlediğin olmuştur" denir. Adam, hayır ey Rab-bim, helal kazandım ve helal yollarda harcadım, bana farz kıldığın hiçbir şeyi de terketmedim. Kendisine, bu mal ile binek veya elbise gibi bir şeyle başkasına karşı böbürlenmiş olabilirsin, denir. Adam, hayır, kimseye karşı ne böbürlendim, ne de nururlandım, der. Kendisine, akraba, yetim, miskin ve yolda kalmış insanlara farz kıldığım haklarını vermemiş olabilirsin, denir. Adam, hayır ey Rabbim. helal kazandım ve helal yollarda harcadım, bana farz kıldığın şeylerin hiçbirini ihmal etmedim, nururlanıp böbürlenmedim, vermemi emrettiğin hiçbir kimsenin hakkını da verme-mezlik etmedim, der. Sayılan bu kişiler gelir ve kendisiyle muhakeme olurlar. Ey rabbimiz, ona verdin, zengin yaptın, aramızda,yaşattın ve bize vermesini emrettin, derler. Onlara vermiş, farzların hepsini yerine getirmiş ve hiçbirinde eksikliği olmamışsa, kendisine yeme, içme ve lezzet gibi sana verdiğim her türlü nimetin karşılığını ver, denir ve sorgusu devam eder.[223]
Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnet infakı ve hayırlarda yarışmayı, can ve mal ile cihadı sürekli teşvik ve emrederken, zengin müslümanlann Rasuiul-lah'a desteği her türlü takdirin üstünde iken ve bu dünyada imtihan mal ve canlarda olurken, mal kazanmayı ve zengin olmayı cehenneme gitmenin sebebi olarak gösteren bu anlayışla toplumda kalkınma, sanayi, kafirlere karşı cihad ve daha pek çok hizmet nasıl yapılabilir? İslam'ın öngördüğü şekilde malı kazanıp yine emrettiği şekilde harcama yapılması öğütleneceği yerde, bir hırka bir lokma mantığıyla müslümanlar acaba ne yapabilirler? Servetler ve mallar kafirlerin elinde olacak, müslümanlar da mal kazanırsam cehenneme giderim, diye ödleri patlayacak, ondan sonra deri kemik zahider dilenci ve yoksul miskinler, aç ve sefil fakirler, kafirlerin kapılarında Vuç açan muhtaçlar ve siyasi iradelerini bir lokma ekmek için kafirlerin ik-arlarina satan yığınlarla müslümanlar dünyada egemen ve İslam üstün cak, öyle mü? İşin ilginç yanı, Gazali ve benzerlerini baştaci edinen taun çevrelerin hiçbiri bu gibi düşüncelere iltifat etmemekte ve toplumun ngınleri olmak için başkalarıyla yarış içinde bulunmaktadırlar.
islam, dünya hayatına geçici gözü ile bakar ve hem malın hemya geçici gz arın bir imtihan aracı ve dünya hayatının süsü olduğunu, hnyır amellerin kalıcı olduğunu, dünya hayatına ebedi yurt olarak bakmamak gerekt.^ ğini, dünyanın ahiretin tarlası olduğunu söylemektedir. Aynı zamanda zührf süsü verilen bir lokma bir hırka anlayışının Kuran ve sahih sünnet İsla mı y_ la kesinlikle bir ilişkisinin olmadığını da belirtmektedir. Bu anlayış zühd adı altında İslam dışı inanç ve felsefelerden islam toplumuna girmiştir.
Gazali, anlatımlarını sürekli hikayelerle desteklemektedir. Ancak anlat, tığı hikayelerin büyük çoğunluğu uydurma ve hurafe niteliğindedir. Farkuv da olmadan bu hikayelerle okuyucuların inanç ve zihinlerini bulandırmaktadır. Mesela, Rahip ve Kadın (3/30), Musa ve İblis (3/31), Rahip ve îbs (3/31), Nuh ve İblis (3/31), Zekeriyye ve İblis (3/30-33) gibi.
Nedense, köpek kimi tasavvufçu ve milliyetçi çevrelerde önemli bir Örnektir. Milliyetçiler Ergenekondan çıkış için Bozkurt'un öncülük ettiğine inanırken, kimi tasavvufçular da köpeğin ahlakını müridlere Örnek göstermeyi marifet bilmektedir. Gazali de bunlardan biri görünmektedir. Şöyle anlatıyor;
"Ebu Osman ei-Hiri bir davete çağrıldı. Çağıran adam kendisini denemek isliyordu. Davet edildiği eve gelince, ev sahibi "Seni alamayacağım" dedi. Ebu Osman geri döndü. Biraz uzaklaşınca, adam onu bir daha çağırdı. Ebu Osman geldi. Adam bir daha ona git, dedi. Ebu Osman gitti. Bir daha çağırdı. Ebu Osman tekrar geldi. Bunu birkaç defa tekrarladı. Ebu Osman hiç bozulmadı. Bunun üzerine adam Ebu Osman'ın ayaklarına kapandı ve "Üstad, seni denemek istedim, ne güzel ahlakın var! "dedi. Ebu Osman, "Benim bu tavrım köpeğin ahlakıdır, çağrılınca gelir, kovulunca gider" dedi. [224]
Gazali, kalbleri melekler okuyamadığı halde sufilerin okuduğunu şöyle ifade etmektedir:
"Keşf ehlinden bîri şöyle demiştir: "Melek bana göründü ve gizli zikrimle tevhid müsahademden kendisine biraz anlatmamı isledi. Sana bir amel yazmıyoruz, halbuki seni Allah'a yaklaştıracak bir amelle yükseltmek İstiyoruz. Siz tarzlar: yazmıyor musunuz? dedim. Evet, dediler. Bu size yeter" dedim. Bu, sağ sol meleklerinin sadece salih amellere muttali olduklarını, kalbin sırlarına ise muttali olmadklarınıı gösterir. Ariflerden biri derki; Ebdal'dan birine yakîn müşahadesiyle ilgili bir mesele sordum. Soluna baktı ve "Allah razı olsun, ne dersin?" dedi. Sonra sağına baktı ve "Allah razı olsun, ne dersin?" dedi. Sonra göğsüne baktı ve "Allah razı olsun, ne dersin?" dedi. Sonra duyduğum en güze! cevabı verdi. Niçin sağa sola dönüp sorduğunu sordum. Şöyle dedi: "Konu hakkında önceden hazır bir cevabım yoktu. Sol yandaki meleğe sordum, bilmiyorum dedi. Daha iyi bilen sağ yandaki meleğe sordum, o da bilmiyorum dedi. Kalbime baktım ve sordum, sana verdiğim cevabı bana söyledi. Gördüm ki kalbim iki melekten de bilgilidir.[225]
Mesela şeyhin müridleri eğitmesi ve ıslah etmesi yolunu anlatırken, Kur'an ve sünnetin tasvip etmediği ve salih selefin insanlara İslam'ı öğretirken başvurmadığı, insanın insanlık şeref ve kişiliğiyle bağdaşmayan bir yolu nasıl öğütlediğini görelim:
"Dışı ibadetlerle süslenip organları açık günahlardan arındığı zaman şeyh, müridin ahlakına ve kalbin hastalıklarına nüfuz etmek için ahval karineleriyle batınına bakar. Zaruri ihtiyacından fazla malı olduğunu görürse, ondan alır ve hayır şeylere harcayarak kalbini ondan temizler. Böylece mala iltifat etmesini önlemiş olur. Onda gurur, kibir ve izzeti nefis görürse, çarşılara çıkıp dilencilik yapmasını emreder. Çünkü izzeti nefis ve liderlik şevki ancak zilletle kırılır. Dilencilikten daha büyük zillet de otmaz. Kibri ve izzeti nefsi kırılıncaya kadar buna bir müddet devam etmesini söyler. Şüphesiz kibir, helak eden hastalıklardandır. Gurur da aynı şekildedir. Beden ve elbise temizliğine genellikle düşkün olduğu ve kalbinin bunları düşünüp sevinç duyduğunu, bu şeylere özen gösterdiğini görürse, onu banyo ve tuvalet temizliğinde ve pis yerlerim süpürmede çalıştırır, temizliğe düşkünlüğünün kaybolması için onun mutfakta ve dumanlı yerlerde bulunmasını söyler. Çünkü temiz eibise peşinde olanlar, süslenenler, temiz elbise ve renkli seccade isteyenler ile gün-boyu kendini süsleyen gelin arasında bir fark yoktur. İnsanın kendine tapması ile bir puta tapması arasında fark yoktur. Zira Allah'tan başka neye taparsa tapsın, Allah'tan perdelenmiş olur. [226]
Gazali'nin kitabına verdiği isme bakarak din ilimlerinde ve tasavvufta yapmaya çalıştığı yenileştirme veya ihya budur. Güzel bilgilerle tasavvuf kültürünün donatılması şayet yenileştirme veya ihya ise, ihya da böyle bir ihyadır.
Tefsir, hadis, kelam, fıkıh gibi İslami disiplinlerde birtakım yanlışlar, bid'at ve hurafelerin olduğu inkar edilemez. Herbir ilim dalına birtakım İs-railiyyat diyebileceğimiz şeylerin sızdığı da bir gerçektir. Bu ilimlerle uğraşan ve onlarla hayatlarını düzenleyen insanların hayatında birtakım yanlışların bulunduğu da doğrudur. Ama şu bir gerçek ki, bu ilimlerin hiçbirinde İslamdışı unsurlar İslami unsurlara galebe etmemiş veya onları ikinci planda bırakmamıştır. Hiçbir kimse buralarda yapılan yanlışlara din süsü vererek savunmamış ve kutsallaştırmamıştir. Bu ilimlerle uğraşanların hiçbiri bilgilerinin direkt Allah'tan yahut levhi mahfuzdan geldiğini veya meleklerin kendisine bildirdiğini iddia etmemiş, böyle şeyleri delil olarak göstermemiş, bu ilimlerin öğrenim ve eğitimi için din ve akıldışı bir yol tavsiye etmemiştir.
Kuşeyri'nin iyileştirme çabaları:
Abdulkerim el-Kuşeyri de kendine göre tasavvufta iyileştirme yahut yenileştirme çabaları göstermiş ve kitaplar yazmıştır. Yazdığı kitaplar arasında tasavvufla ilgili olarak er-Risale'si meşhurdur. Şüphesiz başka tasavvuf kitaplarıyla karşılaştırıldığında bu kitap zemzemle yıkanmış sayılır. Bununla beraber olaylara yine tasavvuf gözlüğü ile baktığı için o sistemin kültür ve anlayışını yansıtmanın ötesine geçememiştir, iyileştirme çabaları içinde bu kültürü kitabında nasıl yansıttığını görmek için bazı örneklere bakalım.
Tanıttığı ve menkıbelerini naklettiği kişilerden mesela Ebu Yezid el-Bis-tamî hakkındaki şu sözlerine bakalım:
"Bayezid demiştir ki: Yemek külfetinden ve kadın sıkıntısından beni kurtarmasını Allah Teala'dan niyaz etmek istemiştim. Sonra kendi kendime, "Rasulullah bile Allah'tan böyle birşey istenmediği halde benim istemem nasıl caiz olur?" dedim ve bunun için dua etmekten vazgeçtim. Sonra Haksübhanehu ve Teala kadın sıkıntısınbeni kurtardı. O kadar ki karşıma çıkan kadın mı duvar mı, farkedemez oldur,[227]
pbu Yezid, kendisini yemek ve kadın külfetinden kurtarması için Allah'aistiyor, neticede istediği oluyor.
Acaba yemek ve kadın külfeti ne demektir? Hayatın iki sebebi ve rükııü-bunlar. Bunlardan bir insanın müstağni kalması mümkün değildir, tr rsılaştığı kadının kadın mı, duvar mı olduğunu farketmemek, acaba sağ-k alameti mi, yoksa hastalık ve bozukluk alameti midir? Böyle bir meziyet f zilet midir, yoksa insan yaratılışı ve hayattaki rolü bakımından bir sapma mıdır? Şüphesiz böyle bir şeyin İslam mantığı ve insanın hayattaki rolü açı-çından doğru olması yahut tasvip edilmesi mümkün değildir. [228]
Ama meseleye tasavvuf! açıdan yahut tasavvuf gözlüğü ile bakıldığı için bu durum normal karşılanmış, belki de fazilet olarak sayılmıştır. Çünkü tasavvufta esas, kişinin bu şekilde her türlü nimetten kendini yoksun bırakması, kendini ezmesi, çile, zühd düşüncesiyle Allah'ın yarattığı havat akışı çarkının aksine çevrilmesidir. Hıristiyan rahipliğinde olduğu gibi kadınlarla evlenmemek, dünya nimetlerini nefsine yasak etmek, temiz giyinip temiz yemekten mahrum kalmak, nefsi yenilmesi imkansız ve amansız bir düşman gibi muhatap alıp hayali bir düşmanla ömür boyu mücadele edeyim derken, hayatın altını üstüne getirmek, tasavvufun temel felsefesi ve eksenidir.
Bu manastır hayatı ve agnostik felsefe neticesinde daha bir asır geçmeden tekke ve derviş çevrelerinde İslam'a aykırı her türlü bozukluklar ortaya çıkmıştır. Kimileri pis ve murdar kıyafetlerle sokaklarda dolaşmış, kimileri kadınlarla ve meşru yollarla ilişki kuramadığı için işi lutiliğe ve taze oğlanlarla oturup kalkmaya çevirmiş, [229]bunun için kinayeler uydurmuş, kimi uyuşturucuya müptela olup dumanlar içinde kendini evliya ilan etmiş, kimi sokaklara ve çöllere düşmüş, kimi insanlar yerine Allah'a aşkını ilan etmiştir. Şüphesiz bütün bunlar tasavvufun yanlış eğitim metodu, insanlara gösterdiği yanlış hedefler ve Kuran ile sünnetin çerçevesini aşıp bid'at ve hurafelere dalmasından kaynaklanmaktadır.
Yine Ebu Yezid'le ilgili şöyle demektedir:
"Zühdün bir derecesi yoktur. Niçin? dedim. Şöyle dedi: Üç gün zahid oldum. Dördüncü gün zühdden çıktım. Birinci gün dünya ve içindekîlerini istemedim, ikinci gün ahiret ve İçindekilerin! istemedim, üçüncü gün Allah'tan başka şeyleri istemedim dördüncü gün olunca bana Aiiah'tan başka bir şey kalmadı, gaybten bir ses bana şöyle dediğini işittim ve anladım: Ey Ebu Yezid! Bizimle olmaya güç yetiremezsin. Bir sesin "buldun, buldun" dediğini İşittim.[230]
Burada anlatılanların İslam'a uygun olduğunu kim söyleyebilir? Dünyaya ve onda bulunan şeylere karşı zahid olmayı bir ölçüde izah etmek mümkün ise de, ahirete ve orada bulunan şeylere karşı zahid olmayı izah etmek nasıl mümkün olur? Bunun anlamı, ahirette yüce Allah'ın müminlere vn-adettiği nimetleri ve cennetleri istememek demek değil midir? Bu felsefe değil midir Rabiatu'l-Adeviyye (öl. 185/801), Ali ibn el-Muvaffak (öl. 265/878} ve Yunus Emre gibi tasavvufçuları cehennemi takmama, cenneti istememeyi söylemeye götüren?! [231]İslam'ın hiçbir hükmü ile ve salih selefin hiçbir anlayışı ile izahı mümkün olmayan bu tür şeyleri el-Kuşeyrî tasavvuf olarak naklediyor, tasvip ediyor ve bu sözlerin sahiplerinin de insanlar arasında Allah'ın en sevgili kulları olduğunu söylüyor.
Belirttiğimiz gibi, bütün mesele, ölçümin yanlış olması ve değerlendirmelerin bu yanlış ölçü ile yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü metod doğrudan doğruya sonuç üzerinde etkili, hatta sonucun önceden habercisidir. Zira, Kur'an, sünnet ve ashabın anlayışıyla meseleye bakan bir insanın bu tür şeyleri tasvip etmesi yahut İslam, olarak onlara bakması mümkün değildir.
Yine Ebu yezid'den nakletmektedir:
"Ebu Yezid'e soruldu: Allah yolunda karşılaştığın en çetin şey nedir? Anlatamam, dedi. Nefsinin senden çektiği en çetin şey nedir? denildi. Bunu anlatayım, dedi. Onu biraz itaata çağırdım, bana icîibet etmedi. Bir yıl ona su vermedim. [232]
Bu ifadelerde de aynı çarpık manzara ile karşılaşıyoruz. Allah'a itaat ve ibadeti kabul etmeyen nefsi bir yıl susuz bırakmak, şeriat ve akılla nasıl izah edilebilir? Bu ifadeleri ne kadar hüsn-ü zarıla yorumlasak, bunun oruç
kanlamında olduğunu ancak söyleyebiliriz. Halbuki sünnete gören nasıl tutulacağını biliyoruz. Bir yıl su içmemek veya nefsi bir yıl su 0 rnekle cezalandırmak ne sünnete göre bir oruç, ne de îslami bir eğitimdir!?
Kuseyri herhalde bunu bilmeyecek kadar işin yabancısı değildir. Ama
karıda da belirttiğimiz gibi tasavvuf gözlüğüyle meselelere bakıldığı için vvufu ihya ve tecdid düşüncesiyle yazılmış bir kitabına almayacak görmemektedir. Tasavvuf sisteminde malumsilsileninvanlış vesupları nep kutsallık halesiyle kuşatıldığı ve her söylediğinde bir hiket olan kişiler kabul edildiği için onlardan sadır olan bu nevi şeyler de rahatlıkla süzgeçten geçmekte ve normal karşılanmaktadır.
Ebu Yezid'in bir de şu sözlerine bakınız: "Otuz senedir her namaz kılışımda, belime sardığım zünnarı koparıp atmak isteyen bir mecusiyim, itikadı içinde olduğum halde namaz kılmaktayım.[233]
Bu kişi, iktibas ettiğimiz ikinci paragrafta Allah'la konuşuyor yahut Allah'tan kendisine gizli sesler geliyor, Burada da otuz yıldır kendisinin mecu-si olduğuna inanıyor ve bu inanç içinde namaz kılıyor."Zünnar" Hristiyan keşişlerin bellerine bağladıkları ucu haçlı kuşak demektir. el-Bistami otuz yıldır keşişlerin bellerine bağladıkları zünnarı kuşanmış bir mecusi olarak kendini görmekte ve bu mecusiliğiyle namaz kılmaktadır. el-Kuşeyrî de tasavvufta tecdit olarak onun bu mecusiliğini müslümanlara fazilet örneği ve nebilerle rasullerden sonra insanlardan Allah'ın en sevgili kul örneği olarak sunmaktadır.
Yine şöyle nakletmektedir:
"Ebu Yezid bir gece ribaîın suru üzerinde Allah'ı zikretmek için ribata gitti. Sabaha kadar zikretmeden kaldı. Sebebini sorduğumda şöyte dedi: Çocukluğumda söylediğim bir sözü hatırladım, onun İçin Allah'ı zikretmekten utandım[234] Her şeyden Önce çocukluk yıllarında, yani insanın akil ve baliğ olmadan Önce işlediği ve söylediği şeylerden sorumlu olmadığını Ebu Yezid bilmemektedir. Aynı zamanda sanki o güne kadar bundan başka bir günah işlememiş veya kötü hiçbir söz söylememiş gibi bir anlayış sergilemektedir. Halbuki insanlar işledikleri kötülükler ve söyledikleri kötü sözler için Yüce Allah'tan bağışlanma dilemeli ve ona sığınarak ibadetlerim terketmemeli-°-ir. Ama ölçü İslam yerine, tasavvuf Ölçüsü olunca bunların tümü itibara alınmamaktadır.
"Oniki sene nefsimin demircisi oldum. Beş sene kalbimin aynası oldum. Bir senede ikisinin arasına durdum. Bir de ne göreyim, belimde açıkça bir zunnar buh maktadır. Oniki sene onu kesmeye çalıştım. Bir de batkım ki içimde bir zunnar v, dır. Beş sene onu kesmek için çalıştım. Gözümden perde kalktı. İnsanlara bah ve ölüler olduğunu görüp onlara dört tekbir getirdim.[235]
Herhalde Bistami, ailesinin bağlı olduğu mecusi dinini bir türlü unut madığından zunnarı aklından çıkarmamaktadır.
Ebu Yezid'den yine şöyle nakletmektedir: "Rabbimi rüyada gördüm. Senasıl bulayım?dedim. Nefsini bırak ve gel, dedi. [236]
Hz. Peygamberin ve başka insanların rüyada görüldüğünü duyuyordu), ama Yüce Allah'ın Ebu Yezid gibilerin rüyalarına girdiğini bilmiyorduk Herhalde Ebu Yezid'in rabbı dediği şey, İblis'in aldatmasıdır. "Allah her türlü eksiklikten münezzehtir ve söylediklerinden çok çok yücedir. [237]
"Ruveym şöyle demiştir: Rıza, Allah'tan sağ tarafa koyduğu cehennemi sol tarafa almasını istememektir. [238]
"Ebu Süleyman ed-Darani şöyle demiştir: Rıza, Allah'tan cenneti talep etmemek ve cehennemden korumasını istememektir. [239]
"Ebu Süleyman ed-Darani şöyle demiştir: Umarım, rıza(hoşnutluk)dan bir parça öğrenmişimdir. Beni ateşe koyarsa, razı olurum. [240]
"Hz. Musa şöyle demiştir: Allah'ım! Benden hoşnut kalacağın bana bir amel Öğret. Allah, buna gücün yetmez, dedi. Musa secdeye kapanarak Allah'a yalvardı. Allah ona şöyle vahyetti: Ey İmran oğlu! benim senden razı olmam, senin verdiğim hükme razı olmandadır. [241]
Kuşeyri'nin bir peygamber adına naklettiği bu asılsız haberi İbn Teymiyye şöyle eleştirmektedir:
"Kuşeyri'nin naklettiği şeyler arasında, muallak olarak zikrettikleri gibi, senedi zayıfbulunmaktadır. Denildiğine göre Musa şöyle demiştir: Allah'ım! Benden ut kalacağın bana bir amel Öğret. Allah, buna gücün yetmez, dedi. Musa sec-kapanarak Allah'a yalvardı. Allah ona şöyle vahyetti: Ey İmran'ın oğlu! Benim nutluğum, senin benden hoşnut olmandadır."
jjjyyat olan bu hikaye doğru değildir. Musa İbn İmran hakkında böyle şeylerin (atılması doğru değildir, denilebilir. Bilindiği gibi bu israiliyyatın ne senedi vardır, de dinden bir dayanağı bulunmaktadır. Ancak Hz. Peygamberin İsraüoğulları hakkında anlattığı sabit olan şeyler gibi, sahih bir senedie sabit olanlar ayrıdır. Fakat bu hikaye gibi yalan olduğu bilinenler vardır. Şüphesiz Hz. Musa seçkin müslümanlardan ve azim sahibi büyük peygamberlerdendir. Allah'ın kendisinden hoşnut olacağı bir ameli işlemeye gücünün yetmeyeceği nasıl söylenebilir? Biliyoruz ki Yüce Allah Muhacirler, Ensar ve güzelce onların yolundan gidenlerden razı olmuştur. Böyle iken, kendisi ile konuştuğu İmran oğlu Musa'dan mı razı olmamaktadır?
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz inanıp salih amel işleyenler, insanların en iyileridirler. Onların rableri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinde ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimse içindir.[242] Bilindiği gibi, İmran oğlu Musa inanıp salih amel işliyenlerin en üstünlerindendir. Kaldı ki Yüce Allah, Musa'ya hoşnutluğunun üstünde bir meziyet vermiştir. Ona "Gözümün önünde yetiştirilmen için benden sana bir sevgi verdim[243] buyurmaktadır. Ona burada "Ey İmran oğlu"derken, Kur'arıda "Ey Musa" djye seslenmektedir, "imran oğlu Musa" demesi, küçümseyen bir hitaptır. [244]
Cüneydi Bağdadi ve Gazali'nin imanı avamın imanı, havassın imanı ve ariflerin imanı diye ayırdığı gibi, Kuşeyri de duayı sınıflara ayırarak şöyle demektedir:
"Denildi ki avamın duası sözlerle, zahidlerin duası fiillerle, ariflerin duası hallerle olur. [245]
Şeriatta hal veya fiille dua kavramı yoktur. Aksine, başta Rasulullah ol-roak üzere bütün müminler Allah'a sözlerle dua etmişlerdir.
el-Vasıti'nin dua etmesi istendiğinde şöyle demiştir: Dua ettiğim zamanana şöyle denilmesinden korkarım: Bizde olan şeylerini istiyorsan, bizi (sanatlan şeylerini vermemekle) suçlamış olursun, bizde bulunmayan şeylerini istiyorsan, bizi kötü nitelemiş olursun, razı olursan, asırlardır kararn bağladığımız şeyleri sana veririz.[246]
Adam, dua ederse ya hakkı olan şeyleri isteyecek veya hakkı olmnyan şeyleri isteyecek, diye dua etmeğe yanaşmamakta, nasıl olsa Allah'ın bigtakdir ettiği şeyler verilecek, diyerek duadan kaçınmaktadır. Halbuki Yüce Allah " deki, duanız olmazsa, rabbim size ne diye değer versin? [247] buyur, maktadır. Kur'an-ı Kerim'de kulların dua etmelerini isteyen ve dualarına karşılık verileceğini ifade eden sayısız ayetler bulunmaktadır. Rasuhıllah dua ederek Yüce Allah'tan isteklerde bulunurken, el-Vasıti buna ihtiyaç duymamaktadır. Tuhaf bir din anlayışı değil mi?!
Kuşeyri'nin naklettiği şu keramete bakalım:
"Takî ibn Mahled'e bir kadın geldi. Oğium Bizans'a esir düştü, küçük bir evimden başka hiçbir maiim yok, onu da satamıyorum, onu fidye vererek kurtaracak birine
söyleseniz, ne gecem var ne gündüzüm, gözüme uyku girmez, içim rahat etmez,dedi.
Adam, peki git, Allah'ın izniyle çaresine bakayım, dedi.
Sonra başını eğdi ve dudaklarını oynattı. Biraz bekledik. Az sonra kadın oğlu ile beraber çıkıp geldi. Adama dua ederek, oğlum sağ salim döndü, sana anlatacakları var, dedi.
Genç şöyle dedi: Bir grup esirle beraber bir Bizans hükümdarının yanında esirdim. Bizi çalıştıran bir adamı vardı. Çalıştırmak için ayaklarımız zincire vurulmuş olarak bizleri sahraya çıkarırdı. Başımızdaki adamla beraber akşamdan sonra çalışmaktan dönerken ayaklarımdaki zincir çözülüp yere düştü. Günü ve saatini söyledi. Tam kadının gefdiği ve şeyhin dua ettiği gün ve saate denk düşüyordu. Basımdaki nöbetçi bana kızdı ve zinciri kırdın, dedi. Kırmadım, kendisi ayağımdan düştü, dedim. Adam şaşırdı. Arkadaşlarını çağırdı. Demirciyi getirdiler ve beni bir daha zincire vurdular. Birkaç adım yürüyünce, zincir tekrar ayağımdan düştü. Bu işe hayret ettiler. Rahiplerini çağırdılar. Rahipler, annen var mı? dediler. Evet, dedim. Duası kabul edildi, Allah seni serbest bıraktı, seni zincire vurmamız mümkün değildir, dediler. Bana azık verdiler ve yanıma müslümanların taratma götürecek adamlar verdiler. [248]
Müşriklerin eline esir düştükten sonra darağacında şehid edilen Habbab İbn Eret kurtulmuyor, Hudeybiye antlaşması sırasında müşriklerin vurdukları ayağındaki zincirlerle sürünerek gelen Ebu Cendel'in ayaklarmdaki zincirler kırılmıyor da, şeyh efendinin duasıyla zincirler kırılıyor ve esirler kubir
Acaba Rasulullah bunlar ve benzeri ashabım sevmediği için mi kurdua etmedi, yoksa şeyhin gücü ve Allah'ın yanındaki derecesi gücünden ve Allah'ın yanındaki derecesinden mi büyüktü hir verde belirttiğimiz gibi, tasavvuf meyhane terimlerine büyük ki e sarılmış ve kullanmıştır. Nitekim Kuşeyri de sufılerin hal veya larinı anlatırken sarhoşluk (sekr-sükr) kelimesini sanki hayra kelime olarak almakta, sufınin ayıklık hali ile sarhoşhık halini şöyleanlatmaktadır:
'Sahv kendinden geçme (gaybet)den sonra ayılma(kendine gelme)haline dönektir Sarhoşluk (sekr) ise, kuvvetli bir varidden sonra kendinden geçmedir. Sarhoşluk, bir yönden gaybetten fazlalıktır. Çünkü sarhoş, sarhoşluk halinde tam bilincini yitirmemişse bast halinde olabilir, sarhoşluk halinde kalbinde eşyayı hatırlamaya da bilir. Bu da varidin tam etkilemediği ve bilincini tam yitirmediği sarhoş olmaya yakın kişinin durumudur.
Sarhoşluğu gaybeti geçecek kadar çok da olabilir. Hatta sarhoşun sarhoşluğu çok şiddetli olduğu zaman gaybet sahibinden de daha çok gaybet içinde olabilir. Gaybet sahibi de tam sarhoş olmamış sarhoştan daha daha çok gaybet içinde olabilir. Gaybet, kişilerin kalblerînde ortaya çıkan hafv ve reca, korku ve arzu sebebiyle olabilir. Ama sarhoşluk sadece vecd sahiplerinde olabilir.
Kişiye güzelliğin tavsifi yapılır, kalbi coşar ve havalara girerse, sarhoş olur. (Ondan sonra sarhoşluğun ve sarhoşların övüldüğü dört tane beyit örnek olarak getirilmektedir).
Şüphesiz sahvfayıklık), sarhoşluğa göredir. Sarhoşluğu hak ile olanın ayıklığı da hak ile olur. Sarhoşluğu bir nasiple karışık olanın sahvı da nasiple karışık olur. Sahvında haklı olan, sarhoşluğunda korunmuş olur.... Ayıklık ve sarhoşluk, zevk ve içmekten sonra olur.[249]
içki ve içmek kelimelerini de tasavvufçular çok kullanırlar. Kuşeyri onu Şöyle tasvir etmektedir:
"Sufiler zevk ve şurb(içmek) kelimelerini de kullanıyorlar. Gördükleri tecellilerin ürünlerini, keşifleri ve varidleri bunlarla ifade ediyorlar. Önce zevk, sonra, şurbfiç-mök), sonra kanmak geliyor. Muamelelerinin berraklığı onlara manaların zevkini gerektiriyor. Menzillere ulaşmaları içmelerini gerektiriyor. Vasıl olmalarının devam-lfli9i da kanmalarını gerektiriyor.
^6vkin sahibi biraz sarhoştur. İçen de sarhoştur. Kanmış olan da ayık olur. Sevgisi i olan devamlı içer. Bu özelliği devam ederse, içmek artık onu sarhoş yap Hak ile ayık olur, her türlü nasipten kurtulmuş olur, kendisine varid olanlardanetkilenmez ve bulunduğu halden değişmez.
Sırrı saf olanın içmesi bulanık olmaz. Şarap kimin gıdası olursa, içkisiz kalamaz ve içmeden edemez.
Şöyle demişlerdir: Kadeh mememizdir, ondan içmeden yaşayamayız. Yine şöyle demişlerdir: Rabbimi hatırladım, diyenlere şaşarım, unuttuğum var mı ki unuttuğumu hatırlayayım. Aşkı kadeh kadeh içtim, ne şarap tükendi, ne ben kandım.
Yahya İbn Muaz'ın Ebu Yezid el-Bistami'ye "Burada aşk kadehinden içen artık hiç susamaz" diye yazdığı, onun da Bİstami'ye şöyle cevap verdiği söylenir: "Senin ha-linin zayıflığına şaştım. Burada kainatın denizlerini içip de hala ağzını açarak istiyen vardır[250]
Tasavvuf kitaplarında ve tasavvufu savunanlar arasında İçmek, şarap sarhoşluk gibi kelimelerin gerçek anlamda değil, mecazi anlamda kullanıldığı savunması yapılmaktadır. Halbuki Kur'an-ı Kerim ve Sünnet sekr (sar-hoşluk)u hep kötülemiş yahut övmemiştir. İslam'da sarhoşluğun veya sarhoşun övülmesi yoktur. Kötü işler ve kötü şeyler için kullanılan kelimelerle güzellikler hiçbir zaman övülmez ve terviç edilmez.
Başta Rasulullah olmak üzere, ashap ve onlardan sonra gelen salih selef Allah'a karşı olan çok sevgiden yahut fazla ibadetten sarhoş olduğu, aklını yitirdiği ve sufılerin şatahatı gibi saçmaladığı sözkonusu değildir. Allah'tan korkuları ve cehennem azabının dehşeti karşısında bütün geceler namaz kılmak, hergün oruç tutmak ve hiç evlenmemek isteyen ashaptan belirli kişilerde bile böyle bir sarhoşluk yahut kendinden geçme durumu meydana gelmemiştir.
Zaten İslam sarhoşluğa yol açan bütün şeyleri yasaklamış ve ancak akı! sahiplerini mükellef kabul etmiştir. Ama tasavvufun, sufılerin ve keramet gösterilerinin Kur'an ve Sünnet'e bağlı olması, helal ve haramı gözetmesi şartıyla ancak kabul edilebileceğini söyleyen Kuşeyri ve benzerleri bu sarhoşluğa nedense dini bir karakter vermekte ve ermişliğin büyük alameti gibi göstermektedir. Tasavvuf gözlüğü ile olaylara ve kişilere bakma budur-Böyle olmasaydı, şeriatın kesinlikle yasakladığı sarhoşluk ve onun sebebi olan şarap içmeye nasıl dini bir karakter giydirilir ve fazilet olarak insanlara sunulurdu? Kuşeyri'nin tasavvuf gözlüğü ile tasavvufta yaptığı yenilik bu kadardır.
Tasavvufta iyileştirme yapmaya çalışan Kuşeyri en aşırı sufiler gibi şei'i" at-hakikat ayırımı yapmakta ve şöyle demektedir:
"Şeriat, kulluk emrini tutmaktır. Hakikat, rububiyett müşahade etmektir. Hakikatledesteklenmemiş her şeriat makbul değildir. Şeriatla kayıtlı olmayan her hakikat da makbul değildir.
Şeriat kullara teklifler getirmiştir. Hakikat ise, Allah'ın idaresini haber vermektir. Şeriat Allah'a kulluk yapmaktır, hakikat ise onu müşahade etmektir. Şeriat, emrettiklerini yerine getirmektir, hakikat ise, kaza ve kaderini, açıklayıp gizlediğini müşahade etmektir.
Ebu Ali ed-Dekkak'ın şöyle dediğini işittim: "îyyake na'budu (sadece sana ibadet ederiz) şeriatı korumaktır, iyyake nestainu (sadece senden yardım dileriz), hakikati ikrar etmektir.
Şüphesiz, Allah'ın emri ile vacip oiduğu için şeriat hakikattir, onu tanımak da emri ile vacip olduğu için hakikat da şeriattır. [251]
Şeyh-mürid ilişkileri ve müridin şeyhine tam bir teslimiyet içinde olması, ona itiraz etmemesi gerektiğini de Kuşeyri, Hz. Musa ile Hızır (Salih Kul) kıssasını örnek vererek anlatmakta ve şöyle demektedir:
"İmam dedi: Hızır'a arkadaşlık yapmak isteyince, edep şartını korudu. Önce arkadaşlık yapmak için izin istedi. Hızır ona hiçbir şeyde itiraz etmemesi ve hiçbir kararına karşı çıkmaması şartını koştu. Musa birinci ve ikinci defa muhalefet edince, onu bağışladı. Üçüncüde ise -bu da azlığın sonu ve çokluğun başıdır-ondan ayrıldı ve 'Bu, seninle benim ayrılığımızdır' dedi. [252]
"Ebu Ali ed-Dekkak'ın şöyle dediğini duydum: Her ayrılığın başı muhalefettir. Yani, şeyhine muhalefet eden kişi onun yolundan sapmış olur. Aynı yerde otursalar bile, aralarındaki ilişki kesilmiş olur. Herhangi bir şeyhe bağlandıktan sonra kalbi ile ona İtiraz kişi beraberlik antlaşmasını bozmuş ve kendisine tevbe gerekmiş olur. Kaldı ki şeyhler "Üstadlara itaatsizlik yapmanın tevbesi yoktur" demişlerdir. [253] "Ebu Abdirrahman es-Sulemi'nin şöyle dediğini duydum: Şeyhim üstad Ebu sehl es-Saluki'nin hayatında merv şehrine gittim. Benim oraya gitmemden önce cuma günleri öğleden önce Kur'an hatmi toplantıları düzenliyordu. Oraya geldiğim zaman bunu kaldırdığını ve Ebu'l-Gafani için sohbet meclisi düzenlediğini gördüm. Bunun sebebini merak ettim. Kendi kendime "Hatim meclisini sohbet meclisiyle değiştirmiş" dedim. Birgün bana şöyle dedi: Ey Ebu Abdirrahman! İnsanlar benim İçin ne diyorlar? Kur'an meclisini kaldırmış ve sohbet meclisini kurmuş, dediklerini söyledim. Şöyle dedi: Üstadına niçin, diyen kişi asla felah bulmaz. [254] "Ebu'l-Hasan el-Hemedani el-Alevi'nin şöyle dediği söylenir: Bir gece Cafer el-Hul-di'nin yanında bulunuyordu. Eve tandırda bir kuş (veya kümes hayvanı) pişirilmesini emretmiştim. Aklım onda idi. Cafer bana, bu gece bizde kal, dedi. Mazeret gösterdim ve eve döndüm. Kuş tandırdan çıkarıldı ve önüme getirildi. O anda kapıdan bir köpek girdi ve kuşu alıp götürdü. İçinde bazı artıklar kalan tabak da hizmetçi kadının eteğine takıldı ve döküldü. Sabah olunca Cafer'in yanına gittim. Beni görünce, şöyle dediıŞeyhlerin dediklerini yapmayana eziyet edecek bir köpek musallat olur.[255]
"...Amcam el-Bistami'nin babasından şöyle naklettiğini işittim: Şakik el-Belhi ve E-bu Turab en-Nahşebi Ebu Yezid'e misafir olmuşlar. Sofra gelmiş, bir genç de Ebu Yezid'e hizmet ediyor, iki misafir hizmetçiye "Sen de bizimle berebar ye" demişler, hizmetçi oruçluyum, demiş, Ebu Turab ona "Ye, bir aylık oruç sevabı kazanırsın" demiş, hizmetçi yine yememiş, Şakik ona "Ye, bir yıllık oruç sevabı alırsın" demiş, hizmetçi yine yememiş, Bunun üzerine Ebu Yezid " Allah'ın cezasını davet edip durmayın!" demiştir, O genç bir yıl sonra hırsızlığa başlamış ve eli kesilmiştir. [256]
" Ebu Yezid gaybı nasıl bildi değil mi?! Şeyhlerin davetini kabul etmeyen adamı Allah böyle cezalandırır, demek istiyor herhalde.
"Üstad Ebu Ali'nin şöyle dediğini duydum: Sehl İbn Abdullah Basra'da bir fırıncıyı anlattı. Sehl İbn Abduüahın arkadaşlarından biri bunu duydu. Basra'ya gitti ve söz-konusu fırıncının dükkanına gitti. Fırıncıların yaptığı şekilde yüzünü örttüğünü ve ekmek pişirdiğini gördü. Kendi kendine "Bu adam veli olsaydı, Örtü olmadan da saçı yanmazdı, dedi. Selam verdi ve birşey sordu. Adam ona "Beni hor gördün, onun için sözüm sana fayda vermez" dedi ve kendisiyle konuşmayı red etti. [257]
Adamın kalbini nasıl da okudu, değil mi?!
"Meşhur olaydır; Ömer İbn Osman el-Mekki, Hüseyin ibn Mansur (Hallac)ın bir şey yazdığını görmüş, ne yazdığını sormuş, o da Kur'ana nazire olduğunu söylemiş, o da kendisine beddua etmiş ve ilişkisini kesmiştir. Şeyhler derler ki, uzun zaman sonra Hallac'ın başına ne geldiyse, o şeyhin bedduası sebebiyle geldi. [258]
Sakın kimse şeyhlere ters bir cevap vermesin veya onlara muhalefet etmesin, yoksa Hallacın başına musibetler yağdığı gibi onun da başına yağar! "Ebu AH ed-Dekkak'm şöyle dediğini duydum: Belh halkı Muhammed İbn el-Fadl'ı şehirden sürgün edince, onlara beddua etmiş ve "Allah'ım, onları doğru söylemekten mahrum et" demiştir. Ondan sonra Belh şehrinden doğru söyleyen çıkmamıştır. [259]
"Ahmed İbn Yahya Ebiverdi'nin şöyle dediğini duydum: Şeyhi kendisinden razı olan kişi, şeyhine karşı saygısının kalbinden gitmemesi için hayatta mükafat görmez. Ama şeyh ölünce, hoşnutluğunun mükafatı olan şeyleri Allah ona verir. Şeyhi kendisinden hoşnut olmayan kişi de, şeyhinin ona acımaması için, şeyhi yaşadığı
sürece mükafat görmez. Çünkü şeyhler serapa mertlikle yoğrulmuşlardır. O şeyh dükten sonra sözkonusu kişi mükafat görür.[260] rirüyorsunuz, şeyhinizi küstürürseniz, rızkınız bile kesilir ve dünyada
h'm size vereceği şeyleri alabilmek için şeyhinizin ölümünü beklemekbaska çareniz kalmaz. Bankerzede veya bankazedeler gibi birşey! Ancak terin veya bankanın tasfiyesi tamamlandıktan sonra devlet mağdurlara aralarını ödeyebilmektedir!
Çevhierin büyüklüğünü hala anlamadıysanız, şu sözlere bakınız: "insanlar ya nakil ve rivayet, yahut akıl ve fikir sahipleridir. Tarikatın şeyhleri ise, bütün bunların üstündedir. Başkaları için gayb olan şey onlar İçin açıktır, insanların elde etmek istediği bilgiler, Ailah tarafından onlara verilmektedir. İnsanlar istidlal ehli iken, onlar visal ehlidirler. [261]
"Ahmed İbn Hanbel, Şafii'nin yanında bulunuyordu. O arada Şeyban er-Râî geldi. Ahmed, ey Ebu Abdillah! Bu adama bilgisinin azlığını göstermek istiyorum, biraz ilim tahsil etmeğe çalışsın, dedi.
Şafii, yapma, dedi. Ama Ahmed dinlemedi ve Şeyban'a sordu: Beş vakit namazdan birini klimayı unutan, ama hangi namazın olduğunu hatırlamayan kişiye ne gerekir? dedi.
Şeyban cevap verdi: Ey Ahmed! Bu, Allah'tan çok gafil olan bir kalptir. Bir daha efendisinden gafil olmaması için tedip edilmesi gerekir.
Ahmed bu cevap karşısında bayıldı. Kendine gelince, İmam Şafii ona " Sana bu adamı tahrik etme demedim mi?" dedi.
Şeyban er-Rai onlardan okuma yazma bilmeyen (ümmi) bir kişiydi. Onlardan ümmi olanın durumu böyle ise, acaba imamları naşı! olur? [262]
Kuşeyri'nin müridlere öğütlerinden bazı örnekler vererek konuyu bitirmek istiyoruz.
"Müridin, bu tarikattan olmayan herhangi bir kimsenin mezhebine mensup olması çirkin bir şey olur[263]
"Bu sınıfın usulü en sahih, şeyhleri insanların en büyüğü, alimleri insanların en bilginleri olursa, onlara inanmış olan mürid şayet suluk ve hedeflerine yavaş yavaş yükselen biri ise, onlara verilen gayb mükaşefelerine ortak olur. O zaman tarikat mensubu olmayanlara asalaklık yapmaya ihtiyaç duymaz. Ama müstakil bir halde olmayıp sadece tabi bir kişi olup tahkike ulaşıncaya kadar taklidi benimsemişse,selefini takiid etsin ve bu sınıfın yolunu izlesin. Çünkü bunlar kendisine başkalarından daha evladır.[264]
Sufîlerin ümmetin en alimi ve en hayırlısı olduğunu herhalde Kuşeyri keşf ve kalbleri okuyarak tesbit etmiştir. Fıkıh ve kelamda bağnazlıktan sö-zedildiği gibi bu da tasavvufun bir bağnazlığı!
"Müridin bir şeyhten edep alması gerekir. Üstadı yoksa, ebediyyen felah bulmaz. Ebu Yezid şöyle diyor: Üstadı olmayanın İmamı şeytandır[265] Şeyhi dışında düğmesine varıncaya kadar kimseye açmamalıdır. Atıp verdiği nefeslerden bir tanesini bile şeyhinden gizlerse, beraberlik hakkına hiyanet etmiş olur. Şeyhinin söylediklerine herhangi bir muhalefeti olursa, derhal ona itiraf etmeli, muhalefet ve cinayetine ceza olarak bir yolculuk veya uygun göreceği herhangi bir cezaya tam teslim olmalıdır.
Müridierin hatalarını şeyhlerin bağışlaması doğru değildir. Çünkü bu, Allah'ın haklarını gözetmemektir. Mürid her türlü ilişkisini kesmedikçe şeyhin ona zikir telkin etmesi doğru olmaz... Bu tarikatta karşılaşacağı zarar, zillet, fakirlik, hastalık ve acılardan dolayı tarikatı bırakmayacağı, gönlünde kolaylığa meyletmeyeceğine dair ondan söz almalıdır. [266]
"Müridin hiçbir kimseye muhalefet etmemesi gerekir. Kendisinin haklı olduğunu bilse, susar ve herkese muvafık olduğunu izhar eder... Yolculuk veya İkamette mürid sufilerin bir topluluğu içinde bulunursa, yeme, oruç tutma, hareket ve sükunda onlara zahirde asla muhalefet etmemelidir. Sadece kalbinde muhalefet eder. Kalbini Allah'la beraber tutar. Yemesini isterlerse bir, iki lokma yer ve nefse istediğini vermez. [267]
"Şeyhlerin kalbi kimi red ederse, elbette kısa bir zamanda bunun sonucunu görür. Şeyhlere saygı göstermeme zilletine düşen kişi, bedbaht olur, bu hiç şaşmaz. [268] "Mürid şeyhlere hizmet ederken, onu akıllarından geçirirler. Hizmette ihlaslı olması ve elinden geldiği kadar hizmete devam etmesi gerekir.
Şeyhlere hizmet eden mürid, onların sıkıntılarına sabretmesi, kendileri takdir etmese bile, onlara hizmet için ruhunu feda ettiğine inanması, kusurdan dolayı onlardan özür dilemesi, gönüllerini hoş tutmak için kendisinin haksızlık yaptığını söylemesi gerekir. Kendisinin bir kusuru bulunmadığını ve şeyhlerin eziyetinin arttığını görürse, onlara daha çok hizmet ve iyilik yapmaya çalışır. [269]
"Mürid, daha doğrusu, bu yolun yolcusu kadınların işvesinden kaçınması gerekirken, kendisi buna nasıl kalkışabilir! Şeyhlerin yolu budur ve bunu tavsiye etmişlerdir. Bunu küçümseyenler çok geçmeden rezil olacakları durumlarla karşılaşırlar.[270]
Kuşeyri'nin tasavvufta yapmaya çalıştığı iyileştirme yahut yenileme budur. Şeyhlere verilen olağanüstü özellikler ve müridlere reva görülen aşağı-hk bir hayat! Verdiğimiz bütün örneklerde görülen ve İslam anlayışıyla bağ-daşmayan aSık bir tasavvuf kültürü! Başka sufı yazarlar kadar hurafeler ve sapıklıklar içermemekle beraber ölçü ve kriter yine tasavvuf olduğu için tasavvuf kültürünü ortaya koymaktan öteye geçmeyen bir iyileştirme![271]


[210] Melamilik tarikatı ondan yayılmıştır. Eflatun'un Cumhuriyet kitabında anlatlıklarına d.ıy.ınır. Halkın Rolünde kendini kolu j>osterme felsefesini benimser. I3kz. Adem Me\A, a. £. e, 2/25-26.

[211] lbn Haldun, Mukaddime, 473, Müessesetu'l-Alemî I3eyri.il, trs; Dr. Abdulkaclir Mahmud, el-!:tlsH'e-u s-Sufiyye fi'l-İslam, 444-451, Daru'l-fikri'l-Arabi, Kahire.
"»n Haldun'un tasavvuf hakkındaki fetvasını da bu münasebetle aktarmak istiyorum. Tarikatın iki türlü uüunu, bunlardan birincisinin selefin yolu olduğunu belirttikten sonra ikincisi için şöyle demektedir; 'kinci tarikat bid'allarla doludur. Sonraki (müteahhirin) sofuların tarikatıdır. Birinci tarikatı his perdesi-Çmak için kullanırlar, çünkü onun sonuçları ndandır.hı sofulardan ibn Arabi, İlan Sebîn, İbn Serracân ve onların yolundan gidenler sayılabilir. KitaplarıÇd külürle, çirkin hid'allaria zahir (nasları) en çirkin şekilde le'villerle doludur. İnsan onlara baktığı bıı tevilleri İslam'a veya şeriata nisbet etmekten utanır. Bu sapık inançları içeren kitapların hükmüne gelince; İbn Arabi'nin Fususu'l-I iiken), el-Futuh.ılu'l-Mekkiyye, ibn Sebin'in el-Bııd, İbn Kısiy'nin Hal'u'n-Na'leyn iht insanların elinde bulurum kitapların bulunduğu anda ateşte yakılması yahul okunmayacak ve mürekkebi silinecek şekilde su ile yık.ınnı.ısı gerekir. Çünkü din ve kamunun yararı sapık inançların yok edilmesi gerektirir. GenH /,uan önlemek it'tn yöneticilerin bu kitapları yakması lazımdır. Bu kit.ıplnrcl.ın sahip olan kişilerin de unl.ırın yakılmasın' sağlamaları gerekir. " İbn Haldun, ŞifaııVSnil li Tehzibi'l-Mesail, 110-11 I, Önsöz ve notlarla neşreden Muh.ımmed b. Tavit et-T.ınji, Osman Yalçın Malbaasî, ist. 1058.

[212] Bkz. Adam Metz, a.g.e. 1/366

[213] Risalelu'l-Kıışeyriyye, 1/20-21, Tali. Abdulhalim malımud-Mubammed İbn eş-Se.rii, D.mı'l-KlıIlil^Hadise, Kahire

[214] Lafıziarı zahiri anlamlarından başka anlamlara tevil elmenin ç.ıkınra'.mı üazali şnyle belirtmekledir: 'Jifter lıir konu di şeriatın lafızlarını anlaşılan açık anlamlarından akıllara I>ir yararı gelmeyen halini wşka anlamlara (.ekmektir, Batınnıye'nin yaptığı leviller ^ihi. Hu cia haramdır ve zararı çok l>üyükliıı. /ı-ra' şeriatın sahihinden bir delili akli bir delilin gerekli relimi zarurete dayanmaksızın lafızları açık anl.ım-<1rından başka anlamlara çekmek, lafızlar.) güveni yıkar, Allah ve rasıılünün sözlerini anlamaz kıl.ıı. IUı J1 sararı büyük yaydın bidat kırdandır. Hunıı yapanlar halka s;arip gelecek şeyler söyleme peşindedirler, atınıyye, zahir anlamlarını le.vil ederek ve kendi düşünederine uydurarak bu yolla şeriatın lümiinü yıkılardır" , İhy(1, 1/4.İ, el-l lalebi, Kahire, 1939

[215] İhya, 3/24, el-halebi, 1939

[216] Görüldüğü gibi sudur veya tennezül nazariyesini değişişk bir versiyondu gibi

[217] İhya 3/19-21, el-Halebi, 1939

[218] İhya, 3/29, el-Halebi, 1939

[219] İhy.ı, 3/Mı, el-Hnlebi, 1939

[220] İhyn, 3/23, el-l l.ıİelıi, 1939

[221] İhya 3/23-24, el-Halebi, 1939

[222] İhya 3/23-24, el-Halebi, 1939

[223] İhya 3/23-24, el-Halebi, 1939

[224] İhya, 3/68, el-Halebi, 1939.
Tasavvuftular arasında köpeğin ne kadar önemli ve değerli olduğunu göstermek için le/kiralu'l-Evliya k-itabından bir örnek vermek isliyoruz;
"Naklederler ki, birgün sohbelinde bulunanlarla birlikle d.ır.ıok bir yoldan geçerken, bir köpeğin geldiğini görünce, şeyh (Bayezid Bist.ımi) geri çekilip tercihen köpeğe yol verdi, üir müridin" halınnd.ın ink.ır yolu ile: "İnsanoğlu şereflidir, şeyh de sultanulaıifindir, bütün bıı m.ıkamlara ve simimi bir ımind topluluğuna rağmen şeyh, bir köpeği onlara tercih elli, bıı n,ısıl olur?" diye bir düşünce gecil. Bunun ü/erine şeyh dedi ki:
Ey azizler, şu köpek hal diliyle Bayezid'e: "Ta ezelin ezelinde İlenim kusurum, senin m*viyelin ne idi ki köpekük postunu benim sırtım,! geçirirken sirltnnul.ıril'in olma hilalini sana giydirdiler;1" dedi. Sırrımıza bu fikir geldiğinden yolu tercihen ona verdik.
Naklederler ki birjU'ın şeyh yürürken yofd<ı yanısır.t bir köpek gidiyordu. S.eyh, köpeğe değmrMiı ve pis olmasın, diye eteğini çekince, köpek dedi ki:Şayet kuru olurs.nn, aramızda bir meselenin bulunmasın.' lüzum yok, ban.) değmen sana zarar vermez, ıslak olursam, yedi kere su vüv.ı toprakla [emizlennıcıt aramızı düzeltir. Ama sen eteği kendine (ve nefs köpeğine) dokundunırsan, yedi dery.ıda Susul yapıl» yıkansan da pak olamazsın.
Bayezid: "Senin zahirin murdar, benim batınım; ikisini bir aray;ı getirelim, birlikte olalım. Belki bu birlikte olma sebebiyle aramızdan bir temizlik zuhur eder" dedi. Köpek: Sen benim yoldaşım oimay.ı l.ıvık değilsin, çünkü halk beni red ederken, sana kabul gösteriyor, benimle karşılaşan, eline taş alıp üzerime fırlatıyor, seninle karşılaşan "Ey ariflerin sultanı! Selam san.ı" diyor. Ben yarına bir tek kemik saklamadım, sen ise. bir küp buğdayın var! (ben zahid bir melame.l iyini, sen öyle değilsinj, dedi.
t^yezid dedi ki; Bir köpeğin yol arkadaşı olmaya dahi layık değilim. Ezel ve ebedin yol arkadaşı olmaya nnsıi layık olabilirim? -Ne yücedir o Allah ki yaratıkların en şereflisini, en hakiri ile lerbiye ediyor, Allah , ™lah! İçime bir şüphe, girmişii. İbadet ve taattan ,ırtık ümit kesmiştim. Uari pazara gidip bir.zunnar salın •»ayım ve belime kuşanayım, dedim. Pazarda asılı bir zuiinarı görünce!: Kaça? dedim, bin allın, deyince, h'işımı önüme eğdim. Hatiften "Bilmiyor musun ki, senin gibi birinin beline kuşattıkları bir /unnarı bin a'l|ndan aşağı vermezler", diye bir ses işitince neşelendim. Anladım ki link taalanın hakkımda inayeti var! (FeriHuddin Attar, Tezkirauı'l-Evliya. 20fl, 209, Ter. Süleyman Uludağ, ilim ve küllür Yayınlan, Bursa, 1984)

[225] İhya, 3/24-25, el-Halebi, 1939

[226] İhya, /60 vd. , Ga/ali, müridl|ere eğitim olarak yogilerin eğitimini örnek vermekiedi

[227] el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-Kuşeyriyye, 1/81, Tah. Abdulhalim Mahmud-M.ılımud tbn eş-Şeril", D.ıru'l-K-uiühi'1-Hadise, Kahire, 1966

[228] Halbuki Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:" Şüphesi/ bu ümmetin en hayırlısı, kadınları en çok ol^d,r", öuhari, Nikah, 4

[229] Şeyhlerin taze gençlerle oturup kalkmaktan ısrarla müridleri sakındırmaları hakkında bakınız, er-
tStlletu'l-Kuşeyriyye, 2/744-745; es-Sulemi, TabakatuVSufiyye, 1 Si"), Tah, Nureddin Şeribe, Mektebetu'l-Mancî, Kahire, Evrelerinde Lut kavminin bu çirkin sapıklığı zaman zaman meydana gelınişlir. (örnek olarak bkz. -Kubra, 3/1535-1536, Ter. Abdulkadir Akçiçek, Cümle, İst. 1985). Çünkü tekkelerde mpi Lızun. yıllar evlenmekten alıkonmakta, bu da onların oğlanlarla şehvetlerini tatmin yoluna git-tac ,'rıtıe yol açmaktadır. Bu eğitim şeklinin İslama ne kadar yabancı ve sakıncalı olduğu bundan bakladır.

[230] el-Kıışeyri, er-Risale, 1/81.

[231] Yunus Emre'nin cenneti, birkaç köşk ve birknç huri diye nakledip istememesi, sözü hakkıda şeytıu'l-İstfim Ebussuud'ıın küfürdür, dediği fetvası için bkz. M. Ertugrııl ,Düzdaj>, Ebııssuud Efendinin Fetv.ıLırı, 86-87, İstanbul, 1972.

[232] el-Kıışeyri,er-Risale, 1/81/82

[233] el-Kuseyri, a. r. e. 1/82

[234] el-Kuşeyri, a. n. e. 1/82

[235] el-Kuşeyri,a.g.e. 1/275

[236] el-Kuşeyri,a.g.e. 1/273

[237] İsra, 43

[238] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/424

[239] el-Kuşeyri, a. %. e. 2/425, İbn Teymiyye, Kuşeyri'nin Ebu Süleyman ed-Darani'den nakletti;^ I»1 sözün mürsel1 bir senede dayandığı ve sahih olmadığını söyfemekle ve şöyle demektedir: "Bilinmelidir I" Kuşeyri bunu ed-Darani'den senedie değil, mürsel (senedsiz) olarak nakletmiştir. İbn TeynıiyV' "Kuşeyri'nin Risale'sinde R,ısulullah, ashab, tabiin, şeyhler ve başkalarından naklettiklerini b.ızan senf-dle, bazan da mürsel olarak nakletmekledir. Çok zaman "Şöyle denilmiştir" demekledir. Senedie ^cikrel-tiği şeylerden bazısının senedi sahih, bazısının zayıf, futta uydurma olanları vardır. Senedie ^ikreltiMt'rl böyle olunca, senedsiz zikrettikleri için bu durum evleviyetle sözkonusudur. Bu durum fıkıh kit;ipl<ınn<'(1 da aynıdır. Orada zikredilen kimi hadisler sahih, kimileri zayıf, kimileri de uydurmadır " şekli'"'1"' Kıışeyrinin rivayetlerini değerlendirmekledir. Mecmuu'l-Fetava, 10/688-689)

[240] el-Kuşeyri, a. &. e, 2/426. ibn Teymiyye, bu sözün İse sahih bir senede dayandığını belirtmekle^1'-Mecnuıu'l-Fetvava, 10/688-689.

[241] el-Kuşeyrİ, a. g. e. 2/423

[242] Beyine, 6-8

[243] Tüha,39 .

[244] İbn Teymiyye, Mecmuu'I-Fetavo, 10/687-680.

[245] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/533

[246] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/533

[247] Furkan, 77

[248] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/534-535

[249] el-Kuşeyri,a.g.e. 1/217-218

[250] el-Kıışeyri, a.g. e. 1/220-221.

[251] el-Kuşeyri,a.g.e. 1/240

[252] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/633

[253] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/633-634

[254] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/634

[255] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/634-635

[256] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/635

[257] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/635

[258] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/636

[259] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/636

[260] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/636

[261] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/731-732

[262] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/732-733 Şeyhlerin büyüklüğünü anlamak İçin ond.ın sonra verilen örneklere

[263] el-Kuşeyri,a.g.e. 2/731

[264] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/734

[265] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/735

[266] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/737

[267] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/740-741

[268] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/744

[269] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/749

[270] el-Kuşeyri, a. g. e. 2/751

[271] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 98-127.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
i. Şiilik ve Tasavvuf:


Tasavvuf akımlarına ve şia mezhebinin yapışma özellikle "ahbari" şiüiğe bakan bir insan, özellikle itikadi konularda iki taraf mensuplarının taşıdığı inanç ve anlayışın önemli noktalarda benzerlik gösterdiğini görür. Bu ortak özelliklerden bazılarını görelim; [272]


a- Özel ilimler iddiası:


Şia'nın ayırıcı özelliklerinden biri, belki en başta geleni kendilerine mahsus ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım özel ilimlere sahip olduklarını söylemeleridir. Bu ilimleri bazan Hz. Ali'ye nisbet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali, dinin sırlarına sahiptir ve diğer müslümanlara açmadığı bilgileri Hz. Peygamber ona açmıştır. Bazan Hz. Patıma ve Hz. Alinin çocukları olan imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslam'ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağım, Kur'an ve sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Mushaf'ı" adını verdikleri özel bir kitaba sahip bulunduklarını ve bunun müslümanların elindeki Kuranın üç katı kadar olduğunu ileri sürerler. [273] Bu konuda birtakım rivayetler de üretilmiştir. Örnek olarak bunlardan bir tanesini kaydedelim.
"Ebu Basir şöyle dedi: Ebu Abdillah'rn yanına girdim. Ebu Abdillah, Cafer es~Sadık Şöyle dedi: "Bizde Fatıma aleyhasselam'ın mushafı vardır. Ailah'a yemin ederim ki onda Kur'an'ınızdan birtek harf yoktur dedi. [274]
Bazen de bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan cifr (cefr)e sahip olduklarını söylerler.[275]
Kimi dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, bazı şia ekolleri Kur'an ayetlerinin gerçek tefsirine de kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'an harfleri) ile, Hz. Ali'yi de tevil ile gönderdiğini ileri sürerler[276]
Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin sahip oldukları ve tarikata mensup olmayan kişilerin elde edemeyeceği ledunni bilgilere sahip oldukları, bilgilerini keşf ve ilham yolu ile elde ettikleri, bilgilerin kalblerine aktıkları, irfan ve işrak yolu ile kalblerinin marifetle dolduğu iddiaları gelmektedir. Hatta kimileri peygamberlerin ilimlerini bile gizli ilimleri yanında hor görürler. [277]
Mesela meşhurlarından Ebu Yezid el-Bistami şöyle diyor: "Peygamberlerin sahilinde bekledikleri bir denize daldık. [278]Yine şöyle devam ediyor: "Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Sancağım nurdandır. Altında cinler, insanlar ve bütün peygamberler bulunmaktadır. [279] Yine şöyle diyor: "İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmeyen diri (Allah)'dan aldık. Biriniz, falan bize filandan nakletti, der. Hani falan filan, dersiniz? Öldü derler. Biz ise, kalbim bana rabbimden nakletti, deriz. [280]
Bu şekilde tasavvufçular kendilerinin keşf ve ledunni ilim sahibi olduklarını, peşlerinden gidenlerin onlardan alıp yararlandığını iddia ederler. Hatta şeyhten ledunni ilim alması için müridin kalbini şeyhin kalbine bağladıkları, şeyhin de ledunni ilimleri Rasulullah'tan alması için müridin kalbini Rasulullah'a bağladığını söylerler. [281]
İlim tahsil etmenin ve hocadan okumanın yararsızlığı, onun yerine keşf ve ilhamla alim olmak için tasavvuf yoluna girmenin gerekliliğini anlatanİbn Arabi, Fahreddin er-Razi'yo yazdığı mektupta bakınız gizli ilmi ve batı-nî yolu nasıl savunuyor:
"Bize göre zahirde ilim dallarını ikmal eden kimse alim sayılmaz. Başka bir hal aranır. İlmini vasıtasız olarak Allah'ları atacak. İlmini aimak için nakle ve şeyhe ihtiyacı kalmayacak. Bir kimsenin ilmi hocadan alma veya nakilden ibaret ise, fani şeyleri bilmekten öteye geçemez. Bu şekildeki ilim, hak ehli katında sakattır. Ömrünü fani şeylere veren, onların parçalarını sayıp döken Rabbinden alacağı nasibi yitirmiş olur. Fani şeylere bağlı ilmi çalışma, insanın ömrünü tüketir, hakikatine erdiremez. Kardeşim, şayet sen hak ehii erenlerden birini bulup elini tutsaydın, elbet seni Hazret-i Hakk'ın şuhuduna erdirirdi. Bu işlere dair ilmi ondan katıksız ilham yolu ile alırdın. Uykusuz kalma, yorulma ve didinme olmazdı. Tıpkı Hızır aleyhisselam'ın aldığı gibi. İlim, keşif ve müşahededen gelene denir. Nazari, fikri yoldan gelen zan ve tahmine ilim denmez. Kamil Şeyh Beyazidi Bistami, asrında yaşayan alimlere şöyle diyordu: "Siz bilginizi, dışı gören bilgi sahiplerinden aldınız. Ölüden ölü çıktı. Ama biz ilmimizi öyle bir diriden aldık ki ölmeyecek.[282]
Tasavvufçular Kur'an ve sünneti batınî yollarla te'vil ederek sahip olduklarını iddia ettikleri özel ilimlere dayanak yapmaya çalışmışlardır. Çünkü bazan bu te'vili (izahı) Allah'tan aldıklarını, bazan melekten aldıklarını, ba-zan da ilham ve keşf olduğunu iddia ederler. Bu işin şampiyonluğunu da İbn Arabi ve ekolünün mensupları yapmaktadır. Aynı şekilde batını ilimlerini Kur'an'daki hurufu mukattaa'nın sırlarını bilmeye, yahut Hızır'dan almaya, hatta bazan doğrudan doğruya levh-i mahfuz'dan telakki etmeye nis-bet ederler. [283]
Tasavvufçular, gulat şiamn yolunu izleyerek Kur'an ve sünneti amaçları doğrulusunda tevil ederek onda her ayetin, hatta her kelimenin gizli bir anlam taşıdığı ve bu anlamların ancak vecd halinde olan kişilerin kalblerinde doğabileceğini söylerler. Tasavvufun gizli ilim olduğu ve bunu Ali'nin Hz. Peygamber den miras aldığım göstermek için Kur'an ve sünneti rahatlikla tevil ederler. [284]
Özellikle gulat şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler. Başta Keysaniyye, İsmaüiyye, Hattabiyye ve Karmatiyye fırkaları olmaküzere Gulat-ı Şia ancak imamların bildiği ve birinden diğerine geçen özel ilimleri olduğunu söyler. Kuran ve Sünnetin batın bilgisini imamlar, zahi (kabuk) bilgisini ise, diğer insanların bildiğini ileri sürerler. Nitekim Hasi miyye fırkası imamların herşeyi bildiğini söylemektedir.
Tasavvufçular da aynı inancı taşımakta ve benzer iddialarda bulunmak tadırlar. Kutuplar, Gavs, Ebdal ve İsmailiyye batıniyye fırkasının gölge hü kümeti olan bu hiyerarşinin[285] diğer organları için aynı şeyleri iddia etmek tedirler. Şia, inanç ve bilgi sistemini nasıl batın ve gizli yola dayandırmıssa tasavvufçular da tasavvufu gizli yola dayandırmakta ve bu işin gizli yollarla geldiğini, ilimlerini gizli yollarla kazandıklarını söylemektedirler. Bu şekilde batın ve özel ilimlere sahip olma konusunda şia ile tasavvufçular arasında tam bir benzerlik ve bütünlük bulunmaktadır. [286]


b- Şia'da İmamet ve Tasavvufta Velayet


Şia'nın imamları hakkında iddia ettiklerinin aynısını tasavvufçular evliya dedikleri meşhurları ve çevreleri hakkında iddia ederler. Şia'nın birçok fırkasına göre, imamlar; Rasulullah'tan sonra insanları yönetmek için Allah tarafından seçilmiş insanlardır. Onun için imamlar Özel ledunni ilimlere sahiptirler ve ne unutur ne de hata ederler. Allah nezdinde seçilmiş ve vehbi ilimle donatılmış olarak üstün makamlara sahiptirler. Allah onları bu iş için özel olarak yaratmıştı. [287]
İmamlar hakkında aşırılığa gidenler, bütün anlamlarıyla tanrı kelimesinin taşıdığı manaları onlara da verebilirler. İsmailiyye ve Nusayriyye'de olduğu gibi, kimi rafıziler Allah'ın ruhunun imamlara hulul ettiğini söylemektedir. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutar. Ne yazık ki Ayetullah Humeyni'nin kitabında bile böyle bir yaklaşım vardır. Şöyle demektedir: "Mezhebimiz gereğince bu manevi makamlara melek-i mukarreb ve nebiyy-i mürsel de erişemez. [288]
Tasavvuf çul ardan bazıları velayette son hedefe ulaşan kişilerden şerîküflerin düştüğünü ve onlar için bütün haramların helal kılındığını söyle-slerdir. Allah'ı gördüklerini ve kendisiyle konuştuklarını, kalplerine dökülen bütün şeylerin hak ve gerçek olduğunu iddia etmişlerdir.[289]
İşrakiyyun tasavvufçuları kendilerini peygamberlerin makamından üstün bir makamda görürler. Onun için kitaplarında "Hangisi daha üstün? Peygamberler mi, veliler mi?" şeklinde bir bölüm bulunmaktadır. Bu da yukarıdaki kanaatlerin bir sonucudur. [290] Bilgilerini peygamberin aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'tan aldıklarını iddia etmeleri de bunun bir ifadesidir.
Aşırı şia, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan na-kipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular, aynı inancı alarak veliyyi azam, hatemu'l-evliya, kutbu'l-aktab, Gavs-ı Azam makamını kabul etmişlerdir. Bu isimlerle anılan kişinin bir adı Gavs Kutup'tur. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi Abdal, onları da yetmiş nuceba izler ve bu silsile pira-mitsel olarak böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda şii itikat üe velayet konusunda tasavvuf! inanç aynı çizgide birleşmektedir.
' Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybî "es-Sılatu Beyne't-Tasavuuf ve't-Teşeyyu" kitabında bu konuda şöyle demektedir:
"Bariz veli olarak Sufyanı Sevrı'nin aşırılığın koi gezdiği Kufe'de ve zühdle meşhur bir ailede ortaya çıktığını hatırlayalım. Diğer taraftan, velayeti ve imamlığı Hz. Fatı-ma'nın soyundan gelen Ehli Beyt'e tahsis eden ve genellikle iiahi bir nas ve irade ile şahsa hulul ettiğini söyleyen şii anlayış, bu kapıyı açmıştır. Zahidler de bu kapıdan girerek kendilerini imamlar makamında görecek kadar ilerlemiş, veliyi de şii i-mam örneğine benzer bir surette canlandırmışlardır.
Başka bir şii akım otan İsmailiyye akımı doğdu. Bu akım tasavvufun velayet anlayışına hizmet etmiş, ortaya çıkmaya ve kendine güven duymaya teşvik etmiştir. Çünkü İsmailiyye mezhebi, imamları ezeli yediler olarak kabul etmekte, onlara nübüvvetin hükmünü vermekte ve akide konusunu en iyi bilen ve İmamların yardımcıları olan nukeba veya hüccetleri kutsal İnsanlar saymaktadır. Bunların sayılarının 12 olarak sabit ve sınırlı olduğunu, 7 sayısının gezegenlere bağiı olduğu gibi 12 sayısının da burç ve aylara bağlı olduğunu söylemektedirler. Bu şekilde İsmailiyye na-kiplerine velayet boyasını vurmuş ve onları maddi insanlık özelliğinden ruhaniliğe yükseltmiştir.
Tasavvufçular bu fırsatı ganimet bilmiş, çevrelerinde uygulamış ve adamlarına aynı kalıbı dökmüşlerdir. Nitekim asırlar sonra tasavvufun makamlar, marifet ve sulukta dereceler kabul ederek İsmailiyye karakterini taşıdığını görüyoruz.
İsmailiyye'den önce Keysan, ilmi, İbn Hanefiyye'den alması ve dini içtihadı bakımından İmam Ebu Haşim İbn Muhammed İbn Hanefiyye'ye müsavi İdi. İmamıyia ilişkilerine göre yeni bir mezhep kurmuş, etrafına yardımcı ve taraftarlar toplamıştır.
Nakip anlayışını ilk defa ortaya atan, sayılarını on iki ile belirleyen, onları İsrail oğullarının nakipleri ve Hz. Peygamberin Ensar'dan yardımcılarıyla İlişKİlendİrenilk kişi Ebu Haşim'in kendisidir. Onlara en üstün makamın ve nakipliğin Allah tarafından verildiğini söylemiştir. Bu da İsmailiyye mezhebinin temel düşüncesidir. Sonunda bu düşüncenin tasavvufa sızması ve onda yerleşmesine yol açan da budur.[291]


c. Dinin Zahir ve Batını Olduğu İnancı


Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda şia ile tasavvufçuların nancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela "Namazı kılınız ve zekatı veriniz" aye-tindeki zekattan maksat, şer'î ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınızdan verinizdir. Ayetin zahiri anlamı budur.
Ama şia ve tasavvufçular Kur'an ve hadisin zahirinden avam halkın (şii ve tasavvufçu olmayan müslümanların) anladığı mananın imamları ve velileri ilzam edemeyeceği, çünkü kastedilen manaların imam ve velilere ayrıca verilmiş olduğu inancındadır. Zaten şia, Muhammed'in Kuran'ın lafzını, Ali'nin ise tefsirini getirdiğini söylemektedir. Ondan sonra da Kur'an'm manasını ancak imamların bildiğini iddia etmektedir. Bunu mantıklı göstermek için de Kur'an'ın bir zahiri bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler.
Mesela yukarıda geçen "Namaz kılınız" sözünden maksat, masum imama biat etmek, "Zekatı veriniz" sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkar olmak demektir, derler.
Her iki taraf da iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için Kur'an ayetlerini heva ve heveslerine göre açıklamaktadır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batini tarzda açıklanmasına hakikat, zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın zahir alimlerine ve avam halka olduğunu söylemişlerdir. [292]
lama ile sınırlı kalma. Kur'an'da zahiri mana Adem'in vücuduna benziyor Ondangördüğümüz, gizli ve saklı ruhu değil, zahiri şeklidir.[293]
Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zahir ve batını ikilemine dayanmaktadır. İslam'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım herşeyin zahiri ve batını olduğu gibi Kuranın, hatta Kur'an'-dan her ayetin ve her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır. Batın, Kur'an'ın sırlarını kendilerine açtığı ve bu lütufla mükafatlandırdığı Allah'ın kullarından havassa ancak açık olur, derler. O-nun için Kur'an'ın tefsir ve tevilinde Şia'nın özel bir yöntemi olmuştur. Bu yöntem Kuran ayetlerinin ve din hükümlerinin batini tarzda tevil yolu ile saliklere görünen gaybi manalardan oluşmaktadır. Şia buna batın ilmi adını vermiş, iddialarına göre Rasulullah onu Hz. Ali'ye, o da kendilerine varisler adını verdikleri batın ilim ehline miras bırakmıştır.
Tasavvufçular da bu tarz tevil yolunu izlemiş ve Şian'm terim ve yöntemlerini büyük ölçüde kullanmışlardır. Bütün bunlardan Şia ile tasavvuf arasındaki sıkı bağlar ve büyük benzerlikler açıkça anlaşılmaktadır. [294]
İslamı yahut şeriatı zahir ve batın diye iki kısma ayıran bu insanlara sormak lazım; Acaba Islamın, yani şeriatın zahiri mesela içkiyi, zinayı, hırsızlığı, yalanı, haksız yere insan öldürmeyi, kafirleri dost edinmeyi ve diğer yasakları haram kılarken, batını onları helal mi etmektedir?Şeriatın zahiri, bu işleri yapmanın günah olduğunu söylerken, batını sevap olduğunu mu söylemektedir?
Aynı şekilde, şeriatın zahiri namazı, orucu, haccı, zekatı, cihadı, emri bil-marufu ve nehyi anilmünkeri, infakı, Allah'a ve Rasulüne itaat etmeyi emrederken, batım bunların emir olmadığını yahut yasaklandığını mı söylemektedir? Geçmişte Allah'a kulluk ve ibadet tekliflerinin kendilerinden kalktığını iddia eden, çağımızda kadınların örtünmesi gibi farzları kabul etmeyen, İslam'ın inanç, ibadet ve ahlakla ilgili din işlerini kabul ettiği halde, fertlerin toplumsal hayatını düzenleyen hükümlerini kabul etmeyen ve buna rağmen müslüman geçinenler şeriatı zahir ve batın olarak bölenler değilmidir? Kur'anın ifadesiyle, Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkar edenler değil midir?
Tasavvufun Allah'ta fena bulmak ve onunla ittihad inancı da İsmailiyye. Batmiyye inancına dayanmaktadır, imamların Allah'ın görünen tezahürü ve temsilcisi olduğunu hatmiler söylediği gibi, tasavvufçular da açıkça Allah'ın suretleri olduklarını veya Allah'la bütünleştiklerini söylemektedirler. Bu inancın Gulatı şiadan başladığı, İsmailiyye fırkasının bunu düzenleyip felsefesini yaptığı ve tasavvufçuların bunu onlardan iktibas ettiği açıktır. [295]Bunun kaynağı da İslam öncesi başka inanç ve kültürlere kadar uzanır.[296]


d- Kabirlerle Tevessül


İslam aleminde görülen kabirleri kutsallaştırma eğilimi aşırı şiiliğin bir tutumu olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Oysa kabirleri kutsallaştırıp ibadetgah edinmemeleri konusunda Hz. Peygamber müslümanların dikkatini çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Allah Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin ve salih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar. [297]
Sahih-i Müslim'de şu olay kaydedilmektedir: "Hz. Ali, Ebu'l-Heyyac el-Esedi'yi Yemene gönderir ve kendisine şöyle der: Rasulullah'm beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et. [298]
Ancak Şia Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş, üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret yeri ve anıt haline getirmiştir. Nitekim İhvanı Safa risalelerinde Şia'dan kıssacı ve bekçi gibi bir takım kişilerin bunu bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretlerini kendilerine meslek edindikleri anlatılmaktadır. [299]
Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek, hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Abbasi halifelerinden bazılan Şia'nın uydurduğu ve yükselttiği bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır.[300]
Tasavvufçular da aynı yolu izleyerek kabir ve yatırları ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberrük etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Kerhi'nin kabrini kendilerine ziyaretgah yaparak "ftlarufun kabri denenmiş bir panzehirdir. [301]demişlerdir. Hatta tasavvufçular bu kabirler üzerine bina yapma ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafını kutsallık ha-leleriyle kuşatmayı, sandukalarla kaplamayı ve türlü örtülerle Örtmeyi, taşı toprağıyla teberrük etmeyi ve onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi din anlayışlarının bir temeli ve Özelliği yapmışlardır. Denilebilir ki, taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline getirmiş olmasın. Bu şekilde İslam'ın savaş açtığı ve kökünü kuruttuğu eski cahiliyye şirkinin tekrar hortlamasına yol açmışlardır. [302]


e- Diğer Ortak Özellikler


Yukarıda sayılan ortak özellikler yanında tasavvuf ile şia arasındaki diğer benzerlikleri de şöyle sıralayabiliriz: Masumiyet, keramet, hırka, takiy-ye, tarikat, hulul ve ittihad. Bunlara kısaca değinelim:
Masumiyet: Şia'daki masum iman inancı, olduğu gibi tasavvufa geçmiştir. Tasavvufçular bu masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve büyüklerine tanırlar. Nitekim İmam Cafer es-Sadık'm masum olduğunu söyleyen ilk şii, Kufeli şii kelamcı Hişam İbn el-Hakem'dir. İmamın peygamberden daha çok masum olmaya ihtiyacı olduğu, çünkü peygambere vahiy gelip yanlışlarını düzelttiği halde, imama böyle bir vahyin gelmediğini söylemektedir.[303]
Tasavvufun meşhurlarından Kelabazi şöyle diyor: "Nebilerini masum kıl ması ve evliyasını fitneden muhafaza etmesinde Allah'ın letaifi sayılamayacak kadar çoktur. [304]
Görüldüğü gibi bu masumiyeti Kelabazi kurnaz bir şekilde başka bir üslupla dile getirmektedir. el-Kuşeyri de bunu dolaylı olarak dile getirmekte ve olabileceğini söylemektedir. [305] Masumiyet konusunda Şia ile tasavvuf arasındaki bağı İbn Arabi'nin şu sözleri açıkça göstermektedir: "Batın (gizli) imamın şartlarından biri masum olmasıdır. İmamdan başka birisinin böyle bir masumiyeti olmaz. [306]
Nitekim îbn Arabi, felsefesini oluştururken Şia'nın kavram ve anlayışlarını olduğu gibi almış ve kullanmış bulunmaktadır. Mesela bunlardan mehdilik konusunu ele almış, fasıl ve bölümler halinde incelemiş ve buna dair "Ankau Mağrib" adında bir de kitap yazmıştır. Aynı şekilde Futuhat-ı Mekkiyye kitabını tasavvufi kılıf giydirdiği Şia'nın görüşleriyle doldurmuştur. Mesela Hakikat-ı Muhammediyye düşüncesini Hallaç[307] gibi Şia'dan almış ve vahdeti vücut felsefesinde işlemiştir. Yine Şia'nın nur düşüncesini felsefesinin temeli yapmış ve evliyanın Muhammedin nurundan doğan nurani varlıklar olduğunu söylemiştir. "Selman bizim ehli beyttendir. " hadisini ele alarak Selman-ı Farisi'nin insanlar için nuriyye nurunun kapsamlığına dair olduğunu belirtmiştir. [308]
İbn Arabi, Şia mezhebini yakından tanımış ve Şia'nın cevheri sayılan görüşlerini işleyerek zahir imam yerine gizli imamın masum olması gerektiğini söylemiş ve Hişam ibn el-Hakem'in nübüvvetten çıkardığı masumiyet inancını zahir imamdan gizli imama giydirmiştir. Onun için denilebilir ki, İbn Arabi tasavvufi fikirlerini şii bir kalıba dökmüştür.
İbn Arabi tasavvufunun Şia ile bağlarını şu sözleri daha açık bir şekilde göstermektedir: "Şüphesiz Ali (gizli) ilim ashabındandır. Başkalarının bilmediklerini Allah'tan bilen kişilerdendir. [309]
Tasavvufçularm rivayet ve nakil yolu ile gelen dini bilgi yerine kalbe do-ve direkt Allah'tan alan bir din ilmini tercih etmesi, bunun yamlmak-ve yok olmaktan masum olduğunu söylemeleri de masumiyet anlayışm-, gja üe ortaklıklarını göstermektedir.[310]
Keramet: Tasavvufçularm karakteristik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri şeylerle Şia'nın imamları için kabul ettiği mucizeler aramda tıpatıp benzerlikler bulunmaktadır. Bunun Örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Müşahede etmek için mesela, Menakibu'l-Arifin, Tezkiratu'l-, Camiu Keramati'l-Evliya, el-İbriz, Tenviru'l-Kulub fi Muamelet-i Al-lGuyub, Şiau'1-Alil Tercemetul-Kavli'l-Cemil el-Envaru'1-Kudsiyye fi Menakıbi'n-Nakşibendiyye, et-Tabakatu'1-Kubra (Levakihu'l-Envar) gibi kitaplara bakmak yeterlidir. Bu alanda, din, akıl ve mantık ölçüsü bir yana bırakılmaktadır. [311]
Takıyye: Ashaptan Ammar İbn Yasir'in başından geçen bir olayda Rasu-lullah ona takiyye yapabileceğini söylemiş ve bu konuda "Gönlü imanla dolu olduğu halde zor altında olan kimse dışında, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip gönlünü küfre açanlara Allah katından bir gazap vardır, büyük azap da onlar içindir[312] ayeti inmiştir. Ama Arap yarımadasında müslümanlar bu yola pek başvurmamışlardır.
Takiyye Şia mezhebinin temel ilkelerinden olmuştur. Onu şöyle tanımlamaktadırlar: "Din ve dünya bakımından bir zarar tehlikesi olduğu zaman hakkı gizlemek, inancı açığa vurmamak, muarızlarla konuşmak ve muhalefet yapmamaktır. Zararın kesin olarak veya galip zan ile bilinmesi durumunda takiyye farz olur, değilse, farz olmaz. [313] İmam Muhammed Bakır, takiyyenin ancak öldürülmenin kesin olacağı durumlarda yapılabileceğini, bunun dışındaki yerlerde yapılamıyacağını belirtmektedir. [314]
Tasavvuf da ilke olarak bu prensibi almış, ama insanlardan saklı tutmuştur. Hulul ve ittihad inancına saptığı ve kendisini bekleyen tehlikeyi gördüğü anda bundan dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular basit insanlara karşı da olsa bunu gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişlerdir. Mesela Cüneyd el-Bağdadi'nin kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi, öyle ki tevhid ilminden ancak evinin içinde ve evinin kapısını kilitleyip anahtarını yastığın altına sakladıktan sonra sözederdi. "Halkın Allah'ın velilerini ve has kişilerini yalanlayıp onları küfür ve zındıklıkla itham etm hoşunuza gider mi?[315]derdi. eş-Şarani, bunun sebebinin, halkın Cüne hakkında ileri geri konuşması olduğunu söylemiş, [316]ölünceye kadar da f kıh maskesini kullanmıştır. [317]
Takiyye konusunda durum bu şekilde açık olmasına rağmen bu gerç t hicri dördüncü asrın başlarına kadar birçoklarına gizli kalmış veya üzer deki perde yırtılmamıstır. Ancak Hallaç yakalanıp onun ilah olduğuna in nan birtakım kişilerle beraber yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi a ğa çıkmıştır. Bunlar Hallacın ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etme] rine rağmen, Hallaç bunu takiyye yaparak inkar etmiştir. Nitekim eş-Şib], de takiyye yapan bu kişilerdendir. "Ben ve Hüseyin ibn Mansur el-Hallac aynı idik. Ama o açığa vurdu, ben ise gizledim" demiştir. [318]
Tasavvufta takiyyenin en açık örneklerinden biri de eş-Şarani'nin ftkhi mezhepler konusundaki şu sözleridir:
"Delil olmadan bir mezhebi diğerine tercih etmek için bin kişi benimle tartışsa, kalbimde onların söylediğini kabul etmem. Fakat, mudara yaparak kabul eder gibi yaparım ve "Senin mezhebin daha iyidir" derim. Bununla da "Bana göre değil, sana göre"demek isterim. [319]
Hırka: Tasavvufçular Hz. Ali'nin hırkayı Hasan el-Basri'ye giydirdiğini ve tarikata bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cüneyd el-Bağdadi'ye verdiğini iddia ederler. [320]
İbn Haldun bu konuda şöyle demektedir: "Bu da kesin olarak gösteriyor ki tasavvuf Şia ile bağlantılıdır. Bunu ashabtan sadece Hz. Ali'ye tahsis etmeleri şiilik kokusu taşımaktadır. [321] Tasavvuf çul arın tasavvufu Hz. Ali ile başlatmaları şiilikle tasavvufun aynı kaynakta birleştiğini göstermektedir. Hırka hakkında es-Sühreverdi şöyle demektedir:
"Hırka iki türlüdür; İrade hırkası ve teberruk hırkası. İrade hırkası hakiki müride giydirilir. Teberruk hırkası da mürid benzerlerine verilir. Kim bir topluluğa benzerse, onlardan olur. Hırkanın sırrı şudur: Gerçek mürid şeyhin sohbetine katılır ve kendi ona teslim edince, babanın terbiye ettiği küçük çocuk gibi olur. Şeyh ona Allah'a
vun eğmeyi, istikamet üzere bulunmayı Öğretir. Müridin giydiği hırka şeyhin kenne itina gösterdiğini gösterir. Bu da Yusuf gömleğinin Yakup nezdinde oynadığırolü oynar.[322]
İbn Arabi, hırkayı Hızır'ın kendi eliyle velilere giydirdiği ve kendisinin mın eliyle giydiğini söylemektedir. Şöyle diyor:
»Hızır'ın hırkasını arkadaşımız Takiyuddin Abdurrahman eliyle giymiştim. O daMısır'da şeyhlerin şeyhi Sadreddin'den giymişti. Onun dedesi ise Hızır'ın elinden aiymişii O günden beri Hızır benimsediği ve itibar ettiği için hırkanın giyilmesinibenimsedim ve giydirdim. [323]
Tarikat: Tarikatların Şia ile bağlantılı olduğunu hemen bütün kaynak-1 r kaydetmektedir. Zaten tarikat şeyhlerinin çoğu ehl-i beyte mensup olduklarını iddia eder ve tasavvufun Hz. Ali yolu ile geldiğini söylerler. [324]Tıpkı Şia'nın imamet ve masumiyet gibi özelliklerin Hz. Ali ve soyu yolu ile geldiğini söylediği gibi.
Aynı şekilde Şiada imamet konusunda olduğu gibi, tarikat reisliği de babadan oğula geçmektedir. Başta Bektaşi tarikatı olmak üzere tarikatların genelde Şia'nın prensiplerini benimsediği, Bektaşi tarikatının oniki imam inancını ve diğer inançlarını taşıdıkları bir gerçektir. Aynı şekilde Rıfai tarikatı prensiplerinden olan gizli halvet de bu tarikatın Şia ile benzerliğini gösterir. Bu tarikat mensupları her sene yedi gün itikafa çekilirler ki bu günlerin ilki Muharrem ayının onbiridir. Bu gün de Hz. Hüseyin'in şehid edildiği gündür. [325] Bu uygulama Şia'nın uygulamasının aynısıdır.
Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden biri de kutsal mertebelerdir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki Şia'nın imamına tekabül eder. Bu sıra Ebdal, evtad, efrad, nükeba, nüceba vb. sınıflarla devam eder.
Nitekim Dr. Ahmed Emin, tasavvufun bu makamlarının mehdilik düşüncesi ve dallarına bağlı ve benzer olduğunu, mehdiliğin kutupluğun esası olduğunu belirtmektedir. Tasavvufçular ruhlardan kurulu bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir ki Şiadaki mehdi veya imamın mukabilidir.[326]
Hulul ve ittihadı Bu inancın Şia'da erken bir dönemde başladığı ve gu-latı Şia'nın bariz niteliklerinden olduğu bilinmektedir. Hatta Sebeiyye fırkasının bu işte Öncülük ettiği malumdur. Batmiyye, Nusayriyye, İsmailiyye gibi Şia'nın sapık diğer kollarında hulul ve ittihad inancı temel inançlardandır. Bu inanç Şia yolu ile tasavvufa geçmiş, değişik isimler ve kılıflarla tarikatlar onu değişik şekillerde prensip edinmiştir. Hallac'm, Bistami'nin, Suhreverdi'nin, İbn Arabi ve tabilerinin hulul ve vahdet-i vücut inancı da dolaylı olarak hulul ve ittihad anlayışından başka birşey değildir. Daha önce bu konu üzerinde durulduğu için ayrıca üzerinde durmuyoruz. Sadece Ti-cani tarikatının şeyhinden bir örnek vermekle yetineceğiz.
"Ceuahiru'l-Maanî" kitabında Ahmed İbn Harazim şöyle demektedir:
"Zahirde Allah'tan başkasına ibadet veya secde eden herkes ancak Allah'a secde etmiş olur. Çünkü o elbiselerde tecelli eden (görünen) Allah'tır. O mabudların tümü Allah'a ibadet ve secde etmekte, celal satvetinden korkmaktadır. Celal satveti kulların ibadet etmesi için bu mabudlarda tecelli etmeden asli yapısıyla kullara açıkça görünseydi, uluhiyet nisbetini Allah başkasına vermediği için bir anda bile bu ma-budlar (varlıklar) yerle bir olurdu. Allah, Hz. Musa'ya "Şüphesiz ben Allah'ım, ben den başka ilah yoktur, bana ibadet et" demiştir. Lügatte ilah, gerçek mabud demektir. "Benden başka ilah yoktur" demesi, benden başka gerçek mabud yoktur, demektir. Onun için putlara tapanlar da ancak bana tapmış, tezellül eden ve boyun eğen de ancak bana boyun eğmiştir. [327]
"Ariflere göre kesret (çokluk) vahdetin aynısı, vahdet kesretin aynısıdır. Varlıkların çokluğuna ve unsurların dağılışına bakan kimse, çokluğuna rağmen hepsine bir bakış yapmış olur. Vahdetin kendisine bakan da kesretten sonu olmayan kesretle bakmış olur. Bu bakış, perdeliler için değil, sadece arifler içindir. Vahdeti şeklen değil, zevk olarak görenler içindir. Bu ise, sözle ifade edilmez. [328]
Netice olarak biz de İbn Haldun'un dediği gibi, tasavvuf çul arın İslama yabancı olan bu sistemi ana hatlarıyla gulat Şia'dan iktibas ettiğini belirtk isteriz. Zaten tasavvuf hırkasını giymeyi Hz. Ali'ye isnad etmekle onu 'kat ve inançlarının temeli yapmış ve Hz. Ali'yi tasavvufun imamı say- kla onu tanrılaştıran aşırı şiilerle aynı kaynakta birleşmiş olmaktadır- K saca Hz. Ali aşırı şiilerin mabudu sayıldığı gibi tasavvufun da edilmiştir. Nitekim Cüneyd el-Bağdadi'nin tarikatı, dayısı Serî es-Satemektedirler. Zaten Şia, tasavvufçuları genellikle bağrına basmıştır.[329]
Sayılan bu ortaklıkların yanında keramet, şefaat ve mehdilik konularında Şia ile tasavvuf arasında çok büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Ork özellikler konusunda şimdilik bunlarla yetinmeyi uygun görüyoruz.
Tasavvufun şiilikle sıkı irtibatını ve benzerliğini ortaya koyması bakımından tasavufçuların Şia metodu ile yaptıkları batini tevillerinden bazı örnekler vermek istiyoruz.[330]


J- Tasavvuf çul arın Batıni Tevilleri


Yukarıda da belirtildiği gibi tasavyufçular ahbari Şia'nın zahir- batın anlayışını benimsemekte ve kendi düşüncelerini ortaya koymak için dinin nasslarını bu anlayışa göre batini bir metodla tevil etmektedirler. Bu tevillerle dinin naslarını temel anlamlarından saptırmakta ve heveslerine uydurmaktadırlar. Keşf, işrak ve bilgelik adı altında yapılan bu batini teviller aslında dini bozmak için dışarıdan yapılan tahrif etme çabalarından çok daha tehlikeli ve sakıncalı bulunmaktadır. Süleyman Ateş'in "îşari Tefsir Okulu" kitabından ve başka kitaplardan alarak vereceğimiz bazı örneklerde ta-savvufçuların heveslerine göre Kur'an ayetleriyle nasıl oynadıklarını göreceğiz.
İbn Arabi, "Allah çocuk edindi, dediler. O yücedir.Göklerde ve yerde olanların tümü onundur.[331] ayetini açıklarken şöyle demektedir:
"Allah çocuk edindi, dediler. Yani kendisi dışında özel ve zatı ile müstakil bir varlık var etti, dediler. Haşa! Ona benzer başka bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz. Aksine göklerde ve yerde ne varsa onundur. Yani ruhlar ve cesetler alemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır[332]
"İbrahim babasına ve milletine; Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir? demişti. Babalarımızı onlara tapar bulduk, demişlerdi.[333]
"Babasına demişti, Yani külli nefs. Kavmine de. Semavi ve diğer konuşan nefisler Bu heykeller nedir? Yani akılların hakikatlerinden, eşyadan ve mevcudatın mahiyetlerinden akledilen ve onlarda nakşedilen bu suretler. Siz onlara tapınıp durdunuz. Yani onları tasavvur ve temessül etmeye devam ediyorsunuz. Bu da mukaddes ruhun makamındaki nurani perdelerden sıyrılıp zati tevhid fezasına yükselmesidir . . . Babalarımız! Ceberut ehlinden bütün nefislerden önce bulunan alemlerden illetlerimiz! Onlara tapar bulduk. Zatlarında onları bulundururlar ve bir an onlardan aynlmazlar. Apaçık bir sapıklık, yani hakkı perdeleyen nurdan bir perde içinde. Zatın kendisine ulaşmadan sıfatların berzahında duruyoruz. Ehadiyet hakikatine ve hüviyet denizine batmaya yol bulamıyoruz.. [334]
Yani, her şeyin onun kendisi olduğu halde, puta tapanlar onun görünümleri olan eşyaya takılıp tapıyorlar. Bu ibadetlerine de başkaları putperestlik diyor, halbuki onlar Allah'ın görünümleri olan putlara tapmaktadırlar, demektedir.
İbn Arabi'nin tefsiri tevhitle bağdaşmayan bu tür batini tevillerle dolu olup baştan sona kadar bu felsefe ile yazılmıştır. Kur'an ayetlerini bu şekilde tahrif ederek gerçek anlamlarını inkar etmektedir. Ebu Abdurrahman es-Sulemi'nin tevillerine bakalım; Kureyş'e ve ondan sonra gelen müslümanlara hac esnasında ne yapacak-' larını Öğreten "İnsanların indiği yerden siz de inin ve Allah'tan bağışlanma dileyin[335] ayetiyle ilgili olarak şunları söylemektedir:
"İbn Aîa'ya göre: İçinizi bent anmakla onarıp ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkes gibi kulluk adetlerine dönün, Allah'tan başkasıyla uğraşmaktan dolayt Allah'a istiğfar edin. [336]
"Gece onu örtünce bir yıldız gördü. "Bu benim, rabbim" dedi. Yıldız batınca "Ben batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce "Bu benim rabbim" dedi. Ay da batınca "Eğer Rabbim bana hidayet etmeseydi elbette sapanlardan olurdum" dedi. Güneşi doğarken görünce"Bu benim rabbim, bu daha büyük" dedi. O da batınca "Ey kavmim, ben ortak koştuklarınızdan uzağım. Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim, ben puta tapanlardan değilim" dedi. [337]
İbrahime görünen yıldız, ay ve güneşin, suluk esnasında görü-ve gittikçe büyüyen nur olduğunu söyleyerek açıklamaktadır: ..gündüzün güneşi gecefeyin batar. Oysa kalblerin güneşine batış yoktur. Onlardan hiri dedi: Kainat İbrahim'e karanlık olup iradesi elden gidince, kalbine rububiyet (tanrılık) nurları doğdu. "Bu benim rabbim" dedi. Sonra kendisine heybet nurları açıldı. Nuru arttı. "Bu benim rabbim" dedi. Sonra uluhiyet nuru iie beşeri varlığından geçirildi. "Rabbim hidayet etmeseydi sapanlardan olurdum" dedi. Sonra Baki ile bakı oldu. "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım" dedi.[338] Sulemi'nin tefsiri için Süleyman Ateş şunları söylemektedir: "Bu tefsirde geniş ölçüde antropomorfizme raslanır. İnsan kainata benzetilir. Evrendeki olaylar, enfüsi yönden açıklanır. Bu tür tefsirlerin çoğu da Sehl'den gelmek-tedir. [339]
Ebu İshak Ahmed es-Sa'lebi'nin tevillerine bakalım. es-Sa'lebi, "Ayakkabılarını çıkar[340] ayetinin tefsirinde şöyle demektedir:
"İşaret ehli demişlerdir ki, bunun manası şudur: Kalbini çoluk çocuk düşünmekten boşalt. Tabir de böyledir. Bir kimse rüyada ayakkabı giymiş olduğunu görse, evleneceğine işarettir. [341]
"Biz Beyti (Kabeyi) sevap kazanma ve güvenlik yeri yaptık[342] ayetinin tefsirinde Beyt'ten maksadın Muhammed olduğunu söyleyerek ayeti nasıl tahrif ettiğini görelim. Rivayetleri geçerek veriyoruz;
"Burada Beyt, Muhammed aleyhisselam'dır. Ona inanan, onun risaletini tasdik e-den güvenliğe kavuşmuş olur. [343]"Muhakkak Safa ile Merve Allah'ın nişanelerindendir. [344] Safa, muhale fetlerden arınan ruhtur. Merve, efendisine hizmette mürüvvet kullanan nefistir. Şöyle de denmiştir: Safa, marifet sahasıdır. Merve arifin mürüvvetidir. [345] Acaba bu tevillerden sonra Safa ile Merve denilen yerler kalıyor mu?
"Sonra insanların indiği yerden siz de inin ve Allah'tan mağfiret dileyin[346] İbn Ata'ya göre; bu ayetle "Beni anmakla içinizi tamir edip ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkesin yaptığı kulluk adetlerine dönün.
Allah'tan başkasıyla iştigalden Allah'a istiğfar edin"... denmektir.
"Sizden kimi dünyayı ister[347] Sehl'e göre, "Dünya nefsindir. Onu y0K edersen, dünyan kalmaz. [348]
"Allah'a kulluk edin ve hiçbir şeyi ona ortak koşmayın. Ana babaya, ya kınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızda ki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin. [349]Sehl'e göre, yakın komşu kalbtir. Uzak komşu nefistir. Yakmınızdaki arkadaş, sünnet ve arkadaşa uyularak yapılan fiildir. Yolcu, Allahu tealaya ibadet eden uzuvlardır. [350] Bu tevillerle acaba ayette belirtilen maddi şeyler inkar edilmiş olmuyor mu?
"Dağlan donuk görürsün, halbuki bulutlar gibi yürümektedir. [351] Cafer'e göre, ruh çıktığı zaman nefisleri donuk sanırsın. Ruh arşın altındaki yerine sığınmak için Kudüs'te yürür. Yine Cafere göre, müminin kalbinin nuru, aşıkların ahu enini, hakkı müşahade edip huzura kavuşuncaya kadar bulutlar gibi yürür. Burada hakkı müşahade edinceye kadar nefisten çıkan ahu figan, bulutlar gibi yürüyen dağlara misal verilmiştir. [352]
"Müminlerden iki topluluk vuruşursa, aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa, saldıranla savaşın ki Allah'ın emrine dönsün. [353]
"Sehl'e göre, bu iki topluluk ruh, akıl ve kalb ile tab'(huy), heva ve şehvettir. Eğer tab', heva ve şehvet, akıl, ruh ve kalbe saldırırsa kul onu murakabe kılıçlarıyla, mütalaa oklarıyla ve muvafakat nurlarıyîa öldürsün ki ruh ve akıl galip gelip heva ve şehvet mağlup olalar. [354] Görüldüğü gibi, bu tevile göre müminlerden iki topluluk ve onların arasını bulma diye bir olay artık sözkonusu olmaktan çıkmıştır.
Sehl et-Tusteri'nin tevillerinden bazı örnekler verelim: "Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de, alemler için mübarek ve doğru yolu gösteren Kabe'dir[355] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir:
"İnsanlar için kurulan ilk ev, Mekke'deki Allah'ın evidir. Bu, zahir anlamdır,. Batınanlamıise, Rasulün kendisidir. Allah'ın, insanlardan kalbine tevhidi yerleştirdiği kiler ona (Rasule)iman ederier.[356] «Allah'a kulluk edin, ona bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınla-fimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arka volcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin[357] ayetiniodprken zahir anlamını verdikten sonra şöyle demektedir:efsireuc
"Batıni anlamına gelince;Yakm komşu kalptir, uzak komşu, huydur. Yanınızdaki rkadaş, şeriata uyan akıldır. Yolcu, Allah'a itaat eden organlardır[358]"İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çık[359] ayetini tefsir ederken de şöyle demektedir: " Allah, organları kara,ihi de denize benzetmiştir. Organlar ve kalp daha yararlı ve daha tehlikerlir âyetin batini anlamı budur. Görmüyor musun, kalb çok değiştiği vedaha çok derin olduğu için kendisine kalb denilmiştir!" [360]
"Musanın ardından milleti, süs eşyalarından, canhymış gibi böğüren birbuzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler[361] ayetinin tefsirinde de şöyledemektedir:
"Her insanın buzağısı, Allah'tan yüz çevirerek kendisine yöneldiği aile fertleri ve çocuklarıdır. Buzağıya tapanlar nefislerini ancak öldürdükten sonra ona tapmaktan kurtuldukları gibi, kişi de bütün sebeplerden nasibini yok etmedikçe bundan kurtulmaz." [362]
"İbrahim: Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak alemlerin rabbidir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hastalandığımda bana şifa veren, öldürecek ve diriltecek olan odur. Ahiret günüde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum da O'dur. Rab-bim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat[363] Bu ayetleri tefsir ederken şöyle demektedir:
"Beni yaratan bana hidayet verecek. Yani kendisine kuiluk için beni yaratan, ona yakınlık için de bana yol gösterecektir. Bana yediren ve içiren odur. Yani bana i- lezzetini yedirir, tevekkül ve kendisiyle yetinme içeceğini içirir. Hastalandığımzaman o bana şifa verir. Yani, Kendisinden başkası İçin kendisinden başkasıy|a davrandığım zaman beni bundan korur. Dünyadan bir şehvete meyledersem, beni ondan uzaklaştırır. Beni öldüren, sonra dirilten odur. Yani, beni öldürür, sonra zikirle diriltir. Din gününde günahımı bağışlamasını umarım. Burada edebin gereği olarak korku ile umma arasında konuşmuş ve kesin olarak bağışlayacağını belirtmemiştir.[364]
"Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik[365] ayetini açıklarken de şöyle demektedir:
"Beşer olarak İbrahim oğlunu sevince, Allah'ın lutfu ve koruması kendisine yetişti ve onu kurban etmesini emretti. Çünkü amaç onu kurban etmek değil, en büyük sebeple başkasını-sevmekten sırrı kurtarmaktı (kendisinden başkasını sevmekten kurtarmaktı). Ne zaman sır Allah'a halis oldu ve huy adetinden döndü (İsmail'e olan sevgiyi bırakıp Aİlah'ı sevmeye başladı), ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdi"[366]
"Ondan istediğiniz gibi bol bol yeyiniz ve bu ağaca yaklaşmayınız[367] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir;
"Allah Teala "Şu ağaca yaklaşmayın" sözü ile ondan yemeği kasdetme-mişti. Himmeti Allah'tan başkasına sarfetmeyi, ondan başkasına dayanmayı yasaklamıştı. Adem'in başına gelen, himmeti masivaya(Allah'tan başkasına) sarfetmek ve Allah'tan başkasına güvenmekten dolayı geldi. Kim kendisinin olmayanı iddia eder, hevasına uyarsa o, Allah tarafından terkedilir. [368] Sehl'e göre nefis puttur. Onun için "Kafirlerin evliyası tağuttur"[369] ayetini de bu şekilde tefsir etmekte ve müslümanlara kan kusturan tağut kavramı da gözlerden uzak olmaktadır. Şöyle diyor:
"Tağutların başı kötülük emreden nefistir. Çünkü şeytan ancak heva ve nefs ile insana yo! buiur. O surette insana sokulup tahrik eder, vesvese verir. [370] Başka bir ayetin tefsirinde ise tağutun cehalet olduğunu söylemektedir. "Tağuttan kaçınanlar[371]ayetini açıklarken şöyle demektedir:
"Tağut dünyadır. Dünyanın aslı cehalettir. Fer'i yeme içmedir. Süsü övünme, meyvasi isyan, ölçüsü kasvet ve ukubettir. [372]
Musa'nın kavmi, onun ardından canlı gibi böğüren bir buzağı heykeli olp ona taptılar [373]ayetini şöyle tefsir etmektedir:
»Her insanın buzağısı, sevip de dolayısıyla Allah'tan yüz çevirdiği kadın, çocuk vs. cjir. Bunlardan kurtulmanın tek çaresi, bütün arzuların kaynağını yok etmektir. Nasıl buzağıya tapanlar, nefislerini öldürmekle ona tapmaktan kurtuldularsa, bunlara tapanlar da kurtulmak için nefsi yok etmelidirler. [374]
"Üstünüzde yedi yol yarattık[375] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir: "Ayette geçen yol, insanı Rabbinden perdeleyen yedi perde diye tefsir ediliyor. Bu perdelerden birincisi insanın aklı, ikincisi ilmi, üçüncüsü kalbi, dördüncüsü haşyeti, beşincisi nefsi, altıncısı iradesi, yedincisi meşiyyetidir. Akıl, insanı dünya tedbirleriyle uğraştırarak, ilim etrafına övündürerek, kalp gaflete düşürerek, haşyet kendine gelen nurlardan gaflet ederek, nefs her kötülüğe kaynak olarak, irade dünyayı murad edip ahiretten yüz çevirerek, meşiyyet günaha sarılarak perde olur. [376]"Ay ve güneş toplandığı zaman[377] ayetinin tefsirinde de şöyle demektedir:
"Batını: Kamer, tabiat nefsine ait baş gözünün nurudur. Şems, ruh ve akı! nefsine ait kalp gözünün nurudur. [378]
Sehl'in bu nevi batini tevil ve tahrifleri burada sayılamayacak kadar çoktur. Daha fazla örnek görmek isteyenler Süleyman Ateş'in İşarı Tefsir Okulu kitabına bakabilirler. Sehl'in bu tevil ve tahrifleri için Süleyman Ateş şöyle demektedir:
"İşte genellikle Kur'an'da dünya ve dünyaya dair ne varsa, hep böyle kalp, ruh, nefs ve tab' diye tefsir edilir. Tabii ki bu izahlar pirimitiftir. Fakat bunlar, sonraki felsefi izahların ilkesini teşkil etmiştir. Bu bakımdan işari tefsirde Sehl'in yeri büyüktür. Bu oldukça gülünç izahlar, onun dünyadan son derece nefret etmesinden ileri gelse gerektir. [379]
Abdulkerim el-Kuşeyri'nin tevillerine bakalım, bilindiği gibi Kuşeyri, batini tevillere en az yer vermekle bilinen bir sufi müfessirdir. "And olsun ki yakm göğü yıldızlarla süsledik ve onlarla şeytanları taşladık. [380] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir:
"Göğü yıldız ve gezegenlerle süslemiş, velilerinin kalblerini de türlü nurlar ve yıiri larla süslemiştir. Müminlerin kalbleri tasdik ve İmanla, sonra delilleri düşünerek kikle, sonra beyanı talib etmeye muvaffak olma başarısıyla süslenmiştir. Arifi kalbleri tevhid güneşiyle, ruhları tefrid (tek bilme) nurlanyla ve sırlan tecrid ese riyle süslenmiştir. Bu şekilde, her grubun nurları vardır.[381]
el-Kuşeyri "Onlara rızık olarak verdiğimizden infak ederler[382] ayeti • tefsirinde de şöyle demektedir:
"Rızık insanın faydalandığı şeydir, tefsir dilinde bu, şu demektir: Onlar, mallarını v farz veya nafile olarak infak ederler. İşarette ise şu demektir: Onlar nefislerine tv şey yığmazlar. Nefislerini kulluk adabına verirler. Kalplerini devamlı oîarak tanrılın görmeğe infak ederler. Şeriatçılar, mallarını infak eder, hakikatçılar hallerini infak . eder. Zahirde nisab, yirmide yarım, ikiyüzde beştir. Ama tanrı ehli buna razı olmazlar. Onlar bütün hallerini Allah'a verirler. Hakikat ehli ise, azıcık bir hal kendi nefislerine ayırmış olsalar, başlarına kıyamet kopar. [383]
Kuşeyri, Kur'anm infak anlayışını bozacak nitelikte şöyle devam etmektedir:
"Zahidler Allah yolunda nevalarına uymayı infak ettiler. Allah'ın rızasını kendi arzularına üstün gördüler. Abidfer, Allah yolunda güç ve kuvvetlerini infak ettiler. Gizli ve açık takvaya sarıldılar. Müridler, kendilerini Mevla'nın zikrinden alıkoyan her şeyi onun yolunda infak ettiler. Dünya ve ahiretten hiçbir şeye iltifat etmediler. Arifler, Allah yolunda Mevla'dan başka her şeyi infak ettiler. Hak da onlarrkendine yaklaştırdı ve barındırdı. [384]
"Nasıl inkar edersiniz ki sizler Ölü idiniz, O sizi diriltti[385] ayeti ile ilgili olarak da Kuşeyri şöyle demektedir:
"Denilir ki, siz cehaletiniz dolayısıyla ölü idiniz. Sizi Allah'ı bilmekle diriltti. Sonra sizi kendinizden öldürüp kendisiyle diriltti. Sonra ona döndürülmüş olursunuz. Buna yakın bir mana daha: Siz nefislerinizin bekasıyla ölü idiniz. Nefislerinizi yok ederek sizi diriltti. Sonra nefsi görmekten sizi öldürür ki nefsi düşünmeyesiniz. Zira nefsi düşünmek sizi bozar. Sonra sizi ondan (nefisten) alıp diriltir. Sonra onun (Allah'ın) elinde onun istediği yöne çevrilmenizle ona döndürülmüş olursunuz. [386] "Bir ayeti nesh eder veya unutturursak, daha iyisini getiririz[387] ayetinin tefsirinde neshle ilgili olarak şöyle demektedir:
«Riz seni ka'den nakletmeyiz. Ancak bulunduğun halden daha üstün ıe çıkarırız... Senden herhangi bir beşeriyet sıfatını kaldırırsak, onun bır. sana bir tanrılık şahidi(nuru) veririz.[388]Bu tefsirle ilgili olarak Süan Ateş şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Ru tefsirde tamamen fena fillah düşüncesi hakimdir. Sonradan vahdetianlamında yorumlanacak olan "Doğu ve batı Allah'ındır. Nereye döseniz, orada Allah'ın yüzü vardır[389]ayeti, Kuşeyri'ye kadar böyle bir ankazanmamıştır. İlk mutasavvıflar bu ayetten fena manasını çıkarıyorlalar ve şöyle diyorlar:
"Bunda kalplerin doğum ve batım yerlerine işaret vardır. Kalplerde doğan ve batan nurlar vardır. Kalpleri hakikatler kaplayınca onların (sıfat nurları) gizlenir. Güneş doğunca yıldızların gizlenmesi gibi. Hakkın huzurunda da kahr hasıl olur. Suret mahvolur, görünmez. Duyu ve anlama kalmaz. İlim ve akıi yetkisi, irfan ve vicdan ışığı yok olur. Çünkü bunlar beşeri sıfatlardır. Mevsuf (beşerilik) yok olunca sıfat nasıl kalır? [390]
"Onları Öldürün ki fitne kalmasın[391] ayetinin tefsirinde de şöyle demektedirler:
"Burada nefisle savaşmaya işaret vardır. Zira senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefistir. [392]
"Gökten su indirdi[393] ayetinin tefsirinde şöyle der : "Nurlar kalplerde parladığı zaman karanlık işaretleri yok olur. Yakin nuru, şirk karanlığım sürer, ilim nuru cehalet töhmetini. . . Müşahede nuru beşeriyet izlerini, cemi' nuru tefrika eserlerini sürer. Hakaik nuru doğunca nefsin hazları sarsılır, irfan güneşi doğunca masivadan gelen geceyi kovar. [394]
Ebu Bekir Muhammed el-Vasıti'nin tevillerine bakalım. Cüneyd'in talebesi olan el-Vasıti, Cebriye mezhebinin görüşünde olup Allah'ın iradesinin yanında başka bir iradenin varlığını kabul etmeyerek iman ve küfürde kulların hiçbir rolünün bulunmadığını, iman ve küfrün aynı şey olduğunu söylemektedir. "Rabbm dileseydi, yer yüzünde olanların hepsi inanırdı[395] ayetinin açıklamasında şöyle demektedir:
"Cenabı hak bu ayetle övmeyi ve yermeyi kaldırmıştır. Özürlüye, özürsüze, şakiye ve saide (yaptığından) bir şey yoktur. Bunların hepsi, Allah'ın ezeldeki İradesine göre hareket etmişlerdir. [396]
"Allah, işte zengin ve övülmüş olan odur[397] ayetiyle ilgili olarak da şöyle demektedir: "Ne inanmak insanı hakka yaklaştırır, ne küfür haktan uzak laştırır. Geçen ezelde geçmiştir. Şekavet ve saadet, küfür ve iman birer isrettir, gerçek değildir. Hakikat "Saadetle kimseye ikram etmeyecek;ancak kendi keremine yaklaşmağa ehil kıldığı kimseye ikram edecek" diye ezelde takdir etmiştir. Küfrü şekavet ehline işaret ve süs yapmıştır. İman, ikramın ta kendisidir. Küfür de azabın kendisi, uzaklaşma ve lanet şahididir. [398]
"Ben seni Öldüreceğim, bana yükselteceğim ve seni inkar edenlerden temizleyeceğim"[399] ayetinde inkar edenleri irade ve heva kabul edip "Seni iradenden ve hevandan temizleyeceğim. Böyle yapması, ondaki ezeli sıfatları meydana çıkarmak içindir" diye açıklamaktadır. [400]
Ebu Hâmid Gazali'nin tevillerinden de bazı örnekler verelim; "Taha süresindeki "İki ayakkabını çıkar" ayetinde iki ayakkabıdan maksadın, dünya ve ahiret olduğunu anlar ki bu ayet baştan beri tasavvufta bu anlama çekilmiştir. Yine bu surede Hz. Musa'nın ateş görmesinden bahseden ayetlerdeki kabes, cezve kelimelerini, körü körüne taklid eden kimsenin haline işaret sayar. Kalem, Levh ve Rakkı Menşur'u da şöyle açıklar:
"Biz bir defa tanrılık huzuruna yükselerek deriz ki o huzurda kendisi vasıtasıyla mufassal ilimlerin, alıcı cevherlere çizildiği alet varsı, bunun misali kalem'dir. O alıcı cevherler arasında ilimlerin kendisine çizildiği birşey varsı, bunun misali Levh, kitap er-Rakku'l-Menşur'dur. İlimleri yazan alete hükmedenin misali Yed(el)dir. Eğerbu mertebede yed'i, tevhi, kalemi içine alan bir sistem varsa, bunun misali suretîr. [401]
Sırat konusunda da şöyle demektedir:
"Sırat gerçektir ama onun kıl gibi ince olduğunu sanmak doğru değildir. O kıldan da incedir. Daha doğrusu, onun inceliği ile kılın inceliği, yada kılın keskinliği arasında hiçbir bağlantı yoktur, nasıl ki güneşle gölgeyi ayıran ve ne gölgeden ne de güneşten sayılmayan hendesi (geometrik) çizginin inceliği ile kılın inceliği arasında bir münasebet yoktur. Zira kılın bir boyutu vardır. Oysa bu çizginin hiçbir boyutu yoktur. Sırat da böyledir. İşte yüce Tanrının "Bize sıratı müstakimi göster[402] ayetiyle açıkladığı sırat, bu sırattır.
Gazali, Nur süresindeki "Ateş değmese de, yağı hemen hemen ışık verir[403] ayetiyle ilgili olarak şöyle demektedir:«âyetin bu kısmı, nurunu peygamber vasıtası olmadan doğrudan doğruya Allah'tan alma derecesine yükselmiş olan velilere işarettir. Çünkü veliler arasında az daha Deygamber yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan kimseler vardır.[404]


k. Tasavvuf Kitaplarının Değeri


Tasavvuf çul ar, kendi kitaplarına sarsılmaz bir imanla inanırlar. Bu i-anç bütün kalblerini, duygularını, düşüncelerini ve zihinlerini kaplar. Bir hurafe veya mitolojiye işaret eden her harfine inanır, bir saçmalığı yayan her kelimeye kutsal bir kitabın ayetleri gibi bağlanırlar. Ne zaman bir yönleri tenkit edilirse, sözlerinin sırlar ve semboller olduğunu, tasavvufçu olmayan kişilerin bunları anlayamayacağını söylerler. Ne zaman hurafe ve dindışı şeyleri eleştirilirse, kitaplarına bu hurafe ve sapık şeylerin sonradan sokulduğunu iddia ederler.
Şüphe yok ki bu kitaplar sonradan uydurulmuş veya onlara başkaları bu hurafeleri karıştırmış değildir. Gerçek tarih buna şahittir. Yazarlarının kitaplarında örümcek ağları gibi örülen inanç ve anlayışları buna şahittir. Düşünce sistemleri ve izledikleri metod, gerçeğin böyle olduğunu göstermektedir.
Bununla beraber onların uydurulduğunu veya başkalarının bu gibi şeyleri onlara karıştırdığını varsayalım. Siz tasavvufçular bunlara bağlanıp kutsal kitaplara insanların inandığı gibi inandıktan ve üzerinde titredikten sonra başkaları tarafından uydurulduğu veya ilaveler yapıldığını kabul etmek neyinize yarayacaktır?! İster yazarları tarafından yazılmış olsun, ister başkaları tarafından uydurulmuş olsun, sizler onlardaki şeylere inandıktan ve sözlerinin Allah'tan gelen ilhamlar olduğunu kabul ettikten sonra, kim tarafından yazılmış olursa olsun, ne değişir?
"Ama sonradan uydurulmuş yahut yabancı şeyler karıştırılmış" savunması, tasavvufçuların elindeki zırhtır. Hakkın aydınlığı karşısında tasav-vufçularm sığındığı son sığınaktır!
Belirttiğimiz gibi, tasavvufçular kitaplarında söylenen ve İslama aykırı-hğı açık olan birçok şeylerin sırlar ve semboller olduğu, gaybın gizliliklerini kendilerine açtığını ve sırlarını Allah'ın kendileri için gayb perdelerini kaldırarak arşının altında secdelere kapana-n, vahyini dinleyerek nesir ve şiirlerinde sırlar ve semboller halinde tescil eden kişilerin ancak bilebildiğini iddia ederler.
Şüphe yok ki Kur'an'ın özelliklerinden biri de insanlara bir beyan olmasidir, insanlardan da alimler ve cahil olanlar vardır. Kimileri okuma yazm bilmez, kimileri de okur yazardır. Buna rağmen Allah, Kur'an'ı bütün inşa lar için bir beyan ve herkesin rabbine basiret üzere kulluk etmesi için, (s, lar ve semboller olarak değil) anlaşılır bir dille indirmiştir.
Ama tasavvufçular, dinin öz ve hakikatini tescil ettiğini söyledikleri k' taplarmın gizlilik perdesiyle örtülü semboller ve gaybın büyüsüne sanlı sır lar olduğunu söylüyorlar. Müphemlik ve kapalılık sembolleriyle Örtülü v çoğu batıl şeyler taşıyan kapalı sırlarla insanlar dinlerini nasıl öğrenebilip ve Allah'a nasıl ibadet edebilirler?
Kitaplarının sırlar ve semboller olduğunu iddia eden tasavvufçulara sor. mak lazım; Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların anlamlarım anlıyor musunuz, anlamıyor musunuz? Eğer anlıyorsanız, mensuplarınıza ve sempatizanlarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun insanlar da bu yüzden eleştirmemiş olurlar. Anlamıyorsanız, o zaman bu inandıklarınız, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?
Gerçek şu ki, îbn Arabi, İbn Farid ve başkalarının yazdıklarını gözü büyülenmiş olanlar dışında, okuyanlar ne demek istediklerini anlarlar. Onların söyledikleri olsun, yazılan şerhleri olsun, semboller ve sırlar olmadığını görür ve anlarlar. Nitekim bu kitaplar olsun, şerhleri olsun, okunduklarında semboller ve ancak tasavvufçuların anlayacağı sırlar olmadıkları görülür. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler Önüne seren apaçık sözler ve anlamlar görülmektedir.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözlerinde acaba ne gibi bir sır veya bir sembol bulunur? "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir", "Putperestler arif billahdır", "Cehennem artık sahiplerine ceza değil, tatlı olacaktır", "Allah her şeydir ve neye ibadet edilirse, Allah'a ibadet edilmiş olur", "Herşey Allah olduğu için kulların Allah'tan başka taptıkları bütün şeyler de aslında Allah'tır. Bu ayırımı kullar uydurmuştur.[405] "Hayal aleminde Allah'ı gördüm ve bütün söylediklerim ondandır. [406] "Rüyada Ra-sulullah'ı gördüm ve Fususu'l-Hikem kitabını yazmamı emretti. [407] "Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir. [408]
Tasavvufçular kitaplarının Allah tarafından yazdırıldığmı iddia ederek Kur'an'a benzetmeye çalışırlar. Uydurdukları hadisler için de bunların doğrudan peyğanıberden alındığını veya keşf yolu ile sabit olduklarını söyleye- rarengiz bir kılıf giydirirler. Kitaplarını nasıl Kur'ana benzettiklerinipelen ilham olduğu iddialarını gösteren bazı örnekler vermek isti-ve gökten batıl ve küfür sözlerle dolu "el-İnsanıı'l-Kamil" kitabını nasıl yazanlatarak şöyle demektedir:
»Kitabı sarih keşfe dayandırdım ve konularını sahih haberle destekledim, (yazdıktan sonra kitabı dağıtmak aklına gelmiş, ama Allah'tan gelen emirle günyüzüne çıkarmaya karar vermiş olduğunu belirttikten sonra şöyle devam etmektedir): "Şimdi Hak bana günyüzüne çıkarmayı emretti, açık ve kapalı sözlerini açıkladı. Ayrıca umumi bir fayda sağlayacağı sözünü de verdi. Ben de başüstüne, diyerek emre itaat ettim[409]
Celaleddin Rumi'nin Mesnevi'sine Kur'an için sayılan nitelikler verilmekte ve gökten gelen ilhamla yazıldığı ileri sürülmektedir. Benzetmeyi görmek için önce Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini sayan şu ayetlere bakalım. "Şüphesiz Kur'an, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Uyaranlardan olman için onu Cebrail apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir. [410]
"Oysa o, değerli bir kitaptir. Önünden ve ardından ona batıl karışmaz. Hakim ve Hamid olan Allah tarafından indirilmiştir. [411]
"Şüphesiz bu yüce bir Kur'andır, korunmuş bir kitaptadır, ona ancak arınmış olanlar dokunabilir, alemlerin Rabbinden indirilmiştir. [412]
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'i bu niteliklerle nitelemektedir. Şimdi de Celaleddin Rumi'nin Mesnevi kitabı için sıralanan nitelemelere bakalım:
"Hüzünleri giderir, bir şifadır kalplere Ledunni mana verir, müteşabih ayetlere, Kur'an-ı Kerim gibi kimini hidayete kimini hak ettiği dalalete sevkeder. [413]
"Şerefli katiplerdir onun yazıcıları temastan menederler temiz olmayanları, kalbe mutluluk verir, huyları güze! Eylero ilhamla İnmiştir alemlerin Rabbinden, Gelemez batıl onun önünden ve ardından
koruyucu olan Hak onu korur gözetir, Ki o merhametlilerin merhametlisidir
Mesnevi kitabının başka adları da var
Adlarını verense, Allah'ın kendisidir.[414]
Mesnevi sarihlerinden bir de Tahiru'l-Mevlevi'nin şu sözlerine bakalım: "Kur'an dolayısıyla insanlardan çoğunun dafafete düşeceğini, çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur'an Öyle olduğu gibi Mesnevi de Öyledir. Nitekim arif sahibi de "Kur'an gibi bizim Mesnevi de bazılarını hidayete, bazılarını da dalalete gönderir" diyor. [415]Tahiru'l-Mevlevi şöyle devam etmektedir:
"Mesnevi, kerim ve salih olan Katipler eliyie yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesnevi'ye temas eylemekten menederler. Mesnevi, Rabbulaleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-İ Abese'deki "Kur'an vaaz ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur, o Kur'an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır. [416] "Sure-i Vakıa'daki "Rasulü Ekreme nazil olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kitabı meknun, yani levhi mahfuzda yazılıdır. Ona temiz olanlardan başkası temas edemez. Kur'an Rabbulalemin tarafından inzal buyuruimuştur" ayetlerine işaret edilmiştir. [417]
"Mesnevi de İlham yolu iie canibi Haktan nazil olmuştur. . . Taharet ve salah erbabından maada (başka)sının ona teması, yani mütalaasıyla dinlemesinden feyz-i marifet alması kabil değildir... Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahyi münzel olan Kur'an-! Kerim, nasıl avni samedanide ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna İmkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir. İlhamı rabbani eseridir, kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir. [418]
Muhyiddin Arabi de gerek Fususu'l-Hikem ve gerekse Futuhat-ı Mekkiy-ye kitaplarım direkt Allah ve Rasulullahtan aldığı ilham ve emirle yazdığınıAllah ve peygamberle görüştüğünü söyleyerek sanki Kur'an'ın tanıanı-nfliadığı ve Hz. Muhammed'le vahiy ve risaletin henüz son bulmadığını ıhmaktadır. Nitekim İbn Arabi risalet vahyi ve velayet vahyi olmak üze-vahyi ikiye ayırmakta, risalet vahyinin son bulmasına rağmen velayet ahyinin devam ettiğini ve kendisine gelenlerin onlardan biri olduğunu, kendisinin hatemu'l-Evliya olduğunu söylemektedir. Fususu'l-Hikem kitabı için şöyle demektedir:
"Hicri 627 yılı Muharrem aynım son on gününde Rasulullah'ı Şam'da rüyada gördüm. Elinde bir kitap vardı. Bu Fususu'l-Hikem kitabıdır, al ve insanlara sun, ondan yararlansınlar, dedi. Ben de Allah'ı, Rasulullah'ı ve bizden olan ululemri bize emredildiği gibi dinleriz ve itaat ederiz, dedim. Halis niyetle niyet ettim ve arzuyu gerçekleştirdim. Bu kitabı Rasulullah'ın tarif ettiği şekilde artırma ve eksiltme yapmadan ortaya çıkarmaya himmet ve gayret gösterdim. {...)- Kalp sahipleri ehlullah bu kitabın nefis arzularından münezzeh ve çelişki bulunmayan, en kutsi makamdan indirildiğini kesin olarak anlasın. Umarım Allah duamı kabul edince isteğime icabet etmiştir. Ben de bana bildirilenden başkasıyla karşılaşmam ve bana indirilenlerden başkasını bu satırlarda yazmam. Nebi veya Rasul değilim, ama onların varisiyim ve ahireti için çabalayan birisiyim. Bu Allah'tandır, dinleyin ve Allah'a dönün.[419]
"Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz bizden sizedir. [420] Bu şekilde tasavvufçular Kur'anın vasıflarını kitaplarına vererek müslü-manların Kur'an hakkındaki inançlarım bozmakta ve kitaplarının Allah'ın verdiği ilham ve peygamberden aldıkları telkinlerle yazıldığını söylemekte Kur'an gibi takdis etmeye çalışmaktadırlar.
Cüneydi Bağdadi de, Hz. Peygamberi uyandırarak insanları uyarmasını söyleyen melek gibi rüyada kendisine gökten meleğin geldiğini ve uyandırıp konuşmakla görevlendirdiğini söyleyerek şöyle demektedir:
"Bir defa günlük virdimi yapıyordum. Kendimden geçme hali galip geldi. Uyku iie uyanıklık hali içinde idim. Bîr de gördüm ki gökten bir melek indi, bana geldi, kalbime fısıldadı, beni depretti; "Kalk ey Ebu'l-Kasım, kalk. Konuş, zira sana ilham edildi!" dedi. Bana bir ağlamak geldi. Uyandım ki ağlıyorum. [421] "Biri Cüneyd'e sufilerin konuşması hakkında sormuş, o da: "Sufiler konuşmağa malik değildirler"demişti. Bu cümlelerden anladığımıza göre, sufi konuştuğu zaman kendi varlığıyla konuşmaz, kendisinden Allah konuşur. Sözleri kendisinin değil, Allah'ındır, yani tanrı ilhamıdır. Cüneyd'e evvelce söylediği sözleri tekrar etmesi rica edildiği zaman, buna muktedir olamayacağını söylemiştir. "Bunları kalbime koyan ve dilime söyleten Allah'tır. Bu sözler kitaplardan yahut öğrenmeden elde edilmiş değildir. Allah lutfu ile bunları bana ilham ediyor, dilime söyletiyor " demiştir[422]
Hz. Peygamberle görüştüğünü ve Miftahu'l-Kulub kitabını onun emri üzerine yazdığını söyleyen el-Hac Mehmed Nuri Şemseddin en-Nakşiben-di'nin sözlerine kulak verelim:
"Bu risalenin hazırlanması ve yazılmasının sebebi şudur: 1259 yılı Rebiussani ayında hücremizde müteveccih bulunduğumuz sırada Sultanulenbiya, sertaculevli-ya yefasfiye velatkiya aleyhi ve alihi efdalu't-tehaya efendimiz hazretleri zuhur ederek, bu aciz kölelerini ihsan ve mürüvvetleri gereğince taltif ile: -Evladım Nuri! Vakitler bir acaip ofdu, buyurdular. Aşık ve sadık ve didara talip olan ümmetlerim, kolaylıkla yollarını doğrultarak rıza yoluna hemen bağlansınlar ve
vuslat sırrına nail olsunlar diyorum.....Onları helak olmak mertebesine getiren
bu uçurumdan kurtarmak ve tecellileri gereğince şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve vuslatın ne olduğunu anlatmak için bir risale hazırla! Bu risalenin adı Miftahu'l-Ku-lub:Sırrı Şemseddin olsun. Aşık, sadık ve didara talip olan ümmetlerim buna itibar edip amel etsinler ve ne yapmaları gerektiğini Öğrenerek yollarını doğrultsunlar, diye emir buyurdular. [423]
Tasavvufçuların kitaplarını gökten gelen ilham ve Hz. Peygamberin talimatlarıyla yazdıklarım, kitaplarının Kur'an-ı Kerime benzediğini düşündüklerini tasavvufu savunanların kendileri de itiraf etmektedir. İşte Süleyman Ateş'in sözleri:
''İbn Arabi, Kur'an ile onun Tanrı ehli dilinden tefsiri arasında bir fark görmemektedir. " Nasıl Kur'an Allah'ın sözü olduğu için Önünden ve sonundan onu hükümsüz kılacak bir şey gelmezse, hakikat adamlarının tefsirlerini de hükümsüz kılacak bir şey gelmeyecektir. Çünkü o tefsirler, onların kalplerine Allah'tan doğmuştur. [424]Allah bazı kullarına bizzat ilhamı ile öğretmiştir. "Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun"[425] buyurmuştur. Nasıl kitabın aslı Allah'tan peygamberlerinin kalplerine indirilmişse, manası da öyle bazı müminlerinkalplerine indirilmiştir. Böylece aslı gibi şerhi de Allah tarafından indirilmiş olur.[426]Tasavvufçular, kitaplarının Allah'ın ilhamı veya peygamberin tebligatı Muğunu iddia ederek onlara bir kutsallık giydirmeğe, söyledikleri İslam dı-şeylere bir dokunulmazlık kazandırmaya, eleştirecek olan kişilere bu sözlerin kendilerine ait olmadığı, bunları kendi dillerinden Allah ve Rasulünün söylettiğini iddia ederek korkutmaya ve susturmağa çalışırlar.
Toplumda şeyh ve seyyid olarak bilinen kişiler olsun, kuts ali aştırıl an birtakım yatırlar ve türbeler olsun, eleştirecek kişileri çarpacağı veya yakınlarına zarar vereceği inancı da herhalde tasavvufçuların bu bid'atlarma dayanmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi tasavvufçular kitaplarındaki sözlerin sırlar ve semboller olduğunu söyleyerek yöneltilen eleştirilere karşı koymağa çalışırlar. Bunun böyle olmadığını görmek için el-Cîlf nin, el-însanu'l-Kamil kitabında söylediklerini örnek olarak vermek istiyoruz. Acaba bu sözlerde ne gibi sırlar veya semboller bulunmaktadır?
"Arif kişi Allah'ın hakikatiyle tahakkuk ederse, onun gözü kulağı olur. Mevcudattan hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. Çünkü göz, varlıkları yaratanın gözü olur. Sonra, onu mutlak olarak yok saymak doğru olmaz. Çünkü onun yok olması senin yok oi-man demektir. Çünkü senin örneğin odur. Sen var olduğun ve sıfatlarınm^eseri mevcut olduğu halde nasıl yok olabilirsin ki? Onu var kabul etmek de doğru değildir. Çünkü var kabul edersen, onu put edinmiş, böylece bir ganimeti yitirmiş olursun. Sonra, yok olanı ispat etmek nasıi doğru olabilir. O, var olan sen olduğun halde, onu yok saymak nasıl mümkün olsun? Aliah seni kendi suretinde hay, alim, kadir, murid, semi', basir, mütekeüim olarak yaratmıştır. Bu gerçeklerden hiçbirini kendinden yok edemezsin. Çünkü seni kendi suretinde yaratmış, isimleriyle adlandırmış ve sıfatlarıyla donatmıştır. O hay, sen de hay'sın, o alim sen de alim'sin, o murid sen de murid'sin. O kadir sen de kadir'sin. O semi' sen de semi'sin. O basir sen de basir'sin. O mütekellim sen de mütekeilim'sin. O zat sen de zatsın. O cami' (toplayıcı) sen de cami'sin. O vardır sen de varsın. O rab'dır sen de rab'sın. Çünkü hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinizden sorumlusunuz. O kadim'dir sen de ka-dim'sin. Çünkü onun ilminde mevcutsun. İİmi de var olduğundan beri onunla beraberdir. Bu görünümde O'nun bütün şeyleri sana geçmiş, senin bütün şeylerin O'na geçmiştir. [427] "Görmüyor musun, Muhammed, eş-Şibli suretinde görününce, Şibli yanındaki öğrencisine "Şahitlik ederim ki ben Allah'ın rasulüyüm" dedi. Öğrenci keşf sahibi olduğu için Muhammed'i tanıdı ve Şibli'ye "Senin Allah'ın rasuiü olduğuna şahitlik ederim" dedi. Bu inkar edilmez bir şeydir"[428]
"Rasuluflahın bütün suretlerde görünme özelliği vardır. Onun için bütün suretlerde görünür. Her zamanda şanlarını yüceltmek ve meyillerini düzeltmek için onların (suretinde göründüğü kişilerin) en mükemmel olanının suretinde görünmeğe devam etmesi adetidir. Zahirde onlar onun halifeleridir, batında ise kendisi onların hakikatidir. [429]
"Allah Muhammed'in nefsini zatından yarattı. Allah'ın zatı iki zıddı taşımaktadır. Daha Önce açıklandtğı gibi, yüce melekleri Muhammed'in cemal, nur ve hidayet sıfatlarından yarattı. İblis ve tabilerini de Muhammed'in celal, karanlık ve dalalet sıfatlarından yarattı. İblisin adı Azazil idi. Yaratıklar yaratılmadan önce Allah'a şu kadar bin sene ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil! Benden başkasına ibadet etme' demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emredince, iblis ne yapacağını şaşırdı. Adem'e secde edecek olursa Allah'tan başkasına ibadet etmiş olacağını sandı. [430]
Böyle bir savunma aklınıza gelebilir miydi? İblis'in aklına gelmeyen bir savunmayı el-Cîlî onun adına ve ondan daha iblisçe yapmaktadır. İblis " Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın[431] derken, el-Cîlî, İblisi suçsuz ve günahsız çıkarmak için ondan daha çok çaba sarfetmekte, "Allah'dan başka bir şeye ibadet etme" emrine aykırı düşmemek için Adem'e secde etmediğini söyleyerek îblis'i savunmağa çalışmaktadır. Allah için düşünün, bu kitaplar cahiliyye müşriklerinin inancından başka hangi inancı müslümanlara telkin etmektedir!
"Cehennem ehli cehennemden öyle bir lezzet alırlar ki, savaşmak için yaratılmış olan kişilerin savaş ve çarpışmaktdan duydukları lezzete benzer. İnsanlardan öylelerini gördük ki acı çektiklerini bildikleri halde savaş ve çarpışmadan lezzet duymaktadırlar. Ancak nefiste saklı bulunan rububiyet onları buna sevketmektedir. Cehennem ehli, uyuz olmuş kişinin kaşınırken duyduğu zevk gibi cehennemden zevk alırlar. Uyuz kişi vücudunu kaşırken kendini tırmalamasına rağmen nasıl bundan zevk duyuyorsa, cehennem ehli de öyle bir zevk duymaktadır. [432]
"Allah, Muhammed'i kemalinden yaratıp celal ve cemaline mazhar yapınca, Mu-hammed'deki bütün hakikatleri kendi isim ve sıfatlarından yarattı. Sonra Muhammed'İn nefsini kendi nefsinden yarattı. Bir şeyin nefsi de kendisinden başka bir şey değildir.[433]
"Allah bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini izhar etti. [434] Bu dinlerin hepsinde zatı ile tecelli etti. Bütün zümreler ona İbadet ettiler. Kafirler onun zatına ibadet ettiler. Çünkü Yüce Allah bütün alemin varlığının hakikati (kendisi)dir. Kafirler de o varlığın cümlesinden olup Allah oniann hakikati olduğu için (başka) rablerinin olmasını inkar ettiler. Çünkü Allah onların hakikatidir. (Kendi zatları Allah'ın kendisi olduğu için ayrıca bir rabbın olmasını kabul etmediler) Allah mutfak rab olup kendisinin rabbi yoktur. Zatları iktiza ettiği için ona ibadet ettiler ki, Allah zatlarının aynısıdır. Onlardan putlara tapanlar da, hulul ve karışma olmaksızın, kemaliyle varlığın her ferdinin zerrelerinde bulunan Allah'a tapmış oldular. Allah putperestlerin taptığı o putların hakikati olmuştur. Putlara ibadet edenler ancak Allah'a ibadet etmişlerdir.
Bu ibadet için Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir. (Onların bunu bilerek ve niyet ederek yapıp yapmamaları önemli değüdir)! Uzun müddet bu gizli kalsa bile, gerçekleşmekte olduğu gibi, mutlaka açığa çıkacaktır. Nefislerinde Hakk'a uymalarının sırrı budur. Çünkü kalpleri hayrın bu işte olduğunu kendilerine söylemiştir. Böylece inançları bu işin hakikati üzerine kurulmuştur. Zaten Allah, kulunun kendisini zannetiği gibidir. Nitekim Rasulullah "Müftüler sana fetva verseler bile, sen kalbine danış" demiştir. [435]
"Bil ki Hakk'ın nüshası insan-ı kamildir. Nitekim Rasulullah "Allah, Adem'i sureti üzere (kendisi gibi) yarattı" ve başka bir hadiste "Allah, Adem'i Rahman'ın sureti üzere yarattı" demiştir. [436]Allah hay, alim, kadir, murid, semi', basir, mütekellimdir. İnsan da hay, alim, kadir, semi', basir, mütekeilimdir. Allah'ın hüviyetini hüviyetiyle, inniyyetini inniyetiyle, zatı zatıyla, küllü (tümü) küllü ile, şumuiu şumulu ile ve hususu hususu ile karşılamaktadır. Başka bir karşılaması da vardır. Hakka zati hakikat-larıyla tekabül etmektedir.[437]
"Bil ki Zatın isimlerine ve ilahi sıfatlara, zati iktiza hükmüyle, insan-i kamil istihkak ve mülkiyet hakkryla sahip olmaya layıktır. O ibarelerle hakikati ifade edilen ve 0 işaretlerle latifesine işaret edilen odur. Alemde o hakikatin insan-ı kamil'den başka bir dayanağı yoktur. İnsan-ı kamil ve Hak, kişinin suretini kendisinde gördüğü ayna gibidir. Ayna olmasa kendi suretini görmesi mümkün değildir. Allah ismi aynadır, insan-ı kamil de Allah'ın aynasıdır. (Yani insan Allah'ın aynası, Allah da insanın aynasıdır). Şüphesiz Allah, isim ve sıfatlarının sadece insan-ı kamil'de görünmesini kendine vacip kılmıştır. [438]
Allah için söyleyin, bu sözlerde açık ve pervasızca bir küfürden başka ne gibi sırlar veya semboller vardır? Bu sözlerde, zavallıları uyutan cüretkarlık ve Allah'ın dinine karşı sırıtan bir edepsizlikten başka ne vardır? Acaba bu sözlerde el-Cîlî, kamil insanı mı, kafir insanı mı tarif etmektedir?!
Ey tasavvuf kitaplarının sırlar ve semboller kitapları olduğunu iddia edenler! Şüphe yok ki hak açıktır. Allah rızası için görmeye çalışmak ve batılın yüzüne hakkı haykırmak lazımdır. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetindir.
Allah'ın dinini bu tür sapık anlayış ve inanışlardan uzak tutmağa çalışmayanlar, önceki dinlerin tahrif edildiği gibi, İslam anlayışının da bile bile tahrif edilmesine seyirci kalmış olurlar. Efendi ve büyüklerinin hatırı için yapılan bu yanlışlıkları görmezden gelirlerse, yarın büyükleri de onları kurtaramayacaktır.
O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla zaklaşırlar. O anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.[439]
"Yüzleri ateşte kızartıldığı gün 'Keşke Allah'a itaat etseydik' derler. Rab-f Büyüklerimize ve efendilerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yol-qaptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete derler. [440]



[272] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 127.

[273] Abdurrahman Abdülhalik, ,a. g. e. , 416, 417. el-Ahk.lfi, ed-Din [Îeyne's-S.ıil «ı-Mucib, 89'dan naklen;

[274] Abdurrahman Abdülhalik, ,a. g. e. , 416, 417. el-Ahk.lfi, ed-Din [Îeyne's-S.ıil «ı-Mucib, 89'dan naklen;

[275] Biriakım müslümanlarm cifr (cet» hesabı dedikleri ve ona göre bazı hesaplar yaptıkları hu cifr'in Şia'nın anlayışı okluğu anlaşılmaktadır. Cifr hesabı hakkında ileniş bilgi için bkz. Doç. Dr. M, Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, 1/307, Cifr hesabı maddesi, İstanbul 1988.

[276] Bilgi yoliarı, keşf, ilham ve işrak için kitabın ilgili bölümüne bakınız.

[277] Satih Kul (llıztr)'ı veli ve Hz. Musa'yı peygamber sayan tasavvufçul.ırın Hızır'ın bilgilerim I İz.
Musa'nın sahip olduğu bilgilerden daha üstün kabul etmesi bunun açık ifadesi ve meşhur örneğidir

[278] Dr. Abclurrahmaıi Bedevi, ŞatahatuVSufiyye, 31, Kuveyt 1978.

[279] Dr. Abdıırrahman Bedevi, a. g. e. 30

[280] Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvııfu'l-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 77, Mısır, 1054. Raşk.ı bir ıf.ıdesi şöyledir:"Aiim, bir kitaptan okuyup unuttuğu zaman cali il olan defti I, okuma ve ezberleme ulmad.ın istediği zaman direkt rabbinden alandır". Bkz. Gazali, İhya, 3/23, el-llalebi, Kahire, 1f).}y,

[281] Günümüzde birtakım tarikat çevrelerinin yaptıkları ve kitaplarında yazdı olan rabıta bundan b.ışka birşey değildir.

[282] Bakınız Abdulvahhab eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kubra, 1/25, Ter. Abdulkadir Akçiçek, Cümle Y.ıyınlan, İstanbul 1985. Beş duyu ile bilgi kazanmayı kabul etmesinin yanında, İbn Arabi'nin sözünü eltıgı yolu Cazali'nin nasıl savunduğunu daha önce görmüştük. Bkz. İhya, 3/19-24,

[283] Tasavyufçulann levh-i mahfuzu okudukları ve bilgilerini ondan direki altlıkları iddiaları meşhurdur
Mesela bakınız, Gazali, İhya, 3/İ9-24, el-Halebi, Kahire, 1939,

[284] Nicholson, fi't-Tasavvufi'l-İslami, 7b, Tasavvııfçıılann batini tevillerinden ilgili kısımda bol örnekler
verilecektir.

[285] Bu sıralama İsmailiyye-Nusayriyye inanandaki sıralamaya benzemekledir. Hk/. ilin leymiyye, Me<-mııu'l-Fetava, 11/439, D «im Alemi'l-Kütüb, Riyad,

[286] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 127-130.

[287] Bk. Ali Ömer Furayc, n. g. e. , 112-148, Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi'Şiası, 15(1-1 W); Ali Şeri.Hi hu ."">-kıyışı eleştirmekte ve karşı çıkmaktadır,

[288] Ayelutlah el-Hıımeynî; .islam'da Devlet, 91, 92, Objektif Yayınları, İstanbul I'.
AyetuÜah Humeyni'den önce Kazımeyn-i Bıırucerdi'nin yazdığı "Cevabim'I-Vel aya" kitabında d.ı Ihı '" fadelerin yeraîdığı görülmektedir. "İrşad-ı Deylemi" kitabı bunları nakletmekledir. Şu sözlere bakaim1-"Hz. Kıza semaya buyurdu: Kıyamet günü ahir zaman peygamberininj ve masum imamlar olan oııtı Çocuklarının şefaatine muhtaç olmayacak melek-i mukarreb ya da peygamber-i mürsel veya mü'111" kalmayacak. Dünyada nebilerin çoğu, güçlük ve sıkıntıda peygamber^ ve onun ehli beytine leve^" arayıp onları şefaatçi olarak benimsiyorlar, sıkıntılardan kurtuluyorlar, hacetlerine nail oluyorlardı. " I!*A Ali Şeriati, a. g. e, 150, Aynı kilapta yine şöyle denilmekledir. "15u delil .imamların enbiya-i ululaznı''''"1 daha üstün olduğunu açıkça gösterir. " a. g. e. , 148. el-Kuleym, "el-Kafi fi'l-Usul" kitabında imamların dünya ve ahiretin sahibi olduklarını belirten bir bölüm açmış ve şöyle demiştir: "Ebu Abdillah-Cıfer es-Sadık şöyle demiştir: Şüphesiz dünya ve ahireı ı-marntndır. Dilediği yere bırakır ve istediği kişiye verir. "El-Kafi iTl-Usul, 1/409, İran baskısı.
Şia'nın aşırı kollan imamların bütün peygamberlerden üstün ve daha çok bidayet üzere okluklarını, insanlar içinde gelmiş geçmiş herkesten daha bilgili olduklarını söylerler. "Ayetler ve uyarılar iman etmeyen bir millete fayda vermez" (Yunus, 101) ayetinde Allah, önce ayetler, sonra uyarıları zikretmiştir ki, ayetler 'marnlar, uyarılar da peygamberlerdir, onun için imamlar peygamberlerden üstündür, derler. el-Kuleynî, et-Kafj fi'l-Usul, 1/207, Şia'nın bu konudaki inancı ve kaynakları için bkz. Ali Ömer Fıırayc, eş-Şialu fi't-Tasnvvuri'l-İslami, 112-149, Daru Ammar, Amman, 1085

[289] Tasavutçuların bu anlayışlarına örnek olarak Ahmed Üede'nin Celaleddin er-Rumi hakkında eylediklerinden bazılarını nakletmek istiyorum
İHigün cennete gitmek onun rızasına ve cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdıı. " Ahmed Tuhfettı'l-Belhiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, Ti, İslanintl Üniversitesi kütüphanesie Söyle der: "Üzerine lürlıe yapılmasını ve kubbesinin yükseltilmesini tavsiye ederek şöyle yarı:fem' uzaktan görüp bana fatiha okuyana kıyamet, günü şefaat ederim ve onu cennete ko Yine şöyle der: "Yedi yaşında sabah namazı kılıyor ve kevser suresini okuyup ına lecelli etti ve aklım başımdan gitti. Aklım başıma geldiğinde gaybten bir ses ^^ni müşahede makamında kıldım, büyümden sonra senden mücahede islemiyorum" oldu c'er: "Şüphesiz Tur dağı Allah'ıri bir akışıyla yerinden oynayıp paramparça güneşiyle on yedi defa bana tecelli edince zayıf vücudum nasıl sarsılmasın!"

[290] Tasavvun uların bu hiyerarşi ite ilgili delil olarak gösterdikleri hadislerin tümü uydurmadır. Teymiyye, Meımıu'l-Fetava, 11/433-439, D.Vu Âlemi'l-Kütiib, Riyad, 1991, Bunl.ırdnn yardım fayda vrva zarar klemek de şirktir, a. g. e. 11/438
Kitabın il. 'li böluı. 'ncle tasavvuf hiyerarşisi]veya battniyye devleti kurmayları olnn Ihı sınıflar hakknıd.ı geniş

[291] Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybi, es-Sılatu beyne'l-Tasavvuf ve't-Teşeyyu', 2/İfl, Matbaatu'zYehra', lîağ-
dad, 1964, Abdurrahman Ab'dulhalik, a. g. e. , 420, Tasavvuf ile şüjjğjn benzerliğini İbn Arabi'nin şu sözleri de açıkça göstermektedir: "Ali Allah'ın verdiği
ve İskaların bilmediği ilim sahiplerindendir " El-Fııiuh.mı'l-Mekkiyye, l/2(S0, Mısır, 1293, ibn Artbe
Yle demektedir: "Tasavvuf ilmini Rasulullah kurmuştur. All.ıh onu v.ıhiy ve ilhamla kendisine öfirel-'Sür. Cebrail önce şeriatı getirdi, şeriat yerleşince, arkasından hakikati getirdi. Onu da sadece bazılarına. Tasavvuftan ilk defa söz eden ve ortaya çıkan Ha Ali'dir. Hasan el-Hasri ondan almıştır. " ik.ızu'l-lrnem, 5, eUHalebi, Kahire, 1982, el-Mektebetu's-Sekafiyye, Beyrut. Ofset basım, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 130-133.

[292] Gazali'nin "La ilahe il!allah"ın avamın imanı, "la huve illa huve"nin havassın imanı olduğunu ediği bilinmektedir. Rkz. ı" deyişleri de meşhurdur.

[293] Coidziher, el-Akide ve'ş-Şeria fi'l-İslam, 216, Çev. Muhammed Yusuf Musa, Daru'l-Kilabi'l-Mısrî, Kahire, 1946.
Azizuddin Nesefi, şeriat, tarikat ve hakikat ayırımını lasavvuf anlayışının temeli yaparak şeriat peygamberlerin sözü, tarikat peygamberlerin yaptıkları, hakikat ise peygamberlerin gördüğüdür, deyip dini parsellemekte ve tarikatla Özdeşleştirmektedir. Halbuki şeriat, peygamberlerin din olarak insanlara tebliji ettikleri bütün şeylerdir. Bunun içinde yaptıkları ve görüp bildirdikleri de bulunmaktadır. Sırf tasavvufa ve tarikata dayanak bulmak amacıyla yapılan bu ayırımın İslam'la hiçbir ilgisi yoktur. Bkz. A^i/uddin Neşeti, Tasavvufta insan Meselesi, 13, Ter. Mehmet Kanar, Dergah yayınları, İstanbul, 1990

[294] Zahir ve batın, nasların batini yolla tevili konusunda Şia ile tasavvufun aynı metod ve aynı zihniyetle hareket ettiği, ikisinin mukayesesi ve buna dair örnekler için bakınız, eş-Şeybi, a. g. e. 2/103

[295] Ali Ömer Furayc, a.g.e. , 13-52, lîatımyye-ismailiyye'de aklı evvel, ilahi akıl, hulul ve ittihad konusunda bilgi için bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, a. g. e, 423-426.

[296] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 133-136.

[297] Buhari, Sal.it, 48, Cenaiz, 62, 96, Enbiya, 50, Mecazi 83; Müslim, Mesacid 10, 23 ve diğerleri

[298] Musiim, Cenai/. 93. Bu konuda geniş bilgi için kitabın "Kabirlerle Tevessül Etmeleri" bölümüne bakınız.

[299] Abdıırrahman Abdulhalik, a. jj. e. , 427. Şia'nın kabirleri yükseltme, takdis ve ziyaret etme, onl.mKın yardım isteme, imam kabirlerinin bulunduğu yerleri Mekke, Medine gibi kutsal saymaları ve ziyarel esnasında işledikleri bid'atlar hakkında bkz. Muhammed el-Bendarî, et-Teşeyyıı Beyne Mefhumi'İ-Eimme ve'l-Mefhumi'l-Farisi, Daru Ammar, Ürdün, 1988, 255-265.

[300] EI-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/İ13, Mektebetu'l-Maarif, Beyrut, 1966. Ayrıca bkz. ez-Zehebi, el-İber li Haberi men Gaber, 3/361, tah. Ebu Hacer ibn Besyuni Zağlui, Daru'1-Kütübi'i-ilmiyye, Beyrut 19ir>-Özellikle Mısır'da şii Fatımiler bu bid'atı çıkarıp yaymışlardır. Ondan sonra Uısavvufçular buna sünııi bir karakter ve ibadet niteliği vermişlerdir. 145/1. es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 85, tah. Nureddin Şerîbe, Kahire i 969, el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-Kuşeyriyye, 1/60

[301] es-Sıılemi, Tabakatu's-Sufiyye, 1/85, Tah. Nureddin Şeribe, Kahire 1969, el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-
Kuşeyriyye, 1/60,

[302] Tasavvufçuların kabirlerle tevessülü konusunu ileride geniş bir şekilde işleyeceğiz. Yatır ve kabirleri kutsallaştırma bid'atını maalesef İslam aleminin hemen her ülkesinde ve bölgesinde görmekteyim. Tasavvufçular burayı birer ziyaretgah, hatta tapınak haline getirmiş, bu bid'atı onlardan alan mevcuı s-tütükolar da buraları birer j;elir kaynağı yapmıştır. 13u yerlerin kimilerini mü zeleşt irerek başına görevliler tayin etmiş ve hem gelir kaynağı olarak hem de turistik bir reklam aracı olarak kullanmıştır. Statüko, Allah'ın dinine karşı olduğu hakle buraların muhafazası için birçok çabalar göstermiştir. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 136-137.

[303] Kamİl Mustafa eş-Şeybi, es-Sılatıı Beyne't-Tasavvuf ve'l-Teşeyyu', 1/52,

[304] el-Kelâbâzı, et-Taarruf li Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, 99, Beyrut, 1980, eş-Şevbi, a. t;, e. 1/62,

[305] eş-Şeybi, a. g. e. 2/62-63,

[306] İbn Arabi, ei-Futuhatu'l-Mekkiyye, 3/183.

[307] Dr. Abdulkadir Mahmut!, el-Felsefetıı's-Sul'iyye fi'l-İslam, 380. 1 l.ıllac.'ın felsefesinde Şia'da olduğu
gibi, velayet nübüvvetten üstündür. Dr. Atadulkadir Mahmut!, a. g. e. , 381. Nitekim el-l lakim et-Tirmizi
aynı düşünceyi savunmuş ve kitabım yazmıştır. Yerinde ete alınmıştır.

[308] Şia'da Nuru Mııhammedî veya Hakikat-ı Muhamediyye hakkında bakınız, Ali Şeriatı, Ali Şiası .S.ıfevi Şiası, 151-154, Masumiyet anlayışları için bakınız, Muhammed el-Bendari, el-Teşeyyu lie.yne Mel'hıımi'l-Eimme ve'l-Mefhumi'l-Farisi, 167-177, Daru Ammar, Ürdün, 1988.

[309] İbn Arabi, el-Fuluh,mı'l-Mekkiyye, 1/260, Celaleddin er-Rumi de I lallnc'm masum olduğunu söylemektedir. Bakınız, Ahmed Eflaki, Menakiluı'i-Arifîn, 302, İstanbul 1973; Ahmed dede, el-Tuhfelu'l-Be-hiyye, 52, İst. Üniversitesi Kitaplığı Arapça yazma, No. 3905; Dr. Hasan Küçük, Tarikatlar, 220, Türdav, istanbul, 1980; Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvııf fi'l-Mizan, 101.

[310] Şia ve tasavvufta masumiyet anlayışının benzerliği için bakınız, eş-Şeyhi, a.g.e. 2/62-69

[311] 151. Şia kültüründe keramet için bkz. Ali Şeriatı, a.g. e., 141-148

[312] Nahl, 106

[313] eş-Şeybii, d- &- e. 2/86, eş-Şeyh el-Mııfid, Ttishihul-hikad, 229'dan naklen,

[314] eş-Şeybi, a. g. e. 2/87, Usulu'l-K.ıfi, 20f/dan naklen.

[315] eş-Şarani, et-Tabakatııl-Kubra, 1/10, Çevirisi, 1/49, Cümle Yayıncılık, İstanbul, 1985

[316] eş-Şarani, a. g. e. 1/10, Çevirisi, 1/49

[317] eş-Şarani, a. g. e. 1/10, Çevirisi, 1/49

[318] Luis Massignon, Erbau Nustısin Tetaallaku bi'l-Hallac, 19. 'dan naklen M. Fahr Ş.ıkıe, a. g. e,
eş-Şeybi, a.g. e. 2/89

[319] eş-Şeybi, a. g. e. 2/90, Şia ve tasavvufta takiyye hakkında geniş bilgi i^in bkz, eş-Şeybi, a g. e. 91

[320] İbn Haldun, Mukadime, 232.

[321] İbn Haldun, a. g. e. ,232.

[322] Sulireverdi, Avarifu'l-Maarİf, İhya mülhakı, 3/48, el-Mektebetu't-Ticnriyye, ei-Kubr,!, Mısır, irs.

[323] Şazeliyye, Ticaniyye, Mirğaniyye, Semmaniyye, İsmailiyye, Senıısİyye, Bektasryye, Kalemieriyye, riyye, gibi tarikatların başını çeken kişilerin ya alevi yahut mehdi anlayışına dayandıkları anl.ışıl-. Geniş bilgi için bkz. eş-Şeybi, a. g. e. 2/133-144,

[324] Geniş bilgi için bkz. eşŞeybi, a. g. e. 2/1334,

[325] e'-Esrarij'|-ilahjyye, 48'den naklen Muhammed Fahr Şakfe,190

[326] Dr. Ahmed Emin, Dufıa'l-lslam, .3/245, lîatıni İsmaiiiyye mezhebinin gi/li kurm,ıyl<ırı ol,in bu tasavvuf hiyerarşisi hakkında geniş bil;;i için ,ıync\ı bakınız, eş-Şeyhi, a. g. t\ 2/1 Ti-ld'ı; Bektaşi ve Kiı'.ıi tarikatının Şiilikle baskınlısı hakkında bkz. Abdurrahman Abdulhalik, ,ı. &. e. . i7(MfiH, 4;>;>-44(ı', Şia'da mehdilik inancı için de bakınız, Muhammed d-Bendari, ,ı. ı^. e. , 2 I 2-221. Kıilupkık anlayışı kiMpla ayrı-. ca ele alınacaktır.

[327] Ahmed İbn Haramim, Cevahiru'l-Ma.mi, 1/184-1 8ü'den naklen; Abdurrahman Abdıılhalık, a. 14. e. , 352. lîıı sözler ,ıynı zamanda ilin Arabi'nin de sözleridir, ük/. Dr. Abdulk.ıdır Malınıud, el-FeKfi'duV Sofîyye fi'l-İslam, 518-Ü19. Abdulkerim el-Cili'nin de bu şekilde düşündüğünü onun Tanrı vtj din anlayışı bölümünde göreceksiniz. Ahmed İbn Marazını, Ticani şeyhinin vird, zikir ve biyografisini ya/..tn bir mürididir.

[328] Ahmed ibn Marazim, a. g. e. , 2/92. Yine bkz. Abdurrahman Abdıılhalık, a. 14. e. , .152.

[329] Bu silsilenin doğru olmadığını Süleyman Ateş'in belirttiğini daha önce kaydetmiştik, [Silindiği gibi İ-niılr|l Mumeynî, Rusya Devlet Başkanı Michael Gorbaçnv'u İslama davet ederken örnek miislüman ş.ıh-sıveller olarak Muhyiddtn İbn Arabi ve İbn Sin.Vyı göstermiş ve onların islamın.ı davet etmiştir. Hu konıı-tl;ı y.izılan mektubun içeriği bizleri üzmüştür. Bk2. Ayetııilah llumeyni'nın Ciorb.ıc'ov'a Mektubu, (ev. l>r"f. Hüseyin Hatemi, Şehadet Dergisi, İst, Ocak-1989.

[330] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 137-143.

[331] Bakara. 116

[332] Mbn Arabi, TeKiru'1-Kur'ani'l-Ke.rim, 1/180, Reyrul, İDdfi, lîıı tefsirin ibn Arabi'nin deG.il. valıdcli vır-CU'(,U Kaşani'ye «a.it olduğu da söylenir. Mantisinin olursa olsun, ikisinin de akidesi ve inanç 1 aynıdır.

[333] Enbiya, 52-53,

[334] İbn Arabi, a. g. e. 2/678,

[335] Bakara, 199

[336] Süleyman Aieş, İşari tefsir Okulu, 95

[337] Enam, 76-79

[338] Süleyman Aleş, İşari tefsir Okulu, 95

[339] Süleyman Aleş, İşari tefsir Okulu, 94

[340] Tahü,12

[341] Süleyman Ateş, işari tefsir Okulu, 98

[342] Bakara, 125

[343] Süleyman Ateş, Şulemi vetasavvufi tefsiri, 119, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1969

[344] Bakara, 158

[345] Süleyman Ateş, Şulemi ve Tasavvuf i tefsiri 119

[346] Bakara, 199

[347] Aİİ imran, 152

[348] Süleyman Ateş, Sillemi ve tasavvuf! tefsiri, 120

[349] Nisa, 36

[350] Süleyman Ateş, Sillemi ve tasavvuf! tefsiri, 120

[351] Neml, 88

[352] Süleyman Ateş, Şulemi ve tasavvuf i taefsiri, 124, Cafer'den maksat Şia'nın seçkin imamlarından
Cafer-İ Sadık olsa gerektir. Bu da Stıfilerle Şia arasındaki kültür ve metod birliğini göstermektedir.

[353] Hucurat, 9

[354] Süleyman Ateş, Şulemi ve tasavvufi Tefsiri, 125

[355] Ali İmran, 96

[356] Dr. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve'1-Mufessirun, 2/364, Sehl el-Tusteri, Tefsiru'l-Kur'ani'UAzim, 41, 45'den naklen,

[357] Nisa, 36

[358] Dr. ez-Zehebi, et-tefsir ve'l-Mufessirun, 2/364, Aynı yerden naklen,

[359] Rum, 41

[360] Dr, ez-Zehebi, a. g. e. 2/365, Aynı yerden naklen, Kalb, değişmek anlamındadır.

[361] Araf,]48

[362] Dr. ez-Zehebi, a. g- e. 2/382, Aynı yerden naklen,

[363] Şuara, 75-83

[364] Dr. ez-Zeheli, a.g. e.. 2/282, Aynı yerden naklen,

[365] Saffat, 107

[366] Dr. ez-Zehebi, a. g. e. 2/283, Aynı yerden naklen,

[367] Rakara, 35, Araf, 19

[368] Süleyman Ateş, işarı tefsir Okulu, 68

[369] Bakara, 257

[370] Süleyman Ateş, İşarı tefsir Okulu, 69

[371] Zumer, 17

[372] Süleyman Aleş, işarı tefsir Okulu, 71

[373] Araf, 148

[374] Süleyman Ateş, işari tefsir Okulu, f/J-70

[375] Mııminun, 17

[376] Süleyman Ateş, işari tefsir Okulu, 71

[377] Kayamet, 9

[378] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 72

[379] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 73

[380] Mulk, 5

[381] Abdıılkerim el-Kuşeyri, Letaifu'1-iş.arat, 3/611, el-Hey'etu'I-Mrsnyye el-Amme li'l-Kitab, Mısır,1983

[382] Bakara, 3

[383] Süleyman Ateş, fşari tefsir Okulu, 100

[384] Süleyman Ateş, İşart tefsir Okulu, 101

[385] Bakara, 28

[386] Süleyman Ateş, İşarı tefsir Okulu, 102

[387] Bakara, 106

[388] Sü!eyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 103

[389] Bakara, 115

[390] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 103

[391] Bakara, 193

[392] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 104

[393] Ra'd, 17

[394] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 104

[395] Yunus, 89

[396] Süleyman Ateş., işari tefsir Okulu, 88

[397] Faür, 15

[398] Süieyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 88

[399] Ali İmran, 55

[400] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 90

[401] Süleym.ın Ateş, İşari tefsir Okulu, 114

[402] Fatihj, 6

[403] Nur, 35

[404] Süleyman Ateş, İşari tekir Okulu, 116 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 143-153.

[405] İbn Arabi'nin bu sözlerini Dr. Ebu'l-A'la Afil'î de anlamış ve ifade etmiştir. 33, 42, Sunuş kısmı, Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Kahire, 1980.

[406] ibn Arabi, a. g. e. , 1/47, 48, 56.

[407] İbn Arabi, a. g. e., 1/47

[408] İbn Arabi, a. g. e. 1/166

[409] el-Cili, el-İnsanu'l-Kamil, 1/4, el-Matbaatu'l-Ezheriyye el-Mısnyye, 1316 b., e!, Çiti, Cehennemde Asanların yer değiştirdiklerini ve dünyada hiçbir salih ameli bulunmadığını bildiğimiz nice kişilerin cennetin en üst tabakalarında bulunabileceklerini söylemekte, mesela Eflatıın'urı gayb alemini nur ve özellikle doldurduğunu keşf yolu gördüğünü söyyleyerek şöyle demektedir: "Cehennemin tabakalarında bulunan ve müminlerin hayatlarında hiçbir zaman elde edemeyecekleri ilahi hakikatlere ilahi kudretin onları nasıl aktardığını anlatırsak söz uzar. Zahir ehlinin kafir saydığı Eflatun'la bir .ıraya geldim. G.ıyh alemini nur ve güzellikle doldurduğunu gördüm. Evliyadan ancak bazı kişiler için gördüğüm bir akamda onu gördüm. Sen kimsin? dedim. Ben zamanın biricik kutbuyum, dedi. Açıklanması gerekmeyen buna benzer daha nice acaip ve garaipler gördük",-a. g. e. 2/32

[410] Şuara, 192, 195

[411] Fussilet, 41, 42

[412] vakıa, 77-80

[413] Mevlevi, Mevlana Mesnevi, 9, 13-16. mısralar, Konya 1980

[414] O Mevlevi, a.g. e. 10

[415] Tahiru'l-Mevlevi, Şerhi Mesnevi, 1/35-36

[416] Tahiru'l-Mevlevi, a. g. e. 1/36

[417] Tahiru'l-Mevlevi, a. g. e. 1/37

[418] Tahiru4l-Mev!evi, a. g. e. 1/39

[419] ibn Arabi, Fususu'l-Hikem, 2-3, Şevki Matbaası, İstanbul 1287, ibn Arabi, bu söylediklerini
Pekiştirmek için kitapla söylediklerinin kendi bilgileri eletil, R.ısulull.ıhın belirledi;;i şeyinden ib.ırellduyıınu söylemeyi de ihmal etmemekledir. dk/.. a. g. e. 8

[420] İbn Arabi, fusıısıt'l-Hikem, 1/48,Afifi neşri.

[421] Süieyman Ateş, İş.ıri Tefsir Okulu, 75, Cıı neydi Bağdadi, Mektuplar, Süieym.miye, Şehid Ali Paşa kıs-no, 374'den naklen,

[422] Süleyman Ateş, işari Tefsir Okulu, 75

[423] Mehmed Nuri Şemseddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 1-3, Salah Bilici Kitabevi, İsi. 197'), Mahmud (Ustaoğlu) Efendi de tefsirini Rasııkıllah'la görüştükten sonra yazdığını belirtmektedir, Rakınız, Tefsir, Önsöz, 1/9,

[424] Mesnevi kitabı için Celalecfdin Rumi'nin ve onu şerhedenlerin sözlerinden bir farkı var mı?!

[425] Şems, 7-8

[426] Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, 180, Ank. Ü. i. f. Yayınları, 1974, Bu ilham acaba sadece İbn Arabi ve benzeri din tahripçilerine mi gelmekledir? Neden bu kadar aiim ve buniar arasından tefsireiye gelmiyor da, Hıristiyanlığı bozan Pavlos gibi kitaplarını Kur'an'a benzeterek İslam'ı bozmaya Çalışan İbn Arabi ve Celaleddin Rumi gibilere gelmektedir?

[427] Abdulkerimel-Cili, el-İnsanu'i-Kamil, 1/9, el-Matbaatu'i-Ezheriyye el-Mısrıyye, 1316

[428] Abdulkerim el-Cili el-İnsanu'l-Kamil, 2/46,

[429] Abritılkerİm el-Cili. a.g. e. 2/47

[430] Abdulkerim el-Cİli. a. g. e. 1/38

[431] Araf, 12, Sad, 76

[432] Abdulkerim el-Cili, a. g. e. 2/33

[433] Abdulkerim el-Cili, a. g. e. 2/37

[434] Bu dinler dediği hak ve batıl bütün dinlerdir. el-Cili'nin Din Anlayışı kısmında detaylı belirtilmiştir. 381-

[435] Abdutkerim el-Cili, a. g. e. 2/76,

[436] Kitalxn başka bir yerinde de belirtildiği gibi "Allah Adem'i sureti üzere yarattı" hadisi Buharı gibi sahih kaynaklarda rivayet edilmektedir. Ancak tasavvufçuların Adem'i Allah'ın bir sureti gibi gösterme çabalarıyla hiçbir İlgisi yoktur. Çünkü olay şudur: Hz. Peygamber kölesini döven ve ona "Allah senin ve senin gibilerin yüzünü çirkin etsin" anlamında süz söyleyen adamı uyararak "Böyle söyleme, çünkü Allah Adem'i onun suretinde (onun gibi) yaratmıştır" demiştir. Suret kelimesinin sonunda müzahiri ıleyh (tamlanan] olan zamir Allah'a değil, köleye gitmektedir. Nitekim ibn ! kızeyme ve İlin Batla! da bu şek-*'de anlamakladır. Bunun dışındaki yorumlar tamamen yanlış veya tutarsızdır. Zaten, Adem'in suret o larak Allah'.ı benzediğini söylemek Kur'anın açık hükmüne aykırıdır. Yüce Allah " Hiçbir şey O'na benzemez" (Şura, 11], " Bilgisizce Allah'a erkek ve k\ı çocukları uydurdular. Onların nitelemelerinden Al-'ah yüce ve münezzehtir. "(En'am, 100), "Deki, O Allah tektir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama her şey ona muhtaçtır. O doğmamış ve doğurmamıştır. Ona denk hiçbir kimse yoktu r"( İhla s, 1-4) buyurmakladır. Hadis ne kadar meşhur olursa olsun, Kur'ana aykırı olamaz.
"Allah, Adem'i Rahman'ın sureti üzerinde yarattı" şeklindeki rivayette ise, Rahman kellesi sonradan eklenmiştir. Yani bu rivayet müdrec olup makbul değildir.
(Bu rivayetler ve yorumlar için bakınız;Celaleddin Divlek, Allah Adem'i Kendi Surelinde Yarattı Hadisinin Tevil ve Yorumu, İlim ve Sanal, 103-105, Nisan 1996, sayı 41, er-Ra/i, Esasu't-Takdis fi ilmi'l-Ke-lam, Suret Rolümü tercümesi).
Bu rivayeti tercüme eden Divlek, muhakeme yapmadan ve ayetlerin söylediğini hesaba katmadın dipnotlarda birtakım kişilerin saçma yorumlarını nakletmeyi marifet sanmış ve aşure çorbası gibi okuyucuların Önüne dökmüştür. '
Tasavvufçular, hadisten Adem'in şekil olarak Allah'a benzediği anlayışını çıkarmağa çalışmakladırlar. Çünkü onİara göre İnsan-ı kamil olan Muhammed, Allah'tan yaratılmıştır. Adem de Muhammedin nurundan yaratılmıştır O halde Adem, Allah'ın suretini taşımaktadır. I lalbuki Alfan onların söylediklerinden münezzehtir.
"Allah, Adem'i kendi surelinde yarattı" hadisini, bazı konular dışında tasavvufu hararetle savunan Süleyman Aleş de, doğru bir şekilde yorumlanıyorsa da, tasavvufçulardan farklı yorumlamakta ve Allah ile insan arasında organik bir benzerliğin bulunmadığını belirtmektedir. Aynı şekilde, eski tasavvufçuların da hadisi böyle anlamadıklarını ifade etmekte ve şöyle demektedir:
"Yine vahdeti vücut sisteminde en çok üzerinde durulan ve insanı Allah'ın aynı görmeğe hüccet tutulan "Allah Adem'i kendi suretinde yarattı" hadisi, ilk mutasavvıfiarca hiç böyle bir anlama çekilmemiş, buradaki suret, usul, metod manasına alınmıştır. Yani Adem'i tasvir ettiği ve güzel yaptığı suret üzerine yarattı, demeklir. Burada suret, heyet ve şekil manasınadır. Kendi usûlü ve üslûbu üzerine yarattı demek olur. ", İşari Tefsir Okulu, 272.

[437] Abdulkerim el-Ctli, a. g. e. 2/48.

[438] Abdulkerim el-Cili, a. g. e. 2/48.

[439] Bakara, 166

[440] Ahzap, 66-68 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 153-163.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

NAZARİ TASAVVUF

I- Tasavvufta Tanrı Anlayışları

Tasavvufçular, Yüce Allah'ı şek ve şüphenin karışmadığı ve hakkın yüceliğine gölge düşürmeyen bir bilgi ile bildiklerini iddia ederler. Başkalarını da basiret körlüğü, akıl yetersizliği, düşünce sakatlığı, duygusuzluk ve zevk bozukluğu, his ve şuur yoksunluğu, kabuk ve zahir ehli, kör maddeye kulaklarına kadar batma ve maddeye körü körüne tapma ile itham ederler. Acaba tasavvufçular nasıl bir tanrıya inanıyorlar? Daha açık bir ifadeyle, inanıp taptıkları tanrı hangisidir?
Söylediğimiz şeylerde herhangi bir şüpheniz varsa, yahut onların büyüleyici bir tebessümü veya bir aşığın teşbih ve dua terennümleri sizi haktan alıkoyuyorsa, tasavvufun tanrı anlayışını öğrenmek için lütfen onların kitaplarından biraz okuyun. Mesela Futuhat-ı Mekkiyye, Fususu'l-Hikem, Ter-cümanu'LEşvak, Ankau Mağrib, Mevkaiu'n-Nücum gibi hepsi de ibn Arabi'nin olan bu kitaplardan biraz pkuyun. Abdulkerim el-Cîlî'nin el-İnsanu'l-Kamil, İbn el-Barıd'ın Taiyye sinden yahut onun Kaşani veya Nablusi şerhlerinden okuyun. Şarani'nin et-Tabakat, el-Ceuahir, el-Kibritu'l-Ahmer, Ab-dulaziz ed-Debbagm el-îbriz, Ticani tarikatının Kitabu'l-Cevahir, er-Rimah kitaplarından okuyun. Yine Hasan Rıdvan'ın Ravdu'l-Kulub el-Mustetab, "atta şu anda İbadette kullandıkları Mecmuu'l-Evrad kitaplarından okuyun.
Tasavvufçular İbn Arabi'yi şeyhi Ekber ve Kibrit-i Ahmer {som altın) r}, ye nitelemekte ve ona toz kondurmamaktadır. Abdulkerim el-Cîlî'yi, el-Ârj fu'r-Rabbani ve'1-Madinus-Samedani (Rabbani Arif ve İlahi Maden) diye ta nımlanıakta, îbn el-Farıd'ı Sultanu'l-Âşıkîn (Aşıkların Sultanı) ve Şa'raniV el-Heykelu's~Semadani ve'1-Kutbu'r-Rabbani (İlahi Ulu ve Rabbani Kutub) diye anmaktadır.
O halde, kitaplarından okuyun, derken tasavvufçulann kendisinden hakkında delillerim ve hidayetin nurunu aldıkları kitapları değil, belki değişip eğilim ve yollarına rağmen kutsallaştırıp yücelttikleri, tevhid nuru için en yüce ufuk ve ilahi feyizler için tükenmez pınar bildikleri kitapları okuyun diyorum. Bu ve benzeri kitaplardan bir miktar okuduktan sonra dönüp Allah'ın Kitabına bakın, düşünün ve batılın karanlıklarına hak nurunun projektörlerini tutun. O zaman Yüce Allah'ın bildirmediği ve Rasulullah'm Öğretmediği nasıl tuhaf bir tanrıya inandıklarını görecek ve onları kınamaktan kendinizi alamayacaksınız. Bu kitaplarda tasavvufçularm tasvir ettiği ilahın, bitkin zihinlerde oluşan gerçek dışı resimler, felsefenin tarif ettiği şaşkınlık kuruntuları ve hayalde mitolojik öcülerden Öte bir varlık olmadığını müşahade edeceksiniz.
Tasavvufçulann inançlarını açıkça ortaya koyan sözlerim kitaplarından nakledeceğiz. Dinde yol ve şeriat kabul ettikleri ve tevil götürmez sarih ifadelerini size aktaracağız. Huzurunda cennet kokusu ve havasını teneffüs edip Allah'ın ruhunu bulduklarını iddia ettikleri, sağır taşlarından ve çürümüş kemiklerinden ruha sekinet bağışlaması, kalbe huzur ve güven vermesi, hayata hayır, bereket ve bolluk yağdırması, Allah'la ittihad etsinler diye mensuplarına rububiyet ve uluhiyetin hakikatini açması için yalvardıklan ulularını ve meşhurlarını ortaya koyan ibarelerini sergileyeceğiz. Çukurlarda vücutlarını yiyen kurtlara yalvaran tasavvuf meşhurlarının kendileri için Allah'ın kaderinde tasarruf etmesini sağlaması ve kazasının üstüne çıkarması, Rabbani kutsallıklarla melekut aleminde dolaştırması için dua ettiklerini gösteren sözlerini aktaracağız.
Tasavvufta tanrı anlayışlarını anlamak için önce Yunan felsefesinden iktibas ettiği ve felsefesine temel yaptığı, dinden hiçbir dayanağı olmayan ve salt hayal ile kuruntudan ibaret olan sudur (iniş) nazariyesinin mertebelerini görmemiz gerekir. Sudur nazariyesine göre Allah ile insanı kamil arasında yedi mertebe vardır. Var olma bakımından iniş mertebeleri şunlardır:
1-La taayyün, ıtlak ve sırf zat mertebesi; Bütün nisbetler ve şuûnlar bu mertebede zat'ta eriyip yok olduklarından, sırf zatın aynıdırlar. Vücud (varlık)un bu mertebede her türlü kayıttan uzak bulunması bakımından bu mertebeye AHADİYYET, zat mertebesi olup bu sebeple bilinemediğinden ötürü de GAYB-I MUTLAK, GAYBU'L-GAYB denir. Allah'ın bu mertebede-kiadıAHAD'dır.
2-İlk taayyün mertebesi; Allah bu mertebede zatını ve sıfatlarını ve bütün varlıklarını birbirinden ayırmaksızm toplu olarak bilir. Bu mertebeye VAHDET, HAKİKAT-I MUHAMMEDİYYE, MERTEBE-İ HÜVİYYET, ÎLM-İ MUTLAK mertebesi denir. Bu mertebede bilen, bilinen ve bilgi birdir. Sırf zat, bu mertebenin içi, bu da onun dışıdır.
3-İkinci taayyün mertebesi; Allah bu mertebede zatını, sıfatlarını ve bütün mevcudatını birbirinden ayırarak tafsil suretiyle bilir. Bu mertebede ilim (bilgi) suretleri birbirlerine ayrılık gösterdiklerinden ve bu suretle ilahi sıfatların suretleri olduğundan, bunlara AYAN-I SABİTE, HAKAİK-İ İLA-HİYYE, VAHİDİYYET, HAKİKAT-I İNSANİYYE denir. Bu suretler müm-kinatın hakikatları ve dayanaklarıdır. İlk taayyün mertebesi bunun içi, bu da onun dışıdır.
4-Ruhlar alemi mertebesi; Bu mertebe, mutlak olan zatın bir derece daha latifliğini kaybetmesinden ibarettir.[441] Bunda her bir ruh, kendisini ve kendi mislini ve kendisinin başlangıcı olan Hak'kı kavramıştır. Bu mertebe vahidiyyet mertebesinin dışı, o da bunun içidir.
5-Misal (ideler) alemi mertebesi; Ruhlar aleminde bulunan herbir ferdin cisimler aleminde görüneceği bir suretin benzeri bu alemde meydana çıkar. Bunları kavrayan muhayyile kuvveti olduğundan, bu aleme HAYAL alemi denir. BERZAH alemi diye de adlandırılmıştır. Bu ideler aleminde parçalanmak ve ayrılmak söz konusu değildir.
6-Şehadet alemi mertebesi; Bu cisimler alemi, parçalanmayı ve ayrılmayı kabul eden kesif ve birleşmiş eşyadan ibarettir.
Yukarıdan beri saydığımız ilk üç mertebe Allahın zatına ait tecellilerin-dendir. Bundan ötürü de gerçek olmayıp ilmidirler ve zaman dışıdırlar. Zira bunlar, Allahın ezeli ve kadim olan sıfatlarıdır. Çünkü Allah ezeli ve kadimdir. Üçüncü mertebeden altıncı mertebeye kadar olanlar da Allahın mukaddes feyzindendir. Yani Allahın isimlerine ve sıfatlarına ait tecellilerin-dendir. Bundan ötürü bu son iniş de fiilidir, zamanidir, gerçektir.
7-İnsan mertebesi.[442]
Bütün bu mertebeler ve bunlarla ilgili değerlendirmeler salt aklın ürünü olup hiçbir vahiy bilgisine dayanmamaktadır. Faraziye ve tahminlerden öte hirşey ifade etmez.
Diğer taraftan, Yüce Allanın hiçbir şeye benzemediği ve herhangi bir şeyin olmasını istediği zaman ona "ol" demekle hemen oluverdiği inancıyla da bağdaşmamaktadır. Nitekim Allah ile alemdeki varlıklar arasında organik bir ilişkinin varlığım belirttiği için İslam açısından küfür sayılır. Çünkü cinlerden Allah'a kızlar nisbet eden müşriklerin, Hz. Üzeyr ve Hz. İsa'nın Allahın oğlu olduğunu söyleyen Yahudi ve hıristiyanların kafir oldukları Kur'anda açıkça belirtilmiştir. Varlıkların Allahın evrimleşmesi ve indirgenerek şekillenmesi sonucu ortaya çıktığı söyleyen bu nazariye de Yüce Allahın yaratıkların niteliklerinden münezzeh olmasını öngören İslam inancına aykırıdır.
Allah'ı tanıma ve ona en mükemmel şekilde kulluk yapma iddiasındaki tasavvufçular İslam inançlarına aykırı olan sudur nazariyesini bu şekilde Yunan felsefesinden almış ve varlık alemini onunla açıklamaya çalışmışlardır. Gazali'den başlayarak, başta İbn Arabi olmak üzere felsefi tasavvufçular düşüncelerini bu felsefeye oturtarak belirtmişlerdir. Bunların meşhurlarını görelim.[443]

A.Gazali'nin Tanrı Anlayışı[444]

İnsanların, tarihte en büyük lakap olarak "Hüccetu'l-İslam" lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki, onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de gözardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetü'l-İslam yerine "Hüccetu't-Tasâvvuf' demek daha uygun düşen Gazali'nin sözlerine bakalım. Tevhid ve mertebelerinden söz ederken şöyle diyor:
'Tevhidin dört mertebesi vardır; Öz, özün Özü, kabuk ve kabuğun kabuğu gibi kısımlara ayrılır. Tıpkı cevizin öz, .özün yağ ve kabuk, kabuğun kabuğu kısımlarına ayrıldığı gibi.
Tevhidin birinci derecesi, kalbi tevhidden habersiz veya münafıklar gibi tevhidi inkar ettiği halde, kişinin diliyle lailahe illallah, demesidir.
İkincisi, umum müslümanlann tasdik ettiği gibi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesidir. Bu da avamın itikadıdır.[445]
Üçüncüsü, Hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile bunu müşahade etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin Bir ve Kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir.
Dördüncüsü, alemde sadece bir varlığı görmesidir. [446] Bu da sıddîkferin müşahadesi-dir. Tasavvufçular buna "tevhidde fena" adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini de görmemektedir. Tevhidle kuşatıldığı İçin kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani olur. Yani kendini ve alemi göremeyecek şekilde fena derecesine ulaşmış olur. [447]
Daha sonra Gazali her mertebede muvahhidlerin makamlarını anlatarak üçüncü ve dördüncü mertebeyi şöyle açıklamaktadır:
"Üçüncüsü de, Hak olduğu gibi kendisine açık olduğunda bir failden başkasını görmeyen muvahhiddir. Hakiki fail olarak bir tek varlığı görür. Hakikat olduğu gibi ona açığa çıkmıştır. Yoksa hakikat lafzının mefhumunu kalbinde tutmağa kendini zorlamış değildir.
Bu, avam insanların ve keiamcıların mertebesidir. Çünkü bu düğümü çözmeğe çalışan bidatçmın hileleri gibi, kelamcının dil dökmesi dışında itikat bakımından avam kişiden farkı yoktur.
Dördüncüsü ise, muvahhiddir. Yani şuhudunda(müşahedesinde) birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından "küllü" (bütünü)" görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte tevidde en yüksek nokta budur. [448]
"Gök, yer, müşahade edilen diğer cisimler gibi varlıkları gördüğü halde nasıl olur da sadece "biri" görür? Çok varlıklar nasıl bir olur? diyeceksiniz. Biiin ki bu mükaşa-fe ilimlerinin son noktasıdır. [449] Bu ilimlerin sırlarının kitaplarda yazılması caiz değildir.
Nitekim arif olanlar "Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür" demişlerdir.[450] Sonra vahdette kesretin müşahadesine dair misal vererek şöyle demektedir "Ruhu, cesedi, organları, kasları, kemikleri ve iç organları itibariyfe insan çok (çol luk) iken, başka açıdan ve başka müşahade ile o tektir. Aynı şekilde halik ve mak luk olarak alemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahadeleri vardır, barlardan birine göre tek (bir)dir, başka İtibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi İkisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahade itibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkar etmeyi bırakıp tam tasdik ile İman etmek gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. [451] Huseyn İbn Mansur el-Hallac[452] buna işaret etmiştir. Havvas'ın[453] Tevrat'ı karıştırdığını (veya, çok seyahat ettiğini} görünce sormuş: Ne yapıyorsun? Tevekkülde durumumu düzeltmek için Tevrat'ı karıştırıyorum (veya, seyahat ediyorum), demiştir. Hallaç ona: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? demiştir. Havvas, sanki üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden İstemiştir. [454]
Gazalinin vahdeti vücut veya vahdeti şuhud inancım nasıl savunduğunu örüyruz îslam a aykırılıkta iki nazariye de birleşmektedir. Vahdet-i vücudun bir başlangıç ve vahdet-i şuhudun bir sonuç olduğunu düşünmek yanstır. Çünkü isimleri ve renkleri farklı da olsa ikisi de tasavvufı bid'attır ve tevhid inancıyla bağdaşmamaktadır.[455]
Gazali'nin bu anlayışını ve tasavvuf akımını canlandırmasını oryantalist Micholson kavramış ve şöyle demiştir: "Şüphesiz Gazali, "hür din" sözünün tam anlamıyla ifade ettiği hür dinde kardeş olan İbn Arabi ve benzeri vahdet-i vücudçu tasavvuf çevrelerinin alanını genişletmiştir. [456] Gazali'yi göğe çıkaran birtakım çevrelerin bu gerçeği kavramasını ve hıristiyan oryantalistin anladığı kadar anlamasını isterdik. [457]
Bir diğer oryantalist de şöyle demektedir: "Gazali'den açıkça etkilendiğine daha Önce işaret ettiğimiz İbn Arabi'nin tefsirindeki tevil metodu, Gazali'nin bakış açısına tamamen uymaktadır. [458]
"Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslam'da ve dini hayatta onu ülfet edilen bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir. [459] "Gazali, tasavv.iİ görüşlerin şanını yücelterek İslam'ın dini hayatında etkin amillerden yapmıştır. [460]
Bu şekilde Gazali denilebilir ki, en çok tasavvufa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun olumsuzluğuna karşı dikkatli ve ona bir dereceye kadar sırt çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle onları tasavvufun hurafelerine inanmaya ve ona sarılmaya sürüklemiştir.
Cari Bockr da şöyle demektedir: "Agnostizm rulıu İslam'ın ilk dönem fırkalarına hakim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bid'at sayılan tasavvufa da sonra hakim olmuştur. Ama tasavvuf, Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehl-i sünnet tarafından kabul edilen bir hüviyet kazanmıştır.[461]

İ.Vahdet-i Vücud Terennümleri

Gazali şöyle diyor:
"Hakikat semasına yüseldikten sonra arifler bir hak (Allah), dışında alemde birşey görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir irfan iken, bazıları için de zevk ve hal olmuştur. Onlar için kesret tümden yok olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında birşey kalmamıştır. Öyle bir sarhoş olmuşlar ki, akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur. Kimi "Enelhak" (Ben Allah'ım), . kimi "Sübhani mâ a'zama şe'nî" (Noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir[462] kimi de "Mâ fi'l-Cubbeti illallah" (Cübbemin içinde Allah'tan başka birşey yoktur) [463] demiştir. Aşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz. [464] Sarhoşlukları azalıp akıllan başlarına geldiğinde bunun hakikatten İttihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın "sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde iki ruhuz[465] sözü gibi birşey!"[466]
Gazali, yukarıdaki sözün Hallac'a ait olduğunu bildiği halde bile bile adını gizliyor ve arkasına sığınıyor, Hallaç, bilindiği gibi, hululiyeci olup ilahi hakikatin ikiliğine inanır. Allah'ın iki yüzlü yahut iki tabiatlı olduğunu, bunların lahut ve nasut, yani ilah ve insan tabiatı yahut yüzü olduğunu söylüyor. Lahut (Allah), nasut (insan)'da hulul etmiştir. Onun için insanın ruhu ilahi hakikatin lahutisi (ilahisi)dir. Onsuz olduğu zaman da nasutisi {insa-nisi)'dir. Gazali ittihadı reddedip İttihada benzeyen bir şeyi kabul etmekle ittihaddan daha kötü olan hulule (Allah-insan bütünleşmesine) inanmış olaktadır. Bunun açık delili de Gazali'nin naklettiği Hallacın beytidir. Halin hulul inancını açıkça ifade etmektedir.
Bu inancın veya anlayışın Hıristiyanlık'tan Hallaç ve benzerlerine geçti İspanyol oryantalist A. Blacios şöyle anlatıyor:
İslam'ın diğer dinlerle, özellikle Hıristiyanlık'la yüzyüze geldikten sonra ruhanilik alanında gittikçe esnekleştiğini görüyoruz. Tasavvufçular çıkıp Muhammed'e ruhanilik konusunda Hıristiyan rahipliğinden alınmış birtakım görüşleri, mücahede ve -fazilete, ibadete çekilmeye dair İslam'a yabancı birçok şeyleri nisbet ettiler. Kısa bir müddet sonra zühd ve rahiplikleri tasavvufa dönüştü. Yeni Eflatunculuk ve Hıristiyanlık'tan, arınma ve irfan nazariyelerini aldılar. İkinci asırdan itibaren de tasavvufçular ilahi aşkla kişinin Allah'ı görüp onunla ittihad ettiğini savunmaya başladılar. Halbuki İslam'da, Hıristiyanlık'ta olduğu gibi tecessüd (Allah'ın insan vücuduna bürünmesi) inancından hiçbir şey yoktu. Bu düşünce tasavvufa zemin hazırlamıştır. Hristiyanlık'ta Allah aynı anda hem ilah, hem de insandır. Kişilerden oluşan ittihad onda gerçekleşmektedir. Bu da insanlık ile ilahtık arasındaki sıkı ilişkinin örneğidir. Hicri dördüncü asırda (M. 10. asır) Bağdad'da yaşamış bir tasavvufçu olan Hallaç ortaya çıktı ve İslam ile Hıristiyanlığı birbirine yaklaştırmanın adımını attı. Onun söylediği "Ene'l-Hak" sözü tamamiyle Mesih'te gerçekleşmektedir. Sevgi ve kendini feda etme konusunda ona tabi olup hayatına uyan kişilerde de bu durum gerçekleşmektedir.
Mesih'in şahsında, birbirine kanşmaksızın lahut İle nasut (Allah ile insan) birbiriyle ittihad ettiği gibi, Hallac'ın ittihad ve hululunda da insan ile Allah'ın kişiliği belirgin olup karışmamaktadır. Onun "Ene'l-Hakk" sözü Öyle görülüyor ki, Aziz Pavlos'un "Mesih bende yaşıyor" ile aynı anlamdadır. Bu bakımdan Hallac'ın mezhebi belki hulul ve İttihad değil, bu açıdan Hıristiyanlığa benzemektedir.[467]R. A. Nicholson da, Hallac'a göre, Allah'ın Adem'in suretine büründüğü ve öylece ortaya çıktığı, yine Hz. İsa olarak göründüğü anlayışını izah ettikten sonra şöyle diyor: "Bu özel ferdi ilahlaşma görüşü, açıkça Hristiyanhğın esas akidesine benzer ve İslam'a göre en kötü bir küfürdür. [468]
Gazali bu konuda görüşlerini serdetmeye şu şekilde devam ediyor. "Bu hal, kuşattığı kişi ile beraber mecaz dilinde "İttihad", hakikat dilinde "Tev-hid" diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle sırlar var ki, onlara dalmak caiz değildir. [469]
Kimin tevhidi? Kur'an'daki tevhid mi? Ey bu sözlerin ve benzerlerinin kurbanları, ey bu İslam dışı anlayışları kutsallaştıranlar veya İslam olduğunu söyleyenler! Biraz sizler de bunu düşünür müsünüz?![470]

İi Vahdet Mitolojisi

Vahdet mitolojisine dair Gazalinin söylediklerine bakalım: "Herşey Onun nurundandır. Belki başka varlığın hüviyeti (kimliği) O'n-sıız ancak mecaz yolu iledir. (Yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır). O halde Onun dışında bir nur yoktur (ne nur varsa odur). Diğer bütün nurlar, Onun yüzünün zatından değil, Onun tarafındaki yüzdendir. Herşeyin yüzü Ona dönük ve yönü ona yöneliktir. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır. O halde, O'ndan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük olduğu şeyin ifadesidir. İlahlaştırma, yani kalblerin yüzleri de nurlar ve ruhlardır. Belki O'ndan başka ilah olmadığı gibi (Bel kemâ la ilahe illa huve) ondan başka da yoktur (felâ huve illâ hu-ve). Şüphesiz O (huve) işaret edilen şeyden ibarettir. O'na olmayan hiçbir işaret yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte O'na işaret etmiş olur.[471]
Alemdeki her varlığın (hüviyetin) Allah'ın hüviyetini, yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse Allah'a işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya Ölüye işaret edilirse, gerçekte Allah'a işaret edilmiş olur. Neden olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati, Gaza-li'nin tasvir ettiği böyle bir Rabbin mahiyetinin kendisi değil midir?
Gazali'nin tasvir ettiği ve kendisinden sonra gelen tasavvuf meşhurlarının vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet saçmalıklarının yeni bir terennümünü dinlemek isterseniz şu sözlerine bakınız:
"La ilahe illallah" avamın tevhididir. "La huve illa huve" havassın tevhididir. [472]Çünkü o daha genel, bu İse daha hususi, daha şamil, daha dakik, daha haklı olup, sa-h'bini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf vahdaniyete daha fazla dahil eder. Yarakların miracının zirvesi ferdaniyet memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yok-Çünkü yükseliş çokluk olmadan tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yük-elişin kendisinden ve kendisine yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan Kalkınca, vahdet (birlik) gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yüksek-t'k aşağılık, yükselen, inen diye birşey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki et-mek müstahil olur.
En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur. Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da dünya semasına iniştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü -daha yükseği olmasa da- en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak Allah'ı bilen alimlerin bilebileceği künhü gizli olan ilimdendir. Alimlerin bu ifadelerini Allah'ı bilmeyenler ancak inkar eder.[473] Gazali, Allah'la ilgili sözlerine devam ederek şöyle diyor: "Dünya semasına inişi vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Hz. Peygamberin "Onun kulağı olurum..." sözünde işaret edilen odur. O haldeişiten, konuşan ve gören O'dur, başkası değil. [474]
Gazali'nin Allah ile halk (yaratıklar) birliği inancını bu son cümle ifade etmeye yeterlidir. Gördüğünüz gibi, konuşan, gören ve işiten herkesin Allah olduğunu ifade ediyor. Bu kuruntularda haktan bir parıltı ve bu saçmalıklarda tevhidden bir kıvılcım olduğunu bir müslümanın kabul edeceğini sanmıyorum.
Gazali, bu sözlerinin ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı olduğunu farketnıiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını anlamış olao-ıi ki, bu söylediklerine karşı çıkanları "Allah'ı bilmeyenler" olarak ni telem i-, tir. Allah'ı bilmeyenler dediği kimler olabilir? Allah'ı bilmeyenler dedia--Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve benzp lerinin bu anlayışlarına karşı çıkanlardır. Doğrusu, bu sözlerle Gazali, İm binin birini adlandırdığı gibi, Faysalu't-Tefrika Beyne'l-Kufri ve'z-Zendeh (Küfür ve zındıklık arasında ayırımın ölçüsü) değildir. Bu Ölçü, sadece ve sa dece vahdet saçmalıklarını savunanları sanık sandalyesine oturtan, bu an layışlarmı ve onlara inananları mahkum eden Allah'ın kitabı Kur'an'dir.[475]

B. İbn Arabi'nin Tanrı Anlayışı[476]

Tasavvufçuların en meşhuru olan İbn Arabi, tasavvufçular için çok tuhaf bir tanrı uydurmuştur. Birbiriyle çelişen iki zıddı zatında ve sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı! Gerçek varlık O, gerçek yokluk da O, yaratan da, yaratılan da O'dur. Her varlığın kendisidir. Sıfatları da var ve yok olan her varlığın sıfatlarıdır. Yüce Hak ve çirkin batıl O'dur. Bir defa olsun, meydana gelmesini akim tasavvur edemeyeceği müstakil O, meydana gelmesi ve imkan dişiliği sözkonusu olmayan mümkün O'dur. Mü'min O, kafir O'dur. Arşın altında secde eden melek O, cehennemde yanan şeytan O'dur. Gözyaşları dökerek teşbih eden abid O, günahlarıyla dillere destan olan kötü O'dur. İbn Arabi'nin anlayışında tanrı, bütün zıtlıkları benliğinde toplayan böyle tuhaf bir tanrıdır.[477]

a. İbn Arabi'ye Göre Herşey Allah'tır

İbn Arabi'ye göre Allah her şeydir yahut her şey Allahtır. Çünkü vahdeti inancına göre alemde ikilik değil, birlik vardır. Bu birlik ya Allanın sey olması yahut her şeyin Allah olmasıyla sağlanmış olmaktadır. İbn ki bu inancı şöyle ifade etmektedir:
"Onlar kendisi olduğu halde, eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun.[478]"Arif, hakkı (AHab'ı) her şeyde gören, beiki herşeyin kendisi olarak görendir. [479] îbn Arabi, Allahm, yaratıkların nitelendiği bütün sıfatlarla nitelenmesi onların tanımlarının aynı zamanda Allah'ın tanımı olduğunu da söyleyerek inancını şöyle pekiştirmektedir:
"Herşeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakk'ın (Allah'ın) tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de O'dur. O büyük insandır. [480] Alemde görülen bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle devanı etmektedir:
"Onlar hakkın zahiri (görüntüsü)'dür. Çüntçü 6 zahirdir. Onların batını (gizlisi) de O'dur. Çünkü batın O'dur. Evvel de O'dur. Çünkü bunlar yok iken O vardı. Ahir de O'dur. Çünkü bunlar ortaya çıktığı zaman Allah onların kendisiydi. [481] İbn Arabi, tanrı anlayışını belirterek şöyle devam ediyor: "O, ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü birşey yoktur. [482] "Kendisinden batın olacak birşey de yoktur. O kendisine zahir ve kendisinden gizli (batın)'dır. Ebu Said el-Harraz[483] diye adlandırılan da odur. Görülen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur[484]
İbn Arabi'ye göre, Allah'ı bilen gerçek arif, Allah'ın tabiattaki varlıkların suretlerinde sirayet edişini, yani panteizmi gören ve alemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah'ın bizzat suretini müşahede eden kimsedir. [485]
Fususu'l-Hikem kitabını tercüme ve şerheden A. Avni konuk da bu anlayışı tekit ederek Gülşen-i Raz'dan şu alıntıyı yapmaktadır:
"Madem ki eşya varlığının görünümleridir, o halde put da o görünümlerden biridir Ey aklı olan adam! İyi düşün, put varlık bakımından batıl değildir. Bi! ki Ailah onun yaratıcısıdır. İyiden sadır olan her şey İyidir, O makamda ne var olmuşsa, hayrm kendisidir. Onda bir şer varsa, o da başkasındandır.
Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, [486]dinîn putperestlikten ibaret olduğunu anlardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi? O, putun ancak dış yaratılışını gördü, onun için şeriatta kafir oldu. Sen de onda gizli olan Hak'kı görmezsen, şeriatta sana da müslüman demezler. [487]
Görüldüğü gibi, îbn Arabi'nin anlayışındaki tanrı, her türlü varlık ve yokluğu içine almaktadır. Şöyle diyor: "Kendi kendine yüce olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olsun, hiçbir sıfattan yoksun kalmayacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün Özellikleri kapsayan kemale sahip olandır. İşte bu, sadece Allah'ın müsemmasına mahsustur. [488]
Varlığın dirilteceği ve yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kotülenebilecek hangi ilahtır bu? İbn Arabi'nin anlayışındaki tanrı bütün kötülüklere sahip bir tanrı olmaktadır. Böyle olunca onu örf, akıl ve şeriat neden kötülemesin?[489]

b. Allah'ın Sıfatları Yaratıkların Sıfatlarıdır.

İbn Arabi'nin anlayışındaki tanrı, acizlik ve zilletle, noksanlık ve ahmaklıkla nitelenecek bir varlıktır. Kötülük ve zilletle tavsif edilebileceğini ifade ederek şöyle diyor:
"Hakkın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını (göründüğünü) görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları O'nun için hak olduğu gibi, O'nun sıfatları da yaratıklar için haktır. [490]
İbn Arabi, Allah'ın sıfatlarını mecazi olarak yaratıklara verdiğini yahut yaratıkların sıfatlarının mecazi manada Allah'ın sıfatları olduğunu söylediğini herhangi bir insanın tevehhüm etmesinden korkmuş ve birinci şıkta söylenenlerin mecazi manada değil, gerçek manada olduğunu söylemiştir.
Onun için Yaratıkların sıfatları da hakkın sıfatlarıdır" diyerek mecazi mada değil, gerçek manada böyle olduğunu belirtmiştir. İnsanlara anlayışın-A ki tanrı hakkındaki hükümlerinde yahut onu acizlik, noksanlık ve kötü-ı"k £İki sıfatlarla nitelemesinde ve diğer yaratıklarla aynı görmesinde bir ecazm bulunmadığını vurgulamak istemekte ve şöyle demektedir: "Allah'ın Rablık, ilahlık, yaratma, rizık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için haktır. "Yani bu sıfatlar aynı zamanda yaratıkların da sıfatlandır. Onun için yaratıklar mecaz olarak değil, gerçek olarak Allah'ın sıfatlarını taşırlar. İşte İbn Arabi'nin tanrı anlayışı bu şekildedir. [491]

c. İbn Arabi'ye Göre Tanrı Herşeydir.

İslam'a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan yahu-diler de kafir olmuşlardır. Hristiyanlar da üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliyye Arapları da Ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle Allah arasında aracılıklarım sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu guruplar ve insanlar Allah'tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabi ve benzerleri için İslam'ın hükmü ne olur? Herşeye ibadete davet eden bu gibileri için ne diyeceksiniz?
İbn Arabi, bunu pervasızca ifade ederek şöyle demektedir: "Mükemmel arif, tapılan herşeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi Özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir.[492]
İbn Arabi'nin havarisi Abdulkerim el-Cîlî de şöyle demektedir: "Zatı itibariyle yüce olan Hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O, alemin zerrelerinde açığa çıkmış (zahir olmuş)'tur. [493]
Ne dersiniz? İbn Arabi ve benzerleri, her dinden almış ve daha Önce kafirlerin ibadet ettiği herşeyi tanrılaştırmış olmuyor mu? Cahiliyye tanrıları olan taşa, ağaca, Piravunculuğun ve Yahudiliğin tanrıları olan hayvanlara, Hıristiyanlık ve gulat Şiiliğin tanrısı olan insana, Sabiilerin tanrıları olan yıldızlara ve meleklere tapma özlem ve sempatisiyle İbn Arabi'nin iliklerine kadar dolu olduğu görülmüyor mu?
İbn Arabi'nin bu anlayışını değerlendiren Doç. Dr. Salih Akdemir şoyle demektedir:
"Aşkın (muteal) Allah inancından yüz çeviren İbn Arabi'nin vahiy, din, ahireî, cennet ve cehennem konularında da Kur'anı Kerim'e tamamen ters düşen görüşler ileri sürmesi şaşırtıcı olmasa gerektir. Nitekim onun, İsmaiî kelimesindeki âl-i hikmetken söz ederken vahyi inkar ettiğini görüyoruz. "Sana gelen vahiy başkasından gelmez, sen de bunu başkasına vermezsin[494] demektedir.
İbn Arabi'nin Öğretisinde varlık bir olduğuna, dolayısıyla insan ile Allah arasında bir fark bulunmadığına göre, vahiy konusunda Allah ile insan arasında bir ikitik koymanın bir anlamı yoktur. Bu yüzden peygamber de olsa, hiç kimse dışarıdan vahiy ya da başka bir bilgi elde edemediği gibi , bu bilgiyi başkasına da aktaramaz. İnsan her türlü bilgiyi bizzat kendinden elde eder. Ona dışarıdan hiçbir şey gelmez. İbn Arabi, Şit kelimesindeki nefsin hikmetinden söz ederken bu konuyu şöyle açıklığa kavuşturur: Suretleri ne kadar farklı olursa olsun, hiç kimsede Allah'tan bir şey yoktur ve hiç kimsede kendinden olandan başka bir şey yoktur. Bu hakikati, bu işin böyle olduğunu Allah ehlinden çok az kimse bilir. Bunu anlayan kimseyi görürsen, ona güven, çünkü o yüce Allahın seçkin kullarından tertemiz biridir. Herhangi bir keşif sahibi, önceden bilmediği yeni bilgileri kendisine ulaştıran bir suret müşa-hade ederse (iyi bilsin ki) bu suret onun aynı olup asla başkasının değildir. Demek ki o, ilminin meyvesini bizzat kendi nefsinden toplamaktadır. [495] Açıkça görülmektedir ki, İbn Arabi vahiy de dahil olmak üzere, dışarıdan gelen her türlü bilgiyi imkansız görmektedir. Bu yüzden onun, Cibril aleyhisselamın Hz. Peygambere gelişini inkar etmesine şaşmamak lazımdır. Ona göre Cibril, Hz. Peygartv ber'in hayal gücünün bir mahsûlü olarak ortaya koyduğu bir varlıktır. İslediği kadar Cibril ile konuştuğunu zannetsin, aslında o kendi kendine konuşmaktan ve kendi kendini dinlemekten başka hiçbir şey yapmamıştır, demektedir. [496] İbn Arabi, istediği kadar nebi ve rasul arasındaki farklardan sözetsin, Fususu'l-Hi-kem'inde her peygambere müstakil bir bölüm ayırsın, vahiy müessesesini İnkar ettikten sonra bunun ne anlamı olabilir? [497]

d. Tanrının Kadın Suretinde Görünmesi

İbn Arabi, isteklerine ram olmaya bir türlü yanaşmayan kadının Allah'ın güzel tecellisi olduğunu söylemektedir. İbn Arabi'nin dişiyi tanrılaştırma konusunda ne kadar sarih olduğunu gösteren Fusulul-Hikem kitabındaki şu sözlerine bakınız:
"Erkek, kadını sevdiği zaman, onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey! Nikah {kadın-erkek münasebeti)'tan daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet, kişinin bütün vücudunu kaplar. Onun için kişinin yıkanması emredilmiştir. Oluştuğu zaman, şehvet bütün vücudu kapladığı için vücudun tamamının yıkanması istenmiştir. Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için, kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek, tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) île onu temizlemiştir. Çünkü bundan başkası olmaz.
Erkek, Ailah'ı kadında müşahede ederse, buna münfailde müşahede denir. Kadının kendisinden zuhuru (Havva'nın Adem'den yaratılması) açısından kendisinde müşahede ederse, buna da failde müşahede denir. Kendisinden oluştuğu varlığın suretini gözönünde bulundurmadan kendi nefsinde müşahede ederse, buna da vasıtasız Allah'tan münfail olanda müşahede denir. Allah'ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah'ı fail ve münfail olarak, özellikle kendisi de münfail olarak müşahede etmektedir. Onun için Rasulullah kadınları sevmiştir. Çünkü Allah, onlarda çok mükemmel müşahede edilmektedir. Zira Allah, maddo-lerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Allah'ın kadınlarda müşahede edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (cinsi münasebet)dir.[498]
İbn Arabi'nin tanrı anlayışını bu ibarelerden çıkarabilirsiniz. İbn Arabi, tanrının en mükemmel ve eksiksiz olarak şehvet küpü haline gelen erkeğin musallat olduğu kadın olarak ortaya çıktığını söylemektedir. İffetli kadından en ahlaksız ve iffetsiz kadına kadar bütün kadınların Allah'ın en güzel görünümü ve tecellîsi olduğunu ifade etmektedir.
Nedense meşhur tasavvufçular Allah ile kadın arasında bu ilişkiye çok hevesli ve düşkün görünmektedirler. Allah'ı kadın suretinde canlandırma yahut sevgililerini Allah suretinde takdim etme sevdası özellikle şair tasav-vufçuların çok zevk aldığı bir meşrep gibi görünmektedir. İbn Arabi'den sonra İbn Farıd'm söylediklerine bakalım;
"Her güzel güzelliğini ondan alır, hatta her güzelin güzelliği ondan ödünçtür, Lubna'nın Kays'ı, hatta Leyla'nın Mecnun'u ve Azze'nin Kusayyir'i ona aşık oldu Hepsi, güzel bir surette ortaya çıkan suretinin güzelliğine aşık oldu, Kendisi o suretlerde tecelli edip göründüğü halde ondan başkası sandılar, Örtülü göründü, fakat her görünüşte başka türlü görünerek gizlendi, İlk yaratılışta annelik hükmünden önce, Adem'e Havva suretinde göründü. Baba olmak ve çocukların meydana gelmesi için ona aşık oldu Başta görünüşler birbirine aşık oldu, buğz iie zıtların birbirine engellemesi yoktu Her devirde, zamana göre aşıklara her türlü görünümde görünmeğe devam etti, Birinde Lubna, diğerinde Buseyna görünür, aziz olsun, bazan Azze diye anılır. Bütün bunlar ondan başkası değildir, güzelliğinde de onun ortağı yoktur.[499] Bu gerçeği İbn Arabi ve İbn Farıd sevenlerinin çok iyi düşünmeleri ve hangi ölçü ile onu değerlendirdiklerini çok iyi anlamaları gerekir. Tanrısının baştan başa bütün maddi varlıklar olduğunu söyleyen böyle bir kişiyi severken veya savunurken, onun bu düşüncelerini çok iyi hesaba katmaları lazımdır. Çünkü İbn Arabi, bu inancını bütün dünyaya açıkça ilan ederek şöyle demektedir;
"Allah, maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Varlık bakımından mevcudatın aynısıdır, muhdesat (sonradan olma) diye İsimlendirilenler onun yüce zatıdır ve ondan başkası değildir. [500]
Bu konuda İbn Arabi'den daha fazla nakil yaparak okuyucuların yarasına tuz ekmek istemiyoruz. Ancak şunu belirtmek isteriz ki, sofuluk, Hıristiyanlığı baştan çıkarıp hidayet ve doğruluğundan uzaklaştırmiş, ruhani kutsallık ve münzevi rahiplik, onun saflığını bulandırmıştır. Bunun sonucu olarak Allah ile insan arasında organik bir ilişki kurmaya kadar gitmiş, üç ortaklı bir ilaha tapmaya varmış ve rahiplik hayatına dönüşerek katıksız tev-hidden sapmıştır. Bununla beraber İbn Arabi ve benzerlerindeki kadar ber varlığı tanrı sayarak her şeye tapma derecesine düşmemiş, aksine Yüce Allah'ın insanlar arasından risaletle şereflendirdiği tertemiz bir zatı seçmiş, Allah'ın en büyük tecessüdü olduğuna inanarak onu tanrılaştırmıştır. Hz-İsa'nın Allah'ın tecessüd ettiği insan olduğuna inanıp taptığı için de Hıristiyanlar Allah'ın lanetine uğramışlardır. [501]
tasavvufun şeyh-i, ekber'i teslis inancından daha çok ileri giderek h'ıö leS ve Putlaria, Samiri'nin buzağısında, Hz. Musa'nın Firavun'unda islik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri lenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp gü-h bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söylediği lir tanrı anlayışına sahiptir.[502]

e. İbn Arabi'ye Göre Allah Kullara Muhtaç

Yüce Allah "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız, zengin ve övülmeyelak olan Allah'tır.[503] buyururken, ibn Arabi ve benzerleri kullara muhtaç bir tanrıya inanmakta ısrar ediyorlar. Varlığında, bilgisinde, kalıcılığında, yeme içmesinde, gizlilikten sonra açığa çıkma, yokluktan sonra meydana aelme ve yok olmasını Önlemede kullara muhtaç bir ilaha inanıyorlar. İbn Arabi şöyle diyor:
"Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır." Şöyie devam ediyor: "Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne İse, onun özelliği de odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki, sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona "Beni mükellef kıl" dediğin için seni mükeiief kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamd eder, ben ona hamd ederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim. [504]
İbn Arabi'nin bulanık zihninde bize uydurduğu, tasavvuf kutuplarının inandığı kozmopolit tanrı işte budur.[505]

f. İbn Arabi'nin Bilgi Kaynakları:

Acaba İbn Arabi, bu kozmopolit kültürünü veya din anlayışını hangi kaynaklardan almıştır? Başka bir deyişle îbn Arabi'nin kültürünü oluşturan unsurlar nelerdir? Kozmopolit düşüncelerine alet ettiği Kur'an ve Sünnet dışında hangi kaynaklardan beslenmiştir? İsterseniz bunları da İbn Arabi mütehassısı olan Dr. Ebu'1-A'la Afıfı'den dinleyelim. Kendisi bunları araştır-mış ve ayrıntılı bir şekilde kitabında ortaya koymuştur. Şöyle diyor:
"İbn Arabi'nin başkalarından aldığı kelam doktrininde en az iki ayrı unsur bulunmaktadır:
a- Geniş çapta Stoacılardan, Philo'dan ve Yeni Eflatuncu'lardan alınan ve yine bu doktrinin metafizik ve insan boyutunu geniş çapta etkileyen Hellenistik unsur.
Başlıca İsmaililer ve Haliac'a ait olan ve daha çok tasavvufi yönü etkileyen İsla. mi unsurlar.[506]
Bunlardan nasıl aldığım ve benzerliklerini de görelim: önce Philo'dan alışını ve benzerliklerini görelim. Philo'nun kelam felsefesinin İbn Arabi'nin öğretisi üzerine etkisi pek açık bir şekilde terminolojileri arasındaki hayret verici benzerlikte görülür. İbn Arabi'nin "kelam" kelimesini kullandığı çift anlam, yani ezeli hikmet tamamiyle Philo'ya ait bir karakterdir. İbn Arabi ve Philo'dan alınan şu terimler bu benzerliği ortaya koymaktadır: [507]
Philo'nun kullandığı terimler
1. Yüce Haham
2. Şefaatçi ya da Paraclate
3. Allah'ın yüceliği
4. Allah'ın karanlığı ya da gölgesi
5. İdelerin idesi ya da ilk örnek ide
6. Allah ile alem arasındaki ortak merhale
7. Vahiy ilkesi
8. Allah'ın doğan İlk oğlu
9. Meleklerin ilki
10. Halife
11. Anthropos Theou tou aidiou logos
İbn Arabi'nin kullandığı terimler
1. İmam ya da kutup
2. eş-Şefi'
3. İnsan aynu'l-Hak
4. el-Haba ya da suretul-Hak
5. Hakikatli'l-hakaik
6. Berzah
7. Nur'u Muhammedi / HakikatiMuhammediyye
8. et-Taayyunu'l-Evvel (ilk yaratılan varlık)
9. Ruh
10. Halife
11. Kelam, yetkin insan, ruh, alemin sebebi vd.
Ve nihayet hem Philo, hem de İbn Arabi öyle görünüyor ki, devamlı olarak:
a- Kelamı, külli akıl şeklinde telakki edilen uluhiyet saymakla,
b- Beşeri, hatta külli nefsin yalnızca bir yönü, başka deyişle kendisiyle kıyas kabul etmeyen ezeli nurun ancak bir yansıması saymak arasında kararsızdırlar.
İbn Arabi'nin kaynaklarından biri de Hellenistik ve tahrif edilmiş Hristi-yanlıktır. Kısaca, bunu da Dr. Afifi'den nakledelim:
"Hellenistik unsurun Hristiyan (Özellikle İskenderiyeli'Kilise babaları) ve Yahudi düşünürler tarafından geniş ölçüde değiştirildikten sonra ve hatta onun bu değişik şekli bazı İslam fizolofları veya Hallaç gibi sufilerin elleinde daha fazla değişikliğe tabi tutulduktan sonra İbn Arabi'ye ulaşmış pek muhtemeldir. Külli kelamın bütün üretici ve yaratıcı faaliyetlerinde esaslı bir ilke olarak teslise verilen ağırlık, bir Hristiyan damgası taşımaktadır. Fakat îbn Arabi'yi etkileyen Hristiyanlığın kendisi değil, onun altında yatan felsefeydi İbn Arabi'nin teslisi, üç şahsın (uknumun) değil, sadece göreli (nisbi) cihetlerin bir teslisidir. Muhammed'in Hakikati bile üç kısımdır.[508] İbn Arabi hu düşünceyi pek cesur bir şekilde aşağıdaki gibi deyimiendirir: "Her ne kadar bir olsa da, benim sevgilim üçtür. [509]
İbn Arabi'nin kelam doktrini ile İncil ve St. John'un ilk mektubunda ortaya koyduğu şekliyle Hristiyan kelam doktrini arasındaki bir başka dikkate değer benzerlik, Muhammed'in Hakikati ile İsa'nın (Kelam) her iki doktrinde ele alınış tarzında açıkça görülebilir. İsa, Baba ile alem arasında bir aracı, "Zamana tabi alemin tezahür ettiği zamansız hayattır. "Kelam (İsa) Babanın şerefidir, onda ve onunla Allah'ın ezeli olarak kendisine yerleştirdiği bütün zenginlikleri zamanda teşhir eder. Vahyedilen, rehber vb. odur. [510]
İbn Arabi'nin kaynaklarından biri de Hallacin kültürüdür. Afifi şöyle di yor: "Hallaç burada İbn Arabi'nin mürşidlerinden biri olarak ortaya çıkar. İbn Arabi'nin kelam öğretisini onun hazırladığı, kesin bir şekilde görülmektedir. Hallaç, İslam kelamı gibi bir şeye işaret eden ve Hz. Muhammed'in uluhiyeti (Bkz. Tasinu's-Sirac, 9) üzerinde ısrarla duran, hatta onun ebedi ve ezeliliğini ileri süren ilk sufilerdendi. Hallaç "Muhammed'in varlığı yokluktan bile Öncedir, adı ise kalem adından önce gelir, cevherler ve arazlar da önce ve sonranın (nisbetler olarak) hakikatlarından önce bilinmekteydi. Ne doğulu, ne de batılı olan bir kabileden gelir" diyor. (Bkz. Tavasin, 12). İbn Arabi, Hallac'm basit konusunu benimseyerek metafizik bir kelam nazariyesi haline koydu ve kendi metafizik sistemi içinde ona bir yer ayırdı. [511]
İbn Arabi'nin görüşünü etkilediği söylenebilen sufiler arasında Hallac'ın en büyük etkiyi yaptığı anlaşılmaktadır. Öyle görülüyor ki, İbn Arabi, Hallac'm tasavvufi sözlerine yakından aşina idi. Hatta es-Siracu'l-Vahhac fi Şerhi Kelami'l-Hallac adıyla Hallacın deyimlerine bir şerh yazdığı sanılmaktadır. Hallac'dan etkilendiği veya birbirine benzedikleri noktalar şöyle Özetlenebilir:
a- Bir ve çok (vahdet ve kesret) meselesi.[512]
b- Kelam görüşü ve Muhammed'in ezelde varlığı meselesi, Hallacın Hu. ve Huve'si ile İbn Arabi'nin Yetkin İnsanı. [513]
c- Muhammedin Nurunun doğrudan doğruya bir tecellisi olan batini bil ginin mahiyeti. [514]
d- Bizatihi Allah'a ait olan birlik ile ona atfedilen birlik arasındaki fark. [515]
e- Hakkın perdesi olan halk alemi. [516]
f- İlahi aşk nazariyesi. [517]
g- Meşia ile irade arasındaki fark ve şeriatla ilahi buyruk arasındaki münasebet. [518]
h- Allah'ın bilinemezliği. i- Kuranın te'vili. [519]
Şüphesiz Hallaç, İbn Arabi'nin mensup olduğundan farklı bir sufiler zümresine mensuptur. Fakat İbn Arabi,Hallacın birçok sözlerinde kendi vahdeti vücutçu görüşlerinin tohumlarını ekmek için verimli bir toprak bulmuştur. Hallacın fikirlerinden birçoğunu kendi sistemine uyduracak şekilde değiştirir. [520]
İbn Arabi'nin düşünce ve kültür kaynaklarından biri de îhvan-ı Safa risaleleridir. Bu konuda da Afifi şöyle demektedir:
"İhvan-ı Safa risalelerinde ansiklopedik bir şekilde İslam rasyonalizmini, sufiliğini, maniliği, zerdüştlüğü ve daha birçok İran ve Yunan'dan alınmış fikirleri ve mezhep ayrılıklarını hep bir arada bulmaktayız.
İbn Arabi ve aynı zamanda daha birçok doğulu ve batılı (Endülüslü) sufilerin tasavvuf görüşleri için zengin malzemeyi İhvan-ı Safa'dan aldıkları anlaşılmaktadır. Zaten diğer Yunan ve Hristiyan felsefeleri iie karışmış olan Yeni Eflatunculuk, İbn Arabi'ye bu kanaldan ulaşmış olsa gerektir, ihvan-ı Safa'nın bu yapısını daha küçük ölçüde İbn Arabi'nin kitaplarında buluyoruz. Fakat ihvan-ı Safa risalelerinden
Şey|eri- onlara kendi vahdeti vücutçu fikirlerini aşılamak sureliyle kendi arzu ettiği şekilde yorumlamış bulunmaktadır...
tan Arabi, İsmaililerin, özellikle İhvan-f Safa'ya has nazariye türündeki öğreti ve rnetodlannı etkilediği tek İslam tasavvufçusu değildir. Aynı etki bir başka yerde de aörülmekte Ve aynı sebebin benzeri bir eseri meydana getirdiği ortaya çıkmaktadır. Mesela Halep'li Suhreverdi'nin sufi meselesiyie İbn Seb'in'inkinde İbn Arabi ve İh-van-! Safa felsefesinin birçok bölümlerine benzeyen dikkate değer hususlar vardır, jbn Arabi'nin, İhvan-ı Safa risalelerinde yer alan şeylerden çok, Yunan felsefesine, mesela özellikle kelam görüşüne Philo Judeaus ve Stoalıların felsefesine aşina olduğu bir gerçektir. Öyle görülüyor ki İbn Arabi, bu arada İslam Yeni Eflatuncuların-dan ve Farabi'den özellikle Kur'an'daki Kelam, Levh ve Arş kelimelerini; Ploti-nus'undan da ilk akıl, evrensel (külli) nefs, evrensel cisim vb. kelimeleri öğrenmiştir...
İbn Arabi'nin felsefesini izah metodu, yani islami nasslardan başlıyarak yavaş yavaş onları tadil etmek suretiyle arzu ettiği felsefi fikri, onlara işleme ve nihayet onları açıklama tarzı, aslında İhvan-ı Safa'nınkiyle aynıdır, ibn Arabi'yi bu yola sürükleyen saik, İhvan-ı Safa'nınkinden temelli bir şekilde aytrdedilebilirse de fiili sonucu aynıdır. İbn Arabi'nin samimi olarak benimsemiş göründüğü şey, onların İslami ahi-ret nazariyesini, Kur'an ve hadislerin tamamını tevil yoluna gitmeleri, tek hedefleri olan İslam'ı ve ilkelerini yıkmayı sağlama şeklindeki ana metodlarıydı.[521] îbn Arabi'nin bilgi ve düşünce kaynaklarından birinin de Ismaili Karma-tiler olduğu kaydedilmekte ve iki taraf arasındaki benzerlikler de belirtilmektedir. [522]
Şüphesiz Hallaç, İbn Arabi, el-Cîlî, Suhreverdi ve benzerlerinin tasavvuf anlayışını etkileyen sadece yukarıda sayılan unsurlar değildir. Belki vah-det-i vücut, hulul ve ittihad inancının tasavvufa sızdığı yerlerden biri de I-ran yolu ile İslam alemine giren Budizm ve Brahmanizm dinleridir. Başta Hallaç olmak üzere birtakım tasavvuf meşhurlarında gördüğümüz İslam dışı bu unsurların dolaylı olarak Hint dinlerine dayandığı bir karşılaştırma üe hemen ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu dinlerden vahdet-i vücut inancını Çıkardığımız zaman çöktüklerini ve temel niteliklerini yitirdiklerini görürüz. Hint dinlerindeki vahdet-i vücut ile tasavvuftaki vahdet-i vücudun aynı
şey olduğunu görmek isteyenler el-Biruni'nin açıklamalarına baksınlar.[523]
İbn Arabi'nin kültüründe bu kadar yabancı unsurun birleşmiş olması n sil olabilir? diye okuyucunun aklına bir soru gelebilir. Bunun cevabını ke dişi vermektedir. Yukarıda naklettiğimiz sözü ile İslam kültürü yaninn Hint, Yunan, Yahudi ve Hristiyan kültürünü alıp hepsini sentez ettiği açıkça ifade etmiştir. Onun için İbn Arabi'nin düşünce sisteminde bütün y bancı unsurlar etkili ve bariz bir rol oynamıştır.
İbn Arabi, ilmini ve kitaplarını direkt Rasulullah'tan aldığını, Levh' Mahfuz'dan vasıtasız yazdığını iddia etmektedir. [524] Vahdet-i vücut inancını sistemleştirip tevhid inancına meydan okurcasına halka sunmaktadır.
Kur'an ayetlerini tahrif ederek kafir Hud kavminin sırat-ı müstakim üzere olduklarını, Firavn'un imanı kamil bir mümin olduğu gibi, Nuh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığı, nimetini tadmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz. Harun'un İsrail oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoymakta yanıldığı, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretlerinden bir suret olduğu, Nuh kavminin Ved, Yeğus, Yeûk, Suva' ve Nesr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukları, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığı, birşey var olmadan Önce Allah'ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının ilmin varlığı demek olduğu, hatta herşeyin varlığının Allah'ın varlığının tercümesi olduğu ve benzeri İslam dışı şeyleri söylemesine rağmen, [525]İbn Arabi bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasululah'tan, [526]hatta Allah'tan[527] aldığını söylemiş ve Rasululah'ın bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir. [528]

g- İbn Arabi'nin En Çok Eleştirilen Görüşleri

Şimdiye kadar îbn Arabi'nin eleştirilen ve İslam inancıyla bağdaşmadığı açık olan birçok görüşlerini belirtmeye çalıştık. Büyük alim Ali el-Karien Çok- eleştirilen sözlerini maddeler halinde şöyle özetlemiştir:
1- Adem Fas'sında: "Onu teşbih ederim ki o, tıpatıp insanın kendi kendine nisbetigibidir.
2- İnsan ezeii, sonradan olmuş (hadis), daimi(ebedi) neşedir.
3- Biz Hakkı ne ile niteledikse, biz de o niteliğin aynıyız. Hak da kendisini bizimle nitelemiştir. Ne zaman onu görsek, kendimizi görürüz, ne zaman o bizi görse kendisini görür.
4- Şit Fas'sında: Bu ilim yalnız Rasullerin hatemine ve velilerin hatemine nasip olmuştur. Diğer peygamberler ve rasuller bu ilmi, rasuller hateminin fenerinden aldılar. Veliler de bunu veliler hateminin fenerinden aldı. Hatta Rasuller hatemi bile, bu ilmi gördüğü zaman veliler hatemi fenerinden görürdü. Demek ki peygamberler, velayetleri itibariyle bunu veliler hatemi fenerinden görürler. O halde rasuller hateminin, velayeti bakımından veliler hatemine oranı, rasul ve nebilerin rasulier hatemine oranı gibidir.
5-İshak Fas'sında: İbrahim oğluna dedi ki: "Oğlum, ben rüyada seni kesiyor görüyorum.[529] Uyku hayal alemindendir. İbrahim'in, rüyayı misal alemine uygun yorumlaması gerekirdi. Çünkü koç, İbrahim'e oğlu şeklinde göründü. Allah onu, oğluna karşılık büyük kurban olmak için kendisine vermişti. Bu, tıpkı peygamberimizin, rüyada süt görüp bunu İlim ve yakinle yorumlaması, Yusuf'un inekleri yıllar olarak yorumlamasına benzer. İbrahim, koçun, oğlu şeklinde göründüğünü anlamalı ve oğlu yerine koçu kurban etmeliydi. Rüyayı zahirine yorumlayıp içtihadından dolayı çetin yollara düştü.
6- İsmail ve Eyyub Fas'sında ve Fütuhatla: Kafirler ateşten çıkmazlarsa da, sonunda azap kendilerine tatlı oiur. Cennettekilerin ebedi nimetten zevk aldıkları gibi, onlar da cehennemin ateşinden, kızgın sudan zevk alırlar.
7- Musa Fas'sında ve Futuhat'ta: Fİravn mümin ofarak Öldü, tahir ve mütahhar (tertemiz) olarak ruhu alındı. Onun "Alemlerin Rabbi nedir? [530] diye hakkın hakikatinden sorması doğrudur.
8- Musa Fas'sında: Yüce melekler unsurlardan yaratılan bütün yaratıklardan üstündür. İnsanlık rütbe itibariyle yersel ve göksel meleklerden üstündür. Yüce melekler de "Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?" ayeti gereğince bu insan türünden üstündür.
9- Fütuhatta: O Allah'ı teşbih ederim ki yarattığı eşyanın aynıdır.
10- Nuh Fas'sında: Hakikat ehli yanında tevhidte tenzih, tecrid ve takyidin aynıdır.
Allah'ı tenzih eden, ya rabbı bilmiyor veya edebi az, ğafifdir. Zira Hak, bütün yar tıklarda meydana çıkmıştır. Her kavramda görünen odur. Teşbih edip Hakkı kav lı ve sınırlı gören, onun mabud olduğunu bilmiyen, tenzih etmeyen de böyledir Teşbih ile tenzihi birleştirenlerdir ki Hakkı gereği gibi bilmişlerdir. Yalnız bir tar görmek eksikliktir.
11-İdris Fas'sında; Ebu Said el-Harraz, kendini kastederek hakkın vecihierinde bir vecih ve lisanlarından bir lisan olduğunu söyledi. Çünkü zıtlar bir arada bulun durulmadan kulların rabbı bilinemez. Harraz, Allah'ın hem Ebu Said el-Harra? hem de sonradan ofan diğer yaratıkların isimleriyle adlandırıldığını söyledi.
12- Nuh Fas'sında: Eğer Nuh, teşbih İle tenzih arasını birleştirip kavmini buna ça-ğirsaydı kendisine uyarlardı. Fakat o, açıktan teşbihe, gizlice de tenzihe çağırdı ve "Ben kavmimi gece teşbihe, gündüz tenzihe çağırdım" dedi.
13-Yine Nuh Fas'sında: "Büyük bir tuzak kurdular[531] ayetinde "Allah'a davet, davet edilenlere bir tuzaktır" dedikten birkaç satır sonraşöyle demektedir: "İlahlarınızı bırakmayın[532]dediler. Onlar tanrılarını ne kadar îerkederlerse, Hak'kı da o kadar bilmez olacaklardı. Zira Hak, tapılan her varlıkta belirli bir görünümle görünür. Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez"
14- Onlar Allah'ı bilme denizinde boğuldular da kendilerine Allahtan başka yardımcı bulamalıdlar. Yardımcıları Allah oldu. Allah'ta heiak oldular. Eğer onları sahile çıkarmasaydı, bu yüksek dereceden indirmiş olurdu.
15- İbrahim Fas'sında: O bana hamd eder, ben ona hamd ederim; o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim.
16- Hud Fas'sında: Bizim vücudumuz Hakkın gıdasıdır, o da bizim gıdamızdır.
17- Sakın bir tek İnanca bağlanıp diğerlerini inkar etme. Bu taktirde birçok hayrı kaçırmış olursun. Hatta işin hakikatini bilmeyi tamamen kaybedersin. Sen bütün inançların heyulası ol. Zira Allah bir inancın tekeline bırakılmaktan daha büyüktür. O, "Nereye dönerseniz, Allanın yüzü orasıdır[533] diyor. "Orada" demiyor da, "Sem-me vechuliah" orası Allanın yüzüdür, diyor. Bir şeyin yüzü hakikatidir.
18-Şuayb Fas'sında: Bir şahsın inandığı tanrı, diğerinin inandığı tanrının aynı değildir. Herkes kendi inancını savunur, Ötekinin inancını kötüler. İnsaflı olsa, başka-sının İnancını yermez. Eğer Cüneyd'in: "(Sufinin) rengi suyun rengidir" sözünün manasını bilse, herkesin inancını kabul eder ve Allah'ı her suret ve itikatta bilir. A-ma o zan sahibidir, ilim sahibi değildir. Nitekim Hak: "Ben kulumun benim hakkımdaki sanısına göreyim" demiştir. Yani ben ona ancak itikadı suretinde görünürüm.
İster mutlak düşünür, ister bağımlı. Bağımlı tanrr sınırlıdır. Kalp onu alır. Oysa mutlak tanrıyı hiçbir şey almaz. Çünkü o, bütün eşyanın aynıdır. Birşey için o, kendi kendini içine alıyor veya almıyor, denmez.
19- Bütün alem tamamen arazlardan ibarettir. Her an yok ve var olur. Eşariler de cevherlerin değişmediğini, arazların değişip yenilendiğini söylüyorlar. İbn Arabi'nin taşlanmağa sebep olan sözü, buna bağlı olan şu hükmüdür: "O halde her anda mükellef, kendisinin gayrı olur. Ahireîte de dünyadaki varlığının gayri olarak haşrolunur. Azap ve sevap, itaatkâr ve asiye değildir."
20-Uzeyir Fas'sında: Rasulun velayeti, nübüvvetinden üstündür. {Hatemu'l-evliya-nm velayeti de nebinin velayetinin devamı olduğundan, hatemu'l-evliya hatemu'l-enbiyadan üstündür).
21-İsa Fas'sında: İsa ölüyü dirilttiğinden dolayı bazıları Hakkın ona hulul ettiğini (girdiğini), bazıları onun Allah olduğunu söylediler de kafir oldular. Yüce Allah da "Allah Meryem oğlu Mesih'tir diyenler kafir oldular"87 dedi. Onlar bu sözün tamamında küfür ile hatayı birleştirdiler. Zira "yalnız Allahtir" sözleri veya "Meryem oğlu Mesih'tir" sözleri küfür değildir. Ama bu iki sözü beraber söylemeleri (yani hem Allah, hem Meryem oğlu Mesih, deyip ikilik düşünmeleri )küfürdür. Aslında Allanın her şey olduğunu söylemeyip sadece Mesih veya Meryem'le sınırlandırmaları küfürdür.
22-Harun Fas'sında: Allah'a bütün suretlerde ibadet edilmesi için Allah Harun'u buzağıya tapanlara musallat ettiği gibi, Musa'yı da onlara musallat etti. Alemde suretinde Allah'a ibadet edilmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Ya cisimler ve gezegenler tanrılaştırılarak yapılan ibadet, ya da mala, mevkiye tapanların yaptığı gibi tasav-vuri ibadetle ibadet edilir. Allahtan başka en çok tapilan şey heva (arzu)dur. Yüce Allah buyurmuştur: "Hevasını tanrtsı yapanı gördün mü? [534]
(O güne kadar buzağı sureti dışında Allah'a her surette ibadet edilmişti. İsrail oğulları da buzağı suretinde ibadet ettiler. Harun bunu kavramadığı İçin onları bundan alıkoymaya çalıştı. Ama Musa bunu kavradığı için engeilmeye çalıştığından dolayı Harun'u azarladı ve onları serbest bırakmasını istedi.)
23-Musa Fas'sında: Firavn, Allah'ı alemin aynısı gördüğünden sözünü bu esas üzerine kurmuş, "Eğer benden başka tanrı edinirsen elbette seni hapsediienlerden yaparım[535] demişti. (Onun için Firavn Allah'ı iyi bilen biriydi).
24- Firavn, hüküm makamında ve kılıç sahibi olduğundan "Ben sizin en yüce rabbınızım[536]söylemiş, gerçi herkes birbirine göre rabbdır, ama ben yüce rabbım,çünkü ben, görünüşte kudretli hüküm sahibiyim, demiştir. Sihirbazlar onun bu da vada doğruluğunu bildikleri için onun tanrılığını inkar etmediler. Bilakis "Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirirsin[537] diyerek bunu kabul eîîiler. Bundan dola yi "Ben sizin en yüce rabbınızım" sözü doğrudur. Zira başkası hükümde Hakkin başkası ise de, surette Hakkın aynıdır. [538]
Kur'an'a ve sahih Sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabi, herhalde bunları ve benzerlerini söyle. diğinden dolayı, günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pekçok taraftar ve sempatizan bulmuş, hatemu'l-evliya ve şeyhi ekber olarak anıl mış, fikirleri İslam dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" diyen İslam ümmeti içinde evliyanın kutbu ve asfiyanın büyüğü olarak görülmüş ve adı binbir takdis ve tazimle anılmış, hala da anılmaktadır. Bu da İslam aleminde zamanla kavramların nasıl saptığı ve değer yargılarının nasıl özelliğini yitirdiğini, iman ile küfrü insanların Kur'an ve sahih Sünnetten çok, insanların söylediklerinden Öğrendiklerini, böylece kitlelerin gittikçe haktan saptığını açıkça ifade etmektedir. [539]


[441] Bütün eşya ve alem Allah'ın aşamalı görünümü kabul edildiği ve Allah'ın versiyonları sayıldığı için i-lahi zatın aşama aşama şekil değiştirdiği, yani evrimleşliği ve eşya yahut varlıklar olarak ortaya çıktığı anlatılmaktadır.

[442] Prof. Dr. Cavit Sunar, Varlık hakkında Ana Düşünceler, 183-184, Ankara 1977

[443] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 165-168.

[444] Muhammed Ebıı Hamid el-Gazali, İslami ilimlerin hemen hepsinde söz sahibi olmuş, daha sonra kendini tasavvufa adamıştır. Çok sayıda kitabın müellifidir. Şark ve Garp aleminde şöhreti büyüktür. 505/1111 yılında ölmüştür.

[445] Umum müsÜimanların itikadda avam oldukları deyişine bakınız.

[446] Vahdeti vucud-vahdeti s,ubud kısmında görüleceği gibi, Gazali burada, "alemde bir lek varîıkian başkasını görmemesidir", sözüyle gelecekte vahdeti vücuda alternatif otarak ortaya alacak olan imam Rabbani'nİn ortaya atacak olduğu vahdeti şuhuri nazariyesini terennüm etmektedir. Hem Allah'tan başkanlıkların olduğunu kabul edecek, hem de alemde Allah'tan başka varlığı görmeyecek! Acaba çelişki ve Mantıksızlığın böylesi görülmüş müdür?!

[447] Gazali, İhya, 4/240, el-Halebi, Kahire, 1939

[448] Gazali, ihya, 4/240, el-halebi, 1939, Gazali başka bir yerde imanın üç mertebesi olduğunu söylemekle Ve şöyle demektedir: "Birinci mertebe, avamın imanıdır ki salt takiiddir. İkinci mertebe, kelamcıların i-manıdır. Bir nevi istidlal ile doludur. Derecesi, amanın imanı derecesine yakındır. Üçüncüsü de ariflerin "ânıdır. Oda yakin nuru ile müşahade edilen imandır. " İhya, 3/1.5, el-Halebi, 1939

[449] Tevhidin en yüce mertebelerini bilmeyi mükaşafe ilimlerine bırakmakladır. Acaba nedir o ilimler? ?uphe yok ki, Kur'an ve sünnetlen başka şeylerdir. Tasavvufçuların vecd ve zevklerinden uydurdukları ve
'laplarına yazdıkları hurafelerdir. Sanki Kur'an katıksız tevhide ve Yüce Allah'ın sevgisine ulaşlıramıyor
3. tasavvufçuların hayal ve kuruntuları tevhidin zirvesine ulaştırmaktadır! Bu nevi sözlerin müslümanları ^n'ın hidayetinden uzaklaştırıp (asavvufçularm hurafelerine götüreceği acaba Gazali'nin hiç mi aklına emiştir?!

[450] gazaSi, İhya, 4/241, ei-Halebi, 1939.
Yüce Allah'ın "Kitaba almadığımız hiçbir şey bırakmadık" buyurmaktadır. Cn önemli şey de uluhiyet ve rububiyetinde Allah'ın tevhididir. Ama Gazali gerçek tevhid hakikatinin kitaplarda yazılmasının caiz olmadığını iddia ediyor. Bu demektir ki, tevhid hakikati Allah'ın kitabında yoktur ve onu Usavvtıfçlnrılan başkası bilmemektedir.

[451] Gazali bu mantıkla yaralan ile yaratılan arasındaki birliği delillendirmekte ve kendisine inanmamızı zorunlu kılmaktadır. Bunun yerine Allah'ın kitabından bir ayet yahut akli bir delil veya sahih bir düşünceyi delil getirmesini isterdik. Ne var ki, hayale başvurarak Allah ile yaratıkların birliğini insan ile organların birliğine benzetmektedir. Gazali, erenlerin Allah'la ittihadını anlatmak için Allah'ı, kişinin kendini gördüğü aynaya ve şarap içenlerin şarab kadehine benzetmektedir. Şöyle diyor:
"Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler alemde bir ve hak olandan başkasını görmediklerinde ittilak etmişlerdir. Ancak kimileri için bu ilmi bir irfan, kimileri için de zevk ve hal olmuştur. Kesre! onlar için tümden yok olmuş ve mahza ferdaniyete dalmışlardır."

[452] Hall.ıc-ı Mansur, şeriatın kesin ve açık hükümlerine bile bile muhalefetinden ve mevcut yönetime karşı Batıni Karmatilerle gizlice işbirliği yaptığı sabit olduğundan dolayı hicri 309 yılında idam edilmiştir. İslam tarihi kaynaklarının tümü bunu anlatmaktadır.
Ama Allah'ın dini ile tasavvuf kültürünü bir birine karıştıran Gazali, bir taraftan batıniyyeyi rezil etmek için kitap yazarken, diğer taraftan batınıyye'nin siyasi örgülü olan Karmatilerin vurucu timi durumunda bulunan Hallac'ı da tebcil etmekten geri kalmamaktadır. İşte Yasar Nuri Öztürk'ün ağzıyla gazali'nin Hallaç için yaptıkları:
"Halîac'ın sünni İslam dünyasında "Ortak" denecek bir kabulle benimsenmesi ve haksızlığa uğradığının açıkça ilanı, sünnİ düşüncede kelam-fıkıh-fasavvuf üçlüsünü kaynaştıran ve "Hüccet" (kanıt) kabul edilen gazali sayesinde olmuştur. Gazali, sadece tasavvufun resmiyetini tescilde deli! olmakla kalmadı, Halîac'ın sünni resmiyetinin kabulünde de en önemli kalem oldu. Gazali, Hallac'ı aklamakla kalmamış, onu, "Hakikat semasına yükselen arifler" arasında göstermiştir. ", Yaşar Nuri Öztürk, I (allan Mansur ve Eseri, 124, Yeni Boyut, İstanbul 1996

[453] el-Havvas, İbrahim ibn İsmail Ebu İshak olup hicri 291 yılında ölmüştür.

[454] Gazali, İhya, 4/241, el-Halebi, 1939
Aşağıdaki beyitlerin sahibi olduğunu bile bile Gazali'nin Hallac'ı övmesi, yahut en yüksek muvahhid o-larak nitelemesi çok tuhatır. Hallaç şöyle diyor:
"Lahutiliginİn delici ışığının sırrı tarafından beşeriyeti açığa çıkarılan yüce olsun! Sonra yaratıkları arasında yiyen ve içen suretinde açıkça göründü. Hatta yaratıkları onu kapıcıların birbirini farketmeleri yibı fark elti."
Başka beyitlerinde de şöyle diyor: "İçkiye berrak suyun katılması gibi ruhun ruhuma kalıldı.
S^ına birşey olursa bana olur, zira her durumda sen benim"
Sevdiğim kişi ilenim, ben de oyum. Biz bir bedene girmiş (hulul etmiş) iki ruhu/.
Beni görürsen, onu görürsün. Onu görürsen bizi görmüş olursun".
Bakınız, Yaşar Nuri Öztürk, Hallacı Mansur ve Eseri, (Ki(abu'l-Tavasin), LU)-132, blanbul. 1976. Ayrıca
bkz. Nicholson, a. g. e. 134,

[455] Vahdet-i vücud ile vahdeti şuhud nazariyelerini mukayeseli olarak ileride vereceğiz vt> ikisi arasında
isimden öte ciddi bir farkın bulunmadığını göreceğiz.

[456] Nicholson, fi't-Tasavvufi'l-İslami ve Tarihin, 104, Çev. Dr. Fbul-A'l.ı Afifi, Matba.ıtu Lecneti'l-îe'lil" ve
Terceme, Kahire 1956

[457] Nicholson'dan önce, imam İbn Teymiyye bunu kavramış, İhya'dan yaptığımız gibi nakiller yapmış ve
Gazali'nin tasavvufunu kesin delillerle açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ne var ki tasavvuiçular ibn
leymiyye'yi kendileri gibi tasavvfçu göstermeğe çalıştıkları halele söylediklerini lepki ile karşıladıkları için
onu belirtmedik.

[458] Goldziher, Mezahibu't-Tefsiri'l-islami, 259, Cev. Dr. Abdulhalim en-Neccar, Meklebetu'l-Hanci,
Kahire 1955.

[459] İ. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, fi'l-islam, 1 59. Çev. Muhammet! Yusuf Musa, Daru'i-K.ıtib el-Mısri,
Mısır 1946.

[460] İ. Goldziher, a. g. e., 161.

[461] Abdurrahman Bedevi, et-Turasu'l-Yunani fi'l-Hadarati'l-İslamiyye,! 0, Daru'n-Nahdati'l-Mısriyye, Kahire 1940. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 168-172.

[462] Hallac-t Mansur söylemiştir.

[463] Ebu Yezid Sistemi söylemiştir.

[464] Hallac-ı Mansur söylemiştir.

[465] Cazali, bu mecıısiliği Allah'ın aşkıyla sarhoş olmuş ruhların yüksek sesleri olarak niteliyor. Baştanbaşa zındıktık demek olan bu ifadeleri Gazali, eleştiri sayılırsa, eleştirmek için bütün söylediği "Aşıkların sözü gizlenir, anlatılmaz" ifadesinden ibaret olmuştur. Ama bu nevi dindışı şeyler için Allah'ın hükmünün ne olduğunu söylemiyor. Gerçi bundan önce, bunun.tevhidin en üst mertebesi olduğuna kendisi hükmetmişti.

[466] Bu söz Hallac-ı Mansur'undur. el-Bistami, Hallaç, Rabiatu'l-Adeviyye gibi tasavvııfçuların safahatları hakkında bilgi için bkz. Dr. Abriurrahman Bedevi, Şatahatu's-Sııfiyye.

[467] A. Plscios, İbn Arabi Mezhebuhu ve Hayatuh, 256-257- Çev. Dr. Abduı-rahman Bedevi, Beyrut 107*).

[468] R. A. Nicholson, İslam Sufiİeri, 128-129, Ter. Komisyon, Ankara 197».

[469] Gazali, Mişkatu'l-Envar, 122. Mısır 1325 h. Risaleler içinde. Gazali, sır cledİRİ saçmalıkların deşifre
edilmesini ve içyüzünün insanlara açıklanmasını da caiz görmeyerek sahiplerine bir nevi dokunulmazlık
tanımaktadır.

[470] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 172-174.

[471] Ga/ali, Mişkatu'l-Envar, 124.
Bu da Gazati'nin hazırladığı felakettir. Hangi şeye işaret ederseniz, gerçekte Allah'a işaret etmiş olursunuz. Çünkü Allah, işaret edilen o şeyin aynı (kendisi)'dir, diyor.

[472] Gazali, Tevhid kelimesinin gerektirdiği şeylere imanın, avamın tevhidi okluğunu söylüyor. Çünkü u-luhiyet ve rububiyeti sadece Allah'a tahsis eder ve başkalarından nefyeder. Dolayısıyfa yaratıkların ve yaratmanın varlığını ispat eder. Bu da iki mevcudun varlığını, yani biri diğerinden farklı iki mevcudun varlığını ispat eder. Vahdeti yok eden bir anlayışı kabul eder. Bu ise tasavvufçıılar ve onların meşhurlarına göre şirktir. Onun için "La ilahe illallah"m avamın tevhidi olduğunu söyleyerek horlarlar. ! lalbuki bütün peygamberlerin tevhidi odur. Gazali'ye ve başka tasavvufçulara göre havassın tevhidi ise "La huve illa huve"dir. Çünkü bu söz, bir tek varlığı (mevcudu) ispat eder, fiayriyeti, kesreli ve teaddudu (başkalığı, çokluğu) nefyeder. Görünümleri değişik olan birtek mevcudu ispat eder ki bu görünümler halk (yaratıklar) adını almıştır. Yaratılan ile yaralan arasındaki ve varlıklar arasındaki ğayriliği ve başkalığı nefyederken, birincinin varlığının ikincinin varlığının aynı (kendisi) olduğunu ispat eder. S.înki onun varlığından başka bir varlık, onun zatından başka bir zat yok, demek olur. Zatlardaki bu çokluğa ise, kalpleri kor olanfar i-nanır, derler. Cuneydi Bağdadi de. Gazali gibi, tevhidin dört mertebesi olduğunu şöyle belirtmektedir:"lîilki halk arasında tevhid dört mertebe üzere bulunur: birinci , mertebe avamın tevhididir. İkinci meriebe, /.ahir ilim hakikatine ermiş bilginlerin tevhididir. Üçüncü ve dördüncü mertebe de, marifet ehli oian havassın tevhididir ". Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşarı tefsir Okulu, 85, Güneydi Bağdadi ve mektuplun, Risale no, 19'dan naklen.

[473] Gazali, Mişkatu'l-Envar, 125. Yüce Allah istiva ettiğini, meleklerin kendisine yükseldiğini (urııc; elliğini), salih ameli kendisine yükselttiğini bildirmiştir. Ama Gazali, yükselişin (urucun) müstahil olduğunu söylemekle ve kesinlikle reddetmektedir. Çünkü vahdet-i vücudla ters düşmek işlememektedir. Herhangi bir kişinin Allah'a yükselişini kabullenmek kesreti, gayriye ve teadduduu kabullenmek demektir. Çünkü Vukselen ve kendisine yükselinen kişilerin varlığını gerektirir. Bu ise, Gazali'nin anlayışındaki vahdete aykırı ve onunla çelişen bir ikiliktir. Onun için herhangi bir yükselişten söz edilirse, o sadece mecazi bir yükseliştir. Zira yükseliş, zatı ilahinin kendisinden, kendisiyle ve kendisine olmaktadır. Yükselişi yapan, kendisine yükseliş olanın bizzat kendisidir, demektedir.
Yükselen ve inen denildiği zaman da aynıdır. Çünkü inen de, yükselen de aynı zattır. İnmek de yükselmenin kendisidir. Çünkü gerçekte birbirinin aynısı iki vasıftır. Sadece itibari olarak farklıdırlar. Bir nnda, İ3'r durumda kendileriyle bir tek zat tavsif edilir ki, o da ilahi zattır. Nasslarda yükseldiği belirtilen ve sözü edi!en varlıklar, başka isimler taşıyan zatı ilahinin bizzat kendisidir. Allah'ın kendisine yükselttiği salih anıel de bu şekildedir. Aksi halde kesreti ve teaddudu gerektirir.
'Şte Gazali'nin tevhid anlayışı! Bundan sonra aynı felsefe ile, ama yeni bir isim, büyüleyici bir kostüm ve Sözleri kamaştıran aldatıcı büyük bir ünvania karşınıza İbn Arabi çıkar.

[474] Ğazali, Mişkatu'l-Envar, 125

[475] Gazali'nin bazı yazılarında Selefiliğe dahiyane meyletmesine bakıp bu sözlerine şaşmamalısının. Çünkü Gazali'nin yüzleri çoktur. Zamanında değişik insanların karşısına bu yüzlerle çıkmıştır. Bakarsınız, Eş'ari'dir. Çünkü Nizamiyye Medresesinin sahibi Nizamu'l-Mülk böyle olmasını istemiştir. Halbuki kendisi felsefenin düşmanıdır. Çünkü o zaman kitlelerde felsefe düşmanlığı vardı. Bakarsınız, kelamcıdır. A-ma Hanbelilerden çekindiği için de kelamcılara düşman görünür. Örnek verdiğimiz yerlerde ve "el-M.i/:-nunu Biha Ala Gayri Ehliha" kitaplarında tepeden tırnağa kadar işraki ve lasavvufçudur. Diğer kitaplarında da bazan Eş'ari, bazan da Eş' a ri-selefi karışımı olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde her kesime hoşlandıklarını bildiği dille seslenir. Bakınız, Abdıırrahman ei-Vekil, Hazihi Hiye's-Sufiyye, 56-57, Daru'l-Kütübi'l-İimiyye, Beyrut 1984.
İbn Rüşd, Gazafi'yi şöyle tanıtır; "Gazali, kitap yazarken belli bir mezhebe tabi olmayı lüzumlu görmediğini belirterek fıtraten istidatlı olanları uyarmıştır. Gerçeklen de Gazafi Eiş'ari'lerle eş'ari İve kelama), sııfîlerle birlikte sufi ve nihayet filozoflarla birlikte filozof olmuştur. Bu bakımdan onun durumu şu şiirde anlatılan duruma uymaktadır:
"Yemenli biri ile karşılaştığım günde Yemenli, Ma'di kabilesinden birine rastladığım diğer bir gün de Atl-nanî'yim. " İbn Rüşd, Faslu'l-Makal, 144. Bu kitabın çevirisinde Dr. Süleyman Uludağ'ın düştüğü dipnot M şöyle denmektedir: "İbn Rüşd'ün, Gazali'nin tutumu karşısında takındığı tavır akla ve manlığa uygundur. " a. g. e., 145, dipnot. Gazali'nin çelişkileri konusunda yine bakınız, a. g. e. , 264-271.
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 174-176.

[476] Muhyiddin İbn Arabi 561/1165 yılında Endülüs şehirlerinden Mursiya'da doğmuş ve 638/1240 yılında Şam'da ölmüştür. Otuz yıl İşbiliye'de kalmış, sonra Şark'a giderek birçok yerleri dolaşmıştır. Tasavvufçular her devirde ermiş velilerin bulunduğunu söylerken, İbn Arabi'yi velilerin son halkası olarak Hatemu'l-Evüya sayarlar. Hak ile batılın içice bulunduğu birçok eserleri bulunmaktadır.

[477] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 176.

[478] Fususu'U-likem, Bali Şerhi, 375, İstanbul 1309 h. Kaşani Şerhi, 1/192, Tali. Dr.' Ebu'l-A'la Afifi, Kahire 1321.

[479] Fususu'U-likem, Bali Şerhi, 375, İstanbul 1309 h. Kaşani Şerhi, 1/192, Tali. Dr.' Ebu'l-A'la Afifi, Kahire 1321.

[480] Fususu'l-Hikenı. H>-17, Şevki Bey Matbaası. 1287, Aynı yerde, Kainatla Allah'ın görünümleri olan bütün varlikl.tr ihata edilerek tarif edilemediği için Allah'ın tarifinin de yapıl.ımıyacanıj'i söylemektedir.

[481] Fususu'l-Hikem, 112.

[482] Yani bir insan veya bir taş gördüğün zaman İbn Arabi'nin anlayışındaki tanrıyı görmüş oluyorsun.
Çünkü görünen o varlık Rabbin kendisidir.

[483] Aİımed İbn İsa olup tasavvufta Fena konusunu işlemesiyle bilinir. Hicri 27') yılında ölmüştür.

[484] Fusıısu'l-Hikenı, 77, el-Halebi baskısı

[485] ibn Arabi, A. g. e. 104, Şevki Bey Matbaası, 12B7

[486] Yani, putun kendisine bakmayıp onu Allah'ın bir görünümü olarak görseydi, putu kötülemez ve puta tapanları kafir saymazdı.

[487] A. Avni Konuk, Fustısu'l-I likem Tercüme ve Şerhi, 1/258

[488] Fususu'l-l-likem, 79.

[489] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 177-178.

[490] Dr. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi şöyle demekledir: "İlin Arabi'nin vahdet-i vücut I nazariyesine ?;ört: yaptığı tefsirin kabul edilmesi asla mümkün değildir. Çünkü dini temelinden yıkmaktadır. ez-Zehebi, el-İt-ttcahatu'l-Munharife fi Tefsiri'l-Kur'ani'l-Kerim, 75, MektebeUi Vehbe Kahire 1986, üçüncü baskı. 46-Fususu'l-Hifcem, 80

[491] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 178-179.

[492] Fususu'l-Hikem, 103, Şevki Bey Matbaası, İstanbul, 1287. İbn Arabi burada önceki kavimlerin taptığı tonrıları sıralamıştır. Onlar taşa, ağaca, hayvana, insana, yıldıza ve meleğe tapınışlardır. Bunlar Sabtiler, Yahudiler, Hristiyanlar ve putperestlerdir. Bütün bunların tapmalarını tasvip elliği görülmektedir. Çünkü °nun anlayışında bunların bütün taptıkları şeyler rruibud olarak tecelli eden Allah'tan başka bir şey deftildir.

[493] Abdulkerim el-Cilî, el-İnsami'l-Kâmi! fi Marifeti'l-Evahir ve'S-Evail, 2/83. el-Matbaatu'l-Ez-heriyye el-
Mısriyye, Kahire 1316 h. Ayrıca bkz. Dr. Abdıılhak Ensari, Şeriat ve Tasavvuf, Ififi.

[494] İbn Arabi Fıısus, 93

[495] İbn Arabi, Fusus, 66

[496] Ebu'l-Ala Afifi, Fusus Üzerine Talikat, 2/94-95'dan naklen

[497] Doç. Dr. Salih Akdemir, islami Araştırmalar, c, 2, sayı, 7, Mayıs 1988, s, 28-29,
Allahı kadın suretinde canlandırmaktan utanmayan İbn Arabi, Peygamberlere karşı da son derere saygısızdır. Mesela, Hz. Adem'in Allah'ın bütün sıfatlarına sahip insanı kamil olduğu ve tam Allah'ın sureti üzere yaratıldığı, (Fusus, Adem Fas'sı), Hz. Nuh'un, kavmini yanlış davet ettiği, (Fırsus, Nuh F.ıs'sıl, Hz. ibrahim'in gördüğü kurban rüyasını tevil etmesi gerekirken yanlış yaparak tevil etmediği ve ojjlıı İsmail'i kurban etmeğe kalkıştığı, onun için Allah'ın ona kurbanlık koç gönderdiği, (Fusus, İbrahim Fas'sı), Hz. Harun'un Allah'ın buzağı da dahil bütün suretlerde göründüğünü bilmeyecek kadar basiretsiz olduğu, onun için israil oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoymaya çalıştığı, Hz. Mus.ı ise bu gerçeği bildiği için Hz. Harun'u engellemesinden dolayı azarladığı ve buzağıya tapmalarına ;;ö; yumduğu (Fusus, Harun Fas'sı) gibi burada sayamayacağımız örneklerle peygamberlere hak.ıret etmektedir. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 179-180.

[498] Fususu'l-Hikem, 1/212, el-Halebi baskısı, Kâşanî şerhi, 437, İstanbul baskısı, tîâlî şerhi, 420, hicri 1309 baskısı.

[499] Emin Hori, Celau'l-Ğdmiri fi Şerhi Divani İbni'l-Fand, 85-87, Mektebetu'1-Ad.ıb, Beyrut, 1910, İbn Farıd, bütün bu kadınlar sevgilisinin birer sureti, aşıklarının da kendisinin birer sureti olduğunu söyleyerek hepsinin Allah'ın görünümleri olduğunu belirtmektedir. Bkz. a. g. e. 86-87,

[500] Fususu'l-Hikem, 1/76. el-Halebi baskısı.

[501] Ali el-Kari bu konuda şöyle demektedir: " Her hangi bir insanın Allah'ın bir parçası olduğunu söyleyenler bütün tevhid dinlerrnde kafir olur. Söyledikleri en büyük küfür olmasına rağmen, hıristiy.ınl.ır her şey ailahtır, dememişlerdir. Hiçbir kimse, " yaratıklar yaratanın nynıdır, yaralan yaratılanın kendisidir, münezzeh olan Hak müşebbeh olan halkiır"dememişlir. " Ali el-Kari, Firra'l-Avn fi Mııddai İmani Firavn, 158, Risaleler mecmuası içinde, istanbul 1294 h.

[502] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 181-183.

[503] Fatır, 15.

[504] Fususu'l-Hikem, 1/83, el-Halebi baskısı.

[505] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 183.

[506] Dr. Ebu'l-A'la Afifi, Muhyiddin İbn Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, 86. Ter. Mehmet Dağ, A. Ü. ilahiyat Fakültesi Yayınları, No. 127.

[507] Ebu'l-A'ia Afifi, a. g. e. , 90. Yine bkz. Prof. Dr. Erol Güngör, islam Tasavvufunun Meseleleri, 64. İstanbul 1984.

[508] Fusus, 429, Türkçe Çev. 124-125; 205

[509] lbn Arabi, Tercümanu'l-Eşvak, ingilizce çeviri, R. A. Nicholson, 70-71, Lontlra, 1911

[510] Ebu'l-A'la Afifi, a. g. e, ,'87. Hakikati Muhammecliyye yahu! Nur-u Muhammedi nazariyesine ne kadar benziyor! Nitekim İbn Arabi'yi inceleyen İspanyol oryantalist A. Palacîos da aynı görüşü paylaşmaktadır. Bkz. A. Patacios, İbn Arabi Hayatuhu ve Mezhebuhu, 255-277, Beyrut 1979

[511] Ebu'l-Ala Afifi, a. g. e. 86

[512] Bkz. Afifi, a. g. e. Vahdet ve Kesret bölümü

[513] Bkz. Afifi. a. g. e. Kelam bölümü

[514] Bkz. Afifi. a. g. e. Kelam bölümü

[515] Bkz. afifi. a. g. e. Tenzih ve Teşbih bölümü

[516] Bkz. Afifi. a. g. e. Hüviyet ve Sıfatlar bölümü

[517] Bkz. Afifi. a. g. e. Güzellik ve Estetik bölümü

[518] Bkz. afifi. a. g. e. Ahlak bölümü

[519] Bilindiği gibi İbn Arabi, Kıır'an ve sünnet nazarını felsefesine payanda yapmak ve zemin sağlamak için kullanmaktadır. Bunun en açık ifadesi Tefsiru'l-Kur'ani'l-Kerim kitabıdır. 73-Ebu'l-Ala Afifi, a. g. e. 167-168

[520]

[521] Ebu'İ-A'la Afifi, a. g. e. , 162-164. ibn Arabi ile İhvan-ı Safa'nın görüşlerini karşılaştırmak için de bkz. e,, 164-166, Prof. Dr. Erol Güngör, İsiam Tasavvufunun Meseleleri, 61. istanbul 1984.

[522] Ebu'l-A'la Afifi, a. g. e. , 88-89. ibn Arabi ve Hallaç konusunda Dr. Atİfi'nin aynı düşünceleri için bk/. FLisusu'l-Hikem, 1/35-36, Sunuş kısmı. Diğer görüşleri için bkz. Aynı yer, 1/5-43. Ne tuhaftır ki, bütün Şunları gördüğü ve İbn Arabi'nin islam dışı birtakım kaynaklardan beslendiğini tesbit ettiği hnfde, Dr. Afi-'' İbn Arabi'nin kitaplarını göğün ilhamı ve Rasukıllah'ın tavsiyesi ile yazdığı iftirasına inanıyor görün-mektedir. Bkz. Fususu'l-Hikem, 1/10, Sunuş kısmı.

[523] Mırstafa Galveş, et-Tasavvuf fi'l-Mizan, 66, Dam Nahdati Mısr li't-Tab1 ve'n-Neşr, Kahire trs. El>u'r-Reyhan el-Binıni, fi Tahkiki ma li'l-Hind min Makule, 30'dnn naklen. İbn Arabi'nin İslam dışı birçok düşüncesi için ayrıca bkz. Burhaneddin el-Bikâî, Masrau't-Tasdvvuf ev TenbihıVI-Gabi ilâ Tekfir-i İbn Arabî, tah ve talik, Abdurrahman el-Vekil, Daru fhyai's-Sunneti'n-Nebeviyye, İskenderiyye, trs; Dr. Kein.il Muhammed isa, Nazara t fi Mu'tekedati İbn Arabi, Darıı'l-Muclema' li'n-Neşr ve't-Tevzi, Cidde, 1980

[524] Fususu'MHikem, 1/47-48. Tah. Ebu'l-A'fa Afifi, Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Beyrut 1980

[525] Bkz. Fusıısu'l-Hikem, Nuh, Harun, Musa, Muhammed yibi Fas'lar.

[526] Fususu'l-Hikem 1/47. Afifi tahkiki, Beyruf 1980.

[527] A. g. e. , 1/48-56. Afifi tahkiki.

[528] A.g. e., 1/47. Afifi tahkiki. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 183-188.

[529] Saffat, 102

[530] Şuara, 27

[531] Nuh, 22

[532] Nuh, 23

[533] Maide, 17

[534] Casiye, 23

[535] Şuara, 29

[536] Naziat, 24

[537] Taha, 72

[538] Aii el-KaVi, Risale fi Vahdet i't-Vucud, 52-114, Mecmııatu Resail fi Vahdeti'l-Vucud, içinde, Ali bey Matbaası, istanbul, 1294 h. Doç. Dr. Süleyman Ateş, işarı Tefsir Okulu, 172-175. İ3ıı mecmu,]Ha Ehli sünnetin meşhur alimlerinden Sadettin Taftazaninin Risale fi vahdeti't-Vucııd, Ali el-Kari'nin Risale fi Vahdeti'l-Vucud, Farra'l-Avn Min Muddai imani Firavn, İbn Kemal Paşa'nm isimsiz bir risalesi bulunmaktadır.
Ali el-Kari'nin Risale fi Vahdeti'l-Vucud kitabı yakın zamanda Medine'de ikamet eden Konya'lı Ali Kı/.ı İbn Abdullah İbn Ali Rıza tarafından tahkik edilerek Şam'da Daru'l-Memun tarafından yayınlanmıştır.
İbni arabi'yi İsiamdışı görüşlerinden dolayı yüzlerce alim eleştirmiş ve tekfir etmişlerdir. Görüşlerinin ne kadar İslamdışı olduğunu göstermesi bakımından onlardan sadece Türk okuyucusunun tnmdıftt ibn Kem.ıl Paşa'nırj şu sözünü nakletmek istiyoruz: " Fusus'un sahibi başlangıçta alimlerin buyüfiü ve meşayihin i)<ışı iken, sonra şeytan gibi mitlhid (Allahı inkar eden kafirlerin başı oldu. Mecmuam Resail fi Vahdeti'l-Vucud içinde, 50,

[539] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 188-192.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Diğer Mutasavvıfların Tanrı Anlayışları

C. Abdulkerim el-Cîlî'nin Tanrı Anlayışı[540]


Tasavvuf meşhurlarından Abdulkerim el-Cîlî, İbn Fand ve Ibn Arabi'nin düşüncelerini paylaşmaktadır. Kendisinin Allah'ın tecelli ettiği en kamil varlık olduğuna inanmaktadır. Bu anlayışı, daha önce İbn Arabi ortaya atmış, ama el-Cîlî daha ileri giderek işi derinleştirmiş ve felsefesini yapmıştır. el-Cîlî, bu mertebesini kendisinden daha önce olan kimselere kaptırmak istemediği için kendi insanlığının rububiyet ve uluhiyetin en yüce ufku olduğunu söylemiştir.
el-Cîlî, "Allah" kelimesindeki harflere birtakım anlamlar yükleyerek ba-, nj Ve sapık bir yolla yorumlamaya çalışmakta, İslam'ın Yüce Allah hakkında öğrettiği inanç temelleriyle çelişen sonuçlar çıkarmaktadır. Mesela Allah güresinin sonundaki "He" harfinin hem Allah'ı, hem de veli kulu gösterdiğini söyleyerek şöyle demektedir:
"Daire[541] Hak'tır. İçindeki boşluk ise halk. İstersen şöyle söyle: Daire halktır, içindeki boşluk ise, Hak'tır. Çünkü O, hem Hak'tır, hem halktır. İstersen, onun işi ilhamladır, dersin. İnsanın durumu iki yönlüdür; mahluk olması yönü ile acizlik ve kutluk zilletine sahiptir. Rahman'ın sureti üzere olması yönüyle de kemal ve izzete sahiptir. Yüce Allah "Allah veli olandır" buyuruyor. Yani "Allanın velilerine korku ve hüzün yoktur" dediği insanı kamildir. Çünkü korku, hüzün ve benzeri şeyler Allah hakkında müstahildir. Çünkü Allah veli ve hamid olandır. Ölüleri O diriltir ve o her şeye kadirdir. Ayetteki O zamiri veliye aittir. O, yaratık suretinde ortaya çıkan Hak yahut Hanlık anlamları taşıyan halk(yaratık)tır. Netice olarak o, hem noksan, hem de kemal sıfatlarını özünde toplar. O, yüce güneşi nuruyla dünyayı aydınlatmaktadır. Yer O'dur, gök O'dur, en ve boy O'dur. [542]
el-Cîlî, Hz. Ali'nin Allah olduğunu söyleyen Ğulatı Şia'nın "O, Yüce, büyük olandır" ayetindeki " aliyyün" kelimesine bakarak Allanın büyük Ali olduğunu söylemesi gibi, insanın hem insan hem Allah olduğunu söylemektedir. el-Cîlî, daha sonra devam ederek en büyük rab olduğunu şöyle ifade etmektedir:
"İki alemde de mülk benimdir, ikisinde de iyiliğini umacağım veya kendisinden korkacağım benden başkasını görmedim. Önceliğimden Önce yoktur ki ona katılayım, sonralığımdan sonra yoktur ki anlamını geçeyim. Kemalin her türlüsüne sahibim ve Küll"ün büyüklüğünün cemaliyim. Ben ondan başkası değilim. [543] el-Cîlî böyle derken, Yüce Allah şöyle buyuruyor; "Yerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir. [544] "Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O İşitendir, görendir. [545] "O, görüleni de, görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Al-lahtır. Rahman ve Rahim odur. O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye getiren, yüce olan Altahtır. Allah, putperestlerin koştukları ortaklardan münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel isimler kendisinin olan Allahtır. Göklerde ve yerde olanlar onu teşbih ederler.[546] O, güçlüdür hakimdir. [547] "Göklerde ve yerde olanlar Allah'ı teşbih eder. O güçlüdür, hakimdir Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur. Diriltir ve öfdürür. o, her şeye kadirdir, o evvel ve ahir, batın ve zahir'dir. [548]"O, her şeyi bilir. [549]
Fakat el-Cîlî, Kendisiyle Allahın aynı isim ve sıfatlara sahip olduğunu dünya ve ahiret mülkünün sadece kendisine ait olduğunu, alemin kendisinden başka ilahı bulunmadığını ve ahiret gününün maliki de kendisinden başkası olmadığım söyleyerek hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı ve kendi kendine yeterli olduğunu, kimseden hiçbir nimet istemediği, çünkü nimetleri kendisinin verdiği, hiçbir kişiden de korkusu bulunmadığı, çünkü her şeyin sahibi ve malikinin kendisi olduğu, her şeyden önce olan ve her şeyden sonra kalacak olanın kendisi olduğunu iddia etmektedir.
el-Cîlî bu kadarla da yetinmemekte, yaratış (halk)'ın çeşitlerini ve maddi, hissi, ruhi ve manevi varlık suretlerini sayarak kendisinin zat ve vücut olarak bunların aynısı olduğunu, alemde el-Cîlî'den farklı bir şeyin bulunduğunu kimsenin sanmaması gerektiğini de iddia ederek şöyle demektedir: "Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan, Gördüğün ne kadar unsur ve tabiat, asıldan bir toz ve koku olan, Gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina, Gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara, Gördüğün ne kadar düşünce, hayal, akıl, nefis, kalb ve iç organ, Gördüğün ne kadar melek şekli ve manası İblis olan görünüm, Gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve eide edilen bir hak, Gördüğün ne kadar önce gelen ve yetişmek için arkadan koşan koşan, Gördüğün ne kadar seyyid taslağı ve rüzgar gibi Leyla'sına koşan aşık, Gördüğün ne kadar arş, kuşatıcı, kürsü, manzarası yüce olan refref, Gördüğün ne kadar parlayan yıldız ve onlara hazırlanan hoş Adn cenneti, Gördüğün ne kadar sınır ağacı ve iki tarafından çalan zil, İşte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)'dır, Onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir. Halkın Rabbi ve efendisi benim. Büîün alem isim, zatım onun müsemmasıdır.benimdir, melekut benim dokumam ve sanatımdır, ve ceberut benimdir ve benden meydana gelmiştir.[550] filînin olmadığı bir ve sahip bulunmadığı bir şey var mı dersiniz?! hakikatinde tecelli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi bütün alim isim, zatım onun müsemmasıdır" sözlerini gördünüz mü? kilde el-Cîlî alemin rabbi ve sahibi olduğunu, bütün varlıkların Allah,
yanikendisi olduğunu ve kendi adını taşıdıklarını gördünüz mü?
Şüphesiz arif kişi O'nun hakikatiyle tahakkuk ederse onun kulağı ve gözü olur. kendisine hiçbir şey gizli olmaz. Çünkü artık göz bütün varlıkları yaratanın gözüdür. Sonra, onu mutlak olarak inkar etmek de doğru olmaz. Çünkü o inkar edilince, sen inkar edilmiş oluyorsun. Çünkü o senin örneğindir. Sen var olduğun ve sıfatlarının eserleri mevcut olduğu halde inkar edilmen nasıl doğru olur? Onu var saymak da doğru olmaz. Çünkü var kabul edersen, onu put edinmiş ve büyük bir ganimeti kaybetmiş olursun. Yok olan bir şeyi var saymak nasıl doğru olabilir kil? Daha doğrusu, o, var olan sensin, kendini inkar etmek nasıl doğru olabilir? Allah seni hay (diri), alim(bilen), kadir(gücü yeten), murid (isteyen), semi' (işiten), basir (gören), mutekellim (konuşan) olarak kendi suretinde (kendisine benzer) yaratmıştır. Bu gerçeklerin hiçbirini kendinden yok edemezsin. Çünkü o, seni kendi suretinde yaratmış, sıfatlarıyla donatmış ve isimleriyle adlandırmıştır. O diridir, sen de dirisin. O bilendir, sen de bilensin. O isteyendir, sen de isteyensin. O kadirdir, sen de kadirsin. O işitendir, sen de işitensin. O görendir, sen de görensin. O konuşandır, sen de konuşansın. O zattır sen de zatsın. O toplayandır, sen de toplayansın. O vardır, sen de varsın. O rabdır, sen de rabsın. Çünkü hepiniz çoban (yönetici)siniz ve hepiniz güttükleriniz (yönettikleriniz)den sorumlusunuz. O kadimdir, sen de kadimsin. Çünkü onun bilgisinde sen mevcutsun. Bilgisi de var olduğundan beri onunla beraberdir. Böylece, görünüş oiarak onun sahip olduğu bütün şeyler sana verilmiş, senin de sahip olduğun bütün şeyler ona verilmiştir. Ama o büyük[ük ve izzet sahibi olurken, sen zillet ve acizlik sahibi oldun. Başta birinizin diğerine benzemesi doğru olduğu gibi, burada da benzerliğin olmaması doğrudur. [551]
"Halkın rabbi ve efendisi" olduğu iftirasını okudunuz mu? İsyan şehveti kudurmuş olan el-Cîlî'nin şehvetlerin ilahi varlığın sütunlarından olduğu nu, bütün pislik ve kötülüğüyle Allah'ın varlığının aynısı bulunduğunu, bütün sapıklık ve küfrü ile iblisin Allah'ın kendisi ve her müsemmanın ayms, olduğu için alemdeki bütün varlıkların isminin Allah'ın ismi olduğunu, her varlık Allah'ın kendisi olduğu için bütün varlıkların sıfatlarının Allah'ın sıfatı olduğunu nasıl söylediğini gördünüz mü?
el-Cîlî, kendisinin Allahın kendisi olduğunu belirtmekle kalmamakta Hz. İsa'ya da bu çirkin iftirayı yaptıracak kadar Kur'an ayetlerinin anlamını tahrif etmektedir. Ayetleri batini ve sapık bir şekilde tevil ederek Hz, İsa'yı bir yönden ilah, bir yönden de insan gören kimi hıristiyanların inancını taklit etmektedir. Hz. îsa ile ilgili "Allah, ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi insanlardan başka iki tanrı olarak benimseyin, dedin?.[552]ayetini güya açıklarken Allahın İsa ve İsa'nın Allah olduğunu şöyle belirtmektedir:
"Allah İsa'ya sen mi "Beni ve annemi Allahtan başka iki ilah olarak benimseyin dedin?" diye sorunca, İsa subhaneke dedi. Bu teşbihte önce tenzihi getirdi. "Hakkım olmayan şeyi söylemeye hakkım yoktur, dedi. Yani, senin ve benim ayrı şeyler olduğumuzu nasıl söyleyebilirim! Allahtan başka bana ibadet edin nasıl diyebilirim. Halbuki sen zatımın ve hakikatimin kendisi, ben de senin zatının ve hakikatinin kendisiyim. Seninle benim aramda başkalık (muğayeret) yoktur. [553]
Halbuki Yüce Allah el-Cîlî'nin söylediğinden daha ehvenini söyleyen Hıristiyan ve Yahudiler hakkında şöyle buyurmaktadır:
Yahudiler,
"Uzeyr Allahın oğludur"dediler. Hıristiyanlar "Mesih Allahın oğludur" dediler. Bu, daha önceki kafirlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar. [554]
Bütün bunlar veya bunlardan sadece bir tanesi acaba neyi ifade ediyor? Bütün bunlar el-Cîlî'nin görüşlerinin İslam dişiliğim göstermiyor mu? el-Cîlî'nin "el-İnsanu'1-Kamil" kitabı baştan sona kadar Allah'ın başta insan olmak üzere bütün varlıkların Allah ve Allah'ın bütün varlıklar olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Kitabı okuyanlar bol bol örneklerini görürler. [555]


D. Kendini Tanrı İlan Eden Ebu Yezid el-Bistami ve Şatahatı[556]


Ebu Yezid el-Bistami'nin felsefesinin kaynağını ve kendini nasıl tanrı i-ettiğini Macit Fahri'den dinleyelim:
"Fena fİ't-Tevhid doktrinini öğreten İslam'a girmiş bir Hindli oian Ebu Ali es-Sindi tarafından tasavvufa sokuldu. Bestami (Bistami), şimdiye kadar bahsedilen başka herhangi bir sufiden daha çok kendisini son derece şiddetli zorluklara tabi îuttu ki, böylece bizzat kendisinin İfade ettiği gibi, insanlık halinden tamamen soyunabilsin ve Allahla yüzyüze gelsin. Onlar hakkında sonraki alimlerin yorumları ne olursa olsun, Bestami'nin taşkın ifadeleri (şatahat), umumi olarak tasavvufi vecd konuları ve Aliahla ittihad (bütünleşme) fikri üzerinde dönüp dolaşır ve açık bir ilahlaştırma (self-deification) telakkisini ifade eder. Daha sonraki bir sufi müellifin rivayet ettiği şatahatından birinde bestami şöyle der:
"Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: Ey Ebu Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar. Bunun üzerine ben dedim: Beni vahdaniyetinle donat ve senin benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: Sen'i (Allah'ı) gördük ve sen O'sun. Fakat ben(Ebu Yezid) orada olmam."
Herhalde en meşhur olan başka bir şathiyesinde şöyle der: "Subhani ma a'zame şani"(Kendimi teşbih ederim, şanim ne yücedir!).
Fakat bu ifadelerdeki tartışma götürmez vahdeti vücut imalarına rağmen, ona göre, tasavvufi tecrübenin en yüksek noktası bir dereceye kadar olumsuz ve boş kalır. Çünkü Hint tasavvufunun bazı şekillerinde (Patanjali) olduğu gibi, nefs, her ikisi de fani olmuş olan Ben ve Sen, Zat ve Mutlak arasında muallak olarak kalır. Ona nisbet edilen bir sözde de kendisinin ulaştığı ve on yıl çevresinde dolaştığı yokluk (leysiyye) makamından bahsedilir ki şöyle demiştir: "Yok (leys)tan yok'a, yokla geçebildim."
Tasavvufun bu şekli üzerinde Hint tesirinin kesin olduğu Zaehner tarafından gösterilmiştir. Yalnızca Bestami'nin Hintli üstadı el-Sindi'nin ona öğrettiği (Nihai Haki-katlar) meselesine değil, fakat,' ayrıca onun düşüncesinin terkibinde ve onun "Nihi-listic" içeriklerinde (implicalions)da Vedantik metafiziğe götüren açık bir halka vardır.
Bestami Vedantik düşüncesinin Şankara (öl. 820) ve okulu tarafından aktif olarak canlandırılmaya ve sistemleştirilmeye çalışıldığı bir zamanda yaşadı. Onun "Kendimi teşbih ederim" (Subhani), yahut "Ben sen'im" yahut ta "Sen Ben'im" gibi bütünşatahatı onun Allahla tam bir zat ayniliği iddia ettiğini gösterir ve onların Upanişarj lar ve Vedanta'da birçok benzerleri vardır. Belki de onun şatahatından en yayqın olanlarından biri, onun Allah'ı aramasını anlatanıdır. Bestami Allah'ı Arş üzerinrj bulamamış ve bu yüzden O'nun Arş'taki yerine oturmuştur: "Melekut ummanına (alemi müsül= The realm of ideas) ve lahut hicablarına dal dım, hatta arş'a ulaştım. (Bir de ne göreyim) O boştu. Böylece kendimi onun üzerine attım ve dedim: Rabbim, seni nerede bulayım? Ve perdeler kaldırıldı da gördüm ki ben benim, evet Ben Benim. Aradığım şeye geri döndüm ve O Ben idim ve Benden başkası değildi."
Dokuzuncu yüzyılda bir müslümanın böyle kendisini neredeyse Allah in üstünde bir yere koyan şatahatı söyleyebilmesi ve buna rağmen eza görmemesi gerçekten şaşırtıcıdır![557]
Tayfur Ebu Yezid el-Bistami'nin tanrı anlayışını dile getiren bir de şu sözlerine bakalım:
"Çadırımı Arş'ın yanına kurdum. [558]"Öyle bir denize daldım ki, peygamberler kıyısında kalmışlardır. [559] "Sübhani (Kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehim), mâ a'zama şanî (şanım ne yücedir) [560]
Ancak bazılarının görüşlerini sunabildiğimiz tasavvufçuların birbirlerinin anlayışlarım nasıl paylaştığı ve tevhidin canına okumak için aynı çizgiyi nasıl izledikleri açıkça görülmektedir.
Ebu Yezid el-Bistami ve benzerlerinin İslam inançlarıyla bağdaşmayan sözlerini, dinin Özüne ve ruhuna sahip olduklarını iddia eden tasavvufçular reddedip karşı çıkacaklarına, onları temize çıkarma, haklı gösterme ve savunma yoluna gitmişlerdir. Hatta uydurdukları sekr, mahv, fena ve şatahat gibi paravanlarla açıkça küfür ve dinsizlik olan birtakım sözlerini dine uygun göstermek veya sorumluluktan kurtarmak için her yola başvurmuşlardır.
Bu konuda Macit Fahri şöyle demektedir:
"Ancak, sonraki müelliflerce yapılan bir açıklama bize bu meseleye dair bir ipucu verir. Şöyleki, Bistami'nin dini vecibelerini ihmalle itham edildiğinde diğer sufilerin de sığındığı "Cunun=Delİlik" hilesine başvurduğu anlatılır. Her halde bu vasıta birçok sufinin hayatını kurtardığı gibi onun hayatını da kurtarmıştır. [561]
Hatta onları temize çıkarmak veya mazur göstermek için dinin naslarını te'vil etmiş ve çığırından çıkarmışlardır. Halbuki, onların ifadeleriyle kendinden geçtiği veya sarhoş olduğu zaman söyledikleri bu sözlerinden uyanık ve ayık oldukları zaman vazgeçtikleri yahut tevbe ve istiğfar ettiklerine dair hiçbir delil mevcut değildir. Çünkü bu insanların sekr (sarhoşluk) ve ayık bütün hallerde inançları ve anlayışları aynıdır. Yoksa bu inanç ve anlayışla-n sonbahar güneşi gibi bir görünen, bir kaybolan bir inanç ve anlayış değildir.
Kaldı ki İslam sarhoşluk verdiği ve aklı giderdiği için bütün uyuşturucu çeşitlerini yasaklamış ve ancak aklı olan insanları mükellef kabul etmiştir. Bilindiği gibi aklı olmayan deli ve henüz akil baliğ olmamış çocuk İslamın hükümleriyle mükellef değildir. Nitekim ne konuştuğunu anlamayacak kadar sarhoş olan insanların namaz kılmalarını yasaklamış ve sarhoşlukları gidip akılları başlarına gelinceye, yani konuştuklarını anlayıncaya kadar beklemelerini emretmiştir. "Ey inananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, namaza yaklaşmayın[562]
el-Bistami ve benzerlerinin İslam dışı sözlerini temize çıkarmak ve sa vunmak için tasavvufçuların nasıl çaba gösterdiklerine örnek olması için bir misal vermek istiyoruz. Abdulkadir el-Geylani'ye sorulmuş: "Ebu Yezid'in "Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardır" sözü hakkında ne dersiniz? Şu cevabı vermiştir:
"Söylediği doğru ise, anlamı şudur: Geçme ehliyetine sahip olduğunu gördükleri kişileri karşıya geçirmek, bu ehliyete sahip olmadığını gördüklerini de geçmekten alıkoymak, boğulmak üzere olanların imdadına koşmak için orada kaldılar. Tıpkı üstün olan kişinin cennete girmesi için şefaat maksadıyla daha üstün olan kişinin geride kalması gibi. [563] Celaleddin er-Rumî'nin de böyle bir tevili yukarıda kaydedilmişti. [564]
İşin en tuhaf yanı da, tasavvufun en temiz ve ayıklanmış kitabı olduğu, hatta bundan dolayı Hallaç ve benzerlerine yer vermediği söylenen er-Risa-le'de Kuşeyri'nin el-Bistami'den övgü ile sözetmesidir. [565]
Aynı şekilde tasavvufun bidatlanm eleştirmek ve ayıklamak amacıyla yazıldığı iddia edilen Nasır et-Tusi'nin "el-Luma" kitabı daha ileri giderek el-Bistami ve benzerlerinin dindışı şatahatlarım tevil yoluna gitmekte, üstadlarından teviller naklederek sütten çıkmış ak kaşık olduklarını göster meğe çalışmaktadır.[566]
Bu şekilde, İslam'la bağdaşmayan birtakım sözleri ve anlayışları tasavvufçuların savunup temize çıkarmaya çalıştıklarının Örnekleri pek çoktur.
Allah aşkıyla kendilerinden geçerek sarhoş olduklarım veya delirdikleri- pden sufiler, aslında Allah'ı sevmiyor, aksine onun yasağını çiğniyena isyan ediyorlar. Çünkü sarhoşluk veren bütün şeyler dinin yasak r a en şeylerdir. Bu ister alkol ve uyuşturucu almakla meydana gelsin, ister veya güneşte beklemek gibi bir sebeple meydana gelsin, farketmez. kü insanın aklını başından alan ve uyuşturan her şey haramdır, Şeriata haram olan bir yolla helal olan bir şeye gidilmez. Yani gaye vasıtayı sru yapmaz. Tıpkı zengin olmak için başkasının malını çalmak veya faiz vermek yahut şehvetini tatmin etmek için zina etmek gibi.
Diğer taraftan, Allah sevgisinden veya aşkından dolayı sarhoş ve deli ol-juklarını iddia eden bu insanlar acaba Yüce Allah'ı Hz. Muhammed, Ebu Bekir, Ömer ve diğer ashabından daha mı çok seviyordu? Acaba bu insanlar bütün peygamberler ve onların ashabından daha mı çok Allah'ı biliyor ve ona yakın bulunuyordu? Başta Hz. Muhammed olmak üzere peygamberlerin Allah sevgisi veya aşkıyla kendinden geçtiği, sarhoş veya deli olduğu ve sufilerin saçmaladığı gibi saçmaladığı (haşa) var mıdır?! Ya Peygamberler ve ashabı sufiler kadar Allah'ı bilmiyor, sevmiyor ve ona yakın bulunmuyordu, yahut sufilerin Allah aşkı ve yakınlığı yanlış ve batıldır. Yahut sufiler Allah aşkı ve sevgisinin maskesi altında İslam'ın belkemiği olan tevhid prensibini yıkmak ve dini bozmak için bu yollara başvuruyordu. Allah sevgisi olmak üzere her alanda insanlar için ölçü ve örnek Peygamberler olduğuna göre, bütün müslümanların onlara uyması ve sufilerin bu anlayış ve metodlarma karşı çıkması gerekir. Dinin ölçüleri ve hükümleri kesin ve açıktır. Hangi meslek ve meşrep mensubu olursa olsun, aşk, sarhoşluk, ibadet, ermişlik ve başka adlar altında bu hükümleri bozmağa, sulandırmağa veya üstüne çıkmağa kimsenin hakkı yoktur. İslam şu veya bu sınıfa hiçbir Şekilde ayrıcalık tanımamaktadır. [567]


E. İbn el-Farıd [568]


İbn Farıd, ittihada yahut vahdete inanır. Fani olan yaratıkların vacibu'l-vücud olduğunu söyler. Kısaca, bu adamın ittihad bid'atına inandığını söylememiz gerekir. Tasavvuf meşhurlarının inandığı bu hurafeye göre tasavvufi tanrı (Allah bundan münezzehtir) zatı, sıfatlan, isimlen ve fiilleriyle maddi yahut soyut suretlerde ortaya çıkmıştır. Mesela insan, hayvan, cansız, cin,put, vehim, hayal ve zan olmuştur. İsimleri, fiilleri ve sıfatları da o varhl^u rın isim, fiil ve sıfatlarının aynısı olmuştur. Çünkü mutlak veya rnukayy6f) varlık odur ve mahiyeti itibariyle bu varlıklar tasavvufi tanrının kendisi v aynısıdır. (Yani azgın ve canilerin işlediği bütün günahlar, yırtıcıların avla rını parçalaması veya kemiklerini kırması İbn el-Farıd ve benzerlerinin inandığı tanrının işi, günahı ve işlediği suçu olmaktadır.)
Gerçeklerin ortaya çıkması için sizlere Taiyyesinden yapacağımız nakilleri iyice düşünmenizi ve anlamaya çalışmanızı istiyoruz. Şöyle diyor:
"Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm.[569]
İbn Fand, Yüce Allah'ı güya sevgilisi gibi canlandırarak İlahi zatın kendisinden bütün gayrilik ve farklılık perdelerini kaldırdığım, gizli hakkı ona açığa çıkardığını, böylece bizzat Allah'ın hakikatinin alemdeki bütün varlıklarda ortaya çıktığını söylemektedir.
Kısaca, alemdeki bütün varlıkların bizzat Allah'ın zatı olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Bu madde alemindeki bütün varlıkların Allah'ın aynısı ve hüviyeti olduğunu, kendi varlığının da onun varlığının kendisi olduğunu ifade etmektedir.
İbn el-Farıd'in bu anlayışına göre Allah olmayan hiç birşey yoktur. Hatta Allah'ın İbn el-Farıd'a göre bu maddi suretlerden yahut varlığı kesin veya vehim yahut hayali varlıkların zihindeki suretlerinden başka bir varlığı yoktur.
"İlahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve yalnızlığım kalktığında ondan başkası olmadığımı gördüm. [570]
Ne var ki görünen bu varlığın birden ortaya çıkan bir kuruntu veya geçici bir durum yahut gözüne görünen ve zihinde şekillenen bir hayal olduğunu birilerinin sanmaması için arkasında şunu eklemiştir:
"Yokluk (mahv)dan sonra ayıldığım (sahv) da ondan başkası değildim. Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı.
İki kişi anmadığı için benim sıfatlarım onun sıfatlarıdır, ikimiz de bir olduğu için şeK-li benim şeklimdir.
O çağrılırsa, ben cevap veririm. Ben çağrılırsam, beni çağırana o cevap ve Karşıitk verir.
O konuştuğu zaman, aynı şekilde ben konuşmuş olurum, bir şey anlattığım zamananlatmış olur.
Aramızdan muhatap zamiri (te'si) kaldırılmıştır. Yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındadır.
İkinin bir olarak görünmesini ve görünmeyen uzağın görülmesini aklın almıyorsa,
bundaki gizli bazı işaretleri sana açıklayacağım ki apaçık kelimelerin gibi bu da
sana açık olacaktır.[571]
Tasavvuf dilinde sahv (ayılma), kuvvetli bir varidle sarhoş olduktan sonra arifin kendine gelmesi ve duyarlılık kazanmasıdır. Kendine gelen kişi, ilahi zat ve sıfatları yahut zat ve tezahürleri arasındaki farklılığı müşahede eder. Kainatın ilahi zatın kendisi olmadığını, sadece isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri olduğunu anlar.
Tasavvuf dilinde mahv (yokluk) da, çokluk ve başkalığın yok olması, birden fazla olan değişik yaratığın ortadan kalkmasıdır. Başkalığın kaybolması ve mutlak birliğin tecelli etmesidir. Bu durumda sofu, yaratıkları hakkın kendisi ve kulu rabbin aynısı olarak görür.
O halde tasavvufta sahv ile mahv arasında fark vardır. Ama İbn Fand, sonradan ortaya çıkarılan bu ayrımı kabullenmemiş ve tasavvufçularm inançlarının gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymak için maskeyi yırtmış ve örtüyü kaldırmıştır. Sahv ile mahv arasındaki bu farkı başkaları kavramasın diye telaşlı bir şekilde arayı kapatmaya çalışmıştır.
İbn el-Farıd'm "Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli etti" sözündeki saraheti ve cüretkarlığı düşünün! Adamın, Allah için bir zat kabul etmeyi reddetmesini ve zatının onun zatının bir eseri olduğunu kabullenmeyi reddedişini görün! "Zatım onun zatına" yahut "Onun zatı zatıma" demiyor. O-nun yerine, alemin gerçek rabbini tasavvuf dilinde yok saymak için "zatım zatıma" diyor. Her iki durumda da onun (İbn el-Farıd'm) zatından başkası yoktur. Bu anlayış ve ifadelerdeki İslam dışı inancı ve tavrı görüyorsunuz.
İbn Fand, her şeyin kaynağının kendisi olduğu ve her şeyin kendi elinde bulunduğunu da belirterek şöyle devam etmektedir:
"İçimin nurundan olan ve irademle hidayete erdiren bir melek içermeyen hiçbir felek yotur.
Zahirimin feyzi olarak bulutlardan yağan damlalar içermeyen hiçbir yer yoktur.
Bir parıltı gibi görünen nur benim doğuşumdandır, bir damla gibi olan okyanus benim kaynağımdandır.
İki alemde belirttiğimin zıddına hükmedecek ve benim gibi hükmünü geçirecek bir eşim yoktur.
Görünüşüme secde edenleri bende gördüm, kesin olarak anladım ki secde eden Adem ben İdim.[572]
İbn Farıd, hem Allah, hem peygamber olduğunu şöyle belirtmektedir:
"Benden bana bir peygamber gelmiştir, sıkıntı çekniem kendisine zor gelir, bana son derece de düşkündür.
Benden bana peygamber olarak gönderildim, ayetlerimle zatım bana delalet etti. [573]
Şu ifadeleri okuduktan sonra İbn Farıd'ın vahdeti vucud inancını nasıl savunduğunu ve kendini Allahın yerine nasıl koyduğunu açıkça görmemek mümkün değildir:
"Gerçekte önüme yöneldim, dışımdaki şeyler arkada kaldı, ne yöne yöneldimse oradaydı.
Bakan kişi namazımda onu İmamım olarak görür, kalbim beni imamların önünde görür.
Kalbime yerleştiği için imamın bana dönüp namaz kılmasında yadırganacak bir şey yoktur, çünkü kıblemin kıblesi odur.
Yapılan hac ve umrede, kılman namazda altı yönün tümü bana yönelmiştir. Makam'da ona namaz kıldım, onun a bana namaz kıldığına şehadet ederim.
İkimiz de namaz kılıyoruz; birimiz her secdede cem' ile hakikatine secde etmektedir.
Başkası bana namaz kılmış olmadığı gibi, her rekatta da başkasına namaz kılmış değilim. [574]
"Onlar ve öncekiler söylediklerini söylediler ve gittiğim yolda adımlarımı izlediler. Benden önceki davetçilerin bereketi benim sağ elimdedir, sonra gelenlerin kolaylığı da sol elimdedir.
. Herhangi bir işin benden habersiz olduğunu savunma, ancak bana kulluk yapan kişiler üstün olur.
Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şahitler bulunur, ne verilen sözler olurdu. Hayatını hayatımdan almayan hiçbir canlı yoktur, herkes ancak benim istediğimi isteyebilir.
Her konuşan ancak benim sözlerimi konuşur, her bakan ancak benim gözümle görür.
Her dinleyen ancak benim kulağımla işitir, her kahreden ancak benim şiddetimle kahreder.
Benden başka ne konuşan, ne bakan, bütün yaratıklardan benden başka işiten yotur.
Terkip aleminde her suret ve güzellikte onun bir manası ile zahir oldum.[575]
"Zeki ot, etki bırakan işlerinde kendine insaf ederek nişlerinle bak, Doğru söyle, açıkça görecek olursan, parlak aynalarda kendinden başka ne görüyorsun! Aynalarda senden başkası mı yansıyor, yoksa ışık yansıyınca kendi kendine mibakıyorsun?
Büyük binaların yanında kendi sesinin nasıl yankı yaptığını dinle. Orada senden başka sana seslenen mi var, yoksa yüksek sesini mi işitiyorsun? Gördüğüm bütün bu şeyler tek bir kişinin işidir, ancak üstü kapalı ve Örtülüdür. Örtüyü kaldırırsan, ondan başkasını görmezsin, artık vasıflarda hiçbir şek ve şüphe kalmaz. [576]
Bu şekilde İbn Fand, vahdeti ucud inancını kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu inanç, öteden beri Yüce Allah'ın alemin bizzat kendisi olduğu inancına dayandığını, yaratan ile yaratılan arasında mutlak veya mukayyed, relatif veya sübjektif bir gayriliğin bulunmadığım, mahivde de, sahivde de sofunun Allah'ın görünümü olduğuna inanmaya dayandığım vurgulamaya çalışmıştır. Hakkın delili ile yüzyüze geldikleri zaman kimileri ikiyüzlülük yaparak üstü kapalı ve kinaye yolu ile söylerken, İbn Farıd, çılgın bir cesaretle bunların ne demek istediklerini açıkça ifade etmekte ve şöyle demektedir:
"Ne zamana kadar örtülü kalacağım! İşte perdeyi yırttım. Zaten perdenin düğümlerini çözmek yaptığım biat antlaşmasında vardı. [577]
Yani Allah'la yaptığı biat akdinde, Allah'ın her zaman yaratıkların suretinde ortaya çıktığım ve zatının onların zatıyla belirdiğini herkesin görmesi için bütün perdeleri yırtacağına ve bütün düğümleri çözeceğine dair söz vermiştir. İbn Farıd, vahdeti vucud inancını bu şekilde ortaya koymaktadır.
İbn Farıd, kendisinden önce "Öyle bir denize daldım ki peygamberler o-mın sahilinde kalmışlardır" diyen Ebu Yezid Bistami gibi, kendisinden önçekilerin ancak bulunduğu sahile ulaşabildiklerini söyleyerek düşüncelerini pekiştirmektedir;
"İşte sana daldığım deniz! Hürmetimi çiğnememek için öncekiler onun sahilinde durdular.[578]


F. İbn Amir el-Basrî[579]


Söylediklerimizin meşhur tasavvuf çul ardan birçoğunun anlayışı olduğundan şüphenizin olmaması için daha az meşhur bazı tasavvufçuların tanrı anlayışlarından da örnekler vermek istiyoruz. İbn Farıd'ın Taiyye'sine vezin ve kafiyede nazire yazdığı, tıpkı onun düşünceleriyle ördüğü İbn Amir in şu Taiyye'sine bakalım. Şöyle diyor:
"Sevgilim bana her yönden tecelli etti, onu her mana ve surette müşahede ettim, Sırları keşfederek bana benden seslendi, o sırlar letafet ve yücelikte başkasının bulunmasından münezzehtir. [580]
Bana, kim olduğumu biliyor musun? dedi. Dedim ki: Ey seslenen, sen benim, çünkü sen benim hakikatimsin.
Baktım, ortağı olmayan, ama kesretle örtünen mahza vahdetten başkasını görmedim.
Eşya çoğalmış, halbuki hepsi (el-küllü) birdir, bir hüviyet içine dercedilmiş sıfatlar ve zat.
Sen benim, hayır, ben sensin, [581] her türlü gayr ve ortaklıktan münezzeh bir vahdet. [582]


G. Sadreddin Konevi [583]


Sadreddin Konevi, İbn Arabi ekolünün bariz temsilcilerindendir. Onun insan-ı kamil nazariyesini şerhederek varlığı kırk mertebeye ayırmakta vemertebe olan insanın en mükemmel olduğunu söyleyerek "Merati-7 Yiicud" kitabında şöyle demektedir:
Varlığı kırkıncı mertebesi insan-ı kamilin mertebesidir. Bütün mertebeler ve ale-jn turnü onunla tamamlanmıştır.[584] Hak subhanehu aleme isim ve sıfatlarına gö-p en mükemmelin zuhuruyla zahir olmuştur. Varoluş bakımından insanın mertebe en aşağı olduğu halde, kemalatta mertebelerin en yücesine sahiptir. Gerçek hakikatleri ve ahlaki hakikatleri tafsili ve icmali olarak, zat ve sıfatlan hikmet ve varlık olarak, lüzum ve araz olarak, hakikat ve mecaz olarak hepsini benliğinde toplamıştır Dış alemde gördüğün ve duyduğun ne varsa, hepsi insanın inceliklerinden bir inceliğin ifadesi ve İnsanın hakikatlerinden bir hakikatin ismidir. İnsan Hakk'ın kendisidir. Zat, sıfat, arş, kürsi, levh, kalem, melek, cin, gökler ve yıldızlar, yer ve içindekiler, dünyevi uhrevi alem, varlık ve içindekiler, ne varsa hepsi insanın kendisidir. Hakk'ın kendisi odur. Kadîm ve hadîs odur. [585] Konevi'niıı bu sözlerindeki İslam inancıyla bağdaşmayan şeyler sanırım açılamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Ancak Sadreddin Kone-vi'nin, vefatından önce tasavvuf ve onun felsefesinden yüz çevirdiği anlaşılmaktadır. Osman Nuri Ergin'in tanıttığı Murid ve dostları için kaleme aldığı ve Osman Ergin'nin tanıtarak neşrettiği vasiyetnamesinden bu halini bildiren şu cümlesini buraya alıyoruz;
"Arkadaşlarıma benden sonra zevke dayanan bilgilerin meselelerine dalmamalarını, te'vile gitmeden benim ve Şeyh (İbn Arabi)'nin sözlerinden açık olanlarını ve nassları düşünmekle yetinmelerini tavsiye ederim. Benden sonra bunlar yasaktır. Hiçbir kimsenin zevke dayanan sö2ünü kabul etmesinler. [586] Bu konuda Doç. Dr. Mikail Bayram da şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "İbn Teymiyye eleştirilerini temelde bu eserine yöneltmiştir. Fakat Konevi, özellikle 659/1261 yıllarından sonra çeşitli siyasi ve sosyal olayların sonucunda görüşlerinde birtakım tashihlere gitmiştir. Moğol istilası dönemindeki siyasi baskı döneminde özellikle hadis ile meşgul olmayı yeğlemiş ve ömrünün son on yılında bunu sürdürmüş, tasavvufi İlgilerini arka plana atmıştır. Ondaki bu zihniyet değişimi son günlerinde kaleme aldığı "Vasiyatname"sinde açıkça gözlenebilmektedir. "Vasiyyetna-me"de şu hususlar bulunmaktadır:
a-"îhlas suresi" ve "amentu'deki şekliyle bir iman tazelemesi yapmıştır,
b- Cenazesinin umumi mezarlığa defnedilmesini ve arkasından okuyucuann gelmemesini istemiştir,
c- "Beni fıkıh kitaplarında yazıldığı şekilde değil, hadis kitaplarında v zıldığı gibi guslediniz" demektedir,
d- Felsefe ve hikmetiyata dair kitaplarının satılmasını, tefsir, hadîs f kıh vb. kitaplarının Şam'da vakfedilmesin! istemiştir,
e- Kendisinin olsun, İbn Arabi'nin olsun irfani konularla ilgili olarak ya-dıkları şeylerle meşgul olunmamasını istemiş, kitap ve sünnete sarılıp ziki le meşgul olmalarını tavsiye etmiştir.
Görüldüğü gibi, Konevi ömrünün son yıllarını tasavvuf ve vahdet-i vücn du bir yana bırakarak Kitap ve Sünnete sarılmakla geçirmiştir. Fakat onun bu yönü pek bilinmediğinden İbn Teymiye'nin kendisini küfürle suçlamasından kurtulamamıştır. Onu bu durumunu bilmiş olsaydı herhalde ona karsı daha müsamahalı bir ifade kullanırdı.[587]


H. Abdulğani en-Nablusî[588]


en-Nablusi, "Sana biat edenler ancak Allah'a biat ediyorlar[589] ayetini açıklarken şöyle demektedir:
"Yüce Allah, peygamber Muhammed'in, Aİlah olduğunu, biatinin da Allah'ın biati ve biat için uzatılan elinin Allah'ın eli olduğunu bildirmektedir. [590] Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya "Ben seni seçtim. [591] ayetini de şöyle açıklıyor: "Ben, sen ve sen ben olmamız için, benden sana vahyedileni dinle. Bu da gafil insanın kendi nefsiyle konuşmasına benziyor. O, nefsi ile konuşuyor ve nefsi onunla konuşuyor. [592]
Yine Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya "Benim gözetimimde yetiştirilmen için sana kendi sevgimi lütfettim. [593]ayetini açıklarken de şöyle diyor:
"Zatımı sana giydirdim ki, onunla ben görünürüm ve sen kaybolursun. Sen görünürsün, ben kaybolurum. İkisi iki değil, bir kişidirler. [594]kadar gerçekleri saptıran ve batılı terviç etmek için mugalatayı lek edinen insan çok nadirdir. Vahdet-i vücut inançlarında tasavvufcu
Kur'an ve sünnete bağlı kaldıklarını söyleyerek şöyle diyor: "Rabbimizi tanımada, Kur'an'da kendisinin kullandığını kullanmada, peygamberin onun için kullandığını kullanmada azığımız ve dayanağımız Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'tn sünnetidir"[595]
Nablusi gerçekleri saptırmakla yetinmemiş, vahdet-i vücuda sarılırken zık ve dayanağının Kur'an olduğunu da iftira etmiştir. İnanıyoruz ki, naklettiğimiz son paragrafı Nablusi'nin akidesinden habersiz olarak okuyan bir kimse, onun kalbi hakkın nuru ile taşan bir mü'min olduğuna inanır. Tasav-vufçular böyledir. Her duruma uygun bir kıyafet giydirir ve okuyucuyu memnun edecek bir süs verirler. Ne zaman ona inanırsa, onu avlar ve öldürürler. Çünkü anlatımda batıla hak elbisesi giydirmekte oldukça hüner kazanmışlardır.
Allah'ın kitabına kin ve nefret savaşı açan sapık bütün fırka ve inanç mensupları bu şekilde davranmıştır. Allah'ın vahyini açıkça yalanlamıyor, onun yerine öldürücü iki yüzlülüğüyle hedeflerini maskeleyip lafızlarını kutsallaştırdığını söyleyerek onlara Allah'ın hiçbir şekilde tasvip etmediği ve Kur'anla hiçbir ilişkisi bulunmayan anlamlar yüklüyorlar. Bu kılıfla bakarsınız küfrün anlamının iman ve batılın hakkın kendisi olduğunu söylüyorlar. Onun için Allah'ın sözünü yalanlamada bunların en kurnaz ve korkunç oldukları görülür. Küfrünün sinsiliğinde Bahailik ve davetinin deccal-lığında Kadiyanilik sapık fırkalar olarak bu metodun tipik Örneklerini oluşturmaktadır. İkisi de Allah'ın kutabına ve rasulünün sünnetine inandığını iddia ettiği halde, bakarsınız Allah'ın, Rasulu nün ve Kur'an'ın amansız düşmanı onlardır.[596]


I. Muhammed ed-Demirtaş [597]


ed-Demirtaş, vahdet inancını şöyle dile getiriyor: "Örtü kalkmadan Önce bir zamanlar benim sana zikr ve şükreden olduğumu sanıyordum.
Karanlık çekilince, artık zikreden ve zikredilenin sen olduğunu gördüm. [598]
Bakınız şu işe! Gözünden örtü kalkıp kendisinin Allah olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor:
"Herşeyde bir ve mevcut olan sadece O'dur, ancak vehimde 'başka" dîye adlandırılmış. [599]
Buradaki "Herşey" anlamında olan "külli" kelimesi kapsam ve şümul bakımından herşeyi içerir. Hissin idrak edeceği, vehmin hayal edeceği veya aklın farkına varacağı ne varsa, hepsi zat ve sıfat olarak Allah'ın aynı (ken-disi)'dir. Ne var ki vehim (kuruntu) bu gerçek ile akıllar arasında enge] olmuş, onlar da hissedilen bütün bu varlıklar ve zihinsel suretlerin Allah'tan başka şeyler olduğunu sanmıştır. Onun için şöyle diyor; "Allah'tan başka varlık yoktur, başkası vehim ve hayaldir. [600]


J. İbn Acibe[601]


Sinsi bir Fatımi ruhla beslenen İbn Acibe, İbn Ataullah'ın Hikem'inden şu beyitleri almakta ve aşağıda belirteceğimiz şekilde açıklamaktadır.
"Bir rab, bir kul ve zıddı nefyetmek mi? Ona dedim ki, bende böyle bir şey yok!
Öyleyse sizde ne var? dedi. Bizde yokluğun varlığı ve varlığın yokluğu, hakkı terkederek bir hakkı tevhid etmek vardır. Benden başka hak yoktur. [602]
İbn Acibe, ehadiyetin vahdetin mübalağası olduğunu, bu da vahdetin nihai şekliyle gerçekleşebileceğini, hakikatinin gereği olarak alemlerin mevcut olmayacak şekilde mahvolması ve iptal edilmesi gerektiğini, çünkü alemler mevcut olursa ehadiyetin bulunamayacağı, aksine ikilik ve çokluk olacağını belirttikten sonra beyitleri şöyle açıklamaktadır:
"Şairin söylediğinin anlamı şudur: Ubudiyet için rububiyet manalarının sırlarından - ayrı ve kendi kendine kaim müstakil bir yer kabul ederek (Aîlah-afem) ayırımı yapanları reddetmektir. Çünkü bu ayırımın olması halinde ubudiyet rububiyetin vasıflarına aykırı düşer. Halbuki hakkı (Allah'ı) tevhid ederken "Onun hiçbir zıddı yoktur" diyorsun. Eğer farkı (Allah-alem ikiliğini) kabul edersen, kendi sözünü nakzetmişonunia çelişmiş) olursun. Onun için İbn Atauliah "ve zıddı nefyetmek" demiştir, nurada vav harfi beraberlik bildirmekte olup bu beraberlik inkar edilmektedir. Yani budiyet rububiyetin vasıflarına aykırı olduğu halde ve rububiyetin zıddı kabul edilmemişken, müstakil bir rab ve müstakil bir kul olabilir mi?
Gerçek şu ki, Allah fark kalıplarında bütün varlıkların görünümünde tecelli etmiştir. Yani bütün varlıklar Allah'ın görünümü olup varlıkları Allah'ın varlığından ayrı bir-sey değildir). Ubudiyet kalıplarını izharda rububiyet azametiyle zahir olmuş (görün-müş)'tür. Onunla beraber başka birşey yoktur![603]
Sinsi bir Fatımî olan İbn Acibenin bu sözlerini biraz açalım. Şunu söylemek istiyor: "İnanıyoruz ki, rububiyetin zıddı yoktur. Zat ve sıfatlarda rubu-biyetten farklı olan bir ubudiyetin varlığını kabul edersek, kendi kendimizle çelişkiye düşmüş ve söylediklerimizi yalanlamış oluruz. İnanılması gereken aey, mutlak vahdet (teklik)'tir. O da kulun rabbin bızsat kendisi olduğudur. Ancak bu şekilde "Rabbin zıddı yoktur" sözümüzle çelişkiye düşmemiş oluruz. [604]


K. Hasan Rıdvan[605]


Hasan Rıdvan, oniki bin beyit kadar olan ve tasavvvufu açıklayan "Rav-du'1-Kulûb el-Mustetâb" adlı uzun şiirinde vahdeti vücut inancını, açıkça savunmaktan kaçınan eş-Şarani ve kaçamak bir üslupla dile getiren İbn Arabi'den daha açık bir cesaretle açıklamaktadır. Bu inancı açık yüreklilikle savunmasının sebebi, belki de yaşadığı Mısır ortamında tasavvuf konularının fazla problem olmaması yahut çağdaşı olan alimlerin vahdeti vücut anlayışına karşı biraz duyarsız olmaları veya o günün siyasi olayları sebebiyle halkın tasavvuf! konulara ilgisiz oluşudur. Hasan Rıdvan vahdeti vücut inancını şöyle açıklamaktadır:
"Alemde onun dışında birşey yoktur, eşya onunla birlenir,
Vehmedilen varlığın çokluğu esasında birlikte yokluktur,
Hak bütün eşyada zahirdir ve görünen tezahürleri (varlıklar) onun sırrı ile kaimdir Zerrelerden her bir zerre herşeyin O'nun (Allah'ın) zatının aynısı olduğunu sölyür,
Vahdet-i vücut (varlığın birliği) her şeydedir, ancak farik (ayırıcı özellik) var gibi bul edilir,
O halde hudus ve fena ile nitelenmesi veya tarif edilmesinin zararı olmaz.[606]
Beyitler halinde dile getirdiği vahdeti vücut düşüncesini kendisi şövt açıklamaktadır;
"Ulvisinden süflisine kadar Allah'ın dışındaki bütün varlıkların ve mümkün mahiyetlerin varlığı, varlık bakımından ariflerin nazarında batıldır. Bunların ezel ve ebed-de hiçbir gerçeklikleri yoktur. Gerçekten mevcut olan varlık, Yüce Hak'kın zatıdır Bu eşya ve açık mahiyetlerin kendine mahsus gerçek bir varlığı yoktur. O varlıklarda görünen şey, şu veya bu şekilde zahir olup tecelli eden gerçek varlığın nurunun boyasından başka bir şey değildir. Bütün görünümlerde zahir olan O'dur. Yapılarının istidadına göre ortaya çıkan bütün eşyada görünen O'dur... İcmali ve tafsili, külli ve cüzi olarak onun değişik görünümleri, ilgili ezeli bilgisine göre bütün bu varlıklarda muhtelif şekillerde görünmesinden başka birşey değildir. Varlık tektir, çoKluk ve farklılık ise, ezeli bilgisine göre, zuhurun çeşitliliğindendir. Tıpkı güneş ışığının kristal parçalarının renklerine göre değişik renk ve çoklukta görünmesi gibi. Asıl ışığın hakikatini gören ve renksiz olduğunu anlayan kişi, zahirde çoğalmış olan bu ışıkların yansıtma yeteneklerine göre kristallerde meydana gelen yansımalardan ibaret olduğunu anlar. Ama kristallerde ve onların renklerinde kalan kişi, gerçek ışığı göremez. Yüce Allah'ın çoğalan ve farkhlaşan görünümlerinde kalan ve Allah'ın varlığı yanında bunların bağımsız varlıklar olduğunu tevehhüm eden kişi, yoldan sapmış, açıkça günah işlemiş, açık ve gizli olarak Allah'ın kabul etmediği bir şeyi O'na ortak koşarak haksızlık yapmış olur. Sonuç olarak, zatı itibarıyla, Allah'tan başka her şeye bakıldığı zaman tam bir yokluk, gerçek varlık bakımından bakıldığı zaman ise, o varlığın varlığı ile mevcut olduğu görüIür. [607]
"Bütün bu anlatılanlardan anlaşılmıştır ki, gerçekte Allah'tan başka bir varlık yoktur. Değişik, çok ve birbirinden farklı da olsa kainattaki varlıklar ise, gerçekte Hak'kın görünümleri, nurunun ortaya çıkışları ve zatının değişik tecellileridir. Zatının kendisi oian isim ve sıfatlarının eserleridir. Onun için (İbn Arabi) "Her şeyde ona bir delil vardır ve bu deli! onun her şeyin kendisi olduğunu gösterir" demiştir. [608]
Rıdvan, tasavvuf yoluna girenleri müjdeleyerek şöyle devam ediartmaya devam eder ve nihayet onda tevhid kemal bulur, vahdet-i vücudun rrı kendisine açılır ve zevkini ondan alır, kastedilen vahdet nuru ile görülen toplu-k yok olur, birleylci gözüyle kainatta bir tek zattan başka birşey görmez.[609] Hasan Rıdvan, vahdeti vücut anlayışını daha fazla açıklamak için AbIkerim el-Cîlî'nin kar ve su misalinden de yararlanarak şöyle demektedir: "Allah su, alem ise kardır. Kar da aslında sudur. Kar oluşu sonradan olan bir şeydir Gerçek varlık karın aslıdır. Kar oluşu ödünçtür. Akıl ve düşünceler Allah'ın zat, isim ve sıfatlarının hakikatini kavramadığı gibi, ortaya çıktığı şeylerde ve zatının durumları olan tecellilerinde de zuhurunun nasıilığtnı kavrayamaz. Çünkü zuhur ve tecellileri, başkası tarafından idrak edilmeyecek kadar hassas ve üstündür. [610]


[540] Abdulkerim ibn İbrahim el-Cilî veya el-Cildnîolup Hicri 830 yılında ölmüştür. İranlıdır. En meşhur ?.*-eri "el-İnsanu'l-Kamil fi Marifeti'l-Evahİr ve'I-E va i I "d ir. İbn Arabi'nin vahdeti vucud felsefesini daha da ileri götürmüştür.

[541] Arapçada "He" harfinin boşluğunu kastetmekledir.

[542] Aİıdulkerim el-Gli, el-İmanu'l-Kami! fi Marifeti'l-Evahİr ve'l-Evail, 1/19, el-Matbaatu'l-Ezheriyye el-Mısrıyye, Kahire, 1316 h.

[543] Abdıııl kerim el-Cilî, el-İnsanu'l-Kamil, 1/19,

[544] Aİ-i limr.189

[545] Şura., 11

[546] Her türlü noksanlık ve olumsuzluktan münezzeh olduğunu söylerler.

[547] Haşr, 22-24

[548] O, her şeyden öncedir, her şeyden sonra kalacak olandır, vnrlıfir açık, mahiyeti insan için gizlidir.

[549] Hadicl, 1-3

[550] Abdulkerimel-Cili, el-İnsanu'i-Kamil, 1/19-20, Kahire, 1316 h.

[551] Abdulkerimel-Cili,el-İnsanu'l-Kamil, 1/9, Kahire, 1316 h.
Allah ile yaratıklar arasındaki isim ve sıfat benzerliyi, isim benzerliğinden öleye geçmez. Allah'ın isim ve Sıfatları Allaha güre ve Allahça iken, yaratıkların isim ve sıfatları da yaratıklara göredir. İkisi arasında yaratan ile yaratılan özellisi dışında organik hiçbir bağ ve benzerlik yoklur. Mesela, görme sıfatını ele a'3İım, Allah'ın görmesi Allaha göre olup yaratıkların görmesinden ayrıdır. Yaratıkların görmesi gözün Va"'Aına, sağlamlığına, ışığın bulunmasına ve başka şartlara bağlı iken, Yüce Allah'ın görmesi için böyle ptlr sözkonusu değildir. Nitekim görme özelliği sadece insanda değil, bütün canlılarda vardır. Sayılan
özellikler de aynı şekilde başka canlılarda da mevcuttur. Diğer sıfatlar da aynı şekildedir, ^"âh'ın isim ve sıfatlan sonsuzluk ve mükemmellik Özelliğine sahip iken, yaratıkların isim ve sıfatları ek-S|klik ve yok olma özelliğine sahiptir, isim ve sıfatlardaki benzerliğe bakarak insan ile Allah arasında ben-^diğin olduğunu söylemek, insana tanrılık sıfatlarını vermek olur. Hastaları iyileştirdiği ve ölüleri ttirflt-Wne bakarak kimi Hıristiyanların Hz. İsa'ya uluhiyet sıfatlarını verdiği gibi. Bu da küfürdür.

[552] Maide, 116

[553] el-Cüi, el-İnSanu'l-Kamil, 1/69

[554] Tevbe, 30

[555] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 192-196.

[556] Horasan'ın lîistam köyünde Zerdüşt bir aileden doğmuş ve 874/1469 yılında or.ıd,ı ölmıişliır. Kendisine Fena fi't-Tevhid doktrinini öğreten ve müslüm.ın olan Hintli hocası Elm Ali es-Sindı tar.ılıiKİ.ın tasavvufa sokulmuştur. Dinin hiçbir ölçüsüyle bağdaşmayan şatahatıyla meşhurdur.

[557] Madt Fahri.. İslam Feelsefesi Tarihi, 193, Ter. Kasım Turhan, İklim yayınları, İstanbul, 1987

[558] Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye, 29.

[559] Dr. Ahdurrahman Bedevi, a. g. e., 31.

[560] Dr. Abciurrahman Bedevi, a. g. e. , 30. Tasavvufçular hem şatahatın coşku, sarhoşluk ve delilik hallerinde söylendiğini söylemekte, hem de dine uygun bulunduklarını söyleyerek savurmağa çalışmaktadırlar. Ne olursa olsun, şatahat sahiplerinin bu saçmalıklarından dolayı özür diledikleri veya yanlışlık yaptıklarını söyledikleri sözkonusu değildir.

[561] Macit Fahri, a. g. e. 193-194

[562] Nisa, 43

[563] Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e., 31-32.

[564] Ceİaleddin^er-Rumi'nin bu nevi savunmaları için bakınız. Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Aritin, 2/39-40.
M. E. Basınevi, İst. 1966.

[565] Bkz. er-Risaletu'i-Kuşeyriyye, 1/80-82.

[566] Nasr Serrac el-Tıısi, şalahatı, sufilerin makamlarda yükselerek bulundukları halden d.ih.ı üm ■bir hale geçişleri sırasında coşup söyledikleri ve ehli olmayanların anlamını kavrayamadıkları şey|pr " larak tanımlamaktadır. Delil olarak da "Bazıların üstünde bazılarını derecelerle yükselttik" Bak, bazılarını diğer bazılarından nasıl üstün yaptık "(İsra, 21), "Her bilgi sahibinin üstünde alim <}|', vardır"(Yusuf, 76) ayetlerini göstermekle ve sufilerin başkalarından üstün olduğu gibi, kendi .ıralarıiki,, (ı derecelerinin farklı olduğunu söylemektedir.
Sufilerin şatahatına itiraz edenlere de şöyle seslenmekledir: "Allah'ın velilerini hiçbir kimsenin tenkil <>{ meye, duyduğu sözlerini ve manasını anlamadığı kelamını görüş ve anlayışıyla karşılaştırmağa hakkı y(ik-tur. Çünkü evliyaların durumu her an farklıdır. Ahvalleri de bazan birbirine benler, ba/an da birbirinden üstündür. Bilinen şekil ve benzerleri vardır. Şeref ve faziletini benzerleri gibi onaya koyanların durumum, benzerleri anlar, Ancak böyleleri onların ille! ve isabetleri, noksanlık ve ziyadelikleri hakkında korunabilir. Ama onların yollarından gitmeyen, metodlanm izlemeyen ve maksatlarını gülmeyenler için en iyi'y, ol karşı çıkmamak, eleştirmemek, işlerini AUaha bırakmak ve onlara nisbet ettiği yanlışlar konusunda ken-. dini suçlamaktır, " (et-Tusi, el-Luma, 454),
et-Tusi, söylediklerini haklı çtkarmak için \Az. Peygamberin üç türlü ilme sahip olduğunu söyler; Birincisi, halka açıkladığı dinin hükümleri gibi ilimdir.
İkincisi, ashaptan bazılarına açıkladığı ilimdir. Münafıkları ashaptan sadece r İz. Huzeyfe'ye bildirmesi ve sadece Hz. Alî'ye bazı bilgileri vermesi gibi. (Hz. Huzeyfe'ye münafıklarla ilgili olarak verdiği bilgi, M)!ij> edilmesi farz olan dinden bir bifgi değildir. Hz. Ali'ye der sorması üzerine, mirasla ilgili verdiği bir bilgi dışında özel ve gizli olarak Rasulullahın verdiği hiçbir bilgi yoktur. Zaten böyle bir şeyin olması, indirilen vahyi insanlardan gizlemesi anlamına gelir. Su ise, Allah tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Nitekim kendisine dinden özel bir bilginin verildiğini Hz. Ali kendisi red etmektedir, lasavvufçulann kutuplarından Abdulkerim el-Ciii bile Hz. Peygamberin bize her şeyi tebliğ ettiğini itiraf etmekledir. Bkz. el-ln-sanu'l-kamil, 1/68).
Üçüncüsü de, sadece şahsının bildiği ve başkalarına bildirmediği bilgilerdir. "Benim bildiğimi bilseydiniz. ....."diyerek sözünü ettiği bilgi gibi.
Üçüncü çeşit bilgi nasıl ki Rasulullahın şahsına mahsus ise, sufilerin de kalp ilmi, maarif ilmi, esrar ilmi, batın ilmi, tasavvuf ilmi, ahval ilmi, muamelat ilmi gibi isimlerle anılan ve başka ilim sahiplerine verilmeyen bir ilmi ardır. Diğer alimlerin sahip olduğu ilimlere sufiler de sahip olduğu halde, onlar sufilerin sahip olduğu bu ilme sahip değildirler. (Biz Allah'ın dost ve yakınlarıyız, diye iddia eden yahudiler gibi, sufilere mahsus Allah'ın verdiği özel bir ilim mi varmış?!) Bundan dolayı sufiler diğer alimlerden üstündür ve bu batın ilmi gereği gösterecekleri şatahat sebebiyle onları eleştirmeye hakları yoktur, demektedir. (el-Luma', 455-458).
et-Tusi, muarızlarını bu şekilde devredışı bıraktıktan sonra şatahat sahiplerinin aslında seyrin başlangıcında olduklarını ve nihayete gelmeden bu şeyleri yaptıklarını, yani erken öttüklerini söyledikten sonra, şala-hat sahiplerini temize çıkarmak için Cuneyd'in şatahat tevillerini vermektedir.
Cııneyd'in, Ebu Yezid el-Bistami için şöyle dediğini nakletmekledir: "Ebu Yezid kuvveti, derinliği ve manalarının çokluğu sebebiyle şahsına mahsus bir denizden avuçluyordu. O deniz sadece kendisine tahsis edilmiştir.
Ben onun halinin nihai şeklini gördüm. Onu kendisinden duyanlar veya dinleyenlerin anlaması çok nadirdir. Çünkü ancak onun anlamını bilen ve kaynağını anlayan kişi onu anlar. İşittiği zaman bu durumda olmayanlar onun bütün bu şeylerini red ederler. ... Bu söyleyeceğim şeyler kitaplarda yazılı ol.ın şeyler değildir. {Yani sübjektif şeylerdir), Çünkü alimler arasında yayılmış ve bilinen şeyler değildir. Ancak insanların bunların manalarına fa^la daldıklarını gördüm. Kimileri batıl şeylerine bunları delil gösterirken, kimileri de onlardan dolayı tekfir etmektedir. Halbuki hepsi de söylediklerinde halt etmişlerdir. Bunları söyledikten sonra şatahatları rivayet edilen el-Bistami, eş-Şibli, en-Nııri, Ebu Hamza es-Sufi, Sum-nun, Amr ibn Osman el-Mekki, Sehl et-Tusteri, Ebu'l-Abbas Ahmed İbn Ata, İbtı Yazdaniyar, Muhammed' İbn Musa el-Ferğani, el-Vasıti gibi kişilerin bazı şatahatlarını sübjektif olarak tevil etmeye çalışmakla, "Hırsızın hiç mi suçu yok?" misalinde olduğu gibi, saçmalıklarını tenkit edenleri de haksız ilan etmekledir. el-Luma kitabına bakılabilir. el-Luma', 459-516, Tali. Abdulhalim Mahmud-T<ıha Abdulbaki Sürt ir, Daru'i-Kütübi'l-Hadise, Kahire, 1960.

[567] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 197-201.

[568] Ömer ibn el-Farıd, soyca Hama'lıdır. 576/1180 yılında Mısır'da doğmuştur. Tasavvuftular arasında ('ahi aşkın şairi olarak bilinir. 632/1234 yılında yine Mısır'da ölmüştür. Nazmu's-Suluk adım taşıyan ve et-Taiyyetıı 1- Kubra olarak Ğa bilinen kasidesi meşhur olup 67 sayfa tutmaktadır.

[569] Emin Hori, Celau'l-Camid fi Şerhi Divani İbni'l-Fand, 82, (Taiyye Kasidesi'nden), MektebetLi'l-Adıi'' Beyrut, 1910,

[570] Emin Hori, Celau'l-Ğamid fi Şerhi Divani İbni'l-Farıd, 82

[571] Emin Hori, a. g. e. 83

[572] EminHori, a. g. e. 104-105,

[573] Emin Hori, a. fi- 104,

[574] Emin Hori, a. g. e. 77,

[575] Emin Hori, a. g. e. 120-121

[576] Emin Hori, a. g. e.122-123

[577] Emin Hori, a. g. e.77

[578] Emin I lori, a. g. e. 89, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 201-206.

[579] Amir ibn Ebİ Amir ebu'l-Fadl İzzeddin olup yaklaşık olarak hic:ri sekizinci asrın sonlarında ölmüştür.

[580] Mıülüman "Aflah ortaktan münezzehlir" derken, tasavvuftular "Allah ağyardan münezzehtir" derler. Yani ondan başkası (gayrı] yoktur. Çünkü o herşeyin aynı (kendisi)'dir. Bunun başka bir örneği olarak en-Nablusi'nin görüşüne bakınız. Dr, Abdurrahman Bedevi, Şatafıatıi's-Sufiyye, 196

[581] Rabbine 'Sen benim ve ben sensin" deyişine baktnız. Halbuki bülün küfür ve inkarına rağmen iblis "Onların dirileceği güne kadar bana mühlet ver" (Hicr, 36) diyordu. Kafir ve mel'un iblis, bu anlayış sahipleri kadar ileri gitmemiştir. Çünkü, Allah'ın rabbhğtna ve Allahlıgını itiraf etmiştir. Bunlar ise, Allah'ın rabblığını horlayarak çirkin bir kulluk (ubudiyet) olduğunu söylerler.

[582] Taiyyetu İbn Amir, Tah. eş-Şeyh el-Mağribi, Dımaşk, 1948 baskı'dan naklen Abdurrahman el-Vekü, a.g.e. , 57-58. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 206.

[583] Sadreddin el-Konevi, Muhammed İbn ishak olup hicri 667/1268 yılında ölmüştür. Mubyiddin Arabi'nin üvey oğludur. Nasıruddin et-Tûsî ile içli dışlı olan bir tasavvufçuduır.

[584] Yunan felsefesindeki sudur nazariyesinin el-Konevi tarafından değişik bir sunuş şekli.

[585] Sadreddin el-Konevi, Merattbu'l-Vücud, Şam Zahiriyye Kütüphanesi, 58(-)5 nnda kayıtlı «I yazmasının naklen. Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Feslefetu's-Sufiyye fi'l-İslam, 592-593. Abdurrahman el-Vekil, 'iazihi Hiye's-Sufiyye, 57.

[586] Osman Nuri Ergin, Sadreddin el-Konevi ve Eserleri, Şarkiyat Mecmuası, II, istanbul 1958.

[587] Kortevi'nin Vasiyyetnamesi Şehid Ali Paşa Ktp. 21810 numarada kayıtlı bulunmaktadır. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 206-208.

[588] Abdulani İbn ismail en-Nablusi, I 143/173) yılında ölmüştür. Meşhur tasavvufçııîardan 'oluphu'd-Delaieî fi Cevazı Semai'l-Alâl" kitabından başka eserleri bulunmaktadır.

[589] Fetih, 10

[590] Abriu!ani en-Nablusi, Hukmu Şathi'i-Veliyyi, Şam Zahiriyye Kütüphanesi 4008 no;da kayıtlı elması kitabından naklen Dr. Abdurrahman Bedevi, ŞatahatııVSufiyye, 194, Vekaletu'l-Matbııat,1978.

[591] Taha, 13

[592] Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e. 195

[593] Taha, 39

[594] Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e. , 195-196. en-Nablusi'rıin vahdet-i vücut ve İslam d fidelerinden başka örnekler için bkz. A. g. e., 191-199.

[595] Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e. , 194. Kur'an ve Sünnete sarılma, hatta Kur'an'ı anlamaya teşvik etme ve "Ancak müçtehid olanlar Kur'an'a bakar, başkaları anlamaz" anlayışına karşı çıkışı ve hakkı batıla giydirdiği diğer görüşleri için bkz. a. g. e. , 191-199.
Tasavvuftular bu iki yüzlülükle başkalarını aldatmaya çalışırlar. Battla hak elbisesi giydirirler. Onun için Coldziher'in şu sözlerine hak vermemek mümkün değildir: "islam tarihi boyunca fikri her akım, Kur'an lassına göre kendini tashih etme, İslam'a uygunluk ve Rasulullah'ın getirdiklerine mutabakat için Kur'an nassını esas alma çabası içinde olmuştur. . . " Goldziher, Mezahibu't-Tefsir, 3. Ayrıca Dr. Abdurrahman Bedevi, et-Turasu'l-Yunani l'i'l-Hadarati'l-islamiyye;, 218.

[596] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 208-209.

[597] Muhammed ed-Demirlaş el-Muhammedt 929/1522 yılında ölmüştür,

[598] Muhammeri ed-Demirtaş, el-Kavlu'l-Ferîd, 16, basım 1348 h.

[599] Muhammed ed-Demirtaş, a. g. e. , 14.

[600] Muhammed ed-Demİrtaş, a. y. e. , 14. Tasavvufçularm "Küllü mâ fi'I-kevnı vehmim ev hayâl, ev tıkt'ı-sun fi'l-Merâyâ ev ztlâi" (Kainatta ne varsa, hepsi vehim veya hayaldir, yahut aynalardakı yansımalar vey.t gölgelerdir) sözü meşhurdur. Bununla kainattaki hiç bir varlığın gerçekliğinin olmadığı, hepsinin vehim ve hayal olduğunu söylüyorlar ve "Eşyanın gerçekliği yoktur" diyen sözleriyle meşhur olan sofistlerle birleşiyorlar. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 209-210.

[601] Ahmed ibn Muhnmmed ibn Acibe el-İdrisi el-Fasi eş-Şa^eli, hicri 1224, miladi 180') yılında ölmüştür.

[602] İbn Acibe, İkazu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, 265, Beyrut, 1331,

[603] İbn Acibe, İkazıı'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, 265
'bn Acibe, bu görüşüne delil olarak da, bir önceki sayfada, kollar işlediği halde fiilleri Allaha nishet eden Valuıt kulların iradelerinin Allah'ın iradesine bağlı olduğunu gelinen veya Allah'ın sıfatlarını anlalan ayel-'en sayarak bunların ikiliğin varlığını nefyettiğini söylemektedir. Mesela, "Attığın zaman sen atmadın, faıt Allah attı", "Sana biat edenler, ancak Allaha biat ediyorlar", "Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yüzü o-radadır", "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz", "Göklerde ve yerde Allah odıır"gibi.

[604] Abdurrahman el-Vekil, Hazihi Hiye's-Sııfiyye, 66. Gıoldziher şöyle demektedir: "Tasavvııfçıılar "uşün çelerin i bilerek Kıır'an ve sünnete katmaya çabalamışlardır. Böylece Philo'nıın mirasını islam'a ak-Iartnışlardır." Bkz. el-Akide ve'ş-Şeria, 140. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 210-211.

[605] Hasan Rıdvan, hicri 1310/1892 yılında Mısır'da ölmüştür. Yeni bir tasavvııfçıı sayılır. E/her'de okı> muş ve onyedi yaşında ders verecek duruma gelmiştir. Yijrmi yaşında tarikata girmiş, sonra Kahire'den aVrılarak şeyhinin zaviyesinde müridlere şeyhlik yapmıştır. (Tarikata hizmet ve mürid okutmak için Mısır'-('a birçok yer dolaşmıştır.

[606] Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kukıl) el-Musîetalİ, 269, hicri 1322.

[607] Dr. Zeki Mübarek, et-Tsavvufu'l-İslami, "İ96-197.

[608] Dr. Zeki Mübarek, a. g. e.197

[609] Hasan Rıdvan, a. g. e. 115

[610] Zeki Mübarek, a. y. e. 190 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 211-213.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
II. Tasavvufa Göre İlahi Varoluşun Aşamaları


Kur'an-ı Kerim'in kesin hükmüyle Yüce Allah evveldir ve ahirdir. Yani o-nun başlangıcı olmadığı gibi yok olacağı veya son bulacağı bir an da yoktur. Başlangıcı olmadığından nasıl başladığı veya başlangıçta nasıl olduğunu düşünmek de mümkün değildir. Böyle olunca, gerek tasavvufçularm ve gerekse onların akıl hocası olan felsefecilerin Yüce Allah'ın başlangıçtaki durumu hakkında ileri geri konuşmaları veya geçtiği aşamalar, diye birtakım merhaleler tayin etmeye kalkışmaları TAMAMEN HAYALÎ OLUP DİNDEN HİÇBİR DELİLE DAYANMAMAKTADIR. Yabancı inanç ve kültürlere bağrını açmış bulunan tasavvuf, bu alanda felsefecilerden etkilenerek fikir yürütmekte ve Yüce Allah için evrim niteliğinde birtakım aşamalar takdir etmektedir.
Yüce Allah'tan başka varlıkların nasıl meydana geldiğini, yani ilahi var-hğın oluşum aşamaları anlayışım tasavvufun felsefeden nasıl aldığını gör-toek için felsefedeki sudur nazariyesini kısaca tanımamız gerekir. Onun için °nce sudur nazariyesini Farabi ve İbn Sina'dan dinleyeceğiz.
"Farabi'ye göre, zorunlu Bir'den onun kendisini bilmesi, düşünmesi ve mükemmel olması sebebiyle başka bir "Bir" sudur eder. Yani, vacibu'l-vucud'dan sadır olan ner şey, onun tarafından düşünülmesi yolu ile sadırdır. Ma'kul suretlerin vücutları, °nun tarafından ma'kul olmalarının aynıdır. İki durum arasında ayrılık ve aralarında derece farkı yoktur. Onun tarafından düşünülmüş olması, ondan vücuda gelmesinden başka birşey değildir. Öyleyse, onlar mevcut olmak itibariyle ma'kul, makul mak bakımından da mevcuttur. Bari Taala'mn vücudu zatı tarafından ma'kul 0| sından başka birşey olmadığı gibi, düşünülen suretlerin de ondan var olması tarafından düşünülmüş olmalarının aynıdır.
Demek ki, zorunlu varlık kendini düşününce, mahiyet ve varlık ayırımı sözko olmayıp varlık ortaya çıkıyor ve bu da mahiyeti ile varlığı ayrı ofan varlıklar na getiriyor. Bu varlığın varlık alanına çıkışına çıkma ve taşma (sudur ve feyzi' rT niyor. Ancak bu, tanrıda bölünmeyi çağrıştıracağından, fiziki anlamda bir çıkış taşma diye düşünülmemelidir. Bu varlığın sadece kendiliğinden değil de, bask ve kim tarafından var edildiğini ifade eder ki, bu da yaratma olacaktır. Evvel (Tanrı)dan ilk sudur eden, evveli ve kendi özünü idrak edebilen ilk akıldır & durumda bir şeyin var olması için onun akledilmesi, düşünülmesi yeterli görüldü günden bilme, yaratma demek olmaktadır. İlk akıl, kendine nisbetle mümkün, bas kasına nisbetle zorunludur. O, hem kendisini, hem Biri düşünür. Bu akıl, kendi zatında bir, düşünceleri bakımından çokluktur. Böylece bundan itibaren çokluğa geçiş sağlanmıştır.
İlk aklın ilk varlık'ı idrak sebebiyle ikinci akıl meydana gelir, kendi özünü akletmesi sebebiyle de birinci sema meydana gelir. Sonra ikinci akıl ilk varlık'ı idrak eder ve bundan üçüncü akıl meydana gelir, kendi özünü düşünmesi sebebiyle de sabit yıldızlar göğü meydana gelir. Bu sudur vetiresi böylece birbirini takipederek dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu akıllar ve sırasıyla onlara tekabül eden dokuz felek ve dokuz nefs tamamlanıncaya kadar devam eder. Onuncu akılla kozmik akıllar silsilesi ve ay ile dairevi hareketleri ezelden beri bu kozmik akıliarca belirlenen semavi küreler dizisi tamamlanır. Bu akıllardan sonuncusu (Faal akıl) bîr yönü iie yer yüzündeki nefislerin, bir yönü ile de göklerin aracılığıyla dört unsurun varoluşlarının sebebidir. Bundan sonra artık semavi bölgenin altında arz küresi vardır. Buradaki oluşum, muntazam kozmolojik modele uygun olarak tersine dönmüştür. Yani noksandan daha mükemmele, basitten daha bileşiğe doğru çıkılır. En alt seviyede ilk madde yer alır. Onu dört unsur, madenler, bitkiler, hayvanlar ve nihayet arzdaki yaratıkların en üstünde bulunan insan takibeder. Kainatın bir hülasası olan insanın ortaya çıkışıyla hiyerarşik gelişme vetiresi artık kemaline ermiş olur.
Filozof, burada hem dini akideyi hem de felsefi öğretiyi vurgular. Çünkü, hareket, değişme ve akış gibi birlik ve çokluk bu akıllar teorisiyle çözülmüş, keza, Aristo'nun ezeli madde anlayışıyla İslam'ın yaratılış (hilkat) esası uzlaştirılmış görünmektedir-Zira madde on akıl kadar eskidir. Fakat yaratılmıştır. Çünkü faal akıldan sudur etmiştir.[611]
İbn Sina, doğuş teorisinde "Bir'den yalnız bir çıkar" prensibinden hareket eder...
Bu konuda İbn Sina, matematiksel düşünce şeklinde bir çokiuk ortaya koyar.
Bunu gerçekleştirmek İçin malul-u evveli düşünür. Kendisi de bir olan ilk malul, "Bir'den bir çıkar" ilkesince, Bir olan Allah'tan doğmaktadır. Böylece iki "Bir" ortaya çıkar. Biri sebepsiz, diğeri sebepli Bir... . İlk malul kendini ve ilk varlığı bilir, bu, bir ikilik meydana getirir. Üstelik ilk maiul kendisiyle mümkün, Allah'la vacip olarak kendini bilir. Böylece bir üçlülük ortaya çıkar. Bu da çokluğun meydana çıkmasına yeterlidir...
Böylece, ilk prensip olan Allah'tan bu birinci malul olan akılla birlikte dokuz akıl ve felekleri türer. Allah'tan, önce ilk akıl veya külli akil çıkar, bu çıkış, Allah'tan doğrudan doğruya aracısız tek çıkıştır. İlk aklın çıkışı, nur olan ilahi "Cevher"den gelen ışıldama çeşididir. İlk akıl veya "el-Mubdeu'l-Evvel" Allah'tan yayılan güce ortaklık eder, fakat varlığını başkasından almış olması sebebiyle Allah'tan ayrıldığı bir husus vardır ki, bu da İmkan içinde olmadır. O halde onda bir birleşim vardır. İşte bu birleşim alemdeki çokluğun kaynağıdır...
İbn Sina sisteminde, alem, ilk sebep ve sebeplerin sebebi olan Allah'tan yayılır. Ancak bu oluşta Allah için bir gaye sözkonusu değildir. Çünkü en yüksek bir varlık aşağıda olanı gaye edinmez. O, özü itibariyle faildir. Alemin yaratılışı ve öncesizliği, tez ve anti tez olarak, doğuşun var sayımı olabilecek bir sentez meydana getirirler. Yukarıda, alemde var olan çokluğun nasıi açıklanabileceği konusunda ilk malulü ortaya koyduğunu söylemiştik. Bu akıl veya ilk malui, Bir'den yalnız Bir çıkar, kaidesi gereğince, Allah'tan yayıian tek varlıktır. İşte Allah'tan çıkan bu varlık maddi bir şekil değil, akli şekildir...
İlk akıl özüyle mümkün ve Allah'a oranla vaciptir. Bu akıl, yaratılmış ve birleşik olarak, kendini fiil halinde düşündüğü an, ondan bir nefes ve en uzak feleğin şekli çıkar. Kendini güç halinde düşündüğü zaman, bu feleğin cismi meydana gelir. Sebebi olan Allah'ı düşündüğü zaman da ondan ikinci bir "Ayrı akıl" çıkar. . . . Belirttiğimiz gibi bu üçiü düşünme olayından üç çeşit varlık ortaya çıkar; 1-ikinci akıl, 2-Göğün şekli olan nefsi,3-Sınırh göğün varlığı, ki bu da maddesidir. İkinci akıldan, aynı şekilde düşünmeden üçüncü akıl, göğün nefsi ve maddesi ortaya çıkar. Bu hal, böylece ay feleğine kadar devam eder, yani "Faal akf'a kadar. [612] Sudur nazariyesi olarak bilinen bu düşünce, tasavvuftaki ilahi varlığınoluşum aşamaları anlayışının temelidir. Bilindiği gibi tasavvuf da Allah'ı var olan ilk varlık olarak kabul eder. O vardı ve onunla beraber başka bjr şey yoktu, der. Allah kendini düşündü, bilgisi ortaya çıktı, sonra sıfatları ortaya çıktı, sonra Muhammed'in nuru veya hakikati ortaya çıktı, sonra Muhammed'in hakikatinden aşamalı olarak diğer varlıklar ortaya çıktı, şeklinde bir sudur anlayışını savunur.
Bu nazariye Şeriata ençok bağlı görünen Gazali'ye kadar felsefi tasavvufla uğraşan bütün tasavvuf çul an etkilemiş bulunmaktadır. Bu düşünce daha sonra Hakikati Muhammediyye yahut Nur-u Muhammedi olarak ortaya çıkacak ve tasavvufun belirli doktrinlerinden olacaktır. Bir örnek olması için Plotinus ve Gazalinin bu konudaki düşüncelerini Erol Güngör'den aktaralım:
"Şeriata en fazla bağlı kalan, yani İslam düşüncesi çerçevesinden çıkmamaya fevkalade dikkat eden Gazali'de bile Plotinus'un tesirini taşıyan birçok temalar vardır. İlk aklın "bir" olandan tıpkı ışığın güneşten yayılması gibi çıkması, varlıkların da ondan sudur etmesi, akli ruh doktrini, yüce güzellik kavramı ilh. hepjslami kavramlar çerçevesinde izah edilmekle birlikte bunlarda Plotinus'dan gelen ilham açıkça bellidir... "
"Muhyiddin ibn Arabi ve onu takibedenlere gelince, bunlarda (Yahudi) Filon'un ve Plotinus'un tesiri o kadar kuvvetlidir ki, bu tesirin zaman zaman İslam'ın orijinal kaynaklarına hakim olduğu görülür.[613]
Ulvi ve süfli nurları anlattıktan sonra Gazali, sudur nazariyesini şöyle anlatır:
"Bunu bilince, bütün alemin görülen zahir ve akledilen batın nurlarla dolu olduğunu da anlarsın. Sonra, süfli nurların lambadan ışığın feyezan ettiği (doğup yayıldığı) gibi birbirinden feyezan ettiğini, lambanın kutsi nebevi nur olduğu ve kutsi nebevi ruhların lambanın ateşten iktibas ediimesi gibi ulvi ruhlardan iktibas edildiğini, ulvi ruhların da birbirinden iktibas edildiği ve tertibinin makamların tertibi olduğunu da anlarsın. Sonra hepsi nurların nuru, madeni ve ilk kaynağı olan (Allah)'a yükselir. (Yani doğuş aşaması olarak hepsinin kaynağı Allah'tır). İşte o, ortağı olmayan ve tek olan Allah'tır. Diğer bütün nurlar ondan Ödünçtür (ondan çıkmaktadır). Hakiki olan sadece onun nurudur. Hepsi O'nun nurundandır. Hatta hepsi, O'dur. Hatta hu-ve (O) O'dur. Başka şeyin hüviyeti (O'iuğu) ancak mecaz iledir. Ondan başka bir nur yoksa ve diğer bütün nurlar kendi varlıklarından değil, onlara bakan O'nun yüzünden nurlar ise, yüzünü çeviren ve O'na dönen her kişi ona yönelmiş demektir.
yönelirseniz, Allah'ın yüzü oradadır. [614]
ftaide ondan başka ilah yoktur. Çünkü ilah, ibadet ve tanrılaştırma İle yüzlerin fisine yöneldiği, yani kalblerin yüzlerinin yöneldiği şeydir. Çünkü kalblerin yüz-ri ruhlar ve nurlardır. Hatta, ondan başka ilah olmadığı gibi, ondan başka huve ıO) da yoktur. Zira huve (O), İşaretin kendisine yapıldığı varlıktır. Sen onu bilmiyor-an belirttiğimiz gerçeklen bilmediğindendir. İşaret güneş ışığına değil, güneşin . kendisinedir. Varlık alemindeki her şeyin misalin zahirinde ona nisbeti ışığın güneşe nisbeti gibidir. O zaman "la ilahe illallah" avamın tevhididir, "O'ndan başka o yoktur", ise havassın tevhididir. [615]
Görüldüğü gibi Gazali, felsefedeki akıllar, felekler veya alemlerin suduru verine nurların suduru nazariyesini kullanmakta ve tıpkı filozofların anlatım üslubunu benimsemektedir. Halbuki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bütün bunlar birer faraziye ve meçhul hakkında fikir yürütmekten başka bir-şey değildir. Yüce Allah, hakkında söylenen yanlış şeylerden münezzehtir. Bütün yaratıkları yarattığı ve her birine bir ölçü verdiği bir gerçektir. Hiçbir varlık Allah'ın zatından veya nurundan sadır olmamıştır. Kendi iradesi ve kudretiyle hepsini yaratmıştır.
Tasavvufçular, ilahi varlığın aşamaları ve mertebeleri yahut tenezzülat (indirgenme) yahut taayyuat (muayyen kişiliğe bürünme, maddi bir varlık olarak ortaya çıkma) yahut, nisbetler yahut izafet (katılım) lan olduğuna İnanırlar. Bütün bu ifadeler aynı hurafenin ifadesinden başka birşey değildir. Grek felsefesinde bulunan ve daha sonra İslam felsefesinde İbn Sina ve Farabi gibi kişilerin İslam düşüncesine adapte ettikleri sudur nazariyesinin tasavvufa yansıyan şeklinden ibarettir.
Bu mertebelerin ilki körlük (belirsizlik)tir. Bu aşamada ilahi varlık hiçbir sıfatla tavsif edilmez, bir isimle isimlendirilmez, bir tarif veya bir resim ile tarif edilmez. Gümüşhanevi bunu şöyle dile getirir:
"Salt kendisi olması açısından ilahi hakikatin kalış müddeti belirli değildir. Çünkü salt zatının ne bir vasfı, ne bir resmi vardır. O körlük (belirsizlik)'tir. Zira herhangi bir sıfatla taayyün etmeden (belirlilik kazanmadan) hiçbir şekilde bilinmesi mümkün değildir.
Bu taayyunların (belirli oluşların) ilki, kendi zatını bilmesidir. Bu sıtat onun hiçbir sıfatı bulunmayan ilahi seviyeden sıfat ve isimleri bulunan ahadiyyet seviyesine inmesidir. Buna "Hazreti ilahiyye" (ilahi zat) adı verilir. [616]Gümüşhanevi'nin sözlerini olduğu gibi naklettik. Tasavvufçulara \n gözü ile baktığımızı ve kendilerini ancak kendisiyle bilinmekten hoşnut dukları şeylerle adlandırdığımızdan herkesin emin olmasını istiyoruz aşamada, tasavvufa göre tanrı mutlak vücut (varlık) olarak isimlendiril' Ama en-Nablusi, tecridde kendisini mutlak yokluğa götüren aşın tecriH)-' ğiyle bu aşamada varlığı mutlaklıktan da soyutlamaktadır. Çünkü ona rtanrıya mutlak demek de bir kayıttır yahut bir sıfattır. Böyle olursa n man mutlakın mukayyed ve mukayyedin mutlak olması gerektiğini söylf yor.
Bu körlük yahut mutlak varlık bir surette taayyün etmeyi dilemiş, böyje, ce hem kendini bilmek hem de bilinmek istemiştir.[617] Onun için Hakikat-î Muhammediyye suretinde taayyün etmiş (ortaya çıkmış)tır.
Bu şekilde, hakikat-i Muhammediyye ilahi zatın ilk taayyünü yahut birleşiklikten sonra ilk ayrılık yahut mutlaklıktan varlığın mukayyedliğe geçişi yahut körlükten ehadiyyete, sonra vahidiyyete geçmesi olmuştur, [618] o halde, tasavvufçuların, Allah'ın ilk taayyünü olduğunu söyledikleri hakikat-i Muhammediyye inancı nedir?[619]


III. Hakikati Muhammediyye


Tasavvuf çul ardan Gümüşhanevi, Hz. Muhammed'i şöyle tanımlamaktadır:
"İlk taayyunla beraber oian zattır. Esmau'l-Husnası vardır ve Allah'ın ism-i a'zamıdır. [620]
Yine şöyle demektedir: "Hakkın suretleri Muhammed'in kendisidir? Çünkü ehadiyet ve vahdaniyet hakikati ile taayyün etmiş (açığa çıkmış)tır. [621]
ed-Demirtaş şöyle demektedir: "Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri kapsayan ilahi kemalli insani mertebedir. Hazretu'1-Cem', ehadiyyetu'l-cem' diye isimlendirilir Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda (gayünde) taayyün eden ilk mertebedir ve o hakikati muhammediyyedir.[622] (görüldüğü gibi, tasavvufçuların anlayışında Muhammed beşer (insan) ve «ul değil, en üstün mertebelerinde ilahi zattan ortaya çıkan ve Yüce Al-h'm güzel isimleri gibi isimleri bulunan, ism-i azam olan ikinci varlıktır.
Tasavvufçulara göre Muhammed ism-i A'zamdır. İsm-i A'zam'ı da "Bütün isimleri kapsayan yahut mutlak ilahi zatın ismi[623] olarak tanımlamak-tadırlar- Tasavvuf çul ar, hakikati muhammediyye'yi veya ilk tayyunu belirtmek için ehadiyet, vahidiyet, hakkiyyet, halkiyyet gibi terimler kullanırlar.
Ehadiyyeti, İlahi zatın açığa çıkması olarak tanımlarlar. Ehadiyet aşamasında isimlerin, sıfatların veya bir başka şeyin Allah'ın zatında hiçbir eseri yoktur. Hakkiyyet (uruhiyyet) ve halkiyyet (beşeriyyet) özelliklerinden soyut salt zatın ismidir, derler. [624]
Onlara göre Muhammed, vahidiyettir. Vahidiyyeti de Yüce Allah'ın zat ve sıfat olarak açığa çıkması, yani zatının üzerinde sıfatlarının da meydana gelmesi olarak tanımlarlar. [625]
Ehadiyyet ile vahidiyyet arasındaki fark şudur: "Ehadiyyette isim ve sıfatlardan henüz birşey zahir (açık) değildir. Sadece ilahi zatın kendisivardır. Vahidiyiyette ise, isim ve sıfatlar da ortaya çıkmıştır.[626]
Muhammed'in hakikatini, insan-ı kamil olduğunu ve diğer varlıkları nasıl temsil ettiğini Abdulkerim el-Cîlî şöyle anlatmaktadır:
"Allah, Muhammed'i kemalinden yarattığı, cemal ve celalinin mazharı (görünümü) yaptığı zaman, Muhammed'deki her hakikati kendi isim ve sıfatlarının hakikatinden yaratmıştır. (Yani bütün isim ve sıfatlarının hakikatlerinden ona vermiştir). Muharn-med'tn nefsini de kendi nefsinden yaratmıştır. Bir şeyin nefsi, o şeyin kendisidir Daha önce, akıl vehim ve Muhammed'in diğer bazı hakikatlerinin Yüce Allah'ın hakikatlerinden yaratıldığını belirtmiştik.
Belirttiğimiz şekilde, Allah Muhemmedin nefsini yaratınca, Adem'i onun nefsinin bir nüshası olarak yarattı. Bu latifeden dolayı cennette taneden yemesi yasaklanınca, ondan yedi. Çünkü rububiyetin zatından yaratılmıştır. Yasaklı olarak yaşamak da rububiyetîn şanından değildir. Sonra hem dünya hayatında hem ahirette, saadetine veya bedbahtlığına olsun, kendisine yasaklanan her şeyi yapma hükmüne mahkum olmuştur. [627]
"Muhammed insan-ı kamildir. Diğer peygamberler ve kamil veliler ona mülhaktır. Kamil olanın daha mükemmel olana mülhak ve faziletli olanın daha faziletli olana mensup olduğu gibi, ona mülhaktırlar. Kitaplarımda nerede insan-ı kamil sözü geçerse, ondan maksadım Muhammed'dir. [628] "Bir güneştir kemal üzere aydınlatır-Yüce felekte mehtap, çık seyranına Azamet burcunda izzet merkezinin Yüce çark çevresinde çıkar kârına
Bir sultan ki, yüce katta yaslanmış
Sağlam arşın sahip olmuş imkanına
Baştan sona incelense hep kainat
Benzer küpünün düşen damlalarına .
Her şey onda, ondan olmuş, onun için
Asırlar geçsin, ne zarar zamanına
Hardaldır yüce semasının altında halk
Her şey boyun eğer onun fermanına
Kainat tümden ona göre bir yüzükparmağında, yakışır yüce şanına «abaran dalgalarında kainat ne! Bir damladır bu vasıf onun namına Emrine boyun eğer gökteki melekler Levh infaz eder bakınca parmağına Çağırdı dilsiz bir hurma ağacını Geldi, benzedi gelişi ceylanına.[629]
"O, her zaman o günkü yaratıkların en kamil suretinde görünür. Sebebi, onların makamlarını yükseltmek, yanlış durumlarını düzeltmek, kaymalarını önlemektir. Zira onlar Rasululullah'ın zahirde halifeleridir. Batında ise onların hakikati, onun kendisidir.
Bil ki insan-ı kamil, zatı ile varlık hakikatlerinin tümünü karşılar. Letafeti ile ulvi hakikatleri karşılar. Kesafetiyle süfli hakikatleri karşılar. Onun ilk zuhuru, halka ait hakikatler karşılığı olmuştur.
O yüce zat kalbi ile Arş'a tekabül eder. Bu manada Rasulullah "Müminin kaibi Allah'ın Arş'ıdır" buyurmuştur. Benliği Kürsi'ye tekabül eder. Makam itibariyle Sidre-i Munteha'ya tekabül eder. Aklı ile Kalem-i Alaya tekabül eder. Nefsi ile Levhi mahfuza tekabül eder. Tabiatıyla unsurlara tekabül eder. Kabiliyetiyle heyulaya tekabül eder. Vücut yapısıyla havaya tekabül eder. Görüşüyle atlas feleğine tekabül eder. İdraki ile yıldızlar feleğine tekabül eder. Ümmeti ile yedinci göğe tekabül eder. Ruhaniyetiyle kuşa tekabül eder. Safra maddesiyle ateşe tekabül eder. Sevda maddesiyle toprağa tekabül eder. Tükürüğü, sümüğü, teri, kulak suyu, göz yaşı, idrarı, kan, ter ve deri anasındaki sıvılarıyla yedi denize tekabül eder. ilk sayılan altı madde, son sayılan yedincinin ayrıntıları sayılır. Bunlardan her birinin kendine göre tadi vardır. Tatlı, acı, ekşi, karışık, tuzlu, kokmuş, güzel kokuludur. Sonra, hüviyetiyle, yani zatıyla cevhere tekabül eder. Vasıtayla da unsurlara tekabül eder. Azı dişleriyle cansızlara tekabül eder. Kılları ve tırnağı ile bitkilere tekabül eder. Şehvet duygularıyla hayvanlara tekabül eder. Beşeriyeti ve dış suretiyle de kendi cinsi insanlara tekabül eder. Sonra, insan soylarını da karşılar. Mesela, ruhu ile sultana, nazari fikriyle vezire, dinlenen bilgisi ve uyulan görüşüyle hakime, zannı ile polise, kasları ve bütün güçleriyle yardımcılara tekabül eder. Yakini ile müminlere, şek ve şüphesiyle müşriklere tekabül eder. Hasılı, sürekli varlık hakikatlerinden her birine kendine has inceliklerden biriyle tekabül eder. [630] Herhalde bütün bu ifadelerden Muhammed'in kim ve nasıl bir varlık olduğunu anlamış bulunuyorsunuz. Alemde maddi ve manevi ne varsa, hen.' Muhammed'in bir yansıması veya görünümüdür. Muhammed'i her şey Kx termesine yahut her şeyin Muhammed olarak görünmesine bakarak el-C" lî'nin tenasüh (reenkarnasyon) inancında olduğunu okuyucuların aklına figetirmemeleri için onları uyarıyor ve şöyle diyor:
"Sakın ha! Bu sözlerimden tenasüh inancında olduğumu sanmayın! Allah ve Rasu lullah için böyle bir şey olmaz. Haşa, onlar hakkında böyle bir amacım olsun! Ancak, Rasulullahın her surette görünme özelfiği vardır.[631]
Görüldüğü gibi tasavvuf çul ar, Muhammed'in zat ve sıfat olarak Allah'ın kendisi olduğuna, evvel ve ahir, batın ve zahir olduğuna, mutlak ve mukayyet varlık (vücut) olduğuna, o varken ondan önce veya onunla beraber başka bir şeyin bulunmadığına, sonra maddi suretlerde taayyün ettiğine ve birinde cansız (cemad), birinde canlı olarak isimlendirildiğine ve isminin bütün varlıkların ismini kapsadığına ve mahiyetinin bütün mahiyet (kimlik ve kişiliklerle aynı olduğuna inanırlar.
Onun için Ahmed Şarabasi bu konuda şöyle demektedir:
"Birtakım kişiler Hz. Muhammed hakkında çok aşırı gitmişlerdir. Ona doğru olmayan şeyleri nisbet etmiş, hakikat olarak Allah'ın yarattığı ilk varlık olduğunu, alemin onun için var edildiğini ve bütün varlıkların onun nurundan yaratıldığını söylemişlerdir. [632]
Hakikati Muhammediyye konusunda İbn Arabi şöyle demektedir: "Alemin başlangıcı hava (boşluk)tur. Alemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerine istiva ile nitelenen rahmani hakikat-i Muhammediyyedir! Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı bir varlık sözkonusu olmadığı için onu ihata etmek de sözkonu-su değildir. O, neden varolmuştur? O, varlık veya yoklukla nitelenemeyen malum hakikatten var olmuştur. Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da varolmuştur. Ne şekilde var olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen hak (Allah)da mevcut olan misal (şekil) üzere var olmuştur. Niçin var olmuştur? İlahi hakikatleri izhar etmek için. Gayesi nedir? Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her alemin yaratıcısından nasibini almasını sağlamak.
Gayesi, hakikatlerini izhar etmek ve en büyük alemin feleklerini bilmektir. [633]
Yine şöyle demektedir: "Nuru içinde bir lamba bulunan kandile benzer, benzetilmiştir. O boşlukta akılla adlandırılan hakikati Muham-yafi Haha çok kabul edeceği birşey yoktu. Akıl denilen bu hakikati bütünüyle alemin başlangıcı ve varlık olarak ilk zahir olandır. O-halîl [634]ilahi nurdan, boşluktan ve külli hakikattendir. Boşlukta ken-flutı olmuş ve alemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur. Onun en alemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı (sırdaşı) Ali ibn Ebi Tavle devam etmektedir: "Yüce alem de hakikati muhammediyedir. Fele hayattır. İnsanlardan benzeri ise latife ve kutsi ruhtur. [635]
Macit Fahri sufilerin bu konudaki anlayışlarını şöyle belirtmektedir; « hn Arabi gibi sonraki sufiler zaman ve mekan bağlamında ilahi bir fonksi-Üstlenen tarihi bir şahsiyet olarak Muhammed'e değil, tamamen zamandan Önce mevcut olan bir mücerret (archetypal) mahiyet olarak Hakikati Muhammed'e müracaat ettiler. [636]
Yazılan medhiyelerde Hakikati Muhammediyye anlayışından hareketle Hz. Peygamber o kadar abartılı bir şekilde Övülmüştür ki Muhammed olma-saymış ne ay ve güneş doğar, ne yıldızlar parlar, ne gece ve gündüz ortaya çıkar, ne denizler coşar, ne ağaçlar yaşar, ne dağlar ve hayvanlar meydana gelirmiş! Mesela İbn Nubate el-Mısri'nin şu sözlerine bakalım:
"O (Muhammed) olmasaydı ne yer, ne ufuk, ne zaman, ne yaratık, ne dağ olurdu, O olmasaydı ne hidayet şimşekleri olan menasik, ne vahyin indiği yerler olurdu, [637]Bütün bu abartmaların sebebi, tasavvufun Hakikati Muhammediyye ef-sanesidir. Çünkü tasavvufa göre Hakikati Muhammediyye, İbn Arabi'nin söylediği gibi, varlık kubbesinin dayandığı sütun, Allah ile insanlar arasında bağlaçtır. Her şeyi idare eden ve kendisinden her şey sadır olan kuvvettir, ibn Arabi, Muhammed'in hakikatini şöyle ifade etmektedir:
"Allah, varlıkları yarattığı zaman sınıflara ayırdı ve her sınıftan bazılarını seçkin kıldı... Yaratıklarından birini seçti. Bu kişi hem onlardandır, hem onlardan değildir. [638]
O, bütün yaratıklara egemendir, Allah varlık kubbesini üzerine kurduğu sütun mıştır. Görünümlerin en üstün ve en yücesi kılmıştır. Tayin ve tarif olarak rnak O'nundur. İnsanlığın çamuru var olmadan önce O bilgi sahibidir. O Hz. Muhmmed'dir. Onunla ne yarışılır, ne de benzeri olur. Efendi O'dur, başkaları halktır "isa Hakikat-i Muhammediyye inancının temel olarak Hristiyanlık inandayandığı görüşü yaygındır. İkisi arasında büyük bir benzerlik bulunmakdır. Şöyle ki;
Hristiyanlara göre Hz. İsa, Allah'ın oğludur. Yani Hz. İsa, Allah ile , sanlar arasında bir vasıta kabul edilmiştir. Hakikat-ı Muhammediyye çına göre de Muhammed, taayyunlarm ilkidir ve Hz. İsa'nın üstünde bah Allah'tan başka birşey bulunmadığı gibi, Muhammed'in üstünde de zaf-ehadiyyetten başka birşey yoktur.
Hristiyanlar, Hz. İsa'ya seslendikleri zaman Allah'ı gözlerinin Önünde canlandırırlar. [639] Tasavvufçular da Muhammed'e seslendikleri zaman "Muhammed olmasaydı, varlık olmazdı", derler. [640]
Hristiyanlara göre İsa Allah'ın oğludur. Ancak bir insan suretinde ortaya çıkmaktadır yahut bir insan suretinde varedilmiştir. İsa olmasaydı, Allah ile varlıklar arasında bağ kopar ve alem yok olurdu.
Muhammed de olmasaydı, ne yeryüzü, ne ufuk, ne zaman, ne insan, ne de nesil olurdu.
İsa, Allah'ın kelimesidir. Onun davetini tebliğ eden mensubu elçiler de kelimelerdir. Tasavvufçulara göre de Muhammed Allah'ın kelimesidir ve bütün peygamberler onun kelimeleridir. Onların hususiyetleri vardır ve Muhammed'in tabilerinin de hususiyetleri vardır. [641]
şu ki, hakikati Muhamediyye inancı hurafe ve saçmalıktan başka değildir. Gördüğümüz kadarıyla Hristiyan teoriden alınmıştır. Hristi-de kuvvetleri akıllara ayıran Yunan felsefesinden alınmıştır.[642]
Tasavvufçulann inançlarından biri de şudur: Cebrail Kur'an'ı Öğretme-Hz. Muhammed'in Kur'an okuduğunu görünce hayret etmiş ve bunasıl olduğunu sorunca şöyle demiş: Sana vahiy geldiğinde perdeyi bir r kaldır. Cebrail kaldırmış. Bir de ne görsün, vahyi kendisine Muham-a gönderiyor. O anda "Ey Muhammed! Senden ve sana! diye feryat etmiş! Evet, yukarıda okuduğunuz saçmalığı ne yazık ki müslümanlar arasında Kur'an ve sünnete karşı miras aldığı düşmanlık savaşım sürdüren bazı za-llılar geveleyip durmakta ve zihinleri bu hurafelerle bulandırmaktadır. Bu hurafeyi putperest hamiyyetleri tuttuğu ve şeytanlar gibi bir araya geldiklerinde bazı insanlar birbirinden kutsal bir nas gibi nakletmekte ve yaymaya çalışmaktadır. Niçin olmasın ki?! Zira bu iftirayı tasavvufun en büyük temsilcisi İbn Arabi ortaya atmıştır. Allah'ın kelamından şu "Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'an'ı (okumakta) acele etme. [643] ayetini güya tefsir ederken şöyle demektedir:
"Bil ki, ayet ve sureleri tafsil edilmeksizin Kur'an Cebrailden önce Muhammed'e mücmel (toptan) olarak verilmiştir. Ona, Cebrail'den önce Kur'an'la acele edip ümmete mücmel (toplu) olarak sunma. Tafsil edilmediği (ayet ve sure şeklinde kısımlara böiünmediği) için senden kimse onu anlamaz, denilmiştir. [644] Bunun düpedüz bir iftira ve düzmece olduğunu kalbinde zerre kadar imanı olan herkes kabul eder. Ama buna rağmen tasavvufçulann gözündeki perdeler bu gerçeği görmelerini engellemiştir. Bu kadar perde arasında bu iftiranın batıl olduğunu nasıl görecekler ki?! Onun için Yüce Allah'ın bu konuda buyurduklarını hatırlatmakta yarar vardır. Yüce Allah buyuruyor:
"Ona kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti ki, o aklında ve davranışında kamil bir melektir. Hemen kendi asli suretine girip doğruldu. İşte o zaman en yüksek ufuktaydı. [645] Apaçık ayetler! Hz. Muhammed'e Kur'an-ı Ke-nm'i öğretenin Cebrail meleği olduğunu açık seçik anlatıyor. Cebrail Kur'an-ı Kerimi getirmeden önce Hz. Muhammed'in bir bilgisi olmadığını aVan beyan söylüyor.
"Kafirler, 'Kur'an ona topluca indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve onu tane tane okuduk. Onların sana karşı getirdikleri hiçbir mesel yoktur ki, sana doğrusunu ve daha açığın, getirmeyelim.[646]
Bunun aksini söyleyenler! Söylediklerinizde doğru ve elinizde bir belgeniz varsa getirin! Ama getiremezsiniz. O halde Hakkın sesine kulak veriniz
"İşte böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur'an'ı) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. [647]
Yüce Allah buyuruyor: "Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğu zaman Bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya bundan başka bir Kur an getir veya bunu değiştir" dediler. De ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım. De ki, eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hala akıl erdiremiyor musunuz? [648]
İbn Arabi ve izleyicilerinin vesveseleri ise Yüce Allah'ın kulu Muhammed hakkındaki bu sarih delillere tamamen aykırı bulunmaktadır.
Bilindiği gibi, müşrikler ve onların işbirlikçileri ehli kitap Hz. Peygamberi güç durumda bırakmak, insanlara müfteri ve yalancı göstermek gayretiyle ona birtakım sorular soruyor, kendisi de cevabını bilmediği için Cebrail'in gelip kendisine cevap vermesini bekliyor ve ondan sonra sorulara cevap veriyordu. Mesela, ruhu, ashab-ı kehf i, Zülkarneyn'i kendisinden sormuşlardı. "De ki (kul)" diye başlayan ayetler bu halin açık bir ifadesidir. "Biz ancak Rabbi'nin emriyle ineriz. Önünüzde, arkanızda ve bunlar arasında olan her-şey O'na aittir. Senin Rabbin unutkan değildir. [649]ayetinde Rasulullah'ın vahiy konusundaki konumunu açıkça belirtilmektedir.
Tekrar soruyoruz: Hz. Peygamber vahiy gelmeden önce Kur'an'ı bilmiş olsaydı, bütün bu sorulara hemen cevap veremez miydi? Biliyor idiyse neden sorulara cevap vermedi? Cevap vermedi, çünkü cevabı bilmiyordu. Ama İbn Arabi bütün bu delilleri duymamazlıktan gelerek hurafesini ortaya atmakta, o da kuru otlarda ateşin yayıldığı gibi süratle tasavvufçular arasında yayılmakta, Şarani'nin kitaplara yazdığı ve taklitçilerin dillerine doladığı bir din haline gelmektedir.
Tasavvufçuların inandıkları ve dillerine doladıkları konulardan biri devin Muhammed'in nurundan meydana geldiği mitolojisidir. Meşhurla Abdulaziz ed-Debbağ bunu şöyle dile getirmektedir:
Arc ve tersiyle, yer ve gökleriyie, cennet ve perdeleriyle, alt ve üstleriyle ne varsasi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed'in nurundan bir parça olduğu görür Muhammed'in bütün nuru bir araya getirilip Arşa konulsa, arş erir, arşı örtenetmiş kat perdeye yöneltilirse, parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o
büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar. [650]
Ticani tarikatının mensuplarından biri de bunu şöyle ifade etmektedir: "ivluhammed'in nuru yaratıldığı zaman, taayyün eden kainatta dağılmadan .nce bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlükle bu runaramedi nurda toplanmıştı. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur. [651]
"el-Mustecira" unvanlı kasidesinde el-Hulvani de şöyle der: "insanlar yok iken bütün varlıklardan önce, fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir. Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük bir şereftir! Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin günde sana sığınır. Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer yaratıklar da dahil, hepsinin sıkıntısını giderirsin. Bana cömertlik yap, şüphesiz Rahmanın hazineleri sağ elindedir. Ve sen dağıtanların en cömerisin. [652]
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun, biz insanı çamurdan bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta bir nutfe haline getirdik. [653]
Şüphe yok ki Muhammed bir insandır. Rasulullah kendisi bunu belirtmektedir: "Melekler nurdan, cinler alevli ateşten ve Adem size anlatılan (çamurdan yaratılmıştır. [654]
Rasulullah kendisinin yaratıldığı şeyden sözetmiş ve meleklerin nurdan yaratıldığını belirttiği halde kendisinin nurdan yaratıldığını söylememiştir. insanların atası Hz. Adem'den sözetmiş ve Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği gibi balçıktan yaratıldığını söylemiştir. Muhammed de Adem'in soyunandır. O halde tasavvufçuların hakikati Muhammediyyesi kime aittir?!
Kur'an-ı Kerim'den tek başına şu ayet, tasavvufçuların bu hurafe içindiktikleri bütün putları yıkmaya yeterlidir. Yüce Allah: "Bu işte senin ya cağın hiçbir şey yoktur.[655] buyuruyor. "Şey" kelimesi Arapça'da genellik kapsamlılık yönüdeıı en geniş ve kapsamlı bir kelimedir. Hatta bazıları n «un mevcut olan ve olmayanı kapsadığını bile söylemiştir. Nitekim İbn Ara bi, bunun delaletini o kadar genişletmektedir ki, zihinsel tasavvurları bikapsadığını belirtmektedir. Üstelik ayette "şey" kelimesi olumsuz bir cünıle de nekre (belirsiz) olarak gelmiş, böylece kapsam ve genelliği daha da büyü-müştür. Bütün bu kapsam ve genellikle Hz. Muhammed'in elinde hiçbir şeyin bulunmadığını ifade etmektedir.
Bir de şu ayete bakalım:
"De ki, ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.
Ben sadece bana vâhyedilene uyarım ve ben apaçık bir uyarıcıyım. [656]
Muhammed diğer peygamberlerden farklı ve onların ilki olmadığına göre, acaba tasavvufçular onun hakkında inandıklarını diğer peygamberler hakkında da inanıyorlar mı?
Yüce Allah'ın peygamberine şu hitabını da düşünelim:
"De ki, doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki, gerçekten beni Aliah'a karşı kimse himaye edemez. Ondan başka sığınacak kimse de bulamam. [657]
Kur'an'ın açıkladığı gerçekler ve ortaya koyduğu hidayet budur. Bunu, tasavvuf çul arın her şeyin Muhammed'in nurundan yaratıldığı uydurmalarıyla karşılaştırınız. Göreceksiniz ki, Allah'ın gösterdiği gerçekler ve insanlara gösterdiği yol ile tasavvufçuların uydurduğu hurafeler arasında hiç mi hiç bir ilişki ve yakınlık yoktur.
Tasavvufçuların anlayışında Muhammed İşte budur. Ama peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i Yüce Allah bize şöyle tanıtır:
"De ki, ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana. ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyedil mektedir, [658]
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. [659] "Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da "bu şaşılacak birşeydir" dediler. [660]
"Ümmiler arasından kendilerine ayetferini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. [661]
"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de kıyamet qünü Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız.[662]
Onlar "Sen, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmıyacağız veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı, öyleki içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri şahit getirmelisin, yahut altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın, bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayacağız, dediler" Bütün bu isteklere ve şartlar koşmalarına karşılık Hz. Peygamberin cevabına bakınız: "De ki Rabbimi tenzih ederim, ben sadece insan bir elçiyim. [663]
Hz. Peygamberin uluhiyetle yahut Allah'ın zatından veya sıfatlarından meydana gelmekle bir ilişkisinin bulunmadığını, onun ancak kulu ve elçisi olduğunu belirten pek çok ayetler bulunmaktadır.
Bütün bunlar ve Kur'an-ı Kerim'in diğer bütün ayetlerinde acaba Muhammed'in AHah'hkla, ilk yaratık olmakla yahut Allah'ın ruhundan veya nurundan yaratılmış olmakla veya Allah'ın şu veya bu şekilde tecellisi, ta-ayyunu veya görünümü olmakla bir ilgisi olduğunu gösteren birşey var mıdır? Bu ayetlerin tümünde Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğu, diğer insanlar gibi sonradan yaratıldığı ve öleceği anlatılmıyor mu?
Biliyoruz ki Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah, Vehb'in kızı Amine ile evlenmiş ve bunların da Muhammed adında bir çocukları dünyaya gelmiştir. Muhammed iyilik, temizlik, şeref ve güzel terbiye ile yetişmiş, çocukluğu aydın olduğu gibi gençliği ve delikanlılığı da tertemizdir. Gençliğine ve delikanlılığına herhangi bir leke veya şüphe düşmemiş, heva ve hevesleri onu karanlık yollara yahut haram fiillere götürmemiştir. Bütün dünyası sabah ve akşamıyla, seher ve yatsısıyla bütün vakitleri Allah'a kulluk ile tertemiz geçmiştir.
Hayatta çobanlık yapmış, ticaret yapmıştır. Her ikisinde de salih ve güçlü bir ferd olarak ideal örnek olmuştur. Takva ile korunan emanet, bütün dünya işlerinin yürütüldüğü seraba hikmet, emanet bilinciyle hakkı ve görevi kutsallaştıran gözetme ile görevim yapmıştır. Hayatının bütün aşamalarında edep ve ahlakta, akli hikmet ve duygu üstünlüğünde, düşünce üstünlüğü, irade kuvveti, kararlılıkta, yüce şeref ve izzette, insaf ve merhamette, diğer gamlık ve hayırseverlikte, tolerans ve güzel muamelede eşsiz bir örnekti. Kalbini sadece Allah sevgisiyle doldurmuş, iradesini daima hayra yöneltmiş, duygularını her zaman yüceliğe ve düşüncesini Allah'ın rızasını kazanacak şeylere çevirmiştir. Mertlik ve cömertlikte, Allah'ın k verdiği bütün nimetlerde eli açık ve gönlü zengindi. Sadece hak için kizrn sadece kötülük ve günahlardan çekinmiş, yalnızca Allah'ın vereceklerine Yaves etmiştir. Yüce Allah onu peygamberlerin sonuncusu olarak.
Allah yolunda cihadın tam anlamıyla cihad etmiş, Allah'ın kendisine diklerinin tümünü insanlara tebliğ etmiş, Yüce Allah da buna şahit olrm tur. Allah'ın sözü üstün olduktan ve kafirlerin mağlubiyeti gerçekleştikt sonra Rabbine kavuşmuştur.
Hz. Peygamberin hayatında belirgin çizgiler olarak bunları görüyoruz v kendimize rehber ediniyoruz. Gerçek böyleyken, söyleyin bakalım, hakikat-Muhammediyye uydurmasını nasıl yakıştırıyorsunuz? Başlangıcı karanlık ve ne idüğü karanlık olan bu tasavvuf mitolojisini nereden uyduruyorsunuz? Bu efsanenin anası kim, babası kim? Neden yaratılmış ve kime gönderilmiştir. Size getiren bir melek veya peygamber midir? Yoksa zihinlerinize sokan şeytan-ı ekber midir?
Tasavvuçular Muhammed(s)'in durumunun Allah'ın durumunun aynısı olduğunu iddia ederler. Hiç böyle birşey olur mu? diyeceksiniz. İşte size onların sözleri:
"Bütün tasarruflarında Muhammed'in durumu Allah'ın durumu gibidir. Alemde Mu-hammed'den başka yoktur", "Hakikatinin sonu bilinmez ve nihayeti İdrak edilmez. O, iman ettiğimiz gayptendir.", "Beşeriyyeti salt nur olduğu için onun artıkları (gaita ve idrarı) tertemiz ve mukaddesti. Vücudunun diğer cisimleri gibi gölgesi yoktu. Adem'e üfürülen Allah'ın ruhundan kastedilen, bu Muhammedî nurdur. Allah'ın ruhu Muhammed'in nurudur.[664]
Yüce Allah, Hz. Peygamber'i makamlarının en şereflisi, en kalıcısı, etki ve gaye bakımından en önemlisi olan ubudiyet sıfatıyla nitelemekte ve "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. " buyurmaktadır. En büyük yüceliğin zirvesine çıktığı ve en kalıcı hatıralarla dolduğu o mübarek gecede Yüce Rabbi onu katıksız kullukla nitelemekte ve "kulunu" diye anmaktadır.
Bunun yerine "Muhammed'i götürdü" denilseydi, Allah bilir, tasavvufçular bunu basamak yaparak ne bidatlar ortaya atarlardı! Böyle birşey olsaydı, tasavvufçular, kelimelerden dağıtacak güçlü nuru bulamayan ne fitneler alevlendirir ve şirkler koşarlardı! Allah bilir, "Muhammed ne bir beşer, ne de bir kuldur, kudretine bütün ufukların musahhar olduğu, uçsuz bucaksız fezaların kuvvetine müyesser bulunduğu ilahi bir ruhtur" der çıkarlardı.
Onun için ayette "kulu" kelimesi, bütün şüpheleri dağıtan ve fitnesiyle olmadık vehimlere kaptıran bütün zaman yok eden hakkın parlak ,olmuştur. Hz. Muhammed'in kendisine vahiy gelen ve beşerden başka h'rsey olmadığını ispat eden Rabbani bir delil olarak gelmiştir. Yüce Allah, u davet makamında iken de kul olarak nitelemekte ve şöyle buyurmaktadır- "Allah'ın kulu, O'na davet edince, neredeyse üzerine üşüşeceklerdi"[665]
Ayette "kul" kelimesinin "Allah" kelimesine tamlanan olmasını düşünün. Muhammed'in kul oluşu ile Yüce Allah'ın uluhiyyet ve rububiy ye tiyle bir ilişkisinin bulunmadığı açık gerçeği, bütün zihinleri doldurmakta ve akıllara gelebilecek bütün şüpheler böylece dağıtılmaktadır.
Yine Yüce Allah, Hz. Muhammedi kul olarak nitelemekte ve Kur'an'a inanmayanlara meydan okuduğu bir makamda onun ancak bir kul ve bir insan olduğu gerçeğini şu ayet açık bir delil olarak ortaya koymaktadır: "Kulumuza indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun benzeri bir sûre getirin. [666]
Bunlardan başka Hz. Muhammed'in kendisi de bize yol işaretlen dikmekte ve ışıklar koyarak haktan sapmamızı yahut yoldan çıkmamızı önlemektedir. Aşırı sevgi taşkmlığıyla ölçüyü kaybetmemek için bize rehberlik etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı abartarak övdükleri gibi beni abartarak övmeyiniz. Ben ancak bir kulum . Allah'ın kulu ve rasulü, deyiniz. [667]
Bugüne kadar müminlerin kalpleri Muhammed'in sevgisi ve büyüklüğüyle dolu olmuş, ancak bu Ölçüyü, haktan sapanlar dışında, hiçbir zaman gözardı etmemiş ve Allah'ın sıfatlarını ona vermeye yeltenmemişlerdir.
Kulun sevgisinin en açık ifadesi olan namazda Rasulullah, Allah'ın emrini bize öğreterek Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna şahadet etmemizi istemiştir. Ama kimi tasavvufçular ne olursa olsun, bu gerçeğin yalan ve yanlış olduğunu söylemekte ısrar ederek Allah'ı ve Rastılünü yalanlamaya çalışmakta ve Muhammed'in Allah'ın kulu değil, belki Allah'ın, ruhu, nuru, ilk taayyünü, insan-ı kamili, hatta kendisi olduğunu iftira etmektedirler.
Mü'minlerin, Hz. Muhammed hakkında inançları şudur: O bizim gibi bir insandır, diğer insanlardan farklı olarak ona vahiy gelmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi, peygamberlik özellikleri ve gerekleri dışında Muhammed diğer insanlar gibi bir insandır. Onlar için sözkonusu olan bütün şeyler onun için de sözkonusudur.
Kur an, cahil ve okur-yazar olmayanlara bile kapalı kalmayacak şekilde bunu açık seçik belirtmekte ve hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Şoyle buyurmaktadır: "De ki, ben ancak sizin gibi bir insanım, ilahınızın ancak tek ilah olduğu bana vahyediliyor.[668]
Son derece açık seçik, net ve sağlam, hikmet ve belagat dolu bir üslup içinde sunulan hak, hikmet ve hidayet! Müminin kesin inancına arız olacak en ufak bir şüpheye bile yer bırakmamakta, ayetin manasını bozabilecek en ufak bir gizlilik veya kapalılık bulunmamaktadır. "Sizin gibi bir insan" sözünü düşünen herkes, yüce Allah'ın hikmetinin etrafındaki herşeyi doldurduğunu ve iman edilmesi vacip olan hakka ilettiğini görür. Zira bizim insan oluşumuzu, Hz, Muhammedin insan oluşunu ölçeceğimiz ölçü yapmakta ve "Sizin gibi bir insan" demektedir. Böylece bu tertemiz ve sevimli insanın sevgisinde aşırılığa kaymamız ve onu beşerüstü bir kimlikle tevehhüm etmemiz Önlenmiş bulunmaktadır. Böylece gerçeğinde bizim beşeriyetimizden farklı bir yaratılışı olduğu yahut onda herhangi bir şekilde uluhiyyetin bir özelliğinin bulunduğunu tevehhüm etmemek için tedbir alınmış olmaktadır. Künhünü kavramadığımız ve ancak birtek kişide gerçekleştiğini tevehhüm edeceğimiz birtakım düşüncelerin zihnimize gelmesi Önlenmektedir.
Bunu ifade etmek için belki: "De ki, ben insanım" yahut "Siz benim gibi insansınız" denilebilirdi. Ama Alim ve Hakim, Habir ve Basir olan yüce Allah, Hz. Muhammed'in kimliğini ve beşeriyyetini bizim sahip olduğumuz ve bildiğimiz beşeriyyetle bize tarif etmek istemiş, bu beşeriyetin taşıdığı bütün duygu ve güdüler, kıymet ve değerlere sahip bizim gibi bir insan olduğunu anlatmayı dilemiştir. Bu beşeriyetin başlangıcını ve sonunu, sevgi ve nefretini, kısaca bütün olumlu ve olumsuz yönlerini biliyoruz. Onun için yüce Allah, Hz. Muhammed'in beşeriyetini bize benzeterek bizlere anlatmıştır. Ancak Hz. Muhammed'in beşeriyyeti Allah'ın kendisine verdiği hidayetle Ona kesin iman ile inanmış, üzerindeki hak ve şükür borcunu kamilen yerine getirmiş, en yüce insani üstünlüğün zirvesine çıkmış ve eşsiz en üstün parlayan yıldız olmuştur. İnsanlar arasında katıksız tevhidin en üstün ufkuna çıkmış, günah dürtüsü onu saptırmadığı gibi, haram güdüsü de onu yoldan çıkarmamıştır. Çünkü Hz. Muhammed sadece Allah'ı kendine rab edinmiş, ona daveti ve hoşnutluğunu kazanmayı cihad ve mücadelesinin hedefi, dünya hayatının yüce gayesi ve şaşmaz ekseni yapmıştır.
Yüce Allah, "Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor[669] diyen müşriklerin sapıttıklarını ve doğruyu bulamadıklarını belirtktedir. Bundan da anlıyoruz ki, müşriklerin yadırgadıkları bu durum, insanlar hakkında Yüce Allah'ın takdir ettiği bir şeydir. İnsan olmak da peygamberlik makamına hiçbir şekilde gölge düşürmemektedir. Çünkü her şeyden önce peygamber bir insandır. İnsanlar da yemek yer ve çarşılarda yürürler.
Yine yüce Allah'ın bütün peygamberlerini nitelediği şu hükmüne baka-- "Biz onları yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar ebedi de A dillerdir.[670] "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamerler de istisnasız mek yerler, çarşılarda yürürlerdi. [671] Bu ayetleri düşünelim ve Muham-med(s)'in dünyada ebedi kalacak hayatın yıldızı olduğunu iddia eden ve pişiklerinin tertemiz ve kutsal, Rabbani nurun parıltıları olduğunu iftira edenlerin yalanlarını yüzlerine vuralım. Onların iddia ettiği yahut iftira ettiği gibi olsaydı, o zaman Hz. Muhammed, neden abdest alır veya teyemmüm yapardı. Neden yıkanır ve temizlenirdi?
Yine, Yüce Allah'ın peygamberine olan şu hitabını düşünelim: "Şüphesiz Öleceksin ve onlar da öleceklerdir. [672] Hz. Peygamberi nölümü belirtildikten sonra bizlerin de Ölümü belirtilmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, hakkımızda kararlaştırılan ölüm, Hz. Peygamber hakkında kararlaştırılan ölümün aynısıdır. Bütün bunlar apaçık ve seçik olduğu halde Muhammedin ölümünün sonsuz hayat olduğunu söyleyenler, söze anlamının tam zıddı mana verenler yahut saçma manalar yükleyerek hakla batılı karıştıranlardır. İşin tuhaf yanı, bu gibilerin saf müslümanlara en büyük veli, yüce kutup ve müslü-manlık örneği olarak gösterilmesidir.
Tasavvufçular şöyle derler: "Muhammed ruhu ve cesediyle her yerde ve her mecliste hazır bulunur, yerde ve göklerde dilediği zaman tasarruf eder ve dolaşır. Şimdi de ölmeden önceki durumunda olup onda hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir. [673]
Tasavvufçuların bu inancına karşılık Yüce Allah'ın şu ayetlerine bakalım: "Müşrikler sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnad etmen için seni neredeyse sana vahyettiğimizden saptiracaklar ve o zaman seni candan dost kabul edeceklerdi. Şayet seni sabit kılmasaydık, gerçekten neredeyse onlara az olsun meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün katmerli azabını tattınrdtk, sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın. [674]
Kahhar ve Cabbar olan yüce Allah'ın tehdidi! Bu tehdit bir tanrının ken dişi veya benzeri bir tanrı için inidir? Yoksa yerin ve göklerin hakimi, kah har ve muktedir olan Allah'ın en şerefli kuluna bir tehdidi midir? Muham med, rububiyyet ve uluhiyyette -tasavvufçularm iddia ettiği gibi- Allah'ın ortağı olsaydı, veya uluhiyyet nitelikleri olsaydı, nefsi korku ve dehşetle dol duran, tüyleri ürperten böyle bir tehditle onu uyarır, çizdiği sınırları bir an ve bir kıl kadar aşmamasını ister miydi? Allah'ın bir mü'mini yardımcısı? bırakmak ve hem dünyada hem ahirette katmerli azaba uğratmakla tehdit etmesinden daha acıklı ve çetin bir azap düşünülebilir mi?
Hz. Muhammed'i tanrılaştıran yahut Allah'ın zatından yaratıldığını iftira edenler, söyler misiniz! Allah'ın kendi kendini tehdit etmesi, dünya ve ahiret azabını katmerli bir şekilde kendine tattıracağını söylemesi, kendi kendini yardımcısız ve dostsuz bırakmakla cezalandırmasını aklınız kabul ediyor mu?
Sonuç olarak, Hakikati Muhammediyye veya Nur-u Muhammedi nazariyesinin şeriattan hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü Şeriat, Muhammed'in risaleti tebliğ etmek için Allah'ın seçtiği bir kul olduğunu söylerken, Muhammed'in hakikatinin Allah'ın zatından meydana geldiği ve diğer varlıkların da müteselsil olarak Muhammed'den ortaya çıktığı, tasavvufi anlayışla Muhammed'in insan-ı kamil olduğunu kesinlikle kabul etmez.[675]


[611] Doç. Dr. Necip Tayları,İslam düşüncesinde Din Felsefesi,U6-127,M. Ü. 1994F. V. Yayınları,İstanbul 1994

[612] Doç. Dr. Hayrani Allmta^İbn Sina Melafuiği,84-87,Ank. Ü. i. T. Yayınlaıı,Ankar,ı,1985,İbn Sina da Farabi gibi Allah;ilk akıl,1. akıl,ikinci akıl. ... 9. akıl,faal akıl, kevn ve fes<ıl'alemi sıralamasını takibeder. Geniş bilgi için bakınız,a. a. e. 87-94

[613] Prof. Dr. Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meself ieri, O0-612. Öiûken, istanbul "t984, birinci baskı.

[614] Bakara, 115

[615] Gazali, Mişkatu'l-Envar, 42-43. Mısır 1907.

[616] Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, 93.

[617] Gizli bir hazine idim, bilinmek isledim ve yaratıkları yarattım, onlara kendimi tanımm,on!,ır da beni tanıdılar" hadisini tasavvufcııların uydurmasının sebebi budur. Hadisin uydurma olduğunu başkaları g'l*' Keşfu'l-Hafa sahibi de söylemekte ve tasa vvufç uların çokça kullanıp anlayışlarına (emel yaptıklarım belirtmektedir, Bkz. Keşfu'l-Hafa,2/132,ilgili madde.

[618] Ebu'l-A'la Afifi, Fususu'l-Hikem, Sunuş kısmı. 1/24-39. Ru konuda sahih dini hiçbir nass yoktur- H" anlayış Sudur nazariyesinin tasavvufa yansımasından başka birşey değildir. Tasavvutçular Allah hakkında zan ve tahminle konuşmakta, hayallerinde canlandırdıkları bir Allah anlayışını insanlar.! sunmaya ç.ı'ür maktadırlar. Geniş bilgi için bkz. Fususu'l-Hikem, 1/48-49, Ebu'l-A'la Afifi neşri.

[619] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 213-218.

[620] Cünıüşhanevi, Camiu'l-Usuf, Hakikat-ı Muhammediyye bölümü. Kahire, 1329 h. 1

[621] Gümüşhanevi, Camiu'l-ıısul, 107, Nuru muhammedi bidatini ilk ortaya atanlardan biri de f lallac'du-"Peygamberlik nuru yalnız onun nurundan çıkmıştır. Nurların aydınlımı bile onun nurundandır. " Bakınız, Yaşar Nuri Özt ürk. Ha 11 acı Mansur ve Eseri, 297, Yeni Boyut,fstanbul,1996

[622] Muhammed ed-Demirtaş, Risale ti Marifeti'l-Hakaik. 7'den naklen Ahdurrahnıan el-Vek'I, ,ı. g. e.,74.

[623] Gümüşhanevi, a. g. e., 92. Şia kültüründe hakikat-i muhammediyye yahut Nur-u Muhammedi in.mcı tasavvuf kültürüne bir nev'i kaynaklık oluşturmaktadır. Şu sözlerine bakınız: "(Güya) Hz. Ali söylemekledir: Ren ve peygamber, onun buyurduğu şekilde Allah'ın nurundan bir nurduk, O zaman Allah, bu nurun ayrılmasını emir buyurdu. Sonra bir yarısına Muhammed ol, dedi. O da Muhammed oldu. Öteki yarısına da Ali ol, diye emretti. O da Ali oldu." Ali Şeriat i, Alı Şiası Safevi Şiası, 153. Yöneliş, İst. I1)'!!). Şia kültüründeki bu aslın kaynağının da hıristiyanlık olduğu görülmektedir. Bkz. Ali Şeriat i, a. g. e. 174

[624] Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, ehadiyet ve vahidiyet maddeleri; Abdulkerim el-Cilİ, el-İnsanu'l-K,ı-mi 1,1/23-32,uluhiyet,ehadiyet,vahidiyet,rahmaniyet,rububiyet maddeleri;
Meşhur şair Bıısiri de meşhur kasidesinde bunu şöyle dile getirir: "Bütün peygamberlere gelen ayetler, O'nun (Muhammed'in) nurundan onlara gelmişlir." Abidin Paşa,Kaside-i Bürde Çeviri ve şerhi, rı2-5'.'\ İstanbul 1977.
el-Ciii,ehadiyet,vahidiyet ve uluhiyet arasındaki farkı şöyle anlatın"Ehadiyette isim ve sıfallardan açığa çıkmış henüz hiçbir şey yoktur. Bu da salt zattan ibarettir. Vahidiyetle isim ve sıfatlar elkenleriyle birlikte ortaya çıkar. Ancak bu, farklılaşma yönünden değil, zat hükmü ile,yani zatın üzerinde ortaya çıkan özellikler yönüyledir. Bunlar birbirinin aynı olur. Uluhİyette ise, Bütünden her birinin gerektirmesi hükmü ile, isim ve sıfatlar zahir olur. Uluhiyette nimet veren intikam alanın zıddı, intikam alan nimet verenin zıddı olarak görünür. Ehadiyete kadar diğer bütün İsim ve sıfatlar böyledir. Uluhiyelte isim ve sıfatlar.eh.ıdiyet ve vahidiyet hükmünün gerekleriyle zahir olurlar. Görünmesi şekliyle uluhiyet, bütün görünümlerin hükümlerini kapsar. Yani,her hak sahibine hakkını verme görünümüdür.
Ehadiyet.başka hiçbir şey yok iken Allah'ın var olmasıdır. Vahidiyet de şimdi bulunduğu görünümdür. "Onun yüzü dışında herşey yok olacaktır" demiştir. Bu bakımdan ehadiyel, vahidiyetten üstündür. Çünkü salt zattır. Uluhiyet de ehadiyetten üstündür. Çünkü ehadiyete hakkını vermiştir. Zira uluhiyelin hükmü, her hak sahibine hakkını vermektir. Böylece isimlerin en üstünü, en kapsamlısı,en yüce ve aziz olanıdır. Ehadiyetten üstünlüğü, bütünün parçaya üstünlüğü gibidir, Fharliyetin zatın diğer bütün görünümlerine üstünlüğü de aslın fer'i olana üstünlüğü gibidir. ",el-insanu'l-Kamil,1/27,Hicri 1316

[625] Gümüş.hanevi ve el- Çili, a. g. e. aynı yer

[626] Gümüşhanevi ve el-Cili, aynı yer

[627] Abdulkenmet-Cili,a. y. e. 2/44

[628] Abdulkenmet-Cili,a. y. e. 2/44

[629] Abdulkerim el-Cili,a. y. e. 2/45,Çok kötü yapılan lercümeşine bakmak isteyenler;Ahckılk,Hİİr Akt.ı-
2/202-203, Üçdal Neşriyatjstanbu! 198(),bakabtlirler.

[630] Alxlulkerim el,GIİ,.ı. g. e. 2/46-47

[631] Abdulkerim el-Cili,a. g. e. 2/47. Aslında ef-Cili'nin anlattıkları tam reenkarnasyon olayıdır. Zaten kendisi hicri 790 yılında reenkarnasyon inancının anayurdu olan Hindistan'ın Kuşa keminde bulunduğunu belirtmektedir. (el-insanu'l-Kamil, 2/337). Büyük ihtimalle bu reenkarnasyon kültürünü oradan .ılmt* ve tasavvuf adı altında müslumanlara satmıştır.

[632] Ahmed Şarabasi, Yes'ekıneke fi'd-Dini ve'!-Hayat,2/405-406,Daru'l-GI,Beyrul,1980,

[633] İbn Arabi, el-Futuhalu'l-Mekkiyye, 152-154.

[634] ibn Arabi, a. g. e, aynı yer.

[635] İbn Arabi, a. g. e., 155. "Bazan tam bir ilah, bazan yarım ilah, hazan bütün yaratıkların ilk hakikati, 'in Kabe'nin manevi şahsiyeti, bazan lahııti ve nasuti kimliği şeklinde anlatılan Hakikat-ı Muhamme-'Vyeçin bkz. İmam Rabbani, Mektubat, 117,120, 121, 209, 220, 251, 252, 2(.O nokı mektuplar. Çev. "-işeyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1968.

[636] Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,192, Çev. Kasım Turhan, İklim yayınlan,istanbul 1987

[637] hlaştırıldığı için onlardandır,ama ilah olduğu için onlardan değildir. Yani aynı zamanda hem kaknem hadistir. Dr. Zeki Mubarek,j. jj. e. 201,dipnot

[638] Dr. Zeki mübarek,.!, j;. e. 201

[639] Tasavvufçuların şeyhi gözün önünde ve hayalde canlandırması ol.ın r.ıhıta bunun ifadesinden ba^.ı nedir?!

[640] Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım" anlamındaki levlake hadisini ins.ıvvufçular Ihı am.ıçla uydurmuş ve onunla herhalde hristiyanlara bir üstünlük sağlamayı düşünmüşlerdir. Burum uydurma oldııAun.ı dair bakınız. Keşlu'l-Hafa,2/1M, Lam maddesi.
Keşfu'l-Hafa sahibiJıadis olmadığını itiraf etmesine rağmen mitolojisinden vazgeçmemek için mana alarak sahih olduğu safsatasını söylemektedir. Halbuki bir sözü Rasıılullah ya söylemiş, ya da söylememiş1'1"-Söylemişse hadis olur,söylememişse hadis olma*. Bazı gerçeklere uy^ıın olmak veya anlam bakımından do£ru olmak ayn,bir sözü Rasulullahın söyleyip söylemediği ayrı şeylerdir, Mesela.^üneş. do£ar,in^!n ölür,;;ibi sözler hem gerçeklere uygun,hem de .mlam olarak doğrudur. Ama bunlar Rasulullabın olmadığı için hadis olmazlar ve hadis sayan insanlar Rasulullaha iftira ederler. Rasukıllah da sÖylemt-'d'S1 bir sözü kendisine iftira edenleri

[641] DV. Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'l-İslami fi'l-Edei)i ve'l-Ahlak, 1/210. Mısır, 1954.

[642] Dr. Zeki Mübarek, a.g. e., 1/279

[643] Tâhâ, 114.

[644] el-Kihritu'l-Ahmer, 5; el-Yevakil ve'l-Cevahir hamişinde, H-Matbriatu'l-EzrVriyyf ' Mıs-
riVye Mısır h. 1307, ikinci baskı.

[645] Necm,5-7.

[646] Furkan, 32-33.

[647] Şura,52

[648] Yumıs,15-16

[649] Meryem,64.

[650] Abdulazim ed el-İhriz, 2/84.

[651] Ömer İbn Said el-Huni, Rirnahu Hizbi'r-R,ıhim, 14 den naklen Abrlurrahman el-Vekil, a. j;. e. 87. Fel-ec'eki akılların tasnifinin etkisi burada açıkça görülmektedir.

[652] Ahmerl Abdulmunim el-Hulvani, Risale, 14'den naklen Alxkırrahman el-Vekil a. g. e., 87.

[653] Mü'rrurHın, 12

[654] Muslim, Zühd, 60; Ahmed ibni Hanbel, 6/153, 168.

[655] AI-imran,128.

[656] 137. Ahk.9.

[657] Cin 21-22

[658] Kehf,110.

[659] AI-i imran,145.

[660] Kaf,2

[661] Cuma,2.

[662] Zümer,30-31

[663] İsra, 91-94.

[664] Muhammed Bahauddin el-Baytar, en-Nefehatu'l-Akdesiyye, Vekil, a. g. e, 77.

[665] Cin,19.

[666] Bakara,23.

[667] Buhnri,Enbiya 48,

[668] KeM,110.

[669] Furkan,7.

[670] Enbiya, 8

[671] Furkan,25

[672] Zumer,3O.

[673] Abdıırrahman el-Vekil, Hazihi Hiye's-Sufiyye, 81, Ömer ibn S;ıid, ;ı. n- e., 1/219'clan n.ıklen. el-Cİ-' nin "Muhdmmed islediği suretle görünme imkanına bnhiptir" sözünü biliyoruz. Nitekim onu kendi şey-hl el-Cıbırti surelinde gördtiğLinü,eş-Şibli surelinde göründüğü ve müridinin de onu tanıdığını (İn söylemledir. Rkz. El İsanıı'l-K,ımil,2/46

[674] İsra, 73-75

[675] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 218-234.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
2. BÖLÜM

IV- İnsanı Kamil Nedir?

Vahdeti vücud felsefesinin yan ürünü olarak üretilen însan-ı Kamil terimi, Kur'an ve Sünnetin kullandığı bir terim değildir. Felsefi tasavvufun vahdeti vucud, vahdeti şuhud, Hakikati Muhammediyye nazariyeleri gibi mitolojik nazariyelerinden biridir.
Oryantalist Nicholson'a göre bu terimi ilk defa kullanan İbn Arabi'dir, îbn Arabi ve Celaleddin er-Rumi yolu ile bu terim tasavvufi Türk tarikatlarına girmiştir.[1]
Ebu'1-Ala Afifi'ye göre bu terimi İbn Arabi, İhvanı Safa felsefesinden almıştır. İnsan-ı kamil terimi, İhvanı Safa'nm risalelerinde geçen "İnsanı Fazıl" teriminin kopyasıdır. İhvanı Safa, eksikliklerden uzak ve birbiriyle kenetlenmiş ruhani bir toplum için "Faziletli Ruhani Şehir" niteliklerini kullanırken, kendilerine de "Faziletliler" adını vermişlerdir. [2] Tasav vufçular da ermişlerine "Kümmel" adını vermektedirler.[3]
İbn Arabi, Faziletli Şehir düşüncesini, İsmailiyye fırkasının ele aldığı tarzda ele almış ve sahiplerinin ondan daha aşağısına razı olmadıkları ve faziletli altın şehir olarak nitelemiştir. [4]
Şöyle bir soru akla gelmektedir; İbn Arabi insan-ı fazıl teriminin yerine neden İnsan-ı kamil terimim kullanmıştır? Öyle anlaşılıyor ki Şia'dan mutedil İsna Aşeriyye ve İsmailiyye fırkasından aldığı tasavvufi ruhani bu anlayışı, Zeydiyye'nin kullandığı anlayıştan ayrı tutmak için bu yola başvurmuştur. Bilindiği gibi Zeydiyye hilafette liyakati belirtmek için en faziletli (Ef-dal) ve faziletli (mafdul) terimlerini kullanmış, birincisiyle Hz. Ali'yi, ikincisiyle de Hz. Ebu Bekr'i kastetmiş ve en üstünü bulunurken üstün olanın da halife olabileceğini söylemiştir. Nitekim İbn Arabi üstünlüğün niteliğini belirtmeğe çalışırken aynı terimleri kullanmıştır. [5] Onun için İbn Arabi İnsanı kamil terimini bulmuş, böylece İnsanı kamil nazariyesi İbn Arabi'nin tasavvuf felsefesinin unsurlarından biri olmuştur.
Yukarıda da belirtildiği gibi İbn Arabi'nin insan-ı kamil terimi, İsmaliy-ye fırkasının ürünü olan İhvanı Safa Risalelerinde geçen ve hem İbn Arabi, hem diğer tasavvufçular tarafından Hz. Peygamber için kullanılan İnsanı Fazıl teriminin kopyasından başka bir şey değildir. Herhalde İhvanı Safa risalelerindeki İnsanı Fazıl teriminin kaynağı da Yunan felsefesidir. Nitekim İbn Nedim Yunan felsefesinin babası sayılan Aristo'yu nitelerken, bir filozof olarak faziletli, kamil ve tam faziletli sıfatlarıyla nitelemiştir. [6]
Bu söylenenlerin gerçeklik derecesi ne olursa olsun, insan-ı kamil teriminin Kur'an ve sünnetin terimi olmadığı ve salih selefin lugatında bu felsefi anlamıyla geçmediğini bilmemiz gerekir. İnsanı kamil teriminin kaynağına bu şekilde değindikten sonra şimdi de içeriğine bakalım.
Tasavvufçularm insan-ı kamil düşüncesini İbn Arabi'den[7] sonra Abdulkerim el-Cîlî, el-însanu'l-Kamil adh eserinde bütün tuhaflıklarıyla açılç]a^ mıştır. el-Cîlî'ye göre insan-ı kamil, baştan başa bütün varlığın etrafında döndüğü kutuptur. Varlık yaratıldığından beri insan-ı kamil tektir ve tek kalacaktır. İnsanı kamilin kendine özgü bir hakikati vardır. Bununla bera ber her çağda başka suretlerde, başka adlar altında görünür. Asıl kendi adı Muhammed'dir. Künyesi Ebu'l-Kasım, sıfatı Abdullah, lakabı Şemsuddin'dir. Asıl ismi budur ama dünya kurulduğundan beri çeşitli peygamberlerin suretinde görünen odur. Ta kiyamete kadar en büyük velide zuhur eden de odur. el-Cîlî, bu söylediklerinin tenasuhla bir ilgisinin olmadığını da belirtmeyi ihmal etmemektedir.
el-Cîlî, onu kendi şeyhi Şerefuddin İsmail el-Cıbırti şeklinde gördüğünü söylemektedir. Yani Hz. Peygamber o şekilde görünmüştür. Nitekim Şibli şeklinde de görünmüştür ve Şibli talebesine "Benim, Allah'ın Rasulü olduğuma şahitlik eder misin" demiş, arif olan talebesi de "Senin Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ederim" cevabını vermiştir.
el-Cîlî'ye göre İnsanı kamil, Tanrının bütün isim ve sıfatlarına asaleten müstehaktır. İnsan-ı kamil, Hak'kın aynasıdır. Allah ismi nasıl hakkın aynası ise, insan-ı kamil de öyle Hakkın aynasıdır. Allah bütün isim ve sıfatlarını yalnız insan-ı kamilde görür.
İnsanı kamili her bakımdan Allah'ın aynı gören el-Cîlî'nin bu nazariyesine göre, insan-ı kamilin vücudundaki her şey, dünyada bulunan bir varlığa tekabül etmektedir. Dünyada ne varsa insanda da vardır. Varlığın özü insan-ı kamildir.[8]
"İnsan-ı kamilin letafeti ulvi varlıklara, kesafeti süfli varlıklara, kalbi arşa karşılıktır. Çünkü Peygamberimiz "Müminin kalbi Allah'ın arşıdır[9] demiştir. İnayetiyle kürsiye, makamı ile sidretu'l-munteha'ya, aklıyla yüce kalem'e, nefsiyle levhi mahfuz'a, tabiatıyla unsurlara, kabiliyetiyle heyulaya, heykeliyle, havaya, re'yiyle atlas feleğine, müdrikesiyle yıldızlar feleğine, vehmiyle altıncı kat göğe, hemmiyle beşinci kat göğe, fehmiyle dördüncü kat göğe, hayaliyle üçüncü kat göğe, fikriyle ikinci kat göğe, hafızasıyla birinci kat göğe, dokunma kuvveleriyle zuhal'e, itici kuvveleriyle müşteriye, muharrike kuvveleriyle merih'e, bakıcı kevveleriyle güneş'e, tat alma duyıllarıyla zühre'ye, koklama duyusuyla utarit'e, işitme duyusuyla ay'a, hararele ateş feleğine, hatıralarıyla meleklere, vesvesesiyle cin ve şeytanlara,
vaniyetiyle hayvanlara, vurucu kuvvetiyle aslana, hile gücü ile tilkiye, Matıcı gücü ile kurda, haset gücüyle maymuna, hırsıyla fareye karşılık [10] Bu karşılık olma özellikleri vücudundaki idrar ve pisliklerine ka-, r devam etmektedir.
Süleyman Ateş'in deyişiyle, gülünç bir tarzda insanın her tarafı dünya varlıklarmdan birine benzetilmiştir. Bunlar mesnetsiz, hayali saçma görüşlerden başka bir şey değildir. [11] İnsanın bu tür saçmalıklara inanması için aklım bir yerlerde bırakması lazımdır.
Nicholson, insan-ı kamil konusunda el-Cîlî'nin sözlerini değerlendirerek şöyle demektedir:
"(Cîlî'ye göre) İnsan-ı kamil, alemin varlığının sebebi ve koruyucusu, bütün varlık feleklerinin etrafında döndüğü kutubdur. Allah onu ilahi lahut ve nasut zıt sıfatlarına uygun kendi suretinin bir örneği şeklinde yaratmıştır. el-Cîlînin ifadesine göre insanın gerçek tabiatı üçlüdür. Şöyle diyor:
Birdir dersen doğrudur, ikidir dersen o da doğrudur, gerçekten ikidir.
Hayır, üçlüdür dersen o da doğrudur, insan tabiatının hakikati budur.
İşte bu tam bir teslis İnancıdır. İnsan-ı kamilin kesin olarak Muhammed olduğuna inanan bir müslümanın böyle bir inancı benimsemesi çok tuhaftır. Ancak şunu unutmamalıyız ki tasavvufçular Muhammed'i alem yaratılmadan önce var olan Allah'ın nuru yahut kelimesi olarak saymaktadırlar. Hatta alemin varlığı onun için olduğunu söylerler. [12] Bu ilahi kelime her devirde peygamberler veya evliya suretinde ortaya çıkar. Bilfiil kamil olanlar da-ancak onlardır. Başkaları bilkuvve kamildirler. [13]
Celaleddin Rumi'nin insan-ı kamil anlayışını da İsmail Yakıt'ın, hurufi-lik örneği sergilediği "Batı Düşüncesi ve Mevtana" kitabından dinleyelim.
"Mesnevi'nin özellikle ilk onsekiz beytinde anlatılan ve işlenen Ney kavramı, aslında insanı ve onun ideal mahiyetini sembolize etmektedir. Bazı Mevlevi müfessirlere göre ney, doğrudan insan-ı kamildir. Kamışlıktan koparılarak yapılan ney, her nefeste ayrı düştüğü vatanını terennüm etmektedir. İnsan da geldiği ulvi alemin hasretini çekmektedir. Ruh, beden hapsinde bu ayrılığın ızdırabını yaşamakta ve her an geldiği vatanı, koparılıp uzaklaştırıldığı yeri özlemektedir. Şu halde ney metaforuyla anlatılmak istenen, insanın bu alemdeki varoluşunun nedenini açıklayabilecek bir şekilde, birlik kamışından kesilmiş, kendi varlığından geçmiş, gerçek varlıkla var olmuş insan, yani insan-ı kamildir.
Eski Mesnevi sarihlerine göre ney, ebced hesabıyla da insanı, daha doğrusu kamil insanı vermektedir. Şöyle ki:Ebced hesabıyla Adem ile Havva'nın sayı değerleri toplamı 60'dır. Bu izdivaçtan doğan netice-i suret "Sin"dir. Nitekim Kur'an'da Yasin (ey sin=ey insan=ey Muhammed) olarak tefsir edilmektedir. Sin'in sayı değeri 60'dır. Adem ile Havva kelimelerinin de 60'dır. Ney kelimesi de 60 etmektedir. Şu halde ney'den kasıt bazı mevlevi büyüklerince Adem ile Havva'dır. Neyistandan kasıt, cennet olmuş oluyor. Ney'in 60 etmesi/'Sin" harfinin de 60 etmesi ve sin'in de Hz. Muhanv med'in ismi olması, ney=Muhammed veya insan-ı kamil şeklinde yorumlanmış ve sembol olmuştur.[14]
Mevlana ayrıca "ideal insanı" Tanrı ile yaratıklar arasında bir aracı olarak da görmektedir. Her ne kadar Tanrı mutlak olarak kendine yetse de, bilinmek ve görülmek aracı olarak[15]onun yeryüzündeki temsilcisi "halifesi"[16] insan-ı kamil olmuştur. O halde insan-ı kamil Tanrı0usturlabıdır. (...)
Mevlana, ilahi tecelliler açısından da insanın tanrı usturlabı olduğunu devamla beyan etmektedir. Ulu tanrı insanı kendinden, bizzat bilgin, bilen ve bilgili kılmış olduğundan, insan kendi varlığının usturlabında zaman zaman tanrının tecellisini ve eşsiz güzelliğini parıltı halinde görür. O cemal hiçbir zaman bu aynada eksik olmaz. İşte insan-ı kamil bu usturlabı tam anlamıyla nefsinde gerçekleştiren ve kendi varlığında ilahi sıfatların tecellilerini görür. Tanrının lutfuyla dini, adeta onun gölgesidir. Mesneviden:
"Ne seninleyim, ne senden ayrıyım;a olgunluk sahibi, neliksiz, niteliksiz, sebepsiz, illetsiz, seninleyim ben. Balıklarız biz, yaşayış denizi sensin... A sıfatları güzel tanrı, lutfunla diriyiz biz. Halktan ayrılmış, hurma ağacının dibine varmış, ağacın gölgesinde uyuyan Tanrı gölgesi OHz. Ömer'i) seyret[17]
Celaleddin Rumi'nin insan-ı kamil anlayışı da bu şekildedir. Görüldüğü gibi muğlak, bazan insan, bazan tanrının niteliklerine sahip, bazen yaratılmış bir kul, bazen balığın denizde yaşadığı ve onunla hayat bulduğu gibi tanıda yaşayan ve onunla hayat bulan bir yaratık!
Tasavvufçulardan Azizuddin Nesefi ise, insan-ı kamili şöyle tanımlamaktadır:
"Şimdi kamil İnsanın birçok ismi olup muhtelif isimler halinde zikredilmiştir. Hepsi de doğrudur. Kamil insana şeyh, Önder, hadive mehdi derler. Bilgin, ergin, kamil ve mükemmel derler. İmam, halife, kutup ve sahibu'z-zaman derler. Cihanı gösteren kadeh (cam-ı cihanüma), dünyayı gösteren ayna, büyük tiryak ve en büyük iksir (iksir-i azam) derler. Ölüyü dirilten İsa derler, abı hayat içmiş= Hızır derler. Kuşların dilini bilen Süleyman derler. Bu kamil insan daima alemde vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü birtek şahıstadır. Kamil insan, o şahsın gönlüdür ve mevcudat gönülsüz olamaz. O halde kamil insan, daima alemde vardır ve gönül birden fazla oimaz. Bu durumda kamil insan, alemde birden fazla değildir. Alemde bilginler çoktur, ama gönül alem olduğuna göre, birden fazla değildir. Diğerleri mertebelerde olup, her biri bir mertebede bulunur, O alemin yeganesi, bu alemden göç edince başka biri onun mertebesine ulaşır ve alem gönülsüz kalmasın diye onun yerine oturur.
Kamil insanın sahip olduğu kemali ve büyüklüğü duyduğuna göre, onun kudreti yoktur. Muradsızlıkla yaşar. Her şeye uyum sağlamakla zamanını geçirir. İlim ve ahlak yönünden mükemmeldir. Ancak kudret ve murad yönünden eksiktir.[18] İran'da tasavvuf konusunda doktora çalışması yapan meşhur şair Muhammed İkbal ise, insan-ı kamilin Hz. Muhammed olduğu, Kur'an ahkamına sahip olarak kendisinin ideal ve kamil insan-ı kamil örneği olup benzerinin bulunmadığını söylemektedir. Her türlü hulul ve ittihad anlayışından tümüyle uzaktır. Sadece Allah'a olan sevgisi ve yakınlığı sözkonusudur. Bu yakınlığın hiçbir zaman Allah'ta fena bulması, onunla birleşmesi veya onda hulul etmesiyle bir ilgisi yoktur. Bu yakınlık, işrak felsefesinin söylediği gibi, kişinin varlığını Allah'ın varlığında ifna etmesi değildir. Aksine, sadece ahlakı ve fazileti ifade etmektedir. İnsanı kamil, kainatta fena olmaz veya O'nunla bütünleşmez. Aksine kainat onun enirinde ve hizmetinde olur. Halbuki, İslam alemindeki diğer insan-ı kamil anlayışlarının insanı tanrüaştırdığını, varlıkların varlığım nitelerken çelişkiler içinde yüzdüğünü görüyoruz, demektedir. [19]
Görüldüğü gibi, insan-ı kamil nazariyesinin İslami hiçbir dayanağı yoktur. Doğudan ve batıdan sızan felspfe ve kültürlerin bir ürünüdür. Tasavvuf
tarihinde en bariz temsilcisi olan el-Cîlî'nin anlayışında insan-ı kamil olav, Hz. Muhammed ve onun göründüğü diğer zatlar tam anlamıyla tanrının sn hip olduğu niteliklere sahip kabul edilmekte ve insan-ı kamil ile Allah sank" aynı şeyin iki sureti gibi sunulmaktadır. Bu sözlerin abartma değil, gerçek olduğunu görmek isteyenlere, el-Cîlf nin "İnsan-ı Kamil" kitabını okumalarını tavsiye ederiz.[20]


V. Vahdet-İ Vücud İle Vahdet-İ Şuhud


Vahdeti vucud anlayışı, İslam inancına aykırı küfür bir inançtır. Kaynağı, başta Yunan felsefesi ve panteizm olmak üzere İslam'a yabancı her türlü din ve felsefelerdir. İslam inancına aykırı olduğunu tevhid endişesi taşıyan bütün müslümanlar belirtmektedir.
Vahdeti vücud felsefesi Allah ile alemin aynı olduğunu, Allah ve alem ikiliğinin bulunmadığını söyleyerek alemde birliğin bulunduğunu iddia etmektedir. Allah'tan başka gördüğümüz varlıkların aslında Allah'ın birer görünümü olduğunu söyleyerek varlığın tekliği anlamındaki vahdeti vücud inancını ortaya koymaktadır.
Bu felsefeyi oluşturmak için İbn Arabi ve tabileri Kur'an ayetlerini heveslerine göre tahrif etmekte, peygamberleri yanlışlıklar yapmak ve davetlerini anlamamakla suçlayarak onlara hakaret etmektedir. İbn Arabi ve izleyicileri hakkındaki bu sözlerimizin bir iftira yahut haksız bir hüküm olmadığını göstermek için "Fususu'l-Hikem" kitabından Nuh Fassı'nı harfiy-yen tercüme ederek vermek istiyoruz. İfadeleri birbirinden kopuk ve girift olduğu için anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla gerektiği yerlerde dipnotlarla açıklamalar yapacağız.
"Bil ki, hakikat ehline göre Allah'ı tenzih etmek onu tahdit ve takyit etme (sınırlan-dırma)nin kendisidir.[21] Onu tenzih eden kişi ya cahildir yahut edepsizlik etmektedir. Ama münezzeh olduğunu söyleyenlerden şeriata inananlar bununla yetinip başka bir şey söylemezlerse, farkında olmadan edepsizlik etmiş ve hem Hak'kı hem peygamberlerini yalanlamış olurlar. [22] Böyleleri yanıldığı halde isabet ettiğinisanır.[23] Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar gibidir. Halbuki İlahi şeriatların Allah'tan[24] önce genel olarak sözettiği, sonra bütün dillerde herkesin anlayışı oranında anlayacağı şekilde özel olarak sözettiği bilinmektedir. [25]
şüphesiz Hak'kın her yaratıkta bir zuhuru vardır. O, her anlayışta zahir ve her anlayıştan batındır. [26] Ama Allah alemin sureti ve hüviyetidir, ve o zahir olanın adıdır, diyenlerin anlayışında açıktır. Nitekim mana yönünden O, zahir olan şeyin ruhudur. Böyle olunca, Hak batındır. [27] Alemin zahir olan suretlerine göre konumu, suretini (vücudunu) idare eden ruhun konumu gibidir.
Mesela, insanın ve tanımı yapılan her varlığın tanımında zahir ve batını alınır. Hak her tarif ile tanımlanır. Alemin suretleri (varhkları-şekilleri) ise, sayılamıyacak ve zaptediiemeyecek kadar çoktur. Ondan her suretin tanımı, her alemdeki suretlerin bilinmesi oranında bilinebilir. Onun için Hak'kın tanımı bilinemez. Çünkü onun tanımı ancak her suretin tanımının bilinmesiyle bilinebilir. Her suretin bilinmesi de mümkün olmadığına göre Hak'kın tanımı da mümkün değildir[28] Allah'ı tenzih etmeyip başka varlıklara benzediğini söyleyen (teşbih eden) de onu takyit ve tahdit etmiş (sınırlandırmış), onu biimemiş olur. Ama Allah'ı hem tenzih hem teşbih ederek ikisiyle genel olarak niteleyen kişi onu tanımiamış sayılır. Genel olarak diyoruz; çünkü alemdeki bütün suretleri ihata etmek mümkün değildir. Tıpkı kendini ayrıntılı olarak değil de, genel olarak kişi tanımladığı gibi onu da genel olarak tanımlamış olur. Onun için Peygamber Hak'kın bilinmesini kişinin kendini bilmesine bağlayarak "Kendini bilen, Rabbini bilmiş olur[29] demiştir. Allah da "Yakında ufuklarda ve kendilerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz[30] demiştir. O, sensin. Ta ki bakanlar onun hak olduğunu anlasınlar. Çünkü sen onun suretisin, o da senin ruhundur. Sen onun için maddi varlık {cisim olan suret) gibisin, o da senin için vücudunun suretini idare eden ruh gibidir.[31]
Tanım senin zahir ve batınını (vucuî ve ruhunu) kapsamaktadır. İdare eden ruh suretten ayrılınca, insan diye bîrşey kalmaz. Sadece insanın suretine benzeyen bir suret olarak anılır. Onunla tahta veya taş suretler arasında hiçbir fark kalmaz. Ona hakikat olarak değil, sadece mecaz ofarak insan adı verilir.
Aİemin suretlerinden Hak'kın yok olması asla mümkün değildir. [32] Böyle olunca, Allah hakkında uluhiyetin tanımı mecaz değil, hakikattir. [33]Tıpkı yaşayan insanın tanımında oiduğu gibi.
İnsanın suretinin zahiri kendi diliyle ruhunu ve kendisini idare eden nefsini övdüğü gibi, aynı şekilde Allah da kendisini alemin suretinin teşbih etmesini sağlamıştır. Ancak alemdeki varlıkların onu teşbih etmelerini kavrayamıyoruz. Çünkü alemdeki suretleri ihata edemiyoruz. Hepsi Allah'ın dilleri olup Allah'ı övmektedir. Onun için "Hamd alemlerin Rabbı Allah'ındır" demiştir. Yani övmenin sonuçları ona racidir. Öven de, övülen de odur. [34]Şiir:
Allah'ı tenzih edersen, onu sınırlandırmış olursun,
Başka varlıklara benzetir (teşbih eder)sen, yine tahdit etmiş olursun.
Hem tenzih, hem teşbih edersen, doğruyu bulmuş olursun, [35]
Böylece bilgi bakımından imam ve üstad olursun.
Allah ayrı, varlıklar ayrıdır, diyen (ikiliğe kail olan), müşrik olur,
Allah - alem ikiliği yoktur diyen (birliğe kail olan), muvahhid oiur.
Öveceksen, Allah'ı varlıklara benzetmekten sakın,
Tevhid edeceksen, onu tenzih etmekten de sakın.
Sen O değilsin, hayır sen Ofsun, Sen O'nu işlerde mutlak ve mukayyet olarak görürsün.
Allah "Hiçbir şey onun gibi değildir" diyerek tenzih etmektedir. "O-işiten ve görendir" diyerek de teşbih etmektedir.[36] "Hiçbir şey onun gibi değildir"diyerek teşbih yapmış ve ikilik olduğunu söylemiştir. [37] "O, işiten ve görendir" diyerek de tenzih yapmış ve birlik olduğunu söylemiştir.
Nuh, kavmini davet ederken tenzih ve teşbihi birleştirerek davet etseydi, davetini kabul ederlerdi. [38] Onları açıkça davet etti. Sonra gizlice davet etti. Sonra, Rabbi-nize istiğfar edin, şüphesiz o çok bağışlayıcıdır, Kavmimi gece gündüz davet ettim, ama davetim onları uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmadı, dedi. Allah'ı bilenler, Nuh'un kavmini yererken aslında övdüğünü ve davetinin furkandan ibaret kaldığı için Nuhun davetine kavminin icabet etmediğini anladılar. Halbuki mesele Kur'an'dır. Kur'ah'da olanlar, onun içinde de olsalar, furkana kulak vermezler. Çünkü Kur'an, furkam kapsar, ama furkan Kur'an'ı kapsamaz. Onun için kuran sadece Hz. Muhammed'e ve ümmetlerin en hayırlısı olup insanfar için çıkarılan o-nun ümmetine verilmiştir. [39]
"Hiçbir şey onun gibi değildir" diyerek meseleyi bir şeyde toplanmıştır. Nuh, bu ayetin lafzına benzer bir ayet getirseydi, kavmi kendisine inanırdı. Çünkü ayette hem teşbih, hem îenzih vardır. Hatta bu birliktelik ayetin yarısında bile olmuştur. Nuh, kavmini gece davet etti. Bu, akılları ve ruhaniyetleri bakımındandır. Çünkü bunlar gaybdır. Gündüz davet etti. Duyu ve hislerinin zahiri bakımından da davet itti. Ama"Hiçbir şey onun gibi değildir" ayetinde birleştirildiği gibi, tenzihi ve teşbihi biri eştirmediğinden onların içi bu ayırımdan nefret etti ve davet onların daha çok uzaklaşmalarına sebep oldu.
Sonra, onların kapalı durumlarını açması (keşfetmesi) için değil, kendilerini bağışlaması için çağırdığını söyledi. Oniar da bu çağrısını anladılar. Onun için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar, elbiselerine hüründüler. Bütün bunlar, kendilerini davet ettiği örtülü olmanın (setrin) suretidir. Onun için kavmi davetine kabul İle değil, fiil ile karşılık verdiler.[40]
"Hiçbir şey onun gibi değildir" ayeti hem benzerinin olduğunu kabul etmekte, hem de bu benzerin benzerinin bulunmadığını söylemektedir. Onun İçin Hz. Peygamber "Bana cevamiu'l-kelim veriidi" demektedir. [41] Muhammed kavmini gece gündüz davet etmedi, bilakis gündüz içinde ve gece içinde gündüzleyin davet etti. [42] Nuh, kavmi için hüküm vererek "Size gökten bol yağmurlar indirir" dedi. Bunlar, nazari itibar ve akli bilgiler olan anlamlar demektir. "Sizi mallarla destekler" dedi. Yani, sizi kendisine meylettirecek şeylerle destekler. Sizi kendisine meylettirirse, onda suretlerinizi görürsünüz. Sizden Hak'kı gördüğünü sanan kişi, arif değildir. Ama kendi kendini gördğünü anlayan kişi ariftir. [43] Onun için insanlar Allah'ı bilen ve Allah'ı bilmeyen diye ikiye ayrılmışlardır. "Çocuklarla destekler". Bu da fikri nazarlarının kendilerine meydana getirdiği şeydir.[44] Bu konu, düşüncenin bileceği birşey olmayıp ancak müşahede ile bilinir. "Sadece zarar ettiler". Onların ticaretleri kar etmedi. Böylece sahip oldukları vekendilerinin mülkü olduğunu hayal ettikleri şey de yok oldu. Halbuki "Üzerinde sizi halife yaptığı şeyden infak edin" denilen mülk Muharnmedilerdedir. Nuh kavmi için ise,"Benim dışımda vekil edinmeyin" denilmektedir. Mülkün onlara ait olduğunu, a-ma bu mülkün üzerinde vekaletin Allah'a ait olduğunu belirtmiştir. Mülk Allah'ındır. Allah da onların vekilidir. Mülk onlarındır, ama bu istihlaf mülkü (halife bırakılan kişinin idare ettiği mülk)dür. Onun için Tirmizi'nin dediği gibi,[45] Allah Maliku'l-Mülk'dür. [46]
Büyük bir hile yaptılar. Çünkü Allah'a davet, davet edilen kişiye yapılan bir hüedir. Çünkü davet edilen kişi baştanberi Allah'tan ayrı değildir ki sonra ona davet edilsin. "Allah'a davet ediyorum[47]sözü bilerek yapılan bir hiledir. Onun için Hz. Peygamberin işin tamamen Allah'ın elinde olduğunu söylemiştir. Nuh, kavmini hile yaparak davet ettiği için kavmi de ona büyük bir hile yaparak karşılık verdi. [48] Fakat Muhammed geldi ve Aİlah'a davetin hüviyeti bakımından değil, isimleri bakımından olduğunu anladı ve "M uttaki I eri Rahman'a grup grup topladığımız gün" dedi. Muttakiler, kelimesinin başındaki tarif harfinden anlıyoruz ki alem İİahi bir ismin kuşatması altındadır ve bu isim onların muttaki olmasını gerektirmiştir. [49] Kavmi hilelerinde "İlahlarınızı bırakmayın, Ved, Suva\ Yeğus, Yeuk ve Nesr'i bırakmayın" dediler. Çünkü onları bıraktıkları taktirde, bıraktıkları oranda Hak'kı h bilmemiş olurlar. Zira tapılan her şeyde Hak'kın bir yüzü vardır. Onu bilenbilir h ı meyen bilmez. Muhammediler hakkında "Rabbin sadece kendisine ibadet etmeni kararlaştırdı" demektedir.
Alim olan kime ibadet edildiğini ve hangi surette ona ibadet edildiğini bilir.[50] Ayrım yapmak ve çokluk, maddi vücudun organları ve ruhani suretteki manevi kuvvetle gibidir. Onun için tapılan her mabudta ancak Allah'a ibadet edilmiştir. Onun iÇjn İbadet edenlerin en kötüsü, onda uiuhiyet tahayyül eden kimsedir. Bu tahayyül olmasaydı, taşa ve başka şeylere tapıimazdı. Onun için oniara "Taptıklarınıza verin" demiştir. O taptıkları şeylerin isimlerini söyleseydiîer taş, ağaç, yıldız diy adlandıracaklardı. Kime ibadet ettiniz? denilseydi, ilaha derlerdi. Allah'a ve ilah demezlerdi. İbadet edenlerin en iyisi, taptığı şeyde uiuhiyet tahayyül etmeyip "
Allah'ın açığa çıkmışı (meclası)dır, yüceltilmesi gerekir" diyen ve ibadeti bir şeylesınırlandırmayandır. [51] Ama tahayyül sahibi kötü abid, "Bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz" der. Ama alim olan üstün abid "İlahınız ancak birtek ilahtır" der. Onun için nerede zahir olursa, ona tesiim olunuz ve tabiat ateşi sönmüş olup Allah'a gönül veren, tabiat demeyip ilah diyeniere müjde ver.
"Halbuki pekçok kişi saptırmışlardır". Yani bir olanın vucuh ve nisbetlerini saymada onları şaşırttılar. Kendilerine zulmeden ve seçilmiş olup kitaba varis olanlara artırmak
Bu,(muktasıd ve sabık) üçlüsünün ilkidir. Onu önce zikretmiştir. Sadece dalalet, yani şaşkınlık artar. Muhammedi şöyle der; "Hakkında şaşkınlığımı artır". Onlara ışık verdikçe ışıkta yürürler, ama sönünce, dikilir dururlar. Şaşkınlık içinde olan kişi oiduğu yerde döner durur. Kısırdöngü hareketi eksenin etrafında olur ve ondan ayrılmaz. Ama uzun yolun yolcusu bir tarafa yönelir ve maksudun dışına çıkar. Hayal sahibinin içinde bulunduğu şeyi talep eder. Ona ulaşmak ister. Onun gayesi o hayaldir. Onun için Minila ve bu ikisi arasındaki şeye vardır. [52]
Ama kısır döngü içinde olan kişinin bağlı kalacağı bir başlangıcı yoktur ki ona Min lazım olsun ve hedefi yoktur ki onun için İta ile hükmedilsin. Onun tam vücudu vardır ve kendisine cevamiu'l-kelim ve'l-hikem verilmiştir. Kendilerini sevkeden günahlar sebebiyle Allah'ı bilme deryasına garkoldular. Bu derya da şaşkınlıktır. Böylece su pınarında ateşe atıldılar. Suyun ateşte olması "Denizler tutuşturulduğu zaman" sözü ile Muhammedilerde bulunmuştur. Fırına ateş verildiği zamanki gibi. Allah'tan başka kendilerine yardımcılar da bulamadılar. Bizzat Allah onun yardımcısı olmuş ve sonsuza kadar onda yok olmuşlardır. Onları tabiatın sahiline çıkarsaydı, bu üstün dereceden kendilerini indirirdi. Gerçi herşey Allah içindir, Allah iledir, hatta Aliahtır.[53]
Nuh Rabbim, dedi. İlahi demedi. Çünkü rab sabit, ilah ise isimleri değişmektedir. Onun için o hergün bir durumdadır. Rab ismi ile telvinin sabitliğini belirtmek istedi. [54] Zira ondan başkasını kullanmak doğru olmaz. Yer yüzünde bırakma. Onların yerin içinde olmaları için beddua etmektedir. Muhammedi "ipi sarkıtırsanız Allah'ın üzerine düşer" demiştir. Yerde ve göklerde olanlar hepsi onundur. Yere gömülür-sen, içinde olursun, O da senin zarfın olur. "Sizi ona döndürür ve tekrar ondan çıkarırız"
Toprağa iade etme ve ondan tekrar çıkarma ayrı ayrı şekiller olduğu için kafirler örtülü kaimak istediler, böylece elbiselerine bürünerek kulaklarını parmaklarıyla tıkadılar. Nuh bağışlamak için onları davet etti. Bağışlamak örtmektir. Yer-yüzünde kafirlerden hiçbir kimse bırakma, dedi. [55] Davet genel olduğu gibi yarar da genel oi sun. Onları bırakırsan, kullarını saptırırlar. Yani onları şaşırtır ve kulluktan çıkararak içinde bulundukları rububiyetin sırlarına götürürler. Nefislerinde kul iken, kendilerini rabier olarak görürler. Onlar kul ve rablardır. Doğurmazlar. Yani tacirden başkasını üretmez ve örtülü olan şeyi açığa çıkaran aşırı kafirden başkasını açığa çıkarmazlar. Örtülü olanı açığa çıkarır ve açık olanı örterler. Böylece bakanlar facirin fücurundan maksadını ve kafirin küfründen maksadını anlamayarak şaşırıp kalırlar. Halbuki kişi birdir. Rabbim beni bağışla. Yani beni ört ve beni benim için ört. Kendin için "Allah'ın kadrini hakkıyla bilmediler" sözü ile belirttiğin gibi, kadrin nasıl meçhul kalmışsa, benim de makamımı ve kadrimi bilmesinler. Ana babamı da. Kendilerinden meydana geldiğim. Onlar da akıl ve tabiat ikilisidir. Evime girenleri de. Yani kalbime mümin olarak giren ve içinde meydana gelecek ilahi haberleri tasdik edenleri. Bu da nefislerinin söylediği şeydir. Akıllardan olan Müminleri ve nefislerden ofan mümin kadınları da ört. Perdelerin arkasında saklı kalan ve ehli gayb olan zalimlere de helaktan başka bir şey artırma. Hak'kın yüzünü önlerinde müşahade ettikleri ıiçin kendi nefislerini bilmezler. Muhammedilerde "Onun yüzü dışında herşey helak olacaktır" denilmektedir. Hz. Nuh'un sırlarına vakıf olmak isteyenler Nuh'un feleğinde terakki etmeleri gerekir. O da Tenezzulatı Mevsiliyye'mizde bulunmaktadır.[56]
İbn Arabi'nin anlayışını göstermek için kendi kitabından bir bolüm sunduk. Onun nasıl bir inanca ve metoda sahip olduğu buradan açıkça görülmektedir. Fususu'l-Hikem, Fütuhatı Mekkiyye, Tefsirul-Kur'anVl-Kerim gibi kitaplarında anlayışı ve sistemi budur. Bütün yaratıkların aynı zamanda Allah'ın birer görünümü ve ruhu olduğunu nasıl savunduğunu gördük.
Şimdi de İbn Arabi'nin savunduğu Vahdeti vücud inancının ne olduğunu, isimleri Türk okuyucusuna yabancı olmayan biri Şeyhu'l-İslam, diğeri de rabbani ve müceddidi elfi sani diye anılan meşhur iki isimden alıntılar yaparak belirtmek istiyoruz. Şeyhu'l-İslam Mustafa Sabri'nin, İbn Arabi ve havarilerinin sözlerinden yaptığı bazı alıntı ve değerlendirmeler şöyledir: "Vahdeti vücudu savunanlar alemin varlığını inkar etmeyip bütün bu varlıkların Allah olduğunu söylüyorlar. Bunlar felsefelerine tevhid mezhebi adını vermektedirler. Çünkü bütün varlıkların birtek varlık olduğunu söylüyorlar. [57] "Her varlığın varlığında mevcut olan Allah'ın kendisidir. Her varlık kendi varlığıyla değil, Allah'ın varlığıyla var olmaktadır, çünkü onun varlığı yoktur, varlık Allah'ındır, hatta Allah varlığın bizzat kendisidir, derler. [58]
"Alemi aynaya, Allah'ı da aynada görünen resme benzetirler. Hatta bu benzetme onların ne demek istediklerini tam ifade etmemektedir. Çünkü aynanın da bir varlığı vardır. Halbuki alemin varlığı yoktur. Var olarak gördüğümüz ve alem diye adlandırdığımız şey, Allah diye adlandırılmaya daha layıktır. Bu felsefede varlıkların varlığını yok sayma yoktur. Aksine onları birleme ve Allaholarak birtek mevcut kabul etme vardır. Kısaca Allah ile alem bir bütündür. Yukarıdaki benzetmeyi tersine de yaparak Allah'ın ayna ve alemin aynada görünen resim gibi olduğunu söylerler. İbn Arabi "Kendini görmende o senin aynandır. onun zuhurunda ve ahkamının ortaya çıkmasında da sen onun aynasısın" demektedir.[59]
"Nuh Fas'sında İbn Arabi şöyle demektedir:Hak her yaratıkta özel bir şekilde zahir olmaktadır. Alem onun sureti ve hüviyetidir, diyenlerin sözü dışında, her mefhumda zahir olan ve her anlayıştan batın olan O'dur. Alem onun zahir ismidir. Allah'ı tam ihata edememenin sebebi, bilgi olarak alemi ihata etmenin imkansızlığındandır. [60]"Hud Fas'sında şöyle demektedir: O, kainatın tamamıdır. Onun için yer ve gökleriy-le kainatı ayakta tutmak ona zor gelmez.
"Lokman Fas'sında "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" ayetindeki zulmü bilgisizlik olarak açıklamakta ve "Müşrik kendini kendine ortak yapmaktadır, bu da bilgisizliğin en büyüğüdür" demektedir. [61]
"Allah'ın arif veli kullarının Vahdeti vücud felsefesiyle Allah'ın alemin toplamı olduğunu söyleyen ve eleştirenlerin Allah'ın varlığını kurnazca inkar ettiğini söyledikleri panteizm arasında ne fark vardır? diyeceksiniz. [62]
Fususu'l-Hikem'i şerheden Abdulğani en-Nablusi şöyle demektedir: O, bütün ruhlardır, bütün cisimlerdir, bütün ahval ve anlamlardır. O, bütün bunlardan münezzehtir, çünkü onun varlığından başka varlık yoktur. [63]
"Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu't-Kamil kitabında şöyle demektedinAİlah nerededir? Alem nerededir?söyleme. Çünkü alem diye adlandırılan Allah'tan başka btrşey yoktur. Nitekim İbn Arabi de şöyle demektedir:Biz görüntüleriz, mabud da bizim gö-rüntümüzdür. Kainatın görüntüsü kainatın kendisidir, ibret alınız! [64] "Diyoruz ki, Allah'ı alemin ruhu sayan panteizm, Allah'ı alemin kendisi sayan vahdeti vücud felsefesinden akla daha yakın görünmektedir. [65] Vahdet-i vücudun tevhide aykırı ve İslam dışı bir inanç olduğunu tasav-vufçulardan İmam Rabbani de belirterek Mektubatfmda eleştirmiştir. [66]
Gerçi kendisi, vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhud adını verdiği ve "Sali^ aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki, her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamak, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gozünG hiçbir şey gelmemelidir" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdet-i vücut inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan İmam Rabbani'nin vahdet-i vücut ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Değişik yerlerde birtakım eleştiriler yönelterek şöyle demektedir:
"Tenzih ile teşbihi kendinde toplayanlardan birçoğu da diyor ki, bütün mü'minler tenzih ite görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan arif olur. Bu arif, mahlukları Aflah-u Teala'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yaln/z tenzih ile olan, yani yaratana hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıkt/r. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiçbir şeyle bağlı olmayan, hiçbir şeye benzemeyen bir varlığa İnananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak san/rlar.[67] Sübhanallahl Allah-u Teala'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi afakî, yani insanın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten İstediler. Hiçbir şeye benzemeyen, naşı! olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve "mah-lukiar yaratanın görünüşleridir" dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapıiamayacağını söylemişlerdir.
Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlayamamış olacaklar. O büyükler, İki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak, boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi, var olan,, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyleyenler de yok değildir. Peygamberler böyle birşeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah-u Te-ala'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.
Bu tasavvufçuiara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtulamadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah-u Teala'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: "Peygamberler, kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vücud (vahdet-i vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. " Bu sözler, Alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü (iki tabiatlı) yapmalarına benziyor ki, elbette kulak verilmez. Peygamberlerin herşeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey var olmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de Allah-u Teala'nın zatı ve sıfatlan ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlayamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki, Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüştü büyükler bile anlayamamaktadır. Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlayamaz, diyerek bildirmekten vazgeçmediler.
Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyleyenlere ve Aliah-u Teala'dan başkasına ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah-u Teala'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allah-u Teala'ya ibadet etmek olur diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi müşriktir ve hangisi muvahhiddir?
Peygamberler vahdet-i vücut bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah-u Teala'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz, demezlerdi. Onlar bilse, bilmese de mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir. Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı bu alem, Allah-u Teala'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye o demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıkladılar. Fakat, bu alem Allah'tan başkadır, da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak akla uymamak olur. Evet, Ehl-i Sünnet'ten kelam alimleri, Ai: lah-u Teala'nın sıfatları o değildir, ondan başka da değildir dediler ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları o değildir, ondan başka da değildir sözü doğrudur. A!em ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem ondanbaşka değildir, demek hem lügat bakımından, hem de inanç bakırfnndan doğru olmaz. Bunlar, İlerleyemerniş olduklarından, alemi, yani mahluklarj Allah'ın sıfatlan sandılar. Sıfatlar için söylenmesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdet-i vücud) yolundan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahipleri, mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, her şey odur diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş, demek değildir. Haşa ve kellâ! Bu sözleri, alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektuplarımda bunu uzun açıklamıştım...
Vahdeî-i vücudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hatta peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayet-i Muhammedi'nin sonuncusu olarak da, kendini bilmektedir.
Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti küb-ramn derecelerine yükselmek için tevhid-İ vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdet-i şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böylece görmekle fena hasıl olur. Allah-u Teala'dan başka herşey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhid-i vücudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmeyebilir. Hatta o, bilgilere İnanmayacak gibi olur.[68]
Yine bir tasavvufçu olan Süleyman Ateş'ten vahdeti vücud inancının kaynağını ve ne olduğunu dinleyelim:
"Vahdeti vücud, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve müslümanla-rın diğer milletlerle teması sonucu İslam tasavvufuna geçmiştir. İslam'ın öz malı değildir. Hindistan Veda mezhebinin esası panteizm'dir. Onların Vedanta adlı kitaplarında yazıîı olan şu sozfer vahdeti vücudun bir ifadesidir. "İlk sebep, çoğalmak İsteyerek çoğaldı. Kainat, Bırahma'dan İbarettir. Zira ondan çıkar, onunla olgunlaşır, ona döner. Onun için Bırahma'ya tapmak lazımdır. Örümcek nasıl ağını kurup tekrar toplar, bitkiler nasıl topraktan çıkar, tekrar toprağa döner, insandan kıllar nasıl çıkar, büyürse, kainat da değişmez olan Bırahma'dan Öyle çıkmıştır. Bırahma'nın zati birliği hiç bozulmaz. Sebepler ve sonuçlar ondan ibarettir. Dalga, damla, köpük, vs, denizde meydana gelen şeyler şekil itibariyle başka başka iseler de, hakikat İtibariyle birbirinin aynıdır. Bırahma birdir, eşi yoktur. Varlıkta şekillenip görünmekle zatından ayrılmaz. O, ruhtur, ruh da odur. Su buza, süt yoğurda çevrildiği gibi, Bırahma da hiçbir araca muhtaç olmadan şekilden şekle girer. Güneş birdir, fakat suya aksedince çoğalır. Yaratılmamış oian ilahi ruh da çeşitli suretlerde görünür.[69]
Vahdeti vücud nazariyesinin nasıl bir sonuca götürdüğünü de Dr. Abdul-kadir Mahmud'dan dinleyelim:
"Vahdeti vücud nazariyesi ilhad (Allah'ın varlığını inkar)a götürür. Çünkü Allah ile tabiatın birliğini savunmaktadır. Genet olarak bu nazariye sahiplerinin anlayışına göre Allah'ın tabiatın parçalarından ayrı olması İmkansızdır. Şüphesiz bu da tabiatı kutsallaştırmaya ve görünürde her şeyi tanrılaştırtyor görünse bile, neticede Allah'ın varlığını inkar etmeye götürür. İbn Arabi gibi vahdeti vücudun temsilcilerini ve Spinoza(öl. 1677}yı temize çıkarmak için gösterilen bütün çabalara rağmen, hepsi de yaratılış düşüncesini red etme, onun yerine EJlatun'cu sudur ve feyz, Hind'çi işrak anlayışını savunma tuzağına düşmektedirler. Bu da İster istemez onları tekrar İlhad tuzağına düşürmektedir. [70]
Şimdi de vahdeti vücud ile vahdeti şuhud nazariyeleri arasında farkın olup olmadığına bakalım. îbn Arabi'nin vahdeti vücut inancını eleştiren İ-mam Rabbani'nin vahdeti şuhud inancı acaba ondan farklı bir şey midir? Bunu da vahdeti vücud'un panteizm olmadığını söyleyerek savunan bir akademisyenin çalışmasından görelim.
"Vahdeti vücuda bir cephe olarak ortaya çıkmış olan İmam Rabbani'nin vahdeti şu-hudu, tanrı-alem ilişkisini kurmaya çalışırken-bazı farklılıklar dikkate alınmazsa-esasta vahdeti vücud ile birleşmektedir. Zira vahdeti şuhud, birçok noktalarda vahdeti vücud ile tam olarak ayniyet gösterir. Hatta fazla mubatağa sayılmazsa," imam Rabbani,İbn Arabi'den bazı farklı lafızlar kullanarak bu doktrini aynen almıştır, denilebilir.
Bir kere, her ikisi de sufi geleneğine oldukça bağlıdırlar. Her ikisi de sistemci ve aynı metodları kullanarak bir varlık açıklamasına gitmekte ve tanrı-alem münasebeti kurmaya çalışıyorlar. Her ikisinde de çelişkili ifadeler mevcuttur. Varlığın yaratılışında sebep her ikisine göre de sevgi ve muhabbettir, bilinmeyen gizli bir hazine olan[71] zat, bilinmeye muhabbet gösterince, bunun nişanesi olarak alemi ve onda-kileri yaratmıştır...
Tanrı-alem münasebetini kurmaya çalışan vahdeti şuhud dokrinini Özet olarak şöyle ifade edebiliriz:
Varlık aleminde Allah'tan başka müşahade edilen, görülen birşey yoktur görülen her şey O'dur. Bu tarifte de bir varlığın birliğinden söz edilmektedir. Bunun belki birçok tevilleri yapılabilir. Ama neticede yine varlığın birliği doktrinine gidilmektedir. Mesela, Cavit Sunar,İmam Rabbani'nin İbnArabi'ye karşı çıktığım ve onu red ettiğini aşağıdaki yorumu ile dile getirmeye çalışarak şöyle demektedir:
"Sıfatlar zat değildirler. Zatın dışında ve zat'a ekli (zait) olup dışta mevcutturlar. Sıfatlar, zatın gölgeleri, alem de sıfatların gölgelerinin tecellisi, yani belirişidir. Yaratılış da gölgenin gölgesi olarak devam eder, diyen Rabbani, pek tabii, Muyiddin'in zorunlu olarak varlığı "alem hayaldir, Allah alemden başka değildir" neticesini de red eder..."
Vahdeti vücudu herkesin anlayamayacağı ince bilgiler olarak nitelendiren İmam Rabbani, onun başlangıcının, "Her şeyde Allah'ı görmek" ve vahdette kesreti (çokluğu) bulmak" diye belirler. Kendisi de fena'yı, çokluk dünyasında "Tek olanı görmek" diye temellendirir.
Sufilerde orta mertebeler olarak vasıflandırdığımız hazerat-ı hamse mertebelerini, İmam Rabbani "Uruc (yükselme)de çokluğun hepsini, hatta Allah'ın isim ve sıfatlarının bile unutulması gerektiğini söylüyor. Ona göre bu urucda (batın) Allah'ın zatından başkasını görmemelidir. Bu mertebeleri tenezzülde (inişte) ise, yalnız mahlukları, çokluğu görmelidir. Tenezzülde insan daima Allah'ın iradesiyledir, kendi iradesi yok olmuştur. Aynı durumları İbn Arabi'de de görmekteyiz.[72]
İmam Rabbani, iki ayrı vücud görmemek için vahdeti şuhudun yeterli olduğunu, bunun için vahdeti vücuda gerek olmadığını ileri sürüyor. Böylece varlığı bir görmek için kendi doktrinine davette bulunmuş oluyor. Gerçi o da, vahdeti şuhudun bir çeşit vahdeti vücut olduğunu sezmiş vaziyettedir. Belki de vahdeti vücuda saldırılar yoğunlaştığı için bu doktrinin ruhunu başka bir ad ile kendi sisteminde yaşatmak istemiş de olabilir. Zira o, vahdeti vücuddan vahdeti şuhudun da anlaşılabileceğine dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor:
"Çünkü, Allah'tan başka hiçbir şey görmeyince, kimisi cübbemin altında Allah'tan başka birşey yoktur, demiş kimisi sübhani diyerek, hiçbir şeye benzemeyen varlık olduğunu bildirmiş, kimisi de evde ondan başkası yoktur, diye bağırmıştır. Bunların hepsi de bir varlık görme dalında açan güllerdir. Hiç biri de vahdeti vücudu göstermemektedir." Sözün kısası şudur ki; fenaya ve bakaya kavuşmak, küçük ve büyük velilik makamına kavuşmak için vahdeti vücut değil, vahdeti şuhud lazımdır. Yani, var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena meydana gelir ve Allah'tan başka her şey (masiva) unutulur.[73]
"Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla, bu iki doktrin bazı teferruatta ay-rılsalar da esasta birleşmektedir. Zira her iki doktrin de, alemi ve eşyayı sıfatların tecellisi saymakta, onları bir yandan varlık, diğer yandan da yokluk kabul etmektedirler. Mutlak varlık, her ikisinde de bilinmeyendir. Alemin ve eşyanın varlığı ona bağlıdır. Alem hakikatte, Allah'ın varlığına nisbetle bir yokluk mesabesindedir. Ama İmam Rabbani'ye göre alemin, nesnenin gölgesel bir varlığı vardır. Aynı durum İbn Arabi için de sozkonusudur. Fakat onun gölge varlığı, varlıkla yokluk arasında devamlı hal değiştirmekte, her an yeniden yaratılmaktadır. Anladığımız kadarıyla mana aynı, sadece lafızlar farklıdır.
Bir de İmam Rabbani'nin diğer bir avantajı, İbn Arabi kadar paradoksal ifadelere fazla yer vermemesi, fazla mecaza kaçmaması ve tevile açık kelimeleri fazla kullanmamasıdır. Bazı çelişkili ifadeler onda da olmasına rağmen, bunları kelam ve fıkıh alimlerinin saldırılarına hedef olmadan tevil edenlerin çoğunlukta olduğu da dikkat çekmektedir. Bir de arkasında Nakşibendi tarikatının olduğunu hatırlatırsak, mesele biraz daha vuzuha kavuşmuş olur sanıyoruz.
Gerçi İmam Rabbani kendisinin şuhudi birliğe ulaşmakla, vucudi birlik mertebesinde olan ibn Arabi'yi aştığını söylemektedir. Fakat bunlar şimdilik bizim için birtakım indi iddialardır. Aynı şeyin aksini de ibn Arabi ileri sürmektedir. Başkaları ise, daha başka mertebelerden söz etmektedirler. [74]
İmam Rabbani'nin vahdeti şuhud inancını övenler olduğu gibi eleştirenler de vardır. Çok sayıda eleştiren arasından Şah Veliyyullah'ın eleştirisini Özet olarak belirtmek İstiyoruz.
"Faysalatu Vahdeti'1-Vucûd ve'ş-Şuhûd" adlı risalesinde İbn Arabi'nin fi. kirleri ile Rabbani'nin fikirleri arasında hakikatte hiçbir ayrılık bulunmadığını, şuhudi vahdetin gerçekte vucudi vahdetten başka bir şey olmadığa,, iddia eder ve aradaki ayrılığın ancak isimden ibaret olduğunu söyler.[75]
Görüldüğü gibi, vahdet-i vücud ile vahdet-i şuhud netice itibariyle aym şeylerdir. Teorisyenleri farklı terminoloji kullanarak değişik göstermeye çalışsa bile, gerçekte ikisi de aynı kapıya çıkmakta ve İslam'ın tevhid inancına, Allah'ın bütün varlıklardan ayrı ve yaratan ile yaratılan ilişkisi dışında yaratılanlarla organik hiçbir bağının bulunmadığına ters düşen sonuca varmaktadırlar. Birisi temelde yaratan ile yaratılan ikiliğinin olmadığını söylerken, diğeri mevcut ikiliğin, yaratan ile yaratılan ikiliğinin görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. Birisi, Allah ile alemdeki eşya aynıdır derken diğeri Allah ile alemdeki eşya ayrıdır, ama bu ikilik görülmemelidir demektedir.
Prof. Dr. Abdulhak Ensari, vahdet-i vücud ile vahdet-i şuhud'u şöyle anlatır: "Tevhidi şuhudî, bir olan (vahid)'i müşahadedir. Yani, sufinin müşahedelerinde yalnızca vahid olan vardır. Tevhidi vucudi ise, mevcut olanın yalnızca bir (vahid) olduğuna inanır, ondan başka birşey var değildir. Diğer şeylerin var olmadığına inanmakla birlikte bunların vahid olanın tecellisi ve zuhuru olduğuna inanır. [76]
"Tevhidi şuhudi, bir olan vahidi görmek ya da onun dışında bir varlığın olduğunu idrak etmemektir. Fakat bu idrak, diğer varlıkların orada bulunmadıkları anlamına gelmediği gibi, diğer şeylerin var olmadığına inanmak anlamına da gelmez. Gündüz süresince yalnızca güneşi görüp yıldızları görmeyiz. Ama, yıldızların orada bulunmadıklarına inanmayız.
Tevhidi vucudi ise, yalnızca bir olanı görmek değil, onun yanısıra yalnızca bir olanın var olduğuna ve bir başka şeyin var olmadığına inanmaktır. Bu, başka şeylerin varlığını inkar değildir. Yalnızca o şeylerin (diğer) şeyler olarak var olmadığıdır kastedilen. Dünya bir vehim değildir. Bu var olan şeyler bir olanın tezahürleridir, var olan şey ise yalnızca birdir. [77]
Görüldüğü gibi, iki nazariye arasında temelde bir fark bulunmamaktadır. Biri çokluğu başlangıçta reddederken, diğeri sonunda reddetmektedir. Yani vahdet-i vücud, temel olarak birtek varlıktan başkasını kabul etmezken, vahdet-i şuhud birtek varlıktan başkasını görmeyi reddetmektedir. Sonunda ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır. Yani ikisi de Allah dışında varlıkları yok yahut hayal saymakta ve gerçek varlık olarak sadece onu kabul etmektedir. Bu gerçeklik, baki olmak ve fena bulmak açısından değil, bizzat mevcut olup olmamak açısındandır, [78]


[1] Kamil Mustafa eş-Şeybt,a. g. e. 2/1G3,Nicholson,Oırasa[ fi't-Tasavvııfi'l-İsl.ımi (İngilizce), 76'dan naklen

[2] eş-Şeybı a. g. e. 2/164,Resailu İhvan i's-Safa,4/22O'den rulklen

[3] Ömek olarak bakınız,el-Cili,el-insanu'l-Kamil,2/46

[4] eş-Şeybi,a. g. e,2/164,Fütuhatı Mekkiyye,l/448'den naklen

[5] eş-Şeybt,a,ü,e,2/164

[6] eş-Şeybi,a. g. e. 2/165,ibn Nedim,el-Fihrist,246,l_eipzig,1 872'den naklen,Aristo felsefesinin İslam alemindeki temsilcilerinden Farabi'nin de Faziletli Şehir projesini biliyoruz. Bunun da düşünce kaynağı Aristo'nun kendisi olabilir.

[7] ibn Arabi insan-ı kamil terimini sık sık kullanır. Ona yöre insan-ı kamil Hz. Muhammed'dir. Şöyle ki; Allah kendini görecek ve seyredecek ayna mesabesinde bir varlık yaratmıştır. Adem o aynanın özü ve o suretin ruhu olup kamil insandır. Hem Allah'ın yansıması, hem de yaratılmış büyük insandır. Sonra onun ruhani ve hissi kuvvetleri olan melekler kendisinden yaratılmıştır. Diğer varlıklar da onun ruhundan v.ır olmuştur. Allah açısından o gözdeki gözbebeğidir. Alemin ruhu odur. Bu Adem yeryüzünde Allah'ın halifesi ve kainatın koruyucusudur. Padişahın hazinelerini mühürleyen ve koruyan mührüdür. Alemde bu insan-ı kamil varoldukça alem koruma altındadır. Ne zaman ortadan kalkarsa dünya kalmaz ve ahiret olur. Bkz. Fususu'l-Hikem,Adem Fassı,2-9,Şevki Bey Matbaası,istanbul, 1287

[8] Abdııfkerim el-Cili,el-insaruı1-Kanıi!,2/44-48,el-Matbaatu1-Ezheriyye,K.ıhire 1316, Oli'nin irıs.ın-ı knmjl dediği Hz. Mu ha nimeti'in her surede ve özellikle bütün peygamberlerin surelinde görünmesinin ıe-nasiih olup olmadığını kitapla onun görüşlerine değinirken belirtmiştik.

[9] Sağani, bu hadisin uydurma olduğunu söylemektedir. Keşfu'l-Hal,ı,2/10O,"Ktılb,Allah'ın evidir" hadisleri de uydurmadır. Bkz. a. «. e. 2/99,"Adem su ve çamur halinde iken ben peygamber idim" hadisinin de uydurma olduğu belirtilmektedir.

[10] el-Cili,et-insanu'l-kamil,2/47-48,

[11] Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu,284

[12] Sen olmasaydın alemleri yaratlmnzdım" uydurma hadisine işarel etmekledir.

[13] Nicholson,fi''t-Tasavvufi'l-!slami ve tarihihi, 87, Ter. Ebu'l-Ala Afifi,Meklebetu Lecneti't-TfMf vt1''-"1 inceme, Kahire, 1947

[14] ismail Yakıl.Balı Düşüncesi ve Mev!ana,J9-40,Ölükenjstanbul 1993

[15] İbn Arabi'nin "Bilinmek ve tanınmak için o bana muhtaç,yönetilmek ve tapınmak için ben onn muhtacım" diye seslendirdiği düşünce.

[16] Kur'an'm hiçbir yerinde insanın Allah'ın halifesi olduğu belirtilmemektedir. Kur'an/'sizi yer yükünde halifeler yaptı" demekledir. İnsanın Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olması ve bu hilafetin All.ıh'a hilale! olması mümkün değildir. Çünkü Allah her an vardır,hay ve kayyumdur. Ona bir başkasının halife olm.ı-sı,yani yerine geçmesi ve işlerini görmesi sözkonusu değildir. İnsanların yer yüzündeki hilafeti,olsa olsa başka varlıklar veya nesillere hilafettir. İnsan, yer yüzünde Allah'ları emir alan ve imtihan olan bir varlıktır. Allah'ın adına iş görmesi diye birşey yoktur.

[17] İsmail Yakıt,Batı Düşüncesi ve Mevlana,45-46

[18] Azizuddtn Nesefi,Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsanı kamil,14,15,Der^,ıh Yayınları,islanl.ni!

[19] Dr. Abdulkadir Mahmud,el-Felsefetu's-Sııfiyye fi'l-is!am,(1,(i72,İkbal,Esr.ıru İsbati'z-Zat ve-* Kumu/u Nefyi'z-Zat,,73-78, Ter. Abdulvahhab Azzam,The Development of Metaphysics in Persi.ıJ .lO'cien n.ıken,

[20] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 234-240.

[21] Yani, Allah başka varlıklara benzemez,demek edepsizlik olmaktadır. Halbuki Yüce Ali.ılı kendi "Ona benzer hiçbir şey yoktur" (Şura,11) buyurmaktadır.

[22] Şeriatlara inanmayan kafirlerin hükmü ise bellidir.

[23] Yahut zararda olduğu halde kâr ediğini sanır.

[24] Tenzih ve teşbihi konusunda,

[25] Yani,ilahi şeriatlar bazan havassın anlayışını düşünerek Allah'ı tenzih i tarzda teşbih ile anlatmıştır.

[26] Yani, Allah'ın hüviyeti ve niteliği anlayışlara göre değişmektedir. Kim nasıl anlıyorsa, Allah öyledir.

[27] Zahir ve Batın Yüce Allah'ın güzel isimlerinden iki isimdir. Tasavvufçuların sapık anlayışlarıyla bir ilgisi yoktur. Allah, gerek indirdiği ayetlerle,gerekse alemde yarattığı varlıklarla varlığını kullarına bildirmiş ve göstermiş bulunmaktadır. Ancak kulların onun hakkında bilgisi, kendisinin ayetlerinde bildirdiği kadardır. Bildirmediği yönleri hakkında bilgileri yoktur. Gerek indirdiği ayetler ve gerekse yarattığı varlıklarla varlığının ve bildirdiği yönlerinin bilinmesi bakımından zahir, yani açıktır. Ama bildirmediği ve yaratıkların akıtlarıyla bilmesi mümkün olmayan yönleri bakımından da kullara batındır,yani gizlidir. Özet olarak söylersek,varhğının ayetlerle bilindiği kadarıyla zahir,bilinmediği yönleriyle de batındır. Yani in-santar Allah'ın varlığını ve bildirdiği sıfatlarını bitiyorlar. Bu yönden onlara zahirdir. Ama bildirmediği sıfatlarım bilmemektedirler. Bu yönden de onlara batındır. Tasavvufçuların bunu ruh ve beden şeklinde anlaması ve panteizm şeklinde açıklamalarıyla yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır

[28] ibn Arabi şunu anlatmak istiyor; Alemdeki bütün varlıkların ruhu Allatılır. Alemde sayıiamıyacak kadar varlık bulunduğu ve hepsinin tanımı yapılamadığından Allah'ın tanımı da yapılamaz. Çünkü alemdeki bütün varlıklar aynı zamanda Allah'ın görünümüdür. Böylece varlığın birliği sağlanmış ve Allah ile alem ikiliği de kalkmış olmaktadır.

[29] Tasavvufım dayanaklarından olan bu söz hadis değil, uydurma bir şeydir. Yahya ibn Muaz er-Ra-zi'nin sözü olduğu söylenir. Gerçi tasavvufçular İbn Arabi'nin bunu keşf yolu tesbit ettiğini söylemeyi de ihmal elmiyorlar. Bakınu , Keşfu'l-Hafa, 2/262,Men Arefe maddesi.

[30] Fussilet, 53

[31] Bütün varlıkların ruhunun Allah okluğunu söyleyerek onlara uluhiyet kılıfı giydiren, böylece .iletinle birliği sağladığını söyleyen bu anlayış Vahdet-i vücudun Panteizm olduğunu gösteren açık bir delil drğil midir? ibn Arabi, ikiliği yoketmek için Allah'tan başka varlıkların varlığını inkar edemediğinden onlara Allah'ın ruhunu giydirmekte, böylece Allah'ta beraber bütün varlıkların da Allah olduğunu söyleyerek birliğini sağladığını düşünmekledir.

[32] Yani,insandan ruh çıkıp taş ve lahta gibi bir suretten ibaret kalabildiği hafde.Allah'ın ruhunun alemdeki varlıklardan ayrılması mümkün değildir.

[33] Yanı, Allah'ın ilahlığı kendinden olup onun yerine ibadet edilen başka ilahlar gibi sahte değildir.

[34] Kendisi hem öven,hem övülen nasıl olur? derseniz,Ahmed Avni Konuk'un şu sözlerine bakınu/'Şıt halde hâmid (öven) ve mahmûd (övülen) Hak olmuş olur. Zira bu suretlerde taayyıın edip hamd edrn Hak'tır ve suretlerin cümlesinin ruhu olduğu için mahımıd olan yine Hak'tır. " Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi,1/272,

[35] Allahı tenzih ve teşbih etmek,yani varlıklara hem benzemediğini, hem benzediğini söylemek nasıl en doğru yol olur? diye sormayın. Çünkü bütün varlıkların suret (vucutl ve ruhlarının da Ailah olduğunu yukarıda açıklamıştı. Bilindiği gibi Panteizme göre Allah bütün varlıklara sinmiş ve evrene dağılmıştır. İslerseniz bunu ibn Arabi'ye selal ve selam okuyan Ahmed Avni Konuk'tan dinfeyelim:
"Yukarıda açıklandığı gibi uluhiyetin had ve tarifi, Hak'km zahir ve hatmi birlikle alınmakla olur. Hak,alemin suretinin batını (ruhu) ve alemin sureti onun zahiridir. " Fususu'l-I likeni Tercüme ve Şer-hi,1/272-273, Vahdet-i vücudun Panteizm olduğunu gösteren bundan dalın açık bir delil olur mu?

[36] Hiçbir şey onun gibi deği!dir"derken başka varlıklara benzemekten tenzih ediği,"O,gören ve işitendir" derken de varlıklara benzediğini söylemektedir. Çünkü onlar da görür ve işitirler. Yani Allah'ın sahip olduğu sıfatlara sahip bulunurlar.

[37] ibn Arabi,Ayetin,başka varlıkların Allah'a benzediğini,ancak ona benzeyen varlıkların ben/.enniıı bulunmadığını,böylece teşbihi (Allah ile varlıkların benzerliğini) kabul elliğini savunmakladır. Rkz. A. A. Konuk,a.g.e. 1/275

[38] ibn Arabi,tenzih ve teşbih konusunu belirttikten sonra lek taraflı lenzih ve teşbih anlayışının yanlış olduğunu örneklendirmek için Hz. Nuh'un davetini örnek vermektedir. Hz. Nuh'un teşbih ederek anlat-maytp sadece tenzih yönü ile kavmine tebliğ ettiği için kavminin ona inanmadığı,halbuki laptıklaıı pulların Allah'ın ruhu olduklarını anlatıp Allah'ın onlara hem benzediğini hem benzemediğini, onların şahsında Allah'a ibadet ettiklerini açıklasaydı davetini kabul etmiş olacaklarını söylemekte, böylece 11/. Nuh'un kavmini nasıl davet edeceğini bilmediği ve kafir kalmalarına sebep olduğunu anlatmaktadır.

[39] Kur'an toplama ve birleştirme anlamındadır. Türkan ise,ayırma anlamındadır. Tasavvufçulara göre Kur'an, Allah'a teşbih ile yani Allah'ın hem varlıklara benzemekten münezzeh olduğunu, Hem onlara benzediğini söyleyerek inanmak demektir. Furkan ise, Allah'ın varlıklara benzemediğine inanmak demektir.
Onlara göre,Allah'ın varlıklara hem benzediğini, hem benzemediğini,yani hem tenzihi hem leşhihi içerdiği içirvKıır'an'a Kur'an denümiştir. Nuh'un daveti Allah'a tenzih ile inanmayı içerip teşbihi içennMİıği için kavmi ona karşı çıkmış,onun için daveti furkanda kalarak kurana geçmemiştir, demektedirler.
İbn Arabi şunu anlatmak istiyor: Nuh, Allah'ı tenzih ederek ondan başka bir şeye ibadet etmenin yanlış olduğunu söyledi. Halbuki onun kavminden Aflahı bilenler,teşbihe inanıp [Kıtlarının Allah'ın görünümü ve ruhu olduklarını ,Nuh'un ci-t bunu kavrayarak kendilerini aslında övdüğünü bildikleri için bu davete karşı geldiler ve putlarınızı bır,ıkmayın,dediler. Üstelik putlara tapmakta aynı zamanda Allah'a taptıklarına inandıklarından levbe ve istiğfarı gerektirecek bir günahlarının da bulunmadığını söylediler.
Kısaca, Allahı Nuh'tan daha iyi bildiklerini,hem tenzih,hem teşbih ile Allah'a inanıp ona kıptıklarını Nuh İHinu kavradığı için onları yererken aslında övdüğünü anladılar. Onun için yeni davetini kabul edecek l'ir durumun bulunmadığını söyleyerek red ettiler. Bunu Fusus kitabını lakdis edenlerin kendileri söylemektedir;
"Velhasıl, Nuh kavmi kavlen (sözle) nebilerini inkar etliler, fakat sanemleri (pıılları)nın mc/ahiri (görünümleri] ile vech-i mutlakı (Allah'ın yüzünü) örttükleri için fiilen icabel etmiş oldular... Muhakkikini ulema (tahkik sahibi alimler] cenabı Nuh'un davetinde Furkan olduğu için kavminin o davete k <ıbet etmediğini de bikliler. Zira kesrel(çokluk)tan vahdete (birliğe! ve teşbihten tenzihe davet,aynı Furkan'dır (Fuıka-nın kendisidir),halbuki emr-i vucud Kur'andtr.Furkan değildir" A. A. Konuk,a. g. e. 1/278

[40] Onlan tenzih ve teşbihi birleştirerek değil, sadece tenzihle yahut sadece teşbihle davet ettiği için kavmi kendisinden uzak durdu. Halbuki putlara tapmakla batini açıdan onlara benzeyen Allah'a taptıkla- A rını anlayıp teşbih ve tenzihi birleştirerek davet etseydi, kavmi kendisini anlar ve davetini kabul eder- .'{ dilemektedir. Bkz. A. A. Konuk,a. g. e. 1/282-283; Bali Şerhi, 73, Dersaadet, 1309, İstanbul,

[41] Cevamiıı'f-Kelim,az s çok anlam ifade etmek demektir. Yani,"Hiçbir şey onun benzeri delildir" ayetiyie Peygamber hem Allah'ın benzerinin o!du£ıınu,hem de bu benzerin benzerinin bulunmadığını belirterek hem tenzih, hem de teşbih inancını bir cümlede toplayabildiğini ifade etmektedir.

[42] Yani, Muhammed sadece tenzih yahut sadece teşbih (fark ) ile değil,ikisini birleştirerek hem len/ih hem teşbih (cem' Jile davet ettiği için insanlar davetini kabul ettiler.

[43] Ne demek istediğini A. A. Konuk şöyle açıklamak tadır :"Sizden biriniz bu makamda gördüğü surelin kendi nefsi olduğunu ve Hak'kın aynasında kendini yahut kendi aynasında Hak'kı müşahede ettiğini bilse, o kimse ariftir", a. g. e. 1/284,Yani, kişi Allah'ın aynasında ve Allah kişinin aynasında görünmekledir. Bunu görenlerde arif sayılırlar. Anlaşılıyor değil mi?!

[44] Yani,çocuktan maksat,gerçek çocuk değil,düşünme ile elde edilen bilgidir. Yağmurdan maksat akli bilgiler olduğu gibi,çocuktan maksat da düşünmenin sağladığı bilgidir. İbn Arabi bu şekilde ayetlerin anlamlarını baştan beri tahrif etmektedir.

[45] Bu Ttrmizi,hadisçi Timizi değil,tasavvuftaki hatemıı'l-evliya teorisinin fikir babası olan ve I lokim diye nitelenen tasavvufçu Tirmizi'dir.

[46] Allah'ın Maliku'l-Mülk olduğunu Tirmizi değil,Allah'ın kendisi söylemektedir, Bkz. Ali İmran 26

[47] Yusuf,108

[48] Görüldügü gibi İbn Arabi ve havarilerine göre peygamberlerin daveti insanlara yapılan bir hiledir. Nitekim Yusuf peygamber yukarıdaki ayette bu hilenin basiret üzere yapıldığını açıkça belirtmiştir. Ne dersiniz ey tasavvufçularlPeygamberlerin Allah'a ve hidayete olan davetlerini halka yapılan bir hile ve tuzak sayan İbn Arabi ve tabilerine hala hatemu'l-evliya diyecek misiniz?
İbn Arabi'nin sözlerini yanlış anlamadığımızı ve yanlış aktarmadığımızı göstermek için sözlerini şerhe-denierden ikisinin sözlerini de verelim;
"Yani Nuh (a. s. )ın davetine karşı,kavmi mekri azim ile mekr ettiler. Çünkü Allah'a davet,davet olunan için mekrdir. Esasen Davetııilah (Aİlah'a davel), Allah'tan Allah'adır. Zira Allah davet eden ile davet olunanın aynıdır... (Çünkü) "Nerede olursanız o sizinle beraberdir" (Hadid,4) ayetinde belirtildiği gibi biz nerede olursak olalım Hak daima bizimle berabirdir. Binaenaleyh.Hak bidayette (başlangıçta) bizde m:ı-dum (yok) değildir ki biz nihayette (daha sonra) ona davet olunalım" A. A. Konuk.a. g. e. 1/287
"İmdi,Nuh (a. s. ),kavmini Hak'la beraber iken (yani Hak'ka bağlı oldukları halde] Hak'ka davet ettiği ve bu da bir mekr (hile) olduğu için ona karşı kavmi de mekri azim (büyük hile) yaptı. . . .
Yani dai ve med'uv şey-i vahid ve Hak med'uv ile beraber iken (Davet eden ve davet edilen aynı şey ve Allah davet edilenlerle beraber iken) Cenabı Nuh'un Allah'a daveti mekr olduğundan onların icabetleri dahi mekr ile oldu". A. A. Konuk,1/288
"Nuh kavmi büyük bir hile yaptılar. Çünkü peygamberlerin Allah'a davet etmeleri kavimlerine yapılan bir hiledir. Çünkü kendisine davet edilen Allah baştanberi yok değildir. O da taptıkları putlardır. Çünkü kimse Hak'kın varlığını ve rububiyeteni inkar etmiyor,sadece onun belirlenmesinde ve rııbııbıyetinin verilmesinde yanlışlık yapılmıştır. Kimileri kendi şahıslarma,kimileri putlara veya başka şeylere rububiyeti verir. Peygamberler kavimlerini bunlara davet ederler. Bu da başlangıçtır. Bunlar zaten Hak'tan ayrı değildirler ki hidayete davet edilsinler". Bali Şerhi,79,istanbul,1309

[49] İbn Arabi mitolojisine göre hayatta alem Yüce Allah'ın, şiddet ve dehşetin ifadesi olan Cebbar isminin altındadır. Onun için bu isim bütün alemin muttaki olmasını gerektirmişi ir. Muttaki oldukları için de ahirette şefkatin ifadesi olan Rahman isminin altında toplanmaya davet edileceklerdir.

[50] Yani,putperestler ,ırif oklukları için taptıkları pulların aslında Allah'ın orlaya çıktığı şekiller nldukl.ın-nı biliyorlar, onun için taptıkları putların Allah'ın görünen kendisi olduklarını bilerek onlara tapıyorlar Bunu anlamayanlar,muvahhit cahillerdir.

[51] İbn Arabi'nin ne demek islediğini isterseniz A. A. Konuk'tan sadeleştirerek verelim;" Faka! her görünümde ve bütün zerrelerde Hak'kı rniişahade eden abidlerin en üstünü,o pullarda uluhiyeti tahayyül mez,belki bu Allah'ın görünümü (meclası)dır,yticellilrnesi gerekir,der. Böylece o,I lak'kı mabudu, sınırlı ve belirli bir şeyle sınırlandırmaz. Çünkü bu abid,bülün eşya aynalartnda Hak'kı müşnhade eder. " A. A. Konuk,a- g- e. 1/29f». Nuh kavminin arif olan putperestleri de pullarını Allah'ın birer görünümü (meciaM) bildikleri için putlarınızı bırakmayın,dediler!

[52] Arapçada bir yerden bir yere gitmeyi bel inmek için önce cer harfi Min getirilir, aradaki yerden son1'1 ila harfi getirilir. Onu anlatmak istemektedir.

[53] Görü!düğü gibi İbn Arabi, her zaman yaptığı gibi ayetlerin anlamlarını tahrif etmektedir. Şerhedenle-rin ifadelerine göre şunu söylemek istemektedirıOnlar Allah'a olan muhabbetlerinden kendilerini yok eltiler. Bunu yaparken varlıklardan kendilerine bir yardımcı bulamadılar. Çünkü Allah'ın tecellisi,görüntülerin hakiki olmayan varlıklarını yakmıştır. Varlığı olmayan şeyden de yardım olmaz. Böyle olunca, sadece Hak'kın varlığı kalmış ve onların tek yardımcıları da kendisi olmuştur. Allah onların bUit.ıt yardımcısı oldu ve sonsuza kadar Allahda fena buldular.
Önce salt varlık olarak ehadiyet mertebesi,sonra isim ve sıfatların ortaya çıktığı ve onlar için varlıkların meydana geldiği ikinci aşama vahidiyet mertebesi oldu. 13u aşamada Allah kendisi için var ol.ın varlıklarda güründü. Onun için varlıklar Allah'ın kendisidir. A. A. Konuk,a. g. e. 1/30 1-302,Bali Şerhi,»5, Acaba Nuh kavminin küfür ve inadları sonucu uğradıkları tufan ve cehennem azabını anlatan ayetlerle bu saçmalıkların ne İlgisi vardır? diyeceksiniz, ilgisi şudur;lbn Arabi kendini Allah'a karşı küfreden bütün kafirlerin avukatı ve koruyucusu gördüğü için ne yapıp yapıp onları cehennem azabından kurlarması gerekmektedir. Onun için İblis'ten Firavn'a ve bütün peygamberlere karşı çıkan kafirlere kadar hepsinin avukatlığını ve hamiliğini yapmayı kendisine görev bilmektedir. Onu takdis eden dostlarına ithaf olsun!

[54] Rab ismi diğer isimleri içerdiği halde, ilah ismi değişken olup başkasını içermemekte imiş! Onun it,in Nuh, ya ilahi değil de, ya rabbi demişmiş!

[55] Mümin ve kafir, herkesin Allah'ın rahmetine ğarkolması ve rahmetin genel olup kimsenin ondan mahrum kalmaması için güya Nuh Allah'a dua etmişlir. Ayetlerin nasıl tahrif edildiği görülüyor değil mi:1

[56] Fususu'!-Hikem,16-21,Şevkt bey Matbaası,istanbul,1287, lîu son kısımlarda ibn ar.ıbi'nin anl.ıtm.ıî;.) çalıştığı küfür ve saçmalıkları öğrenmek isteyenler tercüme ve şerhlerine baksınlar.

[57] Mustafa Sabri,Mevkifu'l-Ak!i ve'l-İlmi ve'l-Alemi Miri Rabbi'l-Alemin/î/l 50-153, el-Mektebetu'l-İsl.i-miyye,1950,

[58] Mustafa SabrU. y. e. 3/88

[59] MustafaSabri,a.g. e. 3/89

[60] Mustafa 5abri,Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min RabbN-A!emin,:î/19t-f92,el-Mektebetu'l-İsLı-miyye,195Q,

[61] Mustafa sabri,a. g. e. 3/196

[62] Mııstafa sabri,a. g. e. 3/90

[63] Müstafa Sabri,d. g. e. 3/193

[64] Mustafa Sabri,a. g. e. 3/194

[65] Mustafa sabri,a, g. e. 3/192,Vahdeti vııcud felsefesinin seniş eleştirisi ve İslamdı^ılığı hakkında bakınız, a. ge. 3/85-216,

[66] Ahmed Faruk Serhendi timam Rabbani),Vahdeti vücut anlayışına karşı tepki olarak hicri 1034 yılımla vahdeti şuhııcl anlayışını savunmuştur. Kendisine göre ıslahat sayılan bu girişimine Müceddidiye ekolü adını vermiştir; Melamilik,Bektaşilik,l iurufilik gibi Osmanlıya karşı reaksiyoner olarak boy gösteren vahdeti vücutçu hareketİere karşı tepki göstererek kendisine göre bu davranışıyla Osmanlı İmparatorluğunun devamına yardım etmiştir. Günümüzde kimi devletçi ve muhafazakar cemaatlar taralından çokça sevilmesinin belki de sebebi budur.

[67] Ten2!h,teşbih ve birlikte hem tenzih hem teşbih inancının ne olduğunu yıık;ınd;> İbn Atvıbi'nin açıklamalarında gördük.

[68] Mektubat,1/44O-443, Çeviri,Hüseyin Hilmi Işıkjslanbul 1968,Mektup,272

[69] Doç. Dr. Süleyman Ateş,işart Tefsir Okulu,272,273, Fericl Kam,Vahdeti Vucııcİ,27,2H'den naklen. Ateş, ilk tasavvufç ulardan mesela Maruf Kerhi, Cüneydt Bağdadi, Şilili,Sülemi,Kuşeyri nibi I.ısavvııf balcılarında vahdeti vucud düşüncesinin görülmediğini de belirtmektedir.

[70] Dr. Abdulkadir Mahnuıd.el-Felsefetu's-Sufiyye fi'I-İsl.ım,ü15-516

[71] Gizli lıir hazine idimjjilinmek için alemi yarattım" hadisinin ıtydtırm.ı olduğunu daha <inre belirtmiştik.

[72] Aralarında İbn Arjbi ibi tasavvufçu filozofların da bulunduğu felsefecilere uöre v,ır olan beş h.urH veya alem şunlardır:
"a-Mutlak ayb veya lahut .ılemi;Burada Hak'kın zatı dışında bir şey yoktur.
b-Mullak ceberut <ılemi;Bıı da akıllar,miicerred nel"isler,rııhlar,mahiyeller,sjbil ayn'lar alemidir ki İnini.ınn loplamı Mutfak Vucut'lur.
r-Mutlak melekut vey.fmis.il alemi;Iİu aleme ikinci taayyün,lafsil,wıhidiyye( alemi de denir. Sonra nrl.ıya çıkacak varlıkların bir nevi makel(misal)lerinin bulunduğu alemdir.
d-Mutlak suhııri alemi; Yaratılmışlar veya cisimler alemi denir. Bu dün alem kendi .ırasında ı;ayb alemi ve şehadet alemi olarak ikiye ayrılabilir,
e-Kamil insan; Kamil insan, beş alemi ve sudur nazariyesinde sayılan yedi iniş mertebesini şahsında toplamaktadır, ibn Arabi'ye göre Zat sıfallarmın,sıfat!ar da tecellileri ve şuunları olan alemin kendisi olıın-c.a,(ılemin en şerefli yaratığı olan inşan ela Allah'tan başka olamaz. " Cavil Sunar, Varlık Hafckmda Ana Düşünceler, 184-186,Ank. Ü. i. F. yayınları, Ankara,1977

[73] Doç. Dr. Hüsamettin Erdem,Panteİ2m ve Vahdet-i Vitrini Mukayesesi, Kültür lîakanlıft!,Ankara, 1990

[74] Doç. Dr. Hüsamettin Erdem,a. &. e. 1 18-1 19. Yazar iki nazariye arasında başka açılardan d.ı karşılaştırma yapmakta ve sonuçla ikisinin de aynı kapıya çıktığını vurgulamaktadır.

[75] Dr. Cavil Sunar, Vahdet i Şuhud-Vahdet i Vucud Meselesi, 9'M00,Ankara 1960

[76] Prof. Dr. Abdulhak Ensari.Şeriai ve Tasavvuf,146,Rehber yayıncılık,Ankar.ı 1991, imam Rabbani, Mektubat,s,147'den naklen

[77] Prof. Dr. Abdulhak Ensari,a. g. e. 146. Yazarın bu kit.ıbrjmam Rabbani ve Mektuba! üzerine yapılmış akademik bir çalışmadır. Her iki nazariyenin ayrmlılı bir karşılaştırması için bkz. 146-166

[78] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 240-257.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
VI. Dinlerin Birliği

Yüce Allah'ın yaratıkların bizzat kendisi olduğunu söyleyen vahdet-i vücut hurafesi, tasavvufçularda ister istemez dinlerin birliği inancına götürmüştür. Bu inanç vahdeti vücud inancının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Vahdeti vücutçular, ister mitolojik dinler olsun, ister yüce Allah'ın insanlara vahyettiği din olsun, hepsinin birliğine, yani hak oluşuna inanırlar. Zira hak, bir tek inançla sınırlı olamaz.[79] Vahdet felsefesine göre her dinin mensupları, kendilerinin ve tapılan bütün varlıkların suretlerinde tecelli eden tanrıya tapıyorlar. Bütün hidayeti ve kutsallığı ile İslam'ın, bütün çirkeflik ve sapıklığıyla Mecusiliğin aynısı olduğunu söylüyorlar. Bu anlayışı nasıl savunduklarını bazı örneklerle gösterelim. [80]

a- İbn Arabi'nin Din Anlayışı

Yaşayanın delil ile yaşaması ve helak olanın da delil ile helak olması için daha önce yaptığımız gibi burada da tasavvufçuların dinlerin birliği konusunda ördükleri hurafeleri yine kendi sözlerinden sergilemeye çalışacağız. İbn Arabi şöyle demektedir:
"Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyordum. Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların ça-yırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin kabesi, Tevrat ıa sayfaları ve Kur'an'ın musfahı oldu. Süvariler ne tarafa yönelirse yönelsin, ben sevgi dinine inanıyorum. Din, benim dinim ve imamındır. [81]
İbn Arabi, taraftarlarını muayyen bir dine bağlı kalmaktan ve onun dışında kalan dinleri kabul etmemekten sakındırmakta ve şoyle: demektedir:
"Sakın sakın, muayyen bir kaystla kayıtlı kalıp onun dışındakiler! ıreddetme. Böyle
yaparsan, çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi .anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyûlî[82] ol. Zira Allah, nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlanmayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını almıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Aliah razıdır. [83] Bu mitolojik din ister istemez ahirette azabın inkar edilmesini gerektirecektir. Çünkü İbn Arabi'nin dininde insanlar hangi şeye taparsa tapsın, aynı zamanda hakka tapmış olurlar. Çünkü müşrik ve muvahhid olarak insanların taptıkları şeyler zaten Allah'ın kendisidir. Tanrının kendi kendine azap etmesi de mümkün değildir. Onun için İbn Arabi şöyle demektedir: "Va'dinde (sözünde) doğru tek (Allah'tan) başka kimse kalmadı, Hakk'ın vaidi (tehdidini de gözetleyen bir göz yoktur. [84]
Bedbahtlık yurduna (cehenneme) girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler.
Ebedi cennetlerin nimeti. Emir birdir, ama tecelli esnasında aralarında farklılık meydana gelir.
Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır, halbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk koruyucudur. [85]
Bu şekilde ibn Arabi, korkunç çelişkiler içine dalmaktadır. Rabbin, kulun bizzat kendisi ve imanın da küfür ile şirkin tıpkısı olduğunu söyler. Böyle olunca va'd ile va'idin (mükafat ile tehdidin) aynı şey olduğuna inanmaktan ne alıkoyacaktır? Cennet nimetleri ve kevserinin cehennem azabı ve irinleriyle aynı olduğuna inanmaktan alıkoyacak nedir? Böyle olunca, onu alıkoyacak elbette birşey olmaz. Onun için gördüğünüz şekilde bunu sarahaten bütün insanlara ilan etmektedir.
Şimdi Allah için söyleyiniz, din ve ahlakı öldürme açısından bundan daha tehlikeli ne olabilir? Salih amel ve kötü amel bir olduktan ve faziletle rezalet, hayır ile şer, Allah'a itaat ederek iyilik yapan ile putperestlik veya inkar içinde köttüük yapanların sonucu aynı olduktan sonra, din ve ahlak için bundan daha tehlikeli bir zarar olabilir mi? İnsanlık bu tasavvufa inanacak olursa, söyler misiniz, sonu ne olur? [86]

Firavun Kurtulanlardan mıdır?

Bu inançta[n hareket eden İbn Arabi, Hz. Musa'nın amansız düşmanı tağut.
Firavun'ın kurtulanlardan olduğuna hükmetmekte ve "Benim de, senin gözümüzün nurudur" ayetini izah ederken şöyle demektedir: "Kendisine hasıl olan kemal ile onun (Asiye'nin) gözü aydın oldu. (Kızıl-niz'de) boğulma anında Allah'ın Firavn'a verdiği iman ile de Firavun'un u aydın oldu. Çünkü kötülükten arınmış ve tertemiz olmuş olarak Al-lab'a kavuştu[87]
yine Firavun hakkında şöyle demektedir: "Allah onun nefsini ahiret aza-hından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuş )tur. [88]
Fususu'l-Hikem kitabında Hz. Musa bölümünde söyledikleri okunursa, Firavun'un Hz. Musa'dan üstün olduğunu söylediği görülür. İbn Arabi'nin ''esin ve apaçık Kur'an ayetlerine aykırı düştüğü ve onların aksini söylediği yerler burada sayılamayacak kadar çoktur. [89]
İbn Arabi Firavun'un kurtulanlardan olduğumu söylerken, Yüce Allah o-nun hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. [90]"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman "Allah'a inandık ve ona ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik' dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen yasası budur. [91] "Firavun'a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber de size gönderdik. Ama Firavn o peygambere karşı gelmişti de onu tutup çok ağır bir şekilde cezalandırmıştık. [92]
Firavun ve onunla beraber olanların hem bu dünyada, dünyada lanete uğradıkları gibi ahirette de iğrenç kişiler olduklarını ve ateşte ceza gördüklerini Yüce Allah açıkça belirterek şöyle buyurmaktndır: "Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna birbak! Onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü yardım görmezler. Bu dünyada onları lanetli kıldık. Kıyamet gününde de iğrenç kimselerden olacaklardır.[93]
Kur'an-ı Kerim, Firavun gibi, ölüm gelmeden önce inanmayan ve imanıy-la salih amel işlemeyen kişilerin ölüm anında yapacakları imanın kendilerine yarar sağlamayacağını belirterek şöyle demektedir: "Rabbinin birtakım mucizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa veya imanıyla bir iyilik kazanmamışsa, imanı ona fayda vermez. [94]

b. Abdulkerim el-Cîlî'nin Din Anlayışı

Muhyiddin Arabi'nin fikir havarilerinden olan Abdulkerim el-Cîlî, daha Önce belirttiğimiz gibi, panteizme inanır. Burada da onun din anlayışını veya inancını gösteren sözlerinden nakiller yapacağız. Bu sözlerinde açıkça Allah'ın yaratıklarının kendisi olduğuna ve bütün din mensuplarının eninde sonunda cennetlik olduğuna inandığını göreceksiniz. Şöyle demektedir:
"Alem kar gibidir. Allah, karın aslı olan sudur. Donmuş olan şey için kar ismi Ödünçtür. Su ismi ise hakikattir. Şunu demek istiyorum; Misalde yaratıklar kar gibidir, ondan kaynayan su ise sensin. Biliyoruz ki, kar gerçekte sudan ibarettir, ne var ki, şeriatlar farklı anmıştır. Ama kar eriyince hükmü kalkar ve hüküm suyun hükmü olur. Zıtlar güzel 'Bir'de toplanmış, O'nda yok olmuş, onlardan parlayan O'dur"[95] el-Cîlî, karın aslının su olduğu gibi, yaratıkların da adlının Allah olduğunu söylemektedir. Onlara yaratılmış adının verilmesi geçici bir emanet, yani ödünç olup asıl adlarının Allah'ın adları olduğunu belirtmektedir. Karın erimesiyle karın hükmü yok olup su hükmü konduğu gibi, yaratıklara ödünç olarak verilmiş yaratık isminin kalkması halinde asılları olan Allah hükmünün konacağını söylemektedir. Kısaca, bütün varlıklarım aslında Allah'ın görünümleri olduğunu, Allah'ın onlara sirayet ettiğini söyleyerek panteist bir inancı sergilemektedir. Nitekim bundan önceki paraj^rafta Allah'ın.bütün varlıklara sirayet ettiğini açıkça belirtmektedir.
Bir takım tasavvufçuların Firavun ve İblis gibi Allah'ın düşmanlarını kitaplarında kutsallaştırmaya çalışmalarını, müslüman bir aklın alamayacağıgapiklıklardır. İbn Arabi, Firavuıı'u göklere çıkarıp Allah'ın kendisiyle konuştuğu Hz. Musa'nın da üstüne yükseltirken, el-Cîlî'nin de insanlığın ilk düşmanı İblis'i temcid ve tebcil etmesini anlamak mümkün değildir. Yüce Allah, îblis'in Hz. Adem'e secde etmesini reddedip "Ben ondan üstünüm" deyişini Kur'an'da kınayarak anlatırken, el-Cîlî bunun aksini savunmakta ve bu davranışını İblis'in Allah'ın emrine tamamen bağlılığının ifadesi olarak göstermekte ve şöyle demektedir: "Bil ki, Allah, Muhammed'in nefsini kendi zatından yaratınca -ki, zatı iki zat taşımaktadır- daha önce belirttiğimiz gibi, yüce melekleri Muhammed'in nefsinin cemal, nur ve hidayet yönlerinden yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed'in nefsinin celal, karanlık ve sapik-hk (dalalet) yönünden yarattı".
İblis'in adı Azazil'di. Yaratıkları yaratmadan önce şu kadar bin sene Allah'a ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil, benden başkasına ibadet etme" demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklere ona secde etmelerini emredince, İblis ne yapacağını bilemedi ve Adem'e secde edecek olursa, Allah'tan başkasına ibadet etmiş olacağını sandı. Allah'ın emri ile secde edenin Allah'a secde etmiş olacağını bilemedi. Bundan dolayı Adem'e secde etmeyi kabul etmedi. İblis diye adlandırılmasının sebebi de içine düştüğü bu karıştırmadır. Anla! Bundan önce adı Azazil, künyesi Ebu Murra idi.
Allah ona "İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibir mi tasladın, yoksa yüce meleklerden mi oldun? deyince, "Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" dedi.
Alûn, Nûn diye adlandırılan melekler, benzerleri gibi ilahi nurdan yaratılan meleklerdir.[96] Diğer melekler unsurlardan yaratılmış ve yalnız onlara Adem'e secde etme emri verilmiştir.
(Verdiği) bu cevap, yaratıklar arasında İblis'in Allah'ı en iyi bildiğini, soruyu ve bu sorunun gerektirdiği cevabı en iyi şekilde anladığını gösterir. Çünkü yüce Allah ona secde etmekten alıkoyan sebebi sormamıştır. Öyle sorsaydı, "İki elimle yarattığıma niçin secde etmedin?" diye sorardı. Ona secde etmekten alıkoyan engelin mahiyetini sormuştur.
Onun için İblis "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" demiş ve başka bir şey eklememiştir.,Çünkü içini Allah'ın bildiğini ve makamın bast makamı değil, kabz makamı (yani uzun anlatma yeri değil, kısa kesme yeri) olduğunu biliyordu. Eğef uzun anlatma yeri olsaydı, buna "Benden başkasına ibadet etme emrine bağlı kaldım" kısmını da eklerdi. Fakat kendisine sitem edildiğini gördü, edepli davrandı ve işi temeldekarıştırdığını bu sitemden anladı. Çünkü Allah ona İblis dedi. İblis kelimesi iltibas (karışmak)'dan gelmektedir. Daha önce bu isimle anılmamıştı. Anladı ki bu iş bitmiştir. Feryat etmedi, pişman da olmadı, tevbe de etmedi ve Allah ne isterse onu yapacağını bildiği için bağışlanma da istemedi. Allah ne isterse, gerçeklerin gereğidir. Onları değiştirmek mümkün değildir, dedi.
Allah, onu yakınlıktan, uzaklık aşağılığına kovdu ve "Çık ordan, lanetlisin sen" dedi. Yani yüce huzurdan aşağılık yerlere in, dedi. Çünkü recmet-mek, bir şeyi yüksekten aşağıya atmaktır. "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dedi. Lanet, kovmak ve ürkütmek demektir.[97]
İblis'i masum göstererek savunması, ona hayranlık duyması ve kıyamet günü nasıl Firdevs cennetinde olacağım söylediğini görmek için el-Cîlî'nin el-İnsanu'I-Kâmil kitabını okumanız yeterlidir. Kitabında şöyle demektedir: "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dedi. "Kıyamet gününe kadar" sözü sınırlama ifade eder. Kıyamet (din) günü bittikten sonra ona lanet okunmaz. Çünkü tabiatmdaki zulmetin hükmü kıyamet günü kalkmış olur. Onun için İblis'e, aslının gereği olarak, ancak kıyamet gününden önce lanet okunabilir, yani Allah'ın huzurundan kovulabilir. İblisin aslı, ilahi hakikatlerin tahakkuk etmesine engel olan tabiat engelleridir. Kıyamet gününden sonra tabiatlar engel değil, onun için kemalat cümlesinden olur. Artık lanet olmaz. Aksine Allah'a tam yakınlık olur. O zaman İblis daha Önce bulunduğu, Allah'a yakın olan yerine döner. Bu da cehennemin yok olmasından sonra olur. Çünkü Allah'ın yarattığı her şey mutlaka daha önceki aslına döner. Bu kesin bir prensiptir. [98]
Evet, el-Cîlî'nin söylediği bunlar. Bu sözlerin hangi dinde yeri varsa, onu ve benzerlerini sevenler ve savunanlar oraya yerleştirsinler ve bu gibi şeytanca oyunlarla müslümanların inançlarım bozmasınlar! İbn Arabi, cehennemin kafir ve günahkârlar için tatlı bir yer olacağını, oradan zevk duyacaklarını söylerken, el-Cîlî de cehennemin kafirlere zevk vereceğini, sonra yok olacağını ve İblis'in lanetten kurtularak Allah'ın sevgili kullan arasına gireceğini söylemektedir.[99]

Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur

el-Cîlî, kafirlerin Allah'ın kendisi oldukları için kafir olmalarının normal olduğunu ve bunun onlar için bir eksiklik olmadığını söylemekte, her türlü din ve inanç mensuplarının aynı şekilde haklı olduğunu, eninde sonunda saadete, yani Allah'a kavuşacaklarını söyleyerek bütün inanç ve dinlerle ilgili söyle demektedir.[100]
"... Sonra Adem vefat etti. Zürriyeti de bölük bölük ayrıldı. Bir bölük Adem'in Allah'a yakınlığına inandı. Bu inanışı onu, Adem'in suretinde taştan bir heykel yapmaya götürdü. Bunu yapmakla zannına göre ona hizmet görevini yerine getiriyordu. Devamlı o heykeli müşahede etmek suretiyle, ona sevgilerini devam ettiriyordu. Belki kendisi de bu yolda Allah'a yakınlık kazanıyordu. Zira o biliyordu ki, hayatta Adem'e hizmet, Allah'a yakınlık vesilesidir. Sandı ki, Adem'in heykeline hizmet de aynı şeydir.
Bunlardan sonra başka bir zümre geldi. Bu yeni gelenler, hizmet anlayışını yitirdiler. Yapılan heykelin bizzat kendisine ibadet ettiler. Bunlar putlara tapanlardır. Başka bir zümre de akiliarıyta kıyas yoluna saptılar. Puta tapanları kötülediler. Bunlardan bir kısmı, bizim tabiatın dört unsuruna tapmamız gerekir dediler. Zira âiem sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubetten ibarettir, asıl olana tapmak, fer'e tapmaktan daha uygundur, putlar ibadet eden kimsenin fer'idir, zira onun aslı ibadet edenin kendisidir, yani putu kendisi yapmıştır dediler. Bu kıyas sonunda tabiatın unsurlarına ibadete koyuldular. Bunların adı tabiatçılar oldu. Başka bir zümre de, yedi gezegene ibadet yoluna gittiler. Dediler ki, sıcaklık, soğuktuk, kuruluk ve rutubetten hiçbiri tek başına hareket edecek durumda değildir. Dolayısıyla, bunlara ibadette yarar yoktur. En uygunu bu yedi gezegene ibadet etmektir. Bu yedi gezegen şunlardır: Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay. Zira bunların her biri kendi başına hareket edebilir durumdadır. Alemde etkin bir hareketle kendi yörüngesinde seyreder. Dolayısıyla bazen yarar, bazen zarar verirler. En iyisi, kendi kendine tasarrufu olana tapmaktır. Bu gezegenlere ibadet ettiler. Bunlar felsefecilerdir.
Kimileri karanlığa ve aydınlığa ibadet yoluna gitti. Bunlar yalnız aydınlığa ibadet etmek, öbür yanı yitirmek olur; zira bu varlık karanlık ve aydınlıktan ibarettir, ama en uygunu bunların ikisine tapmaktır dediler. Bunun üzerine gezegen veya başka bir ayrım yapmadan mutlak aydınlık ve karanlığa taptılar. Nasıl tecelli ederse etsin, hiçbir ayrım yapmadılar. Aydınlığın adına Yezdan dediler. Karanlığın adına da Ehrimen dediler. Bu zümrenin adı da Seneviyye (dualistler)dir. Başka bir zümre ise, ateşe taptılar. Hayatın tabii hararete dayandığını, hararetin mânâ, maddi suretinin de ateş olduğunu, ateşin herşeyin aslı olduğunu söylediler ve ateşe taptılar. Bunlar da Mecusilerdir.
Bir zümre de faydası olmadığını iddia ederek herhangi bir şekilde tapmadılar. Kendi kendilerine şöyle dediler; ibadet faydasızdır. Zaman ilahi fıtrat yönünden neyigerektiriyorsa, o meydana geliyor ve olan oluyor. Durum böyle olunca, ancak için-dekini dışa atan rahimler ve onları yutan toprak vardır. Bu zümrenin adı Dehriyyun (materyalistler)dur. Mülhidler olarak da adlandırılırlar.[101]
Bir de kitap ehli vardır. Bunlar fırka fırka ayrılırlar. Biri ibrahimiler (Brahmanist-lerjdir. Bunlar Hz.İbrahim dini üzere olduklarını söylüyorlar. Onun soyundan olduklarını sanıyorlar. Bunların kendilerine has İbadetleri vardır.
Yahudiler; bunlar Musevilerdir. Hristiyanlar; bunlar da [sevilerdir. Müslümanlar; bunlar da Muhammedilerdir.
Bunlar on millete ayrılırlar. Bu on millet, çeşitli milletlerin aslıdır... Hepsinin dayanağı şunlardır:
Kafirler, tabiatçılar, felsefeciler, dualistler (seneviyye), mecusiler, materyalistler, İbrahimiler (brahmanistler), yahudiler, hristiyanfar. müslümanlar. Bu anlatılanlardan hangisi olursa olsun, Allah bir kısmını cennet için, bir kısmını da cehennem İçin yaratmıştır. Nitekim geçmişte peygamberlerin davetinin ulaşmadığı yerlerde yaşayanlar, Allah'ın cennetle mükafatlandırdiğı hayır işleyenler ve cehennemle cezalandırdığı günah işleyenler diye kısımlara ayrılmışlardır. Ehli Kitap da bu şekildedir. Şeriatlar gelmeden önce hayır; kalplerin kabul ettiği, nefislerin sevdiği ve ruhların hoşnut olduğu şeydir. Şeriatlar geldikten sonra ise hayır, Allah'ın kullarına öğrettiği kulluktur. Şeriatlar gelmeden önce şer; kalplerin kabul ettiği, ama nefislerin nefret ettiği ve ruhların kendisinden rahatsız olduğu şeydir. Fakat şeriatlar geldikten sonra şer; Allah'ın kullarına yasakladığı şeydir. Sayılan bütün bu zümreler, kendisine ibadet edilmesi gerektiği şekilde Ailah'a ibadet ederler. Çünkü Allah onları kendileri için değil, zatı için yaratmıştır. Onlar, hakkı olduğu şekilde O'nundur.
Yüce Allah, bu dinierde isim ve sıfatlarının hakikatlerini ortaya çıkarmış (izhar etmiştir. Hepsinde zatıyla tecelli etmiş ve bütün zümreler ona ibadet etmişlerdir. [102] Kafirler bizzat ona ibadet etmişlerdir. Çünkü yüce Allah baştan başa hem bu âlemin, hem de bu âlemin bir parçası olan kafirlerin hakikati (kendisi) olduğundan, ona ibadet etmişlerdir. Aliah kendi hakikatleri olduğu için bir rablerinin olmasını reddetmişlerdir. Onun hiçbir rabbı olmayıp, mutlak rab kendisidir. Alfah kafirlerin zatlarının aynı olduğu için zatlarının gereğine göre ona tapınışlardır. Putperestlere gelince; onlar da karışım ve hulul olmaksızın Aliah kainatın bütünvarlıklarının her zerresinde bulunduğu için taptıkları o putların hakikati (kendisi)dir diyerek putlara taptılar. Onun için puta tapanlar Allah'tan başkasına tapmış değildirler. Bu tapmada Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir.[103] Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, gerçekler ne ise, mutlaka açığa çıkar. Zira putperestler kendilerine göre Hakka uymaktadırlar. Kalpleri onlara hayrın bunda olduğunu söylemiş ve bunun doğruluğuna inanmışlardır. Zaten Allah, kulu kendisini nasıl düşünüyorsa öyledir. Peygamber de "Müftüler sana fetva verse bile, kendi kalbine danış" demiştir.
Bu, genel anlamda kalp için söz konusudur. Ama özel anlamda, yani ayrı ayrı kalpler için durum böyle değildir. Ne her kalpten fetva sorulur, ne de her kalp doğru fetva verir. Onun için burada kastedilen bütün kalpler değil, bazı kalplerdir. Putperestlerin yaptıkları bu işin hakikati hakkında besledikleri inanç, onları ahirette işin gerçeğinin bu şekilde ortaya çıkacağına inanmaya sevketmiştir, Zaten yüce Allah "Her fırka sahip oiduğu şeylere sevinenlerdir" demiştir. Yani dünya ve ahirette bu şeylere sevinmektedirler...
Onlar dünyada istediklerine sevinir, ahirette de hallerine sevinirler. Sahip oldukları şeylerle sürekli sevinç içinde olurlar. Onun için tekrar dünyaya döndürülseier. putperestliğin sebep oiduğu azabı gördükten sonra dünyada tekrar aynı şeyi yapacaklardır. [104] Çünkü o azapta lezzet latifesini görmüşlerdir. Onda (putperestlikte) devam etmelerinin sebebi odur. Çünkü Allah ahirette bir kuluna azap etmek istediği zaman, rahmeti ile, o azapta kendisine gizli bir lezzet yaratır. Azaptan Allah'a sığınmaması ve korumasını istememesi için azap görenin cesedi o lezzete aşık olur. O lezzeti duyduğu müddetçe azapta kalır. Allah, onun azabını hafifletmek isterse, o lezzetini giderir ve rahmet etmek zorunda kalır. Allah "Darda kalanın duasına icabet eder[105] İşte o zaman azap gören kişi, Allah'a sığınır, kendisini azaptan korumasını İster. Allah da onu korur.
Tabiatçılara gelince; bunlar Allah'a dört sıfatı açısından ibadet etmişlerdir. Çünkü hayat, İlim, kudret ve iradeden ibaret olan dört ilahi sıfat varlık âleminin astıdır. Sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet varlık âleminde bu sıfatların görünümüdür. Rutubet hayatın görünümü, soğukluk ilmin görünümü, sıcaklık iradenin görünümü, kuruluk da kudretin görünümüdür. Bu görünümlerin hakikati, o sıfatlara sahip olan Allah'ın kendisidir. Bu görünümlerde mevcut olan ilahi latife, tabiatçıların ruhlarınagörünüp ilahi dört sıfatın eserini farkederek âlemde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet olarak yaşayınca, ilahi yetenek bakımından yetenekler bu sıfatların, bu suretlerin anlamları olduğunu anladı. Yahut bu hayaletlerin ruhları veya bu görünüm lerin tezahürleri olduğunu anladılar. Bu sebepten söz konusu tabiatlara taptılar Kimileri bilerek, kimileri bilmeden taptı. Bilenler öncü oldular, bilmeyenler de onları izlediler.
Bunlar, sıfatlan bakımından Allah'a ibadet ediyorlar. Durumiarına temel olan hakikatler açığa çıktığında öncekilerin sonu saadetle sonuçlandığı gibi, bunların da sonu saadet olacaktır.[106]
Filozoflara gelince; bunlar da Allah'a isimleri bakımından ibadet etmişlerdir. Çünkü yıldız {gezegen)lar Allah'ın isimlerinin görünümleridir. Yüce Allah'ın zatı da onların hakikatidir.
Güneş, Allah isminin görünümüdür. Çünkü bütün isimler Ailah isminden hakikatini aldığı gibi, bütün gezegenler ışığını güneşten almaktadır. Ay, rahman isminin görünümüdür. Çünkü güneşin ışığını taşıyan en büyük gezegendir. Nitekim, Önce de belirttiğimiz gibi, rahman ismi, Allah isminde en büyük mertebeye sahiptir. Müşteri yıldızı, Rab isminin görünümüdür. Çünkü gökte en mutlu yıldız odur. Nitekim mertebe bakımından rab ismi de çok özel bir isimdir. Kendilerine rablık yapılan varlıklar rab isminin gereği olarak kibriyânın kemâline şâmildir. Zuhal yıldızı ise vahidiyetin görünümüdür. Çünkü bütün felekler onun kapsamı içindedir. Nitekim vahid ismi bütün isim ve sıfatların üstündedir... Allah, bu yıldızların hakikati olduğu için, ibadet edilen de kendi zatı olmuştur. Bu sebepten felsefeciler ona ibadet etmişlerdir.
Hiçbir varlık yoktur ki, insanoğlu ve diğer canlılar ona tapmış olmasın. Kaya kertenkelesinin güneşe tapması, pislik böceğinin pisliğe tapması ve başka hayvanların başka şeylere tapmaları gibi. [107] Alemde mutlak veya mukayyed olarak Allah'a ibadet etmeyen hiçbir canlı yoktur. Mutlak {herhangi bir şekii ve surette görüntüsüne değil, soyut olarak) ona İbadet eden muvahhid iken, mukayyed (şekil ve surette görünmüş olarak) ona ibadet edenler de müşriktirler. Ancak Allah'ın varlığı hepsinde mevcut olduğu için hepsi hakikatte Allah'a ibadet etmiş olurlar. Çünkü Allah'ınzatı hangi şeyde görünmüşse, o şeyde kendisine ibadet edilmesini gerektirmektedir.[108]
Muhammediler ise, yaratılmış varlıklardan herhangi bir şeyle takyid etmeden, [109]mutlak olarak Allah'a tapınışlardır. Muhammediler, ona bütün açısından tapınışlardır. Onu zahir veya batın herhangi bir yönle sınırlandırmadan tapmışlardır. Onların yolu, Allah'ın zatına giden Allah'ın yolu olmuştur. Onun için ilk adımda yakınlık derecesine nail olmuşlardır. [110]Bunlar, yüce Allah'ın "Onlar yakın bir yerden çağrılırlar" diye işaret ettiği kişilerdir.
Dualist (seneviyeci)lere gelince; bunlar Allah'a nefsi açısından tapmışlardır. Çünkü Allah nefsinde zıtları toplamıştır. Hem hakkiyet (yaratan), hem halkiyet (yaratılan) mertebelerini kapsamıştır. İki nitelikle iki hüküm de ortaya çıkmıştır. Dünya ve ahirette iki nitelikle görünmüştür. Hakkiyet hakikatine mensup olan, aydınlık olarak ortaya çıkmıştır. Halkiyet hakikatine mensup olan da karanlık olarak ortaya çıkmıştır. Dualistler iki niteliği, iki itibarı, iki hükmü birleştiren bu özellikten dolayı aydınlık ve karanlığa tapınışlardır. Hangi hükümden ve nasıl istersen, Allah onu ve ziddını zatında toplamaktadır.
Dualistler, zatında gerektirdiği bu ilahi incelikten dolayı ona tapmışlardır. O, hem Hak, hem halk adını taşımaktadır. Hem aydınlık, hem karanlıktır.
Mecusüere gelince; bunlar Allah'a ehadiyeî açısından tapmışlardır. Ehadiyet bütün isim, sıfat ve mertebeleri yok ettiği gibi, ateş de böyledir. Unsurlar arasında en güçlü ve en üstün olandır. Paralelindeki bütün tabiatları yok eder. Büyük kuvvetinden dolayı ona yakın olan bütün tabiatlar ateşe dönüşür...
Tabiatlarda aîeş, isimlerde vahidiyetin görünümüdür. Mecusilerin ruhları bu miskin kokusunu alınca, nezle olup kızartmasının kokusunu duyamadılar ve ateşe taptılar. Ateşe taparken, bir ve kahhar olandan başkasına tapmış değildirler. Dehrilere gelince; bunlar Allah'a hüviyet bakımından tapmışlardır. Rasuluilah "Zamana sövmeyin, çünkü zaman Allah'tır" buyurmuştur. Yani dehriler Allah diye zamana tapmışlardır.
İbrahimi (Brahmanist)lere gelince; bunlar bir nebi veya rasule uydukları için değil, Allah'a mutlak olarak tapmışlardır. Allah'ın yaratmadığı hiçbir varlık yoktur derler. Alemde Allah'ın birliğini kabul ederler. Ama peygamberleri tamamen inkâr ederler. Allah'a tapmaları, peygamberlikten önce peygamberlerin bir nevi tapması gibidir.
Bunlar, Hz. İbrahim'in soyundan geldiklerini iddia ederler. Bizzat Hz.İbrahim'in Allah'tan almayıp kendisinin yazdığı bir kitaba sahip olduklarını ve bu kitabın içinde hakikatlerin anlatıldığını söylerler. Kitap beş bölümdür. Dört bölümünü herkesin okuyabileceğini söylerken, derin bilgiler içerdiğini söyledikleri beşinci bölümü ise ancak onlardan bazı kişilerin okuyabileceğini söylerler. Beşinci bölümü okuyanların, sonunda mutlaka İslam'a varacağını ve Muhammed'in dinine gireceğini düşünürler.
Bunlar daha çok Hindistan'da bulunurlar. Orada bunların kıyafetlerini giyen ve onlardan olduklarını iddia eden kişiler vardır. Halbuki onlardan değildirler. Aralarında putperestler olarak bilinirler. Onlara göre puta tapanlar bu zümreden sayılmazlar. Yukarıda sayılan bütün dinlere mensup kişilerin kendi kendilerine uydurdukları bu ibadet şekilleri, sonunda saadete ulaşsalar bile, bedbahtlık çekmelerine sebep olacaktır. Çünkü bedbahtlık, saadetin zuhuruna kadar yaşayacakları uzaklık (ayrı-lıkjtan başka bir şey değildir.[111] Bedbahtlık, bu süren ayrılıktır. Bunu da anla!. [112] Görüldüğü gibi, insanlar hangi din ve mezhepten olup neye taparsa tapsınlar, gerçekte Allah'a taptıklarını, çünkü o şeylerin Allah'ın görünümü olduğuna inanarak onlara taptıklarını, peygamberlerin bildirdikleri şekilde Allah'a tapanlar ilk etapta saadete kavuşacakları halde başka şekillerde tapanların ancak bir süre sonra saadete kavuşacakları, azap veya bedbahtlığın saadete kavuşuncaya kadar geçecek zaman içindeki ayrılıktan ibaret olduğu açıkça anlatılmaktadır. Onun için muvah-hidler olsun, hangi türden kafir veya müşrikler olsun, hepsi de gerçekte Allah'a tapmışlar ve saadete ergeç nail olacaklardır.
İşte tasavvuf dini bu kadar hoşgörülü ve rahmeti her şeyi kuşatan bir dindir. Her türlü sapık felsefeyi İslam diye nıüslümanlara yutturan bu insanlar, bu şirk pisliklerinin İslam'la başdaşmadığım ya kitaplarında, dergilerinde, konfefans ve sohbetlerinde reddederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onların sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.
el-Cîlî'nin söylediklerini, bir müslüman olarak doğru veya tam yansıtmadığımızı düşünenler olabilir. Söylediklerimizin gerçek olduğunu teyid etmesi açısından oryantalist Nicholson'dan bu panteist inancın özetini dinliyelim;
"el-Cîlfnin anlayışında dinlerin ve inançların çokluğu, Allah'ın yaratıklarda ortaya çıktığı (tecelli ettiği) isim ve sıfatlarının çokluğundan ileri gelmektedir. Her isim ve sıfatının özel bir zuhuru vardır. Kur'anın belirttiği gibi Allah, Hadi (hidayet veren) ismiyle tecelli ettiği gibi, Mudil (saptıran) ismiyle de tecelli etmiştir. Allah'ın isimlerinden biri işlevsiz kalarak alemdeki varlıklardan biri suretinde zuhur etmeseydi, Allah kamil olarak tecelli etmemiş olurdu. Onun için itaat edenlerin Hadi ismi suretinde, sapıkların da Mudil ismi suretinde kendisine tapması için peygamberleri göndermiştir.
Bu bakımdan Allah, ibadet edilen her mabudun kendisidir. Çünkü bütün varlıklara sirayet eden, yanı hepsinin suretinde görünen odur. Bunlar arasında putperestlerin taptığı ile başkaların taptığı arasında bir fark yoktur. Putperestler, maddi alemin her parçasına sirayet etmiş olana taparken, du-alistler yaratan ve yaratılanın birliğine taparlar. Ateşe tapan mecusiler, tabiattaki bütün cisimlerin içinde fena bularak ateş tabiatına dönüştüğü gibi, bütün isim ve sıfatların içinde fena bulduğu bir zata taparlar. Ateistler ise, bilfiil değil, bilkuvve yaratıcı olması açısından ona taparlar. Şu veya bu surette tapanlar Hakkın varlıklarda tecelli eden suretlerine taptıkları için bütün inanç ve din mensuplarının sonu kurtuluş olacaktır.
el-Cîlî, müslüman olduğu için bu insanları ister istemez bir tasnife de tabi tutmaktadır. Ona göre, inanç ve ibadetlerinde Hakkı tasavur ettikleri ilahi suretin kemali oranında insanların kemal derecelen de farklıdır. Her i-nanç ve ibadette Hak'tan bir unsur olduğuna göre, dinlerin en mükemmeli de peygamberlerin getirdiği dinlerdir ve bunların arasında en mükemmeli de İslam'dır.
el-Cîlî, İnancına dayanak olarak, en yakın hıristiyanlık inancını görmektedir. Ona göre hıristiyanlık inancı, Allah konusunda sahih bir düşünce oluşturmak için iki yöne sahiptir. Bir yönü ile Allah bütün yaratıkların sıfatlarından münezzeh iken, diğer yönü ile bütün yaratıkların sıfatlarında zahir olmuştur. Ancak hıristiyanlar Hakkın tecellisini sadece hıristiyanlık inancının belirttiği şekilde sınırlandırmakla, yani Hakkın üç şeyden oluştuğunu söylemekle hata etmişlerdir.[113]
İşte vahdeti vücud inancının müslümanlara kazandırdığı ve işte rahmet ve hoşgörüsü her şeyi kuşatan tasavvuf dini! Her türlü sapık felsefeyi İslam diye müslümanlara yutturan tasavvuf çul ar, bu şirk pisliklerinin İslam'la bağdaşmadığını ya kitaplarında, dergilerinde, konferans ve sohbetlerinde red ederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onların sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.[114]

c- İbn Farıd'ın Din Anlayışı

İbn el-Fand meşhur Taiyye'sinde dinini şöyle anlatıyor:
"Zikir meclislerinde işiten kulak ve meyhanecinin meyhanesinde gören göz benim.
Hükmen zunnar"ı bağlayan elimden başkası değildir.
Beni ikrar ile çözülse bile, o çözmeyi de yapan benim,
Kur'an ile bir caminin mihrabı aydınlanrnışsa,
İncil de kilise mihrabını boş bırakmamıştır.
Hz. Musa'nın kavmine getirdiği Tevrat'ın sayfalarını da hahamlar her gece okumaktadır.
Puthanede kimileri puta secde ediyorsa, bağnazlık yaparak ona karşı çıkmamak gerekir.
"Dinara tapmıştır" ifadesi, putperestliğin şirk ayıbından münezzeh bir manadır.
Haksızlık yapan herkese benden uyarı var, ben her fırkanın özürlerini kabul ederim.
Her dinin mensupları doğru yolda olduğu gibi, her inancın sahipleri de doğru düşünmektedir.
Gafletle güneşe tapan kimse de yolunu şaşırmış değildir, çünkü güneşin aydınlatması yüzümün aydınlığındandır.
Bin yıldır sönmediği bildirilen ateşe mecusiler tapmış ise de,
Niyetlerini açığa vurmamış olsalar ve görünürde benHpn başkasına yönelmiş olsalar bile, benden başkasına tapmış değildirler.
Bir defa nurumun ışığını görmüşler, ateş sanmışlar, hidayet konusunda ışıklarla sapmışlar.
Kainat perdesi olmasaydı söylerdim, ama hükümlerin şeklini yerine getirmek beni susturmaktadır.[115]
Görüldüğü gibi, meyhaneler, puthaneler, mecusi ve sapıkların tapınakları, hristiyanlarm kiliseleri yahudilerin havraları ve sadece Allah'a ibadet edilen camiler hepsi de İbn el-Farıd'a göre Allah'ın hoşnut olacağı ve seveceği ibadetin yapıldığı yerlerdir. Çünkü bu yerlerde ibadet eden ve kendisine ibadet edilen de odur. Sağır taşlara secde eden şu müşrik, yıldız tapınaklarında yıldızlara tapan şu sabii, ateşe yalvararak tapınan şu mecusi ve ağlama duvarı önünde gözyaşı döken ve Allah'a karşı kin ateşini alevlendiren şuşaşkın yahudi ve teslise inanarak Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kabul jen şu Hristiyan, bütün bunlar İbn el-Farıd'a göre hidayet ve hak yolda,
Allah'tan delil ve hüccet üzere bulunmaktadırlar. İbn el-Farıd'ın din anlayı-nda bütün bunlar insan suretlerinde ortaya çıkan, görünen Allah'ın zatından başkasına tapmış değildirler.[116]
Tasavvufçularda dinlerin birliği anlayışı, felsefelerinde egemen olan her sevme anlayışından ileri gelmektedir. Mü'min-kafir, helal-haram, rneş-u.gayri meşru, ayrımı yapmadan, insanları ve varlıkları sevme hastalığının bir ürünü ve neticesidir. Zaten vahdet-i vücut inancı da buna götürmektedir. Onun için meşhur tasavvufçularm mü'min-kafir, ahlaklı-ahlaksız ayrımı yapmadan bütün insanlara aynı sevgi ve sempati ile yaklaştıklarını görüyoruz.
Hatta günümüzde tasavvuf çevrelerinin İslam'a doğru bir şekilde bağlı olanlara düşmanlık ve nefretlerine karşın, İslam'dan sapmış veya İslam dışı inançlara bağlı türlü din ve fırka mensuplarına daha fazla yakınlık göstermeleri, onlarla senli-benli olmaları, izzet ve ikramlarda bulunmaları, kısaca, gayri müslimleri temiz müslümanlara tercih etmeleri bu sebeptendir. Zaten "Ne olursan ol, gel", "Yaratılanı severiz yaratandan Ötürü" felsefeleri, "Bazen yahudi, bazen Hıristiyan, bazen Mecusi ve bazen de Müslüman" anlayışları hep bu sapık anlayışın ürünüdür.
Mü'min-kafir, insan-hayvan, temiz-necis varlık ayrımı yapmadan, Allah'ın bütün varlık ve eşyaya hulul ettiğini, onunla birlik olduğunu veyabunların suretlerinde ortaya çıktığını söyleyen felsefe, olsa olsa bu hak batı] ölçüsü ve sınırı tanımayan küfür ve saçmalıkları doğurur.[117]
İslam aleminde temcid pilavı gibi zaman zaman gündeme getirilen "Ehli Kitabm cennetlik oluşu, mümin veya müslüman oluşu, Kur'an'a ve Hz. Mu-hammed'e iman etmekle mükellef olmaması" gibi saçmalıkların da bu anlayış ve felsefenin ürünü olmadığını kim söyleyebilir!
1979 yılında Mısır'ın yüksek tirajlı gazetelerinden birinde kamuoyuna açıklanan bu düşünce, 1989 yılında Türkiye'de bakıyorsunuz bir tarikat mensubu tarafından gündeme getirilmekte ve kimi yayın organlarında hararetle savunulmaktadır. Geçmişten gelen ve ehli kitabm müslümanlara karşı zaman zaman kullandıkları üslupları ve ileri sürdükleri bazı delilleri bu çevreler mal bulmuş mağribi gibi gündeme getirerek İslam düşmanlarının .ekmeğine yağ sürmektedir. İşin en acıklı ve tuhaf yanı, bu gibi şeylerin inancı ve yaşayışı sapık birtakım kişiler tarafından değil de, bir tarikat mensubu tarafından ortaya atılması ve savunulmağıdır!
Kimbilir, belki de tasavvuf çul arın kalbi ölçü ve sınır tanımayacak kadar şefkatli ve merhametlidir! Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere sevgi beslediklerini göremezsin... [118]
Mümin olabilmek için Hz. Peygamberi ve onun hükmünü kabul etmek, onun verdiği hükme tam bir teslimiyetle razı olmak gerektiğini Yüce Allah bütün müminlere ve herkese şöyle bildirmektedir: "Hayır; Rabbine and oi-sun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça ve verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar"[119]
Tasavvufçular, zaten cehennemin tatlı bir yer olacağını, neye ibadet edilirse edilsin, Allah'a ibadet edilmiş olacağını, çünkü Allah bütün varlıkların suretinde ortaya çıktığını, zaten her şeye tapan insanların ona karşı kulluk görevlerini yerine getirmek için onlara taptıklarını, ama bazıların mabudu tesbitte yanıldıklarını söyleyerek bunun felsefesini çok önceden yapmışlardır.[120]

[79] Dr. Mııhammed Hüseyin ez-Zehebi, el-İtticahatıı'l-Münharife fi Tefsiri'l-Ktır'ani'Ü-Kerim, 7~.\, Mekie-betıı Velıbe, Kahire 1986.

[80] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 257.

[81] İbn Arabi, Zehairu'l-Ahlak Şerhıı Tercümanı11-Eşvak, 39, Beyrut 1312 h. Ayrıta 'hkz. Dr. Kemal Mııhammed İsa, Nazarat fi Mııiekadat-İ İbn Arabi, 48-51. Darıı'l-Muctema.

[82] Fususu'l-HikemBâlî Şerhi, 191, hicri 1309 baskı.

[83] Fususu'l-HikemBâlî Şerhi, 191, hicri 1309 baskı.

[84] Va'd'dan maksadı ahirelleki nimetür. Vaidden maksadı da ahiretleki azaptır. Buradan hareketle müşrikler için bile ahiretle azabın tatlı olacağını söylemektedir.

[85] Fususıı'l-Hikeniı, Dr. Afifi tahkiki, 1/94. İbn Arabi'nin dinleri aynı gören anlayışı için ayrıca bakınız, Dr. Abdulkadir Mahmud,el-Pelsefetu's-Sufiyyefi1-İslam,516-522

[86] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 257-258.

[87] Fususu'l-Hikem, 1/201,Dr. Afifi tahkiki, Türkçe çevirisine bakmak isleyenler için, Çev. M. Nuri Cen-çosman, istanbul Kitabevi, 1981 s. 208. ibn Arabi'nin Firavun'un mümin olarak öldüğü iddiasının yanlış olduğunu göstermek için Ali el-Kari "Farra'l-Avn min Muddai İman i Firavn" adında bir risale yazmıştır. Bu risalede İbn Arabi'nin Firavun'un imanı ile ilgili ortaya koyduğu delillerin ve yaptığı dil izahlarının yanlış olduğunu, söylediklerinin Kur'anın söylediğini yalanlamak olduğunu belirtmektedir. Bu risalede İbn Arabi'nin sözlerinin küfüır olduğunu söyleyen meşhur alimlerden birçok kişinin adı da verilmektedir. Basım yeri,Ali Bey Matbaası,1! 294 h.

[88] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, t/212. Afifi tahkiki. Aliah dışında ibadet edilen her şeyin Allah olduğu, o-^ın için bunlara ilah adı verildiği, Hz. Harun bunu anlamadığı için buzağıya tapan İsrail oğullarına kiirşı Ç'ktığı, ama Musa bunu kavradığı için Harun'u bu karşı çıkışından dolayı azarladığı, çünkü buzağı da dahil, tapılan bütün şeylerin A'ılah'ın kendisi olduğu, o güne kadar başka suretlerde kendisine ibadet edildi-fii haide buzağı suretinde o güne kadar ibadet edilmediğinden o gün de buzağı suretinde kendisine ibadet edilmesini istediği ve bunu görenlerin en mükemmel arif kişiler olduğuna dair sözleri için bkz. Fu-5us,1/t91-196. Afifi tahkiki.

[89] İbn Arabi'nin yanlışlarını görmek için kitabın "İbn Arabi'nin en çok eleştirilen görüşleri" kısmına bakınız.

[90] Nazial,25

[91] Mümin,84-85

[92] Müzzemmil,15-16

[93] Kasas,40-43

[94] Enam,158 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 258-260.

[95] Abdulkerimel-CİIİ, el-insanu'l-Kâmil, 1/28

[96] Ayetin anlamını tahrif etmektedir. Çünkü ;ıyette u anlamındadır. Altın diye melek ismi de yoktur.
"Alin" kelimesi. üstünlük ve ululuk tasl.

[97] Abdulkerim el-Cili, el-İnsanif'l-Kâmil, 2/38

[98] el-Cili, el-İnsanu'I-Kâmil, 2/30-39

[99] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 260-262.

[100] el-Cili'nin din anlayışının tamamen açığa çıkması için uzunca bir alınlı yapmamız gerekmektedir.

[101] Sunlar zamanı tanrılaştınn ve her şeyin meydana gelmesinde zamanın rol oynadığına inananlardır. Bunların inancını şu aye[-i kerime dile getirmektedir: "Dünya hayatından başka bir şey yoktur, ölürüm ve yaşarız. Bizi ancak zamanın geçişi helak ediyor, derler" (Casiye, 24)

[102] Yani, hangi şeye tapmış olursa olsunlar, gerçekle o şeyde tecelli eden, o şey ol.ırak görünen Ali.ıh'a tapmış sayılırlar.

[103] Yani, Allah'a tapıp tapmadıklarını bilip bilmemeleri ve ona tapmaya niyet edip etmemeleri Allah tısından önemli değildir. Çünkü putlar Allah'ın hakikati olduğu için ister islemez ona tapmış sayılırlar.

[104] Eğer geri döndürülseier, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Şüphesiz onlar yalarındırlar" (En'am, 28) ayetine işaret ederek tahrif etmekledir.

[105] Yoksa kendisine yakardığı zaman darda kalana karşılık veren mi?.." (Nahl, (>2) ayetini sıpık düşüncesi için kutlanmakladır.

[106] el-Cili, "Tabiata tapanlar, gerçekle tabiatta görünen Allah'ın sıfatlarına taptıkları için AK.ıh'J tapmış olmaktadırlar, Allah'a taptıkları için de saadete kavuşacaklardır demektedir".

[107] İbn Arabi de aynı şeyi söylüyordu. İbn Arabi'ye göre, buzağıya tapmaya çalışan İsrailoÖullarını engellemeye çalışan Hz.Harun bu inceliği kavrayamadığı için onlara engel olmaya çalışmıştır. Ama Hz. Musa bu inceliği kavradığı için Tur dağından dönüşte Hz. Harun'u bu engelleme çabasından dolayı azarlamış ve yermiştir. Çünkü, İbn Arabi'ye göre, o güne kadar buzağı dışında her varlık suretinde Allah'a ibadet edilmişti. Sıra buzağı suretinde Allah'a ibadet etmeye gelmişti. Hz. Musa bunu kavradığı için İsrailoğulla-rı'nın buzağıya tapmasına karşı çıkmamış, bundan alıkoymaya çalışan Harun'u azartamıştır. Bilgi için bkz. Fususu'l-Hikem, Harun Faslı.

[108] Yani, Allah kendisine ibadet edilmesini gerektirdiği için göründüğü bütün peylerde on.ı îb.ıdel edilmesi gerekmektedir. Çünkü o şeyler de Allah'ın görünümü, yani kendisidir.

[109] Yani, Allah'ı temsil edecek herhangi bir şeye değil, doğrudan doğruya Allah'ın kendisine ibadet etmişlerdir.

[110] Yani başka varlıkların şahsında Allah'a tapanlar gibi dolaylı ve uzun zaman sonra saadete erenler gibi değil, direkt saadete ermişlerdir.

[111] Onların bedbahtlığını, cehennemde görecekleri acıklı .izahı azap olarak clegil, Allah'a kavuşunaıyn kadar geçecek olan ayrılık kabul etmektedir.

[112] Abdıılkerim el-Cili, el-lnsanu'1-Kâmil, 2/74-81-, el-Mjlbj,)tu'l,Mısrıyye, 1316 h.

[113] Nicholsoı.,fi't-Tns;ivvufi'!-İslami ve t,ırihilıi,88-89,Ter. Ebu'l-Ala Afifi,

[114] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 262-269.

[115] Emin Hori,Celau'l-Ğamid fi Şerhi Divani İbni'l-Farıd,129-13O,Mektebetu'l-Addl),Beyru[,191O,Aİ>cfur-rahman e)-Vekil,l lazihi Hiye's-Sufiyye, 97-98.

[116] Niyazi Mısrî de İbn Farıd'ın düşüncelerini terennüm ederek divanında şöyle demekledir: "Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim-Cem' edip bunca kumaşı bir bezistan olurum, Ceh nasâra, geh yahudi, gahi tersa, geh mecusi-Gahi şia, gah olur sunni muselman olurum."
Niyazi Dîvanı, 109, Maarif Kütüphanesi, istanbul 1963.
Celaleddin er-Rıımi de benzer düşünceleri divanında şöyle dile getirmektedir: "Canım, ey nur, kaçma benden-Kaçma benden, ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden-Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt'ün zunnarına bak-Zunnarı taşırım, yemliği taşırım. Belki nuru taşırım, kaçma benden-Müsiümanım ben, ama Hristiyanım, Brahmanİstim, Zerduşliyim, Ey Yüce Mak,sana tevekkül ettim, kaçma benden-Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim,
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir-Kaçma benden, kaçma benden."
Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi'i-Mizan, 100-101,
Şemsi Tebrizi için de şöyle demektedir: " Şems-i men u hudayi men,amr-i men u bekayi meıı,ez tu behak resideem,ey hak, hakkı güzari men" . (Tercümesi: Ey benim güneşim ve tanrım.beka ve ömrüm senden-dirgeninle Hakka ulaştım.ey hakkımı veren hak!" Bakınız,Sadeddin Taftazani, Risale fi Vahdeti'l-Vu-cud,8,Ali Bey Matbaası,! 294 hicri, Goldziher ise şöyle diyor; "Tasavvufçular, İslam'a ne kadar bağlı ve hayran görünseler, çoğunda dinler ve
inançlar arasındaki sınırları ortadan kaldırmaya çalışan ortak bir eğilim bulunmaktadır. Hepsinde bütün bu inançların, ulaşılması arzu edilen gaye konusunda hatırı sayılır değere sahiptir. " Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 151.

[117] Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Feisefetıı's-Sufiyye fi'l-İsljnı, 487-S21. Feridudtlin Aü.ır, M.ınlıku'l-T.ıV. 315-405'den naklen. Yine Dr. Abdulv.ıhhab A/z,ım, et-T.ıs.ıvvtıf ve IVrkkıddin el-All.ır, f i.(]-."170 den naklen.

[118] Müc;Kİele,22.

[119] Nistı,65

[120] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 270-272.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
VII. Islama Ve Tasavvufa Göre Veli Kavramı


Sözlük anlamıyla veli; dost ve samimi arkadaş demektir. Terim olarak Allah'ın sevgili kulu demektir. Başka bir deyişle, dinin istediği şekilde inanan ve amel eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim'de bu durum açıkça ortaya konmaktadır. Mesela şu ayetlere bakalım:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları (dostları)na hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar iman edip takvaya ermişlerdi.[121]
"Elif, Lam, Mim. Kendisinden hiçbir şekilde şüphe oimayan bu kitap, muttakiler için bir hidayettir. O muttakiler ki gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan tnfak ederler. [122]
Takva kelimesi de çok zaman veli ve iman kelimesiyle beraber kullanılmaktadır. Temel sözlük anlamı olan "sakınma" anlamı yanında, İslam'ın hükümleriyle amel etme, emir ve yasaklarını gözetme anlamında da kullanılmaktadır. Zaten dinin emir ve yasaklarıyla amel etme, Allah'ın dinine muhalefetten sakınma ve cezasından korunma amacına da yöneliktir. Allah'ın sevabını, yani cennetini elde etme amacı da şüphesiz beraberdir. Kısaca takva, Allah'ın cezasından sakınarak ve mükafatını umarak dinin hükümlerine bağlılık ve onlarla amel etmek demektir. Bu da Allah'ın sevgili kulları olan mü'minlerin niteliğidir. Mesela şu ayet-i kerimelere bakalım: "... O muttakiler ki gayba inanırlar, namaz kılarlar, infak ederler. Yine onlar sana indirilenlere ve senden önce indirilene ve ahiret gününe inanırlar. İşte onlar Rabbie-rinden bir hidayet üzeredir ve kurtuluşa erenler ancak onlardır. [123]"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. İyilik o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır, Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir, anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır. [124]
Bu ve başka ayetlerde görüleceği üzere, muttakiler iman ve amel sahibi kimselerdir. Veli kullar da iman eden ve muttaki olan kişilerdir. Takvanın genel anlamı da dinin emir ve yasaklarını gözetmek[125] olduğuna göre, velikişi, inanan, dinin hükümleriyle amel eden ve bunu Allah'a tam bir teslimiyetle yerine getiren kişi olmaktadır. Yani takva sahibi ve Allah'ın veli kulu olmanın şartı, iman ve salih ameldir. Bunu gerçekleştiren bütün müminler Allah'ın sevgili kulları, yani velileridir. Onlar elbette Allah'ın himayesi ve yardımına layık kişilerdir. Bu dünyada Allah onların dostu ve yardımcısı olduğu gibi, ahirette de koruyucusu ve esirgeyicisidir. Onun için onlara korku ve hüzün olmayacaktır.
Şüphe yok ki, iman ve amel bakımından müminlerin dereceleri farklıdır Kimilerinin imanı çok sağlam ve ameli daha fazladır. Elbette böylelerin Allah katında dereceleri başkalarından daha üstündür ve mükafatlan da daha büyük olacaktır. Kimilerinin iman ve ameli daha azdır. Yani imanı diğerlerine göre daha zayıf ve ameli daha azdır. Bilindiği gibi kuvvet ve sağlamlık bakımından imanın artıp eksileceği, yani kuvvetlenip zayıflayacağını Kur'an'ın birçok ayetleri ifade etmektedir. İman ve amel derecesi bu şekilde zayıf veya az olanların mükafatı da şüphesiz daha az olacaktır. Ama aralarındaki bu farklılığa rağmen, bütün mü'minler, Allah'ın veli kullarıdır. İ-man dairesinde kaldıkça ve dinin gereklerini yerine getirdikçe, kişiler mü'mindir ve Allah'ın veli kullandır.
Tıpkı bir piramid gibi. Piramidin alt sırasındaki taşlar onun nasıl bir parçası ise, zirvesindeki taş da onun bir parçası olup hepsi piramid olarak adlandırılmaktadır. Bazı taşlar piramidin alt sırasını oluştururken, bazıları da zirvesini oluşturmaktadır. İman ve ameldeki farklı derecelerine rağmen müminler de bu şekildedir ve hepsi Allah'ın veli kullarıdır.[126] "İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları (dostları)na hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar iman edip takvaya ermişlerdir. [127]
Gerçek bu şekilde iken, dinin birtakım kavramlarında zamanla sapmalar meydana geldiği gibi, veli kavramının anlamında da sapmalar olmuştur. Bu sapmanın en açık görüldüğü alan da tasavvuftur. Allah, mü'minlerin velisi olduğunu söylerken, tasavvufçular sadece kendilerinin dostu (velisi) olduğunu ortaya atmış ve ancak kendi cemaatlarına mensup olanların veli olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Başka bir deyişle, tasavvufçular müminler arasında özel bir veli sınıfı ihdas etmiş ve ancak bunların veli olduğunu söylemiştir. Halbuki İslam anlayışında mü'minler arasında özel bir veli sınıfı yoktur. Aksine, bütün mü'minler Allah'ın veli kullarıdır ve Allah da hepsinin velisidir. Bunu yüce Allah şöyle ifade etmektedir: "Allah, iman edenlerin velisi (dostu)dur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. [128]
Belirttiğimiz gibi, veli kavramı toplumda zamanla sapmaya uğramış ve İslam'a yabancı birtakım inanç yahut kültürlerin boyasıyla boyanmıştır. Bunda İslam'a daha sonra giren ve acem diye adlandırılan milletlerin çok , üyük rorü olmuştur. Bu sapma neticesinde toplumda zamanla değişik bir veli inancı ve anlayışı ortaya çıkmıştır. Buna bir örnek olarak Türk kavmini verebiliriz. Bu inancın ve anlayışın meydana gelmesinde İslam öncesi Türk dinlerinin rolünü örnek gösterebiliriz. Eski İran, Yunan ve Ortadoğu inançlarının çarpık veli inanç ve anlayışının meydana gelmesinde oynadıkları rolü, buna kıyas etmek mümkündür. Eski Türk dinlerinin bu konudaki rolünü A. Yaşar Ocak'tan okuyalım:
"Müslüman Türklerin yaşadıkları mıntıkalarda ve bu arada tabiatıyla Anadolu'da veli kültü tahlil edildiği zaman, bunun kaynağını İslam öncesi eski Türk inançlarının teşkil ettiği daha ilk bakışta dikkati çekecek kadar sarihtir. Tasavvufun veli telakkisi (anlayışı) tabir cşizse, buna bir kılıf hizmetini görmüştür.
Bilindiği gibi Türkler, müslüman olmadan önce çeşitli vesilelerle temasta bulundukları kültür çevrelerinde, Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Maz-deizm, Maniheizm ve Hristiyanlık gibi birbirinden mahiyet itibariyle hayli farklı dinlere girmişlerdir. Bunlardan önce ise, uzun yüzyıllar kendilerinin sahip oldukları belirli bir takım inanç sistemleri vardı. Orta Asya gfbi muazzam bir coğrafi sahada, yüzlerce yıldır muhtelif Türk toplulukları zikredilen inanç sistemlerinden birini veya birkaçını benimsemişler, zamanla birini bırakıp bir başkasını kabul etmişlerdir.
Bu değişiklik esnasında, bir önceki din, yenisinin gelmesiyle tamamen ortadan kaybolmamış, çoğu defa kendini yeni dinin kalıplarına uydurarak varlığını sürdürmüştür. Bu sebeple Türk zümrelerinin girdiği her yeni din, onlara yeni bir şeyler öğretip belli ölçüde düşünce ve hayat tarzlarına etki ederken, diğer yandan da o zümrelere uygun birer yapı kazanmışlardır.
İşte bundan dolayıdır ki, günümüzde bile Orta Asya'dan Balkanlara kadar bütün müslüman Türk topluluklarında bile bildiğimiz en eski inançları olan tabiat ve atalar kültlerinden yukarıda sayılan dinlere kadar, çok çeşitli kalıntıları tesbit etmek mümkün olmaktadır.
Aşağıda açıklamaya çalışacağımız İslami devir veli kültü, işte bu uzun maceranın izlerini taşır.
Türkler'deki veli kültünün temelinin Şamanist dönemde atıldığı söylenebilir. Eski Türk samanları incelendiği zaman, bunların Türk veli imajına çok benzediğini farketmemek mümkün değildir. Gelecekten haber veren,hava şartlarını değiştiren, felaketleri Önleyen yahut düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan Türk samanları, bu hüviyeti eriyle adeta Bektaşi menakıpnamelerinde ve kısmen de öteki tarikat çevrelerinde yazılmış menakıpnanıelerde yeniden hayat bulmuş gibidirler. Bu eserlerde anlatılan Türk velileri, işte böyle özelliklere sahip kişilerdir.
Şamanist Türkler, samanların harikulade insanlar olduklarına, ruhlar gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Hatta şamanlar Göktann ile de temasa geçip, ondan mesajlar getirebilen şahsiyetlerdir. Onlar bu kabiliyetleri elde etmek için, tıpkı velilerin yaptığı gibi, inzivaya çekilerek, kendilerini sıkı bir riyazata tabi tutarlardı.
Ancak burada, şamanizm öncesi eski Türk inançlarından atalar kültünün veli kültünün temelinin hazırlanmasındaki önemli rolüne de dokunmak gerekiyor. Muhtelif Türk zümreleri arasında en eski ve köklü inançlardan biri olduğu bilinen atalar kültü genel olarak ecdadın takdisine dayanır. Ancak atanın bizzat kendine tapınma mahiyetinde olmayan atalar kültü, atanın öldükten sonra üstün birtakım güçlerle mücehhez hale geldiği ve bu sayede ailesine yardım edebileceği inancından doğan, korku ve saygı karışık bir telakki hasıl etmiştir. Bu sebeple ataların ruhlarına kurban kesilir ve eşyaları mukaddes sayılır, mezarları da mukaddestir. . .
Şamanist dönemde ve özellikle Budizme geçtikten sonra Türk veli kültünün İslam öncesi temeli, daha da takviye gördü. Çünkü bu devrede Budist azizlerin çok eskilere inen ve Budizmin yayılmasında önemli bir propaganda aracı olan kerametlerini anlatan metinler bol bol tercüme edildi. Zaten halk için ayinlerde okunmak üzere meydana getirilen bu tercümeler, çabucak ve hayli geniş bir tabana yayıldı. Öylece, samanların üstün ruhani güçlerle donanmış şahsiyetlerine, Budist azizlerininkiler ilave edildi. Artık Türk din adamlarının yukarıda sayılan vasıflarına, hayvan kalıplarına girmek, eşyaları ve cisimleri kendi kendilerine yürütüp harekete geçirmek gibi başka Özellikler eklendi. Bu suretle İslamiyetin Türkler arasında yayılmaya başladığı dönemlere, yani onuncu yüzyıla gelindiğinde, artık İslami Türk veli tipinin teşekkülüne zemin hazırlanmış oluyordu.
Bu üstün ruhani kuvvetlerle donanmış insan tipi, müslümanhkla bağdaşmakta güçlüğe uğramadı. Kur'an-ı Kerim'deki muhtelif mucizeler gösteren peygamberlerle Hz. Muhammed'in şahsiyeti, müslüman olan Türklere hiç de yabancı gelmedi. Onlar, kendi din adamlarıyla bu zikredilenler arasında pekçok benzer noktalar buldular ve İslamiyete çabuk ısındılar. . .
Biz, Türk veli imajının prototipini meşhur Dede Korkutun şahsında buluyoruz. Aşağıya aldığımız pasaj bu itibarla aynı zamanda tarihi bir belge niteliğini de taşımaktadır:
'Rasul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata dirler bir er kopdi. Oğuzun ol kişi tamam bilicisiydi. Ne dir ise, olur idi. Gaybdan dürlü haber söyler idi. Hak Teala'nın gönlüne ilham ider idi. . . Korkut Ata Oğuz kavminin müşkilini hail ider idi. Her iş olsa Korkut Ataya tanışmayınca işlemezler idi.[129]
Bu satırlarda Dede Korkutun her ne kadar veli kelimesiyle nitelendiğini görmüyorsak da, sayılan vasıfları kendisinin böyle telakki edildiğini açıkça gösteriyor. Aslında gerçekten yaşayıp yaşamadığı, eğer yaşadıysa, zamanı belli olmayan bu şahsiyet Oğuz'un, yani bütün Oğuz boylarının bilicisidir, söylediği her şey gerçekleşir, gaybdan haber verir, geleceği bilir, Allah'ın ilhamlarına mazhar olmuştur, Oğuz kavminin bütün güçlüklerini çözer, kendisine danışılmadan iş yapılmaz.
Şu sayılan nitelikler Dede Korkut ile Şamanlar arasındaki büyük benzerliği de ortaya koyuyor. Bilhassa gaybdan ve gelecekten haber verişi, bir iş yapılacağı zaman kendine danışılması bunu pek açık gösteriyor. Metinde, dikkati çeken bir başka nokta, bu zatın Hz. Muhammedin zamanına yakın bir devirde yaşadığının söylenmiş olmasıdır. Bu, onun gerçekten yaşamış tarihi bir şahsiyet olmadığının bizce en açık delillerinden biridir. . .
Anadolu'nun tedricen fethedilmeye başladığı XI. yüzyıldan itibaren buraya yerleşmeye gelen ve çoğunluğunu Oğuzlara mensup boyların oluşturduğu muhtelif Türk toplulukları, kendileriyle beraber bu telakkiyi ve kültü de getirdiler. Özellikle XIII. yüzyılda Moğol istilası arifesinde ve bu istilanın önünden kaçarak Anadolu'ya yerleşen bazı tarikatlara mensup şeyh ve dervişler bu konuda başrolü oynadılar. Selçuklu hükümeti onlara birtakım imtiyazlar ve tekkelerini kurup rahatça faaliyet gösterecek yerler tahsis etti. Vefailik, Yesevilik, Kalenderilik ve Haydarilik gibi gayr-i sünni mahiyetteki tarikatlara ait tekkeler daha ziyade köy ve göçebe muhitlerini tercih ederken, Kübrevilik, Sühreverdilik, Rıfailik ve Kadirilik gibi sünni eğilimli olanlar şehirlerde geliştiler. Zamanla her iki çevredeki tekkelerin başında bulunan Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana ve benzerleri gibi, sade çevrelerinde veya bütün Anadolu'da büyük veli olarak şöhret yapmış kişilerin ölümü ile birtakım türbeler ortaya çıktı. Bu velilerin her birinin türbesi, özelliğine ve maksada göre kendine mahsus ziyaret ve kurban usullerinin gelişmesine ortam hazırladı. Hiç şüphesiz ki bu, Orta Asya'daki tatbikatın bir devamındanbaşka birşey değildi.[130] Bu türbelerin etrafında eskiden mevcut ve yeni ima] edilip yayılan menkıbeler, kendilerini yarı mukaddes, fevkalade güçlerle donanmış ve hastalıkları iyileştiren ve çeşitli dileklerin gerçekleşmesine yardım eden manevi şahsiyetler haline getirdi. Anadolu'nun pekçok yerlerinden gelen değişik tabakalara mensup insanlar buraları ziyarete başladılar. Kendilerini yazılı kaynaklardan tanıdığımız velilerden başka, yazılı kaynaklara geçmemiş daha başkaları da vardı. Bu suretle Anadolu'nun pekçok yerinde hemen her kasaba ve köyde, şehirlerde, evliya, ermiş ve yatırlar meydana geldi. Herbirinin etrafında birer kült oluştu. Bu kültlerin bir kısmı zaman içinde giderek mahallileşirken, bir kısmı da tersine şöhretlerinin daha büyük oluşu sebebiyle bütün Anadolu'a yayıldı.
Burada Önemli bir nokta üzerinde durmak istiyoruz. O da, vaktiyle Orta Asya'da vukubulan bir olayın, Anadolu'da da tekrarlanmış olmasıdır. X-XII. yüzyıllarda İslamiyet Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu, eski Budist manastırlarının yerine yahut yakınlarına inşa ediliyor, zamanla bu manastırlar çevresinde mevcut, oradaki azize ait menakıbeler İslamileştiriliyördu. Böylece o bölgedeki eski kültün kendine mal edilmesi suretiyle yerli halk ile bir bağ kurularak İslam'la ştırma kolaylaştırılmış oluyordu.
İşte aynı olay, Türkler Anadolu'ya yerleştikleri sırada burada da meydana geldi. Genellikle gayr-i sünni tarikatlara mensup şeyh ve dervişler, tekkelerini terkedilmiş yahut henüz faaliyette olan kilise ve manastırların yerine ve civarına kuruyorlardı. Bundan maksat, orada eski dinin merkezi ile doğrudan karşılaşarak onun kullandığı vasıtaları aynen kullanıp tesirini zamanla zayıflatarak yerine geçmekti. Öyle de oluyordu. Nitekim bu şeyh ve dervişler, yerleştikleri yerlerde kökü hristiyanlık, hatta Hristiyanhk öncesi devirlere çıkan mahalli aziz kültleriyle karşılaştılar. Bu kültler, keramet hikayeleri (menkıbeler) aracılığıyla rahatça İslamileştiriliyor, bu vesile ile bölgedeki Hristiyan halkın müslümanlığa kolayca ısınması sağlanıyordu. Çünkü müslüman olduktan sonra da, bağlı oldukları eski kültü, bir Türk velisi adına İslamileşmiş kılıkta sürdürüyorlardı.
Buna XIII. ve XIV. yüzyıllara ait bazı örnekler vermek mümkündür. Mesela, Hacı Bektaş'ın XIII. yüzyılda Suluca Karahöyük (Hacı Bektaş'da kurduğu tekke, bu havali Hristiyanlarının takdis ettiği Saint Charalambus kültünü İslamileştirerek kendine mal etmiş, böylece Hacı Bektaş Hristiyanlar-Ca da benimsenmiştir. Yine aynı yüzyılın ikinci yarısında Balkanlardaki Dobruca bölgesinde bir Türkmen kolonisinin iskanım sağlayan Türkmen babası Sarı Saltık da aynı şekilde, orada eskiden mevcut Saint Nicolas kültü ile özdeşleştirilmiştir. Son olarak Mecitözü yakınındaki Elvan Çelebi tekkesinde Baba İlyas kültünü örnek verebiliriz. XIV. yüzyılda Elvan Çelebi tarafından Saint Theodoros ve Saint Georges kültünün yaygın bulunduğu eski Eukhaita köyü civarında kurulan tekke, bu kültlerin Baba İlyas'a mal edilmesine yardımcı oldu. Öyle ki, XVI. yüzyılda tekkede misafir kalan Avrupalı seyyahlar Baba İlyas'ın kim olduğunu öğrendikleri zaman şaşırıp kalmışlardı. Zira anlatılanların yukarıda zikredilen azizlerinkinden farkı yoktu. Bu sebeple Baba İlyas ile bu azizlerin arkadaş olduğunu söylemek zorunda kalmışlardı.
İşte Hasluck'un "İki taraflı perestişgahlar" dediği pekçok türbe bu anlatılan tarzda, yani eski Hristiyan aziz kültlerinin Türk veli kültleriyle birleşmesinden doğmuştur.[131]
Bu sentez inanç bir de geliştirilen keramet nazariyesi ile zenginleştirilmiştir. [132]


VIII. Keramet


Keramet, yüce Allah'ın muvahhid ve muttaki olan mü'min kullarına "Din uğrundaki çabalarından dolayı" yaptığı ikramıdır. Geçmiş peygamberlerin ümmetleri zamanında olduğu gibi, Hz. Peygamberin ümmetinde de meydana gelmiştir. Kur'an-ı Kerim bunu bize ifade etmektedir.
"Din uğrundaki çabalarından dolayı" kaydını koyduk. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bize anlattığı ve tarihin naklettiği bu kabilden olan bütün olaylarda bunu görüyoruz. Ashabı Kehf, Hz. Musa'nın annesi, Hz. Meryem ve diğer olaylarda durum bu şekilde olduğu gibi, Hz. Muhamnıed'in hayatında meydana gelen savaşlarda Yüce Allah'ın gökten askerler ve kuvvetlerle İslam ordusunu desteklemesi de bu şekildedir. Ashab-ı Kiram'ın kimileri için meydana gelen bazı olaylarda olsun, mağarada mahsur kalıp Allah'a dua ederek kurtulanların olayında olsun, keramet olaylarının tümünde "Din uğrundaki çaba"nm esas olduğunu görüyoruz. Yani bütün bu durumlarda müminler din uğrunda zorluk ve imkansızlıklarla karşı karşıya gelmiş, Yüce Allah da onlara ikramda bulunmuş ve sıkıntılardan kurtarmıştır. Yüce Allah bu Ölçüyü Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bizim uğrumuzda cihad edenlere elbette yollarımızı göstereceğiz. Şüphe yok ki,
Allah iyi davrananlarla beraberdik[133]
"Mü'minlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır. [134] "Şüphesiz ki Allah'a göre sizin en kerim (keramet sahibi) olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır. [135]Hz. Musa'nın annesinin Hz. Musa'dan dolayı ve Firavun'un tağutluğu karşısında, Hz. Meryem'in de Hz. İsa'dan dolayı toplumun karşısında, Ashab-ı Kehfin kafir yönetimin baskı ve zulmü karşısında ve Bedir, Hendek, Huneyn gibi savaşlarda mü'minlerin nasıl çok zor durumlarda kaldıkları bilinmektedir. Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinden olsun, Ashab-ı Kiram'ın hayatında olsun, nakledilen bütün keramet olaylarında bu espiri mevcuttur.
Allah yolunda bir cihadı, din uğrunda bir çabası bulunmadığı halde, birtakım insanlara da yüce Allah'ın ikramda bulunduğu ve o kişilerin keramet sahibi olduklarını söylemek veya kabul etmek mümkün değildir.
Belirttiğimiz gibi, bir insana Allah'ın böyle bir ikramının olması için o kişinin muvahhid ve muttaki olması ve Allah yolunda çaba içinde bulunması gerekir. [136] Tevhid'e, takvaya ve Allah dini yolunda çabaya aykırı düşen niteliflere sahip, mesela herhangi bir kişiye uluhiyetin şu veya bu niteliklerini tanıyan, istiğase ve rabıta gibi yollarla Allah'a olan iman ve tevhidi boyan, hulul ve ittihad, vahdet-i vücut gibi inançları benimseyen, akaid ve amelde dinin teşri ve tasvip etmediği birtakım bid'atlar taşıyan kimselere Yüce Allah'ın böyle bir ikramının olacağını düşünmek yanhş olur. Çünkü bu nevi insanlar İslam'ın istediği şekilde ne muvahhid, ne de muttakidirler. Aksine, inançları bozuk ve bidat sahibi kişilerdir. Bu nevi insanların Allah'ın dini uğrunda çaba gösterdikleri ve bundan dolayı sıkıntıya düştükleri de yoktur. Onun için tasavvufçuların inanç ve yaşayışları bu kitapta gözler Önüne serilen meşhurları için bu nevi şeyleri iddia etmesi ve keramet fabrikası gibi onlardan sürekli keramet nakletmesine itibar etmek mümkün değildir.[137]
Veli kavramında olduğu gibi, keramet kavramında da çok geçmeden değişme ve sapma meydana gelmiştir. Önceleri insanların dilinde ve gündeminde olan bir konu değilken, kişinin iman ve takvasının delili olup olmadığı konusunda bir ölçü olarak değerlendirilmezken, zamanla birtakım çevrelerin gündemine girmiş, iman ve takvanın alamet-i farikası sayılmış, sis-temleştirilmiş ve bir nazariye haline getirilmiştir. Şartları, hükümleri ve çeşitleri belirtilerek ve tasnifi yapılarak kitaplara dercedilmiş ve birtakım insanların sermayesi haline gelmiştir.
Bu durum "Acem" dediğimiz milletlerin İslam'a girmesiyle revaç bulmuş ve alabildiğine yayılmıştır. Bunda yabancı inanç ve kültürlerin çok büyük rolü olduğu bir gerçektir. Yine buna bir Örnek olarak Türklerde keramet olayı ve evliya menkıbelerini misal vermek istiyoruz. İslamdışı inanç ve kültürlerin bu konuda ne kadar etkili olduğu ve keramet olayını yabancı bir boya ile boyayıp menkıbeler serisi haline nasıl getirdiği bu alanda yapılan çalışmalarda görebiliriz.[138]
Yukarda belirttiğimiz gibi, keramet nazariyesi sonraki dönemlerde oluşturulan bir konudur ve ilk neslin gündemine bir nazariye olarak girmediği gibi, kişinin iman ve ermişliğinin delili olarak da sözkonusu olmamıştır. Bu konunun bir nazariye ve delil haline gelmesi, tasavvufun sistemleşmesinden sonra olmuştur. Bu alanda tasavvufçular akla hayale gelmeyen şeyler söylemiş ve bunu ermişliğin alameti, yani tasavvufçuların kutsallığının delili saymışlardır. Bunlar ölüleri diriltmek, onlarla konuşmak, yok olan bir şeyi var etmek, havada uçmak, su üzerinde yürümekten tutun da çıplaklık ve fu-huşa kadar akla gelebilecek bütün şeyleri keramet kapsamında saymışlardır. Vereceğimiz bazı Örneklerde bu durum açıkça görülecektir.
Abdurrauf el-Münavî, el-Kevakibu'd-Dürriyye kitabında tasavvufçuların üç türlü kerameti olduğunu söyledikten sonra Ölüleri diriltme kerametlerini şöyle anlatır:
"Kerametlerin en üstünü budur. Buna örnek olarak şu kerametleri gösterebiliriz: E-bu Ubeydillah el-Yusrî savaşa gitmiş, ama yanındaki biniti ölmüş, o da Allah'tan diriltmesini İstemiştir. Hayvan hemen kulaklarını sallayarak kalkmıştır.
Yine Muarric ed-Demamînî'ye getirilen kızartılmış piliçlere ed-Demamini "Allah'ın izniyle uç" demiş, onlar da uçmuşlardır.el-Keylani de yediği tavuğun kemiğini eline almtş ve "Allah'ın izniyle kalk" demiş, tavuk kalkmıştır.
Ebu Yusuf ed-Dehmani'nin bir oğlu ölmüş, ed-Dehmani çok üzülmüş ve çocuğa "Allah'ın izniyle kalk" demiş, o da kalkmış ve uzun zaman yaşamıştır.
Yine damdan bir çocuk düşmüş ve ölmüş. ed-Dehmani hemen Allah'a dua etmiş, Çocuk diritmiştir.[139]
Hasan Rıdvan da bunları manzum olarak şöyle dile getiriyor: "Allah bir celisine kudretle tecelli ederse, o veli güzel olur. Eşyayı gaybi müşahade ile ıvucunda ve kendi kudretiyle müşahade eder. Ancak görünen alemde bunun eserleri onun eliyle zahir olur. Himmet sahiplerinin ayaklarıyla su üs-jtünde, bulutlar veya hava üzerinde yürümeleri, tayyi zaman veya tayyi metan etmeleri, toprağı ekmek yapmaları gibi olağanüstü durumlar onların ıhvalindendir. [140]
el-Kelabazi de şeyhlerin bu durumlarını şöyle anlatır: "Su üzerinde yürü-ıek, hayvanlarla konuşmak, tayyi mekan yapmak ve bir şeyi olduğu yerdeı. aşka yerde göstermek gibi evliyanın kerametlerini kabul etmede icma olmuştur. [141]
Görüyorsunuz, Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği mucizelerin aynısı. Yahut ıarabeye dönmüş kasabaya uğradıktan sonra ölen ve Allah tarafından yüz sene sonra diriltilen insanın diriltilişi gibi birşey!.
Tasavvufçuların kalbinin Allah'ın Arş'ından daha geniş olduğunu söylü-ror el-Bistami; "Arş ve ihtiva ettiklerinin milyon katı, arifin kalbinin bir köşesine konsa, farkına bile varmaz. Hususi (özel) kulun kalbi, Allah'ın evidir, ıazargahıdır, ilimlerin kaynağıdır, sırların barınağıdır, meleklerin konağı-lır, nurlarının hazinesidir, ziyaret edilen kabesi ve vakfe yapılan Arafa-fcı'dır. [142]
Melekut aleminin tasavvufçu Abdulaziz ed-Debbağ'm karnında oldu[143] es-Sulemi'nin Hz. Davud ve Hızır'ın İbrahim İbn Edhem'le görüştüklerini, onunla konuşup beraber yediklerim, kendisine Allah'ın İsmi A1 zammı
Öğrettiklerini361 tasavvuf kitaplarında okuyabilirsiniz.
Tasavvufçularm kendilerini herşeye gücü yeten kişiler ve peygamberlere verilen mucizelerin varisleri olarak gördüklerini, hayatın ve kulların bütün işlerinde bu tasarruf gücüne sahip olduklarını kendi ifadeleriyle iddia ederler.
eş-Şarani anlatıyor: "Şeyhim, efendimiz Ahmed el-Bedevi'nin huzurunda Kubbe'de benden söz aldı ve kendi eliyle beni ona teslim etti, Mübarek eli kabirden çıktı ve ellerimi tuttu. Efendimiz eş-Şinnavi şöyle dedi: Bunu kolla ve gözden uzak tutma. Efendimiz Ahmed el-Bedevi'nin kabirden "Evet" dediğini işittim. Bekar olan eşimin yatağına girdiğim zaman onunla birleşmeden beş ay bekledim. el-Bedevi geldi, beni aldı, eşim de yanımda idi. Kubbesinin üzerinde bir yatak serdi. Bana helva pişirdi, ölüleri ve dirileri çağırdı ve bana şöyle dedi: "Hadi burada eşinin bekaretini gider (onunla zifafa gir)" Bekaretini o gün giderdim. Mevlid için huzurumdan ayrıldı. Orada velilerden biri vardı. O gün el-Bedevinin kabirden Örtüyü kaldırdığını ve "Abdul-vahhab gecikti, gelmedi" dediğini söyledi. "Ondan sonra el-Bedevi'nin Arap ve Acemleri davet edip mevlidine getirdiğini, genç ve yaşlı birçok kişinin ke-fenleriyle sürünerek mevlide geldiklerini eş-Şarani'ye gösterdiğini iddia etmektedir. [144]
el-Harîsî hakkında da şöyle demektedir: "Bir ihtiyaç için ona yöneldim. O zaman Mısır'da Umm-u Huvend medresesinin damında bulunuyordum; Kabrinden çıkıp Dimyat'tan yürümeye başladığını gördüm. Aramızda beş arşın kalacak kadar bana yaklaştı. Sabret, dedi ve kayboldu. [145]
Gördüğünüz gibi eş-Şarani, şeyhi el-Bedevi'nin kemikleri çürümüş ve toprağa karışmış olmasına rağmen diri olduğunu, yemek pişirip yıkandığını, diri ve Ölüleri mevlidine davet ettiğini tasavvur ediyor. Yine el-Harisi'yi aklına getirir getirmez şeyhin kabirden kalkıp Dimyat'tan Kahire ye kadar koşarak geldiğini söylüyor.
eş-Şarani'nin şeyhlerinden Şemseddin Hanefi hakkında söylediklerinden bazılarım da görelim;
"Çok çeşitli hallere geçerdi. Bazan olurdu ki vücudu büyür, halvethanesini doldururdu. Sonra azar azar küçülür, eski halini bulurdu. Halk, onun bu durumunu öğrenince görmek istedi. Halvethanenin dışa bakan penceresi önüne yığıldı. Bu haliningörülmesini arzu etmediği için sonraları o pencereyi kapattı.
Aynı zamanda çok celalli bir zattı. Hışmına uğrayanın bir daha kurtuluşu imkansız olurdu. Parçalardı. Her parçası bir yanda kalırdı. Öyle ki, bir daha derlenip toplanması mümkün olmazdı.[146]
"Daha sonra başından geçen olayı anlattı. Yolda hırsıza yakalandım. Beni yere yıktı. Kesmeye hazırlandığı sırada, içimden "Medeti ey efendim Muhammed hane-fi!" dedim. Bunu der demez, bu takunya teki onun bağrına indi ve hırsız bayılıp devrildi. Böylece, Allahu teala bereketinle beni ondan kurtardı. [147] "Hanefi hazretleri cin taifesine İmamı Azam Ebu Hanİfe'nİn mezhebini okutur, öğretirdi.
Bir gün, bir başka işi vardı. Oniarla meşgul olamadı, kayın pederi Ömer'i yolladı. Hanefi hazretlerini evinde, cin taifesinin dersini o gün o okuttu. O ders verdiğim sırada cin taifesinden bir kadın bana evlenme teklifinde bulundu. Hanefi hazretlerine danıştım. Bana şöyle dedi:Bu, mezhebimizde caiz değildir. [148] "Şeyh Şemseddin İbn Kuteyie anlatıyor;Hanefi hazretlerinin küçük kızı, yüksek bit yerden düştü. O anda, bir şahıs zuhura geldi ve çocuğu yere düşmeden yakaladı. Kendisine sordu; Sen kimsin? Nesin? Şöyle anlattı;
Cin taifesine mensubum ve şeyh Hanefi hazretlerinin müridlerindenim. Yedinci göbeğe kadar çocuklarına bir zarar getirtmemek üzere bizden söz aldı. Biz onun ahdine aykırı hareket edemeyiz. [149]
Şimdi Allah için söyleyiniz. Bu saçmalıkların İslam'la yahut akıl ve mantıkla bir ilişkisi var mıdır? İşte Hz. Fatıma! Kabrinde defnedilen babasının mübarek yüzüne toprakların atılmasına yüreği yanarak "Rasulullah'ın yüzüne nasıl toprak atabiliyorsunuz?" diyor. Hz. Enes onun acılarını dindirecek ve yüreğine su serpecek hak ile cevap veriyor ve şöyle diyor: "Böyle «;m-rolunmasaydık, yapmazdık."
Acaba Rasulullah neden ilk veziri Hz. Ebubekir ile kızı Hz. Fatıma arasındaki anlaşmazlıkta mezarından çıkıp hakemlik yapmamıştır? Neden Hz. Aişe'nin Cemel gününe çıkmasını veya olaylara katılmasını engellememiştir? Neden düzenlenen komplo ile öldürülen Hz. Ömer'i önceden uyarmamıştır? Neden hançerini iman dolu Hz. Ömer'in göğsüne saplamaktan mecusiyj ahkoymamiştır.[150] Neden Zinnureyn Hz, Osman'ı öldürenlerden ve Hz. Ali'yi zalimlerin hançerinden korumamıştır? Rasulullah yoksa tasavvufçulann şeyhleri kadar büyük değil miydi? Yoksa Rasulullah canciğer ashabını ve yakınlarını tasavvuf şeyhlerinin kötülükleri sevdiği kadar sevmiyor muydu? İşte gözünün nuru Hz. Hüseyin! Düşmanları, yüce bir umudu karanlık bir ümitsizliğin kuşatması gibi onu kuşatıyorlar. Henüz açılan bir çiçek gibi olan yavrusunun susuzluğunu gidermek için ellerini kaldırıp düşmandan bir avuç su istiyor, buna karşılık yavrunun yüreğine saplanan bir oktan başka karşılık görmüyor. Acaba neden Rasulullah selsebilden bir sürahiyi Hz. Hüseyin'e ve küçük yavruya uzatmıyor?
Tasavvufçular keramet menkibeleriyle cahil halkı avuçları içine almakta ve uyutmaktadır. Halbuki anlattıklarının İslam'la ve gerçeklerle bir ilgisi yoktur. [151] Eleştiren veya bu şeylerin hem din, hem akılla bir ilgisinin olmadığını söyleyen insanları da çarpar, zarar verir, çoluk çocuk felakete uğrarsınız, gibi tehditlerle korkutarak insanların gözünü yıldırırlar. Halbuki bu masallarına İslamı bilmeyen cahillerden başkası da inanmaz.
Merak ediyoruz, anlatıldığı gibi bu insanların güçleri varsa neden dünyanın birçok bölgesinde kafirlerin ve zalimlerin baskıları altında inim inim inleyen milyonlarca müslümanm, hatta müslüman olmayan mazlumların imdadına koşmuyor ve zalim tağutları yerlebir etmiyorlar? Neden hep müs-lümanları çarpacakları anlatılıyor da Filistin, Keşmir, Bosna, Doğu Türkistan ve adı İslam ülkesi olan birçok bölgede müslümanlara reva görülen zulüm ve baskı yapanları çarpmıyor veya hizaya getirmiyorlar? Neden cahiliy-ye düzenlerini tasvip etmedikleri için zindanlarda işkence altında ömür tüketen mücahit müslümanlari kurtarmak için harekete geçmiyorlar? Yoksa bu insanlar müslümanların hasmı ve Allah düşmanlarının dostu mudurlar? Şeytanların dostu birtakım gözbağcı kişilerin halkın toplu olduğu yerlerde ve televizyon ekranlarında gösteriler yaparak vücutlarını kızgın şişlerle dağlamaları, kor halindeki demir levhaları dilleriyle yalamaları, vücutlarını bıçaklar ve kesici aletlerle doğramaları gibi şeylerin canbazhk ve şarlatanlıkların İslam'la ve kerametle hiçbir ilgisi yoktur. [152]


IX. Rabıta


"Rabıta" Arapça "rabt" kökünden türemiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmeketdir.
Tasavvuf kitaplarında rabıta şöyle tanımlanır; "Şuhud ve ıyan makamına ulaşmış kamil bir şeyhe kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kamil şeyh oluk gibi olup rabıta eden müridin kalbine ondan feyiz akar.[153]
"İlahi ve zatî sıfatlarla muttasıf, müşahade mertebesine ermiş kamil bir şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhin sureti, sireti ve özellikle ruhaniyetini havalen kendisi ile birlikte farzederek, yanında iken takındığı tavn gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir. [154]
"Salikin kamil bir şeyhe kalbini bağlayıp, huzurunda ve gıyabında o şeyhin sureti, sireti ve bilhassa ruhaniyetini hayalinde kendi ile birlikte muhafaza ederek, yanında bulunduğu zamanki edebe bürünmesi demektir. [155]
Rabıtanın fazileti de şöyle anlatılmaktadır:"Rabıta, bir bakıma müridin, cismen beraber olmadıkları anlarda da ruhen mürşidin huzurunda olmasını ve böylece mürşidin manevi otoritesinin devamlılığını temin eden bir vasıta durumundadır. Bilhassa müptedi saliklerde rabıtanın önemli bir otokontrol vazifesi gördüğü ve bu yönü ile çok faydalı olduğu kabul edilmiştir. Mürid şeyhine rabıta etmekle onun vasıtasıyla Rasulullah'a, onun vasıtasıyla da Hak Teala'ya rabıta etmiş olmaktadır. [156]
Şeyhin vasıtasıyla Rasulullah'a, onun da vasıtasıyla Allah'a rabıta yapmak. Acaba Yüce Allah'ın karşı çıktığı ve şirk olduğunu belirttiği aracılarla ibadet etme şekli bundan başka bir şey midir?! İnsanların her zaman Yüce Allah'ın gözetim ve denetimi altında oldukları bilinciyle yaşamaları gerektiğini söyleyecekleri yerde, şeyhlerin gözetim ve denetimi altında yaşadıklarını söylemek acaba İslam'a ne kadar uygundur? Yüce Allah "Nerede olursanız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür[157] buyururken, onun yerine her an şeyhlerin ruhaniyetleriyle beraber olmağa çalışmak İslam mıdır? Müslümanlara dinin özünü ve hakikatini öğrettiğini iddia eden Profesörün rabıtaya bakışı budur.
Yüce Allah, kendileriyle Allah arasına aracılar koyarak ibadet eden müşriklerin inancını şöyle anlatmaktadır:" Dikkat edin, halis din Allah'ındır Onu bırakıp putlardan dostlar edinenler "Bizi Allah'a yaklaştırmaları jçin onlara ibadet ediyoruz"derler. Şüphesiz ayrılığa düştükleri şeylerde Allah aralarında hüküm verecektir.[158]
Klasik tasavvuf kitaplarında rabıta diye bir konu yoktur. Daha sonraki sofuların uydurduğu veya başka din ve inançlardan aldığı rabıtanın tanımı özetle budur.
Tasavvufa bağlı olduğu halde onun kimi bidatlanndan uzak durmağa çalışan birtakım kişilerin rabıtaya kendi anlayışlarına göre anlam vermeğe çalışmaları tutarlı değildir, Çünkü tasavvuf literatüründe rabıta olsun, başka bir terim olsun, ne anlama geldiği ve nasıl uygulandığı bellidir. Tasavvufta rabıta denildiği zaman da bu şekil akla gelmekte ve bilinen uygulama anlaşılmaktadır. Onun için rabıtayı "İyi bir alimi örnek almak" şeklindeki açıklamalar sahiplerinin iyi niyetini ortaya koyabilir, ama rabıtanın ne olduğunu ve nasıl yapıldığını göstermez. Bu bakımdan terimleri kişisel anlayışlarımıza göre yorumlayarak birtakım yanlışları temize çıkarmaya çalışmak kurtuluş yolu değildir.
Rabıtanın din açısından durumu ve kaynağına geçmeden önce her iki tanımda kullanılan "Şuhud ve ıyan makamına ulaşma" ile "İlahi ve zati sıfatlarla muttasıf, müşahade mertebesine ermiş "ifadelerine dikkati çekmek istiyoruz.
Şuhud ve ıyan makamı, Allah'ı müşahade etme ve görme makamıdır. Bu tarifi yapanlar her ne kadar Allah'ın zihinde canlandırılması ve görülmesi mümkün olmadığından onu hatırlatacak ve temsil edecek somut bir şeyhe rabıta yapmak gerektiğini belirtiyorsa da[159] şuhud ve ıyan ya kalb gözü ile yahut görmeyi sağlayan maddi gözle olur. Kalb gözü ile olsun, maddi gözle olsun Allah'ı görmek, yani müşahade etmek mümkün olmadığına göre, acaba bu niteliklerle tarif edilen, şeyh kişinin bizzat tanrı olduğu anlatılmıyor mu!?
Yine "İlahi ve zati sıfatlarla muttasıf ifadeleri acaba şeyhin zat olarak Allah'ın sıfatlarına sahip olduğunu, kısaca Allah'ın kendisi olduğunu belirtmiyor mu? Allah'ın ilahi ve zati sıfatlarına sahip bir insanın Allah olması için acaba başka hangi sıfatlara sahip olması gerekmektedir? Allah'ın kulu ve rasulü olarak kendini niteleyen Hz. Peygamber, acaba hangi gün kendini veya bir başkasını Allah'ın ilahi ve zati sıfatlarıyla muttasıf (sahip) diye nitelemiştir? Allah'ın ilahi ve zati sıfatlarıyla muttasıf bir varlığın bizzat Allah olacağını anlamayacak acaba yer yüzünde kaç tane ahmak ve geri zekalı insan bulunur? Rabıta bidati ile Yüce Allah'ın ilahi ve zati nitelikleri insan olan şeyh kişilere verilince, nereye varacağı bile düşünülmeyen İslam dışı bu tür sapıklıklara yol ardına kadar açılmış olmaz mı?
Belirtildiği gibi rabıta konusu rabıtacı sufilerin anladığı ve kullandığı anlamda klasik tasavvuf kitaplarında da yer almamaktadır. Rabıtayı savunan ve dinden yahut alimlerin sözlerinden delillendirmeye çalışanlar da nasları yahut alimlerin sözlerini batini yolla ve bilgisizce tevil ve tahrif ederek temeliendirmeye çalışmaktadırlar.[160] Bu da tek başına rabıta uygulamalarının İslamla bir ilgisinin olmadığını açıklamak için yeterlidir.
İlginçtir ki rabıta kelimesini hayatında hiç duymamış milyonlarca müs-lüman vardır. Mistik akımlarda belli bir kesimin aşırı bağlıları tarafından rabıta lehinde yapılan yoğun propagandalara rağmen, İslam kimliğini içinde hazmedebilmiş milyonlarca insan bu kavram hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip değildir.
"Rabıta", rabıtacılara göre şeyh-mürid ilişkisinin önemli bir halkasını oluşturur ve onun belli zamanlarda belli uygulanış şekilleri vardır, Fakat zikrin şekli nasıl ki bir şeyhten diğerine değişmekte ise, rabıta da her şeyhin müridlerine yaptığı telkin ve tarife göre değişik olmaktadır. Genelde "Hatm-i Hâcegan" adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturmuş bulunan müridler, şeyhin ya da onun adına zikri idare e-den vekilinin bir işareti üzerine "rabıta" yaparlar, mürid, hatm-i hacegan sırasında "râbıta-i şerife" komutu verilmesi üzerine gözleri kapalı vaziyette, bütün dikkatini şeyhinin cismani varlığı üzerine toplamağa, onun suretini gözlerinin önüne getirerek hayalinde şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurların aktığını canlandırmaya çalışır.
Tarikat mensuplarının rabıta hakkında çeşitli tanım ve izahları vardır. Bu konuda çok şey yazıp çizmişler, meşruluğunun da ötesinde onun şiddetle lüzumunu ispat etmek, hatta rabıtanın bir İslam öğretisi olduğunu kanıtlamak için olağanüstü çaba sarfetmişlerdir. Buna rağmen, yaptıkları tariflerhem net değildir, hem de birbirinden çok farklıdır. Tarihte "rabıta" ile ilgilenenler genellikle Nakşiler olmuştur.
Nakşibendi tarikatını Hindistan'dan getirerek Ortadoğuda yaymayı başaran ve müridleri arasında Mevlana Halid Zülcenahayn unvanı ile şöhret yapan Halid Bağdadi rabıta bidatinin baş mimarı sayılır. Onu izleyenler de bu bidati birbirlerinden devralmışlardır. İzleyenlerin halkalarından biri de Şeyh Abdulhakim Arvasidir. Onun da rabıta ile ilgili birtakım tarif ve açıklamaları bulunmaktadır. Bir tarifinde şöyle delmektedir:
"Salik tarafından kamil ve mükemmel sıfatlarına layık şeyhin suretini karşısında tasavvur edip hayal yolu ile iki kaşı arasına bakmak ve suretteki ruhaniyete yönelmektir.[161]
Halbuki namaza dururken şeyh veya bir başka şeye değil, Allah'a yöneldiğimizi şu ayeti okuyarak başlıyoruz: "Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, hanif ve müslüman olarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim. [162] "Deki, namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Bana bu emredildi ve ben müslümanların ilkiyim[163]
Şeyhlere yapılan rabıta yetmiyormuş gibi, mezarlara da rabıta yapılacağını Abdulhakim Arvasi telkin etmekte ve bunun edeplerini sıralamaktadır. [164]
Muhammed Emin el-Kürdi el-Erbili "Ö.1331 h.) de Tenvirul-Kuluh adlı eserinin tasavvuf bölümünde rabıta ile ilgili olarak şöyle demektedir:
"Zikrin dokuzuncu keyfiyeti mürşide rabıta yapmaktır. Bu da müridin kalbim şeyhin kalbine karşı bulundurması, gıyabında bile olsa, şeklini hayalinde canlandırması, şeyhin nur okyanusundan akan feyzin onun oluk vazifesi gören kalbinden-rabıta yapan-müridin kalbine aktığını içinden tasavvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur.Çünkü müridin Allah'a ulaşabilmesi için vasıtası odur. [165]
Tenviru'l-Kulub'un en bariz özelliği, çok sade ve anlaşılır bir Arapça ilevazılmış olmasıdır. Dolayısıyla gayet açık bir dille ve herhangi bir yoruma mahal bırakmadan rabıtayı net bir şekilde ortaya koymaktadır. el-Kurdi'nin meseleyi bu kadar berrak bir tablo içinde sunduğu Tenviru'l-Kulub adlı eser ise, konumuz açısından çok önemli bir belge oluşturmaktadır.
Rabıtacıların bu inançlarına Kur'andan dayanak bulma çabalarına gelin-ceHemen belirtelim ki bütün çabaları boşunadır. Çünkü Kur'an bu tür inançları açık bir şekilde red etmekte ve filolojik olarak da açık kapı bırakmamaktadır. Şöyleki;
"Rabıta"yı sırf kelime olarak ele aldığımız zaman, bu kelimenin türevlerinin Kur'an'ı kerimde beş ayrı yerde geçtiğini görürüz. Buna rağmen bu kullanışların hiçbiri "rabıta" kelimesinin ne veznindedir, ne de tarikatta kurumlaştırıldığı ıstılahı manaya gelmektedir. Bu kökten Kur'anda geçen lafızlar şöyledir:
"Rabatna", Kehf,14; Kasas,10, "Li yarbita", Enfal.ll "Râbitu", Ali İm-' ran,200, "Rıbât", Enfal,60
Tarikatçıların, filolojik bir ilgi arayışıyla da olsa, bu kelimelerin geçtiği yukarıdaki ayetleri davalarına delil göstermeleri ilginç bir olaydır. Bu kelimelerin içinde bulundukları ayetlerin "rabıta" ile herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır.
Ancak onlar Maide suresinin 35. Ayetteki "Onun(Allah'ın) hoşnutluğunu aramak için vesile arayınız" ve Tevbe suresi 119. Ayetteki "Doğrularla beraber olun" ifadelerini kendi iddiaları doğrultusunda yorumlamaya kalktılar. İlk dönemlerde yazılan Sünni, Şii, Mutezili tefsirlerin hiçbirinde rabıtacıların yorumuna kapı açacak herhangi bir yorum yer almamıştır. Rasulul-lah'dan nakledilen hiçbir hadiste de rabıta tanımı ve rabıta telkini yoktur. Rabıta konusunu Nakşi şeyhliği yapmış ve tarikat adabını yakinen bilen yetkin bir araştırmacının değerlendirmesini aktararak tamamlayalım: "Rabıtanın kaynağına gelince; Birçok tarikat kuralları gibi rabıtanın mayasını Patankalizm'den ve Sanka-ra Feisefesi'nden aldığı hakkında çağımız ilim adamlarının artık hiçbir tereddüdü kalmamıştır. Çünkü gerek Budizmin Arhant kültüne bağlı birçok kavram ve disiplin pratiklerinin, gerekse başka dinlere ait kalıntıların çeşitli sebep ve amaçlarla tarih boyunca islam'a bulaştırıldığı-özellikle son zamanlarda yapılan derin ve güvenilir araştırmalar sonucu- artık kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Buna rağmen, hala büyük kalabalıkların, nasıl olup da Nakşibendi tarikatına rağbet gösteriyor olduklarını (bu insanların, gerek eğitim düzeylerine, gerekse onları daha çok psikolojik açıdan yönlendiren arka plandaki faktörlere, güç ve odaklara bakıldığında bunun) yukarıdaki gerçeği doğrulayan ayrı bir kanıt olduğu hemen anlaşılır.
Çünkü zaten vaktiyle Budizm, Şamanizm, Zerdüşt, Mani ve Mazdek dinlerininran, Hindistan ve Türkistan'daki müslümanlar üzerinde etkili olması yine aynı nedenlere dayanmaktadır. Yani İslam devletinin Kur'an'ın öngördüğü eğitimden uzak cahil topluluklar, alimlerden daha fazla muhit yapmış bilgisiz bazı ruhanilerin peşinden sürüklendikleri için yüzyıllar önce bu sorunlar başlamış ve ağır birikimler halinde günümüze kadar sarkmışlardır.
İşte bu sorunlardan biri de rabıta adı altında İslam'a uyarlanmaya çalışılan Patan-kafi meditasyonudur. Bu meditasyon sistemi Özellikle Budha'ya benzer bir tarzda yaşayan Hintli ruhanilerden Habibullah Mazhar (1699-1781)ın yaşam tarzında ısrarlı bir süreklilik göstermiş ve onun (öğrencisinin öğrencisi olan) Halid Bağdadi (1778-1826) ta rafından-günü m üz Nakşibendiliğinde uygulanan şekiiyle-belirgin kurallar üzerine oturtulmuştur.
Eğer "rabıta özel bir saygı sembolize etmektir, yani irşad makamında bulunan bilge kişiye karşı gösterilmesi gereken bir jest şeklidir, çünkü mürid, şeyhinin İlminden yararlanmak istemektedir, rabıta da onun şeyhine karşı uymak durumunda olduğu bir disiplin kuralıdır, bunun yadırganacak neresi vardır?" diye savunulacak olursa, hemen ifade etmek gerekir ki esasen tüm cahili sızıntıların arkasında çok zaman bu türlü masum savunmalar vardır. Halbuki rabıtanın, şeyh ile mürid arasında bulunması gereken sıradan bir hoca-öğrenci ilişkisi olmadığı nakşı kaynaklarından açıkça anlaşılmaktadır.
Üstelik rabıta ile hint kaynaklı meditasyon sistemleri arasında bir karşılaştırma yapılacak olursa, aralarındaki inanılmaz benzerlikleri ve ortak noktaları rahatça tesbit etmek mümkündür. Bu ortak noktaların başlıcaları şunlardır:
a- Vecd halini yaşamak, (Yani gizli ve içsel bir coşku ile mistik bir hazza ulaş-mak)için hareketsiz durmak.
b-Zihni belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmak ve bu nokta dışındaki tüm fizîk izleme ve izlenimlerden sıyrılmaya çalışmak. ' c- Solunumu kontrol altına almak. d- Belli şekillerde oturmak.
Evet, işte bunlar rabıta ile Patankali yogasının ortak yanları, aynı zamanda temel kurallarıdır. Üstelik rabıta olsun, meditasyon olsun, her ikisi de Hindistan neşvesi-ne sahiptir. Rabıtanın arka plandaki portresi budur.
Onun için, rabıta ile yoga arasında, hem nasıl olur da tesadüfen bu kadar benzerlikler bir araya gelebilir, hem de rabıta, buna rağmen hangi ilgi ve ilişki ile ilhamını Kur'an-ı Kerim'den(yani Maide suresinin 35. ve Tevbe suresinin 119. ayetlerinden) almış olabilir? Rabıtayı yapanlar ilim divanında bu iki soruya cevap bulmak zorundadırlar. Aksi halde İslamdışı bir uygulamaya sarıima şaibesinin altından çıkamazlar.
Şeyhinin cismani (fizik) varlığını zihinde canlandırmak ve bütün dikkati belli bir zaman kesiti İçinde bu varlık üzerinde yoğunlaştırarak özet bir oturuş şekliyle hareketsiz durmak. Bunlar rabıtanın temel kurallarıdır.
Peki şeyhe saygıyı bu duvarlarla Örülü bir kalıbın içine yerleştirmeye çalışırken, rabıta yapanlar acaba delil olarak, yukarıda sözü edilen iki ayeti kerimeye mi gerçekten tutunuyorlar? Eğer cevapları "evet" ise, bu iki ayeti kerimeyi onbeş asırdır rabıta yapanların anladığı şekilde anlamayan (başta ashap ve tabiin olmak üzere) ümmetin büyükleri, müfessirve alirnleriyle, onlara inanan yüz milyonlarca müsiümanın kanaat ve inancı yanlış mıdır? Yani bütün bu insanlar rabıtanın şeref ve bereketinden, feyiz ve sevabından mahrum olarak mı yaşamışlardır? Rabıtanın, kaynağını kitap ve sünnetten aldığını, Hindistan'dan nakşibenditiği buralara kadar taşıyan insanlar mı yalnızca biliyordu? Yani onların dışındaki İslam alimlerinin tümü basiretsiz ve Kur'an gerçeklerini anlamayacak kadar bilgisiz mi idiler?
Rabıta yapanlar, sırf rabıta ile ilgili olarak bu ve daha bir düzine soruyu nasıl ve neye dayanarak cevaplayabileceklerdir? Doğrusu, merak etmemek elde değildir. Şurası bir gerçektir ki Nakşibendilerin geleneksel Sünniliği temsil eden ve bu yüzden de pek ürkütmüyor gibi görünen dış dekorlarına rağmen, bağlı oldukları hint kaynaklı mistik felsefenin, bc'ınilik malzemeleriyle oldukça donatılmış iç cephesinde rabıta, esaslı bir köşe taşıdır. Çünkü rabıta, şeyhi doğa üstü bir varlık olarak müridin zihnine yerleştirmeyi sağlayan sihirli bir anahtardır. Yoksa sanıldığı şekilde şeyh, herhangi bir din adamı gibi sade bir "efendi hazretleri" değildir. Aksine o, müridin zihninde ve iç dünyasında yerleşmiş öyie yüce, öyle ulvi, öyle güçlü ve heybetli bir varlıktır ki "rabıta" gerçek anlamda etkisini gösterdikten sonra şeyh, müridin vicdanında oluşan kesin bir imanla artık İstediği her şeyi yapabiien, Allah adına yer yüzünde karar alabilen ve aldığı kararı uygulama yetkisine sahip bulunan, cennetle ödüliendirebilen, cehennemle cezalandırabilen, icabında haramı helal, helali de haram yapabilen, yağmur yağdıran, bereketlere sebep olan, ordulara düşman karşısında zaferler kazandıran, öfkelendiği zaman insanları felaket ve musibetlerle perişan edebilen kutsal bir varlıktır.
Kulağa sade gelen, ancak bu mitolojinin lügatinde çok Önemli bir yere sahip bulunan "himmet" sözcüğü, İşte bütün bunları özetleyici bir anlam taşır ve rabıtayı tamamlar. Yoksa , uzlaşmacı bazı ilahiyatçılar tarafından ileri sürüldüğü gibi, rabıta sade bir aynileşme değildir.
Nitekim nakşibendi tarikatı işte bu sihirli anahtar sayesinde mensuplarını böyleşartlayabildiği içindir ki, müridleri diğer tüm tarikatların mensuplarından çok dan-, esaslı bir disiplin içinde organize olabilmektedirler ve şeyhlerine canfeda bir şekil de bağlıdırlar.
Özellikle şunu vurgulamak gerekir ki, İslam, dünyevi hayat alanları konusunda ve meşru çerçevede her türlü yenilenmeye açıktır. Fakat Allah'a kulluk noktasında öl çüsünü Kuran'dan almayan hiçbir inanış ve ibadet şeklini İslam'a mal etmek mümkün değildir Nitekim rabıta ve benzeri yabancı kökenli panteist inanış şekillerinin endişe veren yönü, onların Yüce Allah'a, onun istemediği iman ve amel kuralları içinde birer inanış ve uygulama biçimleri olmalarındandır.
Rabıta ile ilgili olarak söylenecek çok söz vardır. Özellikle bazı odakların dürtüleri altında rabıtanın son zamanlarda daha sıkça gündeme getirildiği gözönüne alınacak olursa, İslamı çok daha içerden deformasyona uğratmak isteyenlerin atakta olduğu ihtimali büyüktür. O bakımdan, hem İslam inanç sisteminin disipiiinini korumak, hem de kişilerin münferid hükümleri şeklinde ortaya çıkan polemiklerle müs-lümanlar arasında doğabilecek huzursuzlukları Önlemek için her şeyden Önce bu konunun İslam alimleri tarafından ortak bir çalışma ile ele alınarak kesin bir şekilde sonuca bağlanmasının gerekliliğine inanıyoruz. Çekici ve büyüleyici malzemeleri bakımından zengin olan ve özellikle Anadoluda son yüzelli yı4dır yerleşip tutunmuş bulunan mistik bir hareketin "Drahma"larla Kur'an'ın değerlerini yozlaştırmada veya onları batıl dinlerin kavramlarıyla sentezlemede daha etkin rol oynaması karşısında gerekli duyarlılığın gösterilmesi kaçınılmaz bir ödevdir. Aksi halde Kur'an'ın feyizli ve nurlu yolları yüzümüze kapanabilir!"[166]
Rabıta ve benzeri batıl görüşler, ister birinin kendi öz düşüncesinden doğmuş olsun, ister başka bir dinden taklit yolu ile alınıp İslam'a bulaştırılmış olsun, büyük ihtimalle her şeyden önce bilgisizliğin bir sonucudur. Konunun çemberi çok geniştir. Ancak bu çemberin içinde dolaşırken Allah'a ve peygambere layık olmayan şeylerin mal edilmemesi, Allah'ın bütün noksan sıfatlardan tenzih edilmesi, kemal sıfatlarıyla nitelenmesi, tevhidine gölge düşürülmemesi, Hz. Peygamberin de onun kulu ve elçisi olarak öğrettiği biçimde istendiği kadar övülmesi, ona saygı ve sevgi gösterilmesi yegane ölçü olmalıdır. Yapılan bu işe bir kişi "rabıta" ismini yakıştırmakta ısrar ediyorsa, bu adı mutlaka İslam'ın değerleri arasında görmek istiyorsa ve hele şeyhin şeklini sürekli canlandırmaya "rabıta" deyip İslamla herhangi bir surette irtibatlandırmaya çalışıyorsa, bunun bir sebebi vardır ve bu da kesinlikle yukarıda sayılan faktörlerden biri yada bir kaçı olmalıdır. Eğer yıkıcı bir niyet yoksa, bu faktörlerin birincisi cehalettir, İslamın hakikatlarım bilmemektir veya henüz kavramamaktır.[167]


[121] Yunus, 62-63.

[122] Bakara, 1-3.

[123] Bakara, 1-5.

[124] Bakara, 177.

[125] Bakımz İbn Receb el-Hanbeli, Camİu'1-Ulum ve'l-Hikem, 158, Müessesetıı'r-Risate, Beyrut 1988

[126] Sözlük anlamıyla veli kelimesi Allah, iyi ve kötü kişiler, şeytan ve iagul Ribi b<ışk<ı varlıklar için de kullanılmaktadır.

[127] Yunus,62-63

[128] Bakara, 257.

[129] Decie Korkut Kitabı,!, Nşr. Muharrem Ergin, 1964,

[130] Nakşibendi tarikatı konusunda Nakşı şeyhlerinden Muhammed Kutralı'nın hazırlamış bulunduğu "Nakşibendiliğin Kuruluş ve Yayılışı" adlı doktora tezinin önsözünde verilen ve Ferid Aydın tarafından nakledilen şu bilgiler A. Yaşar Ocak in söylediklerini doğrular niteliktedir; "ilk şeyhler Türkistan ve M.ıvp-raıınnehir'li olmalan sebebiyle Nakşibendiliğe o muhitin gelenek ve adetlerini getirmişlerdir. Telkinleri türlü şekilde tezahür eden gelenekler sebebiyle Nakşibendiliğin Türk fikriyatı bakımından tetkiki gerekiyordu. O bakımdan bu tezi hazırladım. "
Şimdi düşünebiliyor musunuz? Tarikat belli bir muhille kuruluyor ve o tarikat o muhille hakim olan gelenek ve adetlerden besleniyor, lîu tarikat orada geçerli ölün zihniyet üzerinde kuruluyor elemektir. . . . Biliyorsunuz Maveraunnehi^Türkislan.ÇmjKeşrnir ve Hindistan esrarengiz düşüncelerin cümbüş halinde olduğu bölgelerdir. Demek ki Nakşibendi tarikatı Şarri3nîzmin,Hinduizmin,Budizmin, lîırahrnanizmin.Ma-niheizmin hakim olduğu bu muhitte doğup geliştiğine göre, bunlardan beslenmiştir ve bu ifade bizatihi bir Nakşibendi şeyhinin itirafıdır ve bir doktora tezinin önsözünde yer almaktadır... 13u ifadeye göre Nakşibendi tarikatının ilk şeyhleri Türkistan ve Maveraıınnehir'ljdir... " Hak Söz,36,Nisan 19O4,sayj 37

[131] A. Yaşar Ocak, Türk Halk inançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri. 7-12, ISaşJıakanlık Bası-mevi, Ankara 1984.
İslam öncesi Türklerin Şamanizm, Budi/m, Zerrlustilik, ManiheUm ve Mazde.izm dinlerinden beraber getirdikleri dağ ve tepe, (aş ve kaya, ağaç, sihir ve büyü, hastalan iyileştirme, tfaipien ve gelecekten haber verme, tanrının insan gibi görünmesi, tabiat kuvvetlerine hakimiyet, ateşe hükmetme, kemkiterden dirilime, kadın-erkek ortak ayinler, tahta kılıçla savaşma, tenasüh inancı, hulul inancı, don değiştirme, ejderha ile mücadele, havada uçma, dört unsur inancı, ateş kültü için bkz, a. g. e. 71-72. Kitaplarda Habaeddin Nakşibendiye nisbet edilen kerametlerle karşılaştırınız

[132] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 273-279.

[133] Ankebut,69.

[134] Rtım,47.

[135] Hucıır.ıf,13.

[136] Hz. Ömer'e nisbet edilen "Sariye" olayı hadis kitaplarında değil,tarih kitaplarında yer almaktadır, ilk ravileri de Vaktdi ve Yakubi tarihçilerdir. Bıı konudaki rivayetlerin değerlendirmesini olayı detaylarıyla araştıran Prof. Dr. Ahmet Önkal'dan dinleyelim:
"Sariye olayı ile ilgili rivayetler birçok farklılığı ve ihtilafı bünyesinde barındırmaktadır. Bu farklılıkların manaları da birbirine yakın değildir. Bunlarda tevili ve kabulü hiç de mümkün olmayacak unsurlar vardır. Bu unsurlar ya ravilerin rivayetleri karıştırma!arından,ya müslümanların ilk asırlardan beri var olabgelmiş hamasi duygularla ashabı yüceltme düşüncelerinden ya da yine ilk dönemlerden itibaren ortaya çıkmış bazı çevrelerin kendi kültürlerine,ashabın hayatından dayanak aramalarından ve kültürlerini ilk İslam rivayetleriyle birleştirmelerinden kaynaklanmıştır.
Bu açıdan 5ariye olayı İle ilgili rivayetleri incelediğimiz zaman yorduk ki bu olayı bUe yazılı olarak intikal ettiren ilk kaynak, Vakıdi (Öl. 207/822),sonra da Yakubi (öl. 284/897)dir. 8u iki müellifin de güvenilir olmadığı ve aktardıkları rivayetlerin ihtiyatla karşılanması gerektiği bilinmektedir....." Prof. Dr. Ahmet Önkal,Sariye Olayı Üzerine Bir Rivayet Araştırması,55-56,Konya, 1993)
Olayın değerlendirilmesi ile ilgili Önkal'tn düşüncelerini de şöyle özetleyebiliriz:"8u olay Uz. Ömer'in gaybı bilmesi veya okuması değildir. Çünkü Yüce Allah'ın bildirdiği peygamberlerden başkası gaybt bilmez. Aynı şekilde keşf ve ilham da değildir, (a. g. e. 56-63).
"İslam ordusunun durumu Hz. Ömer'in zihnini meşgul etmiş ve rüyasına girmiştir. Gördüğü rüyayı camide halka anlatırken Hz. Ömer,islam ordusunun muzaffer olması için dua etmiş ve duasının Allah'ın erleri tarafından Sariye'ye ulaştırılması dileğinde bulunmuştur. Rivayetlerin bazısında olayın bu şekilde anlatılmasına rağmen, gerçek,Hz. Ömer'in kerameti değil,İslam savaşlarında Yüce Allah'ın müminleri meleklerle desteklemesi türünden bir olaydır, (a. g. e. 65-68)
Görüldüğü gibi,Önkal Beyin değerlendirmelerine göre Sariye olayı keşf,ilham,gaybı bilme ve Hz. Ömer'in kerameti değil,Redir,Hendek ve Huneyn gibi savaşlarda Yüce Allah'ın meleklerden ordularla müminleri desteklemesi türünden bir olaydır. Sariye'nin dağ tarafına çekijnıesini Yüce Allah bu şekilde meleklerin seslenmesi yahut meleklerin insan suretinde görünmesiyle bildirmiştir.
Böyle bir şeyin meydana gelmesi elbette mümkündür. Önkal Reyin de belirttiği gibi, islam tarihinde bunun örnekleri vardır. Sözkonusu rivayetler sahih kabul edilirse,olayın lek izah yolu c\t) bu olmaktadır. Ancak bizim bundan farklı bazı teshillerimiz bulunmaktadır. Şöyle ki;
a-Olayt ayrıntılarıyla araştıran Önkal beyin de belirttiği gibi,bu olayı ilk rivayet edenler güvenilir olarak görülmeyen Vakıdi ve Yakubi tarihçilerdir. Onların dışındaki rivayetler de sahih değildir.
b- Bu olay dönüp dolaşıp bir rüyaya dayandırılmaktadır. Halbuki İslam orduları çok defa bundan daha zor durumlarda kalmış ve kimse olayı bu şekilde rüya ile gündeme getirmemiş ve yardım da etmemiştir. Mesela Mute harbini ve Bi'ri Maune faciası'nı örnek verebiliriz. Müslümanların çok az okluğu,düşmanın onları bir kaşık suda boğmağa çalıştığı bir dönemde, Rasulullahın da ashabını o kadar sevmesine rağmen onun ne böyle bir rüyası, ne de gaybi bir yardımı olmuştur. Rasulullahın sağlığında müslümanların böyle çok zor durumda kaldığı olaylar çoktur. Ama hiçbirinde böyle bir durumla karşılaşmıyoruz. Önkal Beyin araştırmasında d.ı belirtildiği gibi, gaybın okunması mümkün olmadığı gibi.Hz. Ömer de rüya ile amel el-meyecek ve ilhamla hareket etmeyecek kadar akıllı ve dirayetli bir devlet başkanıdır.
c-Hz. Ömer'in ordu komutanlarını seçerken çok titizlik gösterdiği bilinmektedir. Komutan tiiyin ettiği Sariye'nin de böyle tecrübeli ve yetenekli biri olduğunu biliyoruz. Acaba düşmanın vadide kendilerini kuşattığını gören Sariye,ordusunu dağ tarafına çekmeyi düşünmeyecek kadar beceriksiz ve düşüncesiz miydi? Böyle ise, Hz. Ömer onu ordu komutanlığına nasıl tayin etti? Yahut askerleri arasında düşmanın kuşatmasından kurtulmak için dağ tarafına çekilmeyi akledecek biri mi yoktu?
Sonuç olarak.rivayetin ilk olarak yer aldığı Vakıdi ve Yakubi tarihçilerin güvenilir tarihçiler olmaması, rivayetlerin çelişkili olması,Hz. Peygamber'in ve halifelerin hayatlarında böyle olayların geçmemesi, Sariye'nin orduya komutanlık yapacak dirayet ve tecrübeye sahip olması,keşf,ilham, gaybı okuma ve t \ı. Ömer'in kerameti olmamasına bakarak, biz de İbn Hazm'ın hallerin sahih olmadığı (a. g. e. 55,İbn Hazm,Cemharatu Ensabi'!-Arab,184'clen naklen) görüşüne katılıyor ve tasavvufçuların bunu birtakım asılsız şeylere delil göstermelerini yerinde görmüyoruz.

[137] Bir insan veya bir topluluk için keramet olayının meydana gelmesinde kişilerin aktif olarak hiçbir etkinlikleri yoktur. İstedikleri zaman keramet gösterme veya keramet meydana getirme gücü ve yetkisine de sahip değildir. Dolayısıyla kerametin kişilerin elinde bir silah.bir üstünlük ifadesi veya bir fazilet olması sözkonusu değildir. Çünkü keramefi ne kendileri jjösleriyor, ne de isledikleri zaman meydan.ı yetirebiliyorlar. Bu iş, yukarıda anlatıldığı şekilde yüce Allah'ın mü'min ve mücnhirt kullarımı bir ikram ve yardımından başka birşey değildir.

[138] A. Yusuf Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebva!ınd.i Evliya Menkıbeleri, 27-30

[139] Abdurrauf el-Münavi, el-Kevakibu'd-Dürriyye fi Tabakali's-Sufiyye, 1 i, Basım 1938, el-Münavi'nin Fabakatında bu türden kerametler pek çoktur. Tasavvufçulann keramet çeşitleri için yine bakınız. Nicboln, islam Sufilerı, 119.

[140] Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kulııb el-Mustetab, 239.

[141] el-Kelabazi, el-Taarruf M Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, 44

[142] Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 2/120. Mevakiu'n-Nucum, 141. Kalbin Allah'ın evi olduğu veya Kabe'den önemli bulunduğu anlamında söylenen bütün sözler yalandır ve dinden hiçbir dnyannğı yoktur. Tasavvufçuların insanı kutsallaştırması ve onu Tanrının sureti olarak gösterme gayretkeşliğinin ifadesinden başka bir şey değildir. 360-Abdulaziz ed-Debbağ, e.l-İbriz, 2/73.

[143] es-5ülemi, Tabaka tu ıs-Sufiyye, 1/30-31.

[144] eş-Şarani,Tabakatu'l-KLibra, 2/154, Abdıırrahman el-Vekil, a. g. e., 108.

[145] eş-Şarani, et-Tabakatıı'I-Kubra, 2/154.

[146] eş-Şa'rani,Tabakattı'l-Kübra,3/1512,TerAbdulkadir Akçiçek,Cümle,

[147] eş-Şarani,a. h. e,3/1513

[148] eş-Şarani,a. h. e,3/1515

[149] eş-Şarani,a. h. e,3/1524

[150] Bu tür masallarla halkı uyutmanın en güzel Örneklerinden biri, Konya'da din ndın.ı konuşan birtakım kimilerin televizyonda Ladik'li Ahmed Efendi adına anlattıklarıdır. Tarlada bataklığa saplanmış uıağı uçurtması, kaçırılan genç kızı süratle jjiden taksiden çekip kurtarması, kış ortasında misafirlere bolca mevvesi icad etmesi, Kore harbinde Türk mehmetçiklerin imdadına yetişmesi gibi masallar. ISunları h.ılk çok iyi bilmektedir.

[151] eş-Ş.ırani ise şeyhinin kerametinden sö/. ederek şöyle eliyor: "Nöbetçiler Ali el-Havvas'ı vurdukları zaman eş-Şerff (Hz. Peygamber veya bir şeyh) geldi ve darbeyi önledi." el-Tabakal, 2/1.15.

[152] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 279-286.

[153] Dilaver Selvi-Kemal Yıldız-Enbiya Yıldırım-Ömer Yıldırım.Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül,5,İstanbul,1994,Yine bakınız,Muhammed ibn Abdullah Hani, Adab,215,Ter.Ali Hüsrevoglıı,İstanbul 1980

[154] Dilaver Selvi ve ortaklan,a.g.e.5,irfan Cünriüz,Rabıta,7'den naklen

[155] Prof.Dr.Osman Türer/Tasavvuf Tarihi,129,Seha Neşrıyatjstanbul 1995

[156] Prof.Dr.OsmanTürer,a.B.e.129

[157] Hadid,4

[158] Zümer, 3

[159] Dilaver selvi ve ortakları, a.g.e. 6-10,

[160] Bunu görmek isteyenler Dilaver Selvi ve ortaklarının hazırladığı kitaba bakabilirler. Rabıta ve tevessülü savunmak için yazılan bu kitabın ne kadar bilimsel (!) olduğunu görmek için şu cümleleri okumak yeteri id ir :"imam Hatib Şirbini (k.s.)nin bir cuma günü kırk mescidde namazı kıldırıp, huf.be okuduğu Mısır alimleri katında meşhur ve mülevalirdir", a.g.e.39, "Bunlardan daha üstün derecelerde olan iıir kısım vardır ki , onlar özellikle zikir vakitlerinde açıkça başlarının gözü ile Efendimiz (s.a.v.)in kiymetti suretini görürler..Bu makamda ona salatu selam okuyanlar, ruhlarının efendimizle olan yakınlığım'1 kuvvetine göre bazen gözleriyle açıkça, bazen kalpleriyle olan anlayışla ona bakarlar", a.g.e. 3f), Acaba bu üstün derecelerde olanlar, öldükten sonra Rasulullahın yükünü bir deta olsun gözleriyle göremeyen Hz.Ebu bekir, Ömer, Osman, Ali, Aişe ve diğer ashaptan daha mı büyüktür? Acaba onlardan daha çok Rasulullaha yakın ve kendisini onlardan daha mı çok seviyorlar?! Mesela Hz.Aişe ve Hz.Ali gözleriyle bir defa görüp Sıffin ve Ceme! savaşlarına gitmeden önce durumu ona soramazlar mıydı?

[161] es-Seyyid Abdulhakim Arvasi, Rabıta-i Şerife,21, Neşreden Necip Fa-sıl, Büyük Do£u Yayınları, isi.nı-
bul,1994, Rabıtanın şirkin misti bir kapısı okluğunu görmek için şu sözlere bakmak yeierlidir;"Mürid,
dniyetinin kendisinden ayrılmadığına itikat etmesi lazımdtr.Çünkü ruhaniye! mekanla mukir.Kuhaniyel
nerede tasavvur edilip rabıta edilirse, orada hazır olur,Yine itikat etmesi lazımdır ki , şeyhinin
ruhaniyeünin tasarrufu Hak Subhanehu ve Teala hazretlerinin tasarrufatından olup bizalihi şeyhten
değildir", Muhammed İbn Abdullah Hnni, Adab,223.Şeyhin ruhaniyetinin tasarrufu Allah'ın tasarruCıfm-
dandır, sözlerinin şirkten başka bir izahı var mıdır!?

[162] £narn,79

[163] Enam, 162-103

[164] es-Seyyid Abdulhakim Arvasi, a.g.e.24-25,

[165] Muhammed Emin el-Kurrii,Tenvirij'l-Kulub,5J2, Mısır,1384 h.

[166] Ferid Aydın, I lak Söz, Rrihıt.ı mı, Meditasyon mu?, 44-45, sayı 37, İstanbul \')')5, Rabıtanın sauna bir şey olduğuna dair Doç.Pr.Abdukıziz Bayındır'ın görüşüne bakınız, lîir Şeyh Efendi ile Görüşme, I l.ık Sö^, 52, Temmuz 1995sayı 52

[167] Hak Söz, Ferid Aydın ile söyleşi "Tasavvuf ve Nakşibendilik", 34-37, sayı,37, İstanbuir)')4, Ferid Aydın'ın Ekin Yayınları tarafından yayınlanan "Tarikatla Rabıta ve Nakşibendilik" adlı kitabı (İstanbul-19961 konuyla ilgili kalemelınaneniş kapsamlı ve konuya ilgi duyanlar tarafından mutlaka okuması gereken ciddi bir çalışmadır İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 287-295.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
X. Şeyh-Mürid Sistemi Ve Şeyhlerin İnsanüstü Konumları


Bilindiği gibi, tarikat olayı ve şeyh-mürid sistemi İslam'ın ilk döneminde mevcut değildir. Bu sistemin daha sonra ve bilhassa Acem milletlerin İslam'a girmesinden sonra ortaya çıktığı bir gerçektir. Hatta şeyh-mürid sisteminin özgür bir karaktere sahip Arap insanın mizacına aykırı olduğu ve Özellikle bedevilerin kayıt ve zapt altında yaşamaya gelmedikleri bilinen bir olaydır. Bu bakımdan başlangıçta zühd şeklinde kendini gösteren tasavvufun acem milletlerin İslam'a girmesiyle kurumlaşmaya başladığı ve şeyh-mürid sisteminin oluşmaya başladığını görüyoruz.
Hemen belirtmeliyiz ki İslam'da peygamber dışında bir kişiye bağlanmak ve onun her dediğini yapmak diye birşey yoktur. İslamın insanlardan istediği şey, Allah'ın kitabını okumak ve Hz. Muhammed'e uymaktır. İlk emri de budur. Peygamber dışında herhangi bir kişiye bağlanmayan ve o-nun yolundan gitmeyen insanların yanlış yolda olmaları yahut şeytanın peşinden gittikleri söylentileri yanlış olup şeytanın kuruntularından başka bir şey değildir. Bu söylentileri meşreplerini terviç etmek ve şeyhlerinin propagandasını yapmak için tasavvufi çevreler çıkarıp yaymaktadır.
İslam ilim öğrenmeyi ve öğrendiklerini yaşamayı emretmektedir. Cahil kalmayı ve başkalarım taklit etmeyi kesinlikle red etmektedir. Akait konularında Kur'an ve peygamber dışında herhangi bir kimseyi taklit etmek caiz olmadığı gibi, amel alanında da taklit ancak zaruretten dolayı caiz görülmüştür.Çünkü insanların tümü aynı seviyede bilgiye sahip değildir. İnsanın bilmediği şeyler olabilir. Aslolan, kişinin dinini okuması, bilmediklerini öğrenmesi, bilen bir kimseden sorması, uygulanış şeklini bellemesidir. Ancak yine de zorluğu gözönünde bulundurularak amel alanında alimleri taklit etmek caiz görülmüştür.
İnsanların dinden bilmeleri zorunlu olan şeyleri öğrenmeleri aslında imkansız birşey değildir. Çünkü bir bakkalın, manifaturacının, ayakkabıcının, işportacının, oto tamircisinin, elektrik malzemesi satıcısının, konfeksiyoncunun, düğmeci, çantacı vb. işlerde çalışan insanların ezberledikleri eşya ismi,alış ve satış fiyatları, imal yer ve tarihleri, parça türü ve nitelikleri, zam ve indirim oranları, iş yerinde bulunduğu yerler hakkındaki bilgiler gibi bütün şeyleri Öğrenmesinin yanında, dinden öğrenilmesi zaruri dini bilgiler çok basit kalmaktadır.
Bir örnek olması bakımından, bakkalından küçük çocuğuna kadar insanların ezberledikleri pekçok bisküvi yahut çikolata çeşitlerini örnek vermek istiyoruz. İnsanlar çikolata gibi daha pek çok şeyin isim ve Özelliklerini Öğrendikleri halde, sadece farz namazlarda günde ondört defa okuduğumuz ve toplam yedi ayet-yirmi dört kelimeden ibaret olan Fatiha suresinin anlamını milyonlarca müslümanın bilmediğini, bundan dolayı Allah'tan başka varlıklara ubudiyet edip onlardan yardım istediğini gozönüne getirirsek, bu konuda ne kadar yanıldığımızı görürüz.
Onun için okuma ve öğrenmeyi temel yapan ve bunun için her türlü teşvikte bulunan bir dinin mensupları olarak okumak ve dinimizi Öğrenmek yerine, kolayımıza gelen taklit yolunu seçmiş ve başkalarına uydu olmayı kendimize din edinmişiz. Bilmediklerimizi alimlerden sormak ve Öğrenmek yerine, şeyhin peşinden gitmeyenleri şeytanla özdeş yapmışız, insanlara Allah'ın kitabını ve Rasulullah'm hayatını okumayı tavsiye edeceğimiz yerde, tarikat şeyhlerinin isimlerini yahut silsilesini ezberlemeyi, onlarla rabıta yapmayı öğretmişiz. Böylece cehalet üzerine kendimize bir dünya oluşturmuş ve başka milletler arasında bugünkü duruma düşmüşüz.
Şunu bir daha belirtmek istiyoruz; Peygamber dışında herhangi bir insanı taklit etmek ve ona bağlanmak zorunlu değildir. Kısaca, insanlar tarikata girmeye ve şeyhe bağlanmaya mecbur değildir. Böyle bir şeyin kesinlikle dinle ilgisi yoktur. Nitekim bugün dünya üzerinde tarikata girmeyen ve bir şeyhe bağlanmayan müslümanlann sayısı bağlananlara oranla kat kat fazladır, insanlar dinlerini kendileri okuyarak, araştırarak ve sorarak öğrenebilirler. Herkes Hz. Peygamberin ve ashabının İslamı nasıl yaşadığını, ahlakının nasıl olduğunu okuyarak ve sorarak öğrenebilir. Şu veya bu kişinin yahut şeyhin yazdıklarını yahut söylediklerini öğreneceği yerde, Yüce Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamberin sünnetini öğrenebilir. Şej'hin her söylediğini ve her yaptığını Öğrenip taklit etmek insanlara kolay geliyorsa, unutmayalım ki Allah'ın kitabı ve Rasulullahın sünneti ondan çok daha kolay ve aydınlatıcıdır. Bundan yüz çevirmek bir müslümana yakışmaz.
Tasavvufçularm İslam'ın insan anlayışından en fazla saptıkları konulardan biri de, şeyh dedikleri insanlara bir nevi tanrısal Özellikler tanımaları ve beşerüstü denebilecek bir takım güçlere sahip olduklarına inanmalarıdır. Bununla ters orantılı olarak mürid dedikleri kişinin de her türlü izzet ve şahsiyetini yok edecek ve zelil bir konumda yaşamaya götürecek bir anlayış taşımalarıdır.
Tasavvufçular, şeyhin karşısında müridin ?elil, dilini yutmuş, iradesiz ve düşüncesiz, gassal (cenaze yıkayıcı)nın elinde bir cenaze gibi olmasını şart koşmaktadırlar. Bu alçaltıcı kulluğu da müridin şeyhine bağlılığı, sevgisi ve itaati, hatta kutsî makamlara yükselişinin alameti saymaktadırlar. Şeyhi karşısında insan izzet ve şahsiyetiyle yaşayan ve ölü gibi olmayan müridle-rin helak olacaklarını ve manevi makamlarda yol alamayacaklarını telkin ederler. Ebu Yezid el-Bistami bunu şöyle dile getiriyor: "Üstadı (şeyhi) olmayanın imamı şeytandır[168]Letaifu'l-minen sahibi de şöyle ifade etmektedir;
"Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmayan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir. [169]
Tasavvufçular, şeyhin emir ve yasak hiçbir isteğine müridin muhalefet etmemesini emretmektedirler. Hz. Peygamberin sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiçbir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. [170] Müridin şeyhin avucunda kalması ve her şeyini dilediği gibi sömüre-bilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka bir şeyhi ortak koşmasının Allah'a ortak koşmak gibi olduğunu telkin ederler. [171] Şeyhin tarikatından başka bir tarikat seçer veya onun gösterdiği yoldan değil, başkasını gösterdiği yoldan giden kişinin dinden çıkmış gibi olacağını bile söylerler[172]
Tasavvuf ve tarikat kitapları insanın şeref ve haysiyetini yerle bir eden, aşağılık, rezil ve sefil bir dereceye düşüren, kısaca, insanı Allah'ın verdiği her türlü insani değerden soyutlayan bu tür anlayış ve hurafelerle doludur. Bunun sonucudur ki tasavvufçular, neredeyse tapanlar ve tapılanlar diye i-ki kısma ayrılmaktadırlar.
Yine bu anlayışın neticesidir ki bir nevi melankoli olmuş nice yaşlı insanların henüz beşikte altını pisleten çocukların ayaklarına yüz sürdükleri, şeyh evladı veya mukaddes soyun mübarek nesli diyerek daha beşikte kerametlerle konuşturdukları görülmektedir.
Örneğin, karanlık devirlerinde ve putperest dönemlerinde bile, insanlıkköpekleri Örnek almamış ve takdis etmemişken, kimi tasavvufçular köpekleri veli ve müridler için ideal Örnek sayarak onları kutsallaştırmıştır. Ahlak ve teslimiyet bakımından köpeğin müridler için Örnek alınmasını tavsiye etmişlerdir. Hatta onları, Allah'ın yanında duaları makbul olan bir veli derecesine yükseltmişlerdir. Başka yerlerde de çarpık inanç ve anlayışını bol bol sergileyen eş-Şarani, bu konuda da efendi eî-Acmi'nin kerametlerini şöyle anlatır:
"Gözü bir köpeğe ilişti. Köpeklerin tümü ona boyun eğdi. Bütün insanlar ihtiyaçlarının giderilmei için ona (köpeğe) başvurur oldular. O köpek hastalanınca, etrafına köpekler toplanıp ağladılar. Ölünce de ulema ve diğer insanlar ağlamaya başladılar. Allah bazı insanlara ilham etti de onu defnettiler. Köpekler ölünceye kadar onun kabrini ziyaret ediyorlardı. Köpeği bir bakış bu duruma getirirse, insana yöneltilince neler yapmaz ki?![173]
eş-Şarani, sözünü ettiği el-Acmi'nin halvetinden çıkarken bakışı kime İlişirse gözünün som altına dönüştüğünü aktarmayı da ihmal etmiyor. [174]
İmam Rabbani de şöyle diyor: "Bu yolun büyükleri bildiriyorlar ki, kendini uyuz köpeklerden üstün gören bir salik, bu büyüklerin kemalatına kavuşamaz. [175]
Nakşibendî şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünü ve dualarını aldığını daha önce kaydetmiştik. Nitekim Ramazanoğlu Mahmud Sami, köpekte bulunan on hasleti sayarak bunların sadık müridlerin ve halis mü'milerin nitelikleri olduğunu belirttiğini görüyoruz, [176] Aynı şekilde Ribat dergisi de bu on hasleti sayarak onların halis mü'minlerin ve sadık müridlerin sıfatlan olduğunu yazdığını müşahade ediyoruz. [177]
Tasavvufçuların, şeyhlerin her söylediğinin Allah'ın bir ilhamı olduğuna inanarak, Allah'ın dinine aykırı da olsa, onlara muhalefet etmemelerinin sebebi aşıladıkları bu zihniyettir. Çünkü inançlarına göre şeyhlerin kalbleri Rahman'ın üzerinde istiva ettiği tahtlar ve cemalinin tecellileridir. Hidayetini aleme saçtığı ve vahyini insanlara kendisinden ulaştırdığı kutsal yerlerdir. el-Kuşeyri şöyle diyor;
"Kim bir şeyhe intisap eder ve kalbi ile ona itiraz ederse, intisap ahdini bozmuş ve kendisine tevbe vacip olmuş olur. Çünkü şeyhler "Üstadlannhaklan için tevbe geçmez" demişlerdir.[178]
Tasavvufçular, şeyh-mürid ilişkilerine Hz. Musa ile Salih Kul (Hızır) kıssasını delil gösterirler. Hızır'ın Musa'ya soru sormasını yasakladığı gibi müridin de şeyhe soru sormasının ikisi arasındaki ilişkilerin kesilmesine sebep olacağını söylerler. Mesela, XV. Yüzyılda Anadolu'da Kadiri tarikatının Önde gelen temsilcilerinden Eşrefoğlu Rumi bunu şöyle ifade etmektedir:
"Musa Peygamber Hak Teala'dan ilmi ledun taleb etti. Musa'yı Hak Te-ala Hızır'a gönderdi. Musa varıb Hızır ile buluştu. Dahi Hızır'a iradet getür-di. Mürid olmak diledi. Hızır Musa'ya ider: Ya Musa, çün bana gelüb uydu-nısa (uydunsa) bir nesne kim işlerem, sakın bana sorma, kim niçün sen bunu böyle itdin deyu, sorarsan ayrılıruz. Zira kim bilmiş olasın dedi... Amma bundan maksud budur kim, şol kimse varup bir şeyhe iradet getirüb... Musa'nın hızır'a iradet (istek) getirdüğü gibi iradet getürmeye... Musa Hızır'a itiraz dilini uzattığı gibi mürid dahi şeyhine itiraz dilini uzatıp red olunmaya. [179]
Şeyhe karşı müridin takınması gereken âdabı bir de Muhammed Emin el-Kurdî'nin "Tenvirul-Kulub" kitabından dinleyelim: Şöyle diyor:
"Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir' İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itaraz etmemelidir. Ona "Niçin böyle yaptın?" dememelidir. Çünkü şeyhine "Niçin?" diyen kişi asla felah bulmaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batım itibariyle o durum güzeldir. [180] Külli ve cüzî, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine "şu firma gir" derse girmesidir. Şeyhin durumlarını hiçbir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle birşey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnüzanda bulunmalıdır...
Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır... Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiğ-j bir kadınla evlenmemeîi ve şeyhinin boşadiğı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemeîidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde niçin bana böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı evlenmemeîi ve önemli bir iş yapmamalıdır.[181]
Özellikle Nakşibendilerin el kitaplarından olan Adâb kitabından da müridin aşağılık durumunu dinleyelim:
"Mürid, mürşid-i kâmilin elinde, gassal (yıkayıcı) elindeki meyyit (Ölü)grbi olmalıdır. Gassal, meyyiti iyice yıkamak için nasıl öteye beriye çevirirse, mürid de bütün arzu ve isteklerini terkeîmeli, yani mürşidin karşısında varlık göstermemeli ki, mürşid onu layıkıyla temizlesin ve menzili maksuduna eriştirsin. Mürşidin fiil ve hareketlerine kalben itiraz etmemesi gerekir. Eğer anlayamadığı bir hareketini görürse onu hayra yorar. Bunu yapamazsa kendini anlayamamış olarak kabul etmelidir. Burada Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın yolculuklarını kendisine Örnek alır.
Mürşİd-i kâmilin emir ve hareketlerine itirazın çirkinliği, diğer bütün çirkinlikleri gölgede bırakır.
İtiraz eden mazur görülmez. Çünkü mürşid-i kâmile itiraz eden kendisini öylesine perdeler ki, bu derdin ilacı yoktur. Basar ve basireti üzerine inen perdeyi kaldırması imkansız denecek kadar zordur. Neticede bütün feyzi kesilir ve İstifade edemez.
Bunun için de mürşidin emir ve irşadı karşısında gassal elindeki meyyit gibi olmalıdır. Ne olursa olsun, kendi bildiği hak bile olsa, şeyhin sözünü red etmemelidir. Ayrıca şeyhinin hatası kendinin savabından-doğrusundan- daha hayırlı ve isabetli olduğuna itikat etmelidir. Mürşidi sormadıkça, hiçbir şeyi ona îarif etmeye, anlatmaya kalkışmamalıdır, [182]
Bir de aşıkların sultanı ibn el-Fand'dan dinleyelim; "Olaylar meydanaÖnce basiret gözüyle Levh-i Mahfuz'dan okuyarak haber vermektir.[183]
Beytin açıklamalı tercümesinde Gülzar-ı Sofiyye yazan Abdullah Develi-oslu Şöyle demektedir: "Ve mürşid kuvve-i kudsiyye ile levhi mahfuzdan okuyarak batın-ı gaybde kendisine malum ve başkalarına meçhul olanları, alem-i şehadette vukuundan evvel haber verir olmalıdır. [184]
Tasavvuf büyüsüyle büyülendikten sonra bakarsınız alim olanı da cahili gjbi düşünmeye başlamaktadır. Bakınız, Ezher şeyhi Dr. Abdulhalim Mah-mud nasıl Abdullah Develioğlu seviyesine düşmekte ve onun gibi düşünmektedir. O da şöyle diyor:
"İnsan, kendisiyle levhi mahfuz arasındaki perde ortadan kalkınca oradaki herşeyi görür ve oradan kalbine ilim akmaya başlar. Bu mertebeye ulaşan kimsenin duyu organları yolu İle bilgi edinmeye artık ihtiyacı kalmaz. Bu durum, suyun yeraltından yeryüzüne fışkırması gibidir. Buna karşılık insan, dış alemdeki nesnelerin idraki İle elde edilen sembollere yönelince, bu tutum kendisini levhi mahfuzu inceleyebilmekten alıkoyan bir engel olur...
Kalbin iç kapısının melekut alemine açılıp levhi mahfuzu incelemesine gelince, bunun sonucunda kalb, rüyaların şaşırtıcı gelişmelerini yorumlayarak kesin bilgi edinebildiği gibi, duyu organlarının sağladığı bilgi kaynağına dayanmaksızın rüya yolu ile olrruiş ve olacak şeylerin bilgisine de sahip olabilir. [185]
Develioğlu, müridin şeyh karşısındaki hiçliğini ve kulluğunu anlatmaya devam ederek şöyle diyor: "Birgün şeyhine "Niçin?" diye sorarsa, tasavvuf ehline göre, bu mürid kıyamete kadar felah bulamaz. [186]
Şeyh-mürid ilişkileri konusunda tasavvuf çul arın velisi de böyle düşünmektedir. Bakınız, İbn Arabi bunu nasıl söylüyor:
"Bu itaat üstünkörü ve ihlasla olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirlerine harfîyenbağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram işlemeyi de emretse, harfi y-
yen bu emirlere itaat etmesi lazımdır. Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir.[187]
Tasavvufçularm eskileri de yenileri de aynı anlayışı savunmaktadır. Mesela tasavvuf meşhurlarından es-Suhreverdi bu konuda şöyle diyor:
"Şeyhin sözü hak ile, hak'tan ve hak içindir. Cebraii, vahiy konusunda emin olduğu gibi, şeyh de ilhamı müridlere aktarmada emindir. Cebrail vahiyde hıyanet etmediği gibi, şeyh de ilhamda hiyanet etmez. Rasulullah heva ile konuşmadığı gibi. şeyh de ona uyarak zahir ve balında nevasından konuşmaz. [188]
"Müridin şeyhe karşı en güzel edebi, sessizlik, donukluk ve hareketsizlik (sükut, humud ve cumud)'dur. Şeyhin izni olmadan çok konuşmamalı, çok gülmemeli ve sesini yükseltmemelidir. Şeyhin durumundan kendisine kapalı birşey olursa, Musa ile Hızır kıssasını hatırlamalı ve itiraz etmemelidir. Üstadına "Hayır" diyen asla felah bulamaz. Şeyh varken mürid sadece farz namazı kılmalıdır. Çünkü onun görevi hizmettir. Şeyhine bütün durumlarını açmalı ve gizlememelidir. [189] Tasavvuf kültüründe ve şeyh-nıürid sisteminde müridin şahsiyeti olabildiği kadar yokedilmesme karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Me-nakibu'l-Arifin kitabında görüyoruz. Eflaki anlatıyor:
"Sultan Veled buyurdu ki: Birgün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada: Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir (dedi). Öyle ki bir adam Beyazıd'in müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. Mürid: Şeyhim, dedi. Sonra, Ebubekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra "Muhammed mi büyük senin şeyhin mi?" dedi. Yine, şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda "Tanrı mı büyük senin şeyhin mi?" diye sordu. Mürid: "Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam, hep onu tanırım" dedi.
Başka bir müridden de "Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi diye sordular. O da: "Bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de: Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki, bu farkı ortaya koysun" demiştir." Bunun devamında da Şu şiiri naklediyor:
"Tanrı görünmediği için peygamberler onun naibi olmuşlardır,
Hayır hayır. Böyle de değil. Bu naible naibin naibliğinde bulunduğu
Kimseyi birbirinden ayırmak çirkin şeydir? Burada ikilik yoktur.[190]
Halbuki yüce Allah Hz. Peygambere şöyle buyuruyor: "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. [191]"De ki, bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur. [192]"Hz. Peygamber de kızı Hz. Fatı-Tna'ya Şöyle seslenmektedir: "Salih amel işle. Allah'tan sana hiçbir şey yapamam. [193]
Ashaptan Osman İbn Maz'un'un vefatı sırasında Rasulullah ile beraber onun başında bulunan muhterem bir kadın sahabi Osman için "Allah'ın sana ikramda bulunduğuna şehadet ederim" der ve şehadette bulunduğunu söyler. Bunu gören Rasulullah, kendisini uyararak gerçeği gösterir ve şöyle buyurur: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun? Ben ona hayır umarım. Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın Rasulüyüm, ama bana yarın ne yapılacağını bilmiyorum. [194]
Ama çoğu tarikat şeyhi, o peygamberden söz alıyor, kendine ve dervişlerine cenneti garantiliyor. Hep kendisine yardım yapılmasını ve doyurulmasını istiyor, yaptığı boş vaadlerle insanların dini duygularını sömürüyor. Şefaatiyle insanları cennetlik yapacağını söylüyor ve Rasulullah'ı da iftiralarına alet ediyor.
İslam'a göre şefaatin olacağını nasslar ihbar etmektedir. Ancak bu safsata tasavvufçularm veya yanlış düşünen birtakım insanların anladığı şekilde değildir. Kuran Kerim, ahirette şefaatin olacağını söylemektedir. Ancak kafirler için şefaat sözkonusu değildir.
"Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve şefaatin bulunmadığı güngelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin. [195]"Şefaat edeceklerin şefaati onlara fayda vermez. [196]
"İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunmaz, hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye de alınmaz. Ve onlara yardım da edilmeyecektir.[197] Bu konuda ayet-i kerimeler çoktur.Ama iman ve ihlas sahibi mü'minler için şefaatin olduğunu Kur'an-ı Kerim belirtmektedir. Bunu da şu şekilde şartlara bağlamaktadır:
a- Şefaat edecek kişiye Yüce Allah'ın şefaat için izin vermesi. Çünkü hiçbir kimse kendiliğinden şefaat izin ve hakkına sahip değildir. Yüce Allah buyuruyor: "Onun izni olmadan onun nezdinde kim şefaat eder?" [198]
b- Şefaat edilecek kişiden Yüce Allah'ın razı olması. Yüce Allah buyuruyor: "Ancak razı olduğu,kişiye şefaat ederler. [199] Şefaata izin vermesi ancak kendisine şefaat edilmesine izin verdiği kişiden razı olmasıyla mümkündür. Razı olması için de o kişinin muvahhid olması lazımdır. Yüce Allah buyuruyor: "Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an'la) uyar. Çünkü onların Eabblerinden başka ne dostları, ne de şefa-atçılafı vardır. [200]
Şefaat ancak Allah'ın izni ve emri ile olabilir. Bunun dışında kimsenin hakkı ve izni yoktur. "De ki, bütün şefaat Allah'ındır. [201] Onun izni ve rızası olmadan ne bir peygamber, ne de bir melek şefaat edebilir. "Göklerde nice melek var ki, onların şefaatları dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz. [202]


[167] Hak Söz, Ferid Aydın ile söyleşi "Tasavvuf ve Nakşibendilik", 34-37, sayı,37, İstanbuir)')4, Ferid Aydın'ın Ekin Yayınları tarafından yayınlanan "Tarikatla Rabıta ve Nakşibendilik" adlı kitabı (İstanbul-19961 konuyla ilgili kalemelınaneniş kapsamlı ve konuya ilgi duyanlar tarafından mutlaka okuması gereken ciddi bir çalışmadır İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 287-295.

[168] el-Kuşeyri, er-Risaletu'l-Kuşeyrıyye, 2/735, Matbaatu Dari't-Tdif, Mısır Alnlulvaiı.ıhletaifu'l-Mİnen, 147, Mısır 1913.

[169] eş-Şaranİ, a.y.e., 146.

[170] eş-Şarani, Kavaidu's-Sufiyye, 131.

[171] eş-Şarani, a.g.e., 154.

[172] eş-Şarani, Letaifu'l-Minen, 2/103.

[173] eş-Şaranİ, Tabakatu'l-Kubra, 2/61.

[174] eş-Şarani, a.«.e., 2/61.

[175] imam Rabbani, Mektubat 1/274, 202. mektup.

[176] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/87, (4-5-6 mecmuası içinde), Erk.ım Yayınları, İstanbul 1982,

[177] Ribat Dergisi, yıl 2, Konya 1982.Kimi milliyetçi çevrelerde ve lasavvufçular arasında köpeğin el üstünde (ululan üstün bir varlık olarak görülmesine daha Önce değinmiş ve örnekler vermiştik.

[178] el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-Kuşeyriyye, 2/744, Mısır 19(>f). Şeyhlerin müridleri kahya gibi görmeleri, kendilerine hizmet etmelerini kutsallaştırmaları, şahsiyetsiz ve dilsiz bir duruma getirmeleri ve tahakküm etmeleri hakkında geniş bilgi için bkz. er-Risalelu'1-Kuşeyriyye, 2/731-751.

[179] Ahmet Yaşar Ocak, İslam-Tiirk İnançlarında Hızır Yahut Hmr-ilyas Küllü,168,Tiirk Kültürünü araştırma Enstitüsü yayınları,11 3, Ankara, 1990

[180] Çünkü o bilir, siz bilmezsiniz" anlamındaki ayete naziredir.

[181] M. Emin Kurdî, Tenviru'l-Kıılub fj Muameleli Allami'l-Ğuyub, 528-5J1. Kasım yeri yok. Fıkıh w Tasavvuf bölümleri ayrı kişiler tarafından Türkçeye çevrilmiş. Birinci bölüm Eser Neşriyat tarafından, ikinci bölüm ise Konya'da yayınlanmışım. Herhalde kitabın adında bulunan "Allamu'l-Gııyub"dan inaksal, şeyhin kendisi olsa gerektir. Çünkü bu niteliklere ancak yüce Allah sahiptir.

[182] Muhammed ibn Abdullah Hani,Âclâb,152-155,

[183] Abdu|lah üevelioğlu, Cül/.ar, Sofiyye, 270, Beyit 25. Ahmed Saki Matbaası, İstanbul, ı.irili yeriyırtılmış.

[184] Abduilah Develioftlu, a.g.e., 270,

[185] Abdulhatim Mahmud, el-Munkiz Mine'd-Dalal Şerhi ve Tasavvuli im elemeler, 71-72, Kjytlı.ıtı
Yayınlan, istanbul 1990.
Tasavvufçular dinin nasslarını heves ve kuruntularına alet edip oyuncağa çevirdikleri gibi, Levhi Mahfuz konusunu da aynı şekilde heves ve kuruntularına alet edip oyuncağa çevirmişlerdir. Bakını/ Azizud-din Nesefi (öl.700/1 300) Levhi Mahfuz nasıl anlatıyor:
"Ey derviş! insan menisi hem levh-i mahfuz, hem kit<ıp ve hem de divittir. Zira insan menisinin de iki yüzü vardır. Bir yüzü Allah'a bakar, diğer yüzü insan uzuvlannd.ıdır. Allah'a bakan yüzüne Levhi Malikiz ve kitap derler. Zira insanda meydana gelen herşey, onun menisinde yazılmıştı. Uzuvlarda olan yü^e, divit derler. Çünkü insan uzuvlarının tümü, insan menisinden meydana gelip zahir oldular ve ayrıntılı bir biçime büründüler. Menide kaldıkları sürece örtülü ve özlü idiler." Azizuddin Neşeli, Tasavvulta İnsan Meselesi-İnsan-ı Kamil, 171, Çev., Mehmet Kenar, Dergah Yayınları, Haziran 19')0, İstanbul.

[186] Abdullah Develioğkı, Gülzar-ı Sofiyye, 298, beyit 38, Şeyh-mürid konusunda söylenenlerin benzerleri içİnbkz. 331, beyit 48, 326, beyit 55.

[187] İbn Arabi, Tedbiral, 22d-227'den naklen. A. P.ıtacios, a.g.e. 140-141

[188] Suh re verdi, Av.ırifu'l-Maarif, 203-206, İhya sonuncu.

[189] Sühreverdi, a.f;.e., 1 97-20.1, İhya sonunda.

[190] Ahmecl Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Hürriyet Yayınları, İslanbtı! 1<)73. Tasavvufun Uranlıklarına aşık olan ve insanlara kurtuluş yolu oîarak sunanların bunlar üzerinde ciddi düşünmeleri gerekir.

[191] K,ısas,5fı.

[192] Zümer,44.

[193] Buhari, Vesaya, 1 i, Telsini Şuralı, 26, İbn Moce, Vesaya .

[194] Buhari, Cenaiz 3, Şehadat 30, Menakibıı'l-Ensar, 46, T.Vhir 1 :i.
Vahyin bilinmediği yerlerde Rasulullahın ahirelle olup bilenleri bilmesi bir yana, karşısındakinin kalbinde olan şeyleri yahtıl niyeti bile bilmediğini açıkça belirtmekledir. Nitekim iki kişinin davasına baktığı bir sırada onlara şöyle buyLirmdktadır:"Yarınnıak için bana geliyorsunuz.ISİrınu dikerinden daha jUizel konuşabilir.Söküne bakarak, kardeşinin hakkı olan bir şeyi kendisine verirsem, onun ateşten bir parça olduğunu bilsin ve almasın ", Ikıhari, Şehadal,27, Hiyel.10, Ahkam.20, Muslini, Aktlivt',4, fini Davud, Akdiye,7,Tirrni/_i, Ahkam,14, Nesai, Kudat,13,Xî, İbn Mace, Ahkam,.">. (lörüldü^ü j;ıbi, Kasulııl-lah kalb okumuyor, ve fta\bı bilmiyor.Zalen gaylıı bilmediğini ayetler kesin olarak onaya koymakladır

[195] B.ıkara,254.

[196] Müddessir,48.

[197] Bakara,48.

[198] Bakara,255

[199] Enbiya,28.

[200] En'am,51.

[201] Zümer,44

[202] Necm,26. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 295-304.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
XI. Tasavvufçuların Kabirlerle Tevessül Etmeleri


İslam, tevhide gölge düşürecek ve şirke yol açabilecek bütün şeyleri yasaklamıştır. Bunlardan biri ölülerin kabirlerinin tapınak haline getirilmesi veya hayır ve şer, fayda ve zarar işlerde onlara dua edilerek yardım dilenmesi veya onlardan bir şeyin istenmesi olayıdır. İslam bu gibi şeyleri kesin olarak yasaklamış ve önlenmesi için de gerekli bütün tedbirleri almıştır. Çünkü bu gibi şeyler şirke kapı açan şeylerden kabul edilmiştir.
"Sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva', Yeğus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin[203] ayetinin tefsirinde İbn Abbas ve seleften başkalarının şöyle dediği nakledilmiştir. "Bu isimler önceleri Nuh kavminden salih olan kişilerin isimleri idi. Öldükten sonra insanlar kabirlerini kutsalıhtırmış, sonra heykellerim yaparak ibadet etmişlerdir. Putperestliğin başbudur.[204]
Onun için Hz. Peygamber, kabirlerin namazgah edinilmesini yasaklamış şöyle buyurmuştur: "Allah'ım kabrimi ibadet edilen bir put yapma. Peygamberlerinin kabirlerini namazgah edinen milletlere Allah'ın gazabı çetin olmuştur. [205]
Buharı ve Müslim'de şöyle rivayet edilmiştir: "Allah, Yahudi ve Hristi-vanlara lanet etmiştir. Peygamberlerinin kabirlerini mescidler edindiler. [206]
Yine Müslim'de vefatından beş gün önce şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sizden öncekiler, kabirlerini mescid edinirlerdi. Sakın kabirleri mescidler edinmeyin. Bundan sizi nehyediyorum. [207]
Buhari ve Müslim'de vefatına yakın Hz. Peygambere Habeşistan'da içinde resimler bulunan çok güzel bir kilisenin bulunduğu söylenince, şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Onlar, iyilerinden biri öldüğü zaman kabri üzerine bir mescid yapar ve üzerinde resimler çizerler. Kıyamet günü Allah'ın yanında insanların en kötüleridirler. [208]
Kabirlerin tapınak edinilmesini yasakladığı gibi, onlar üzerine bina yapılmasını da yasaklamıştır. [209] Aynı şekilde kabirlerin yerin seviyesinden bir karıştan fazla yükseltilmesini de yasaklamış bulunmaktadır. [210] Yine kabirlerin alçılanmasını, badana edilmesini veya kireçle bina yapılmasını da yasaklamıştır. [211] Kabirler üzerine oturmayı ve onlara yönelik namaz kılmayı da yasaklamıştır. [212]
Bu konuda rivayetler çoktur. Müslim'de şöyle rivayet edilmektedir: "E-bu Heyyac şöyle demiştir: Ali ibn Ebi Talib şöyle dedi: Rasulullah'ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Tarumar etmediğin hiçbirheykel ve yerin seviyesinde düzlemediğin hiçbir kabir bırakmayacaksın.[213] Yine Müslim'de bir rivayette şöyle denilmektedir: "Fadala İbn Ubeyd ]\v beraber Rum diyarında Rodos'ta bulunuyorduk. Derken bir arkadaşımız vefat etti. Bunun üzerine Fadala ibn Ubeyd emir vererek kabrini düz yaptırdı Sonra şunu söyledi: Ben Rasulullah'ı kabirlerin yerle bir yapılmasını emir buyururken işittim. [214]
Görüldüğü gibi, islam tevhide gölge düşürecek veya şirke götürecek bütün şeyleri yasaklamıştır. Kabirlerin mescid haline getirilmesi, yükseltilmesi, onlara doğru namazın kılınması, alçılanması veya badana yapılmasını da yasaklamış bulunmaktadır. Nitekim daha önceki milletlerin kabirler hakkında islam'ın yasakladığı şekillerde davrandıkları için saptıklarını da belirtmiş ve Allah'ın bu yüzden onlara lanet ettiğini ifade etmiştir. Durum böyle iken, İslam aleminde kabirlerin yükseltilmesi, üzerine kubbe ve binaların yapılması, ziyaretgah, hatta tapınak haline getirilmesi bidattan başka birşey değildir.
İslam'a göre ölülerin bu hayatla hiçbir ilişkisi kalmadığı gibi yaşayanların söylediklerini duymaları ve herhangi bir tasarrufta bulunmaları da mümkün değildir. Kiır'an ve Sünnet bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Sen kabirdekilere duyurucu değilsin. [215]"Sen ölülere, arkasını dönü]) kaçarken işitmek istemeyen sağırlara çağrıyı işittiremezsin! [216] Kuran'ı Kerim açık bir şekilde ölülere sesi duyurmanın ve çağrıyı ulaştırmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Hz. Peygamberin bunu yapması mümkün olmadığına göre, bir başkasının böyle bir şeyi yapması hiç mümkün olmaz.
Buhari, Abdullah ibn Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: "Rasulullah, Bedir'de öldürülen müşriklerin atıldığı çukurun başına geldi ve şöyle dedi: Rabbinizin size vadettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Ona, Ölülere mi sesleniyorsun? denilince, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz, ama cevap veremezler, dedi. [217]
Müslim'de bu olay şöyle anlatılmaktadır: "Rasulullah, Bedir'de öldürülenmüşriklerin cenazelerini üç gün Öylece bıraktı. Sonra bu ölülerin yanında durarak "Ey Ebu Cehl îbn Hişam! Ey Utbe İbn Rabia! Ey Şeybe İbn Rabia! Rabbinizin vadettiği azabı hak buldunuz değil mi? Şüphesiz ben, Rabbimin bana vadettiğinin hak olduğunu gördüm. Ömer, Rasulullah'ın bu sözlerini işitince; Ey Allah'ın Rasulü! Bunlar sizin sözlerinizi nasıl işitirler? Birer leş haline gelmişken sizin söylediğinize nasıl cevap verirler? dedi. Rasulul-lah,"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki siz benim sözlerimi onlardan fazla işitir değilsiniz, ama cevap verme gücüne sahip değildirler" dedi. Sonra Rasulullah'ın emriyle toplanıp Bedir çukuruna atıldılar.[218]
Buhari, yukarıdaki rivayetlerle ilgili olarak Hz. Aişe'nin şöyle dediğini riavayet etmektedir. "Rasulullah, Bedir maktulleri işitir demedi, belki bu Ölüler kendilerine söylemekte olduğum sözümün hak ve doğru olduğunu şimdi biliyorlar, dedi. Nitekim Yüce Allah "Sen sözünü ölülere duyuramaz-sın" buyurmuştur[219]
«Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, iki çeşit ölü var; Biri, bedenen Ölmüş ve ruhen dünya hayatı ile ilişiğini tamamen kesmiş olan gerçek Ölüler. Diğeri de beden itibariyle canlı ve yaşamı devam ediyor olmasına rağmen, kalp, göz ve kulak... gibi algılama ve idrak etme yetenekleri atıl bırakıldığı ve işlevlerini yapmadıkları için mecazi olarak ölmüş kabul edilen kafirler. Bunlar hayatta olmalarına rağmen kabirdeki ölülere benzetilmektedirler.
Hakiki manada ölülere ne Hz. Peygamberin işittirme görevi var, ne de onlar kendilerine söyleneni duyma özelliğine sahiptirler. Artık onlar iş ve sorumluluktan tamamen düşmüş,- Hadislere göre sadaka-İ cariye, kendisinden faydalanılan ilim ve lehinde dua edecek hayırlı eviat sahipleri hari[220] amel defterleri kapanmış, iyilik ya da kötülük, hiçbir şey yapamaz durumdaki cesetlerdir. Onlardan hiçbir şey beklenemeyeceği gibi, vasiyetlerinin yerine getirilmesi ve hayır dua etmenin dışında onlara başka bir iyilik de yapılamaz. Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere ve vahye kulak vermeyip dünya hayatını boşageçirmiş, geçici olarak verilen ömrü ve imkanları gerektiği biçimde değerlendrrme-miş olanlar, ölüp gerçekle yüzyüze geldikleri zaman pişmanlıkları sebebiyle tekrar dünyaya döndürülmelerini isteyeceklerinden sıkça bahsedilmiştir. Bütün bunlardan alaşılıyor ki, ölen kimse için yeniden birşeyler yapma imkanı kalmamıştır. İstemelerine rağmen yeniden dünyaya döndürülmeyecekler, yaptıkları kötülükleri südiremeyecek, Allah'ı hoşnut edecek düzgün iş yapamayacaklar. Allah Teala'nın, Kur'an'a karşı tavır almış, onu dinlemek ve anlamak istemeyen gayri muslimlere tehdit ve kahır dolu şu ifadesi karşısında müslümanlar her halde çok çok düşünmeli ve şu ayetin muhataplarının durumuna düşmekten kaçınmalıdırlar:
"Hakka karşı kulaklarını kapatıp bilerek sağır, gözünü kapatıp kör ve apaçık haktan uzaklaşmış olanlara sen mi Kur'an'ı işittireceksin?[221] Kaldıki, hakikati görmeyen kör, anlamayan sağır Kur'an'ı dinlese ona ne fayda verir ki!
"Onlardan, Kur'an okuduğun zaman seni dinleyenler de var! Şayet ekletmiyorlarsa, sağırlara sen mi işittireceksin? [222]
Sonuç olarak, Kur'an'ı amacına uygun ve istenilen tarzda okuyup işitmeyen, kavramayan ve yaşamayanlar, onun emir ve yasakları karşısında ölüden farksız olmadıklarını da bilmelidirler. Çünkü ancak ölüler ve sağırlar söyleneni işitmezler. O sebeple ne bedenen ölmüş ve dünya ile alakasını kesmiş olanlara, ne de manen ölü sayılanlara Kur'an'ı işittirmek ve anlatmak mümkündür. Onu, anlama imkanları var iken, kasıtlı olarak anlamadan okuyanlarla, anlamak istemeyenler arasında, netice bakımından hemen hemen hiç fark yok gibidirlSonuçta her ikisi de Ölüler zümresinden sayılmaktadırlar! [223]
İslam'a göre ölülerin durumu böyle iken, Onlara seslenme, onlara sığınma, onlardan yardım isteme ve kabirlerini takdis ederek hayatta tasarruf ettiklerine inanma bid'atı acaba nereden çıkmıştır?
Bu konudaki ilk yanlışlar aşırı şia taraftarlarınca ve gittikçe kurumla-şan tasavvuf bağlılarınca gerçekleştirilmiştir. Kabirlerin üzerine bina yapmayı, ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf eder gibi ziyaret edip taş ve demirleriyle teberrük etmeyi şiarları yapmışlardır. Daha sonra ölülerden medet istemeyi ve hayatlarında etkili olduklarına inanmayı inançlarının bir parçası kabul etmişlerdir. Mesela tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Ker-hi'nin kabrini, duaların kabul edilmesi ve ihtiyaçların giderilmesi için ziyaret yeri yapmışlardır. Nitekim tasavvuf çul arın en akıllılarından kabul edilen el-Kuşeyri Risale'sinde "Bağdad halkı Marufun kabri için Marufun ]cabri denenmiş bir ilaçtır" demektedir.[224] Onun için neredeyse meşhur hiçbir tasavvufçu yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe veya bina yapılıp ziyaretgah haline getirilmemiş olsun.
Kabirler ve Ölülerle oturup kalkan birtakım çevrelerle şeytanların nasıl oynadığını alimler örneklerle anlatmışlardır. Mesela puta tapanlarla şeytanlar konuştuğu gibi bir ölüden yardım isteyen yahut bir ölüyü çağıran ve onunla dua edenlerle de şeytanlar konuşmakta ve aldatmaktadır. Tasavvuf-çular bu konuda bir de "İşlerin içinden çıkamadığınız zaman ölülerden yardım isteyiniz" hadisini uydurmuşlardır. Halbuki bunu söyleyenler, şirkin kapısını açtıklarının belki de farkında değildirler.
Bunun için hadisler uydurdukları gibi, meşhurlarından birtakım haberler de rivayet etmişlerdir. Mesela, eş-Şarani'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah bir velinin kabrine insanların ihtiyaçlarını görecek bir melek görevlendirir[225]" eş-Şarani, Şemseddin el-Hanefi'nin son hastalığında şöyle dediğini belirtmektedir; "Kimin bir ihtiyacı olursa, kabrime gelsin ve istesin. Onun ihtiyacını gideririm. Benimle onun arasında sadece yarım metrelik bir toprak vardır. Kendisini arkadaşlarından yarım metre toprağın ayırdığı adam, adam değildir. [226]
Said Nursi, Gavsı Azam (en büyük kurtarıcı) olarak nitelediği Abdulka-dir Geylani'nin şu sözlerini nakletmektedir:
"Her zorluk ve dehşet anında bizimle tevessül et.
Her şeyde her zaman himmetimle imdadına koşarım,
Müridimi korktuğu her şeyden kurtarır.
Her fitne ve serden kendisini korurum.
Müridim doğuda da olsa, batıda da olsa
Hangi memlekette olursa olsun, imdadına koşarım,
Ey şiirimi okuyan kişi, hiç korkmadan bunu söyle
Şüphesiz inayetin gözü ife koruma altındasın,
Zamanın Abdulkadir'i ve Allah için ihlash ot
Mutlu ve gerçekten beni sevmiş olarak yaşarsın.[227]
Geylani'nin her zaman ve her yerde müridlerinin imdadına koştuğu ve kendisiyle tevessül edenleri koruduğunu açık bir şekilde söylemektedir.
Putperestler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve bid'atçılarm kabirlerin yakınlarında olağandışı birtakım halleri olmaktadır. Bu halleri sözkonusu insanlar keramet sanmaktadırlar. Halbuki şeytan sapık amellerini onlara süslemiş ve aldatmıştır. Mesela kabrin yanına birtakım bezler bırakırlar, bir süre sonra geldiklerinde bu bezlerin düğüm haline geldiğini yahut bırakıp gittikleri delinin akıllandığını ve şeytanın etkisinden kurtulduğunu düşünürler. Yahut birileri kabrin yarılıp içinden bir insanın çıktığını ve onun imdadına koşanın ölü olduğunu sanır. Bu ve benzeri pekçok olay, şeytan tarafından insanların saptırılması için tezgahlanmış ve insanlar aldatılmış olmaktadır. [228]
Ölülerle tevessülü savunan tasavvufçularm sarıldıkları bütün rivayetlerde müslümanların ölülerle tevessül ettiğine dair bir şey yoktur. Yağmur duasında ashap Rasulullah'la tevessül etmiştir. Yani Rasulullah'la beraber Allah'a dua etmişlerdir. Rasulullah vefat ettikten sonra da Rasulullah'ın ölüsü ile değil, amcası Abbas'la tevessül etmişlerdir. Rasulullah'ın sağlığında onunla tevessül ediyorduk, öldükten sonra da onunla tevessül edelim, dememişlerdir. Onun yerine amcası Hz. Abbas'ı yanlarına alarak onunla tevessül etmiş, yani birlikte Allah'a dua etmişlerdir. Rasulullah onlara"Ben öldükten sonra da benimle tevessül edin" dememiştir.
Bu da gösteriyor ki gözlerinin açılması için Rasulullah'a gelip dua etmesini isteyen kişiye Rasulullah'ın vefatından sonra da kendisiyle tevessül etmesini söyleyen rivayet doğru değildir. Ashaptan yağmur duasına iki defa çıkan kalabalık topluluğun söylediklerine aykırı bulunmaktadır. Yani gözleri görmeyen tek kişiden gelen rivayet, ashaptan iki topluluktan gelen rivayetle çelişmektedir. Mütevatir derecesinde değilse bile, iki topluluğun şahit olduğu bu olay en azından meşhur haber olup gözleri görmeyen tek kişinin haberini, yani vahid haberi iptal etmektedir. Gözleri görmeyen kişinin Rnllah'ın vefatından sonra onunla tevessül etmesinin Rasulullah'a mahsus
durum olarak değerlendirmek isteyenlere katılmadığımızı Özellikle beisteriz.Çünkü Rasulullah peygamberlik görevini hayatında gerçektirmiş ve mucize olayı bitmiştir. Vefatından sonra Rasulullah'ın böyle bir carrufu da sözkonusu değildir. Nitekim.vefatından sonra ashaptan en ya-. arkadaşlarının başına gelen en acımasız felaket ve musibetlerde hiçbir koruması olmamıştır. Hz. Ömer, Hz. Ali ve can ciğeri Hz. Hüseyin şehid edilirken hiçbir koruması ve yardımı dokunmamıştır. Onun için vefatından sonra da gözleri görmeyen kişiye yardım edeceğini söyleyen rivayetin doğru olması mümkün değildir.
Başka yerlerde de belirtildiği gibi "Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve O'na vesile arayın. Kurtulmanız için O'nun yolunda cihad edin[229] ayetinin tasavvuf çul arın iddia ettiği gibi aracılar edinmekle hiçbir ilgisi yoktur. Bektaşi gibi ayetin yarısında durulmazsa, sonunda Allah'a götürecek vesilenin Onun yolunda cihad etmek olduğu açıkça görülür. Tasavvufçularm sapık batini tevilleri dışında, bütün tefsirler O'na götürecek yolun ibadet ve taat ve bütün ibadetlerin en üstünü olan cihad olduğunu söylemektedir. Bunu başka şekilde anlamak için herhalde kötü niyetli yahut sapık zihniyetli olmak gerekir.
Tasavvuf çul ar, Müslümanların dünyasını vahşet, korku, dehşet ve İslam adına işlenen cinayetlerle dolu bir mezarlık yapmaya çabalamaktadır. Müslümanların gönüllerini kabir ve gayelerini de kabirler yapmak için gayret etmektedir. Hayatın tümünü kabirlerdeki leşlere ve kabir meçhullerine kurban yapmak için Müslümanları teşvik etmektedir, Mısır'da bir hafta geçmiyor ki, tasavvufçular şirk mitolojilerine inanan ve sevenleri bir kabrin ba-şmda toplamış olmasın. Yatırların başında toplanır, onun hamdi ile teşbih eder, tevazu ve huşu içinde kemiklerine yalvarır, İslam'ın yasakladığı günahları işler .ve gecenin karanlığında fücur ve masiyet bataklığına dalar çıkarlar. Bunlara da mevlidler yahut Ölümsüz yıldönümleri ve hatıra günleri adını verirler. Tören bitmeden veya dağılmadan önce mutlaka bir kabrin ke-mikleriyle en kısa zamanda nasıl ihtilaf edeceklerini kararlaştırırlar. Tasav-vufçunun üzerinden geçen hiçbir gece veya doğan hiçbir gündüz yoktur ki, onda kalbi bir kabrin kemiklerine bağlı olmasın veya yatır anıtına içinde özlem duymamış olsun. Hiçbir tasavvufçu yoktur ki, oturur ve kalkarken, iner ve binerken bir kabir ile istiğase etmesin veya ondan meded ummasın. Gece gündüz, oturur ve kalkarken, evde ve sokakta, her zaman ve her yerde tasavvufçularm gönlünde yatan arslan kabirlerdir. Kabirler, kabirler, kabirler...!
Tasavvufçuların dünyası işte budur. Onlarla yaşar, onlar için ölür ve on lar için oturur kalkarlar. Onların temenni edecekleri en hayırlı şey, herhalde saat başı bir kabir mevlidi ve bir yatır bayramı olması için bütün müslü manların ölmesini istemektir. Onun için tasavvufçulara daha çok kabir bav ramları ve mezar törenleri kazandırmak, kafataslarma daha fazla adakla)-sunmak için müslümanlar kendilerini öldürmeleri gerekiyor!. [230]


[203] Nub,23.

[204] İbn Teynııyye, el-Fıırkan Beyne Evliyai'r-Rahman ve Evliydi'ş-Şeylan. 141.

[205] Muvaü,ı, Sefer 85, yine İbn Hanbel, 2/246

[206] Bııhari, Cen.ıi/., (>1-b2-%, Enbiyn, 50, Sakıt 4B; Müslim, Mesacid I')-2J, başkaları d.ı rivayet etmiştir.

[207] Muslinı, Mes.uiıl, 2.!, Kabirleri yerden fazla yükseltmeyi yasaklayan İndisler ve İslam'ın uygırl.ı-ın.ıkırı hakkında ı;enış bil^i için bkz. Mııhammed İbn Ali e.s.-Şevk<ıni, Şerluı's-Sudur ti "l.ıhnmi R.ıl'il-Kubur, 1-13, er-kesailu's-Sp|el'iyye ti İhyai Sunneli Hayri'l-lîeriyye, içinde, Mevrut 11) ît).

[208] Huhari, Salat 48, ^4; Men.ıkibu'l-Ensar, 37; Müslim, Mesactd İd; Nes.ıi, Mesai id, I fi; ibn Hanbel, h/51.

[209] İbn M.ıee, Cenaiz,4.S.

[210] İbn H,ınbel,18

[211] Muslim, Cenaiz 94-95; Tirmizi, Cenaiz 5fl: Nesai, Cenaiz 97,98; ibn M.ue, On.ıiz. 43; İbn I l.ınbel. J/299.

[212] Muslim, Cenaiz, 97-98, Ebu Oavud, Cenaiz, Wi; Tirmizi, Cenniz, 57, Nesai, Kıble, 1 1.

[213] Muslim Cenaiz, 93; E bu Diivııd, Cenaiz, 68; Tirmtzi, Cenaiz, 56; İbn 1/111,139

[214] Müslim, CenaİA 92; Ebu Davud, Cenaiz 68; Nesai, Cenaiz '-}'>. Hu konularda b.Jbk.ı rivayetler ve .ilimlerin görüşleri için bakınız: Ahmet! Davtıdoğlu, Müslim Tercüme ve Şerhi, Cen.ıi/ ve Mesacid bölülen, c..î, 5. İbn Teymiyye, Mecmııu'l-Felava, 1 ]/2İY329'S, Kabirlerle tevessülün haramhf dair yine bakını/. Muhammed İbn Ali eş-$evkani, ed-Dıırru'n-Nadid fi İlılasi Kelimeli'l-levhid, 1-47, er-Resailu's-Selcliyyc, içinde Daru'f-Kütübi'l-ilmiyye, I3eyrııl, 1930.

[215] Fatır,22

[216] Neml,80, Rum,51

[217] fîuhari, Cenaiz,87, Meğazi,8,12,Tecridi Sarih,4/577, Dİ13.Yayınları, Ankara 1968

[218] Musltm, Cennet,7d,77

[219] Tecridi sarih,4/579,Hadis olarak nakledilen rivayellerin Kur'an'ın açık ifadelerine aykırı olmamam gerektiğini gösteren en açık örneklerden biri de budur.Hz,Aişe İm gerçeği büyük bir ustalıkla yakalıyor ve yapılan yanlışları tashih ediyor.Birtakım hadis sarihleri, İbn Ömer'in Bedir'de bulunduğu Halde l-lz.Aişe'nin orada ruuır bulunmadığını belirterek İbn Ömer'in söylediğinin dah.ı isabetli olduğunu, savunuyorsa da, Kur'an ve Sünnet'in çatıştırılm.ıması açısından Hz.Aişe'nin olayı daha iyi .^iplettiği ve aktardığı açıktır.Runun dışındaki yorumların tutarlılığı yoktur.Hz.Aişe'ntn bu özelliği, her halde devamlı Rasıılullahla beraber olmasından ileri gelmektedir. Nitekim riayetlerde kimi ashabın yaptığı yanlışlarla ilgili Hz.Aişe'nin düzeltmelerini ez-Zerkesi, el-İcabe il ma istedraketluı At$e alaVSahabe, isimli bir kitapta toplamıştır.

[220] Mııslim, Vasiyyet,14, Ebu Davud, Vesaya,14,Tirmizi, Ahkam,3f>, Yine bakını/, Nevevi, Muslini Şerhi,2/303

[221] Zuhruf,4O

[222] Yunus,42,

[223] Dr.Zeki Duman, Kur'.ın ve Miislüm,!nlI)r,H>4-l6f>, Fecir yayınevi, Ankara 1996

[224] el-Kuşeyri, er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, 1/60, Daru'l-Kütübi'l-Hadise, 1966

[225] Hüseyin İbn Mehdi el-Guneymi, Mearicu'1-Elb.ıb fi Menahtd'l-I lakkı veVSav,ıb,4;i, Kiınıint;-ham,l988

[226] Hüseyin ibn Mehdi el-Cıtneymi, a.g.e.48, Bundan daha tuhafı şu sozierdir:"li.t/ı /.ıll.ırm kevline göre, ziyaret edilen aslında Allahu Tealanın sıfatıdır.Orada yatan değil.Çünkü <> bir yönü ite ianidir.Eriyıp çürümeye mahkumdur.Sıfata gelince;O bakidir, erimez,çürüme;;, fena bulmaz" e$-$arani, ei-lahakalu'l-Kubra,3/1537,Ter.Abduikadir Akçiçek, Cümle, İstanbul 1985

[227] BedkıZ4iam.ın S.ıid Nursi, Ris.ıle-i Nur Külliyatı,2/2083, Sikke-i T,is.dik-i (.'..tybi'nın Sekicimi LenV.ısı.Nesil, İstanbul 1996Said Nıırsi,Ğeylnnt'nin yüzyıllar öncekinden üelecefii bildirini, tit'tr ve ehced htjs.ipl.ınn<ı w her türlü Hurufiliğe kaşvumrnk kendisini, Ris.ıle-i Nıır'u w talebelerini birer birer i^ırel elti&mı sövlemeyı de ihrrj.il etmemektedir. Bkz.a.ıı.e.2/283-282

[228] Şeytanın bu nevi aldatmaları için b.ıkınız: ibn Teymıyye, el-Fıırk,ın U7-I4.S, el-Mektebu'l-İsl.ımı, Beyrut I 390

[229] Maide,35

[230] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 304-312.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
XII. Tasavvufta Kutupluk


Mitolojik bir masal! Yüce Allah'ı rububiyyet ve uluhiyyetten soyutlanın ve felsefede "Akl-ı evvel", Hristiyanlıkta "Kelime" ve tasavvufta "Kutup" olarak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirilen bir uydurma!..
Bu masala göre kutup, ferdiyet makamına oturan en mükemmel insan yahut yeryüzünde her zaman Allah'ın nazargahı olup bütün varlıkların işle-rinin elinde meydana geldiği tek kişidir. Açık ve gizli yardımcılarıyla birlikte ruhun vücutta yayılması gibi bütün kainatta sirayet eder, ulvi ve süfli alem üzerine hayat ruhunu saçar. Darda kalan kişilerin kendisine sığınması ve ondan imdat istemesinden dolayı Gavs olarak da adlandırılır.
Tasavvufçulara göre kutup iki türlüdür. Biri duyularla algılanan (hissedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kutup budur. Diğeri ise kadîm yahut manevî kutuptur. Bu da Hakikat-i Muhammediyye'dir. el-Kaşanî şöyle diyor: "Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nisbetle kutuptur ki, ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şehadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nisbetle kutuptur ki, onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar. Bu da şehadet aleminde birbirini takip eden kutupların kutbudur. Ondan önce ne bir kutup olur ne de yerine başkası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım' ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur.[231]
Ticani tarikatının şeyhi Ahmet et-Ticani şöyle diyor: "Kutupluk, bütün ayrıntılarına kadar alemin tümünde Hakk'a (Allah'a) hilafeti uzma-dır. Kutup, Rabb'ın ilah olduğu her yerde işlerin idaresi ve Allah'ın uluhiyyeti altında olan herkes hakkında hükmün yerine getirilmesidir.
Allah'tan ne olursa olsun, yaratıklara her şey ancak kutbun hükmü ile ulaşır. Zerresine varıncaya kadar alemdeki her varlığın varlığını sürdürmesi kutbun ruhaniyeli ile olur. Kutupsuz bütün kainat, ruhu olmayan hayaletlerden ibaret olur. Bütün varlıklann ruh ve hayal kazanmaları ancak kutbun onlarda hakim olmasıyla mümkündür.
Evliyanın mertebelerinde de kutup tasarruf eder. Onun zevki dışında ariflerin ve evliyanın hiçbir mertebesi otmaz. Hepsinde tasarruf eden ve sahiplerine kaynaklık eden odur. Bütün alem onun sayesinde rahmet görür. Varlıkların varlıklarını devam ettirmeleri ancak onun sayesindedir. Bu da ondan bütün kullara bir rahmettir. Alemde var olması, külli ruh için bir hayattır. Allah, uivi ve süfli alemleri onun nefe-siyie destekler. Zatı soyut ve aynadır. Herkes istediğini onda görür.[232]"Allah'ın kutba ikramlarından biri, alemin varlığından önce ve sonrasının bilgisini öğretmesi, nihayeti olmayanı bildirmesidir. Bütün varlıkların nizamının kendisiyle kaim olduğu bütün isimleri ona öğretmesidir. Allah'ın bütün sırlarına muttali kılması, bütün feyizlerini ona vermesi ve ilminin ihata ettiği herşeyi ona bildirmesidir. [233]"Hiçbir dönemde Kutbu'l-Aktap ile peygamberler arasında bir perde bulunmaz. Allah'ın peygamberi gayb ve şehadet aleminde nerede olursa olstın, Kutbu'l-Aktab'ın gözü onu görmekte ve ona bakmaktadır. Hiçbir lahza ondan gizli kalmaz. [234]
Tasavvufçuların tanrılaştırdığı, kendisinden tapılan, korkulan ve umulan bir rab meydana getirdiği bu masal hakkında bir kanaat sahibi olmak için bunlar yeterlidir.[235]


a. Kutbun Yardımcıları


1- İmâmân (İki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekut, diğeri mülk alemi ile görevlidir.
2- Evtadı Erbaa {dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zamanın kutbu ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'1-Ak-tab'tan bir feyizdir. Bunlar ölecek olursa, bütün alem bozulur.
3- Ebdal (bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir hakikattir. Sayılan kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi İrak'tadır. (Diğerleri herhalde kayıplara karışmış)
4- Nuceba' (Soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısırdır. İsleri yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.
5- Nukeba' (Başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz olduğu söylenir. Görevleri, yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır.[236]
Tasavvufçularm hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi bunlardır, insanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında tasarruf yetkileri olduğunu telkin etmek için uydurdukları masal ülkesi budur. Yaşayanların iman ve nzıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için tasavvufçularm Allah'ın egemenliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların ruhları, nzıkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah'a, peygamberlere ve melekleriene ne kalmış olur? Başka bir ifade ile, Allah'a, peygamberlere ve meleklere ne ihtiyaç kalır.[237] Allah, zalimlerin uydurduklarından münezzehtir. Yerlerin ve göklerin mülkü ve hakimiyeti O'nundur.
Bu masalı bir de Molla Cami'den dinleyelim. Bilindiği gibi Molla Cami, nerede bir batını varsa, hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'1-Üns Min Hadarit'1-Kuds kitabına almıştır. Günümüz harfleriyle de Türkçe tercümesi olduğu için bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun meşhurlarından biri olarak bu masalı bir de ondan dinleyelim:
"Şeyh Muhyiddin Arabi'den şöyle nakledilmiştir: Hakikatta Hz. Muhammed'in ku-tubları iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi'setinden Önce olanlardır. Bunlar sayıları üçyüz onüç tane ofan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar oniki kutubdur. Yani oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bîr peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir tarafta, yedi bölgedeki ebdal gibi, insanfardan bir topluluğun işi bir kutba havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da iklimin kutbudur. Bunlar dört evtad gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi muhafaza ediyor. Halkı mü'min veya kafir her memlekelin bir kutbu olduğu gibi, Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder. Yine makam sahiplerinden her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur. Onlara Kutbu'i-Arifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'1-Müte-vekkifin, Kutbu'z-Zahidin, Kutbu'l-Abidin denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutup bu ümmetin işierini üzerine almışlardır. [238] Nitekim alemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir. İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır.gunlar bir topluluktur ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlardandır. Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı. On iki kutup şunlardır:
1- Hz. Nuh'un izinde olanlar. (Sıfatlan sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla donatılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutupların da sıfatları sayılmaktadır.) 2- Hz. ibrahim'in izinde olanlar. 3- Hz. Musa'nın izinde olanlar. 4- Hz. İsa'nın izinde olanlar. 5-Hz. Davud'un izinde olanlar. 6- Hz. Süleyman'ın izinde olanlar. 7- Hz. Eyyub'un izinde olanlar. 8- Hz. İlyas'ın izinde olanlar. 9- Hz. Lutün izinde olanlar. 10- Hz. Hud'un izinde olanlar. 11- Hz. Salih'in izinde olanlar. 12- Hz. Şuayb'ın izinde olanlar. (Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf alanları, yetkileri anlatılmaktadır).
Futuhat-ı Mekkiyye'de ayrıca Recebiler denilen ehlullah'tan bir zümre anlatılır. Bunlar kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler onlar üzerine çökmüş gibi bir kenar çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne ayak üzerinde durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok tecelliler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir, (ibn Arabi'nin onlardan birini gördüğünü, bu Receb'in rafızileri simalarından tanıdığını kaydeder). İmamân; iki şahıstır. Biri Gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları alemi mele-kutadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Hazarları alemi melekedir. Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu imam Abdurrab'dan raha faziletlidir. Evtad: Alemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abduimürid'dir. Biri de güneydedir ve adı Abdulkadir'dir.[239]
(Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba, rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır). Üçler, yediler, kırklar gibi halk arasıda yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor. Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında Örülen masallar ve uydurulan hikayeler de bu inançlara dayanmaktadır. Çünkü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba, rukeba, evtad, ebdal, ak-tab, gavs, gavsı a'zam gibi batini şii memleketin kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf şii-batıniliğin aldatıcı maskesinden ibaret değil midir?
Kutup, gavs, ebdal, evtad, gibi tasavvufi çevrelerin dilinde dolaşan bu isimlerin dinden hiçbir delili yoktur. Bunlarla ilgili söylenen şeylerin tümü uydurmadır. Bu konuda İbn Teymiyye şöyle demektedir:
"Fasrkların ve halktan birçokların dilinde dolaşan Mekke'deki gavs, dört evtad, yeçjj kutup, kırk ebdal, üç nuceba isimleri ne Allah'ın kitabı Kur'an'da mevcuttur, ne de sahih, hatta ebdal lafzının hamledileceği zayıf bir senedle Rasulullah'dan rivayet edilmiştir.[240]
"Bu kişilerin Rasuluilah'dan sonra olduğu iddia edilirse, iddia sahiplerine şunu sormak gerekir; Bunlar ne zaman var oldular? Onların ilki kimdir? Kur'an'dan veya altı hadis kitabından hangi delile dayanmaktadırlar? İlk üç nesilde bu sınıflar iddia edilen sayılarda hangi mütevatir icma ile sabit olmuştur ki bunların varlığına inanalım? Bilindiği gibi akaid konuları ancak kitap, sünnet ve ümmetin icmaı ile sabit olur. iddia sahiplerine "Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin" diyoruz. Bu seri dört çeşit . delille ispat etmezlerse, şüphesiz yalancıdırlar ve yalanlanna da inanmıyoruz. [241] "Kim yer yüzündekilerin sıkıntılarının giderilmesi ve üzerlerine rahmetin inmesi için ihtiyaçlarını önce üçyüz'e, onlar da yetmiş'e, onlar da kırk'a. onlar da yedi'ye, onlar da dörd'e, onlar da ğavs'a bildirdiklerini iddia ederse, yalancıdır, dalalettedir, müşriktir. [242]
"Bu mertebeleri iddia edenler bazı yönlerden Rafızileri taklit etmektedirler. Hatta bu sayılar ve bu sıralama bazı yönlerden İsmailiyye ve Nusayriyye'nin Sabık, Tali, Na-tık, Esas, Cesed gibi Allah'ın bildirmediği tasniflerine benzemektedir. [243]


b. İbn Arabi En Büyük Kutup


Aktab, evtad ve ebdal için İbn Arabi, bu nitelikleri saydıktan sonra haliyle kendini bu unvanlardan biriyle niteleyecektir. Ne var ki aşağı bir unvanı yahut küçük bir mertebeyi kendine yakıştıracağını sanmayınız. Onun için kendisinden büyük bir kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak kendini ilan etmekte ve şöyle demektedir:
"Bu asırda ubudiyet makamında benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu bilmiyorum. Çünkü Rasulullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe ulaştım. Ben, alemde hiçbir kimse üzerinde rububiyetin bir hevesi olduğunu biimeyen haüs ve muhlis bir kulum. [244] Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi. Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın nergisidir.[245]
Görüyorsunuz, tbn Arabi, kendini hiçbir zirvenin boy ölçüşemeyeceği bir -rVede koyuyor ve herhangi bir kimse kendisinden bu tercihin ve seçimin igjjl ve belgesini sormaması için bunun kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.
Bu şekilde İbn Arabi, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendim kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgim olarak empoze ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izleyen bütün tasavvuf şeyhleri de bu yalanım onaylıyor, kendisine şeyh-i ekber ve hatemu'l-evliya diye niteliyorlar.
Felsefeyi, eski dinleri ve her döneminde cahiliyye hurafelerini ezberleyip bir sentezini yapan İbn Arabi, bu sapık inançlarım bütün dinler ve inançlar sentezi halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir ustalıkla ayet ve hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu batıl inanç, cahil müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini yapmaktadır.[246]


c. Mertebeler ve Üçler, Yediler, Kırklar...


Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'm sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'm sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batm dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş z., limler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan mur dar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bji dikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler.[247]
"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile haüfetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mülazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûtâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.
Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan başka YEDİLER ve KIRKLAR tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağ-dad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Ak-tab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vücud bulur.
Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın müsavidir.
Bunlardan başka YÜZLER, ÜÇYÜZLER, YEDİYÜZLER ve BİNLER de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.
Ayrıca ÜÇBİNLER, YEDİBİNLER, ONBİNLER de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyuüah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez.[248] Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.[249]


d. Tasavvufun Divanı


Tasavvuftular, evrende gizli bir divanın varlığı masalını da uydurmuşlardır. Bu masala göre, en büyük kutup divanda dilediği hükmü verir. Beraberindeki küçük kutuplarla beraber buradan evrenin kaderlerini idare ederler. Denilebilir ki, divan, bir yüksek mahkemedir, İlahi hiçbir gücün neshe-demeyeceği şekilde Allah'ın tayin ettiği kaderleri kutuplar orada yargılarlar. Abdulaziz ed-Debbağ bu divanın niteliklerini saymış, görevlerini de belirtmiştir. Bu masalı da ondan dinleyelim:
"Divanın yeri Hira mağarasıdır. Gavs (en büyük kutup) mağaranın dışında oturur Mekke'yi sağ kolunun arkasına, Medine'yi de sol dizinin önüne alır. Dört kutup da sağında oturur. Hepsi de Malik İbn Enesin mezhebinde yani malikidirler. Üç kutup da solunda otururlar. Her biri diğer üç mezhepten birisine mensuptur. Vekil de önde oturur. Divanın kadısı (yargıcı) adını taşır. Gavs vekille konuşur[250] Gavsın emri altında yedi kutup tasarruf ederler. Yedi kutuptan her birinin emrinde çalışan muayyen sayıda kişiler bulunmaktadır.
Divana kadınlar gelirler. Üç saf olurlar. Ermiş birtakım ölüler de gelirler. Yaşayanlarla beraber aynı saflarda olurlar. Divana gelen ölüler, ruhun uçmasıyla uçarak berzahtan gelirler. Melekler ve cinler de divana gelirler. Bazan peygamber de gelir. Gavs ile konuşur.
Divanın kurulma saati de peygamberin doğduğu saattir. Diğer peygamberler de bir gecede, kadir gecesinde divana gelirler. O gece nebiler ve rasuller divana gelirler.
Mele-i aladan mukarreb melekler de gelirler. Alemin efendisi de temiz eşleriyle beraber divana gelir.
Divanda konuşulan dil, Süryanice'dir. Çünkü muhtasar bir dildir. Sonra divana melekler ve ruhlar gelirler ki, Süryanice onların dilidir. Küçük veliler ise, bizzat kendileri gelirler.
Büyük kutup için bir sınırlama yoktur. O kendi başına idare eder. Divana gelir, aynı ayda evinden de çıkmamış olur. Çünkü büyük kutup dilediği surette görünmeye ve dilediği şekle girmeye kadirdir. Ruhu mükemmel olduğundan ona üçyüz almış altı zat (vücut) sağlar.
Gavs bazan divana gelmeyebiliyor ve divanda bulunan veliler arasında anlaşmazlık çıkar. Birbirlerini öldürmelerini gerektirecek bazı tasarrufları olur. Gavsın yokluğunda alemin efendisi gelecek olursa, beraberinde Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma'yt getirir. Fatıma divana gelen kadınlardan bir cemaatla beraber oturur.
Divan ehli toplandıkları zaman o saatten ertesi gün aynı saate kadar olacak şeyler üzerinde ittifak ederler. Ertesi gün ve gece ofacak Allah'ın kazasını konuşurlar. Ulvisinden süflisine kadar bütün alemlerde tasarruf ederler. Hatta yetmiş perdeye varıncaya kadar her şeyde, ehlinde, düşüncelerinde, İçlerinden geçen şeylerde tasarruf ederler. Tasarruf ehlinin izni olmadan hiçbir kimsenin içinden bile birşey geçemez. Yetmiş perdenin üstünde olan alemde bunlar böyle olursa, diyer alemler için bu tasarrufun nasıl olduğunu düşünün.
Divan, senede bir defa Hıra mağarası dışında, başka bir yerde kurulur. Kurulduğu bu yere Esa zaviyesi adı verilir. Sus arazisi dışında bir yer. Sus ile Sudan'ın batı yakası arasında bir yer. Sudan evliyası bu divana katılırlar. Bu iki yerin dışında da toplanırlar. Çünkü yer onlara katlanamıyor.[251]
Tasavvufun divanı işte budur. Tasavvuf meşhurlarından birinin tanıttığı şekilde size naklettik. İsterseniz buna tasavvufçuların masalı deyiniz. Ta-savvufçuları buna benzer daha ne masalları var. Katiller, caniler ve ırz düşmanı bedbahtların Allah'ın kaza ve kaderinde tasarruf ettiğini, alemin işlerini belirleyip yönettiklerini söylüyor ed-Debbağ! Böyle ise ve bütün alem eşkıya çetesinin elinde olursa, o zaman tasavvufçuların uydurdukları tanrılara ne iş kalıyor?![252]


XIII- Hatemül-Evliya


Hz, Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi, velilerin de sonuncusu vardır diyen tasavvuf çul ar, Hatemu'l-Evliya (son evliya) masalını uydurmuşlardır. Bunun öncülüğünü el-Hakim dedikleri et-Tirmizi[253] yapmıştır. Bu konuda zehirlerini kusmuş ve kafasında ördüğü örümcek ağlarını "Hatmu'l-Velaye" kitabında insanlara inanç olarak sunmuştur.
Hakim Tirmizi olarak anılan bu adam hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: "Sözlerinde reddedilmesi vacip olan yanlışlar vardır. Bunların en çirkini Hatmu'l-Velaye kitabında söylediği sözlerdir. Mesela orada "Sonra gelenler arasında Allah yanında derecesi Ebubekir, Ömer ve diğerlerinden üstün olan kişilerin olacağını söylemesi, son zamanda gelecek velinin Hate-mu'1-Evliya olacağı ve diğer bütün velilerden üstün bulunacağı, velilere nis-betle peygamberlerin sonuncusu gibi olacağı sözleri. [254] yer almaktadır.
Ondan sonra tasavvufçular bu örümcek ağı üzerinde hurafe ağlarını örmeğe devam etmiş ve çok insanın inancını bozarak bununla zehir!emişlerdir Vahdet-i vücud ilminden söz eden İbn Arabi şöyle demektedir:
"Bu ilim, ancak son peygamber ve son velide olur. Nebi ve rasullerden onu kim görürse, ancak son peygamber penceresinden gördüğü gibi, velilerden de ancak son veli (hatemüi-evliya) penceresinden görür. Hatta peygamberler onu gördükleri zaman, ancak hatemu'i-eviiya penceresinden görürler. Çünkü risalet ve nübüvvet, yani teşri risaiet ve nübüvveti kesilir, ama velayet hiçbir zaman kesilmez. [255] Peygamberler veli oldukları için söylediğimizi ancak hatemu'l-evliya penceresinden görürler. (Onlar böyle olunca, diğerleri nasıl böyle olmasın!)
Hükümde hatemu'l-evliya, son peygamberin getirdiği teşrıye tabi olması, onun makamını düşürmez ve söylediklerimize aykırı olmaz. Çünkü bir yönden daha aşağı ise, diğer yönden ondan üstündür. Nitekim Bedir esirleri hakkında verdiği hükümÖmer'in üstünlüğünü ve hurmanın aşılanması olayında başkaların üstünlüğü gösterdiği gibi, şeriatımızda söylediğimizi destekleyen örnekler vardır. Kamil olanın her şeyde birinci olması gerekmez.[256]
Görüldüğü gibi, ibn Arabi, nebi ve veli olarak son peygamberi görmekte bütün peygamberlerin bilgilerini bu son nebi ve veliden aldıklarını, onun velayetinin de kendisinden sonrakilere geçtiğim ve hatemu'l-eliyanın bazı yönlerden hatemu'l-enbiya'dan üstün olduğunu, örnek olarak da Bedir esirleri hakkında Hz. Peygamber yanlış karar verdiği halde Hz. Ömer'in doğru hüküm vermesi ve hurmanın aşılanmamasını peygamber tavsiye ettiği halde ashaptan bazıların tasvip etmemesini göstermektedir. İbn Arabi şöyle devam etmektedir:
"Rasulullah, peygamberliği kerpiç bir duvara benzetmiştir. Bir kerpicin yeri dışında bu duvarın tamamlandığını ve tamamlayıcı kerpicin de kendisi olduğunu bildirmiştir. Rasulullah, bunun tek kerpiç olduğunu söylemektedir. Son velinin de bu görüşte olması ve Rasulullah'ın benzettiği gibi benzetme yapması gerekir. Ancak bu duvarda İki kerpiç yerinin boş olduğunu görür. Hatemu'l-evliyanın biri altın, diğeri gümüş iki kerpiç yerini görmesi ve kendisinin o iki kerpicin yerini doldurması gerekir. Kendisini iki kerpiç yeri olarak görmesi, zahirde son peygamberin şeriatına bağlı olmasıdır ve bağlı olduğu da gümüş kerpiçtir. Bu da zahir ofup ahkamdan tabi olduğu şeydir. Aslında zahirde tabi olduğu şeyi direkt Allah'tan almaktadır.Çünkü o, işi olduğu gibi görür ve böyle görmesi gerekir. Bu da batında kerpicin yeridir. Hatemu'i-evliya, rasule vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan (direkt Allah'tan) almaktadır. [257]
Son velinin iki şeyle son peygamberden üstün olduğunu ifade etmektedir.
Birincisi, direkt Allah'tan almasıdır. Son peygamber ise, melek aracılıyla Allah'tan alır. İkincisi, onun eliyle dinin tamamlanmış olmasıdır.
İbn Arabi'nin hatemu'l-evliya konusundaki anlayışını Dr. Abdulkadir jvfahmud şöyle değerlendirmektedir:
"İbn Arabi, açıkça velinin rasui, hatta rasulden de üstün olabileceğini, gerçek velayetin risaletten daha iyi ve daha üstün olduğunu belirtmektedir.Çünkü kamil velayet, risaletin özüdür. Ayrıca, Muhammed peygamberlerin sonuncusu ise, kendisi de kendi mantığına göre peygamberlerden daha üstün olan hatemu'l-eviiya-dır.Çünkü kendi zamanının ve bütün zamanların kutbu olarak vahdeti vucud nazariyesine göre dinlerin ve ibadetlerin birliğini sağlamış olmaktadır.[258] İbn Teymiyye bu konuda şöyle demektedir: "İbn Arabi ve benzerleri bu üstünlüğün, velinin direkt Allah'tan alması, peygamberin ise melek vasıtasıyla alması sebebiyle olduğunu söylüyorlar. Hatemu'l-Evliya bu bakımdan peygamberden üstündür, diyorlar. [259]
İnce kavrayışı, emin nakli ve gerçekçi ifadeleriyle bu sözlerinde İbn Teymiyye gerçeğin kendisini ifade etmektedir. Onun bu söylediklerini haklı çıkaran İbn Arabi'nin sözleri açıktır. Peygamberlere gelen vahiy ile evliyaya gelen vahiy arasında, vahyi getiren meleğin peygamberlere göründüğü halde evliyaya görünmemesinden başka farkın bulunmadığı, [260]Allah'ın veliye birşey vahyetmek istediği zaman vahyedecek o şeyin suretine girip veliye tecelli etmesi (görünmesi) ile olduğu halde, peygambere Allah'ın görünmemesi, [261] gibi sözleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Zaten tasavvufçular arasında bu anlayış yaygın bulunmaktadır.
Mesela Ebu Yezid el-Bistami şöyle demektedir: "İlminizi ölenlerden (peygamber ve alimlerden) aldınız. Biz ise, ilmimizi hiç ölmeyen (Allah)'den aldık. [262] Yine "Öyle bir denize daldık ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardır. [263]
İbn Arabi bu görüşünü şöyle pekiştirmektedir: "Nusum ehli (Şeriata bağlı olanlar) kıyamet gününe kadar öncekilerden alırlar. Böylece aradaki nis-betler uzak olur. Evliya ise, doğrudan Allah'tan alır. Kendisinden bir rahmet olarak onların kalbine bırakır. Bu da Rabblerinden gördükleri bir yardımdır. [264]
Demek istiyor ki, İslam'a bağlı olanlar, ölüme mahkum olmuş ve tpa&n karışmış kişilerden dinlerini ve ilimlerini alırlarken, tasavvufçular Allah i'| olan direkt irtibatlarından dolayı melek ya da peygamber aracılığı olmadnt direkt Allah'tan alırlar.
İbn Teymiyye şöyle diyor: "Hatemu'l-Evliyalık, gerçeği olmayan bir hayal olmuştur. Her zümre kendileri veya şeyhleri için bunu iddia etmektedir Birçok kişiler kendileri için bunu iddia etmiş, hatta sözlerinde yahudi ve hristiyanlarm bile söylemediği bazı şeyler bulunanlar buna sahiplenmek istemişlerdir. İbn Arabi'nin kendisi için iddia ettiği gibi.[265]
İbn Teymiyye'nin söyledikleri gerçekleri yansıtmaktadır. Zaten yaptığı nakillerde ve değerlendirmelerde emanet ve doğruluktan ayrıldığı görülmemiştir.
Ticani tarikatı da şeyhi Ahmed et-Ticani için son velayeti iddia etmiştir. Mensuplarından biri şöyle diyor: "Otuz altıncı bölüm, şeyhimizin fazileti, hatemu'l-evliya, sadıkların imamı, gavs ve kutupların kaynağı olduğuna dairdir. [266]
Tasavvufçularm uydurdukları bu şeylerin çok gülünç olduğu kadar İslam inançlarına aykırı birçok unsurlar taşıdığını da belki tasavvuf büyüsüy-le büyülenmiş olanlar farketmezler. Ama İslam'ın ölçüleri ve salim aklın kurallarıyla dışarıdan bakıldığı zaman bunların ne kadar saçma olduğu görülür.
Tasavvufun iki yönü olduğunu söylemiştik. Birincisi, nazari veya işrakİ tasavvuf. Buna felsefi tasavvuf da diyebiliriz. Ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduk.
Tasavvufun ikinci yönü ise, ameli (pratik) olanıdır. Zikir, dua, nafile ibadetler, zühd, çile, tezkiye gibi riyazat ve mücahede şeylerine dayanır. Nazari (teorik) ile ameli yönleri birbirinden ayırdetmek zordur. Denilebilir ki, ruh ile ceset gibi birbirine bağlıdır. Çünkü tasavvufun nazarisi, ameli olanın ürünü veya ameli olan, nazarinin ürünüdür.[267]


[231] el-Kaş.ânî, Keşfu'f-Vüaıhi'l-Ğur, 2/103, 1320 h. Divan şerhi hamisinde. Meşhur l.ıs.ıvvul' kitaplarının hepsinde hu konu derişik boyutlarıyla işlenmekledir. "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi tasavvufçular kutup anlayışları ve Hakikat-ı Muh.ımmeriiyyp inançlarına dayanak yapmak İOn uydurmuşlardır.

[232] Cevhıru'l-Mnani, 1/81 vd.

[233] Cevahiru'l-Maani,2/79.

[234] Cevahiru'l-Maani,1/b3

[235] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 312-313.

[236] dal ile ilgili hadis sahih değildir.Bkz.M.Nasıruddin el-Elbani, Silsilekı'l-Ehadisi'z-Z.ıtla, 'hadis nu.936;Zaifıi'l-Camii's-Sagir ve Zıyadetııhu ei-Fethu'İ-Kebir, s,355, hadis nu.22fı9

[237] Cevahiru'l-Maani,1/93

[238] Tasavvufçıılar, her tasavvufçunun azmettiği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi olacağını iddia ederler. Bu konuda daha fazla b%i için hkz. Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakil ve'l-Cevahir, 2/79-83; ibn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 2/7, 8, 52, 208. Ayrıca bu sapık inançların eleştirisi, kaynaki.ın ve sonuçları hakkında bilgi için bkz. Muhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-l faik, fi9-%; Abdurrahman Abclulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247.

[239] Şi.Vnın on iki imam anlayışının ifadesinden başka bir şey delildir.

[240] Nefehatu'l-Uns min I-Md.ımii'l-Kııds, 49-55. Bedir Yayınevi, İsl.ınbul 1471, Saddeştirilip özetlenmiştir.

[241] ibn Teymiyye, MecmıiLi't-neiavjJ 1/433, I fz.Ali'ye nisbet edilen ve senetli s.ılıih olmayan bir rivayete göre Samda kırk ebdal varmış, onlardan biri Ölünce yerine yenisi ^eçermi;., I (nlluikı rivayet s.ıhih değildir. Bkz.ti.H-e.-11/434, 13u sınıflarla ilgili söylenenlerin sahih olm<ıdıf;ınr aynı şekilde Zebebi de ik1-lirlmektedir.Bkz.Mizanu'l-İlid,il,7/1B7

[242] İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetava, I I/437,

[243] İbn Teymiyye, a.j;.e.11/437-438, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 313-316.

[244] ibn Teymiyye, a.g.e.11/439,

[245] Yahut alemde rububiyelte gözü olan benden başka kimse yoktur.

[246] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 316-317.

[247] eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66.

[248] Geniş bili için bkz. Abdurrahman Abdulhaiık, a.ı;.e., 229, 24-î, 247. Kutup inanımın biz/.ti Rafizilerin inancı olduğuna dair bakınız. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Müesseselu'l-A'lemi, Hevrul.
İbn Haldun, müteahbtr mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid elnıt'kle beraber selellerini savunmakla, jıayb alemini ve geleceği bilme, şatahat ve makamları'^ibi durumlarını onaylamakla, lakih-lerin ve başka alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Halta sibirbaz ve cincilerin yaptıklarına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmaktadır, lîk/. Mukaddime, 467-475. Müesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şüphe yok ki, iki konularda İbn (l.ıldun'un söylediklerine katılmamı/: mümkün değildir.

[249] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 317-319.

[250] Mehmed Nuri Şemsııddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 47-4H, Sakili Bilici Kitabevi, istanbul 1976. Tasavvuf ülkesinin bu esrarengiz kurmaylarının rütbeleri, özellikleri ve sayıları hakkında ta/.la bil^i için ayrıca bkz. Ahmed Ziyaııddin Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul). 41-51, tercüme, Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İst. 1977, Hace Muhamed Parsa-, Tevhide Giriş, (Paslıı'l-I Mtab li Vasli'l-Ahbab tercümesi], 409-417, 5f>8-594. Tercüme: Afi I lüsrevogkı, Erk.ım Yayınları, İstanbul, No. 45. İmam Rabbani, Mektııbat, 251; 256, 260, 285, 2İS? nolu mektuplar. Ter. I lüseyin Hilmi Işık, Sönnuv Neşriyat, İstanbul 1968.

[251] Bilindiüi jıibi, ed-Debbağ Ma&rihlidir ve MaArib'de Maliki mezhebi hakimdir. Onun it.in ed-Ueb-bağ'ın bu dürt kişilik çelenin Maliki mezhebine mensup olduklarını iflirn etmesi gerekiyordu. İnicim Malik dünyaya gelmeden önce bu dört kişi acaba hangi mezhebe mensuptular? 13u masalı nnlnMn Hanefi bir k-işi olsaydı, herhalde onların hanefî olduklarını iftira edecekti.

[252] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 319-320.

[253] Abdıılaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/2-9, özet olarak.

[254] Sünen sahibi el-Tirmizi'den başkadır. Bu kişi, hakîm unvanıyla anılan Muhamed ibn Ati ibn cl-Hnsan İbn Reşir (veya Bİşr) ei-Tirmİzi'dir.Ceyhun nehri yakınındaki Budist kültürünün yoğun olduğu 'Mimiz şehrinde yaşamıştır. Hicri 320 yılında Nişabur4u işgal eden moğoliar tarafından öldürülmüştür. Şii olduğu söylenir.ölümünü Tezkiratu'l-Evliya'yı tercüme eden Süleyman Uludağ şu ifadelerle <ıı>latın<ık-tadır:"Şehid olan atlar, vücudundan koparılan hasmı ellerinin arasına alarak yarım feıs.ıhlık bir meşaleyi koşarak katetti", Tezkturatu'l-Evliya, Ciriş,16,Ter.Süleym<m Uludağ, İlim ve kültür yayınlan, Uıırs.ı,1f)fM. Attar'ın efsane, ve hurafe anlatan biri olduğu Süleyman Uludağ'ın bir olay sebebiyle naklettiği bir menkıbede o j>ünün baş kadısı tarafından da ifade edilmiştir, a.g.e.1 f>. IStı ve onu izleyen iradeler her halde çevirenin cie İslam! ne kadar derinden kavradığını (!) göstermektedir. Kilabının adı "I lalınu'l-Ve-laye"dir.1965 yılında Beyrut'ta basılmıştır

[255] İbn Teymtyyy, I lakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 79 vtl. Faysalabad, Pakistan, İrs.

[256] İbn Arabi risaleli ikiye ayırır: Biri, leşrii risalet, diğeri de teşrii olmayan ve velayet şeklinde devam e-den risale!. Teşrii risale! Hz. Muhammed'ie son bulurken, velayet risaleti kıyamete kadar dev.ını edecektir, demekte ve kendini hatemu'l-evliya ilan ederek velayet peygamberi olduğunu söylemektedir, Bk/. Fususu'l-Hikem 12, Şevki Bey Matbaası, Ayrıca bakınız, Futııhat-ı Mekkîyye, 35.1. bölüm,
Levhi Mahi'uz'dan olması itibariyle vahiy ile ilhamın aynı olduğunu söyleyen Gazali, aralarındaki farkın peygamberlere vahiy meleğinin görünmesinden ibaret olduğunu söylerken (İhya, 3/18, el-Halebi, Kahire 1939), İbn Arabi bu terki da ortadan kaldırmakta ve sadece birinin adı vahiy iken, dikerinin adı ilhamdır, demektedir. Bkz. eş-Şarani, ei-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/86, İkinci baskı, 1.107.

[257] ibn Arabi, Fususu'l-Hikem, 12, Şevki Bey Matbaası,! 287, İstanbul,
İbn Arabi, a.g.e., 13, Şevki Bey Matbaası,"Adem, henü^ sin ve çamur halinde iken Hz.Peygamberin peygamber olduğunu söyleyen uydurma hadise bakarak ilin Arabi, lıatemu'l-evliyn ofarok kendisinin de o tarihte hatemu'l-evliya olduğunu söylemektedir. Fususu'l-hikem,13, Şevki Bey Matbaası;
Adem yaratılmadan veya su ile çamur halinde iken yahut ruh ve ceset durumunuda bulunurken, lı.tıl.ı Adem, ruhlar ve alem yok iken H*.Peygamberin peygamber olduğunu söyleyen bütün rivayeller s,ıç.nıa olup ne din ve akılla hiçbir ilişkisi yoktur. Keşfu'l-Hafa sahibi bilinen sapık metoduyla bu rivayetlerden kimisinin mana olarak, kimisinin keşf olarak doğru olduğunu söylerken, delil olarak d,), uydurmaları sahihlerinden daha çok olan köşe bucaktaki kitapları kaynak üÖstermektedir.Şüphesiz bu tür söylerin ne dinle, ne akılla bir ilişkisi vardır. Bilgi için bkz.Keşfu'l-Hafa,2/128-132, Kâne maddesi.

[258] Dr.Abdulkadir Mahmud, el-Felseletu's-Sufiyye fi'l-islam,514-515,

[259] Teymiyye, Hakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 64, İdaretu't-Terceme ve't-Telif, Faysalabad, Pak-istan, trs.

[260] eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevarıir, 2/86, hicri 1307, İbn Arabi ile Gazali arasındaki anlaşmazlık konularından biri de budur.

[261] İbn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 3Î2. bölümden naklen, Şarani, el-Yevakil ve'i-Cevahir, 2/85.

[262] el-Münavi, el-Kevakibu'd-Dürriyye, 246, Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 2/66.

[263] Cevahiru'l-M.ıanİ, 2/63'den Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye,

[264] el-Munavi, el-Kevakibu'd-Durriye, 246.

[265] İhn leymiyye, H.ıkik.ıli Mezhebi'Mltilıacliyyin, M vcl. İlin Acıhi'nin kulüp jınl.ıyışı h.ıkkıntln ileniş bilgi için bk-c. Fuslısu'i-İ likeni, 1/39, 73, 2/25, 45, 50, bB, 22h, Afili l.ılıkiki.

[266] İbn Ti'ymiyye, a.n.e., 64, eş-Ş,ırani de, el-Yevnkil kil.ıbının f)«ışıncl.ı İbn Ar.ibi için "Kutup, C.ıvs, şey İti ekber, imam" iinv<ınltırınt kullanır.

[267] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 321-324.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
XIV. İslam İle Tasavvuf Arasında Bir Karşılaştırma


Allah'ın kitabında apaçık olduğu halde hakkı göremeyenlere ondan bir nebze hidayet parıltıları sunmak istiyoruz. Belki karanlık çöllerinde bocalayanlar ve batılın baskısı altında sersemleşenler hakkın nurunu görür veLevhid nimetine kavuşurlar. Umulur ki, hidayet ve kurtuluş yolunu göste-Len Kur'an'ın ayetlerinden bu insanlar öğüt alır, tasavvuf ve tasavvuftular hakkında hakkı ve adaleti ifade eden bir hakem kabul ederler.
Yüce Allah buyuruyor: "Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız kul ola-I k Rahmana gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit Lmiştir- Bunların hepsi kıyamet gününde onun huzuruna tek tek gelecek-Itir [268]"Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra 1da işleri idare ederek arşa yerleşendir. Onun izni olmadan hiçbir kimse şe-Ifaatçi olamaz. İşte o Allah Rabbinizdir. O halde ona kulluk edin, hâlâ dü-Işünnıüyor musunuz? Hepinizin dönüşü ancak Onadır. Bunu Allah bir ger-jçek olarak vaadetmiştir. Çünkü o, halkı önce yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükafat vermek için geri çevirir. [269]
Yüce Allah, yerin ve göklerin yaratıcısı olduğunu söylüyor. Kimi tasav-jvufçular ise, hayır o, yerin ve göklerin ve içindeki her canlının kendisidir, (diyorlar.Yüce Allah, işleri kendisinin idare ettiğini söylüyor. Kimi tasavvufçular ise, Allah'ın işlerini kendilerinin gördüğünü söylüyorlar.
Yüce Allah, "İşte o Rabbiniz Allah'tır, ona ibadet edin" diyor. Kimi tasav-|vufçular ise, hayır, Allah benim, yahut herşey Allah'tır, diyor.
Yüce Allah, "hepinizin dönüşü Onadır" diyor. Kimi tasavvufçular ise, bu-Irada dönüşün anlamı, çok olan zatın (kesretin) vahdete (tekliğe) dönmesi ve jyaratıklar iken Hak (Allah) olmasıdır, diyorlar.
"Dikkat et, halis din Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler, "Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler. Şüphesiz, Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah, şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez. Eğer Ailah bir evlat edinmek isteseydi, elbette yaratıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir. O gücü her şeye yeten tek Allah'tır. Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi, gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Her biri belli bir süreye kadar akıp giden güneş ve ayı emri altına almıştır. Dikkat et, o azizdir ve çok bağışlayandır. Sizleri bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir. Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir. Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk onundur. Ondan başka ilah yoktur. Öyleyken, nasıl oluyor da ona kulluktan çevriliyorsunuz? [270]
Yüce Allah yine şöyle buyuruyor:
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte bu benim Rabbim olan Allah'tır. Ona dayandım ve ona yönelirim. O, gökleri ve Uû yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Zira si?' bu şekilde üretir. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.[271]
"De ki, o Alfah birdir. Allah Sameddir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbişey ona eş ya da denk değildir. [272]Soruyoruz, İbn Arabi, İbn el-Farıd, el-Cilî ve benzerlerinin İslam inançla rina aykırı sözleri ve anlayışları nerede, bu parlak ve katıksız tevhid nerede? Bu sapık anlayış mensupları Allah'a ve tevhid çizgisine gelmeye davet ettiği için müslümanlara teşekkür edecekleri, onlar da kalan son nefesleri kesmek üzere bulunan tasavvufun hurafelerinden uzaklaşacakları yerde bunları kendilerine hatırlatan ve uyaran insanlara şu veya bu isimler yahut sıfatlar yakıştırarak cephe alıyorlar.
Yüce Allah'ın inanmayanların her türlü yakıştırmalarından uzak, bütün eksiklik ve noksanlıklardan münezzeh, her şeyin sahibi ve maliki, halikı ve raziki, hakimi ve yöneticisi, eşi ve benzeri olmayan, kainatı elinde tutan ve yaratıkların her şeylerini kendisine borçlu olduklarını ifade eden bu açık ayetler nerede, tasavvufçuların sır ve semboller diyerek insanların anlayışlarının üstünde olduğunu söyledikleri meşhurlarının sözleri nerede? Tasav-vufçular ve onların uyduları gece-gündüz kimi meşhurlarının vird ve teşbihlerini, dua ve zikirlerini tekrarlayacaklarına, Yüce Allah'ın ayetlerini okuyup anlamlarım düşünseler, gereğine uygun yaşayıp onu insanlara iletmeye çalışsalar, herhalde hem kendileri hem de insanlık için çok daha iyi olacaklar. Anlayış ve düşüncelerinde meşhurlarının inanç ve düşüncelerini esas alıp ona göre bir dünya oluşturmaya çalışacakları yerde, Allah'ı Kitabını iyice anlayıp ona göre oturup kalkmaları, inançlarını, düşünce ve anlayışlarını, yaşayış ve hayat kurallarını ona göre düzenlemeye çalışmaları elbette çok daha yararlı ve hayırlı olacaktır.
Yüce Allah kitabında hakkı ve hidayeti bu şekilde açıklamaktadır. Hidayet ve kurtuluşun Kur'an'a ve onu insanlara tebliğ eden, onlara en güzelnek olan Rasulüne uymakta olduğunu belirtmektedir.
Rasulullah'm yaşayışına bakıyoruz; inandığı davadan kesinlikle tavizvermemekte ve haktan fedakarlık yapmamaktadır. İnandığı davanın muzaffer olması için gece gündüz çalışmakta, başarıya ulaşıncaya kadar gerekirse uğrunda canını vereceğini belirtmektedir. Nitekim bu inançla en büyük sıkıntılara göğüs germiş, yurdundan hicret etmiş ve savaşlara katılmıştır.
Örnek bir insan olarak namaz kılmış ve gece uyumuş, oruç tutmuş ve iftar etmiş, hem de bir düzine eşle evlenmiştir. Çoluk çocuk sahibi olmuştur. Bir aile reisi olarak eşlerinden kimi sakıntılarla karşılaşmış, ama hepsini ideal bir eş olarak idare ederek memnun etmiştir. Aile sıkıntısı, çoluk çocuk sıkıntısı, geçim derdi, sosyal problemler gibi gerekçelerle uzlet ve rahiplik hayatını tercih etmemiştir.
İyiliği emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. Bunun yapılmadığı zaman toplumun bozulacağını ve kötülüklerin toplumun bütün fertlerini kuşatacağını ' ve kollektif bir şekilde sorumlu olacaklarını belirtmiştir. İyiliği emretmesi ve kötülüğü yasaklaması durumunda insanların kendisine ne söyleyeceklerini değil, yüce Allah'ın emrini yerine getirme duygusuyla hareket etmiştir. insanlardan göreceği birtakım sıkıntılar ve olumsuz tavırlardan dolayı toplumdan ilişkileri keserek bir tarafa uzlete çekilmemiş ve toplumu dışlamamıştır. Aksine toplum fertlerinin ıslah olması ve şirk pisliklerinden arınması için gece gündüz çalışmış ve sıkıntılarına katlanmıştır. Nitekim eğiticisi ve yönlendiricisi olan yüce Allah O'na "Ey peygamber! Biz sana şahid, müjdeci, uyarıcı, Allah'ın izniyle ona çağıran ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik. Müminlere rablerinden büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kafirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma ve Allah'a güven. Güvenilecek olarak Allah yeter[273] buyurmuştur.
Üç yıl müşriklerin boykotu altında yaşamak, açlıktan ve yoksulluktan göğe yükselen çocukların feryatlarını görmek, Taif ten terslenmiş olarak dönmek ve çoluk çocuğun taşlamasına maruz kalmak, gözlerinin önünde müşriklerin müminlere yaptıkları işkence ve hakaretlere tanık olmak, en yakın dava arkadaşlarının şehid olmasını ve ailelerinin sahipsiz kalmalarını görmek, yakınlarını ve yurdunu bırakıp hicret etmek, yolda her an düşmanın saldırısına maruz kalma tehlikesiyle yaşamak, Hendek,Hu-neyn gibi savaşlarda en çetin anlar yaşamaktan daha eziyetli ve sıkıntılı durumlar mı vardır?
"İnsanlardan sana birtakım sıkıntılar ve engellemeler gelebilir, onların pisliklerinden üzerine birtakım şeyler sıçrayabilir, senin ahlakını ve edebini bozabilirler, kötülüklerinden uzak durmak için onları kendi hallerine bırak, bir tarafa çekilerek başının çaresine bak" diyerek ona uzlet ve toplumdannefreti öğretmenıiştir. Aksine, toplumun hem önderi hem bir ferdi olarak sorumlu olduğunu, insanlara hidayet yolunu göstermek ve hidayete gelmelerini sağlamak için bıkmadan usanmadan çalışması ve davet etmesi gerektiğini öğretmiştir. Dostu, düşmanı, kadını, erkeği, genci, yerli ve yabancıyı, kısaca her sınıftan ve yaştan insanlarla görüşmüş, konuşmuş, davet etmiş, beraber çalışmıştır.
Şüphesiz insanlar arasında dünya hayatının geçiciliğini en iyi bilen, dünyanın servet ve lüksüne iltifat etmeyen, dünya hayatının bir imtihan olduğunu, ahiret yurdu karşısında oyun ve eğlence, geçici bir an olduğunu en iyi bilen Rasulullah'ın kendisidir. İnsanlar arasında Rabbi'ne en çok ibadet e-den, en çok istiğfar eden, Rabbi'nden en çok korkan yine kendisidir.
Buna rağmen, Rasulullah hiçbir zaman meşru kazancın aleyhine konuşmamış, insanları meşru kazanmaktan soğutmamış veya nefret ettirmem iştir. Fakirliği hiçbir zaman teşvik etmemiş ve güzel bir şey olduğunu söylememiştir. Fakirliğin her an kişiyi küfre götürebileceğini belirterek uyarıda bulunmuştur. Allah'a en çok sığındığı ve korumasını istediği şeylerden biri de fakir olmak ve borç altında ezilmek olduğunu görüyoruz..
Fakirliğin üstünlüğü ve yoksulluğun fazileti ile ilgili söylenen şeyler Rasulullah'ın değil, hint dinleri gibi İslamdışı inanç ve felsefelerin ürünüdür. Fakirliği övmek ve teşvik etmek bir yana, meşru şekilde çalışıp kazanmanın ve infak etmenin faziletini her vesile ile belirtmiş ve teşvik etmiştir. En büyük ibadetin cihad olduğunu ve cihadın hem mal, hem de can ile yapıldığını söyleyerek cihad edenlere en büyük mükafatların verileceğini söylemiştir.
Kişinin yediği en helal lokmanın el emeği ile kazandığı olduğunu belirtmiştir. Bulduğu zaman yemiş, davetlere gitmiş, yapılan ikramları ve hediyeleri kabul etmiş, bulamadığı zaman da karnına taş bağlamış ve sabretmiş-tir. Günlerce evinde ateş yanmadığj ve sıcak yemek pişmediği olmuş, ama bulduğu zaman da en güzel ve bol yemekleri yemiş ve şükretmiştir. Allah'ın verdiği güzel rızıkları ve ziyneti kendine haram etmemiş ve rahipler gibi manastır hayatı yaşamamıştır. Zaten yüce Allah kullarına verdiği ziyneti ve güzel rızkı haram etmenin yasak olduğunu belirtmiştir.
Özet olarak; Rasulullah aile reisidir, babadır, öğretmendir, vahiy getiren Cebrail'in karşısında Öğrencidir, arkadaşları gibi oturup kalkan ve kendini onlardan ayırmayan bir vatandaştır, savaşlarda komutandır, mescitte imamdır, vaizdir, çarşı pazarda müşteridir, mescidin yapımında işçidir, insanlar arasında halktan biridir ve nihayet Allah'ın peygamberidir. Rasulullah'ın Örnek hayatı böyle olduğu gibi ashabı da bu şekildedir.gir tarafta İslam'ın bu dengeli ve insanın fıtratına uygun yapısı, Rasu-ıullah'ın bütün insanlara örnek yaşayışı ve ashabının buna uygun davranı-diğer tarafta insanların kötülükleri bana bulaşmasın, eziyetleri bana dokunmasın, ibadetimden alıkoymasın diyerek uzlet hayatını tercih ve tavsiye Jen tasavvufun söyledikleri. Bir tarafta toplumu ıslah etmek ve Allah'ın dinini üstün kılarak egemenliğini sağlamakla görevli İslam anlayışı, diğer tarafta uzlette Allah'ı daha çok zikretmek, daha çok namaz kılmak, daha çok düşünmek ve insanların kötülüklerinden uzak durmak bahanesiyle müslü-nianlara uzlet ve halvet halinde ömür tüketmeyi öğütleyen tasavvuf zihniyeti!
Tasavvufun bu zihniyetine örnek olmak üzere toplumda en çok beğenilen Gazali'nin İhyau Ulumiddin kitabından uzlet bölümünün bir kısmını kısaltarak tercüme etmek istiyoruz. Gazali, uzletin lehinde ve aleyhinde söylenenlerin bir değerlendirmesini yaptıktan sonra aile fertlerinden ve toplumdan ayrı kendi başına uzlet hayatı yaşamanın faziletlerinden sözetmekte, tasavvuf meşhurlarının sözlerinden örnekler vererek bu faziletleri şöyle sıralamaktadır:
"Uzletin yararları dini ve dünyevi olarak İki kısma ayrılır. Dini yararları da halvette yapılacak itaat ve İbadetler, düşünmek, ilim öğrenmek, insanlar arasında yaşadığı zaman karşılaşacağı riya, gıybet, İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini yapamama, İyi olmayan arkadaşların kötü ahlakından ve çirkin davranışlarından etkilenmekten kurtulma olarak sayılabilir.
Dünyevi yararlan ise, sanatkarın dünya süsüne bakma ve insanların dünya hayatına yönelmesinden kurtulma, insanlardan beklentisinin oSması veya onların kendisinden beklentilerinin olması, İnsanlarla beraber olması sonucu kişiliğinin açığa çıkması, gösteriş, kötü zan, dedikodu, kıskanma gibi oturup kalktığı kişilerin kötü ahlakından etkilenme, insanların şişmanlığından veya bedeni anormalliğinden rahatsız olmanın zararlarından kurtulma olarak sayılabilir. Uzletin yararları bunlardır. Onları altı maddede toplayabiliriz.
a-Kendini İbadete, düşünmeğe, insanlara seslenmek yerine Allah'a seslenmeğe vermek, dünya ve ahiret işlerinde, yer ve göklerin melekutunda Allah'ın sırlarını keşfetmekle uğraşmak. Bunlar kişinin boş kalmasını gerektirir. Halbuki başkaları arasında olunca boş kalmak mümkün olmaz. Bunun yolu uzlettir. Onun için bilginlerden bazıları şöyle demiştir: kişi, ancak Allah'ın kitabına sarılmakla halvet imkanı bulabilir. Allah'ın kitabına sarılanlar, atahın zikri ile dünyadan rahat etmişlerdir. Allah'ı zikredenler Allah'ın zikri İle yaşamış ve onun zikri ile ölmüşlerdir. Allah'a yine onun zikriyie kavuşmuşlardır. Şüphe yok ki insanlar arasında olmak böylelerini Allah'ın zikrinden alıkoyar. Onlarİçin uzlet daha iyidir.[274] Onun için Rasulullah işin başında Hira mağarasına çekin Allah'a ibadet ve niyaz ediyordu. Böylece kendisinde nübüvvet nuru güçlendi[275] İnsanlar kendisini Allah'tan alıkoymazlardı. Vücuduyla insanlar arasında, kaîbi il Allah'a yönelirdi. Nitekim halk Ebubekir'in onun dostu olduğunu sanırlardı. Am Rasulullah kendini Allah'a verdiğini ve onunla meşgul olduğunu söyleyerek şöyi dedi:"Bir dost edinseydim, Ebu Bekr'i dost edinirdim. Fakat arkadaşınız (ben) aı lah'ın dostudur. [276]
Zahirde insanlarla, gizlide Allah'la beraber olmağa ancak nübüvvetin gücü yetebilir Her zayıfın Kendi kendine afdanarak buna heves etmesi doğru değildir. Ancak bazı velilerin derecesi de buna varabilir. Cuneyd'İn şöyle dediği nakledilir: "Otuz senedir Allah'la konuştuğum halde, insanlar benim kendileriyle konuştuğumu sanıyorlar." Bu da kendini tamamen Allah'a vermek ve insanlardan tümüyle sıyrılmakla mümkündür. O da inkar edilmeyen bir şeydir. Kişileri sevmekle meşhur olanlar arasında Öyleleri var ki bedeni İle insanlar arasında olduğu halde, sevgilisine olan aşırı sevgisinden dolayı ne söylediğinin farkına vanr, ne de kendisine söylenenlerin farkında olur. Hatta dünya işlerinden birini bozan bir musibetle karşılaşan kişi Öyle bir kedere düşer ki insanlar arasında olduğu halde onlan farketmez, aşırı dalgınlığından onların seslerini işitmez. Akıl sahiplerinin yanında ahiret işi bundan çok daha büyüktür. Onlar için de böyle birşey imkansız olmaz.
Fakat birçokları için uzletten yararlanmak daha iyidir. Onun İçin bilgin (hekim)lerden birine "Onlar niçin halvet ve uzleti seçtiler?" diye sorulmuş, o da şöyle demiş-tir:bununla düşüncelerinin devamını sağlıyor, güzel bir hayat sürmek ve marifetin zevkini tatmak için kalblerinde bilgilerin yerleşmesini sağlıyorlar. Rahiplerden birine, tek başına kalmaya ne kadar sabrediyorsun! demişler. O da, ben yalnız değilim, Allah'la beraber oturuyorum, benimle Konuşmasını istediğim zaman onun kitabını okurum, ona seslenmek istediğim zaman namaz kılarım. Hekimlerden birine sormuşlar; Halvet ve zühdle hangi sonuca vardınız. O da, Allah'la ünsiyet bulduk, demiştir.
Süfyan ibn Uyeyne şöyle demiştir: Şam bölgesinde ibrahim İbn Edhem'le karşılaştım. Ona, Horasan'ı bıraktın, dedim. Şöyle dedi: Ancak burada mutlu bir hayat sürdüm, dinimi korumak için dağdan dağa kaçıyorum, beni gören vesveseli, hamal ve-ya denizci sanıyor.
Gazvan er-Rekkaşi'ye, hadi gülmediğini anlıyoruz, niçin kardeşlerinle oturup kalkmıyorsun? denildi. Ben muhtaç olduğum kişi ile oturmaktan hoşlanıyorum, dedi. Hasan'a da; Ey Ebu Said! Şurada bir adam var, her zaman bir sütunun arkasında tek başına oturuyor, dediler. Hasan, onu gördüğünüz zaman bana haber verin, dedi. Bir gün gelip oturduğunu gördüler ve söylediğimiz adam budur, dediler ve gösterdiler. Hasan adamın yanına gitti. Ey Allah'ın kulu! Uzleti sevdiğini görüyorum, niçin insanlarla beraber oturmuyorsun? Bir şey beni Hasan'ia ve insanlarla beraber olmaktan alıkoydu, dedi. Nedir bu şey? dedi. Adam şöyle dedi; Ben sabahlar ve akşamlarken nimet ve günah içindeyim. Nimetten dolayı Allah'a şükretmek ve günahtan dolayı ona istiğfar etmekle meşgul olmak istiyorum. Hasan ona, Ey Allah'ın kulu! Sen Hasan'dan da daha kavrayışlısın, aynı şeyi yapmağa devam et, dedi(...)
Şöyle de denilmiştir: İnsanlarla beraber olmak iflasın alametidir. Evet, bu büyük bir fazilettir. Ancak bu, bazı kişiler ve zikrederek Allah'la ünsiyeti sürdürebilen yahut devamlı düşünerek Allah'ın marifeti konusunda tahakkuk sahibi olanlar içindir. Böy-leleri için insanlardan soyutlanmak, onlarla beraber olmanın sağlayacağı bütün şeylerden daha iyidir. Çünkü ibadetlerin gayesi ve muamelelerin meyvesi, kişinin Allah'ı severek ve onu bilerek ölmesidir. Sürekli zikirle sağlanan ünsiyet olmadan Allah sevgisi olmaz, sürekli düşünme olmadan da1 marifet olmaz. Her ikisi için de kalbin başka şeylerden boş olması şarttır. İnsanlarla beraber oldukça da kalb boş olmaz.
b-Uzlet ve halvetin ikinci yararı da, insanlara beraber yaşamanın yolaçtığı günahlardan kurtulmaktır. Bu günahlar dört tanedir; Gıybet, dedikodu, riya, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamayı terketmek, kötü ahlaktan ve dünya hırsının gerektirdiği çirkin işlerden etkilenme.
Kitabın Helak Eden Şeyler bölümünden Dilin Afetlerini öğrenmişsen, insanların arasında yaşarken gıybetten korunmanın ne kadar zor olduğunu ve ancak sıddik kişilerin ondan kurtulduğunu anlarsın. Çünkü halkın iffetini dillerine dolamak ve sakız gibi çiğnemek genelde insanların adetidir. Yedikleri ve zevk aldıkları bir şeydir. Yalnızlığın sıkıntısını gıybetle giderirler. Onlara karışır ve söylediklerine muvafakat edersen, günaha girer ve Allah'ın nefretine maruz kalırsın. Söylediklerine karşı ses çıkarmazsan, onlara ortak olursun. Onları dinleyen de onlardan biri olur. Karşı çı-karsan, sana kızarlar ve gıybet ettikleri kişiyi bırakıp senin gıybetini yapmaya başlarlar. Böylece gıybet üstüne gıybet yaparlar. Hatta gıybet sınırını da geçerek horlamaya ve sövmeğe kadar giderler.
iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamağa gelince; Şüphesiz bu dinin temellerinden-dir. Bu kısmın sonunda belirtileceği gibi, dinin emridir. İnsanlarla beraber yaşayankişi. mutlaka münker birtakım şeyler görür. Ses çıkarmazsa, Allah'a isyan etmiş olur. Karşı çıkarsa, türlü zararlara maruz kalır. Nitekim münker şeyleri önlemeye çalışırken, yasakladığı şeylerden daha büyük günahlara düşebilir. Uzlette bütün bunlardan kurtuluş vardır.Çünkü iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak önemli bir iştir ve yerine getirilmesi de zordur. Hz. Ebu Bekir halka konuşarak şöyle demiştir:"Ey insanlar! Sizler 'Ey iman edenler! Siz kendinize bakmız,Hidayette olursanız dalalette olanlar size zarar vermez[277] ayetini okuyorsunuz, ama yanlış anlıyorsunuz. Rasulullah'ın şöyle dediğini işittim:İnsanlar münkeri görüp değiştirmezlerse, Allah hepsine ceza verir. [278]Rasulullah yine şöyle demiştir: "Yüce Allah kula, dünyada münkeri gördüğün halde, neden önlemeye çalışmadın, diye sorar. Allah aklına bir gerekçe getirirse,"Allah'ım, insanlardan korktum ve umudumu sana bağladım. [279]
Bu da dayaktan veya güç yetiremeyeceği bir şeyden korkması durumundadır. Bunun sınırlarını bilmek zordur. Üstelik tehlikelidir. Halbuki uzfette kurtuluş vardır. İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak (emri bilmaruf ve nehyi aniimünker)de kin ve düşmanlıklara yol açma vardır. Nitekim şöyle demişlerdir: Sizden sonra ne kadar nasihat ettim, nasihat eden bazan düşmanlık kazanıyor.
İyiliği emredenler çok zaman pişman olmuşlardır.Çünkü bu iş yıkılmak üzere olan bir duvara benziyor, insan onu doğrultmak isteyince üzerine yıkılıyor. Üzerine yıkılınca da "Keşke onu eğilmiş bıraksaydım" diyor. Evet, duvar doğruluncaya kadar onu bir destekle tutan yardımcılar bulursan, duvar doğrulur. Fakat bugün yardımcılar bulamıyorsun. Onun için olduğu gibi bırak ve kendi selametine bak!
Riyaya gelince; Şüphesiz bu, ebdal ve evtadın bile kendisinden sakınmakta zorlandığı amansız bir hastalıkta. Kim insanların arasında yaşarsa onlara mudara yapar (eyvallah der), onlara mudara ve riya yapan da içine düştükleri duruma düşer ve kendileri helak olduğu gibi o da helak olur.
c- Fitne ve düşmanlıklardan kurtulmak, dini ve nefsi onlara dalmaktan ve tehlikelerine düşmekten korumak. Ülkelerin bağnazlık, fitne ve düşmanlıklardan hali olduğu çok azdır, insanlardan uzlete çekilen kişi bunlardan kurtulmuş olur.(...)
d- İnsanların şerrinden kurtulmak. İnsanlar bazan gıybetle, bazan kötü zan ve suçlama ile, bazan teklifler ve yerine getirilmesi zor yalancı tamahlarla, bazan da ko-ğuculuk ve yalanla sana eziyet ederler. Hatta senin akıllarının almadığı birtakımsöz ve davranışlarını görebilir ve aleyhine kullanmak için bunu yanlarında bir koz olarak saklayabilirler. Onlardan uzlette olursan bütün bunlardan kendini korumuş olursun.(...),
Şüphe yok ki insanlarla beraber yaşayan ve yaşayışlarına ortak olan kişiyi kıskananlar, hakkında kötü düşünenler, kendilerine düşmanlık beslediğini ve komplo peşinde olduğunu sananlar olacaktır, insanlar bir konuda ne kadar hırslı olursa, o kadar her seslenmeyi aleyhlerinde sanırlar. İşte onlar düşmanlardır. Onlardan sakın. Onların dünya hırslan şiddetli olup herkesi de kendileri gibi dünya için hırslı sanırlar.(....)
e-İnsanlardan umudunu yitirmek, onların da senden umutlarını kesmeleri. İnsanların senden umuî kesmelerinin birtakım yararları vardır. Bir kere, insanları memnun etmek, efde edilmeyen bir amaçtır. Kişinin kendini ıslah etmekle meşgul etmesi daha iyidir. Hakların en kolay ve basit olanı cenaze töreninde bulunmak, hastayı ziyaret etmek, davetlere ve taksimatlara gitmektir. Hepsinde vakit kaybetme ve afetlere maruz kalma vardır. Üstelik birtakım engeller de çıkabilir ve hepsi için özür beyan etmek mümkün olmaz. O zaman falancanın hakkını yerine getirdin, niçin hakkımızda kusur eîtin? derler. Bu da düşmanlığa sebep olur. Derler ki, bir hastayı hastalığında ziyaret etmemiş kişi, iyileştiği zaman kusurunu yüzüne vurmasın diye çabuk ölmesini ister. Hiçbir kimseye gitmezse, herkes ondan razı olur. Ama bazılarına giderse, diğerleri kendisine kızar. Herkesin haklarını gözetmek, gece gündüz buna kendini adamış kişi yerine getiremiyorsa, din ve dünya işlerinde kendisini meşgul eden kişi bunu nasıl yerine getirebilir!
f-Ahmak ve şişman kişilerin ahlak ve şişmanlıklarından kurtulmak.Çünkü şişman kişileri görmek küçük körlüğün kendisidir. A'meş'e, neden gözlerin bozulmuş? denildiğinde, şişmanlara bakmaktan, demiştir. Yine Ebu Hanife yanına girip "Allah kimin iki gözünü kör ederse, onun yerine daha hayırlısını verir" sözünü hatırlatarak kendisine ne verildiğini sorması üzerine, Ameş, şaka yollu "Şişmanlara bakmaktan korudu, sen de onlardansın" demiştir.
İbn Sİrin şöyle demiştir: Bir defasında bir şişmana baktım, düşüp bayıldım. Cali-nos,"Her şeyin bir korusu vardır, ruhun korusu da şişmanlara bakmaktır" demiştir. Şafii de şöyle demiştir: Ne zaman bir şişmanın yanına otursam, ona bakan tarafımın daha ağırlaştığını görürüm.
İlk ikisi dışındaki bu yararlar dünyaya yöneliktir. Bununla beraber dinle öp, ilgili-dir.Çünkü insan bir şişman görünce, onun dedikodusunu yapmaktan ve Allah'ın yaptığını yadırgamaktan kendini alamaz.Giybet, kötü zan, kıskanma, koğuculuk gibi şeylerle başkasından rahatsız olan kişi bunun mükafatına sabretmez. Bu da dinin bozulmasına sebep olur. Uzlette İse, bütün bunlardan kurtuluş vardır. Anla! [280]
Gazali, acaba uzlet hayatını bu şekilde kurtuluş yolu Dr. Zeki Mubarek'in şu sözlerini haklı çıkarmıyor mu?
"Tasavvufçuların dünyadan ve dünya ehlinden kaçmaları üç şeye delalet eder:
a- Ahlaki sorumluluk taşımaya yanaşmamaları,
b- Sosyal bozukluklara karşı koymaktan aciz olmaları,
c- Yaşadıkları ekonomik ve dini çevrelerin bozukluğu.
Okuyucu, bunun ahlak üzerinde etkilerini soracak olursa, şu cevabı verebiliriz: Tasavvufçuların yenilginin sebeplerini örtbas etmeleri, dünyadan kaçışlarını kendilerine makbul bir amel .suretinde göstermiş ve bu yolla kendilerini tatmin etmişlerdir. Bunun neticesi olarak onlara insanlardan çok kişi uymuş, dünyanın güzellikleri ve nimetlerine İltifat etmeme, onları hor görme biçimindeki zühd anlayışı yayılmış, uygarlık ve ekonomik refahın temsil ettiği manevi ve maddi refahın büyük kısmı böylece kaybolmuştur.
Tasavvufçular, dünyayı kötülemede çok aşırı gitmiş ve ondan kurtulma çağrılarında da haddi aşmışlardır. Bu konuda itidal üzere olmaktan uzaklaşmışlardır. [281]
Yukarıda da belirtildiği gibi, insanları Allah'ın yoluna davet etmeyi, kötülükleri önlemek ve iyilikleri yaymak için çalışmayı, Allah'ın dinini egemen kılmak için mal ve canla cihad etmeyi, zillet ve meskenet yerine izzet ve şerefle yaşamayı, sadece Allah'a kulluğun yapıldığı bir hayatı gerçekleştirmeyi, toplumda faziletleri egemen kılmayı öngören İslamın öğretileri ve bu öğretilerin canlı örnekleri olarak Allah'ın Rasulü ve ashabının yaşayışları gözler önünde dururken, bir yanda da Gazali ve benzeri tasavvuf felsefesini insanlara kurtuluş yolu olarak sunmağa çalışan ve izzetle cihad etmek yerine, uzlette Ömür tüketmeyi fazilet sayan tasavvufçuların anlayışları!
Allah'ın Öğretileri ve Rasulullah'ın uygulamalarına göre ideal İslam toplumu kurmak, kötülükleri asgariye indirmek, toplumu mümkün olduğu kadar kötülüklerden temizlemek, bunun için görülen kötülükleri elle, dille ve kaple değiştirmeğe çalışmak, iyiliği, hakkı ve sabrı tavsiye etmek ve burada sayamayacağımız İslam'ın bütün Öğretilerini gerçekleştirmek varken, toplumdan kaçmak, ıslah etme faziletini kazanma yerine pasif bir ahlak ve felsefeyi benimsemek, toplumun sorunları karşısında acizlik ve korkaklık göstermek, kendimiz için sevdiğimiz şeyleri müminler için de sevmek ve kamu yararını önde tutma ahlakını benimsemek varken, tenhalarda, İnsanları kötülük ve sıkıntılarıyla başbaşa bırakmak, toplumu kötü kişilere ve ahlaksız-ra teslim etmek, neme lazımcılık, suya sabuna dokunmamak gibi bencil ve oist bir ahlak anlayışı! Tasavvufun pasif, karamsar, bencil, ürkek ve fervetçi dünya görüşü budur. Tasavvufçuların en meşhuru, hatta hücceti salan Gazali'nin öğütlediği hayat budur. Kur'an ve Sünnetin İslam anlayışı le tasavvufun İslam anlayışını bu kısa karşılaştırmadan anlamak mümkündür.[282]


[268] Meryem 92-94.

[269] Yunııs,2-4.

[270] Zumer1-6

[271] $ur,ı, 10-11. Yukarıdaki ayetlerde Yüce Allah'ın sayılan birçok niteliklerini tasavvuftular ;>tı veya Ihı şekilde kendilerine veya başka varlıklara vermektedirler. Vahdet anlayışları, gavs, kutup, f>iM mevlit im şahsiyetlere tanıdıkları haklar ve verdikleri sıfatlar, ölülerden yardım istemeleri, şeyhlerin olağanüstü Küfe sahip olduklarına inanmaları bunun açık ifadeleridir.

[272] İhlas suresi

[273] Ahzap,45-48

[274] Rasukıllah ve ashabı sanki Allah'ı zikretmiyor ve Allah'ın zikri ile yaşamıyordu!

[275] Peygamberlik ten önce Kasultıllahın Mira mağarasına çekilmesi örnek olmaz.Nitekim peys'.ınıht'1'
olduktan sonra böyle bir uzlete çekilmesi olmamıştır.Bir süre için kendini ibadete vermeyi maçıyla itikafa çekilme uygulaması teşri edilmiştir.

[276] Muslim,

[277] MaicJe,105

[278] Stıneıı sahipleri riVtiyel etmiştir.

[279] rivayet etmiş ve senedinin iyi olduğunu söylemidir.

[280] Gazali, İhya,2/226-235, el-HaleİJİ,1939,

[281] Dr.Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'l-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak,13!M40, fCılıire,

[282] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 324-335.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


AMELİ TASAVVUF


I. Zühd Meselesi


Tasavvufun bugünkü anlamı ve şekliyle Rasulullah ve nshabı zamanında mevcut olmadığı bilinen bir gerçektir Tasavvufun en hararetli savunucuları da bu gerçeği kabul etmektedir. Süleyman Ateş bu konuda şöyle demektedir:
"Tarikatlar, kendilerini dini bir mesnede bağlamak için tarikat şeyhini tâ Hz. Peygambere bağlayan bir silsile İleri sürmüşlerdir. Ancak bu zincirlerde kesinlik yoktur... Bu zincir şüphelidir. Çünkü Marufun Davud et-Tâî üe, Davud et-Tâî'nİn de Habib el-Acemi ile görüşmesi hususunda kesinlik yoktur. Gerçi kaynaklar görüştüğünü söylüyorsa da, ondan tasavvuf usulünü alacak şekilde görüşmesi ispat edilemez. Hasan el-Basri de çocuk iken Hz. Ali vefat etmiştir. Bir çocuğun Hz. Ali'den esrar öğrenmiş olması pek kabule şayan görülmüyor.[283]
Ibn el-Cevzi de RasuluUah'm ve ashabın hayatında tasavvufa mesned bulmak ve oraya dayandırmak için tasavvufçuların olmadık şeyler söylediklerini belirterek, mesela Hilyetu'l-Evliya sahibi Ebu Nuaym'ın şu sözlerini Örnek vermektedir:
"Sonra Ebu Nuaym el-lsbahani gelerek el-Hilye kitabını yazdı. Tasavvuf kapsamında çok çirkin ve münker şeyler söyledi. Utanmadan Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'yi sufiler arasında göstererek onlarla ilgili acaip şeyler söyledi. Kadı Şureyh, Ha-san'ı Basri, Sufyanı Sevri[284] ve Ahmed İbn Hanbel'i de sofular arasında saydı[285]Özellikle hicri ikinci asırdan itibaren boy veren tasavvufî zühd anlayışına temel ve mesned olabilecek şeyler bulma çabaları görülmektedir. Sufi eğilimli kişiler başta Raşid halifeler olmak üzere neredeyse bütün ashabı sufi ve zahid göstermeye çok hevesli görünmektedirler. Klasik meşhur sufi-lerin yaptığı gibi, mesela Dr. Hüseyin Atvan da benzer bir çabanın içinde bulunarak Emeviler devri Şam bölgesinde ashap ve tabiinden kendisine göre çok sayıda zahid ve abid isim saymakta, [286] zahid olarak nitelediği bu insanların zühdünü de şöyle anlatmaktadır:
"Bunların zühdü farzları ve itaatları ihlasla yapmağa ve muamelede doğru olmaya dayanıyordu. Çünkü bu zahid ve abidler amel eden muttaki ve cihad eden salih kişilerdi.ideal ve mükemmel müslüman örneğini sergilemeye çalışırlardı.İman ile amelin beraberliğinde ısrar ederlerdi. Allah'a gerçek anlamda ibadet eder, ahireti dünyaya tercih eder, Allah'ın hoşnutluğunu ve iutfunu ararlardı. Allah'ın rahmet ve bağışlamasını dilerlerdi. Net bir İslam'ın hayata hakim olmasını isterlerdi.İnsanlar arasında adaletin gerçekleşmesi için çalışırlardı. İnsanlara Kur'an okutur, hadis rivayet eder, fıkıh öğretirlerdi. Valilik, komutanlık ve hakimlik gibi görevler üstlenirlerdi.İslam'ı yer yüzünde yaymaya çalışırlardı. Sınır bölgelerinde Bizans'a karşı savaşırlardı. [287]
"Bu zahid ve abidler zühdü, sadece namaz ve oruç gibi görevleri yapmak ve çoğaltmak, nefsin arzu ve isteklerini öldürmek, dünya lezzetlerinden yüz çevirip onlardan nefret ettirmek, cehennem azabının dehşetinden korkutmak, ahiretin cennet ve nimetlerine teşvik etmekten ibaret görmezlerdi. Bunlar zühdü aynı zamanda amel ve cihad, hayata katılmak, onu yönlendirmek, İslam'rn ruhunu kökleştirmek ve güçlendirmek olarak da görürlerdi. Bundan dolayıdır Ki onların çoğu amil ve müçtehid olarak nitelenmişlerdir. Amelleri de çeşitli olmuştur. Onlardan kurra ve müfessir, muhaddis, müftü ve fakih, vali, hakim ve komutan, sınır boylarında nöbet tutan ve Bizans'a karşı savaşan ve İslam'a davet edenler olmuştur.[288]
Yazar, Emeviler devri zühd anlayışının da nasıl bir zühd olduğunu şöyle belirtmektedir:
"Bazı metinler ve haberler Emeviler devri Şam bölgesinde zühdün devrimci bir karaktere sahip olduğunu tercih etmektedir. Şam bölgesi zahidleri akidenin sağlamlığı ve hükmün istikameti üzerinde titizlik gösterirlerdi. Akide selametinin de sünnete sarılmak, imamlardan salih selefin yolunu izlemekle gerçekleşebileceğine inanırlardı. Bunun en açık örneği Evzaı'nin şu sözleridir:
Rasulullah'ın ashabı ve onların yolundan gidenler şu beş şeye bağlıydılar; Cemaattan ayrılmama, sünnete sarılma, mescide devam etme, Kur'an okuma ve Allah yolunda cihad etme.
Sünnete sarıl, onların söylediklerini söyle, söylemediklerini söyleme, salih selefinin yolundan git, onlara yeten sana da yeter.İman ancak söz ile, söz ancak amel ile, i-man, söz ve amel de ancak niyet ve sünnete uymakla müstakim olur. [289]Yazar, Emeviler devrinde zühd anlayışının nasıl oluştuğunu da az çok ele vererek şöyle demektedir:
" Ama Şam bölgesindeki zahid ashap ve tabiinden bazı kıssacı ve vaizler Tevrat ve İncil'e ve onların şerhlerine ve onlarla ilgili anlatılan haberlere muttali olmuş, onlardan aldıklarını vaizlerine katmışlardır. Bu kişilere ve Tevrat ile İncil'den okudukları yahut ehli kitaptan rivayet ettikleri şeylerin etkisiyle yaptıkları vaazlara daha önce işaret etmiştik. Ancak bu, Emeviler devrinde Şam bölgesindeki zühdün kaynağının Yahudi veya Hristiyan olduğunu göstermekten çok, Yahudi ve Hıristiyan dini ve edebi bir unsurun Emeviler devrinde Tevrat'ı ve İncil'i okuyan zahirilerden vaiz ve kıssacıların vaazlarına karıştığını, Tevrat ve incil'den nakiller yaptıklarını, sahipleriyle haşir neşir olduklarını, onlardan iktibaslar yaparak naklettiklerini göstermektedir. [290]
Ashabın ve onların yolundan giden tabiinin her amel ve davranışını Utanmasa zühd olarak takdim edecek olan bu insanlar, acaba, istisnalar dışında, ashaptan kaç tanesinin yaşayış ve davranışlarında bunları görmemektedir? Acaba zahid ve abid olarak seçilen yukarıdaki insanlar için sayılan bu özellikler Allah'ın ermiş has kulları olarak sayılan tasavvufun zahid-lerinden kaç tanesine benzemektedir?
Diğer taraftan, özellikleri sayılan bu insanların, toplumdan uzak tekke ve zaviyelerde ömür tüketen, ilim ve cihad yerine halvet ve mükaşefeyi tercih eden, Allah'la ittihad etmenin felsefesini yapan, çalışıp kazanma ve hayatta üstün olma anlayışı yerine, bir lokma bir hırka felsefesiyle fakirliği ve açlığı yeğleyen, kuruntu ve hayallerle makamdan makama geçtiğini sanan ve Hint mistikleri gibi dünyayı zindan gören tasavvufun zahidleriyle ne ilgileri vardır!?
İslam'ın altın nesli olan ashabın zamanında ve Rasulullahm hayatında tasavvuf zühdünün hiçbir yeri olmamıştır, Rasulullah zamanında ve ashabın hayatında Kur'an ve sünnetin Öngördüğü dengeli ve bölünmemiş bir İslam vardı.İslam'ın vasat yapısından bir nevi sapma olarak bazı kişilerin davranışında kendini gösteren ve Rasulullah'ın karşı çıkıp tashih ettiği, daha sonra zühd olarak adlandırılan kimi şaz davranışların dışında tasavvuf zühdü adına birşey görmemiz mümkün değildir.. Yukarıda belirtildiği gibi Rasulullah bu davranışların birer sapma ve karşı çıkılması gereken şeyler olduğunu belirtmiş ve doğru yolu göstererek düzeltmiştir. Tasavvuf Zühdü olarak o döneme ait başka bir kaynak ve dayanak da yoktur.
Tasavvufçular, ermenin ve Allah'ın sevgili kulu olmanın yolu olarak tasavvufu savunurlar. Kendilerinin zahid ve mukaddes ruhani kişiler olduklarını iddia ederek rwhlarıyla mele-i a'lâ'ya yükseldiklerini ileri sürerler. Halbuki onlara şunu sormak lazımdır: Acaba İslam'da nefsin kemaline ereceği, parlak mutluluğu elde edebileceği, ruhun aydınlanacağı, iman semalarında kanatlanacağı ve berrak nura bürüneceği malum zühd anlayışından başka bir yol yok mudur? Kalbin arınıp iman, hayır, rahmet ve sevgi ile dolacağı başka bir metod yok mudur? İslam'ın dengeli ve vasat yolundan sapmadan insanların kamil birer mümin ve nezih birer müslüman olmaları mümkün değil midir? Kur'an'da müminlerin özelliklerini bildiren ayetler, takva sahibi bir mü'mini Kur'an ahlakı üzerinde eğitmeye yeterli değil midir?
Yüce Allah'ı alabildiğine anmak, sürekli onun gözetimi altında yaşamak, nimetlerine şükretmek ve serî sınırlar içinde o nimetlerden yararlanmak, hakkını vermek, Allah için cihad etmek, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, dünyaya sonsuz yaşayacakmış gibi bel bağlamak, en büyük amacı ve hedefi dünyalık sahibi olmamak veya dünyayı tanrılaştırmamak, emredilen türlü ibadet şekilleriyle sürekli Allah'la muhatap olmak, kısaca Allah'ın belirlediği sınırlar ve ölçüler içinde bir ömür sürmek, insanın ruhunu yücelten, nefsini tezkiye eden ve her türlü olgunluğa kavuşturan şeyler değil midir?
Bütün bunlar Allah yolunda insanı sürekli cihada ve mücahedeye, sadece Allah'ın hoşnutluğunun gözetildiği salih amel işlemeye, insanlık içi ıı umumi iyiliği gerçekleştirmeye, tasavvufçuların iddia ettiği gibi ittibad veya karışma yahut katılma şeklinde değil, sadece ve sadece Allah'ı teşbih ve takdis etmeye sevkeden unsurlar ve öğretiler değil midir? Nefis tezkiyesi veya ruhun saflaşmasına götüren İslam'ın öğretileri yahut uygulamalarından bazılarıdır bunlar. Acaba tasavvufçularda bunu sağlayacak ne vardır? Şimdiye kadar anlattıklarımız herhalde onlar adına cevap vermeye yeterlidir!.
Hemen belirtelim ki, tasavvufçuların iddia ettikleri anlamdaki bir zühdün İslam şeriatında hiçbir yeri yoktur. Onların savundukları veya yaşadıklarını iddia ettikleri bir zühd ne İslam'ın öğretilerinden, ne de uygulama]a-rındandır. Dini bir karakter vermek ve İslam'dan göstermek için ne kadar boya vururlarsa vursunlar, böyle bir zühd anlayışının İslam'la hiçbir ilişkisi yoktur.
Kur'an-ı Kerim dili olan Arapça'da zühd bir şeyin değerini küçümsemek ve hor görmek demektir. Zühd kelimesi Kur'an'da bu anlamda geçmektedir Nitekim bütün türevleriyle zühd kelimesi Kur'an'da sadece bir defa geçmektedir. Hz. Yusufu başkalarına satan kervan sahipleri olayını anlatırken Kur'an-ı Kerim bu ifadeyi kullanmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar, onlar zaten ona karşı isteksizdiler.[291]
Değersiz birkaç dirhem, sayılı, kelimelerini düşünün. Sonra isteksiz keli-mesinin gelişini düşünün. Bütün bunlar düşünüldüğünde zühd kelimesini ti anlamı daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu anlamıyla zühd, Allah ve Rasulünün sevmediği, Allah'a ve ahi ret gününe iman eden her mü'minin ondan beri olacağı bir şeydir. Çünkü zühdün anlamı, Allah'ın nimetlerini hor görmek, küçümsemek ve hakkım vermemektir.
Gazali, bu ayetin anlamını tahrif niteliğinde açıklamalar yaparak zühdü tanımlamaya çalışmaktadır. Ona göre zühd, sevilen bir şeye daha çok sevilen bir şeyi tercih etmektir. Mesela ahiret nimetini para, kadın, mal, ev gibi dünya malına tercih etmek gibi. Nitekim Yusufun kardeşleri babaları Hz. Yakub'u, Yusufu sevdiklerinden daha çok sevdikleri için Yusufu az bir pavn ile satmış ve Yakub'a sahip olmayı Yusufa sahip olmaya tercih etmişlerdir,demektedir.[292] Halbuki Yusufu Mısır'da satanlar onun kardeşleri değil, kuyuda bulup çıkaran kervan sahipleridir. Onu başkasına veya başkasını ona tercih etmeleri sözkonusu değildir. Böyle bir açıklama, Gazali'nin tasavvuf zühdüne kılıf bulma çabasından başka bir şey değildir.
Gazali'ye göre, tercih edilen şey açısından zühdün üç derecesi bulunmaktadır. En aşağı derecesi, cehennem ateşinden, kabir azabı, hesabın zorluğu sıratın tehlikesi ve haberlerde kişinin karşılaşacağı bildirilen diğer zorluklardan kurtuluşu istemektir. (Burada bu anlamı vurgulamak için uydurma bir hadis nakleder), Bu, korkanların zühdüdür. Bunlar sanki yok edilseler-di, yok olmaya razı olacaklardı. Çünkü ızdıraptan kurtuluş yok olmakla sağlanmaktadır.
İkinci derecesi, Allah'ın sevap ve nimetini, cennette vadettiği saraylar, huriler ve başka mükafatları arzu ederek dünya şeylerine karşı zahid olmaktır. Bu da nimetleri arzu edenlerin zühdüdür. Bunlar ızdıraptan kurtulmak için yok olmaya razı olarak dünyayı terketmemişler, aksine sonu olmayan devamlı bir nimeti arzu etmişlerdir.
Üçüncü ve en üstün derecesi de, Allah'la buluşma arzusundan başka arzunun bulunmamasıdır. Kurtulmak için zahidin kalbi ızdırapları düşünmediği gibi, elde etmek için nimetleri de düşünmemektedir. Tek düşüncesi Allah'la beraber olmaktır. Allah'tan başka birşey istemeyen gerçek muvahhid budur. Çünkü Allah'tan başkasını isteyen kişi ona tapmış olur.İstenen her şey, mabud (tapılan)dır. İsteyen herkes de isteği açısından bir kul (tapandır. Allah'tan başkasını istemek ise, gizli şirktir. İşte bu, sevenlerin zühdüdür. Bunlar ariflerdir. Çünkü ancak Allah'ı bilenler sadece onu severler. [293]
Gazali, daha sonra hangi şeylerde zühdün yapılacağını belirtmekte ve zühdün üçüncü derecesi olarak mal, makam ve bunlara götüren şeylerde zühd olduğunu belirtmektedir. Çünkü nefsin bütün zevklen bu İkisine raci bulunmaktadır. Dördüncü derecede de ilim, kudret, para ve makamda zühd olduğunu belirtmektedir. Çünkü çok çeşitli de olsa malların tümü para demektir. Sebepleri çok da olsa, netice olarak makam da ilim ve kudret demektir. Bundan maksat, başkalarına tahakkümü amaçlayan her ilim ve kudrettir. Zira makam, başkalarına hakim olmak, mal da eşyaya hakim ve sahip olmak demektir. [294]
Ebu Süleyman ed-Darani'nin zühdü genel olarak "Allah'tan alıkoyan herşeyin terkedilmesi" şeklinde tanımladığını ve "Kim evlenir, geçimi sağlamak veya hadis yazmak için yolculuk yaparsa, dünyaya meyletmiş olur" görüşünü de naklederek bu işleri zühde aykırı saydığını belirtmektedir.[295]
Tasavvufçuların iddiasını yaptığı zühd, gerçekte bireyi ve İslam cemaatinin gücünü mahvetmekten başka bir işe yaramamıştır. Çünkü ferd ve toplumun iyiliği yolunda gayret ve çaba göstermekten kişileri alıkoymak, himmetleri bu amaçtan uzaklaştırmaktır. Geçmişte olduğu gibi, çağımızda da emperyalizm İslam aleminde bu hurafeyi yaymaya çalışmakta ve insanları ona inanmaya sevketmektedir. Çünkü bunu sağladığı taktirde, müslüman fertler güçsüz, zelil olarak yaşayacak, emperyalistlerin lütfettikleri sofra artıklarına razı olacak, onların ellerine bakacak ve ellerinden zilletle meskeneti yudumlayacaklardır. Bu gerçekleştiği taktirde müslümanlar bir deri bir kemik olarak, ceset yığınları halinde düşmanın kapıkulları olmaktan başka ellerinden birşey gelmeyen sefiller olmaya mecbur kalacaklardır.
"Maalesef İslam alemi tarihinin birçok dönemlerinde bu tasavvuf hurafe-siyle yaşamış; kuvvet, şeref ve izzet zirvesinden, hürriyet ve hakimiyet zirvesinden kölelik ve aşağılık derecesine düşmüştür. Haçlı seferlerinin İslam alemini kasıp kavurduğu, Moğol sürülerinin İslam alemini ayaklar altında ezdiği ve son iki asırda Batı dünyasının İslam alemini boyunduğu altına aldığı dönemlerde müslümanlarm hayatında tasavvufun ahtapot gibi kök saldığı, hurafeleriyle insanları uyuşturduğu, zühd ve inziva safsatalarıyla insanları hayat meydanlarından uzaklaştırdığı görülmektedir. Haçlı saldırıları ve Moğol istilaları meydana geldiği dönemlerde, İslam düşüncesini vah-det-i vücud, hulul ve ittihad, egnostizm ve işrak felsefelerinin bastırdığı, bunlara karşı çıkan alimlerin zindanlarda çürüdüğü, yahut kılıçlar altında can verdiği bilinmektedir. Son iki asırda da batı emperyalizmi İslam alemini boyunduğu altına alırken, İslam topraklarının hemen her köşesinde tarikatların yaban otları gibi bittiği, müslümanlarm başındaki yöneticilerin bu tarikatlarda günah çıkarmaya çalıştığı, cihad görevi terkedilerek insanların askerlik yapmamak ve savaşa katılmamak için tekkelere dolduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumu farkedip eleştiren aydınların bir nevi aforoz edildiği ve toplumun gözünde emperyalistlerden daha korkunç gösterildiği herkesin malumudur. Tarikat ve tekkelerin sahip olduğu imkanlar ve insani-, üzerinde kurduklan hegemonyalarla yönetcileri kıskaçları içine aldığı muhalifleri bertarai ettiğini tarihi okuyan herkes bilir.[296]
Durum böyle iken, söyler misiniz, her müslüman sadece bu rivayetler kendine din edinirse, müslümanlarm hali nice olur? Azgın ve zalim her sal dırgana, her tağuta müslümanlar kolay yutulan bir lokma ve rahat ezilen bir sürü olmazlar mı? Zelil ve perişan oldukları, bugüne kadar emperyalist ve tağutlara yem oldukları açık bir gerçek! Emperyalizmin ve onların güdümündeki azgınların en büyük hedefi ve tatlı rüyaları bu değil mi?
Yüce Allah'ın kullarına nimetini tamamladığı ve dini ikmal ettiği İslam'da "takva" terimi bulunmaktadır. Müslümanlar buna sarılırsa kalpleri ve y asayişi arıyla sadece Allah'a boyun eğen birer kul olacakları gibi, fedakarlık, sevgi ve mertlik duygularıyla ruhen diğer müslüman kardeşlerinin de yanında olacaklardır.
"Takva"! Ne yüce bir ideal! Allah'tan korkmak, kutsal bir itaatla ona itaat etmek, Rasulüne uymak! Senin olmayan bir şeyi gasbetmemek, nefsini tezkiye edecek işler yapmak, hem kendinin hem de başkalarının mutluluğu için çalışmak, hem senin hem de başkalarının hayatını gözetecek davranışlarda bulunmak! Kısaca İslam'a samimi bir imanla inanmak ve samimi bir kalple amel etmek!
"O halde siz gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Rasulüne itaat edin"[297]
Bu kavramın önemi ve büyüklüğü sebebiyledir ki, Yüce Allah ona şu büyük karşılığı vermiştir:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu. ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse, o kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Aliah herşey için bir öiçü koymuştur... Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir... Kim Allah'tan korkarsa Allah onun kötülüklerini ör-ter ve onun mükafatını büyütür. [298]
"Ey Ademoğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler getir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendisini İslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. [299]
"O ülkelerin insanları inansalardı ve takva sahibi olsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket {ve bolluk kapılarını) açardık.[300] "Her kim sözünü yerine getirir ve muttaki olursa, bilsin ki Allah muttaki olanları sever. [301]
"Çünkü Allah muttaki olanlar ve güzel amel işleyenlerle beraberdir. [302] Şimdi soruyoruz, acaba tasavvufçular neden takvadan yüz çevirmekte, içeriği diğer dinlerin uygulamalarını çağrıştıran bir kavramı seçmektedirler? Şaşkın insanlığın hidayeti için sanki yegane yol imiş gibi neden tasavvufçular zühde bu kadar sarılmaktadırlar? Yoksa Kur'an'da zühdün üstünlüğünü veya mükafatını mı gördüler?
Tasavvufçular, zühd bid'atmda en fazla, hayır ve şer tanrısına inanan, ahlak değerlerinde aşırı zühdü ve evlenmemeyi esas alan Mani dininin öğretilerinden etkilenmiştir, denilebilir. İki tabiatlı olan bu tanrı "Mani"nin zatını ayakta tutan serden ancak alemin fena bulmasıyla kurtuluşun mümkün olduğuna inanılır. Onun için hızla yokluğa karışmayı sağlamak amacıyla zühdü ve evlenmemeyi öğütler. İşte bu mecusi Mani dininin tasavvvufçula-rın zühdünde büyük etkileri olduğu söylenebilir. Bunun yanında Hristiyanlıktan Hint nirvanasma kadar tasavvuf zühdünün oluşmasında daha başka yabancı unsurlar da vardır. [303] Buna örnek olarak Rabah bin Amr el-Kay-si'nin şu sözünü nakletmek istiyoruz;
"Kİşİ eşini dul, çocuklarını yetim gibi bıraktığı ve köpeklerin yuvalarında barındığı taktirde ancak sadıkların derecelerine ulaşabilir. [304]
Tasavvufçular, Mani dini yanında bu bid'atı bir de Agnostizm'den almışlardır. Agnostizm'e göre insanın en büyük hedefi, tanrı ile bütünleşmektir. Heveslerin oluşturduğu ve masalların efsanevi bir varlık şeklinde sunduğu tanrının varlığıyla kaynaşmaktır.
Tasavvuf zühdünün esası ve hedefi budur. Bu esasa dayanmış ve bugün de ona dayanmaktadır. Görüldüğü gibi, bu algılayış biçiminin İslam'ın takva anlayışı ve kavramıyla bir ilişkisi yoktur. Manada, ruhta, nesep ve amaçta takva anlayışından tamamen farklıdır.[305]


II. Dünyadan Nefret Etmek


Ahiret hayatı karşısında dünya hayatının geçici ve değersiz olduğunu bildiren yahut dünya hayatı için can atmayı ve ona üşüşmeyi nehyeden bazı ayet ve hadisler vardır. Tasavvufçular bunlara bakarak İslam'ın dünya hayatını mutlak olarak kötülediği ve terkedilmesini istediğini sanmış, bunun neticesi olarak tembelliğe ve dünyadan el-etek çekmeye gitmiş, tekke ve zaviyelere kapanmışlardır. Bununla da yetinmeyerek dünyadan nefret ettirmek için hadisler uydurmuş ve insanları ondan soğutma yoluna gitmişlerdir.[306]
Mesela "Dünyayı terketmek, sabretmekten daha zor ve Allah yolunda kılıç darbesinden daha çetindir. Kim dünyayı terkederse, Allah ona şehitlere verdiğinin aynısını verir. Dünyayı terketmek ise, az yemek ve az doymak, insanların övgülerinden nefret etmektir." "Dünyada iyilerin en büyük süsü, dünyaya iltifat etmemeleridir". "Dünya sevgisi her günahın başıdır." "Rasu-lullah bir çöplüğün başında durmuş ve şöyle buyurmuştur: Gelin, dünyaya bakın! Sonra çöplükte çürümüş bir bez parçası ve çürümüş kemikler eline almış ve "Dünya işte budur" demiştir." "Yüce Allah, yarattıkları arasında en fazla dünyadan nefret eder. Yarattığı günden beri ona bakmamıştır", "En büyük gayesi dünya olan kimsenin Allah'la bir ilişkisi yoktur. [307]
Ne üzücüdür ki, tasavvufçuların hücceti olarak Gazali, İhyau Ulumiddin kitabını dünyadan soğutan ve onu kÖtüleyen haber, hikaye ve bu türden uydurma hadislerle doldurmuş ve müslümanlarm dünyalarını ihmal ederek emperyalizme yem olmalarına, hayatta gerileyip ayaklar altında ezilmelerine bir nevi destek olmuştur. Avarifu''I-Maarif, Kutubu'l-Kulub gibi kitaplar da ondan geri kalmamışlardır.
"Tasavvufçuların Anlayışında Dünya" konulu bir araştırmasında Dr. Zeki Mübarek şöyle demektedir:
"Tasavvufçuların dünyadan ve dünya ehlinden kaçmaları üç şeye delalet eder:
a- Ahlaki sorumluluk taşımaya yanaşmamaları,
b- Sosyal bozukluklara karşı koymaktan aciz olmaları,
c- Yaşadıkları ekonomik ve dini çevrelerin bozukluğu.
Okuyucu, bunun ahlak üzerinde etkilerini soracak olursa, şu cevabı verebiliriz: Tasavvufçuların yenilginin sebeplerini örtbas etmeleri, dünyadan kaçışlarım kendilerine makbul bir amel suretinde göstermiş ve bu yolla kendilerini tatmin etmişlerdir. Bunun neticesi olarak onlara insanlardan çok kişi uymuş, dünyanın güzellikleri ve nimetlerine iltifat etmeme, onları hor görme biçimindeki zühd anlayışı yayılmış, uygarlık ve ekonomik refahın temsil ettiği manevi ve maddi refahın büyük kısmı böylece kaybolmuştur.
Tasavvufçular, dünyayı kötülemede çok aşırı gitmiş ve ondan kurtulma çağrılarında da haddi aşmışlardır. Bu konuda itidal üzere kalmaktan uzak durmuşlardır.[308]
insanlar arasında yaydıkları dünya düşmanlığı ve kötülüğü sebebiyle müslümanlarm başına gelen felaket ve sıkıntıların büyük çoğundan tasavvufçular sorumludur. Çünkü insanlara sürekli dünyayı kötülemiş ve ihmal edilmesine Öncülük etmişlerdir. Nitekim bazı tasavvufçular rızkı kazanmak ve geçimi sağlamak için çalışmanın gerekliliğine bile inanmamaktadır. İnsanlardan dilenmeyi, sadaka ve bağış almayı, asalak olarak yaşamayı ona tercih etmektedirler. [309]
Tasavvufun bu yapısını aynı zamanda tasavvufu savunan bir yazar olan Prof. Dr. Erol Güngör şöyle dile getirmektedir:
"Elbette sosyal reform yapmak isteyen bir kimse cemaatın bütününü ilgilendiren ve üzerinde ittifak edilmesi mümkün olan objektif esaslar bulmak, bunlara dayanmak zorundadır. Tasavvufta böyle şeyler bulunmaz. O yola gidenler cemiyetten çok, kendi manevi selametleri ile uğraşan, ferdi kurtuluşu ön plana alan kimselerdir. Hiçbir reformcu (müceddit) "Bin kere tövbeni bozmuş olsan da, mecusi veya putperest olsan da gel" diyemez. Çünkü bu sözleri söyleyebilmek için dünya hayatının sosyal mesuliyet şuurundan sıyrılmak lazımdır. Sosyal reformcu, insanlara "müslüman olun, doğruyoldan ayrılmayın"der. Mutasavvıfın sözü çok güzel olabilir, ama sosyal planda fazla işe yaramayacağı muhakkaktır.[310]
Tembelliğe, işsizliğe ve malı har vurup harman savurmaya yahut malı Allah'ı anmaktan alıkoyan bir engel görmeye çağrı, toplumda çok tehlikeli bir çağrıdır. Çünkü böyle bir çağrı çalışıp kazanmaya, yeryüzünü imar etmeye, kısaca İslam'ın ruhuna ve Rasulullah'in sünnetine açıkça aykırıdır Çünkü îslam'ı diğer dinlerden ayıran en büyük Özelliklerden biri, dünya islerini ve sosyal ilişkileri düzenlemesi ve bunun için hüküm ve kurallar koymasıdır. Bu ilişkilerin büyük çoğunluğu da çalışma, kazanma ve harcama ile ilgilidir, İslam çalışma, kazanma ve insanlara yararlı olma dinidir. Hiçbir zaman tembellik, işsizlik ve asalaklık dini olmamıştır. Çalışmamaya, tembelliğe, maldan kaçmaya ve onu kötü görmeye çağrının neticesi fakirlik, yoksulluk ve geriliktir. Başka milletlere avuç açmak ve boyundurukları altına girmektir. İslam ise bundan şiddetle sakındırmış ve insanlara ancak amellerinin karşılığım göreceklerini açık bir şekilde belirtmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulullah'ın sünnetinde çalışmaya, kazanmaya ve başkalarına yük olmamaya çağıran naslar ve örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Bunları burada zikretmeyi bile zaid görüyoruz.
Şezeratu'z-Zeheb sahibi şöyle diyor:
"Alauddin İbn Ali İbn es-Sıyrafi'nin, ZaduVSalikin adlı kitabında, kadı Ebubekr İbn el-Arabi'nin şöyle dediğini nakleder."
"Gazali'yi halk arasında gördüm. Elinde bir baston, sırtında yamalı bir hırka, omuzunda bir su kırbası vardı. Halbuki Bağdat'ta gördüğüm zaman halkın ileri gelenlerinden sarıklı dörtyüz kişi dersini dinliyordu. Hepsi de ondan ilim öğreniyordu. Kendisine yaklaştım, selam verdim ve "Ey imam, Bağdat'ta ilim okutmak bundan daha iyi değil mi?" dedim. Bana gözünün u-cu ile baktı ve şöyle dedi: "İrade semasında (feleğinde) saadet dolunayı doğunca ve usul akşamlarında vuslat güneşi batınca, Leyla ve Su'da aşkını evde bıraktım ve ilk menzili tashihe döndüm. Arzular bana "Yavaş ol, bunlar arzu ettiklerinin menzilleridir, yavaş ol ve in" diye seslendi. Onlara çok ince ipler eğirdim, ama iplerimi dokuyacak kimse bulamadığım için tezgahımı kırdım. [311]Hüccetu'l-îslam olarak anılan Gazali insanlara bu şekilde örnek olmaktadır.
Tasavvufçular insanları çalışmaktan, mal kazanmak ve mala sahip olmaktan, dünyadan ve dünyadaki!erden soğutup uzaklaştırdıkları gibi, Allah'ın mü'minlere farz kıldığı cihaddan da alıkoymuşlardır. Kuran ayetlerini çok tuhaf ve batini bir şekilde tefsir ederek birçokları insanları düşmana karşı cihad etmek ve İslam yurdunu savunmaktan alıkoymuştur. Halbuki yaptıkları bu tefsirlerin, ayetlerin mana ve maksatlarıyla yakından uzaktan bîr ilişkisi bulunmamaktadır.
Mesela Davud ibn Salih'ten şöyle rivayet edilir: "Ebu Seleme İbn Abdirrahman bana şöyle dedi: Yeğenim, "Ey iman edenler, sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun.[312] ayetinin hangi konuda indirildiğini biliyor musun? Hayır, dedim. Şöyle dedi: Yeğenim, Rasulullah zamanında atların savaş için bağlanması yoktu. Onun yerine, namazdan sonra gelecek namazı bekleme vardı. Ribat, nefse karşı cihad içindir. Ribatta bekleyen de nefsine karşı cihad eden murabittir. [313]
Avarifu'l-Maarif sahibi şu olayları da kaydediyor: "Salihlerden biri, bir arkadaşına mektup yazarak cihada davet etti. O da şu cevabı verdi: Arkadaşım, bütün cepheler benim için bir evde toplanmıştır. Kapım da kapalıdır. Arkadaşı ona şöyle yazdı: Herkes senin gibi kapanıp kalırsa müslümanlann işleri bozulur ve kafirler onları yenerler. Cihad etmek ve savaşmak gerekir. Ona şu cevabı yazdı: İnsanlar benim yaptığımı yapar ve zaviyelerinde seccadeleri üzerinde "Allahu Ekber" derse, Kostantiniyye'nin surları yıkılır. [314]
Seri es-Sakati de yukarıdaki ayeti şöyle tefsir etmektedir: "Kurtulmak için dünyaya iltifat etmemekte sabredin. Savaş anında sebat ederek ve istikamette kalarak aranızda sabrı tavsiye edin. Nefsi levvamenin heveslerine karşı nöbet tutun. [315]
"Allah yolunda hakkıyla cihad ediniz. [316] ayetini de tasavvufçular "Nefse ve hevaya karşı mücahededir ve hakkıyla cihad budur, cihadı ekber de budur, zira Rasulullah savaşlarından birinden dönerken 'Küçük cihaddan büyük cihada döndük' buyurmuştur. [317] şeklinde tevil etmişlerdir. Halbuki,böyle birşey, cihad şeriatını inşalara tebliğ eden Rasulullah'a açıkça iftira ve yalandan başka birşey değildir. Bununla ilgili olarak mücahit İbn Teymiyye şöyle demektedir:
"Tebük Gazvesinde Rasulullah'ın Küçük cihaddan büyük cihada döndük' anlamında buyurduğu söylenen hadisin aslı yoktur ve Rasulullah'm sözlerini, fiillerini bilenlerden kimse rivayet etmemiştir. Kafirlere karşı cihad amellerin en büyüğüdür. İnsanın Allah için yaptığı en büyük ameldir. Yüce Allah buyuruyor: "Mü'minlerden Özür sahibi olanlardan başka, oturanlar ile mallan ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik vadetmiştir. Ama mücahidleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.[318] "Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram'ı onaran kimseyi Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değildirler. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda, canlarıyla cihad edenler derece bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. [319]
Tasavvufçuların cihaddan kaçmalarını ve ondan nefret etmelerim göstermek için uzaklara gitmeye ne gerek var! İşte Mescid-i Aksa! Hicri 492 yılında Haçlıların eline düşüyor. Tasavvufun hücceti Gazali ise, hayatta olmasına rağmen belki de haberi bile olmuyor ve bu büyük olay karşısında harekete geçmiyor. Bırakın harekete geçmesini, kitaplarında bir satırla da olsa, buna temas bile etmiyor. Bu olaydan sonra Gazali onüç sene daha yaşamış, buna rağmen bu olay kalemini bile harekete geçirmemiştir.
Nasıl geçirsin ki?! Çünkü Gazali o yıllarda kitapları üzerine kapanmış ve cansızların evliya ile, ruhlarla nasıl konuştuklarını anlatmaya, kalbi cilalı-yarak levhi mahfuz'dan direkt bilgi almanın yollarım keşfetmeğe çalışıyordu. Cihada çıkmadan veya başkalarını cihada davet etmeden Önce tasavvuf-çularm sahv ve mahvinin felsefesini yapıyordu.
Aynı şekilde, tasavvufun kutuplan sayılan Muhyiddin İbn Arabi ve İbn el-Fand da haçlı seferleri zamanında yaşamış olmalarına rağmen, birinin bir savaşa katıldığı yahut teşvik ettiği yahut müslümanların başına gelen felaketlerden kopan feryatlar veya iniltilerden birini şiir veya nesirlerindetescil ettiğini görmüyoruz. Çünkü ikisi de insanlara Allah'ın kulların aynısı olduğundan sözetmekle meşguldüler. Onun için müslümanlar haçlılarla niçin savaşacaktı?! Zira ikisine göre Haçlılar da o suretlerde tecessüd eden Allah'ın zatından başka şeyler değildi.
Ne acıdır ki, Gazali el-Munkizu. Mi"e'd-Dalâl kitabında haçlıların Kudüs'ü işgalleri sırasında bazan Şam minaresinde, bazan da Kudüs kubbesinde halvette olduğunu ve iki yıİdan fazla kapısını kilitleyip dışarı çıkmadığını "Tarikatu't-Tasavvuf' bölümünde kendisi kaydetmektedir.
Gazali'nin mücahede diyerek hayallere nasıl daldığı ve vücudu pasifize etmek için nasıl reçeteler düşündüğünü sendısinden dinleyelim:
"Sevgili arkadaşım, gözlerini kapat ve bav ney görüyorsun! Birşey görmüyorum, dersen yanlış olur. Çünkü sen görüyorsun. Ama vücut karanlığının basiretine olan aşırı yakınlığı sebebiyle onu göremiyorsn. Gözsrin kapalı olduğu halde onu görüp önünde hazır bulmak istersen biraz \jcudı-:an eksilt yahut vücudundan bir-şeyler uzak tut. Onu eksiltmenin ve ondaı uzaklaştırmanın yolu da mücahededir. Mücahedenin anlamı, yabancıyı defetmem veya abancıyı öldürmek için çaba göstermektir. Yabancılar ise vücut (beden), refis ve şeytandır. Çaba göstermenin yolları da şunlardır:
1- Tedrici olarak gıdayı azaltmak. Vücudun, netsin ve şeytanın gördüğü destek gıdadandır. Gıda (beslenme) azalırsa, vücudun hakimiyeti de zayıflar.
2- İhtiyarı (iradeyi) terketmek ve vücudu ıslah edecek şeyleri seçmesi için güvenilir bir şeyhin iradesinde fena bulmak. Çünkü vücut, henüz erginlik çağına gelmemiş çocuk veya malını nasıl kullanacağını bilmeyen sefih (akılsız) kişi gibidir. Bütün bunlar için bir vasi yahut veli yahut kadı yahut yetkili lazımdır ki işlerini idare etsin.
3- Tarikatlardan eî-Cuneyd'in tarikatı. Bunda da sekiz şart vardır. Bunlar sürekli ab-dest, sürekli oruç, sürekli susmak, sürekli halvet, sürekli la ilahe illallah zikri, kalbi sürekli şeyhe bağlı tutmak ve olacak şeylerin bilgisini ondan almak. Bu da tasarrufunu şeyhin tasarrufunda fani kılmakla olur. Sürekli hatıra şeylerin gelmesini reddetmek, fayda veya zarar olarak Allah'tan kendisine geten şeylerden dolayı Allah'a itirazı daima terketmek, ondan cennet istemeyi yahut aleşten sakındırmasını istemeyi reddetmek.[320]
Bir de çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terketme ile ilgili şu sözlerine bakınız:
"Allah'ın hükmü ile yaratıklarından, Allah'ın emri ile hevadan ve Allah'ın fiili ile iradenden (ani ol. İşte o zaman Allah'ın ilmine bir kap olmaya elverişli olursun. Yaratıklardan fani olmanın alameti, onlardan ilgiyi kesmen, onlara gidip gelmeyi bırakman ve sahip oldukları şeylerden ümidini kesmendir. Kendinden ve nevandan fani olmanın alameti de kazanmayı, fayda sağlamak ve zararı önlemek için sebeplere sarılmayı bırakmandır. Kendin için kendinle hareket etme, kendini savunma ve kendine zarar verme. Fakat bütün bunları başlangıçta üzerine aldığı gibi sonunda da üzerine alacak olan (Allah)'a bırak. Nitekim sen, henüz annenin rahminde iken bütün bunlar ona bırakılmıştı. Beşikte süt emdiğin zaman da bunlar ona bırakılmıştı.
Allah'ın fiifi ile iradenden fani olman (iradeni bırakmanj'ın alameti de hiçbir istekte bulunmamandır. Çünkü Allah'ın iradesi yanında o ikisi (OYıun irade ve fiilin}'den başka birşey istemiş olmuyorsun. Daha doğrusu, onun fiilini üzerinde icra ediyorsun. Böylece sen, Allah'ın iradesi ve fiili oluyorsun.[321]
Tasavvuf insanları bu şekilde hem anlayış bakımından hem de yaşayış bakımından pasifleştirmekte ve hayatta sebeplere sarılıp çalışmaktan uzaklaştırmaktadır. Tasavvufçular dan çok kimse evlenmeyi, kendilerini Allah'a ibadetten ve zikirden alıkoyan bir ayak bağı olarak görür. Onu arzulara karşı mücadele, şehvet ve lezzetleri terketme çabalarına aykırı dünyevi lezzetlerden biri olarak sayarlar. İbrahim İbn Edhenı "Kadın bacaklarına ahşan kişi felah bulmaz[322] Ebu Süleyman ed-Darani de "Kim evlenirse, dünyaya yönelmiş olur. [323] derdi.
Tasavvufçuların pîri olarak adlandırdıkları Cüneyd el-Bağdadi de şöyle der: "Yeni başlayan (mürid) kişinin şu üç şeyle kalbini meşgul etmemesi iyi olur. Aksi halde durumu değişir: Bunlar mal kazanmak, hadis öğrenmek ve evlenmektir. Sofunun okuyup yazmaması gerekir. Çünkü bu,.himmetini toplamak için daha iyidir. [324]
Bişr ibn el-Hars'a "Halk senin hakkında konuşuyor, denildiğinde, "Benim için ne diyorlar?" diye sormuş: "Sünneti, yani evlenmeyi terkediyor" diyorlar, cevabını alınca şöyle dedi: "Onlara söyleyin, ben sünnet yerine farzla meşgulüm. [325]



[283] Doç. Dr. Süleyman Aieş, İslam Tasavvufu, 49, Pars Matbaası, Ankara, trs.

[284] Bilindiği yibi, islam coğrafyasında tasavvuf akimi ilk olarak Ar.ibist.in, İran ve Hindistan kültürlerinin kavşak noktası olan Küfe şehrinde ortaya çıkmış ve oradan yayıimıştır.'Kufe şehri aşırı Şiilerin,peygamberlik sevdalılarının, İmamları tanrılaşlıranfarın cirit attığı bir fitne ve anarşi ortamı olmuştur. Hilafet anlayışında Zeydiyye mezhebinin görüşünü benimsemiş görünen Süfyanı Sevri'nin de kendini ilim lahsiline vermeden önce zahid olarak burada orlaya çıktığı ve toplumda zahid olarak adlandırıldı^,fitne ve iç savaşlardan uzak durarak uzlet hayalını tercih ettiği kaydedilmektedir. Bkz.eş.-Şeybi,a.!;.e.1/29.5-207

[285] İbn el-Cevzİ,Telt)isu İblis, 165,Daru'!-Kütübi'l-İlmiyye,Beyrul,

[286] Mesela, Ebıı Ubeyde İbn el-Cerrah,Muaz ibn Cebel,Süheyl İbn Amr,bil,ıl ilin R,ıbah,S<ıid İbn Amİr,Umeyr İbn sa'd el-Ensari,Ebıı zer el-Ğıgari,Ebu'd-Derda el-Ensari,Ubade ibn es-Samit,Şurahbil ibn es-Sımt el-Kindi,Temim İbn Evs ed-Dari,Arnr İbn Esved el-Ansi,Sehl İbn Hanzaîa el-Ensari,Haris İbn Abdii-lah İbn Vehb el-Ezdi,Fadalü ibn Ubeyd el-Ensari.Sevban İbn bucdud el-Himyeri,Şeddad İbn Cvs el-Ensari, Farva ibn Mucalid,El.ıu Reyhani Şem'un ibn Yezicl el-Ezdi,F.lxi Sa'lebe el-Huşeni,Abdurrah ibn Ganem el-Eşari,lrbad İbn Sariye es-Sulemi,Ebu Ubey İbn Abdullah es-SulemlAbdull.ıh ibn Busr eI-Mazini gibi zahid ve abid kişilerin yaşadığı beiirlilmektedir.Dr.Hüseyin Atvan,e!-Firaku'l-İslamiyye fi Bü.ıdi'ş-Ş.ını fi'l-Asri'l-Emevi,! 09-129,Darulcil, 1986,

[287] Dr.Hüseyin atvan,a.g.e.129.

[288] Dr.Hüseyin Atvan,a.£.e.165

[289] Dr.Hüseyin Atvan,a.g.e.1 74-175

[290] Dr.Hiiseyin A!van,a.g.e.173-174

[291] YusLif, 20,Tasavvuftaki anlamıyla Buharı ve Müslim'de .itiliri hakkında biışcv yoktur.Cini D.ıvııd, mizijbn Hanbeljbn Mace ve Danmi'de ona uygun veyn zıt anl.imtln bazı rivayetler bulunmakladır. olursa olsun,İslam'ın genel anlayışıyla tasavvufun zühd anlayışı birbirinden t.ım.îme.n laiklidir.

[292] İhya,4/2H-212,e!-Halebi, Kahire,1939

[293] İhya,4/22İ,el-Halebi,'l939,GörüldügIü gibi Gazali.cennet nimetlerini ve cehennem azabını takmay.ın Rabiatu'l-Adeviyye, Yunus Emre ve benzerleriyle aynı anlayışı pay I aş maktamla ha da ileri ^it^erek Allah'tan başka bir şeyi istemenin gizli şirk olduğunu söylemektedir.

[294] Gazali,ihya,4/222,el-Haİebİ,1939

[295] Cazali,İhya,223,el-Halebi,li)39,
Gazali,hayatta zaruri şeylerde zühdü anlatırken, zahidin en kalitesiz ve adi ekmek yiyeceği,üt ve yedi gün kadar aralıksız oruç tutabileceği, güzel kadının kendisini meşgul etmekten endişe eden kişinin çirkin bir kadın veya yetim bir kızla evlenebileceğini belirtmekte ve siûyj I İz.isa'ya nisbet edilen ı?u sö/ii nakletmektedir :"Firdevs cennetine gitmek isteyenler için arpj ekmeği,çöplüklerde köpeklerle beraber yatmak bile çoktur." İhytı,4/224-236,el-Halebi,1939,Hayatta zaruri şeylerde zuhd,konusu. Beğenir veya beğen-mezsiniz,tasavvııfçulann müslümanlara uygun-gördükleri dünya hayalı budur,

[296] Genİş bilgi için bk Mııhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvtıf ISeyne'l-l lakki ve'l-l laik, I0H-I2İ. Hugün de müslüman gençliği tarikat kapılarında pasifize etmekle acaba emperyalizme hizmet etmiyorlar

[297] Enfal, 1

[298] T.ılab, 2-5

[299] A'raf, 35

[300] AI-i İmran, 76

[301] Nabl, 12H

[302] Mani dini, eski İranlı yalancı bir peygamber olan M.ıni ilin Fenik'in dinidir. Mensuplarına aşırı /iihdiı ve evlenmemeyi tavsiye etmiş ve ancak alemin fena bulmasıyla tanrısının içinde bulunan gi/li ser labi-atından kurtuluşun olabileceğini söylemiştir. Tasavvufu hazırlayan sebepler bölümünde belirtmeye çalıştığımız gibi, islam aleminde tasavvuf sapmasının önce zühd şeklinde haşladığı ve bunun rl.ı letiiıleı-den sonra meydana gelelisi hatırlanırsa, Mani zühdünün bunda ne büyük rol oynadığı daha iyi anlaşılır.

[303] Nicholson,Fİ'l-Tasavvufi'l-İslami,5

[304] Agnostizm, keşf, işrak ve irfan yolu ile rabbani sırları idrak etmek demektir. Eski Yunan köselesinin ürünüdür. Miladi dördüncü asırda yaşamış kimi Hıristiyan, kimi yahudi, kimi de putperest o).in bir gi'i'l' düşünür onu bu şekilde tanımlamıştır. İnançlarının en nemli ilkesi, il.ihi zat ile madde arasındaki ikiliği aşmak ve bir dizi çaba vasıtasıyla bu ikisi arasındaki mesafeyi geçmektir.Onlara göre madde asıldır ve insan tabiatı bu madde sebebiyle alçalmaktadır. Bununla beraber, İnsan kurtuluş yolu olarak zühdle ilahı zata ve ilk kaynağa dönebilir. Bkz. Abciurrahman Bedevi, et-Turasu'l-Yunani li'l-Hadaraii'l-İslamiyye, 7.

[305] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 337-346.

[306] Tasavvufçuların dünya hayatından nefret etmeleri ve fakiri iyi din ^ibi benimsemeleri konusunda bkz. Gazali, İhyau Ulumiddin, 3/196-214, Gazalijhya kitabında " Fakirliğin Övülmesi ve Zenginliğin Yerilme-si'V'Dünyanın Kötülenmesi" gibi bölümler açmıştır.ei-Gabi el-Halebi,193f), Mısır; Lbıı Talih d-Mekki, Kıı-tu'l-Kukıl), 2/344-400; el-Babi ef-Halebi, Kahire 1961.

[307] Bu uydurma hadislerin bazısını Suyuti, bazısını el-Heysemi, bazısını d.ı G<iaiIi kitaplarında zikretmiştir. Hepsinin asılsız ve zayıf olduğunu muhaddisler belirtmişlerdir. Dinin prensiplerini ve bakış açısını yelerince önemsemeyen tasavvufçular, anlayışlarını terviç etmek için bu türden çok hadisler uydurmuşlardır.

[308] Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'i-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 135-140, Kahire.

[309] Ezher Üniversitesi Darululum Fakültesi eski dekanlarından Dr. Mahmud Kasını da, İbn Rü^l'ün "Min-hacul-Edilie fi Akaidi't-MiIle" kitabına yazdığı mukaddimede şöyle diyor: "Diğer taraftan, bazı tasavvıırçuların islam medeniyetinin çökmesinde oynadıkları büyük rolü unulm.ım.ık lazımdır. Bilginin çaba ve çalışma ile değil, kalbe damlayan feyiz, ilham ve bir nevi mucizelerle eide edildiğini iddia ederek insanları çalışma ve ilim tahsilinden uzaklaştırmalardır. Sülük yollarından nasıl geçileceğini bilenlerin kalblerini marifetin leyiz yolu ile dolduracağını iddia ederek insanları ilimden alıkoymuşlardır." a.g.e., 7, Kahire, i. baskı, Renzer kanaat için bkz. Dr. Ahmed Emin, Duha'l-İslam, 1/131-H.), onuncu baskı. Bunu bizzat görmek isteyenler Gazali'nin ihya, lî/H.kitabına bakabilirler.

[310] Prof.Dr.Ero!CLini;or,İsl.imtm Bugünkü Mese!eleri,4l-42,Ötüken yayınlan,istanbul,1983

[311] İbn el-İmad, Şezeratu'z-Zeheb, 4/13, Daru'l Fikr, birinci baskı 1979

[312] AI-i imran, 200

[313] Suhreverdi, Avarifu'l-Ma;ırif, 82, İhya Mülhakı,

[314] Suhreverdi, a.g.e., 82.

[315] Stıhreverdi. a.g.e., fS2.

[316] Hac, 78

[317] İbn Hacer el-Askalani "Tesdidu'l-Kavs" kitabında Ihı rivayetle tlj^İIi olarak şöyle der; "Dillerde dolaşan bir hadis olarak geçeri bu söz, gerçekte ibrahim ibn Abie'nin sözüdür." Zeynııddin el-lraki de "el-Heyhaki, Cabir'den zayıf bir senedle rivayet etmişttr,Hatib el-ÜSagd.uli de T.ırih'inde derişik bir lafızla n.ıyel <ji-miştir" demektedir.Keşfu'1-Hafa, 1/424-425,Racaa maddesi. Keşfu'l-llafa sahibi her 2,ıınan yaptığı jltbi bakla batılı karıştırmak ve mideyi bulandırmak için burada d.ı hünerini göstermekten jı^ri knlıu.idiiîjlır. Hadis diye anlatılan bu söz, yukarıda nakledilen ayetlere aykırı olduğu gibi, R.ısıılull.ılı'ırt kavli w tiili süneline de aykırıdır. Cihadın üstünlüğünü anlatan ayet ve hadisler pek coktur.Mesel.iJiuhari ve Müslim'de şu hadis rivayet edilmektedir: "Bir adam Rasulullah'a: Ey Allah'ın Kasulii, bana Allah yolunda cihada denk bir amel söyle, dedi. Rasulullah; Ona gücün yetmez, dedi. Yine de söyle t ley ince. MüLcihid cihada çıktığı zaman bir mescide ısırıp (döniinceye kadar) .ıralrksız oruç tular ve nama/ kılabilir misin?" dedi." (Buharı, cihad, î; Nesai, cihad, 17; İbn Hanbel, 2/344. benzer rivayetler için bakını/. Mtıs-lim, İmara, 110, Cihad, 1, İbn Hanbel, 2/424, 438, 459, 465, Tirmizt, uhad, 1. [ki konııdı j>enış bilı>i için bkz. İbn Teymiyye, ef-Furkan, 44-48; el-Melaebeu'l-isfami, Beyrut, 1 ;S0O hicri

[318] Nisa, 95

[319] Tevbe, 19-22.ibn Teymiyye,el-Furkan Beyne Evliyai'r-R.ıhm.ın ve Evliy,ıi':j-Şeyran,44-4(i,el-Mek!ebu'l-İslami, Öeyrut,1390h.

[320] Gazali, Ravdatu'l-Talibin ve Umdetu's-Salikin, 27-28. Dam'n-Nalıtl.ıti'l- I (.ıtiise, Beyrut, irs.

[321] GazalU.g.e. 24

[322] Sııhreverdi, n.g.e., 27-2H.

[323] İmam Gazali, İhyau Ukımiddin, 3/87

[324] Ebu Tatib el-Mekki, Kutu'l-Kulub, 3/13ü

[325] Sulıreverdi, a.g.e., 105. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 346-352.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
III. Tasavvuf Ve İlim Tahsili


İlim tahsiline gelince; tasavvufçular Öğrenerek ve çalışarak ilim tahsil etmenin uzun ve yorucu bir yol olduğunu, bu yolla kazanılan ilmin derecesi netadar olursa olsun yetersiz, şüpheli ve zahir bir ilim olduğunu söylerler. Onlara göre kamil ve tam ilim, keşf ve ilham yolu ile kişinin kalbinde meydana ejen ilimdir.
Ebu Yezid şöyle diyor: "Alim, bir kitaptan ezberleyen ve unuttuğu zaman ahil olan kişi değildir. Alim, ancak ilmini rabbinden alan kişidir. Yani ez-uersiz ve ders okumadan dilediği zaman Rabbinden alan kişidir. İşte Rabbani alim budur.[326]
Sühreverdi de şöyle diyor: "Zahidler, tasavvuf şeyhleri ve istikamet hakkı gereği ikram gören mukarreblere, öncekilerin işaret ettikleri bütün ilimler verilmiştir. [327]
Gazali de şöyle diyor: "Kalbin iki kapısı vardır: Bunlardan biri melekut alemine açıktır. Bu da Levh-i Mahfuz ve melekler alemidir. Diğeri de mülk ve şehadet (dünya) alemine bağlı beş duyu alemlerine açılan kapıdır.
Mülk ve şehadet alemi aynı zamanda bir bakıma melekut alemine benziyor. Kalbin duyulardan almak için açılmasını da biliyorsun. İç kapısının melekut alemine açılması ve levhi mahfuzu etüd etmesini ise, rüyanın acaipliklerini derin düşünmek, kalbin geçmişte olan veya gelecekte olacaklara, duyulardan iktibas etmeksizin, uykuda muttali olmasıyla olacağını kesin olarak bilirsin. Bu kapı da ancak kendini Allah'ın zikrine veren kişiye açılır."
Sonra şöyle devam ediyor: "Peygamberlerle velilerin ilimlerle, alim hakimlerin ilimleri arasındaki fark budur. Şöyleki: Öncekilerin ilimleri melekut alemine açılan kapıdan kalbin içinden gelirken, hikmet ilmi mülk alemine açık olan duyuların kapılarından gelir. [328]
Kendilerine vahiy gelen peygamberler için bile vahiy dışında, müyesser olmayan bir yol göstererek tasavvuf çul ara bu sözlerinden sonra, ilmi terketme ve cehalete dalma kapısını Gazali'nin açtığından okuyucunun bir şüphesi kalır mı dersiniz? Gazali'nin açtığı bu yoldan tasavvufçular halvetlerde dolanıp durmuş, katmerli karanlıklara sığınmış, böylece sapıklıkları gittikçe katlanmıştır. Bu yoldan giderek İslam alemine pekçok vesveseler ve kuruntular sokmuş, müslümanların zayıflamalarına, çöküş ve zilletlerine, nihayet emperyalizmin boyunduruğu altına girmelerine yol açmışlardır,
İlmi terketme çağrısı toplum için korkunç tehlikeli ibir çağrıdır. İslam toplumunu temelden yıkan ve yerle bir olmasına yolaçan bir çağrıdır. Tarihte İslam toplumu medeniyette ilerlemiş ve egemenlik sahibi olmuşsa, ancak ilimle ve alimlere saygısıyla bunu gerçekleştirmiştir.
Bir de şu acıklı durumumuza ve geri kalmış halimize baktığımızda acaba sonraki hakkımız olmuyor mu? Levhi mahfuzu okuduklarını [329] kainatın sırlarını anladıklarını, maddenin künhünü kavradıklarını, havada uçtuklarım, sular üzerinde yürüdüklerini, denizlerin dibinde balıklar, taşlar ve cansızlarla konuştuklarını iddia edenler, acaba bize ne kazandırmışlardır?
Halbuki İslam, aklı evham boyunduruğundan kurtarmak ve düşünceyi azad etmek için gelmemiş miydi?
Yüce Allah peygamberler dışındaki insanların ilim kazanma yollarının duyular, araştırma ve düşünme yollan olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: "İnsanlar acaba deveye bakıp nasıl yaratıldığını hiç düşünmezler mi? Göğün nasıl yükseltildiğini görmezler mi? Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı? Yeryüzünün nasıl döşendiğini görmezler mi?" [330]
Bakmanın ve görmenin yolu gözdür. Bakmak da düşünmenin yoludur. Yüce Allah buyuruyor: "Musa'nın haberi sana ulaştı mı? Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin, eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti. [331]
Sözü işitmenin yolu da kulaktır. İşitmek de aynı şekilde düşünme ve ders almanın yoludur. Yüce Allah buyuruyor: "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Çünkü onlar geri dönmezler. [332] Yani hidayete dönmezler.
Yüce Allah sağır, kör ve dilsizlerin anlama ve hidayetten uzak olduklarını belirtmektedir. Muhalif manada alındığı taktirde ayetin işitme, görme ve konuşmanın ilim ve hidayete vesile olduğuna delalet ettiğini de söyleyebiliriz. Bütün bunlar ve daha burada sayamayacağımız kadar sayısız ayet ve hadisler insanların ilim öğrenme ve bunun için her yola başvurması gerektiğini ifade etmektedir. Bu meseleyi İbn el-Cevzi'nin şu güzel tesbitiyle bitirmek istiyoruz.
"Alemde ilimden daha şerefli bir şey yoktur. Nasıl olsun ki?! İlim delildir. Yok olursa, dalalet olur. Şeytanın en gizli tuzaklarından biri de en üstün ibadet olan ilimden alıkoymak için insanın nefsinde taabbudiı süslemesidir. Hatta Öncekilerden bir cemaat için bunu süslü göstermiş, onlar da kitaplarını toplayıp denize atmışlardır. Bunu bir cemaat haber vermiştir. Onlar için hüsnüzan besleyerek diyoruz ki, herhalde o kitaplarda beğenmedikleri bir'
takım sözler vardı ve bu sözlerde insanlara yararlı bilgiler bulunduğu ve bu bilgilerin sonuçlarından korkulmadığı taktirde onları telef etmek veya deni-ze atmak, malı yok etmek olup caiz değildir.
Şeytanın tasavvufçulara oyunu o kadar büyük olmuş ki, onlardan bir cemaat talebe ve müridlerinin mürekkep hokkası bile taşımalarını yasaklamışlardır. Mesela Cafer el-Halidi şöyle der: "Tasavvufçular bana müsaade etselerdi, dünyanın hocasını size getirirdim. Ebu'l-Abbas ed-Dırdırî'nin yanında oturuyordum. Tasavvufçulardan biri geldi ve bana "Yaprakların ilmini bırak, çaputların ilmine bak" dedi. Tasavvufçulardan birinin yanında bir mürekkep hokkası görülünce, içlerinden biri ona "Avretini ört" dedi. Nitekim eş-Şibli'nin şöyle dediğini naklederler: "Benden yaprak ilmini isterlerse, onlara çaput ilmini gösteririm,"
İşte bu İblis'in en gizli oyunlarından biridir. Zaten onlar hakkındaki zan-nım doğrulamış bulunmaktadır. Tasavvufçularda bunu yapması ve onlara süslü göstermesinin iki sebebi vardır:
a- Onların karanlıkta yürümelerini istemesi,
b- Rasulullah'm ve ashabının yolundan alıkoyması. Rasulullah'ın ve ashabının sünnetini araştıran bir kimse hergün birşeyler okudukça ve öğrendikçe ilmi artar, daha önce bilmediği çok şeyler öğrenir, iman ve marifetini artırır. Gittiği yolların birçok hatalarını kendisine gösterir. İblis, en gizli bir hile ile bu yollarını kapatmak istemiş ve amacının bizzat ilim değil, amel olduğunu onlara söylemiştir. Bu hüeye aldanan zavallı da ilmin ne büyük bir amel olduğunu anlayamamıştır.
Bu gizli oyundan ve aldanmadan sakın! Çünkü ilim en büyük asıl ve en büyük nurdur. Hatta ilim tahsili için yaprak çevirmek oruç, namaz, hac ve cihaddan büyük olabilir. İlimden yüz çeviren nice kişi taabbudunda {ibadete kapanmasında) heva ve heves azabı içine dalmakta, nafilelerle birçok farzları yoketmekte ve daha üstün olduğunu sandığı şeylere dalıp vacibi ihmal etmektedir. Böylelerinin elinde ilimden bir meşale olsaydı, doğruyu bulurlardı. Sana söylediklerimi iyice düşün, Allah'ın izniyle aydınlanırsın.[333]
Tekrar vurguluyoruz ki, müslümanları ilimden soğutan tasavvufçular onların gerileme, çökme ve İslam düşmanlarının boyunduruğu altına düşme sorumluluğunu büyük ölçüde taşımaktadırlar. Çünkü onları hurafe ve ceha-letleriyle uyuşturmuş, ilim öğrenmelerini engellemişlerdir. Diğer tarafta batı, ilim alanında alabildiğine ilerlemiş ve istediği gibi cirit atmış, güçlü darbeleriyle İslam alemini ezmiş, nimetlerini elinden almış ve istediği gibi kullanmıştır.[334]


IV. Tasavvufçuların Zikirleri


Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de kendisini çokça zikretmemizi emretmektedir. Bu ayetlerde geçen zikretmenin hem kalple hem dil ile Yüce Allah'ı anmak ve hatırlamak anlamlarını içerdiği bilinmektedir. Ama tasavvuf çul arı n yapageldikleri bağırarak, çağırarak, bir şef eşliğinde koro halinde tekrarlayarak ayin şeklinde zikir şeklini ifade etmediği bir gerçektir. Yüce Allah'ı anmanın nasıl olması gerektiğini Kur'an-ı Kerim bize şu şekilde öğretmektedir:
"Rabbini içinden, yalvararak ve ondan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret fan). Gafillerden olma.[335]
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları o sevmez. [336]
"Namazında yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma. İkisinin arasında bir yol tut. [337]
Tasavvufçuiar, bir kişinin öncülüğünde toplu olarak zikir yapma şeklini Rasulullah'a nisbet edilen zayıf bir hadise dayandırmağa çalışmaktadırlar. Bu zayıf hadiste anlatıldığına göre, Rasulullah müminlere şöyle buyurmuştur:
"Rasulullah'ın yanında bulunuyorduk. Ehli kitabı kastederek "Aranızda yabancı var mıdır?" dedi. Hayır, ey Allah'ın Rasulü, dedik. Kapının kapatılmasını emretti ve "Ellerinizi kaldırın,lailahe illallah söyleyin" dedi. Bir saat ellerimizi kaldırdık. Sonra Rasulullah elini indirdi ve şöyle dedi: Allah'a hamdolsun. Allah'ım! Beni bu kelime ile gönderdin, onu bana emrettin, karşılığında bana cenneti vadettin, sen sözünden caymazsın. Size müjde, Allah günahlarınızı bağışladı, dedi. [338]
Her şeyden önce, bu rivayet bütün hadis kitapları arasından sadece İbn Hanbel'in Müsned'inde yeralmakta, diğer sahih hadis kitaplarında bulunmamaktadır. Aynı şekilde rivayete göre bu zikre katılanlar bir topluluk olmasına rağmen sadece bir kişiden rivayet edilmektedir. Bu kişi de güvenilirliği şüpheli olan bir ravidir. Mesela el-Heysemi, rivayet eden Raşid İbnDavud'un zayıf bir kişi olduğunu söylemektedir.[339]Ayrıca bu türden sadece bu olay rivayet edilmektedir. Biraz da "piyango" havası taşımaktadır. Bütün bunlar sözkonusu rivayetin sağlam bir rivayet olmadığını göstermektedir.
Hz. Peygamberin davetinin herkese açık ve genel olması açısından da bu rivayetin doğru olması mümkün değildir. Çünkü Rasulullah dini insanlara açıkça tebliğ etmiş ve ibadetlerini kimseden gizlememiş tir. Hatta davetinin insanlara ulaşması için kendisi gayri müslimlere Kur'an okumuş ve yeri geldiğinde herkesin görebileceği açık yerlerde namaz kılmıştır. Nitekim Nec-ran'dan gelen hıristiyanlara okunan Kur'an'ı dinlemeleri, İslam'ın öğretilerini duymaları ve uygulamalarına tanık olmaları için Mescid-i Nebevi'nin yanında onlara çadır kurdurarak ağırlanmalarını emretmiş ve mescidin içinde kendilerine ikram edilmiştir. Onların da okunan Kur'an'ı dinledikleri, kılınan namazları izledikleri ve Rasulullah'ın tebligatına şahit oldukları bilinen bir olaydır. Durum böyle iken, Rasulullah'ın yahudi ve hristiyanları mescidin dışına çıkararak uzaklaştırması ve bir ibadete tanık olmalarını engellemesi makul değildir.
Abdurrahman el-Vekil, Mısır'da tarikat çevrelerinin mevlid bayramların-daki zikirlerini şöyle anlatır:
"Doğum yıldönümleri (mevlidler) dedikleri bayramlarda, tapınaklar haline getirilen yatır türbeleri yanında ve midelerini başkalarının mallarıyla doldurdukları derviş tekkelerinde tasavvufçuiar, zikir dedikleri partiler düzenlerler. Şeyh efendi, bazı tarikatlarda, faziletin tiksindiği kadın-erkek dervişlerden iki saf arasında oturur, orkestra şefi gibi iki eliyle işaret ederek ayini başlatır. Kendisi de Allah'ın adını tuhaf seslerle tekrar etmeye başlar. Alnının iki tarafı hayayı gammazlar ve takvayı jurnal etmeye başlar. Gazelcileri de Leyla ve Suad faslından coşkun sesiyle coşturur. Davulcuları yahut tef ve neyciteri de elleriyle davulu yahut tefi, nefesiyle de neyi çalarak cinleri etrafa toplar. Bu cûşuhuruş içinde şeyh efendi kendinden geçer ve dervişler de ritme uyarak göbek atmaya başlarlar. Sağa sola kırıtarak nağmelere katılırlar. Çok geçmeden bastırılmış olan şehvetler alevlenir ve "dem bu debdir" diyerek alevlenen şehvetini tatmin yollarına koyulur. Edepden uzak sallanmalar ve şeytanca iniltiler yahut yüksek perdeden naralardan kısılmış seslerle Seyyide Zey-neb yahut Seyyide Nefise'den[340] istigase (yardım dileme) naraları yükselir. Bunlarınkastettikleri ne temiz Zeyneb, ne de temiz Nefise'dir. Çağırdıkları, bunlardan başkadır. Çünkü her biri kendi sevgilisinin şarkısını söylemektedir. Bu şekilde ayini uzun müddet sürdürürler.[341]
Türkiye'de de birtakım tarikatların düzenlediği zikir ayinleri bundan pek farklı değildir. Şişlerin batırıldığı, karınların yarıldığı ve boyunların kesildiği zikir ayininde olsun, bir şef yönetiminde "Allah", "illallah", "Hu", "Ya hu" naraları ve göbekten çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan zikir ayinlerinde olsun, kadm-erkek karışıp insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden geçtiği ayinlerde olsun, çevremizde yapılanların yukarıda anlatılanlardan farklı olmadığını hepimiz görüyoruz, okuyoruz.
Dansla geçen bu saatlerin ilahi tecelli saatleri olduğunu söylemeleri de bir başka garabet! Bir de bakarsınız ki, yetiminin azığını satan anne, eşinin başörtüsünü satan erkek ve borç altında beli kırılan zavallı borçlu, şeyhin batıracağı bir şiş veya vereceği bir bez parçası yahut dervişlerin bir nazarı için kilometrelerce yol almışlar ve şeyhin huzurunda kuyruğa girmişler! Yahut bu ayinleri seyredebilmek için günler öncesinden biletler ayrılmış, uzak diyarlardan, hatta sınır ötesinden yollara düşülmüş ve kafileler düzenlenmiştir. Hatta bu ayinlere rağbetin çok olması için özel ses sanatkarları çağrılmış, özel dans ekipleri yetiştirilmiş ve özel müzikler bestelenmiştir.
Söyler misiniz, Rasulullah Rabbi'ni böyle mi zikretti? Ondan sonra ashabı Allah'ı böyle mi zikretti? Müfred ismiyle zikrettiklerini, ah vah'larla, inilti ve tempolarla, dans ve nağmelerle Allah'ı zikrettikleri var mıdır? Birisi alkış tutarak ve diğerleri ona uyarak koro halinde zikrettiklerini kim söyleyebilir? Leyla gazelleri okuyan bir gazelhan eşliğinde, çığlık ve naralarıyla vahşi hayvanları yuvalarında ürküten seslerle, bir lokma et yahut batacak bir şiş için Allah'ı zikrettiklerini nasıl söyleyebiliriz? Neylerle, keman ve re-baplarla, tef ve nakkaralarla zikrettiklerini kim iddia edebilir? Şüphesiz Ra-sulullahı en iyi bilen ve tanıyan insanlar olarak ashap Rasulullah'ın Öğrettiği gibi Allah'ı zikrettiler. Huşu ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, korku ve ümit arasında, münferiden ve Rasulullahm öğrettiği dualarla Allah'ı andılar. Ona yalvardılar. Nimetini istediler ve azabından kendisine sığındılar. Korkarak, yalvararak, bağırıp çağırmadan ve seslerini yükseltmeden Allah'ı andılar. Bunun aksi olarak tasavvuf çul arın yaptıkları bu nevi zikirler, cahiliyye Araplarının yaptıkları zikirden başka birşey değildir. Yüce Allah müşriklerin Kabe etrafında tapınmalarını şöyle anlatmaktadır: "Onların Kabe'nin yanında tapınmaları ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka birşey değildir.[342] Bu uygulamalar İslam'ın öngördüğü zikirden çok, yahudi ve hı-ristiyanlarm ayinlerine daha yakın görünmektedir.
Tasavvufçuların naralar atarak, bağırıp çağırarak ve dans ederek zikretmelerini meşhur Kurtubi tefsirinde şöyle eleştirmektedir;
"Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab't sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rableri'nden korkanların bu Kitap'tan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. [343] Allah'tan korkmalarına rağmen Aliah hakkında sahip oldukları yakin açısından kalpleri sükunet bulur. İşte bu, arit billah olan, onun satvet ve cezasından korkanların halidir. Yoksa avam cahillerin, bidatçı ve rezillerin yaptıkları gibi naralar atmaz, çığlıklar basmaz ve eşeklerin anırmasına benzer anırmalar yapmazlar. Böyle yapan ve bunun vecd ve huşu' oiduğunu sanan kişilere şöyle denilir: Allah'ı bilme (Marifetullah), ondan korkma ve yüceliğini tazim etme konusunda ne Rasulullah'ın, ne de ashabının derecesine ulaşmışsın. Buna rağmen va'z sırasında onların hali, Allah'ın sözlerini anlamak, Allah korkusundan ağlamak olmuştur. Onun için Yüce Allah, anılması anında ve Kitabı'nin okunması sırasında marifet ehlinin halini tavsif ederek şöyle buyur muştur:
"Peygamber'e indirilen Kur'an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak "Rabbimiz, inandik, bizi de şahitlerden yaz, Rabbimiz'in bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmaya-lam!" dediklerini görürsün[344] Onların durumu ve söyledikleri budur. Böyle olmayanlar ne onların yolundadır, ne de hidayet yolunu izlemektedir. Sünnetin yolunu izlemek isteyenler için yol budur. Ama delirip deiilerin yolundan gidenlerin durumu, en aşağı deliliktir. Denildiği gibi, delilik çeşitlidir. [345]Tasavvufçular zikir esnasında müridin şeyhini zihninde canlandırmasını, "Meded ya Gavs" (Ey kurtarıcı, yardım et) diyerek zikre başlarken, ondan yardım istemesini ve ondan yardım istemenin tıpkı Rasulullah'tan yardım istemek gibi olduğuna inanmasını şart koşarlar. Çünkü kendisini Rasu-lullah'a ulaştıracak şeyhidir. Kalbiyle de şeyhinden izin isteyerek "Desturey şeyhim" demesi yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izjjj istemesi yahut onlara rabıta yapması gerekir. Tarikatta ileri gelenler, silsile olarak okunur. "Ey tarikat sahipleri ve ileri gelenler, destur" demeyi bir prensip olarak kabul ederler.[346]
Bu şekilde tasavvufçular, Allah'ı güya zikretmeye başlamadan önce dervişin bu şirk pisliklerine bulaşmasını ve Allah'ın zikrini kabul edip hoşnutluğunu bağışlaması için bütün bu zatlardan izin almasını zorunlu kılmaktadırlar.
Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, Önce sağa "lâ" ile başlayıp sola "ilâ" ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru Öne eğilerek "illallah" demesi ile bu işi tamamlar. Allah, hû gibi tek isimle zikrediyorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icabeder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçularm zikir şeklidir. [347]Allah için söyleyiniz, Rasulullah rabbini zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Hiçbir zaman böyle yapmamıştır. Çünkü O, Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda edeple nasıl ibadet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Kör testerenin ağaç keserken çıkardığı sesler gibi de sesler çıkarmamış ve naralar atmamıştır.
Enes İbn Malik, halkın Rasulullah'a ısrarla soru sorduklarını, bunun üzerine Rasulullah'm minbere çıkarak şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Ne soracaksanız sorun. Burada olduğum sürece bana ne sorarsanız cevaplandırırım. "Israrla soranlar ses çıkarmadılar ve çok yakında başlarına bir şeyin gelmesinden korktular.
Enes şöyle devam ediyor; sağıma soluma .baktım. Herkesin başını elbisesiyle Örterek ağladığını gördüm. [348]
Yine, Hz. Peygamberin ashaba çok dokunaklı bir konuşma yaptığı ve gözlerinin yaşardığı ve kalplerinin ürperdiği belirtilmektedir. [349] Görüldüğü gibi ashap naralar atmıyor, çığlıklar basmıyor, kendinden geçmiyor ve üstünü başını yırtmıyor, ayağa kalkıp dans etmiyor ve sufilerin vecd hali dedikleri sarhoşluk haline gelip şatahatları gibi şatahatlar söylemiyorlar.
Namazda sesin fazla yükseltilmemesi ve tamamen kısılmaması, belkiikisi arasında bir yol tutulması esas iken, tasavvufçular güya bir nevi ibadet veya dua olarak yaptıkları zikirlerinde nakarat tutturmak, avazları çıktığı kadar bağırmak, testere sesleri gibi hançerelerden sesler çıkarmak suretiyle tepeden tırnağa kadar ter içinde kalacak şekilde tepinmektedirler.
Halvetiyye tarikatının meşhur şeyhlerinden Ali İbn Hicazi ibn Muham-med el-Beyyumi'nin müridleriyle beraber (Kahire) el-Hüseyin camisi içinde tepinerek nasıl zikrettiğini el-Cıbırtî'den dinleyelim:
"Haftada sadece bir defa Hz. Hüseyin'in makamı (kabri)'ni ziyaret etmek için evinden çıkardı. Bir katıra biner, müridleri de arkasında onun peşinde tekbir ve tevhid sesleriyle yürürlerdi. Her salı günü Mescidu'l-Hüseyin'de cemaatiyle beraber belirtilen zikir halkası düzenler ve kuşluk namazına kadar devam ederlerdi. Bu durumu gören alimler, kendilerini protesto ettiler ve camiyi pislikleriyle batırdıklarını söylediler. Çünkü çokları yalınayak gelirlerdi. Zikirde avazları çıktığı kadar bağırırlardı. Alimler bazı yöneticilerin yardımıyla az kala camide bu işi yapmalarını önleyeceklerdi. Ama meczuplara ve cezbelerine son derece düşkün olan şeyh Şebravi karşı çıktı ve bazı yöneticilerin yardımıyla alimlerin engelleme çabalarına engel oldu.[350] Zikirde kullanılan sözlere gelince; Müridin şeyhine karşı edeplerinden biri, şeyhinin kendisine telkin ettiği kelimeleri zikirde kullanması ve başkalarının sözlerini kullanmamasıdır. Bu sebepten her tarikatın zikirde kullandığı sözler değişik olmuş ve tasavvufta zikir lafızları çoğalmıştır. Kimileri Allah'ın tek ismi ile, kimileri hû, hû diyerek, kimileri de ıh, ıh sesleriyle zikretmektedir. Tasavvufta her şeyh, müridlerine başka tarikatların zikirde kullandıkları kelimeleri kullanmayı yasaklamakta ve kendisinin öğrettiği kelimelerle zikredilmesini istemektedir. Çünkü Yüce Allah'ın isimlerini şu veya bu şekilde söyledikleri zaman fayda, başka şekillerde söylediklerinde de zarar vereceğine inanırlar. Bu bakımdan derviş "La ilahe illallah" sözü ile ancak şeyhi kendisine izin verdiği taktirde zikredebilir. Rabbine de yâ Latîf diye seslenmelidir. Aksi halde ona bir uyuşukluk gelir veya çarpılır. İbn Ataullah el-İskenderi'nin şu sözlerine bakınız:
"Allah'ın Afuv (bağışlayan) ismi, avamın zikrine yaraşır. Çünkü onları ıslah eder. Allah'a sülük edenlerin ise onu bu isimle zikretmesi yakışmaz. Bâis (dirilten) ismi ile de gafiller zikreder. Fenayi isteyenler onu bu isimle zikretmez. Gafir (bağışlayan) ismi ile de avam Öğrencilere telkin yapılır (onlara bu isim öğretilir). Zira günahin cezasından korkan onlardır. Ama Allah'ın huzuruna çıkmaya layık olanların, günahları bağışlayanı zikretmeleri onlarba vahşeti (uzaklığı ve yabancılığı) meydana getirir. Allah'ın "Metin" ismi ise, halvet sahiplerine zarar verir, dinle alay edenlere yarar sağlar.[351]
İbn Ataullah bu iftirayı serdetmeye devam etmekte ve Allah'ın isimlerinin çoğuna bu şekilde iftira etmektedir. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki, ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz olur. Çünkü en güzel isimler ona mahsustur. [352]
"En güzel isimler (Esmau'l-Husna) Allah'ındır. O halde ona o güzel isimlerle dua edin (veya onu o güzel isimlerle çağırın) O'nun isimleri hakkında eğri yolda gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır. [353]
Şu saçmalığa bakınız. Allah'ın Gafir ismi güya sadece avama yaraşır. Sanki bu adamlar günahlardan masum ve ilahtırlar. Halbuki Hz. Peygamber günde yetmiş defa Rabbine istiğfar ederdi. [354] Şimdi söyler misiniz, Kur'an'm hidayeti ve gerçekliğiyle tasavvufçulann sapıklık ve dalaleti arasında bir ilişki var mıdır?
Gerçek şu ki, tasavvufçuların müzikli ve ayinli yaptıkları bu zikirle İslam'ın öğrettiği zikirden çok, yahudilerin zikrini andırmaktadır. Mesela, 149. Mezmur'da şunları okuyoruz:
"Siyonoğulları hükümdarlıklarına sevindiler. Tef ve ud ile dans ederek adını teşbih etsinler, terennüm etsinier. Tehlil getirin, kutsallığında (Kudub'de) Alfah' teşbih edin, Rebab ve ud iie teşbih edin. Tef ve dans ile teşbih edin. Sazlar ve zurnalarla teşbih edin, türlü naralarla teşbih edin. [355]
Tasavvufçulann birçok kolları da tıpkı bu şekilde zikir yaparlar. Yahudi bid'atı ile tasavvufçulann zikri arasındaki benzerlikleri görmek için bir zikir meclisini müşahade etmek yeterlidir. Bu, apaçık bir gerçek iken, Abdulaziz ed-Debbağ'ın şu sözlerini görüyoruz:
"Zikredenler, sağa sola sallanırlar. Çünkü Kutuplar meleklerin böyle yaptığını görmüşlerdir.[356]
Tasavvufçulann bu şekildeki zikirleri yahudilerin zikrine benzediği gibi, cahiliyye devrinde müşrik Araplar'ın Kabe'yi tavaf ederken yaptıkları dua ve sergiledikleri hareketlere de çokça benzemektedir. Yüce Allah buyuruyor: "Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları (duaları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka birşey değildir. [357]
Yüce Allah, Peygamberi'ne kendisini nasıl zikredeceğini öğreterek şöyle buyurmuştur: "Rabbini, içinden, yalvararak ve ondan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret (an). Gafillerden olma. [358] "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilmelisiniz ki, haddi aşanları o sevmez. [359]
İbn Arabi, keramet çeşitlerini sayarak şöyle diyor: "Kerametlerden biri de, konuşma derecelerine göre cansızların konuşmalarını işitmektir. [360]
Yüce Allah: "Onların teşbihlerini anlamazsınız. [361] buyuruyor. İbn. Arabi ise tasavvufçulann işittiklerini söylüyor. Şimdi İbn Arabi'ye inanmak için Allah'ın ayetlerini mi yalanlayalım?
Yine şöyle diyor: "Kerametlerden biri do, mele-i a'la (Yüce alem) ile konuşmaktır. [362]
Acaba Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer mele-i ala ile konuştular mı? Hatta peygamberlikten Önce yahut vahiy zamanları dışında peygamberler mele-i ala ile konuştular mı? Ama diyeceksiniz, onlar kim, tasavvufçular kim? Tasavvuf meşhurlarından el-Bistami'nin "Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından üstündür. [363]iftirasını okumadınız mı? Yine "Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmekten daha hayırlıdır[364] iftirasını duymadınız mı?[365]


V. Tasavvufçuların Ahlakçılığı


Bazıları tasavvufun ideal ahlaki bir davet olduğunu söylemektedir. Buna delil olarak da kitaplarında gördükleri birtakım ahlaki sözleri ve bu davet için kullandıkları yaldızlı ifadeleri göstermektedirler. Diğer taraftan tasav-vufçuların kendileri de "tasavvufu ahlak" olarak tanımlamakta ve ideal bir ahlak sahibi olmak için çalıştıklarını söylemektedir.
Bu iddiaların ifade ettiği gibi tasavvufun ahlaki Öğretileri olduğu ve mensuplarının da kendilerine göre bir ahlak örneği sergilemeye çalıştıkları doğrudur. Bu ahlakın adına da tasavvufi ahlak demektedirler. Hatta tasavvufu baştan başa edep Ve ahlak olarak tanımlamaya çalışırlar.
Bununla beraber şunu da hemen belirtelim ki, faziletli ahlaka davet, ister vahyin getirdiği dinlerde olsun, ister insanların uydurduğu ve hurafelerin oluşturduğu dinlerde olsun, bütün dinlerde ortak olan bir şeydir. İsterseniz Budizm, Brahmanizm, Zerdüşt, Mani, İhvan-ı Safa ve Agnostizm kitaplarına bakınız. Hatta çoğu uydurma ve muharref olan yahudilik ve diğer sapık inançların[366] kitaplarına bakınız. Göreceksiniz ki ahlakça yükselmek ve ideal örneklerini gerçekleştirmek için hummalı bir davet mevcuttur. Onun için, ahlaka davet ettiğini kabul etsek bile, bu davette tasavvufçular yalnız değildir. Aksine, saydığımız sapık ve küfür davetler de mutlak hayır peşinde olduğunu, faziletin ruhu ve Özü olduğunu propaganda etmekte, peygamberlerin inancı olduğunu hayal ederek halka kurtuluş yolu olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.
Şu bir gerçek ki, hak ile batılı birbirinden ayıran yegane ölçü ahlaki davet değildir. Davetleri birbirinden ayırdeden tek Ölçü de davetin kendisi değildir. Çünkü bu davet her dinde ve ideolojide mevcuttur. Dinler ve ideolojiler arasında ölçü ve hak mı batıl mı, hayır mı şer mi olduğunun kıstası, o ahlaki davetin kaynaklandığı inançtır. Yahut davranışın arkasında saklı bulunan niyettir. Hedefe yönelik olan ve beklenen gayedir. Önemli olan, bu davetlerin ve amellerin hangi inanç ve niyetle yapıldığıdır.
Müslümanın ameli, cihadı ve ahlaki daveti ise, uluhiyet ve rububiyetinde Allah'a halis bir tevhid ile inanan halis bir inanca dayanmakta, sadece Allah'ın rızasını kazanmak gibi tertemiz bir gayeye yönelik bulunmaktadır.
Böyle bir inanç ve gayeye dayanmayan amel İslam anlayışında yanında makbul değildir.
Tasavvufçuların yücelmeye, ruhaniyete, kainatın sırları, insan» nefsi ve hayat hakkındaki teemmülleri ve alemin yaratıcısının mutlak teslimiyete dair yazdıklarını görmüyor musunuz? diyenler oluyor. Bunlara diyoruz ki, tasavvufçuların Allah ve Rasulü hakkında taşıdıkları inanç hakkında yazdıklarını okursanız herhalde daha iyi olur. Böylelerine diyoruz ki: ey tasavvufun tutsakları, ahlakı kontrol etmeden önce akaidi kontrol ediRİ^ Çünkü ahlak ancak bir neticedir. Kaldı ki, bizzat tasavvufçular ahlaktan önce dinin ve akidenin olduğunu kararlaştırıyorlar. Onun için ahlaki davetinden sorguya çekmeden önce din ve inancından dolayı sorguya çekilmesi gerekmez mi? İbn el-Kayyım tefsirinde ne güzel söylemektedir:
"Yapılan amel ihlas ile de yapılsa, doğru (şeriata uygun) desise kabul edilmez. Doğru olduğu halde ihlasla yapılmazsa, yine kabul edilmez. Halis ve iyi niyetle olması lazımdır. Halis amel, Allah için yapılandır. Doğru olan da şeriata uygun olandır. Yüce Allah'ın şu ayetinde bunlar belirtilmiştir: "Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve ibadette rabbine hiçbir kimseyi ortak koşmasın.[367]
İnsanın mü'min veya kafir oluşunu ölçtüğümüz tek ölçü ahlafc davet olsaydı, lanete uğramış şu yahudilerin mukaddes mihraplarda Allah'a yalvaran mü'min kişiler olduklarına hükmederdik. İnsanın müslüman olup olmadığına tek başına ahlaki çağrı ölçü olsaydı, o zaman her zındık, muhit ve kafir, İslam hükmü kapsamına girer ve müslüman sayılırdı. Çünkü bunların tümünde kendilerine göre bir ahlak çağrısı ve fazilet anlayışı bulanmaktadır.
Ama herşeyin ölçüsü ve dinin ruhu inançtır. İslam anlayışında bir amelin veya ahlakın iyi yahut kötü, hayır veya şer olduğunu belirleyen bu inançtır. Yüce Allah'ın yanında en büyük makam ve birinci derecede itibar yine inancındır. Bu tertemiz ve net inanç mevcut olduktan sonra bayatımızda ahlak, amel, sülük, davet ve Allah'ın dinine bağlılık olarak ortaya çıkar.
Onun için kişinin taşıdığı ahlak veya söylediği sözler değil, hepsinden Önce önemli olan onun inandığıdır. Yüce Allah'ın bu gerçeği kararlaştırdığı şu ayeti tekrar tekrar hatırlamak lazımdır. "Allah'a ortak koşacak olursan amelin boşa gider[368] Şüphesiz boşa gidecek olan amel, bizzat 1-yır ve iyi olarak görülen ameldir. Zira hayır ve iyi olmayan amel zaten boşnr.
Bu konuda Hz. Peygamber'den yapılan rivayetler önemlidir: "Şüphesiz Allah vücutlarınıza ve yüzlerinize bakmaz, fakat kalplerinize bakar.[369] Başka bir rivayette "Şüphesiz Allah yüzlerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. [370] buyurmaktadır.
Yukarıdan beri gördüğümüz gibi kimi tasavvufçular batıl bir yolu izlemişlerdir. Bu yolun en çirkin yanı da, insanları aldatması ve tevhidin zirvesi olduğuna zavallı kitleleri inandırmış olmasıdır. Onların ahlaki daveti insanları aldatmakta, böylece ahlak alanında söylediklerini haksız olarak he-va ile hareket eden ve aldatma ile beraber duygusal davranan Ölçüleriyle ölçmektedirler. Halbuki onun yerine adalet ve hak ölçüsüyle, Allah'ın kitabıyla ölçmeleri, halis tevhid ölçüsüyle Ölçmeleri gerekir. İşte o zaman tasavvufun ve mensuplarının ahlak çağrısının ne korkunç bir tuzak ve Öldürücü bir fitne olduğu görülecektir. Ahlak çağrılarının şirk ve ilhad olan birtakım inançlara dayandığını göreceklerdir. İbn Arabi'nin Allah hakkında şu söylediklerine bakınız:
"Ey nefsinde eşyayı yaratan, Sen yarattıklarım,benliğinde topluyorsun.Oluğumu tükenmeyenleri Sen de yaratıyorsun, Sen dar ve genişsin. [371]
Allah'ın yaratan ve yaratılan olduğunu, zatının bütün yaratıkların zatı olduğunu ve yaratık çeşitlerinden tükenmeyen şeyleri nefsinde yaratmaya devam ettiğini, hak oluşu itibariyle dar, yani vasıflardan soyut, ama türlü, çok ye tükenmeyen yaratıklar oluşu itibariyle de geniş olduğunu söylemektedir.
Yine şu sözlerine bakınız: "O bana hamd eder, ben de O'na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben de O'na ibadet ederim. Bir durumda O'nu kabul ederim, ama ayan (eşya)'da onu inkar ederim. O beni bilir, ben O'nu inkar ederim. O'nu bilir ve müşahade ederim. [372]
Yine şöyle diyor: "Delillerimiz sabit olduğu şekilde biz hem O'yuz, hem biziz. Benim varlığımdan onun bir varlığı yoktur. Biz, biz olduğumz gibi, O'yuz da. Benim iki yüzüm vardır. O ve ben. Ama O'nun ben ve benimlesi yoktur. Sadece bende görünüyor. Onun için biz ona bir kab mesabesinde-
yiz. [373]
Yine şöyle diyor: "O, bütün kainattır. O, vücudum vücudu ile kaim olantektir. Onun için 'besliyor' dedim. [374]
Yine şöyle söylüyor: "İnsan dediğimiz zaman, bil ki biz onun kendisiyiz.
İnsan olmak seni perdelemesin. O sana bir delil vermiştir. Hem hak, hem de halk ol, o zaman Allah ile rahman olursun... Biz, ona bizde görünecek şeyi verdik. O da bize verdi. Böylece iş bize ve ona bölündü.[375]
İbn Arabi'nin sözlerindeki dindışıhk herhalde açık bir şekilde görülmektedir. Önce Allah'ın İbn Arabi'ye hamd ettiğini, sonra İbn Arabi'nin ona hamd ettiğini, birbirlerine ibadet ettiğini söylemektedir. İbn Arabi onu ba-zan kabul edip, bazan inkar etmektedir. Diğer sözlerindeki dindışıhk da izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açık görülmektedir.
Sonra Hakk'm göz, kulak, el, ayak ve dilin, kısaca duyuların aynısı oldu-, ğunu bildirerek hepsini benliğinde toplayan Muhammed, bunu tamamlamıştır, diyerek sözlerine şöyle devam etmektedir:
"Mefhum iie, sahih haberle kesin olarak anladık ki, Hak (Allah) eşyanın aynısıdır. Hududu (tarifleri) farklı da olsa, eşya mahduttur. Allah da her mahdudun haddi ile mahduttur (her sınırlının sınırı ile sınırlı yahut tarif edilen her varlığın tarifi ile tarif edilmiştir)" [376]
Görüldüğü gibi, İbn Arabi'nin inancında Allah her şeydir. Herşeyin de bilindiği ve anlaşıldığı bir haddi vardır. Böylece her tarif ilahi zatın mahiyetinin tarifi olmaktadır. Çünkü İbn Arabi'ye göre herşey Allah'ın kendisidir. Hayalinizden ebedleri, ezelleri ve bütün anları geçirin, mümkün ve musta-hil bütün şekilleri ve suretleri gözünüzün önüne getirin, aklınıza getirebildiğiniz kadar herşeyi getirmeye çalışın, işte hayalinizden geçen, gözünüzün gördüğü ve aklınızın düşündüğü herşey İbn Arabiye göre Allah'ın kendisidir.
Bir de şu ifadelerine bakınız: "Allah latiftir, Lütuf ve letafetinden dolayıdır ki, isimlendirilen şeydedir. Aynı şekilde şu şekilde tarif edilen de o şeyin aynısıdır. Ta ki benzerlik ve terim yolu ile isminin kendisine delalet ettiğinden başkası hakkında söylenmesin. Yani gök, yer, kaya, ağaç, hayvan, melek, rızık, yiyecek gibi isimlerle isimlendirilmesin. Çünkü pınar herşeyden birdir ve ondadır. [377] Yani Allah'ın bütün bu şeylerin aynısı ve gayrisi olduğunu, bunlardan birini tarif ile bilecek olursak, bu tarifin Allah için de geçerli olduğunu, yani cins ve tür olarak Allah'ın tarifinin aynısı olduğunu söylemektedir.
Gördüğünüz gibi bütün varlıkların Allah'ın kendisi olduğunu söylemektedir. Cansız varlıkların kendisi olduğu gibi, Moğollardan Haçlılara ve Siyonistlere kadar, ahlaklı ve ahlaksız bütün insanlara kadar, hepsinin Allah'ın
kendisi olduğu pervasızca söylenmektedir. Bütün bunlar birer varlık ve şey olduklarına göre, îbn Arabi ve çömezlerine göre hepsi de Allah'ın kendisidir. Tasavvuf meşhurlarından Ibn Arabi'nin inancı böyle de diğer meşhurların inancı bundan daha mı temizdir? Kaşani, Şarani, Nablusi, el-Cili, İbn el-Farıd, İbn Acibe, et-Tilmisani, Hallaç, Ebu Yezid, ed-Demİrtaş ve bunların yolunu benimseyenlerin inancı daha mı İslam'a göredir? Ve eskisinden yenisine kadar tasavvufu benimseyenlerden acaba kaç kişi bu inancın Islamdışı olduğunu söylemiş veya söylemektedir? Aksine bunun ilahi irfan ve melekti t aleminin bilgileri olduğunu söylerler.
Geçmişte olduğu gibi, çağımızda da tasavvuftular İbn Arabi'yi kutsallaştırmakta, hatemu'l-evliya, gavs-ı azam, kutbu'l-aktab, şeyh-i ekber gibi unvanlarla anmakta ve toz kondurmayacak şekilde sevmektedir. Kendisine nerdeyse insanüstü bir konum vermekte ve gökler aleminden haber getiren masum bir melek gibi takdis edilmektedir. Sözlerinde sapıklık bu kadar açık olmasına rağmen, tasavvuf hayranları aleyhinde bir tek söz söylemeye, sözlerinin küfür, dindışı olduğunu söylemeye dilleri varma makta dır. Şirk ve küfür ifade eden sözlerini reddetmeye yanaşmamaktadırlar. Bunu yapar ve insanlara açıklarlarsa, onun yolunda olmadıklarına, söylediklerini kabul etmediklerine insanlar inanır ve ahlak iddialarını kabul ederler. Bugüne kadar haklarında söylenenlerden vazgeçer ve samimi müminler olduklarını itiraf ederler.
Tasavvufçularm gavs-ı azanımdan bazı alıntılar yaptık. O ve benzerleri bu inançla oturup kalktıktan sonra bütün alemi ahlaka davetle doldursa bile, bu onlara bir yarar sağlar mı? Allah'tan kork, denildiği zaman kendi inançlarında ve bid'atlannda canlandırdıkları Allah'ı anlayan, tanrılaştır-dıkları sağır taşlan ve kokuşmuş leşleri akıllarına getirenler, Allah'ı eşyanın kendisi ve aynısı bilenlere ahlakçılık iddiaları bir yarar sağlayabilir mi?
Bunlar, Allah yolunda cihad et denildiği zaman, her yaratıkta taayyün e-den (ortaya çıkan) ve Rab olarak taptığı bir vehmi (kuruntuyu) gözünün Önünde canlandıranlar, meşhurlarına Allah'ın sıfatlarım verenlere ahlak ne sağlayacaktır? Bütün bu gerçeklere rağmen, hala tasavvufun ahlak çağrısı büyüsüyle büyülenen ve onun sevgisiyle tutsak düşen kişilerin iddialarına nasıl itibar edilebilir? Bütün bunlara rağmen hala tasavvufçularm sırat-ı müstakim üzere olduklarına nasıl hükmedilebilir.[378]
Tasavvufçularm ahlak iddialarının boş olduğu ve ahlak diye insanlara sundukları şeylerin İslam ahlakıyla bağdaşmadığını görmek için kutuplarından Celaleddin Rumi ve ibn Arabi'den bazı örnekler verelim:
Mesnevi'nin sadece beşinci cildinden şu örneklere bakalım:
"... Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal aşık oldu... O yatıp uyuyan rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar. Uyanıp kendine geiince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış. Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalîn işvesine kapıldım.
O yiğit er de beden yiğidi idi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti....
Aşk ateşi öyle bir parlamıştı ki yerle göğü farketmiyordu. Çadır içinde o ay parçasına kasdetti. Akıl nerde, halifeden korku nerde? Şehvet, bu ovada davul döndü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turp oğlu turp! Yüzlerce Halife o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür.
O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu.....dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kiyamettir koptu. Er sıçradı, ... açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Bir de ne görsün, ormandan kara bir erkek arslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş. Atlar ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş... Er pek yiğitti, aldırış büe etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi asianm önünü kesti. Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüziü dilberin bulunduğu çadıra koştu.
O hurinin yanına gelince,.....Öyle bir arslanla savaştı da erliği yine sönmedi, hala
ayaktaydı. O tatlı ve ay yüzlü güzel onun erliğine şaşıp kaldı. İstekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can birleştiler.[379]
Ayrıca halayığı ile zina yapan zahidin[380] erkek homoseksüellerin[381] camide kadın kılığına giren tacizci erkeğin"[382] Halife'nin koynundaki cariyenin hatırladığı erkeklerin[383] eşekle çiftleşme rezaletinin[384] halayıkla, hanımının eşekle cinsel ilişkisinin[385] edepsizce hikaye edilmesini Mesnevi'den okumak mümkündür.
Kur'an-ı Kerim, kadın erkek ilişkilerini ayrıntılarına kadar anlatırken bile hiçbir zaman hayasızlık ve müstehcenliğe kaçmamakta, yerine göre mecaz ve kinaye üslubunu kullanmaktadır. Mesela Hz. Yusuf kıssasında kullanılan üslup bunun en güzel örneğidir:
"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapattı ve "Gel sene!" dedi. Yusuf; "Günah işlemekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim efendimdir,[386] bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamazlar" dedi.
Andolsun ki kadın Yusufa karşı istekliydi. Rabbinden bir işaret görme-şeydi Yusuf da onu isteyecekti.İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu o, bizim çok samimi kullarımızdandır.
İkisi de kapıya koştu, kadın arkadan Yusuf un gömleğini yırttı, kapının önünde kocasına rasladılar. kadın kocasına "Ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azap olmalıdır"dedi.
Yusuf: "Beni kendine o çağırdı" dedi. kadın tarafından bir şahit, "Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır, şayet gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir, erkek doğrulardandır" diye şahitlik etti.
Kocası gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, karısına hitaben "Doğrusu, bu sizin hilenizdir, siz kadınların fendi büyüktür" dedi. Yusufa dönerek: "Yusuf! Sen bundan kimseye bahsetme", kadına dönerek: "Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlulardansın" dedi.
Şehirde birtakım kadınlar: "Vezirin karısı kölesinin olmak istiyormuş sevgisi bağrını yakmış, doğrusu onun besbelli sapıtmış olduğunu görüyoruz" dediler.
Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti. Koltuklar hazırladı. Geldiklerinde herbirine birer bıçak verdi. Yusufa: "Yanlarına çık" dedi.
Kadınlar Yusuf u görünce şaşıp ellerini kestiler ve "Allah'ı tenzih ederiz, ama bu insan değil, ancak çok güzel bir melektir" dediler.
Vezirin karısı; "İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur. And olsun ki o-nun olmak istedim, fakat o iffetinden dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, and olsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayanlardan olacak" dedi.
Yusuf: "Rabbim! Hapis benim için, bunların istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum" dedi. Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o işitir ve bilir.[387]
Hz. Peygamber, müslümanm hayasız ve dili ile başkalarını rahatsız eden olmaması gerektiğini, hayasızlığın ve müstehcenliğin mümine yakışmadığını belirterek müminleri böyle şeylerden sakındırmıştır. [388]
İbn Arabi'ye gelince; O da Allah'ın en güzel görünümünün kadın olduğunu belirterek şöyle demektedir :
"Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak İstemiştir. Yani sevginin auııund.. meydana gelen şey. Nikah (kadın erkek münasebetinden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir... Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (ğusul) ile onu temizlemiştir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, Allah'ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir... Allah'ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmel müşahadedir. Çünkü Allah'ı fail ve münfail olarak, Özellikle kendisi de münfail oİarak müşahede etmektedir. Onunu için Rasulullah kadınları sevmiştir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmekledir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahade edilmez. Allah'ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)dir." [389]
İbn Arabi'nin Tercümanu'l-Eşvak kitabındaki şiirleri hocasının kızına yazdığı aşk şiirleri olduğunu tercüme eden kişi şöyle belirtmektedir:
"Bu önsözden anlaşıldığına göre, bu şiirler, İbn Arabi'nin dostu, 'aynı zamanda hocası durumunda olan Mekinuddin... el-lsbahani'nin sevimli ve güze! kızı Aynuş-şems ve'l-Baha için söylenmiştir. [390]
İbn Arabi'nin kendisi de hocasının kızma karşı aşkını şöyle ifade etmektedir:
"Allah kendisinden razı olsun, bu şeyhin bekar bir kızı vardı. Boylu poslu genç ve güzel bir kızdı. Onu görenler hemen ona tutulurdu. Bulunduğu ortamı bir çiçek gibi süslerdi. Çevresinde bulunanları sevindirirdi. Kendisini seyredenleri hayran bırakırdı. Bu kızın adı Nizam, lakabı ise, Aynuşşems ve'l-Baha idi...
Eğer nefisleri çabucak ve kolayca kötülüğe kayan ve zayıf, hasta ruhlu bozuk, kötü düşünceli, namus duygusu körelmiş insanlar mevcut olmasaydı Allah'ın yaratılış sırasında ona bağışladığı fiziki ve ruhi güzellikleri, ahlak ve huy güzelliklerini birbir açıklardım. O, gökteki bembeyaz yağmur bulutu gibi güzeldi, bir çiçek gibiydi. Alimlerin güneşiydi, gözbebeğiydi. Edebiyatçj-lann çiçek tarhıydı, gülbahçesiydi. Ağzı açılmamış mühürlü bir hokkaya İnci gerdanlığın bir parçasıydı. Zamanın eşsiz Örneğiydi. Çağının en değerli kızıydı....
Ona layık ifadelerle gazeller yazdık. Fakat gene de onun sevgisinin büyüklüğüyle, söylediği o kadim sözlerle, iç dünyasının zenginliğiyle, iffetinin temizliğiyle ilgili olarak gönlümden geçenlerin ve ona duyduğum sevgi, ügj ve duyguların hepsini anlatamadım. Çünkü o benim tek dileğim ve biricik Özlemimdi. O tertemiz, o el değmemiş güzel kız!.[391]
Tasavvufun ahlak daveti sadece selbi (negatif) bir davettir. [392] Çünkü Mani dininin zühd anlayışına dayalı bir davettir. Hayır olduğu iddiasına rağmen ve taşıdığı inanç bir yana bırakılsa bile, hayatı umumi hayır, adalet ve hakkın kuvvetiyle idare etmek isteyen, emniyet ve selamet içinde aleme liderliğe soyunan bir ümmetin ahlakı olmaya elverişli değildir. İnançlı ve yüce değerlerini gerçekleştirmek için Allah'ın mubah kıldığı ve yeri geldiğince emrettiği herşeyi kullanmak mecburiyetinde olan girişken ve cesur atıhmı gerçekleştirmeye mecbur olan bir ümmetin ahlakı olmaya layık olamaz. Okumamayı, cehaleti, çalışmamayı ve geçimini sağlamamayı kendisine ilke yapan, bir lokma bir hırka anlayışını düstur edinip karanlık hücrelerde çile doldurmayı cihad sayan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmayı din olarak belliyeceği ve gereğini yapacağı yerde, şeyhlerinin emri ile oturup kalkan ve dediklerini yerine getirmeyi din olarak belleyen zihniyetin toplumda egemen olması sonucu ümmetin içine düştüğü maddi ve manevi, ahlaki ve insani bataklıktan kurtulmak isteyen insanlar için tasavvuf ahlakı ahlak olamaz. İnsanın içinde karşı konulmaz ve sırtı yere gelmez bir nefis düşmanı yerleştirerek hayatı ondan başkasını görmeyen, bütün mesaisini ve enerjisini onu altetmek için sarfeden, ama bir türlü fobisinden
kurtulamayan bir ahlak, İslam ahlakı olamaz. Dünyayı Allah düşmanlarının cirit attığı ve sadece kafirlerin cenneti sayan, müslümanlara da bir lokma bir hırka, pasif bir tevekkül, mağara ve dehlizlerde bir çile hayatını öğütleyen bir ahlak, İslam'ın ahlakı olamaz. Allah'ın direktifleri ve Rasulul-lah'ın öğretileri ile insanların oturup kalkmalarını Öğütleyeceği, onlara göre hayatlarını düzenlemelerini isteyeceği yerde, ölülerle oturup kalkmayı, ruhlar aleminde dolaşmayı, oturduğu yerden keramet ve keşiflerle dünyayı idare etmeyi, cinler ve şeytanlarla dost olmayı, zevkleri için her türlü uygunsuzluğu meşru görmeyi öğütleyen bir ahlak İslam ahlakı olamaz. Hristiyan ve yahudilerin Allah'ın vahyini değiştirdikleri gibi Allah'ın dinini her türlü batini ve şirk anlayışlarla oyuncağa çeviren, tahrif ve tebdil edecek anlayışlara kapıyı ardına kadar açan felsefelere bağrını açan bir ahlak, İslam ahlakı olamaz.
Olsa olsa tasavvuf ahlakı, mağaralarda ve dehlizlerde, dağlarda ve çöllerde, ölü bir his ve donuk bir şuur ile yaşayan insanların ahlakı olabilir. Olsa olsa, herkesin nefsinden gözünün önüne bir düşman diktiği ve hayatı boyunca ondan başkasını görmeden bütün ömrünü ona düşmanlıkla geçiren münzevi insanların ahlakı olabilir. Birbirleriyle bağları kesilen, gerçekler dünyasına ayakları basmayan ve gece-gündüz sadece kendini düşünüp bir türlü başkasını görmeyen dervişlerin ahlakı olabilir. Gizli, dar ve öldürücü bencillikle dolup taşan, dünyayı sadece kendisi için gören ve her şeyin sadece kendisine olması için çalışan bencil insanların ahlakı olabilir.
Bu ahlak, hayattan duyduğu korkularla tüyleri ürperen ve toplumdan kaçmakla ancak bu korkudan kurtulabileceğine inanan bir ruh halidir. Bu ahlak, insan vücudunun arkasında son derece uyuşuk ve pısırık bir hayat süren, insan vücudunu pasifıze eden bir haldir. Bu ahlak, yapısı ve değer yargılarıyla, karakteri ve ayakta tutan temelleriyle canlı, dinamik ve enerji dolu bir hayat için değil, olsa olsa ölü yokluk için yaşayan bir topluluk için elverişli olabilir. Her insanın hem kendisi hem başkaları için çalıştığı, başkalarını kendine tercih etmeyi seçkin bir karakteri ve Allah'ın rızasını kazanmayı hayatın ekseni, hedefi ve gayesi yapan kişilerin bulunduğu toplum için değil, bedbin, sönük, deri-kemik ve can çekişen insanların ahlakı olabilir.
Tasavvufun ahlakçılığı hayattan korkakça kaçış ve zilletle teslimiyet ahlakçılığıdır. Öldürücü ve uyuşturucu yalnızlık çöllerinde berduş ve çılgın yaşayan insanların ahlakçılığıdır. Hayatın ilerlemesi yolunda sürekli çabalayan insanlığın güçlerim öldüren zalim anlayışın ahlakçılığıdır. Kendisi için yaptığını Allah için yapması ve burçlarım zirvelere kadar yükseltmesi içintoplumu da Allah için yükseltmesi amacıyla insana verilen kuvvetleri ve nimetleri ve haksızca reddeden zalim insanların ahlakçılığıdır.
Tasavvufçuların dünyanın birçok erinde İslam'ın yayılması için çalıştıklarını iddia edenler oluyor. Bu iddialar olsa olsa tasavvuf dininin yayılması amacıyla gösterdikleri çabalar için doğru olabilir. Çünkü tasavvuf dininin ne olduğunu hepimiz gördük. Onun için yaymaya çalıştıkları Allah'ın dini olan İslam değil, ancak gülünç hurafeler, saçma mitolojiler ve çirkin bidat-lardır. Ancak İslam bunlar içinde bir aksesuardır.
Dünyanın bazı bölgelerinde tasavvufa bulaşmış birtakım kitlelerin cihad ve fetihlerinden sözedenler olmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu kitleler ta-savvufi birtakım çevrelerle ilişkiler içinde olabilir, ama hiçbir zaman tasavvufun ne felsefesini, ne de yukarıda anlattığımız ahlakını benimsememişler-dir. Başka bir deyişle, tasavvuf henüz bu insanların tevhid, cihad, ibadet ve İslam anlayışlarını köreltmemiş ve pasifize etmemiştir. Allah'a ve müslü-manlara karşı sorumluluk bilinçlerini henüz köreltmemiştir. Bunlar tasavvufun İslam'dan aldığı ve haksız bir şekilde yapısına monte ettiği İslami birtakım unsurlara sahiplenmekte, onları yerine getirmektedir. Bundan dolayı da belki tasavvufa nisbet edilmekte veya tasavvufçular arasında sayılmaktadır. Kuzey Afrika ve başka yerlerdeki kurtuluş hareketlerine katılan cemaatlar gibi.
Tasavvufçular Rasulullah'ı bile tasavvufçu gösteriyorlar. Raşid halifeler başta olmak üzere müslüman her kahramanı da tasavvufçu saymaktadırlar, Amaçları da bunlar aracılığıyla müslümanları aldatmak ve asıl liderlerini gözlerden uzak tutmaktır. Amaçları, Raşid halifelerin ve müslüman kahramanların tasavvufçu olduklarını söyleyerek müslümanları ağlarına çekmek ve gelecek itirazları önlemektir. Birtakım tarikatların Hz. Ebubekir'e ve Hz. Ali'ye isnad edilmesi de bu şekildedir. Halbuki Hz. Yusuf kurdun kanından beri olduğu gibi, başta Rasulullah ve Raşid halifeler olmak üzere ashab sufi-lerin tasavvufundan tamamen beridirler. Nitekim sofu lakabının ancak hicri ikinci asrın ortalarında ortaya çıktığını tarih kaydetmektedir.[393] Bu lakabı ilk defa alan kişinin de sofu Ebu Haşim olduğunu kaynaklar belirtmektedir.
Tasavvufun akıllarını büyülediği kişilere tavsiyemiz şudur: Ahlak konusundaki sözlerini değil, onların akaidini getirin ve bu akaidi Kur'an ve sünnet ölçüsüyle ölçün. Onların inançlarını Kur'an Ölçüleriyle tartın ve hükmünüzü verin. Falan tasavvufçu ahlak konusunda şöyle demiş, dış görünüş güzel görünen birtakım ahlaki nasihatlarını göstererek şöyle buyurmuş, demeyiniz. Herşeyden önce onun inancı şudur, şöyle inanmaktadır, deyiniz.
Tasavvufçular hakiki müslümanlar olduklarını ve tasavvufun İslam'ın ruhu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki ahlak ancak inancın ürünü ve neticesidir. İslam da her şeyden Önce inancı veya niyetleri kontrol eder. Şayet i-nanç yahut niyet İslam'ın sevdiği ve doğru saydığı bir şekilde ise, ondan doğan ve ürünü olan güzel amelleri hayır kabul eder ve mükafatlandırır. Şayet inanç sahih değilse veya niyet bozuksa, o zaman yapılan bütün amelleri hiçe sayar. Dış görünüşü en büyük hayır gibi görünse bile, onu yok gibi kabul eder.[394]
Yüce Allah'ın şu ayetlerine bakınız: "Allah hiçbir şekilde kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kişiler için bağışlar. [395] Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. İyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Bunlar tevbe ederlerse, umulur ki, Allah onların tevbe-sini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. [396] Yüce Alah akidenin ancak halis ve net olmasını ister. Amelde ise, kötü amel işleyenlerin tevbe etmeleri durumunda tevbelerini dilediği takdirde kabul edeceğini belirtmektedir. Kısaca inançta şirk koşanları bağışlamayacağı, kötü bir amel işleyenleri ise dilediği taktirde bağışlayacağını buyurmaktadır.
Bu hüküm ışığında düşünelim. Tasavvufçular daha önceki zındıkların yapmadıkları iftiraları Allah'a yaptılar. Onun yaratıkların aynısı olduğunu söylediler. İsterseniz îbn Arabi'nin şu sözlerine bakın: "Hak her had ile mahduttur (Hakkın her yönden tarifi vardır). Alemin suretleri ise sayılamayacak ve ihata edilemeyecek kadar çoktur. Alemin suretlerinden her birinin hududu ancak her alemin onun suretlerinden aldığı miktarda bilinir. O-nun için Hakk'm haddi (tarifi) meçhul kalır (bilinmez). Onun haddi ancak her suretin haddinin bilinmesiyle bilinir. [397]
Allah'ın tarifinin mümkün olmadığını söylüyor. Niçin? Çünkü Allah her şeyin aynı (kendisi)'dir. Onu tarif edebilmek için alemdeki bütün suretlerin tarifim bilmemiz lazımdır. Çünkü Allah o suretlerin aynısıdır. Alemlerin suretlerinin haddi hesabı da yoktur. Onun için buna bağlı olarak Allah'ın tarifinin de haddi hesabı yoktur.
Yine kavmini hakikate değil de şeriata çağırdığı için Hz. Nuh'un görevini yapmadığını iftira ettiler. Çünkü onlara göre batına değil, zahire davet etmiştir. Hz. Nuh'a inanmayan müşrik kavminin de Allah'ın davetine fiilen icabet ettiklerini ve Nuh'un onlardan gizlediği hakkı kavrayıp gizlenenle amel ettiklerini ve böylece kurtulanlardan olduklarını iftira ediyorlar. Bizzat Hz. Nuh'un da putlara taptıkları için o müşrikleri övdüğünü söylüyorlar.[398] İsterseniz İbn Arabi'nin şu sözlerini okuyunuz: "Gözetleme! Çünkü kainatta birtek ayn (varlık)'tan başkası yok. O, alemin aynıdır. Bir durumda ilah olarak adlandırılırken, bir durumda kul diye adlandırılır. [399]
İbn Arabi, Hallaç, et-Tilimsani, İbn Sebin gibilerin Allah ve alem hakkındaki inançlarını el-Bedevi şöyle belirtmektedir:
"Bunlar üç gruba ayrılmışlardır: Birinci grup, bütün varlıkların ezelde zat olarak mevcut olduğunu söyler. Allah'ın varlığı onlara feyezan etmiş,onların vücudu Allah'ın vücudu, ama zatları onun zatı değildir demektedir.
İkinci grup, muhdesatın varlığı Allah'ın varlığının aynısıdır, gayrisi veya başkası değildir, demektedir.
Üçüncü grup ise, hiçbir şekilde başkalık ve gayrılık yoktur, bunu kul mahcup olduğu (gerçeği gördüğü) zaman iddia eder, perdesi kalkınca başkalık ve gayrilik olmadığını görür ve gerçeği anlar, demektedirler."
Bütün bu açık gerçeklere rağmen, hala tasavvufun ahlaki bir davet olduğunu söyleyebilir miyiz? Biliyoruz ki, küfür bir tek söz üzerinde ısrar etmek, insanın mümin bütün amellerini boşa götürür, İbn Arabi ve benzerlerinin şimdiye kadar gördüğümüz bu düşünceleri üzerinde ısrar ettiklerini, başkalarının da bunların dindışı olduklarım söylemediklerini biliyoruz. Bu düşüncelerin küfür olduğunu ve yüce Allah'ın bunlardan münezzeh bulunduğunu söylemeyen ve onları reddetmeyenler de aynı hükmün akıbetine mahkum değiller midir?
Bu küfür ve şirk sözleri ve inançları bilmeyenler, bunlardan haberdar olmayanlar elbette burada söylenenlerin muhatabı değildir. Ancak bunlar kendilerine açıklandığı ve küfür ile şirk olduklarını belirtildiği halde, hala bunlar üzerinde ısrar eder, yahut karşı çıkmazlarsa, o zaman başkalarını değil, kendilerini suçlasınlar. Böylece yaşayan delil ile yaşamış ve Ölen de delil üzere ölmüş olur.[400]


[326] thy.uı Ukımiddin, 3/21

[327] İlıy,! kilabının hamişinde Avarifu'l-Maarif, 3/243

[328] Ukımiddin, 3/18,Tasawufia iyileştirme çabaları bölümünde Gtuali'nin gorillerine bakını

[329] es-Sülemi'nin Risaleleri'ne yazdığı mukaddimede Prof. Dr. Süleym.ın Ateş'in şu sözlerine bakının: "işit' salik bu «ıdab ile edeplenir, bu ahlak tle .nhlaklanırsa, Allah ona zühd, vera... müşahade, (nurları j;hrme, Hakkı görme), muhadese ve mükaleme (Allah ile konuşma, O'nun tarafından ilham olunma), bilinmeyen ilimlere vakıf olma, yazılmış kitabı (Allah'ın gayb bilgisini) orme,. lütfeder." l'roı. Dr. Süleyman Alt, Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemi'nin Risaleleri, 22. Ankara, 1982

[330] Caşiye, 1 7-20

[331] Taha, 10

[332] Bakara, 18.

[333] İbn el-Cevzi, Saydu'l-Hatır, 1/144-146, Tah. Ali Tantavi-Naci Tanlavi, Daru'l-Fikr, lîeyrul, "İrs.

[334] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 352-356.

[335] A'raf,2O5.

[336] A'raf,55.

[337] İsra,110.

[338] İbnHanbel,4/124

[339] el-l feysemi,Mecmau'z-Zevaid ve Menlin'1-Fevnid, 10/81,Heyrut,

[340] Bu iki isim, Mısır'da sözkonusıı çevrelerin kutsall.ışürdıfi iki y.ılırdır. Guy.ı I İz. Ali'nin [orunlarından olup Mısır'a nömüimüşlerdir. Halbuki bu nevi y;ıtırl.ın ve lürbelerı Mısır'dı Falımıler hile bili' uydurup çoğaltmışlardır.
Mısır'da bunlar var d,ı isl.ım aleminde ve bizde yok mudur? Yılın belirli dönemlerinde Mevlana.f l.ıt ı Bektaş vb.kişileri için düzenlenen anrruı törenleri ve dii^er zamanlarda yapılanlar bunlardan çok mu Kırklıdır! Yatırların ruhnniyetinden yardım isteyenler, onlara yalvaranlar vs- mez.ir Usları karşısında dururken
Aliah'ın huzurunda duyduğu huşu ve heybetten daha fazla heybet ve korku duyup türeyenler ,ız mıdır' Falan velinin anma törenlerinde halk oyunları veya halk dansları adı altında yapılanlar İnindim çok mu
farklıdır?
(kıya anılan kişiler, o mahut zikirlerini Allah'a bir ibadet ve yakınlık için dej;il de, insanlara lören düzenlemek ve gösteri yapmak için yapmışlar gibi, ibadet ve Allah'a itaat almosferirıtlen tümüyle uz.ık bir ortamda bu işler düzenlenmektedir. Her yıl bir hafta süren sema ayinlerinde atılan naralar, çalınan müzik ve dans eden semazenlerin yaptıkları hepimizin bildiği şeylerdir. Ayin salonlarında s.ıallerte debelenen ve seyreden bu insanlar, sıra heş vakit namaza gelince bin dereden bahane gelirerek kılmamak için bahane üstüne bahane uydururlar.

[341] Abdurrahmnn el-Vekil, Hazihi Hiye's-Sufiyye, 141-142.

[342] Enfal,35

[343] Zumer,23

[344] Maıde,83-84

[345] Kurtubi,el-Cami'Ahkami'l-Kıır'an,4/366, Dam ihyai'l-Turast1-Ar.ıbi,Ueymt l'Jt-5

[346] Ahmed AİKİulmunim el-Hulvani, Risale, 28 vcl. Ahmed ibn Abdıırrahman er-Ralbi, Risalem Miniıali'l-Aslıab, 86'd.ın nnklen Abdurmhm.m el-Vekil, a.g.e., 144.

[347] Zikir çeşitleri ve sözleri değişik olmakla beraber tarikatlarda bu es.ısl.ır ortak bir ikellik -iletmekledir. Büyük çoğıınluiUın zikri bu şekildedir. Tarikatlarda ayin ve sema hakkında bakını*. Mahir \/., Tasavvuf, 16)5-1 7J,Meri Yayınları, İstanbul, 1981.

[348] Tirmizi,İlim, 16 Ebıı davııd,5t-inne,5 İbn mace,Mukaddime,6

[349] Tirmizi,İlim, 16 Ebıı davııd,5t-inne,5 İbn mace,Mukaddime,6

[350] Abdurrahman el-Cıbırtî, Acaibi'l-Asar fi't-Ter.ıaımi ve'l-Ahb.ır, \/MW, D.ırıık il, lîeyrul, Ali ibn I lir.ı/i el-Beyyurni Kahire'nin el-Hüseyniyye semti yakınındaki e/-Z,ıhir mescidinde de aynı şekilde /ıkır ayinleri yapardı, ibn Ata el-İskenderi'nin Hikem'i, el-Cili'nın el-insanu'l-K.ıınil'inı şerhelnıts ve lasavvuıa dair birtakım kitaplarda yazmıştır. Bakınız, el-Cıl)irtî,.a.^.e., 1/377. 68-el-Hulvani, Risale, 30.

[351] İbn Ataullah el-İskenden, Miftahu'l-Felah, 23 vd. Basım, hicri 1332.
Hulagu'nun vezirliğini yapan Nasırurldin et-Tusı de Kur'an'm yerine İbn Sina'nın el-İşarat kitabını koymaya çalışmış, ama tutmayınua, Kıtr'an'ın sadece avam halkın kitabı olduğunu iftira etmiştir. Bakiniz, ilin ■ Kayyim ei-Cev^iyye, tğasetu'f-Lehfan min Masayidi'ş-Şeyian, 2/267, Dorıı'l-Marife, Beyrut, 1975.

[352] İsra,1 10.

[353] A'raf,18

[354] Fkıhari, Daavat, 3, Tefsiru Suratı, 47, Buhari'de Hz. Peygamberin günde yetmiş defadan fazla istiğfar ettiği kaydedilirken, Müslim'de yüz defa istiğfar etliği kaydedilmekledir. Muslini, Zikir, 4! Ebu Davud'da yetmiş (vitir 26), ve yüz (rikak 15) defa istiğfar ettiği kaydedilmekledir.

[355] Ahdi Kadim-Mezmıırlar, 641.

[356] Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/72. Karanlık üstüm rılıklar ı;ibi tasavvuftular hid'al ustunc
bid'at işlemekten sanki zevk alırlar. Kutupların melekleri im iddia rimek gibi.

[357] Enfal,35.

[358] A'raf,205.

[359] A'r,ıf,55.

[360] lbn Arabi, Mevakiu'n-Nucum, 75, basım 1325 hicri,

[361] İsra, 17.

[362] ibn Arabi, a.g.e., 81, İbn Arabi bunu üstadı el-Cazali'den alınıp ve "Veliye, Musa'ya seslenikliî;i ı;ibi i-lahi meclislerden seslenilir" kısmını eklemiştir.

[363] Dr. Abdurra liman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye, "55, Vekalelu'l-Matbual, Kuveyt.

[364] Dr. Abdurrahman Bedevi, a.y.e. 38.

[365] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 356-365.

[366] Mesela Bahaîlik, Kıtr'an, İncil ve Tevrat dahil semavi bütün kitaplara inandığını iddia etmekte ve bunu kitaplarına yazmaktadır. Fvrensel İslam'a ve insani kardeşliğe çağırdığını iddia etmektedir. Buna bakarak Bahaitiğin müslüman bir din veya inanç olduğuna mı hükmedeceği*? Küfür bir akım olduğunu bütün müslümaniar bilmektedir.

[367] Keht,1 İÜ.

[368] Zürer.64

[369] Müslim,Birr,33.

[370] Mûslim. 34'

[371] lbrı Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, Afifi neşri.

[372] lbrı Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, Afifi neşri.

[373] lbrı Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, Afifi neşri.

[374] İbn Arabi, .ı.g.e., 111.

[375] ibn Arabi, .ı.f;.e., 143,

[376] ibn Arabi, 107 vd

[377] lbn Arabi, . 188.

[378] İbn Arabi'nin (veya Kaşani'nin) f Iristiyanların baba-oğul inamını nasıl paylaştığına kikini./: "Aveıin uygulaması şudur: I3il ki kalb olan Musa lisanı hal ile Allah'tan, akıl ol,in ve bnb.ısı Ruhu'l-Kudüs'len büyük kardeşi bulunan Harun'u kendisine vezir yapmasını isliyor." ibn Arabi/l efsirıı'l-Kur'ani'l-Kertm, 2/40, Daru'l-Yakzali'l-Arabiyye, Beyrut, 1968.

[379] Mevlana,Mesnevi,v/313-316,Ter.Veled İzbudak,M.E.I5asımevi,İslanbul 1074

[380] Mevlana,Mesnevi,v/178-181 .Ter.Veled İzbudak.

[381] Mevlana,mesnevi,v/205-206,Ter.Veled İzbudak

[382] Mevlana,mesnevi,v/272-273,Ter.Veled İzbudak.

[383] Mev]arta,Mesnevi,v/32O-321,Ter.Veled İzbudak.

[384] Meviana,Mesnevi,v/277,Ter.Veled İzbudak. Hikayede ister istemez, piyasadaki müslümanlar kadınların kocalarına, Elm Yezid el-Bislami de kadına parmak ısırtan eşeğe benzetilmiş olmakladır.

[385] Mevlana,Mesnevi ve Şerhi, v/235-240- Tercüme ve şerh, Abdulbaki (inlpmarlı Kültür B,ıkanlıj;ı yayınları, 1989

[386] Tercüme," O rabbimdir.bana^üzel yer verdi" şeklinde de olabilir.

[387] Yusuf,23-34

[388] EbudavııdJahara,56,Ttrmizi,Birr,48,61,64,78 İbn Hartbel, 1/405,41

[389] İbn Arabi,Pususu'!-Hikem,1/212,el-Halebi baskısı, Kaşani şerhi,437, lsr.miıul;İbn Ar.ıbinın bu ahlak-
sulığı için ayrıcı bdkıniz,Şeyhıılislam Mustafa Sabri, Mevkifıı'l-Akli ve'l-İlmi w'l-Alem,3/187-HS», İ'"1
Arabirim kadın aşkı ve kadınlara düşkünlüğü hakkında bilgi için Tercumanu'l-Eşvak, 75-77,kitabın.ı
bakım/,, ter. Mahmut Kanık, İz Yayınalık,fstanbul,t991

[390] Mahmtıd kanık,Fena risalesi-Arzu I arın Tercümanı,71, İz yayıncılık,istdbuf 1991

[391] İbn Ar.îbi,Tercumanu'l-Eşvak,77,Ter.Mahmut Kanık, U y<ıy!nafık,İs[anbul

[392] islam'ın ahlak ve çağrısı en yüce ve en mükemmel pozitif ahlaka çağırmakla lemayüz eder. insandan sadece kötülüğü işlememeyi istemekle kalmıyor, belki hayrı işlemeyi ele isliyor. Mesela bütün haramlardan uzak durmayı emrederken, diğer tarafla geçimi kazanmayı ve cihadı emretmekledir. Üstün olmayı ve çalışıp kazanmayı isterken ruhbanlığı ve hırsızlığı yasaklamaktadır. Bu iki yönünü ayet-i kerimeler açık bir şekilde ifade etmektedir; "İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülüğü yas.ık-torsınız." (Al-i imran, 110) Yine "İyiliği işleyin ki kurtuluşa eresiniz" (H.ıc, 77) buyurmaktadır. "O hakle pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının. Kendisine ortak koşmaksın Allah'ın hamileri olun" (Hac, 30-31), İslam'ın ahlak çağrısında denge ve hayır tevhid inancında çok daha ,>çık bir şekildedir Yüce Allah buyuruyor: "Allah'a İbadet ediniz ve ona hfçir şeyi ortak koşmayınız." (Nisa, 36) Hir yanı ile Allah'a ibadeti emrederken, diğer yanı ile de ona ortak koşmayı yasaklamaktadır. Görüldüğü gibi İslam'ın ahlak anlayışında emir ve yasak beraberdir. Bu ahlakta denge esastır.

[393] Eskilerinden es-Suhreverdi şöyle eler: "Bu işim (sofu, tasavvuf] hicri ikind asra kadar bilinmezdi." Avarifu'l-M.ıarif, 66, ihya mülhakı,

[394] AllalVa ortak koşacak olursan, amelini boşa götürür ve sen rie zarar edenlerden olursun" (Zümeı,
65), îlumanist ve zencin ingiliz tasavvufçu mm yaptığı gibi. Mısır'da fakirlerin tedavi görmeleri irin büyük
bir bina yapmıştı. İngiliz yüksek komiseri her sene elçilik görevlileri iie beraber kutsal tiritten yemek için
gidiyordu. Bakınız, Abdıırrahman el-Vekil, Nazili» HiyeVSııfiyye, 173.

[395] Nisa,48.

[396] Tevbe,102.

[397] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 1/68, Afifi neşri.

[398] Fusıısu'l-l tikem, 1/68-74, Afifi neşri

[399] İbn Arnbi, Futuhat-ı Mekkiyye, 129.

[400] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 364-376.
 
Üst Ana Sayfa Alt