Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Tasavvuf ve İslam : Abdurrahman El Vekil

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Çürümüş Kemikler Hayatta Tasarruf Ediyor!


eş-Şarani anlatmaya devam ediyor: "Şeyhim, efendimiz Ahmed el-Bedevi'nin huzurunda kubbede benden söz aldı ve kendi eliyle beni ona teslim etti. Mübarek eli kabirden çıktı (2) ve ellerimi tuttu. Efendimiz eş-Şinnâvi şöyle dedi: Bunu kolla ve gözden uzak tutma. Efendimiz Ahmed el-Bedevi'nin kabirden "Evet" dediğini işittim. Bekâr olan eşimin yatağına girdiğim zaman onunla birleşmeden beş ay bekledim. el-Bedevi geldi, beni aldı, eşim de yanımda idi, kubbesinin üzerinde bir yatak serdi, bana helva pişirdi, ölüleri ve dirileri çağırdı ve bana şöyle dedi: Hadi burada eşinin bekarlığını gider (onunla zifafa gir). Bekâretini o gün giderdim, mevlid için huzurumdan ayrıldı. Orada velilerden biri vardı. O gün el-Bedevi'nin kabirden örtüyü kaldırdığını ve "Abdulvahhab gecikti, gelmedi" dediğini söyledi." Ondan sonra el-Bedevi'nin Arap ve acemleri davet edip mevlidine getirdiğini, genç ve yaşlı birçok kişinin kefenleriyle sürünerek mevlide geldiklerini eş-Şarani'ye gösterdiğini iddi aetmektedir. (3) el-Harîsî hakkında da şöyle demektedir: "Bir ihtiyaç için ona yöneldim. O zaman Mısır'da Ümmü Huvend medresesinin damında bulunuyordum. Kabrinden çıkıp Dimyat'tan yürümeye başladığını gördüm. Aramızda beş arşın kalacak kadar bana yaklaştı. Sabret, dedi ve kayboldu." (1)
Burada insanın çıldırası geliyor! Çünkü aklından zoru olan insanlar tarafından böyle şeylerin söylenmesini bile insan tasavvur edemiyor. Ama şaşmamak lazım. Çünkü her tasavvufçu şeriata düşman olduğu gibi akla da düşmandır. Bütün tasavvufçular bilginin yegane kaynağının zevk olduğuna inanırlar. Onlara göre akıl canavar bir tağut, şeriat da sağır taşlara pençelerini saplıyan ve göğe bir bakış bile yöneltmiyen bir materyalizm! Yahut onlara göre ölü tarihe bir nevi tapmaktır. Onun için zevklerin farklılığına paralel olarak tasavvufçularda eşyanın değerleri de farklı olmaktadır. Bir başkasının hak olarak gördüğü şeyi tasavvufçu batılın kendisi olarak görebilir. Tasavvufçunun inandığı şey ile başkasının küfrettiği şey arasında çelişkinin bulunması da onlar için önemli değildir. Çünkü inanan da, küfreden de hak din üzeredir.
Belki de "İtiraz eden, kovulur!" saçmalığını ortaya atmalarının sebebi budur. Çünkü "Olabilir ki akıl veya şeriatla bir şeyin batıl olduğuna hükmedersin, ama şeyhininzevkinde o şey haktır ve bu itirazla kendini onun huzurundan kovulmağa maruz bırakırsın" yorumunu boşuna uydurmamışlardır. (2)
Şeyhler dervişleri bu şekilde eğitiyor ve köleleştiriyorlar. Şeyh ne yaparsa, dervişlere bunu ancak Allah'ın emri ile yaptığını, yapmış olduğu iş şeriatın hükmüne açıkça aykırı da olsa, onu emr-i ilahi olarak işlediğini telkin ediyor. Dervişin elinde buna inanmak ve itaat etmekten başka bir şey kalmıyor. Baksanıza, "Arif zina eder mi?" sorusuna el-Cuneyd şöyle cevap veriyor: "Evet. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek yazılı bir kaderdir." (1) Batılla renklendirdiği bir hak! Âyet Hz. Peygamber'in mübah olan bir şeyi işlemesinde bir sakınca olmadığını anlatırken, el-Cuneyd, arifin işlediği zinanın Allah'ın yerine gelecek yazılı bir kaderi olduğunu söylüyor ve âyeti istismar ediyor. Üstelik zina eden bir kimseye "ârif" adını da veriyor. Yani imanın zirvesine ulaşmış bir mümin. Zira gayb sayfasında hakkında takdir edileni görmüş ve zina ederek yerine getirmiş(!) (2) Halbuki Hz. Peygamber "Zani zina ederken mümin değildir" (3) buyurmaktadır.
Tasavvufçular aklın bilginin yollarından olmasına karşı çıkmakta ve zıtlar arasında zıtlıkla hüküm vermesine kızmaktadırlar. Şeriatın da iman ile küfür yahut hayır ile şer arasında ayırım yaptığı için düşmanı olmaktadırlar. Çünkü şeriat zevki kutsal ilham yahut göğün vahyi olarak kabul etmemektedir. Onun için "Tadan bilir!" sözü meşhur terimlerindendir. Yani marifet yolu olarak sadece zevki kabul edenler rabbani hakikatlerin künhünü hakkıyla bilen ariflerden olurlar.
Gördüğünüz gibi eş-Şarani şeyhi el-Bedevi'nin kemikleri çürümüş ve toprağa karışmış olmasına rağmen diri olduğunu, yemek pişirip yıkandığını, diri ve ölüleri mevlidine davet ettiğini tasavvur ediyor. Yine el-Harisi'yi aklına getirir getirmez şeyhin kabirden kalkıp Dimyat'tan Kahire'ye kadar koşarak geldiğini nasıl söylediğini gördünüz.
Şimdi Allah için söyleyiniz. Bu saçmalıkların veya putperestliklerin Kur'ân'la yahut akıl ve mantıkla bir ilişkisi var mıdır? İşte Hz. Fatıma! Kabrinde defnedilen babasının mübarek yüzüne toprakların atılmasına yüreği yanarak "Rasûlullah'ın yüzüne nasıl toprak atabiliyorsunuz?" diyor. Hz. Enes onun acılarını dindirecek ve yüreğine su serpecek hak ile cevap veriyor ve şöyle diyor: "Böyle emrolunmasaydık, yapmazdık."
Acaba Rasûlullah neden ilk vezini Hz. Ebu Bekir ile kızı Hz. Fatıma arasındaki anlaşmazlıkta mezarından çıkıp hakemlik yapmamıştır? Neden Hz. Aişe'nin Cemel gününe çıkmasını veya olaylara katılmasını engellememiştir? Neden düzenlenen komplo ile öldürülen Hz. Ömer'i önceden uyarmamıştır? Neden mecusinin hançerini iman dolu Hz. Ömer'in göğsüne saplanmaktan alıkoymamıştır? (1) Neden Zinnurayn Hz. Osman'ı öldürenlerden ve Hz. Ali'yi zalimlerin hançerinden korumamıştır? Rasûlullah yoksa tasavvufçuların şeyhleri kadar büyük değil miydi? Yoksa Rasûlullah canciğer ashabını ve yakınlarını tasavvuf şeyhlerinin kötülükleri sevdiği kadar sevmiyor muydu?
İşte gözünün nuru Hz. Hüseyin! Düşmanları, yüce bir umudu karanlık bir ümitsizliğin kuşatması gibi onu kuşatıyorlar. Henüz açılan bir çiçek gibi olan yavrusunun susuzluğunu gidermek için ellerini kaldırıp düşmandan bir avuç su istiyor, buna karşılık yavrunun yüreğine saplanan bir oktan başka karşılık görmüyor. Acaba neden Rasûlullah selsebilden bir sürahi Hz. Hüseyin'e ve küçük yavruya uzatmıyor? Yahut yavrunun yüreğine saplanan oku ve büyük kahraman, yüce insan Hz. Hüseyin'i öldürenleri neden Rasûlullah önlemiyor?
Bütün bunların birtek cevabı vardır. O da Rasûlullah'ın onları destekliyecek veya onlara yapacak hiçbir şeye sahip olmamasıdır. Çünkü ölmüştür. Sahih veya zayıf bir hadis, gerçekler veya hurafelerle ilgilenen bir tarih Rasûlullah'ın öldükten sonra onları şu veya bu şekilde desteklediğini yahut imdatlarına koştuğunu söylemiş değildir.
Şayet yüce Allah dostları desteklemesi veya imdatlarına koşması hudusiyetlerini kabirde bir ölüye verseydi Rasûlullah'a verirdi.
Halbuki bu kadar büyük olayın, daha doğrusu felaketin yüce ashabın seçkinleri başına geldiği, ehli beytinin çiçeklerini birer birer girdabına aldığı halde Rasûlullah'ın onları şu veya bu şekilde desteklediğini veya kurtardığını görmüyoruz. Çünkü ölmüştür! Çünkü bunu yapma imkanı ve gücü yoktur!
Ama şeyh Bedevi, ölmüş olmasına rağmen dilediği ölülere mutlu ve tatlı bir hayat bağışlıyor, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gideriyor, sözler veriyor, putu etrafında tavaf edenlerle konuşuyor, hatta bir türlü muradına eremiyen gelince güveyi bütün halkın huzurunda karı koca yapıyor ve insanlara ağız tadıyla bir porno filmi seyrettiriyor. Bütün bunları da çürümüş kemikleri ve kokşumş etleri toprak olduktan sonra yapıyor (!) eş-Şarani4nin bu mitolojileriyle el-Bedevi şeyhinin Hz. Peygamber'den daha üstün ve makbul, daha güçlü ve yetkili olduğunu anlatmak istediğini görüyorsunuz değil mi?


Tasavvufçu Evreni İdare Ediyor!


Abdulaziz ed-Debbağ şöyle diyor: "Büyük bir makama yükselmiş bir veli gördüm. Konuşan ve dilsiz yaratıkları, yabani hayvanları ve haşeratı, gökleri ve yıldızları, yerleri görüyor. Yer küresinin tamamı ondan alıyor. Bir anda seslerini ve konuşmalarını işitiyor. Herkese ne istiyorsa veriyor ve ihtiyacını gideriyor. Bu işlerin hiçbiri diğerinden alıkoymuyor." (1)
ed-Debbağ bir kulu Allah'ın sıfatlarıyla tavsif ediyor ve ona rablık giydiriyor.
Şimdi de kendini anlatan Ahmed et-Tîcanî'yi (2) dinliyelim: "Ruhum Muhammed'in ruhudur. Rasul ve nebileri destekliyor. Ruhum ezelden ebede kadar aktap ve arifleri destekliyor. (3)
Allah mahşer günü insanları topladığı zaman, orada bulunan herkesin işiteceği yüksek bir sesle bir münadi şöyle seslenir: Ey mahşer halkı! Şu kişi sizi destekliyen imamınızdır. Peygamberlerin zatından doğan bütün feyizleri zatım alıyor ve benden bütün yaratıklara dağıtılıyor." (4)
Bağlılarından biri de onu şöyle tavsif ediyor: "Yöneldiği zaman zenginleştirir, hoşnut eder ve bütün arzuları gerçekleştirir." (5)
Bir diğeri de şöyle tanıtır: "Hiçbir veli hiçbir peygamberden onu vasıtalığı olmadan hiçbir feyiz alamaz." (6)
Diğeri de şöyle anlatır: "Kapalı şeyleri açığa çıkaracak, meçhulleri bildirecek, ihtiyaçların akibetini anlıyacak ve onlara terettüp eden afetleri ve çıkarları kavrayacak kadar rabbani ve nüfuzlu bir basirete sahiptir." (7)
el-Bistami de şöyle diyor: "Allah beni tutup önüne koydu ve ey Ebu Yezid, kullarım seni görmek istiyorlar, dedi. Ona, vahdaniyetinle beni terbiye et, kimliğini bana gaydir, ehadiyyetine beni yükselt, öyleki kulların beni gördüğü zaman "Seni gördük, desinler ki gördükleri sen ol, ben de oradan kaybolayım" (8)
Yine Ali Harazim, et-Ticaniyi şöyle tavsif ediyor: "Zenginleştirir ve doyurur, gaybı bilir."
Bütün bu sıfatlar Allah'ın sıfatlarıdır. Yüce Allah kendini bu sıfatlarla tavsif etmektedir: "Zengin eden de, varlıklı kılan da odur." "O gaybı bilendir. Dilediği peygamberler dışında gaybına kimseyi muttali kılmaz. Çünkü o bunun ardından ve önünden gözcüler salar." (10)


Köpekler Tasavvufçuların Velilerdir!


Karanlık devirlerinde ve putperest dönemlerinde bile insanlık köpekleri tanrılaştırmamışken, tasavvufçular şirk şekillerinde bir yenilik yaparak yeni putlar uydurmaya çalışmışlardır. Tarihte en çirkin putperestliklerin bile tanrılaştırmadıkları köpekleri tanrılaştırmak istemişlerdir.
et-Tilimsani'nin köpeğin çürümüş kemiklerinin tasavvuf tanrısının kendisi olduğuna dair sözlerini naklettik. Muhammed Bahauddin'in de şeyhlerinin köpeği nasıl tanrılaştırdığını ifade eden sözlerini aktardık. Şimdi de efendisi el-Acmi'nin kerametlerini anlatan eş-Şarani'ye kulak verelim:
"Gözü bir köpeğe ilişti. Köpeklerin tümü ona boyun eğdi. Bütün insanlar ihtiyaçlarının giderilmesi için ona başvurur oldular. Oköpek hastalanınca etrafına köpekler toplanıp ağladılar. Ölünce de uluma ve ağlamaya başladılar. Allah bazı insanlara ilham etti de onu defnettiler. Köpekler ölünceye kadar onun kabrini ziyaret ediyorlardı. Köpeği bir bakış bu duruma getirirse, insana yöneltilince neler yapmaz ki?!" (1)
eş-Şarani, sözünü ettiği el-Acmi'nin halvetinden çıkarken bakışı kime ilişirse özünün som altına dönüştüğünü nakletmeyi de ihmal etmiyor. (2)

Biraz İnsaf!


Şimdi şeyh efendiye ve onun gibi olanlara sesleniyorum; söyler misiniz, eş-Şarani'nin şu iftiralarına gönlünüz razı oluyor mu? Bunlara din olarak bakalabiliyor musunuz? Hak adına sizlere sesleniyorum, belki hak karşısında vicdanınız sizi muhasebeye çeker ve tarafsız düşünmeniz mümkün olur. Şeyh efendi, Ezher'de öğrendikleriniz ve sizi tasavvufçuların dininde mukaddes makama yükselten bilgileriniz adına size soruyorum. Tasavvufçuların bu saçmalıkları ve iftiraları gerçekten ruhi hayatın hayır ve sevgi baharı mıdır? Işığında hedefin ezel ve sonsuzluğa ulaştığı ezeli nurdan parıltılar mıdır? Bu saçmalıklar hak ve hikmet saçan hidayet pınarının kaynağı mıdır? Işığında hedefin ezel ve sonsuzluğa ulaştığı ezeli nurdan parıltılar mıdır? Güzellikleri gözleri kamaştıran ve Allah'ı sürekli tesbih eden hurilerle meleklerin bulunduğu Firdevs cennetlerinin bahçeleri midir? Gerçekten bunlar inandığınız İslâm mıdır?
Yoksa ateşperest mecusiliğin, ineği tanrılaştıran sapık Hint dinlerinin, agnostizmin, felsefe dinsizliklerinin, sabii putperestliğinin ve puta tayan müşriklerin kusmukları mıdır? Evet, bunlar olsa olsa bütün bunların dininden oluşan fesat ve şerrin kokuşmuş çamurudur. Sadece tağutlarının isimleri müslüman ismi olduğu için seni ve senin gibileri bu şeffaf maske ile aldatmışlardır. Halis meşrubatın içine sana ve senin gibilere bu maskenin arkasında zehiri katarken onları görememişsinizdir.
Şüpheniz olmasın, din diye sundukları bu karışım şeytanın tanrılığını yaptığı en rezil dindir. Ama bidatlarını sunmakta son derece hüner sahibi olduğu için onu görmüyorsunuzu. Rahmet ve sevgi meleği olarak kendini sunmaktadır. Zaten müşrikin kabrinde kapkaranlık gece kendini cennetin şafağında apaydınlık diye takdim eder. Genelevinde cüce cadı, karşısında yiğitlerin secdeye kapandığı bir prenses diye sunar! Kısaca kendini İslâm diye sunan, İslâm olduğunu iddia eden tasavvuf budur!


Yüzkarası Bir Tasavvuf!


Bu yüzkaralığı ve maskaralığı Mısır'da tasavvufçuların yoldaşı olduktan sonra onların sadakatini kazanan ve içlerine girdikten sonra yüzkaralıklarını tesbit ederek onunla mısır halkını ve İslâm'ı karalıyan İngiliz bir oryantalist tesbit etmiş, bu konuda yazdığı kitapta şöyle demiştir:
"Mısırlılar kendilerine bereketler yağdıracak yahut çocuk sahibi yapacak veya hastalıktan kurtaracaklarına inanarak kabirleri ziyaret ediyorlar. Müslümanlar ölmüş velilerinin Allah'ın yanında kendilerine şefaat edeceklerini kabul ediyor ve onlara adaklar sunuyorlar."
Şöyle devam ediyor: "Müslümanlarda yahudilerin yaptıkları gibi velilerinin kabirlerini yenileme, üzerinde kubbeler yapma, badana yapma, süsleme, sandukalar koyma ve bu sandukaları örtülerle örtme adeti hekim olmuştur. Bunların çoğu, yahudiyerin yaptığı gibi, bunu gösteriş olarak (doğrusu, inanç olarak) yaparlar." (1)
Mevlidlerdeki bidatlardan söz eden Goldziher de şöyle diyor: "Müslüman alimler hicri sekizinci asra kadar mevlidi sünnete aykırı sayarlardı. İslâm'da uydurulan bir bidat sayarak müslümanların çoğu ona karşı çıkmışlardır. Bu durum son asırlarda ortaya çıkan bir takım dini törenler iççin de sözkonusudur. Bu törenler alimler tarafından uzun müddet dine yabancı birer bidat olarak nitelendikten sonra onların tasvibini kazanmak için uzun mücadele vermeye mecbur kalmıştır." (2)
Oryantalist Gautler da şöyle der: "İslâm âleminde sonraları yayılan evliyayı ibadet derecesinde kutsallaştırma olayı, gerçekte insanlarla Allah arasında aracı kabul etmiyen İslâm anlayışına karşı İslâm'ın fethettiği ulusların bir nevi reaksiyonudur. İbadete yakın derecede evliyayı ve peygamberi tazim etmeye, başka bir deyişle, ilk İslâm anlayışında meydana gelen bu değişikliğe karşı ancak Vahhabiler zümresi tepki göstermiştir." (1)
Oryantalistlerin bu yüzkaralıkları tesbit etmesi ve faturasını bütün müslümanlara çıkarmasına şaşmıyoruz, ama tasavvufçulara bu cinayetleri işleme, etrafa zehirlerini saçma ve bunlarla İslâm düşmanlarının İslâm'ı kötülemesine, bundan dolayı bütün müslümanları ahmaklık, aptallık ve masallara tapmakla suçlamalarına meydan vermelerine ne diyeceğiz?! Bunları bayraklaştırıp her kitap ve makalede "İşte İslâm budur!" demelerine fırsat vermemize ne diyeceğiz?! Onlar da inanıyorlar ki bu şeyler İslâm değil, tasavvufçuların dinidir. Ama düşmanı yıkmak için fırsat kollayan birerüşman oldukları için böylesi işlerine geliyor.
Kim bilir, bunları söyleyip yazdıkları için bu oryantalistlere kızıyoruz, nefret ediyoruz. Halbuki esas kızmamız, nefret etmemiz ve karşı çıkmamız gereken şe, tasavvufçuların bu masallarıdır. Kısacası, hak için kızmalıyız, nefret etmeliyiz. Onun için tasavvuf dedikleri bu şirk ve bataklıkların kökünü kurutmalıyız. Tasavvuf için kötülük olarak İslâm düşmanlarının suçunu ve çirkefliklerini İslâm'a yüklemelerine sebep olması yeterlidir.
Onun için bu platformda birinci düşmanımız, bunları yazan ve teşhir eden oryantalistlerden önce, bize karşı kullandıkları silahı onların eline veren tasavvufun bizzat kendisi olmalıdır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Keramet Çeşitleri


Abdurrauf el-Münavi tasavvufçuların üç türlü kerameti olduğunu söylüyor ve şöyle tasnif ediyor:
1- Ölüleri diriltmek. Kerametlerin en üstünü budur. Buna örnek olarak şu kerametleri gösterebiliriz. Ebu Ubeydillah el-Yusri savaşa gitmiş, ama yanındaki biniti ölmüş, Allah'tan diriltmesini istemiş, hemen kulaklarını sallıyarak hayvan kalkmıştır.
Yine Mufarric ed-Demamînî'ye getirilen kızartılmış piliçlere ed-Demamini "Allah'ın izniyle uç" demiş, onlar da uçmuşlardır.
el-Keylani de yediği tavuğun kemiğini eline almış ve "Allah'ın izniyle kalk" demiş, tavuk kalkmıştır.
Ebu Yusuf ed-Dehmani'nin bir oğlu ölmüş, ed-Dehmani ona çok üzülmüş ve çocuğa "Allah'ın izniyle kalk" demiş, o da kalkmış ve uzun zaman yaşamıştır.
Yine damdan bir çocuk düşmüş ve ölmüş, ed-Dehmani hemen Allah'a dua etmiş, çocuk dirilmiştir." (1)
Görüyorsunuz, yüce Allah'ın Hz. İbrahim, Hz. İsa'ya verdiği mucizelerin aynısı. Yahut harabeye dönmüş kasabaya uğradıktan sonra ölen ve Allah tarafından yüz sene sonra diriltilen insanın diriltilişi gibi bir şey!
el-Kelâbâzî böyle demiyor mu "Su üzerinde yürümek, hayvanlarla konuşmak, tayyi mekan yapmak ve bir şeyi olduğu yerden başka yerde göstermek gibi evliyanın kerametlerini kabul etmede icma etmişlerdir."
Hasan Rıdvan da bunları menzum olarak şöyle dile getiriyor: "Allah bir velisine kudretle tecelli ederse, o veli güzel olur, eşyayı gaybi müşahade ile avucunda ve kendi kudretiyle maşahade eder. Ancak görünen alemde bunun eserleri onun eliyle zahir olur. Himmet sahiplerinin ayaklarıyla su üstünde, bulutlar veya hava üzerinde yürümeleri, tayyi zaman veya mekan etmeleri, toprağı ekmek yapmaları veya daha başka gösterdikleri olağanüstü işler bundandır. Şartı da ona muvafık olmasıdır." (1)
Onun için tasavvufçular Allah'ın bütün evreninde velilerinin genel tasarrufa ve umumi yönetime sahip olduklarını, bundan dolayı emir ve nehiy, kabul veya red, hami veya zem hakkına sahip bulunduklarını kabul etmişlerdir. (2)
el-Kûhenî, Seleme er-Râdî'nin mucizelerinden söz ederek şöyle der: "Kardeşlerden birinin eşi hamile kaldı ve çocuk dokuzunda annesinin karnında öldü. On gün annesinin karnında ölü olarak kaldı. Doğuracağı zaman eşi bu durumu şeyhimize anlattı. Öyle mi? dedi. Ondan sonra çocuk annesinin karnında ölmemiş gibi sapasağlam doğdu.
Kardeşlerden birinin de gözü kör oldu. Durumu üstada anlattı. Ona, bunu gizlersen gözün açılır, dedi. Bu şartı kabul etti ve gözünü silince gözü açıldı.
Cize limanında önde gelen kişilerden birinin bir tek kızı vardı. Sıtmaya tutuldu, iyileştikten sonra dili tutuldu. Hiç konuşmadı. Yıllarca doktorlara götürüp getirdiler, çaresi olmadı. Şeyhimize getirdiler. Ona bir baktı ve ismini sordu. Kız ismini söyledi ve hemen dili çözüldü." (3)
Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği mucizelerin aynısı! Bu şekilde tasavvufçular velilerinin dilsiz, cüzzamlıyı, körü iyileştirdiğine, ölüleri dirilttiğine inanırlar. İşin tuhaf yanı, kendilerine Allah'ın kudretinin nisbet edildiği ve evliya dedikleri bu insanların birçoğu şeytanın Allah'a karşı isyan ettiği gibi isyan içindedirler!
Tasavvufçuların kerametlerinin ilki bu olunca, diğerlerini burada sıralamaya gerek kalmamaktadır. Merak edenler Abdurrauf el-Bünavi'nin el-Kevakibu'd-Durriyye, kitabına bakabilirler.


Tasavvufçular Kun (Ol) Deme Gücüne Sahip!


Tasavvufçular şeyhlerinin bir şeye "ol" deme gücüne sahip olduğunu ve ol deyince o şeyin derhal oluverdiğini iddia ediyorlar. Onlardan biri Allah'ın kendine halife bıraktığı veliden söz ederek şöyle diyor: "O halifedir. Allah ona "ol" deme gücünü verir. Bir şeye "ol" der demez, o şey hemen oluverir." (1)
Ebussuûd da şöyle der: "Allah bana onbeş senedir tasarruf verdi, ama biz nükte olsun diye bıraktık." İbn Arabi bu sözü ele alarak şöyle diyor: "Biz ise, nükte olsun diye değil, kemali marifet için onu terkettik." (2) Acaba Ebussuud alemde tasarruf ederken Allah ne yapıyordu? (3) Bu şekilde tasavvufçular şeyhlerini Allah'ın ortakları yapıyorlar.
O halde peygamberlerin mucizeleri nedir? diyeceksiniz. Hemen belirtelim ki peygamberler, tasavvufçuların şeyhleri için söyledikleri tarzda, canları istediği ve akılları estiği zaman mucize göstermemişlerdir. Onların mucize göstermeleri Allah'ın izni ve emriyle olmuştur. Bir peygamberler, tasavvufçuların şeyhleri için söyledikleri tarzda, canları istediği ve akılları estiği zaman mucize göstermemişlerdir. Onların mucize göstermeleri Allah'ın izni ve emriyle olmuştur. Bir peygamber istediği zaman değil, Allah dilediği zaman mucize ile peygambere ikramda bulunur. Hz. Musa kendi kudretiyle asasını taşa vurmadı, denizi kendi gücü ile yarmadı. Öyle olsaydı Firavn'nın ve askerlerinin kendisine ulaşmalarından korkusu niçindi? Kendi gücüne dayanarak asasının denizi yarabileceğine şüpheli de olsa bir kanaati olsaydı, neden Firavn ve ordusundan korkacaktı?
Hatta büyücüler büyülerini yapınca Hz. Musa'yı neden bir korku titremesi aldı? Onu teskin ve tesbit için yüce Allah ona şöyle buyurmuştur: "Korkma! Kesinlikle üstün gelecek olan sensin." (Taha, 68) Mucizeler gösterebileceğine dair bu bir kudret alameti midir, yoksa kurtarıcı ilahi kudrete samimiyet ve teslimiyetle yapılan beşeri bir yakarış mıdır?
Cebrail de kendi başından ve kendi iradesiyle Hz. Muhammed'e Kur'ân'ı getirmiş değildir. Sadece ve sadece Allah'ın emri ve iradesiyle ona inmiştir. "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz." (Meryem, 64)
Şu âyete bakınız, bu gerçeği apaçık görürsünüz. Yüce Allah buyuruyor: "Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol, dedik." (1) Bu sözü İbrahim söylememiştir. Aksine onu söyleme gücüne sahip olan ve İbrahim'in rabbi bulunan Allah'tır. O halde şehvet hevesleri ve kuruntu dürtüleriyle tasavvuf şeyhlerinin alemin kaderinde tasarruf ettikleri hurafeleri nereden geliyor? Bir şeye ol, demekle o şeyin hemen oluvereceğine dair iftiraları nasıl ortaya atabiliyorlar? Yüce Allah yalancıların uydurmalarından münezzehtir!
Acaba el-Keylani'nin hayat vereceği bir tavuktan yahut kemikleri çürümüş bir hayvanı el-Yusri'nin diriltmesinden insanlar ne yarar sağlıyacaklardır? Yol ortasında ve halkın gözü önünde zina cürmünü işliyen Ali Vahiş, ve el-Sarîsî'nin kerametlerinden insanlara ne yarar gelecektir?
Gördüğünüz gibi tasavvufçular azim sahibi peygamberlerin Allah'ın izin ve iradesiyle gösterdikleri mucizelerin bunak ve ahmak velileri tarafından gösterildiğine hükmetmişlerdir. Peygamberlerin mucizelerinin bunakların ve günah küpü canilerin kudretinin eserleri olduğuna hükmettikten sonra, tasavvufçuların kendilerine Muhammed'e indirdiği Kur'ân gibi bir Kur'ân indirildiğini iddia etmekten ne alıkoyacaktır? (2)
Yüce Allah "Şu çürümüş, un olmuş kemikleri kim diriltecek? Dedi. de ki, onları ilk defa yaratmış olan diriltir" (1) buyuruyor. Tasavvufçular şeyhlerin de Allah gibi hayat ve kudret sahibi olduklarını iddia ettiklerine göre, onlar da çürümüş kemikleri diriltebilirler, demektir. Sonra, başkasına hayat vermeğe kadir olan bir kimse, evleviyetle kendine ebedilik ve sonsuzluk vermeğe de kadirdir, demektir. Aksi halde kendine veremediğini başkalarına nasıl verebilir? Tasavvufçuların dalalet çöllerinde yollarını yitirmiş ahmakları ve zalimleri yüce ve hakim olan Allah'ın sıfatlarıyla nasıl tavsif ettiklerini görüyorsunuz değil mi?

Bir Çağrı Daha!


Tam bir samimiyetle arzu ediyorum ki tasavvufçular peşin hükümlerden uzak olarak Allah'ın kitabını ellerine alsınlar, ibret alan bir nefis, huşu ile dolan bir kalp ve gören bir gözle âyetlerini düşünsünler. İnanıyorum ki o zaman Âd kavmini helak eden fırtına gibi bir fırtına içlerinde kopacak ve tasavvufçuların bütün put ve heykellerini yıkacak, öfkeli lanetlerle ayin ve törenlerine lanetler yağdıracaktır. O zaman kararsız nefisleri iman huzuru ile huzura kavuşacak ve tevhid nuru ile aydınlanacaktır.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki bilim atomu parçalamış ve kelamcıların İslâm'ın altıncı rüknü gibi sarıldıkları atom kütlesini bölmüştü. Şimdi de sıra sizde ey tasavvufçular! Allah'a ulaşma yolunda aşılmaz bir yokuş gibi duran, kokuşmuş ahlak ve hurafeleri yayan ve kokuşmuşluğu etrafında mikrop saçan sinekleri toplıyan o sağır tağutların yıkılmasına Allah rızası için yardımcı olur musunuz?

Cansızların Konuşmalarını İşitmek


İbn Arabi keramet çeşitlerini sayarak şöyle diyor: "Kerametlerden biri de konuşma derecelerine göre cansızların konuşmalarını işitmektir." (1) Yüce Allah "Onların tesbihlerini anlamazsınız" (2) buyuruyor. İbn Arabi ise tasavvufçuların işittiklerini söylüyor. Şimdi İbn Arabi'ye inanmak için Allah'ı mı yalanlıyalım?
Yine şöyle diyor: "Kerametlerden biri de melei a'la "yüce alem" ile konuşmaktır." (3)
Acaba Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer melei a'la ile konuştular mı? Hatta peygamberlikten önce yahut vahiy zamanları dışında peygamberler melei ala ile konuştular mı? Ama diyeceksiniz, onlar kim, tasavvufçular kim? Tasavvuf meşhurları yanında isimleri mi okunur? Çünkü onlar nazarında herhangi bir zındık Rasûlullah'tan üstündür. Tasavvuf meşhurlarından el-Bistami'nin "Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür" (4) iftirasını okumadınız mı? WYine "Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmekten daha hayırlıdır" (5) iftirasını duymadınız mı?!


Tasavvufçu Gökler Âleminde Dolaşıyor


Tasavvufçulardan biri Rabbine seslenerek şöyle diyor: "Bazıları senden istediler, onlara tayyi mekanı (bir anda uzun mesafeler almak), su ve hava üstünde yürümeyi, yerin hazinelerini verdin. Onlar için kişiler değişti."
Sonra Rabbinin kendisine verdiği nimetlerden söz ederek şöyle der: "En alt feleğe soktu, aşağı melekutta beni dolaştırdı. Yerleri ve ucuna kadar altındakileri gösterdi. Sonra yüksek feleğe soktu, beni göklerde dolaştırdı. Arşa kadar içindeki cennetleri gösterdi. Sonra huzurunda durdurdu ve şöyle dedi: Gördüğün her şeyi iste, sana vereyim. Şöyle dedim: Gördüklerimden beğendiğim bir şey olmadı ki onu senden istiyeyim." (1)
Bu utanmaz tasavvufçu Allah'ın arşını bile beğenmiyor. Yerin derinliklerinde dolaştığını iddia eden bu meczup toprak altındaki petrolün yerini bilip milletine bile söyleyemiyor, kalkmış Allah'ın arşını beğenmediğini söylüyor. Şeytana bakınız!
Ali İbn Hicazi el-Beyyûmi (2) ise gökte şeyh Demirtaş'ı gördüğünü ve kendisine dünya ve ahirette korkmamasını söylediğini, Hz. Peygamberi halvette gördüğünü, Hz. Ebu Bekr'e "Haydi, Demirtaş'ın zaviyesine gidelim" derken duyduğunu, Şeyh Bedevi'nin yanına girip Hz. Peygamberi orada gördüğünü, Hz. Peygamber'i görmesinin bir vehim olmasından korktuğu için Demirtaş'ı kabrinin yanında görünce kendisine "Elini peygambere uzat, yanımda duruyor" dediğini iddia ediyor. (3)


Tasavvufçu Cenneti Garantiliyor!


Ticani tarikatının baş tağutu şunları iddia ediyor: "Alemin efendisi bana uykuda değil, uyanık iken şunu söyledi: Sana kim bir hizmette veya bir iyilikte bulunur yahut doyurursa sorgusuz cezasız cennete girer. Beni seven, zerre miktarı bana iyilik yapan, beni doyuranların hesapsız ve cezasız cennete girmelerini, benden zikir alanların geçmiş ve gelecek bütün günahlarının bağışlanmasını, hiçbir şeyden Allah'ın onları hesaba çekmemesini, ölümden cennete girişlerine kadar Allah'ın azabından emin olmalarını, hepsinin Hz. Peygamber'in etrafında illiyyin (yüce cennet)de benimle beraber olmalarını istedim. Rasûlullah bana "Onlarla beraber senin illiyyinde benim yanımda oluncaya kadar bunu onlar için kesintisiz (yüzde yüz) garantiledim" dedi." (1)
Halbuki yüce Allah Hz. Peygamber'e şöyle buyuruyor: "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin." (2) "De ki, bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur." (3) Hz. Peygamber de kızı Hz. Fatıma'ya şöyle buyuruyor: "Salih amel işle, Allah'tan sana hiçbir şey yapamam."
Muhterem bir kadın vefatı esnasında bir sahabi için "Allah'ın sana ikramda bulunduğuna şahadet ederim" diye şahadette bulunduğunu gören Hz. Peygamber, onu uyararak ve gerçeği göstererek "Allah'ın ona ikram ettiğini ve biliyorsun? Ben ona hayır umarım. Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın rasûlüyüm, ama yarın bana ne yapılacağını bilmiyorum" dedi.
Ama et-Ticani öyle mi? O peygamberden söz alıyor, kendine ve çömezlerine cenneti garantiliyor, insanları sömürmek için hep kendine yardım yapılmasını ve doyurulmasını istiyor ve yaptığı boş vaadlerle insanların dini duygularını istismar ediyor. "Kim beni doyurursa" ibaresine bakın ve tasavvufçuların insanların mallarını din kisvesi altında nasıl soyduklarını, gözlerini nasıl başkalarının mallarına diktiklerini müşahade edin.

Tasavvufçunun Kalbi Allah'ın Arşından Daha Geniş!


el-Bistami şöyle diyor: "Arş ve ihtiya ettiklerinin milyon katı arifin kalbinin bir köşesine konsa, farkına bile varmaz. Hususi (özel) kulun kalbi Allah'ın evidir, nazargahıdır, ilimlerinin kaynağıdır, sırlarının barınağıdır, meleklerinin konağıdır, nurlarının hazinesidir, ziyaret edilen Kâbe'si ve vakfe yapılan Arafat'ıdır." (1)


Melekût Alemi Tasavvufçunun Karnında!


Çii Fatımiler'in hedefine hizmet eden Ablulaziz ed-Debbağ şöyle diyor: "Yedi gök, yedi yer ve arşın biçimde olduğunu görüyorum. Arşın üzerindeki yetmiş örtü de içimdedir." (2)

Ve Türlü Kerametler (!)


el-Münavi Tabakat'ında tasavvufçuların ölülerle konuştuklarını, dedesinin İmam Şafii ile konuştuğunu, Zinnun el-Mısri (3)'nin ruhunun birçok cisimlerin işlerini idare ettiğini (4), el-Havvas'ın üzerine gökten sofraların indiğini, Hz. Hızır'ın ona içirdiğini, el-Bistami (5)'nin velileri peygamberlerden üstün tuttuğunu (6), kapısını çalan birisine el-Bistami'nin "Ne istiyorsun?" deyince, o kişi "Ebu Yezid el-Bistami'yi istiyorum" demesi üzerine el-Bistami'nin "Evde Allah'tan başka kimse yoktur" dediğini (7), iddia etmektedir. Yine es-Sülemi'nin -tasavvufçuların Buda'sı- İbrahim İbn Edhem'le Davud ile Hızır'ın karşılaştıklarını, onunla konuşup beraber yediklerini, kendisine Allah'ın ismi azamını öğrettiklerini nasıl iftira ettiğini okuyabilirsiniz.
Cennet ve cehennemin kimin elinde olduğunu mu öğrenmek istersiniz. ed-Desuki kendi elinde olduğunu iddia ediyor ve şöyle diyor: "Cehennemin kapılarını kendi ellerimle kapattım, Firdevs cennetinin kapılarını da kendi ellerimle açtım. Beni ziyaret eden kişiyi Firdevs cennetine koyarım. Allah'a muttasıl hiçbir veli yoktur ki Hz. Musa'nın konuştuğu gibi Allah'la konuşmuş olmasın." (1)
Peygamberlerin mucizelerinin tasavvufçuların bazı kerametleri olduğunu mu öğrenmek istiyorsunuz? İşte ed-Debbağ'ın mecusi iftiraları: "Süleyman'a mülkünde verilen ve Davud'un emrine verilen, İsa'ya ikram edilenlerin tümünü Allah fazlasıyla peygamberin ümmetinden tasavvufçulara vermiş, kör, sağır, dilsizi iyileştirme ve ölüleri diriltme gücünü onlara vermiştir." (2)
Tasavvufçuların yankesicilik yapma kerametlerini mi merak ettiniz? Buyurun ed-Debbağ'ı dinleyin: "Tasavvuf sahibi veli elini dilediğinin cebine gizli sokar, istediği kadar para alır ve cebin sahipleri bunun farkına bile varmazlar." (3) Selefinden halefine kadar ed-Debbağ'ın tasavvufçuların kutuplarından biri olduğu malumdur.
Bilmiyorum, bu şirk ifadelerde putperestlik çirkefliklerini sizlere teker teker göstermeye gerek var mı? Gördüğünüz gibi, delalete ve izaha ihtiyaç kalmadan herşeyi ile ortadadır. Bu karanlık, bu kokuşmuşluk, bu boğucu cehennem dumanlarını teker teker göstermeye ihtiyaç var mıdır?
Allah -putperestlerin söylediklerinden münezzehtir.- Arşı, kürsüsü, mülkü, meleği, melekûtu, insan ve cinleriyle, hayvan ve cansızlarıyla, aşağılık ve üstünüyle bütün alem, insanların duyguları, düşünceleri, iradeleri, akıllarından geçirdikleri, kalb ve nefisleriyle bütün yaratıklar, gördüğünüz gibi tasavvuf dininde tağutlarının avucunda ve tasarrufu altındadır. Yırtıcı güdüleri, çılgın şehvetleri, azgın istekleri ve utanmaz yüzsüzlüklerinin tahakkümü altındadır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kutup Ve Yardımcıları


Mitolojik bir masal! Yüce Allah'ı rububiyet ve uluhiyetten soyutlama ve felsefede "aklı evvel", Hıristiyanlık'ta "kelime" ve tasavvufta "kutup" olarak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirmeye yönelik bir uydurma!
Bu masala göre kutup ferdiyet makamına oturan en mükemmel insan yahut yer yüzünde her zaman Allah'ın nazargâhı olup bütün varlıkların işlerinin elinde meydana geldiği tek kişidir. Açık ve gizli yardımcılarıyla birlikte ruhun vücutta yayılması gibi bütün kainatta sirayet eder, ulvi ve sufli alem üzerine hayat ruhunu saçar. Darda kalan kişilerin kendisine sığınması ve ondan imdat istemesinden dolayı gavs olarak da adlandırılır. (1)
Tasavvufçulara göre kutup iki türlüdür. Biri hâdis veya duyularla algılanan (nissî)'dir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kutup budur. Diğeri ise kadîm yahut manevi kutuptur. Bu da Hakikati Muhammediyye'dir. el-Kaşanî şöyle diyor: "Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nisbetle kutuptur ki ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şehadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nisbetle kutuptur ki onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar. Bu da şehadet aleminde birbirini takibeden kutupların kutbudur. Ondan önce ne bir kutup olur ne yerine başkası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur." (2)

Tasavvufçulara Göre Kutupluk:


Ticani tarikatının kahini Ahmed et-Ticani şöyle diyor: "Kutupluk bütün ayrıntılarına kadar alemin tümünde Hakk'a (Allah'a) hilafeti uzmadır. Rabb'ın ilah olduğu her yerde kutup işlerin idaresi ve Allah'ın uluhiyeti altında olan herkes hakkında hükmün yerine getirilmesidir. Allah'tan, ne olursa olsun, yaratıklara her şey ancak kutbun hükmü ile ulaşır. Zerresine varıncaya kadar alemdeki her varlığın varlığını sürdürmesi kutbun ruhaniyeti ile olur. Kutupsuz bütün kainat, ruhu olmıyan hayaletlerden ibaret olur. Bütün varlıkların ruh ve hayat kazanmaları ancak kutbun onlarda hakim olmasıyla mümkündür.
Evliyanın mertebelerinde de kutup tasarruf eder. Onun zevki dışında ariflerin ve evliyanın hiçbir mertebesi olmaz. Hepsinde tasarruf eden ve sahiplerine kaynaklık eden odur. Bütün alem onun sayesinde rahmet görür. Varlıkların varlıklarını devam ettirmeleri ancak onun sayesindedir. Bu da ondan bütün kullara bir rahmettir. Alemde var olması küllî ruhu için bir hayattır. Allah ulvi ve süfli alemleri onun nefesiyle destekler. Zatı soyut bir aynadır. Herkes istediğini onda görür." (1)
"Allah'ın kutba ikramlarından biri, alemin varlığından önce ve sonrasının bilgisini öğretmesi, nihayeti olmıyanı bildirmesidir. Bütün varlıkların nizamının kendisiyle kaim olduğu bütün isimleri ona öğretmesidir. Allah'ın bütün sırlarına muttali kılması, bütün feyizlerini ona vermesi ve ilminin ihata ettiği her şeyi ona bildirmesidir." (2)
"Hiçbir dönemde Kutbu'l-Aktap ile peygamberler arasında bir perde bulunmaz. Allah'ın peygamberi gayb ve şehadet aleminde nerede olursa olsun Kutbu'l-Aktab'ın gözü onu görmekte ve ona bakmaktadır. Hiçbir lahza ondan gizli kalmaz." (3)
Tasavvufçuların tanrılaştırdığı (4), kendisinden tapılan, korkulan ve umulan bir rab meydana getirdiği bu masal hakkında bir kanaat sahibi olmak için bunlar yeterlidir. (5)



Kutb'un Yardımcıları


1- İmâmân (iki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekut, diğeri mülk alemi ile görevlidir.
2- Evtadı Erbaa (dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zamanın kutbu ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'l-Aktab'tan bir feyizdir. Bunlar ölecek olursa bütün alem bozulur.
3- Ebdal (bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir hakikattır. Sayıları kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi Irak'tadır. (Diğerleri herhalde kayıplara karışmış!)
4- Nuceba' (soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısır'dır. İşleri yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.
5- Nukeba' (başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz omlduğu söylenir. Görevleri, yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır.
Tasavvufçuların ahmak hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi bunlardır. (1) İnsanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında tasarruf yetkileri olduğunu telkin etmek için uydurdukları masal ülkesi budur. Yaşıyanların iman ve rızıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için tasavvufçuların Allah'ın egemenliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların ruhları, rızıkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah, peygamberlerine ve meleklerine ne kalmış olur? Başka bir ifade ile, Allah'a, peygamberlere ve meleklere ve ihtiyaç kalır? (2) Allah zalimlerin, kafirlerin ve müşriklerin uydurduklarından münezzehtir. Yerlerin ve göklerin mülkü ve hakimiyeti O'nundur. Kafirler, münafıklar ve müşrikler istemese de!
İsterseniz bu masalı bir de Molla Cami'den dinliyelim. Bilindiği gibi Molla Cami nerede bir Şii batınî varsa hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'l-Üns Min Hadarati'l-Kuts kitabına almıştır. Günümüz harfleriyle de Türkçe tercümesi olduğu için vatandaşların bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun meşhurlarından biri olarak bu masalı bir de ondan dinliyelim:
"Şeyh Muhyiddin Arabi4den şöyle nakledilmiştir: Hakikatta Hz. Muhammed'in kutbları iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi4setinden önce olanlardır. Bunlar sayıları üçyüz onüç tane olan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar on iki kutubdur. Yani on iki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bir peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir tarafta, yedi bölgedeki ebdal gibi, insanlardan bir topluluğun işi bir kutba havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da o iklimin kutbudur. Bunlar dört evtad gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi muhafaza eder. Halkı mümin veya kafir her memleketin bir kutbu olduğu gibi, Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder.
Yine makam sahiplerinden her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur. Onlara Kutbu'l-Ârifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'l-Mütevekkilin, Kutbu'z-Zahidin, Kutbu'l-Âbidin denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutup bu ümmetin işlerini üzerine almışlardır. Nitekim alemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir. İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır. Bunlar bir topluluktur ki kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlardandır. Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı.
On iki kutup şunlardır:
1- Hz. Nuh'un izinde olanlar. (Sıfatları sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla donatılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutupların da sıfatları sayılmaktadır).
2- Hz. İbrahim'in izinde olanlar.
3- Hz. Musa'nın izinde olanlar.
4- Hz. İsa'nın izinde olanlar.
5- Hz. Davud'un izinde olanlar.
6- Hz. Süleyman'ın izinde olanlar.
7- Hz. Eyyub'un izinde olanlar.
8- Hz. İlyas'ın izinde olanlar.
9- Hz. Lut'un izinde olanlar.
10- Hz. Hud'un izinde olanlar.
11- Hz. Salih'in izinde olanlar.
12- Hz. Şuayb'ın izinde olanlar. (Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf alanları, yetkileri anlatılmaktadır).
Futuhat-ı Mekkiye'de ayrıca Recebiler denilen ehlullahtan bir zümre anlatılır. Bunlar kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler onlar üzerine çökmüş gibi bir kenara çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne ayak üzere durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok tecelliler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir. (İbn Arabi'nin onlardan birini gördüğünü, bu Receb'in Rafıziler'i simalarından tanıdığını kaydeder).
İmâmân; iki şahıstır. Biri gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları alemi melekûtadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Nazarları alemi melekedir. Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu İmam Abdurrab'dan daha faziletlidir.
Evtad: Alemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abdulmürid'dir. Biri de güneydedir ve adı Abdulkadir'dir." (Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba, rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır). Üçler, yediler, kırklar gibi halk arasında yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor. Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında örülen masallar ve uydurulan hikayeler de bu inançlara dayanmaktadır. Çünkü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba, rukeba, evtad, ebdal, aktab, gavs, gavsı azam gibi Batınî Şii memleketin kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf Şii-Batıniliğin aldatıcı maskesinden ibaret değil midir?! (Çeviren)


İbn Arabi En Büyük Kutup!


Aktab, evlad ve ebdal için İbn Arabi bu nitelikleri saydıktan sonra haliyle kendini bu ünvanlardan biriyle niteliyecektir. Ne var ki aşağı bir ünvanı yahut küçük bir mertebeyi kendine kaşıtıracağını sanmayınız. Onun için kendisinden büyük bir kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak kendini ilan etmekte ve şöyle demektedir:
"Bu asırda ubudiyet makamından benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu bilmiyorum. Çünkü Rasûlullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe ulaştım. Ben, âlemde hiçbir kimse üzerinde rububiyetin bir hevesi olduğunu bilmeyen halis ve muhlis bir kulum. (Yahut alemde rububiyette gözü olan benden başka kimse yoktur). Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi. Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın vergisidir." (1)
Görüyorsunuz, İbn Arabi kendini hiçbir zirvenin boy ölçüşemiyeceği bir zirvede koyuyor ve herhangi bir kimse kendisinden bu tercihin ve seçimin delil ve belgesini sormaması için bunun kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.
Bu şekilde İbn Arabi, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendini kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgini olarak empoze ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izliyen bütün tasavvuf şeyhleri de bu yalanını onaylıyor, kendisine şeyhi ekber ve (kibrit-i ahmer) bulunmaz elmas diye niteliyorlar.
Felsefeyi, eski dinleri ve her döneminde cahiliyye hurafelerini ezberleyip bir sentezini yapan bu zındık, bu sapık inançlarını ahmak, putperest ve cahiliyye akidebi halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir ustalıkla âyet ve hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu putperest inanç cahil müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini yapmaktadır.
Tasavvufçular kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Kimileri bunları gavsı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlullah'ın sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimlerin egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almak istemişlerdir.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerini ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklarını görünce hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliğin esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimlerin elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmiyen insanları velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okuma yazma bilmiyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yollarda ayaklarına işeyen veya kaldırım kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunaklar, bazan zina eden ve içki içen fasıklar, hatta ibadet teklifinin kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hayat boyu su ve sabunla yıkanmayıp guya fakirler için tasarruf yapan murdar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bildikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini iddia ederler. (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Hatemu'l-Evliya (Son Veli)


Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi velilerin de sonuncusu vardır derler. Tasavvufçular peygamberlerin sonuncusu olduğuna bakarak velilerin de sonuncusu olduğu masalını uydurmuşlardır. Bunun öncülüğünü el-Hakim dedikleri et-Tirmizi (1) yapmıştır. Bu konuda zehirlerini kusmuş ve kafasında ördüğü örümcek ağlarını "Hatmu'l-Velayeti" kitabında insanlara inanç olarak sunmuştur. es-Sulemi onun hakkında şöyle der; "Onu Tirmiz'den sürdüler ve Hatmu'l-Velayeti kitabını yazdığı için küfrüne kail oldular", "Peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi velilerin de sonuncusu vardır ve velilik peygamberlikten üstündür" diyor. (2)
İbn Teymiyye de onun için şöyle diyor: "Sözlerinde red edilmesi vacip olan yanlışlıklar vardır. Bunların en çirkini Hatmu'l-Velayeti kitabında zikrettiği sözlerdir. Mesela orada sonra gelenler arasında Allah yanında derecesi Ebu Bekir, Ömer ve diğerlerinden üstün olan kişilerin olacağını söylemesi, son zamanda gelecek velinin Hatemu'l-Evliya olacağı ve diğer bütün velilerden üstün bulunacağı, velilere nisbetle peygamberlerin sonuncusu gibi olacağı sözleri" (3) yer almaktadır.
Ondan sonra tasavvuf örümcekleri bu ağ üzerinde devam etti ve çok insanların nefeslerini keserek bununla zehirledi. Vahdeti vücut ilminden sözeden İbn Arabi şöyle der: "Bu ilim ancak son peygamber ve son velide olur. Peygamberlerden kim görürse onu ancak son peygamber penceresinden gördüğü gibi peygamberlerden de onu ancak son veli penceresinden görür. Hatta peygamberler onu gördükleri zaman ancak Hatemu'l-Evliya (son veli) penceresinden görürler. Çünkü teşri risalet ve nübüvveti kesilir, ama velayet hiçbir zaman kesilmez. Peygamberler veli oldukları için söylediğimizi ancak Hatemu'l-Evliya penceresinden görürler." (4)


Son Veli Son Peygamberden Üstün (!)


Yukarıda naklettiğimiz ibarede İbn Arabi peygamberlerin en üstün ilimlerini ancak son veli (Hatemu'l-Evliya)'dan aldıklarını iddia etmektedir. Bu da son velinin genel olarak bütün peygamberlere ve dolayısıyla Hz. Peygamber'e üstünlüğünü gerektirmektedir. İbn Arabi şöyle diyor:
"Rasûlullah peygamberliği kerpiç bir duvara benzetmiştir. Bir yeri dışında bu duvarın tamamlandığını ve tamamlayıcı kerpcin de kendisi olduğunu bildirmiştir. Rasûlullah bunun ancak bir tek kerpiç olduğunu söylemektedir. Son velinin de bu görüşte olması ve Rasûlullah'ın benzettiği gibi benzetme yapması gerekir. Ancak bu duvarda iki kerpiç yerinin boş olduğunu ve kendisinin bu iki kerpiç yerini doldurduğunu söylemesi lazımdır ki bu eksiklik tamamlanmış olsun. Nitekim zehir surette kendisine uyulan şeyleri gizli olarak Allah'tan aldığı gibkerpicin i. Çünkü işi gerçeği üzere görür. Meleğin peygambere vahiy getirdiği kaynaktan direkt olarak alır." Yine "Aramızda öyleleri var ki bunu doğrudan doğruya Allah'tan alır ve bu hükümle Allah'ın halifesi olur." (1)
Son velinin iki şeyle son peygamberden üstün olduğunu ifade etmektedir: Birincisi, direkt Allah'tan almasıdır. Son peygamber ise, melek aracılığıyla Allah'tan alır. İkincisi, onun eliyle dinin tamamlanmış olmasıdır.
İbn Arabi bu saçmalıklarıyla Hz. Peygamber'in peygamberliği benzettiği ve eksik kalmış kerpicin yerini kendisinin tamamladığını bildirdiği sahih hadise işaret etmektedir. Yani İbn Arabi, yüce Allah'ın müminlere dinlerini kendisiyle tamamladığı son peygamber olduğunu belirtmektedir.
İbr Arabi dinin iki kerpicinin eksik olduğunu, Rasûlullah'ın birinin yerini doldurduğunu, son velinin ise hem bunu hem diğer kerpici tamamladığını ve Allah'ın dininin ancak son veli eliyle tamam olduğunu iddia etmektedir. Bu saçmalıklar nerede, yüce Allah'ın şu açık ve kesin ifadesi nerede! "Bugün size dininizi tamamladım, nimetimi size ikmal ettim ve İslâm'ı size din olarak seçtim." (1)

Her Şeyh Hatemu'l-Evliya Olduğunu İddia Ediyor!


İbn Teymiyye şöyle diyor: "Hatemu'l-Evliyalık gerçeği olmıyan bir hayal olmuştur. Her zümre kendileri veya şeyhleri için iddia etmektedir. Birçok kişiler kendileri için iddia etmiş, ancak sözlerinde yahudi ve hıristiyanların bile söylemediği batıl şeyler bulunanlar buna sahiplenmek istemişlerdir. Fususu'l-Hikem sahibinin kendisi için iddia ettiği gibi." (2)
İbn Teymiyye'nin söyledikleri tamamen doğrudur. Zaten yaptığı nakillerde ve değerlendirmelerde emament ve doğruluktan ayrıldığına şahit olmadık. İbn Arabi Futuhat-ı Mekkiye'de bir rüya gördüğünü iddia ediyor ve şöyle diyor: "Sonra velayetin benimle son bulacağı yorumu ile rüya yorumlandı." (3)
Ticani tarikatı da şeyhi Ahmed için son velayeti iddia etmiştir. Mensuplarından biri şöyle diyor: "Otuz altıncı bölüm, şeyhimizin fazileti, hatemu'l-evliya, sadıkların imamı, gavs ve kutupların kaynağı olduğuna dairdir." (4)

Hatemu'l-Evliya Neden Üstün?


İbn Teymiyye şöyle diyor: "İbn Arabi ve benzerleri bu üstünlüğün velinin direkt Allah'tan alması, peygamberin ise melek vasıtasıyla alması sebebiyle olduğunu söylüyorlar. Hatemu'l-Evliya bu bakımdan onlara göre peygamberden üstündür." (1)
İnce kavrayışı, emin nakli ve gerçekçi ifadeleriyle bu sözlerinde gerçeğin kendisini ortaya koymaktadır. İbn Teymiyye'nin bu söylediklerini destekliyen ve haklı çıkaran İbn Arabi'nin sözlerini yukarıda nakletmiştik. Onun söylediklerini yeterli görmiyenlere el-Bistami'nin şu sözlerini de aktaralım. "İlminizi ölenlerden aldınız, biz ise ilmimizi hiç ölmiyen (Allah)'dan aldık." (2) Yine "Öyle bir denize daldık ki peygamberler onun sahilinde kalmışlardır" (3) demektedir.
İbn Arabi bu görüşü şöyle pekiştirmektedir: "Rüsum ehli (şeriata bağlı olanlar) kıyamet gününe kadar öncekilerden alırlar. Böylece aradaki nisbetler uzak olur. Evliya ise doğrudan Allah'tan alırlar. Kendisinden bir rahmet olarak onların kalbine bırakır. Bu da Rablerinden gördükleri bir yardımdır." (4)
Demek istiyor ki İslâm'a bağlı olanlar ölüme mahkum olmuş ve toprağa karışmış kişilerden dinlerini ve ilimlerini alırlarken, tasavvufçular Allah ile olan direkt irtibatlarından dolayı melek veya nebi yahut resul aracılığı olmadan direkt Allah'dan alırlar. Onun için Muhammed'in şeriatını tanımamış, mensuplarına bu şeriata küfretmenin yollarını hazırlamışlardır.
İsterseniz toplumdaki veli inancı ve anlayışının oluşmasında eski Türk dinlerinin rolünü bir örnek olarak verelim. Eski İran, Yunan ve Ortadoğu inançlarının bu anlayış ve inancın oluşumundaki rollerini bunlara kıyas ederek anlamak mümkündür. Eski Türk dinlerinin bu konudaki rolünü bu sahanın uzmanı sayılan sayın A. Yaşar Ocak'tan dinliyelim:
"Müslüman Türkler'in yaşadıkları bütün mıntıkalarda ve bu arada tabiatıyla Anadolu'da veli kültü tahlil edildiği zaman, bunun kaynağını İslâm öncesi eski Türk inançlarının teşkil ettiği daha ilk bakışta dikkati çekecek kadar sarihtir. Tasavvufun veli telakkisi, tabircaizse buna bir kılıf hizmetini görmüştür.
Bilindiği gibi Türkler müslüman olmadan önce çeşitli velilerle temasta bulundukları kültür çevrelerinde, Şamanizm, Budizm, Zerdüştlik, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi, birbirinden mahiyet itibariyle hayli farklı dinlere girmişlerdir. Bunlardan önce ise, uzun yüzyıllar kendilerinin sahip oldukları belli birtakım inanç sistemleri vardı. Orta Asya gibi muazzam bir coğrafi sahada, yüzlerce yıldır muhtelif Türk toplulukları zikredilen inanç sistemlerinden birini veya birkaçını benimsemişler, zamanla birini bırakıp bir başkasını kabul etmişlerdir.
Bu değişiklikler esnasında bir önceki din, yenisinin gelmesiyle tamamen ortadan kaybolmamış, çoğu defa kendini yeni dinin kalıplarına uydurarak varlığını sürdürmüştür. Bu sebeple Türk zümrelerinin girdiği her yeni din, onlara yeni bir şeyler öğretip belli ölçüde düşünce ve hayat tarzlarına etki ederken, diğer yandan da o zümrelere uygun birer yapı kazanmışlardır.
İşte bundan dolayıdır ki, günümüzde bile Orta Asya'dan Balkanlar'a kadar bütün müslüman Türk topluluklarında bile bildiğimiz en eski inançları olan tabiat ve atalar kültlerinden yukarıda sayılan dinlere kadar, çok çeşitli kalıntıları tesbit mümkün olmaktadır. Aşağıda açıklamaya çalışacağımız İslâmî devir veli kültü, işte bu uzun maceranın izlerini taşır.
Türkler'deki veli kültünün temelinin Şamanist dönemde atıldığı söylenebilir. Eski Türk şamanları incelendiği zaman, bunların Türk veli imajına çok benzediğini farketmemek mümkün değildir. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felaketleri önleyen yahut düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmıyan Türk şamanları, bu hüviyetleriyle âdeta Bektaşi menakıpnamelerinde ve kısmen de öteki tarikat çevrelerinde yazılmış menakıpnamelerde yeniden hayat bulmuş gibidirler. Bu eserlerde anlatılan Türk velileri, işte böyle özelliklere sahip kişilerdir.
Şamanist Türkler, şamanların harikülade insanlar olduklarına, ruhlar, gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Hatta şamanlar göktanrı ile de temasa geçip ondan mesajlar getirebilen şahsiyetlerdir. Onlar bu kabiliyetleri elde etmek için, tıpkı velilerin yaptığı gibi, inzivaya çekilerek kendilerini sıkı bir riyazata tabi tutarlardı.
Ancak burada, şamanizm öncesi eski Türk inançlarından atalar kültünün veli kültünün temelinin hazırlanmasındaki önemli rolüne de dokunmak gerekiyor. Muhtelif Türk zümreleri arasında en eski ve köklü inançlardan biri olduğu bilinen atalar kültü genel olarak ecdadın takdisine dayanır. Ancak atanın bizzat kendine tapınma mahiyetinde olmayan atalar kültü, atanın öldükten sonra üstün birtakım güçlerle mücehhez hale geldiği ve bu sayede ailesine yardım edebileceği inancından doğan, korku ve saygı karışık bir telakki hasıl etmiştir. Bu sebeple ataların ruhlarına kurban kesilir ve eşyaları mukaddes sayılır, mezarları da mukaddestir....
Şamanist dönemde ve özellikle Budizm'e geçtikten sonra Türk veli kültünün İslâm öncesi temeli, daha da takviye gördü. Çünkü bu devrede budist azizlerin çok eskilere inen ve Budizm'in yayılmasında önemli bir propaganda aracı olan kerametlerini anlatan metinler bol bol tercüme edildi. Zaten halk için âyinlerde okunmak üzere meydana getirilen bu tercümeler, çabucak ve hayli geniş bir tabana yayıldı. Öylece, şamanların üstün ruhani güçlerle donanmış şahsiyetlerine, budist azizlerininkiler ilave edildi. Artık Türk din adamlarının yukarıda sayılan vasıflarına hayvan kalıplarına girmek, eşyaları ve cisimleri kendi kendilerine yürütüp harekete geçirmek gibi başka özellikler eklendi. Bu suretle İslâmiyet'in Türkler arasında yayılmaya başladığı dönemlere, yani onuncu yüzyıla gelindiğinde, artık islâmî Türk veli tipinin teşekkülüne zemin hazırlanmış oluyordu.
Bu üstün ruhani kuvvetlerle donanmış insan tipi, müslümanlıkla bağdaşmakta güçlüğe uğramadı. Kur'ân-ı Kerîm'deki muhtelif mucizeler gösteren peygamberlerle Hz. Muhammed'in şahsiyeti, müslüman olan Türkler'e hiç de yabancı gelmedi. Onlar, kendi din adamlarıyla bu zikredilenler arasında pekçok benzer noktalar buldular ve İslâmiyet'e çabuk ısındılar...
Biz, Türk veli imajının prototipini meşhur Dede Korkut'un şahsında buluyoruz. Aşağıya aldığımız pasaj bu itibarla aynı zamanda tarihi bir belge niteliğini de taşımaktadır:
"Rasûl aliyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata dirler bir er kopdi. Oğuzun ol kişi tamam bilicisiydi. Ne dir ise, olur idi. Gaybdan dürlü haber söyler idi. Hak Taala anın gönlüne ilham ider idi... Korkut Ata Oğuz kavminin müşkilini hall ider idi. Her iş olsa Korkut Ata'ya tanışmayınca işlemezler idi." (1)
Bu satırlarda Dede Korkut'un her ne kadar veli kelimesiyle nitelendiğini görmüyorsak da, sayılan vasıfları kendisinin böyle telakki edildiğini açıkça gösteriyor. Aslında gerçekten yaşayıp yaşamadığı, eğer yaşadıysa, zamanı belli olmıyan bu şahsiyet Oğuz'un, yani bütün Oğuz boylarının bilicisidir, söylediği her şey gerçekleşir, gaybdan haber verir, geleceği bilir, Allah'ın ilhamlarına mazhar olmuştur, Oğuz kavminin bütün güçlüklerini çözer, kendisine danışılmadan iş yapılmaz.
Şu sayılan nitelikler Dede Korkut ile şamanlar arasındaki büyük benzerliği de ortaya koyuyor. Bilhassa gaybdan ve gelecekten haber verişi, bir iş yapılacağı zaman kendine danışılması bunu pek açık gösteriyor. Metinde dikkati çeken bir başka nokta, bu zatın Hz. Muhammed'in zamanına yakın bir devirde yaşadığının söylenmiş olmasıdır. Bu, onun gerçekten yaşamış tarihi bir şahsiyet olmadığının bizce en açık delillerinden biridir...
Anadolu'nun tedricen fethedilmeye başladığı XI. yüzyıldan itibaren buraya yerleşmeye gelen ve çoğunluğunu Oğuzlar'a mensup boyların oluşturduğu muhtelif Türk toplulukları, kendileriyle beraber bu telakkiyi ve kültü de getirdiler. Özellikle XIII. yüzyılda Moğol istilası arifesinde ve bu istilanın önünden kaçarak Anadolu'ya yerleşen bazı tarikatlara mensup şeyh ve dervişler bu konuda baş rolü oynadılar. Selçuklu hükümeti onlara birtakım imtiyazlar ve tekkelerini kurup rahatça faaliyet gösterecek yerler tahsis etti. Vefailik, Yesevilik, Kalendirilik ve Haydarilik gibi gayri sünni mahiyetteki tarikatlara ait tekkeler daha ziyade köy ve göçebe muhitlerini tercih ederken, Kübrevilik, Sühreverdilik, Rıfailik ve Kadirilik gibi sünni eğilimli olanlar şehirlerde geliştiler. Zamanla her iki çevredeki tekkelerin başında bulunan Hacı Bektaşı Veli, Mevlana ve benzerleri gibi, sade çevrelerinde veya bütün Anadolu'da büyük veli olarak şöhret yapmış kişilerin ölümü ile birtakım türbeler ortaya çıktı. Bu velilerin heririnin türbesi, özelliğine ve maksada göre kendine mahsus ziyaret ve kurban usullerinin gelişmesine ortam hazırladı. Hiç şüphesiz ki bu, Orta Asya'daki tatbikatın bir devamından başka bir şey değildi. Bu türbelerin etrafında eskiden mevcut ve yani imal edilip yayılan menkabeler, kendilerini yarı mukaddes, fevkalade güçlerle donanmış ve hastalıkları iyileştiren ve çeşitli dileklerin gerçekleşmesine yardım eden manevi şahsiyetler Anadolu'nun pekçok yerlerinden gelen değişik tabakalara mensup insanlar bunları ziyarete başladılar. Kendilerini yazılı kaynaklardan tanıdığımız velilerden başka, yazılı kaynaklara geçmemiş daha başkaları da vardı. Bu suretle Anadolu'nun pekçok yerinde, hemen her kasaba ve köyde, şehirlerde, evliya, ermiş ve yatırlar meydana geldi. Her birinin etrafında birer kült oluştu. Bu kültlerin bir kısmı zaman içinde giderek mahallileşirken, bir kısmı da tersine, şöhretlerinin daha büyük oluşu sebebiyle bütün Anadolu'ya yayıldı.
Burada önemli bir nokta üzerinde durmak gerekiyor. O da, vaktiyle Orta Asya4da vukubulan bir olayın, Anadolu'da da tekrarlanmış olmasıdır. X-XII. yüzyıllarda İslâmiyet Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu, eski Budist manastırlarının yerine yahut yakınlarına inşa ediliyor, zamanla bu manastırlar çevresinde mevcut, oradaki azize ait menkabeler İslâmileştiriliyordu. Böylece o bölgedeki eski kültür kendine mal edilmesi suretiyle yerli halk ile bir bağ kurularak islâmlaştırma kolaylaştırılmış oluyordu.
İşte aynı olay, Türkler Anadolu'ya yerleştikleri sırada burada da meydana geldi. Genellikle gayri sünni tarikatlara mensup şeyh ve dervişler, tekkelerini terkedilmiş yahut henüz faaliyette olan kilise ve manastırların yerine ve civarına kuruyorlardı. Bundan maksat, orada eski dinin merkezi ile doğrudan karşılaşarak onun kullandığı vasıtaları aynen kullanıp tesirini zamanla zayıflatarak yerine geçmekti. Öyle de oluyordu. Nitekim bu şeyh ve dervişler, yerleştikleri yerlerde kökü Hıristiyanlık, hatta Hıristiyanlık öncesi devirlere çıkan mahalli aziz kültleriyle karşılaştılar. Bu kültler, keramet hikayeleri (menkabeler) aracılığıyla rahatça İslâmileştiriliyor, bu vesile ile bölgedeki hıristiyan halkın müslümanlığa kolayca ısınması sağlanıyordu. Çünkü müslüman olduktan sonra da, bağlı oldukları eski kültü, bir Türk velisi adına İslâmileşmiş kılıkta sürdürüyorlardı.
Buna XIII ve XIV. yüzyıllara ait bazı örnekler vermek mümkündür. Mesela, Hacı Bektaş'ın XIII. yüzyılda Suluca Karahöyük'te kurduğu tekke, bu havali hıristiyanlarının takdis ettiği Sait Charalambus kültürünü İslâmileştirerek kendine mal etmiş, böylece Hacı Bektaş hıristiyanlarca da benimsenmiştir. Yine aynı yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar'daki Dobruca bölgesinde bir Türkmen kolonisinin iskanını sağlıyan Türkmen babası Sarı Saltık da aynı şekilde, orada eskiden mevcut Saint Nicolas kültü ile özdeşleştirilmiştir. Son olarak Mecidözü yakınındaki Elvan Çelebi tekkesinde Baba İlyas kültünü örnek verebiliriz. XIV. yüzyılda Elvan Çelebi tarafından Saint Theodore ve Saint Georges kültünün yaygın bulunduğu eski Eukhaita köyü civarında kurulan tekke, bu kültlerin Baba İlyas'a mal edilmesine yardımcı oldu. Öyleki, XVI. yüzyılda tekkede misafir kalan Avrupalı seyyahlar Baba İlyas'ın kim olduğunu öğrendikleri zaman şaşırıp kalmışlardı. Zira anlatılanların, yukarıda zikredilen azizlerinkinden farkı yoktu. Bu sebeple Baba İlyas ile bu azizlerin arkadaş olduğunu söylemek zorunda kalmışlardı.
İşte Hasluck'un "İki taraflı perestişgahlar" dediği pekçok türbe, bu anlatılan tarzda, yani eski hıristiyan aziz kültlerinin Türk veli kültleriyle birleşmesinden doğmuştur..."
A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, 7-12, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1984. İslâm öncesi Türkler'in Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Maniheizm ve Mazdeizm dinlerinden beraber getirdikleri dağ ve tepe, taş ve kaya, ağaç, sihir ve büyü, hastaları iyileştirme, gaipten ve gelecekten haber verme, tanrının insan gibi görünmesi, tabiat kuvvetlerine hakimiyet, ateşe hükmetme, kemiklerden diriltme, kadın-erkek ortak âyinler, tahta kılıçla savaşma, tenasüh inancı, hulûl inancı, don değiştirme, ejderha ile mücadele, havada uçma, dört unsur inancı, ateş kültü için bakınız. Age. 71-72. Mukaddimede nakledilen ve Bahaeddin Nakşibendi'ye nisbet edilen kerametlerle karşılaştırınız. (Çeviren)

Tasavvufun Divanı


Tasavvufçular evrende gizli bir divanın varlığı masalını da uydurmuşlardır. Bu masala göre en büyük kutup divanda dilediği hükmü verir, beraberindeki küçük kutuplarla beraber buradan evrenin kaderlerini idare ederler. Denilebilir ki divan bir yüksek mahkemedir. İlahi hiçbir gücün neshedemiyeceği şekilde Allah'ın tayin ettiği kaderleri kutuplar orada yargılarlar. Abdulaziz ed-Debbağ bu divanın niteliklerini saymış, görevlerini belirtmiştir. İsterseniz bu masalı ondan dinliyelim.

Divanın Yeri Ve Yargıçları


Divanın yeri Hira mağarasıdır. Gavs (en büyük kutup) mağaranın dışında oturur (1), Mekke'yi sağ kolunun arkasına, Medine'yi de sol dizinin önüne alır, dört kutup da sağında oturur. Hepsi de Malik İbn Enes'in mezhebinde, yani Maliki'dirler. Üç kutup da solunda otururlar. Her biri diğerç mezhebten birine mensuptur. Vekil de önünde oturur. Divanın kalısı (yargıcı) adını taşır. Gavs vekille konuşur."
Bilindiği gibi ed-Debbağ Mağrip'lidir ve Mağrip'de Maliki Mezhebi hakimdir. Onun için ed-Debbağ'ın bu dört kişilik çetenin Maliki Mezhebi'ne mensup olduklarını iftira etmesi gerekiyordu. Acaba İmam Malik dünyaya gelmeden önce bu dört kişi hangi mezhebe mensuptular? Bu masalı anlatan Hanefi bir kişi olsaydı, onların Hanefi olduklarını iftira edecekti, herhalde.
Gavsın emri altında yedi kutup tasarruf ederler. Yedi kutuptan her birinin emrinde çalışan muayyen sayıda kişiler bulunmaktadır.


Divana Gelenler Ve Dilleri


Divana kadınlar gelirler. Üç saf olurlar. Ermiş birtakım ölüler de gelirler. Yaşıyanlarla beraber aynı saflarda olurlar. Divana gelen ölüler, ruhun uçmasıyla uçarak berzahtan gelirler. Melekler ve cinler de divana gelirler. Bazan peygamber de gelir. Gavsla konuşur.
Divanın kurulma saati de peygamberin doğduğu saattir. Diğer peygamberler de bir gecede, Kadir Geesi'nde divana gelirler. O gece nebiler ve rasuller divana gelirler. Mele-i a'ladan mukarreb melekler de gelirler. alemin efendisi de temiz eşleriyle beraber divana gelir. (1)
Divanda konuşulan dil, Süryanice'dir. (2) Çünkü muhtasar bir dildir. Sonra divana melekler ve ruhlar gelirler ki Süryanice onların dilidir. Küçük veliler ise, bizzat kendileri gelirler.


Kutbun Kaç Tane Vücudu Var?


Büyük kutup için bir sınırlama yoktur. O kendi başına idare eder. Divana gelir, aynı anda evinden de çıkmamış olur. Çünkü büyük kutup dilediği surette görünmeye ve dilediği şekle girmeye kadirdir. Ruhu mükemmel olduğundan ona üçyüz altmış altı zat (vücut) sağlar." (3)

Kutuplar Çatışıyor


Gavs bazan divana gelmiyebiliyor ve divanda bulunan veliler arasında anlaşmazlık çıkar. Birbirlerini öldürmelerini gerektirecek bazı tasarrufları olur. (4) Gavsın yokluğunda alemin efendisi gelecek olursa, beraberinde Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma'yı getirir. Fatıma divana gelen kadınlardan bir cemaatle beraber oturur."


Kutuplar Ne İşler Çeviriyorlar?


Divan ehli toplandıkları zaman o saatten ertesi gün aynı saate kadar olacak şeyler üzerinde ittifak ederler (yani olacakları oybirliğiyle onaylarlar). Ertesi gün ve gece olacak Allah'ın kazasını konuşurlar. (1) Ulvisinden süflisine kadar bütün alemlerde tasarruf ederler. Hatta yetmiş perdeye varıncaya kadar her şeyde, ehlinde, düşüncelerinde, içlerinden geçen şeylerde tasarruf ederler. Tasarruf ehlinin izni olmadan hiçbir kimsenin içinden bile bir şey geçemez. (2) Yetmiş perdenin üstünde olan alemde bunlar böyle olursa, diğer alemler için bu tasarrufun nasıl olduğunu düşünün!?"

Divan Mağara Dışında Da Kuruluyor!


Divan senede bir defa Hira mağarası dışında başka bir yerde de kurulur. Kurulduğu bu yere Esa zaviyesi adı verilir. Süs arazisi dışında bir yer. Süs ile Sudan'ın batı yakası arasında bir yer. Sudan evliyası bu divana katılırlar. Bu iki yerin dışında da toplanırlar. Çünkü yer onlara katlanamıyor." (3)
Tasavvufun divanı işte budur. Meşhur tasavvuf kahinlerinden birinin tanıttığı şekilde, kelimesi kelimesine size naklettim. İsterseniz buna bunak ve ahmak tasavvufçuların masalı deyiniz. (4) Tasavvufçuların buna benzer daha ne masalları var?! Katiller, caniler ve ırz düşmanı bedbahtların Allah'ın kaza ve kaderinde tasarruf ettiğini, alemin işlerini belirlediklerini söylüyor ed-Debbağ kahini! Böyle ise ve bütün alem eşkiya çetesinin elinde olursa, tasavvuf tanrısına ne kalmış oluyor?!


Putperest Cahiliyye Araplar'ı Ve Tasavvufçular


Denilebilir ki putperestlik bataklığında yüzen o cahiliyye Araplar'ı bile tasavvufçulardan daha akıllı ve mantıklıydı. Kur'ân'ın cahiliyyeti anlatan âyetleri incelendiğinde o putperest Araplar'ın rububiyette Allah'ın birliğini kabul ettikleri görülürken, tasavvufçuların -kalpleri varsa- kalplerinin bundan da yoksun olduğu müşahade edilmektedir. Yüce Allah bunu açıkça bize anlatmaktadır:
"De ki, eğer biliyorsanız, bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? Allah'a aittir, diyecekler. "Öyleyse siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız?" de. Yedi kat göklerin rabbi, azametli arşın rabbi kimdir? diye sor. Allah'ındır, diyecekler. "Şu halde siz Allah'tan korkmaz mısınız?" de. Eğer biliyorsanız, her şeyin melekûtu, (mülkü ve yönetimi) elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir? diye sor. Allah'ındır, diyecekler. "Öyleyse nasıl olup da büyüleniyorsunuz?" de." (1)
Cahiliyye insanlarının dini budur. Rububiyyete Allah'ın birliğini kabul edip uluhiyette ona ortaklar koştukları için yüce Allah putperest cahiliyye Araplar'ını müşrik saymakta ve onlara lanet okumaktadır. Uluhiyette kendisine ortaklar koşmaları, başkasına dua etmeleri ve yalvarmaları, hayrı ve şerri başkasından bilmeleri sebebiyle Allah onların kafir olduklarını bildirmiştir.
Tasavvufçulara bakıyoruz, katil ve mücrimleri, güpegündüz fuhuş ve ahlaksızlık işliyenleri kutup kabul ettiğini, evrende tasarruf ettiklerini, kuvvet ve galibiyetleriyle Allah'ın alemdeki kanunlarına ve kainattaki prensiplerine tahakküm ettiklerini kabullendiklerini görüyorum. Yüce Allah'ın ortaksız yarattığı, kanun ve kurallarıyla düzenlediği evrende bunların tahakküm ettiklerini, Allah'ın belirlediği kaderlere tasarruf ettiklerini ve bu kaderlerden ancak onaylarından geçenlerin gerçekleştiğini kabul ettiklerini müşahade ediyoruz.
Şimdi soruyoruz, acaba bu müşriklerden hangisi daha zalim, daha haksız ve kötüdür? Cahiliyye Araplar'ı rububiyette Allah'ın birliğini kabul ederken uluhiyette ona ortaklar koşmuş ve müşrik olmuşlardır. Tasavvufçular ise hem rububiyette hem de uluhiyette Allah'ın birliğini tanımayarak ona ortaklar koşmuşlardır. Hem rububiyeti hem de uluhiyeti Allah'tan alarak pespaye insanlara ve isyan bataklığında debelenen zalimlere vermişlerdir. Hatta o kadar ileri giderek Allah'ın gerçek varlığını bile inkar etmiş ve mutlak yokluk olarak nitelemişlerdir. Şimdi Allah için söyleyiniz, tasavvufçuların bu şirki cahiliyye Arapları'nın şirkiyle mukayese kabul eder mi? Cahiliyye Arapları'nın şirki zifiri bir karanlık ise, tasavvufçuların şirki dipsiz bataklıkları kaplıyan kat kat karanlıklar değil midir? Enine boyuna katmerleşen ve enine boyuna uzayan, başlangıcı ve sonu bilinmiyecek kadar her tarafı kaplıyan bir şirk karanlığı içinde tasavvufçuların yüzdüğü görülmüyor mu? Ey tasavvuf kahinleri, cevap veriniz! Fakat ne gezer! Bu gerçekler karşısında nasıl cevap verebileceksiniz ki?! Cevap vermeseniz de olur. Çünkü sabahın aydınlığı kadar açık olan bu gerçekler herkese cevap olarak yeterlidir.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Altıncı Bölüm



Amelî Tasavvuf


Tasavvufun iki türlü olduğunu söylüyorlar. Birincisi, nazari veya iştiraki tasavvuf. Bunun amacı zevklerle Allah'ı bilmek ve rububiyetinin sırlarını mevcutlarla kavramaktır. Bunun neticesi de tasavvufçuların yaratan ile yaratılan arasında tam birliğin (vahdetin) olduğuna inanması olmuştur.
Tasavvufun diğer türü de amelî (pratik) olanıdır. Bu da riyazat ve mücahedata dayanır. Yani zikir, ibadet, zühd, çile gibi şeylere dayanır. İkisi arasında ayırım yapmak veya ikisini birbirinden ayırdetmek, pislik ile pisliğin kokusunu birbirinden ayırdetmek gibi bir şeydir. Çünkü tasavvufun nazarisi ameli olanın ürünüdür. Zira teori pratiğin ürünüdür. İşrakilerin, yani nazari tasavvufçuların dinini belirtmeye çalıştık. Şimdi de ameli tasavvufçuların dinine bir bakalım.


Zühd Meselesi


Kuruntular tasavvufçuların birer zahid, ruhani ve mukaddes birer ruhani kişi olduğunu iddia etmiş, ruhlarıyla melei alaya yükseldiklerini iftira etmişlerdir. Bu iftiralar karşısında şunu sormak istiyoruz: İslâm'da nefsin kemaline erişeceği, parlak saadeti elde edeceği, ruhun aydınlanacağı, gerçek iman semalarında kanatlanacağı ve berrak nura bürüneceği şeyler yok mudur? Düşüncenin olgunlaşıp yüce Allah'ı şeksiz şüphesiz idrak edeceği, kalbin aranıp hayır, rahmet ve sevgiler saçacağı şeyler yok mudur? İnsanın arınması, tezkiyesi ve yücelmesi konusunda İslâm'ın yetersiz veya ciddiyetten yoksun olduğu mu sanılıyor ki insanlar onun hidayetinden kaçıp tasavvufun kucağına atılıyorlar?
Şüphesiz tevhidin ihlasında, imanın berraklığında ve Allah'ın verdiği nimetlerden yapılan ihsanın güzelliğinde ruhları okşayan gölgeler, kökleri derinliklere uzanan yeşillikler ve hayat sahrasında kaynayan coşkun pınarlar bulunmaktadır. Bütün bunlar insanı saran hayatın hayır, selamet ve berraklık olmasını, ruhi nimet buketleri ve eşsiz saadet bahçeleri kılan şeylerdir. Görürcesine Allah'a ibadet etmek, kötülüğün her türlü dürtü ve tahriklerinden sıyrılmak, nefsin tezkiyesi ve ruhun berraklaşması değil midir? Bütün bunlar düşüncenin sapmasından, duyguların saplantılara kapılmasından ve hayatın neşesiyle şuurun mestolmasından insanı koruyan ve hayvanca bir hayat sürmekten alıkoyan şeyler değil midir?
Yüce Allah'ı alabildiğine anmak, sürekli onun gözetimi altında yaşamak, nimetlerine şükretmek ve şerî sınırlar içinde o nimetlerden yararlanmak, hakkını vermek, Allah için cihad etmek, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, dünyaya sonsuz yaşıyacakmış gibi bel bağlamamak, en büyük amacı ve hedefi dünyalık sahibi olmamak veya dünyayı tanrılaştırmamak, emredilen türlü ibadet şekilleriyle sürekli Allah'la muhatap olmak, kısaca Allah'ın belirlediği sınırlar ve ölçüler içinde bir ömür sürmek insanın ruhunu yücelten, nefsini tezkiye eden ve her türlü olgunluğa kavuşturan şeyler değil midir?
Bütün bunlar Allah yolunda insanı sürekli cihada ve mücahedeye, sadece Allah'ın hoşnutluğunun gözetildiği salih amel işlemeye, insanlık için umumi iyiliği gerçekleştirmeye, tasavvufçuların iddia ettiği gibi ittihad veya karışma yahut katılma şeklinde değil, sadece ve sadece Allah'ı tesbih ve takdis etmeye sevkeden unsurlar ve öğretiler değil midir? Nefis tezkiyesi veya ruhun saflaşmasına götüren İslâm'ın öğretileri yahut uygulamalarından bazılarıdır bunlar. Acaba tasavvufçularda bunu sağlıyacak ne vardır? Şimdiye kadar anlattıklarımız herhalde onlar adına cevap vermeğe yeterlidir!
Hemen belirtelim ki -miskin ve yetimin lokmasını elinden almak istediği zaman- (1) tasavvufçuların iddia ettikleri anlamda bir zühdün islâm şeriatında hiçbir yeri yoktur. Onların savundukları veya yaşadıklarını iddia ettikleri bir zühd ne İslâm'ın öğretilerinden ne de uygulamalarındandır. Dini bir karakter vermek ve İslâm'dan göstermek için ne kadar boya vururlarsa vursunlar, böyle bir zühd anlayışının İslâm'la hiçbir ilişkisi yoktur. (1)
Kur'ân-ı Kerîm dili olan Arapça'da zühd bir şeyin değerini küçümsemek ve hor görmek demektir. Zühd kelimesi Kur'ân'da bu anlamda geçmektedir. Nitekim bütün türevleriyle zühd kelimesi Kur'ân'da sadece bir defa geçmektedir. Hz. Yusuf'u başkalarına satan kervan sahipleri olayını anlatırken Kur'ân-ı Kerîm bu kelimeyi kullanmakta ve şöyle buyurmaktadır: "(Kafile Mısır'a vardığında) onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar, onlar zaten ona karşı isteksizdiler." (2)
Değersiz, birkaç dirhem, sayılı, kelimelerini düşünün. Sonra isteksiz kelimesinin gelişini düşünün. Bütün bunlar düşünüldüğünde zühd kelimesinin anlamı daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu anlamıyla zühd Allah ve Rasûlü'nün sevmediği, Allah'a ve ahiret gününe iman eden her müminin ondan beri olacağı bir şey olduğunu söyliyebiliriz. Çünkü zühdün anlamı, Allah'ın nimetlerini hor görmek, küçümsemek ve hakkını vermemektir.
Tasavvufçuların iddiasını yaptığı zühd gerçekte bireyi ve İslâm cemaatinin gücünü mahvetmekten başka birşey değildir. Çünkü ferde ve toplumun iyiliği yolunda gayret ve çaba göstermekten kişileri alıkoymak, himmetleri bu amaçtan uzaklaştırmaktır. Geçmişte olduğu gibi çağımızda da emperyalizm İslâm aleminde bu hurafeyi yaymaya çalışmakta ve insanları ona inanmaya sevketmektedir. Çünkü bunu sağladığı taktirde müslüman fertler güçsüz, zelil olarak yaşıyacak, emperyalistelrin lutfettikleri sofra artıklarına razı olacak, onların ellerine bakacak ve ellerinden zilletle meskeneti yudumlıyacaklardır. Bu gerçekleştiği taktirde müslümanlar bir deri bir kemik olarak ceset yığınları halinde düşmanın kapı kulları olmaktan başka ellerinden birşey gelmiyecektir.
"Maalesef İslâm alemi tarihinin birçok dönemlerinde emperyalizmin bu tasavvufi hurafesini gerçekleştirmiş ve kuvvet, şeref ve izzet zirvesinden, hürriyet ve hakimiyet zirvesinden kölelik ve alçaklık derecesine düşmüştür. Haçlı seferlerinin İslâm alemini kasıp kavurduğu, Moğol sürülerinin İslâm alemini ayaklar altında ezdiği ve son iki asırda Batı dünyasının İslâm alemini boyunduruğu altına aldığı dönemlerde müslümanların hayatında tasavvufun ahtapot gibi kök saldığı, hurafeleriyle insanları uyuşturduğu, zühd ve inziva safsatalarıyla insanları hayat meydanlarından uzaklaştırdığı görülmektedir. Haçlı saldırıları ve Moğol istilaları meydana geldiği dönemlerde İslâm düşüncesini vahdeti vücut, hulul ve ittihad, agnostizm ve işrak felsefelerinin bastırdığı, bunlara karşı çıkan alimlerin zindanlarda çürdüğü yahut kılıçlar altında can verdiği bilinmektedir. Son iki asırda da batı emperyalizmi İslâm alemini boyunduruğu altına alırken İslâm topraklarının hemen her köşesinde tarikatların yaban otları gibi bittiği, müslümanların başındaki yöneticilerin bu tarikatlarda günah çıkarmaya çalıştığı, cihad görevi terkedilerek insanların askerlik yapmamak ve savaşa katılmamak için tekkelere dolduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumu farkedip eleştiren aydınların bir nevi afaroz edildiği ve toplumun gözünde emperyalistlerden daha korkunç gösterildiği herkesin malumudur. Tarikat ve tekkelerin sahip olduğu imkanlar ve insanlar üzerinde kurdukları hegemonyalarla yöneticileri kıskaçları içine aldığı ve muhalifleri bertaraf ettiğini tarihi okuyan herkes bilir." (1)
Durum böyle iken, söyler misiniz, her müslüman tasavvuf zühdünü kendine din edinirse müslümanların hali nice olur? Azgın ve zalim her saldırgana, her tağuta müslümanlar kolay yutulan bir lokma ve rahat ezilen bir sürü mü olurlar, yoksa izzet ve şerefin zirvesine mi çıkarlar? Zelil ve perişan oldukları, bugüne kadar emperyalist ve tağutlara yem oldukları açık bir gerçek! Emperaylizmin ve onların güdümünde azgınların en büyük hedefi ve tatlı rüyaları bu değil mi?
İslâm'da bir kavram vardır. Yüce Allah'ın kullarına nimetini tamamladığı ve dini ikmal ettiği İslâm'da "takva" terimi bulunmaktadır. Müslümanlar buna sarılırsa kalpleri ve yaşayışlarıyla sadece Allah'a boyun eğen birer kul olacakları gibi, fedakarlık, sevgi ve mertlik duygularıyla ruhen diğer müslüman kardeşlerinin de yanında olacaklardır.
"Takva"! Ne yüce bir kavram! Allah'tan korkmak, kutsal bir itaatle ona itaat etmek, Rasûlüne uymak! Senin olmıyan bir şeyi gaspetmemek, nefsini tezkiye edecek işler yapmak, hem kendinin hem de başkaların mutluluğu için çalışmak, hem senin hem de başkaların hayatını gözeterek davranışlarda bulunmak! Kısaca İslâm'a samimi bir imanla inanmak ve samimi bir kalple amel etmek! "O halde siz gerçek müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin." (1) Bu kavramın önemi ve büyüklüğü sebebiyledir ki yüce Allah ona şu büyük karşılığı vermiştir: "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur... Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir... Kim Allah'tan korkarsa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükafatını büyütür." (2) "Ey Âdem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendisini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmiyeceklerdir." (1) "O ülkelerin insanları inansalar ve takva sahibi olsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık.." (2) "Her kim sözünü yerine getirir ve muttaki olursa, bilsin ki Allah muttaki olanları sever." (3) "Çünkü Allah muttaki olanlar ve güzel amel işleyenlerle beraberdir." (4)
Şimdi soruyoruz, acaba neden takva'dan yüz çevirdiniz ve Manihaizm'in mirası olan zühdü seçtiniz? Şaşkın insanlığın hidayeti için sanki yegane yol imiş gibi neden zühde bu kadar sarıldınız? Yoksa Kur'ân'da zühdün adını veya mükafatını mı gördünüz?

Tasavvuf Zühdünün Kaynağı


Allah'ın nimetlerini hor gören ve İslâm cemaatinin bütün dayanaklarını yıkmak için çalışan zühd meselesini tasavvufçuların nereden aldıklarını biliyor musunuz?
Tasavvufçular zühd bidatını, hayır ve şer tanrısına inanan, ahlak değerlerinde bu iki zıddın en büyük tanrısına karıştığını söyliyen ve iki tabiatlı olan bu tanrı "Mani"nin zatını ayakta tutan bu şerden ancak alemin fena bulmasıyla kurtulabileceğini kabul eden, onun için hızla yokluğa karışmak maksadıyla zühdü ve evlenmemeyi tavsiye eden mecusi Mani dininden almışlardır. Evet, tasavvufçular zühdü Mani dininin yalancı peygamberi Mani'nin dininden almışlardır. (5)

Tasavvufçuların Dünyadan Nefret Etmeleri (1)


Dünya hayatı için can atmayı ve ona üşüşmeyi nehyeden bazı âyet ve hadisler vardır. Tasavvufçular bunlara bakarak İslâm'ın dünyayı mutlak olarak kötülediğini ve terkedilmesini istediğini sanmış, bunun neticesi olarak tembelliğe ve dünyadan el etek çekmeye gitmiş, tekke ve zaviyelere kapanmışlardır. Bununla da yetinmiyerek dünyadan nefret ettirmek için hadisler uydurmuş ve insanları ondan soğutma yoluna gitmişlerdir. Mesela "Dünyayı terketmek sabretmekten daha zor ve Allah yolunda kılıç darbesinden daha çetindir. Kim dünyayı terkederse Allah ona şehitlere verdiğinin aynısını verir. Dünyayı terketmek de az yemek ve az doymak, insanların övgülerinden nefret etmektir." (2) "Dünyada iyilerin en büyük süsü, dünyaya iltifat etmemeleridir." (3) "Dünya sevgisi her günahın başıdır." (4) "Rasûlullah bir çöplüğün başında durmuş ve şöyle buyurmuştur: Gelin dünyaya bakın! Sonra çöplükte çürümüş bir bez parçası ve çürümüş kemikler eline almış, "Dünya işte budur" demiştir." "Yüce Allah yarattıkları arasında en fazla dünyadan nefret eder. Yarattığı günden beri ona bakmamıştır." "En büyük gayesi dünya olan kimsenin Allah'la bir ilişkisi yoktur" gibi.
Ne üzücüdür ki tasavvufçuların hücceti olarak el-Gazali İhya kitabını dünyadan soğutan ve onu kötüleyen haber, hikaye ve bu kabilden hadislerle doldurmuş ve müslümanların dünyalarını ihmal ederek emperyalizme yem olmalarına, hayatta gerileyip ayaklar altında ezilmelerine bir nevi ortam hazırlamıştır.
"Tasavvufçuların anlayışında dünya" konulu bir araştırmasında Dr. Zeki Mübarek şöyle diyor: "Tasavvufçuların dünyadan ve dünya ehlinden kaçmaları üç şeye delalet eder:
a- Ahlaki sorumluluk taşımaya yanaşmamaları,
b- Sosyal bozukluklara karşı koymaktan aciz olmaları,
c- Yaşadıkları ekonomik ve dini çevrelerin bozukluğu,
Okuyucu bunun ahlak üzerinde etkilerini soracak olursa, şu cevabı verebiliriiz: Tasavvufçuların yenilginin sebeplerini örtbas etmeleri dünyadan kaçışlarını kendilerine makbul bir amel suretinde göstermiş ve bu yolla kendilerini tatmin etmişlerdir. Bunun neticesi olarak onlara insanlardan çok kişi uymuş, dünyanın güzellikleri ve nimetlerine iltifat etmeme, onları hor görmeme olan zühd yayılmış, uygarlık ve ekonomik refahın temsil ettiği manevi ve maddi refahın büyük kısmı böylece kaybolmuştur.
Adamın biri Ebu Hazim'e "Dünya benim yurdum değil, onun sevgisinden sana yakınıyorum" deyince, Ebu Hazim ona şöyle demiştir: Allah'ın dünyadan sana verdiği şeylere bak, onları haram yoldan kazanma, haram yerlerde de harcama. Böyle davranırsan dünya sevgisi sana zardar vermez.
Tasavvufçular dünyayı kötülemede çok aşırı gitmiş ve ondan kurtulma çağrılarında da haddi aşmışlardır. Halbuki doğru davransalardı itidal yolunu seçerlerdi. (1)
İnsanlar arasında yaydıkları dünya düşmanlığı ve kötülüğü sebebiyle müslümanların başına gelen felaket ve sıkıntıların büyük çoğunluğundan tasavvufçular sorumludur. Çünkü insanlara sürekli dünyayı kötülemiş ve ihmal edilmesine öncülük etmişlerdir. Nitekim bazı tasavvufçular rızkı kazanmak ve geçimi sağlamak için çalışmanın gerekliliğine bile inanmamaktadır. İnsanlardan dilenmeyi, sadaka ve bağış almayı, asalak olarak yaşamayı ona tercih etmektedir.
Tasavvufçulardan biri hakkında şöyle nakledilir: Bir ara rızık kazanmak aklına gelmiş ve bir sahraya çıkmış, sakat, kör ve cılız bir toygar kuşu görmüş, görmek, yürümek ve uçmaktan aciz olduğu halde bir şeyler yediğini görerek hayrete ve düşünmeye dalmış, bu durumda iken orada hemen yer yarılmış ve iki tabak çıkmış, birisinde güzel susamlar, diğerinde de berrak su varmış, kuş susamlardan yemiş ve sudan içmiş, tekrar yer yarılmış ve iki tabak kaybolmuştur. Bunu gören adam "Bunu görünce artık arama çabasından vazgeçtim" demiştir. (1)
Bir diğeri de şöyle demiştir: Birgün acıktım. Kimseden bir şey istemiyordum. Biri vasıtasıyla belki Allah bana birşeyler verir diyerek Bağdat'ta bir iş yerinden geçtim. Ama olmadı. O gece aç uyudum. Rüyada biri gelerek bana "Falan yere git", mavi bezi kokla, içinde bazı parçalar var, onları al ve kendine harca" dedi. (2)
Yine Abdullah İbn Avf el-Mesûdi4nin üçyüz altmış arkadaşının olduğu ve hergün birinin yanında bulunduğu, bir diğerinin de otuz arkadaşının bulunduğu ve herbirinin yanında birgün bulunduğu, bir diğerinin de yedi arkadaşının bulunduğu ve her birinin yanında birgün bulunduğu rivayet edilir. (3)
en-Nûri'nin dilendiğini gören biri bunu yadırgadığını ve utandırdığını, sonra Cuneyd'e gelip durumu haber verdiğini belirttikten sonra şöyle der: Cuneyd bana dedi ki: Bu önemli değildir. Çünkü en-Nuri insanlardan karşılığını ancak ahirette vermek üzere istiyor. Böylece en-Nuri zarara uğramadan onlar ecir kazanıyorlar. (4) Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Tasavvufçuların bir kısmı çalışmak ve şerefle kazanmak dışında rızık kazanmak için her türlü yolu mübah görürler. Şöyle rivayet edilir: Şeyh Abdulkadir bir adama "Sende falan adamın altını ve yiyecekleri var, ondan bana getir" demiş, adam "Yanımdaki emanette nasıl tasarruf edebilirim, bunun için senden fetva isteseydim bana fetva vermezdin" demiştir. Ama şeyh efendi isteğinde ısrar etmiş, o da şeyhe güvenerek isteğini yerine getirmiştir. Çok geçmeden Irak'ın bir tarafında bulunan emanet sahibinden kendisine "Şeyh Abdulkadir'e şu kadar altın ve yiyecek ver" diyen bir mektup gelmiş ve şeyh efendiye önce verdiği miktarları mektupta tayin etmiştir. (1)
Tembelliğe, işsizliğe ve malı har vurup harman savurmaya yahut malı Allah'ı anmaktan alıkoyan bir engel görmeye çağrı toplumda çok tehlikeli bir çağrıdır. Çünkü böyle bir çağrı çalışıp kazanmaya, yer yüzünü imar etmeğe, kısaca İslâm'ın ruhuna ve Rasûlullah'ın sünnetine açıkça aykırıdır. Çünkü islâm'ı diğer dinlerden ayıran en büyük özelliklerden biri, dünya işlerini ve sosyal ilişkileri düzenlemesi ve bunun için hüküm ve kurallar koymasıdır. Bu ilişkilerin büyük çoğunluğu da çalışma, kazanma ve harcama ile ilgilidir. İslâm çalışma, kazanma ve insanlara yararlı olma dinidir. Hiçbir zaman tembellik, işsizlik ve asalaklık dini olmamıştır. Çalışmamaya, tembelliğe, maldan kaçmaya ve onu kötü görmeğe çağrının neticesi fakirlik, yoksulluk ve geriliktir. Başka milletlere savuç açma ve boyundurukları altına girmedir. İslâm ise bundan şiddetle sakındırmış ve insanların ancak amellerinin karşılığını göreceklerini açık bir şekilde belirtmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve Rasûlullah'ın sünnetinde çalışmaya, kazanmaya ve başkalarına yük olmamaya çağıran, daha doğrusu bunları farz kılan âyet ve hadisler sayılamıyacak kadar çoktur. Bunları burada zikretmeyi bile zaid görüyoruz.
Şezeratu'z-Zeheb sahibi şöyle diyor; Alauddin İbn Ali İbn es-Sıyrafi'nin Zadu's-Salikîn adlı kitabında, kadı Ebu Bekr İbn el-Arabi'nin şöyle dediini nakleder:
"Gazali'yi halk arasında gördüm. Elinde bir baston, sırtında yamalı bir hırka, omuzunda bir su kırbası vardı. Halbuki Bağdad'ta gördüğüm zaman halkın ileri gelenlerinden sarıklı dörtyüz kişi dersini izliyordu. Hepsi de ondan ilim öğreniyordu. Kendisine yaklaştım, selam verdim ve "Ey imam! Bağdad'ta ilim okutmak bundan daha iyi değil mi?" dedim. Bana gözünün ucuyla baktı ve şöyle dedi: İrade semasında (veya feleğinde) saadet dolunayı doğunca ve usul akşamlarında vuslat güneşi batınca, Leyla ve Su4da aşkını evde bıraktım ve ilk menzili tashihe döndüm. Arzular bana "Yavaş ol, bunlar arzu ettiklerinin menzilleridir, yavaş ol ve in" diye seslendi. Onlara çok ince ipler eğirdim ama iplerimi dokuyacak kimse bulamadığım için tezgahımı kırdım." (1)
Tasavvufçular insanları çalışmaktan, mal kazanmak ve mala sahip olmaktan, dünyadan ve dünyadakilerden insanları soğutup uzaklaştırdıkları gibi Allah'ın müminlere farz kıldığı cihaddan da alıkoymuşlardır. Kur'ân âyetlerini çok tuhaf ve batınî bir şekilde tefsir ederek bir çokları insanları düşmana karşı cihad etmek ve İslâm yurdunu savunmaktan alıkoymuştur. Halbuki yaptıkları bu tefsirlerin âyetlerin manaları ve maksatlarıyla yakından uzaktan bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Mesela Davud İbn Salih'ten şöyle rivayet edilir: Ebu Seleme İbn Abdurrahman bana şöyle dedi: Yeğinim! "Ey iman edenler, sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun..." (2) âyetinin hangi konuda indiğini biliyor musun? Hayır, dedim. Şöyle dedi: Yeğenim! Rasûlullah zamanında savaş için atların bağlandığı savaş yoktu. Onun yerine namazdan sonra gelecek namazı bekleme vardı. Ribat nefse karşı cihad içindir. Ribatta bekliyen de nefsine karşı cihad eden murabıttır." (3)
"Allah yolunda hakkıyla cihad ediniz" (1) âyetini de tasavvufçular "Nefse ve hevaya karşı mücahededir ve hakkıyla cihad budur. Cihadı ekber de budur, zira Rasûlullah savaşlarından birinden dönerken "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" buyurmuştur" (2) şeklinde tevil etmişlerdir.
Halbuki böyle bir şey cihad şeriatını insanlara tebliğ eden Rasûlullah'a açıkça iftira ve yalandan başka bir şey değildir. Bununla ilgili olarak şeyhulislâm İbn Teymiyye şöyle diyor:
"Tebuk Gazvesi'nde Rasûlullah'ın "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" anlamında buyurduğu söylenen hadisin aslı astarı yoktur ve Rasûlullah'ın sözlerini, fiillerini bilenlerden kimse rivayet etmemiştir. Kafirlere karşı cihad amellerin en büyüklerindendir. Hatta insanın Allah için yaptığı en büyük ameldir. Yüce Allah buyuruyor: "Müminlerden, özür sahibi olanlardan başka, oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik vadetmiştir. Ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır." (3) "Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram'ı onaran kimseyi, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır." (4)
Tasavvufçular kendilerine bağlanan salikin ruhunda izzeti, şeref ve şahsiyeti öldürdükleri gibi sağlığı ve diriliğini de öldürürler. Şeyhlerin karşısında eğilip ellerini ve ayaklarını öpe öpe onda ne bir şahsiyet, ne de bir izzet kalır. Onun için türlü hakaret ve alçaklıkları hoşnut bir gönülle karşılar ve bir şey olmamış gibi davranır. Onun için bu durumlarını onlardan biri şöyle dile getirir: "Yolumuz ruhlarıyla çöplüklerin süpürüldüğü kişilere yarar." (1) Durumu bu olan bir insan düşmana karşı savaşı ve cihadı nasıl düşünebilir?!
Tasavvufçuların cihaddan kaçmalarını ve ondan nefret etmelerini göstermek için uzaklara gitmeye ne gerek var! İşte Mescid-i Aksa, hicri 492 yılında haçlıların eline düşüyor, tasavvufun hücceti Gazali ise hayatta olmasına rağmen belki de kılı bile kıpırdamıyor ve bu büyük olay karşısında harekete geçmiyor. Bırakın harekete geçmesini, kitaplarında bir satırla da olsa buna temas etmiyor. Bu olaydan sonra Gazali onüç sene daha yaşamış, buna rağmen bu olay kalemini bile harekete geçirmemiştir.
Nasıl geçirsin ki? Çünkü Gazali o yıllarda kitapları üzerine kapanmış ve cansızların evliya ile nasıl konuştuklarını anlatmaya çalışıyordu. Cihada çıkmadan veya başkalarını cihada davet etmeden tasavvufçuların sahv ve mahvinin felsefesini yapıyordu.
Aynı şekilde tasavvufun kutupları sayılan İbn Arabi ve İbn el-Farid da Haçlı Seferleri zamanında yaşamış olmalarına rağmen birinden bir savaş akatıldığı yahut teşvik ettiği yahut müslümanların başına gelen felaketlerden kopan feryatlar veya iniltilerden birini şiir veya nesirlerinde tescil ettiğini görmüyoruz. Çünkü ikisi de insanlara Allah'ın kulların aynısı olduğunu kararlaştırmakla meşguldüler. Onun için müslümanlar haçlılarla niçin savaşacaktı? Zira ikisine göre haçlılar da o suretlerde tecessüd eden Allah'ın zatından başka şeyler değildi.
Gazali'nin tavrını isterseniz Dr. Ömer Ferruh'tan da dinliyelim: "Kudüs'ün haçlıların eline düştüğünü bilen ve ondan sonra da onüç sene yaşıyan Gazali4nin bu önemli olaya işaret etmemesini okuyucu öğrenince belki de hayret edecektir. Halbuki İran, Irak ve Türk memleketlerinin halkını Şam bölgesindeki müslüman kardeşlerinin yardımına teşvik etseydi, Allah yolunda onlardan binlerce, belki yüzbinlerce kişi kardeşlerinin yardımına koşarlardı. Böylece müslümanlara cihadla dolu yıllar kazandırır ve yıllarca sürecek yıkım ve cehaletten belki de kurtarabilirlerdi.
Gazali'nin bundan gafil kalmasının tek sebebi, o tarihlerde bir tasavvufçu olması ve tasavvufun hayat yollarından biri, belki de tek kurtuluş yolu olduğuna kanaat getirmesidir.
Tasavvufçular kerametlerinin olduğunu iddia ediyorlar. Ama ne hikmetse bu kerametlerini dinlerini ve insanlarını savunmak için göstermiyorlar.
Bunların böyle kerametleri varsa -ki bu tür kerametlerin olmaması daha iyidir- İslâm yurdu ve kutsal değerleri haçlıların ayakları altında çiğnenirken onların susmaları ve tekkelerinden çıkmamaları İslâm'a karşı cinayet olarak yeter!
Tasavvufçuların bu suçlamanın altında kalacaklarını mı sanıyorsunuz. Gerekçeleri gayet hazır! Müslümanların başına gelen bu felaket ve musibetleri Allah'ın günahkâr kullarına bir cezası olarak takdim ederler. Allah bir milletin başına bir zalimi musallat etmişse hiçbir kimse Allah'ın iradesine karşı koyamaz veya ondan yakınamaz (1), derler.
Ne acıdır ki Gazali el-Munkizu min ed-Dalâl kitabında haçlıların Kudüs'ü işgalleri sırasında bazan Şam minaresinde, bazan da Kudüs kubbesinde halvette olduğunu ve iki yıldan fazla kapısını kilitleyip dışarı çıkmadığını "Tarikatu't-Tasavvuf" bölümünde kendisi kaydetmektedir.
Dr. Zeki Mübarek de haçlı seferlerinden söz ettikten sonra şöyle diyor: Haçlı seferlerinden niçin söz ettiğimi biliyor musunuz? Sebebi şudur: Papaz Butrus, haçlıları İslâm alemini işgale teşvik etmek için gece gündüz konuşmalar yapar ve bildiriler hazırlarken, Hüccetu'l-İslâm Gazali halvete dalmış, virdlerine devam etmekte ve müslümanları işgalcilere karşı cihada teşvik etmesi gerektiği aklına gelmemekteydi.
Haçlılar işgal sırasında hafız Ebu'l-Kasım er-Remli'yi yakalamış ve fidye verip kurtaracak biri çıkmadığı için idam etmişlerdi. es-Subki Tabakat'ında bunu zikrederken er-Remli ile beraber daha birçok alimi de idam ettiklerini kaydeder. Bütün bunları tasavvufçuların cihad, çalışmak ve kazanmak konusundaki tutumlarını göstermek için kaydediyoruz. (1)
Şimdi Allah için söyleyiniz, tasavvufçuların bu tavrı nerede, Şam'ı işgal eden Moğollar'a karşı Şeyhulislâm İbn Teymiyye'nin cihada teşvik eden, düşmana meydan okuyan ve bizzat cihad eden tavrı nerede?! Şam'a girmelerini önlemek için bir grup Şamlı'nın başında Moğollar'ın komutanı Kazan'a gitmiş ve komutanı dehşete düşürecek bir cesaret ve kahramanlıkla ona seslenmiştir.
İstekleri kabul edilmeyince Mısır'a gitmiş, Sultan İbn en-Nasır daha önce savunmadığı Şam'a yürümesi ve onu düşmana karşı savunması için teşvik etmiştir. Bu isteğini en-Nasır kabul etmiş ve iki ordu Şam yakınlarında Mercussufr denilen yerde karşılaşmıştır. Savaş dört gün sürmüş ve müslümanlar büyük bir kahramanlıkla savaşa devam etmiştir. Dördüncü günün ikindi vakti Mısır ve Şam askerleri muzaffer olmuş ve doğudan batıya kadar bütün İslâm alemini tehdit eden Moğol ordusu büyük bir yenilgiye uğramıştır. Şüphesiz bunda Allah'ın yardımı ve zafer vermesinden sonra, İbn Teymiyye'nin cihad ruhu, medreseyi terkedip bizzat savaşa katılması ve müslümanları cihada teşvik etmesi büyük bir rol oynamıştır. (2)

Tasavvufçular Ve İlim Tahsili


İlim tahsiline gelince; tasavvufçular öğrenerek ve çalışarak ilim tahsil etmenin uzun ve yorucu bir yol olduğunu, bu yolla kazanılan ilmin derecesi ne kadar olursa olsun yetersiz ve zahir bir ilim olduğunu söylerler. Onlara göre kamil ve tam ilim keşf ve ilham yolu ile kişinin kalple kazandığı ilimdir.
Ebu Yezid şöyle diyor: "Âlim, bir kitaptan ezberliyen ve unuttuğu zaman cahil olan kişi değildir. Âlim, ancak ilmini Rabb'inden alan kişidir. Yani ezbersiz ve ders okumadan dilediği zaman Rabb'inden alan kişidir. İşte rabbani âlim budur." (1)
Suhreverdi de şöyle diyor: "Zahidler, tasavvuf şeyhleri istikamet hakkı gereği ikram gören mukarreblere öncekilerin işaret ettikleri bütün ilimler verilmiştir." (2)
Gazali de şöyle diyor: "Kalbin iki kapısı vardır. Bunlardan biri melekût alemine açıktır. Bu da levhi mahfuz ve melekler alemidir. Diğeri de mülk ve şehadet alemine bağlı beş duyu alemlerine açılan kapıdır.
Mülk ve şehadet alemi aynı zamanda bir bakıma melekût alemine benziyor. Kalbin duyulardan almak için açılmasını da biliyorsun. İç kapısının melekût alemine açılması ve levhi mahfuzu etüd etmesini ise, rüyanın acaipliklerini derin düşünmek, kalbin geçmişte olan veya gelecekte olacaklara, duyulardan iktibas etmeksizin, uykuda muttali olmasıyla olacağını kesin olarak bilirsin. Bu kapı da ancak kendini Allah'ın zikrine veren kişiye açılır." (3)
Sonra şöyle devam ediyor: "Peygamberlerle velilerin ilimleriyle alimlerle hakimlerin ilimleri arasındaki fark budur. Şöyleki öncekilerin ilimleri melekut alemine açılan kapıdan kalbin içinden gelirken, hikmet ilmi mülk alemine açık olan duyuların kapılarından gelir." (4)
Kendilerine vahiy gelen peygamberler için bile müyesser olmıyan bir yol göstererek tasavvufçulara ilmi terketme ve cehalete dalma kapısını Gazali'nin açtığından bu sözlerinden sonra okuyucunun bir şüphesi kalır mı dersiniz? Gazali'nin açtığı bu yoldan tasavvufçular halvetlerde dolanıp durmuş, katmerli karanlıklara sığınmış, böylece sapıklıkları gittikçe katlanmıştır. Bu yoldan giderek İslâm alemine pekçok vesveseler ve kuruntular sokmuş, müslümanların zayıflamalarına, çöküş ve zilletlerine, nihayet emperyalizmin boyunduruğu latına girmelerine yol açmışlardır.
İlmi terketme çağrısı toplum için korkunç tehlikeli bir çağrıdır. İslâm toplumunu temelden yıkan ve yerle bir olmasına yolaçan bir çağrıdır. Tarihte islâm toplumu medeniyette ilerlemiş ve egemenlik sahibi olmuşsa, ancak ilimle ve alimlere saygısıyla bunu gerçekleştirmiştir. Allah'a yemin ederim ki ilmi terkeden hiçbir millet yoktur ki gerilemiş ve çökmüş olmasın.
Batı ilim alanında çok büyük mesafeler almıştır. Uzayda istediği gibi dolaşma, okyanusların diplerinde gezme, atomu ve elektriği kullanma, saatlerce yer küresinin etrafında dolaşma, gezegenlere ve yörüngelere gitme, kıtalararasında resimleri ve kelimeleri aktarma ve pekçok hastalığın kökünü kurutma ve daha pek çok bilimsel gelişmeyi ancak ilimle gerçekleştirmiştir. Bütün bunları beş duyu neticesinde, düşünceyi ve aklı kullanma neticesinde sağlamıştır.
Bir de şu acıklı durumumuza ve geri kalmış halimize baktığımızda acaba sormak hakkımız olmuyor mu: Levhi mahfuzu okuduklarını, kainatın sırlarını aldıklarını, maddenin künhünü kavradıklarını, havada uçtuklarını, sular üzerinde yürüdüklerini, denizlerin dibinde balıklar, taşlar ve cansızlarla konuştuklarını iddia ederler acaba bize ne kazandırmışlardır? Bu tür iddialarda bulunanlar acaba bize hurafelerden başka ne kazandırmışlardır? Acaba toplum bunlardan karanlık cahiliyye döneminin hurafelerine dönmek ve yükseldiği zirveden hızla uçuruma yuvarlanmaktan başka ne kazanmıştır. Arap aklının vehimlere tutsak, hurafe ve mitolojilere kul, örf ve geleneklerle ayakları bağlı, kahin ve astrologların söyledikleriyle kelepçeli bulunduğu cahiliyye geriliği ve bedbahtlığına toplumu götürmekten başka insanlarımıza bunlar ne getirmiştir?
Halbuki İslâm aklı evham boyunduruğundan aklı kurtarmak ve sınırsız ufuklarda özgürce yüzmesi için düşünceyi hertürlü bağdan âzâd etmek için gelmemiş miydi? Duyular ve duyular ötesi alemlerde hür ve serbest dolaşması için insan aklını hürriyete kavuşturmayı İslâm hedef edinmemiş miydi? İslâm insanı bununla mükerrem kılmamış mıydı?
Yüce Allah peygamberler dışındaki insanların ilim kazanma yollarının duyular, araştırma ve düşünme yolları olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: "İnsanlar acaba deveye bakıp nasıl yaratıldığını hiç düşünmezler mi? Göğün nasıl yükseltildiğini görmezler mi? Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı? Yer yüzünün nasıl döşendiğini görmezler mi?" (1)
Bakmanın ve görmenin yolu gözdür. Bakmak da düşünmenin yoludur. Yüce Allah buyuruyor: "Musa'nın haberi sana ulaştı mı? Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: "Bekleyin. Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm veye ateşin yanında bir rehber bulurum" demişti. (2)
Sözü işitmenin yolu da kulaktır. İşitmek de aynı şekilde düşünme ve ders almanın yoludur.
Yüce Allah buyuruyor: "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdirler. Çünkü onlar geri dönmezler." (1) Yani hidayete dönmezler.
Yüce Allah sağır, kör ve dilsizlerin anlama ve hidayetten uzak olduklarını belirtmektedir. Muhalif manada alındığı taktirde âyetin işitme, görme ve konuşmanın ilim ve hidayete vesile olduğuna delalet ettiğini de söyliyebiliriz. Bütün bunlar ve daha burada sayamıyacağımız kadar sayısız âyet ve hadisler insanların ilim öğrenme ve bunun için her yola başvurması gerektiğini ifade etmektedir. Bu meseleyi İbn el-Cevzi'nin şu güzel tesbitiyle bitirmek istiyorum.
"Alemde ilimden daha şerefli bir şey yoktur. Nasıl olsun ki?! İlim delildir. Yok olursa, dalalet olur. Şeytanın en gizli tuzaklarından biri de en üstün ibadet olan ilimden alıkoymak için insanın nefsinde taabbudu süslemesidir. Hatta öncekilerden bir cemaat için bunu süslü göstermiş, onlar da kitaplarını toplayıp denize atmışlardır. Bunu bir cemaat haber vermiştir. Onlar için hüsnüzan besleyerek diyoruz ki, herhalde o kitaplarda beğenmedikleri bir takım sözleri vardı ve bu sözlerinin insanlar arasında yayılmasını uygun görmemişlerdir. Aksi halde içlerinde insanlara yararlı bilgilerulunduğu ve bu bilgilerin sonuçlarından korkulmadığı taktirde onları telef etmek veya denize atmak malı yoketmek olup caiz değildir.
Şeytanın tasavvufçulara oyunu o kadar büyük olmuş ki onlardan bir cemaat talebe ve müridlerinin mürekkep hokkası bile taşımalarını yasaklamışlardır. Mesela Cafer el-Halidi şöyle der: Tasavvufçular bana müsaade etselerdi, dünyanın hocasını size getirirdim. Ebu'l-Abbas ed-Dırdırî'nin yanında oturuyordum. Tasavvufçulardan biri geldi ve bana "Yaprakların ilmini bırak, çaputların ilmine bak" dedi. Tasavvufçulardan birinin yanında bir mürekkep hokkası görülünce, içlerinden biri ona "Avretini ört" dedi. Nitekim eş-Şibli'nin şöyle dediğini naklederler: "Benden yaprak ilmini isterlerse, onlara çaput ilmini gösteririm."
İşte bu İblis'in en gizli oyunlarından biridir. Zaten onlar hakkındaki zannını doğrulamış bulunmaktadır. Tasavvufçularda bunu yapması ve onlara süslü göstermesinin iki sebebi vardır:
a- Onların karanlıkta yürümelerini istemesi, b- Rasûlullah'ın ve ashabının yolunu ve sünnetini araştıran bir kimse hergün birşeyler okudukça ve öğrendikçe ilmi artar, daha önce bilmediği çok şeyler öğrenir, iman ve marifetini artırır. Gittiği yolların birçok hatalarını kendisine gösterir. İblis en gizli bir hile ile bu yollarını kapatmak istemiş ve amacın bizzat ilim değil, amel olduğunu onlara söylemiştir. Bu hileye aldanan zavallı da ilmin ne büyük bir amel olduğunu anlayamamıştır.
Bu gizli oyundan ve aldanmadan sakın! Çünkü ilim en büyük asıl ve en büyük nurdur. Hatta ilim tahsili için yaprak çevirmek oruç, namaz, hac ve cihaddan büyük olabilir. İlimden yüz çeviren nice kişi taabbudunda (ibadete kapanmasında) heva ve heves azabı içine dalmakta nafilelerle birçok farzları yoketmekte ve daha üstün olduğunu sandığı şeylere dalıp vacibi ihmal etmektedir. Böylelerinin elinde ilimden bir meşale olsaydı, doğruyu bulurlardı. Sana söylediklerimi iyice düşün, Allah'ın izniyle aydınlanırsın." (1)
Tekrar ederek vurguluyoruz ki müslümanları ilimden soğutan tasavvufçular onların gerileme, çökme ve emperyalizmin boyunduruğu altına düşme sorumluluğunu taşımaktadırlar. Çünkü onları hurafe ve cehaletleriyle uyuşturmuş, ilim öğrenmelerini engellemişlerdir. Diğerarafta Batı ilim alanında alabildiğine ilerlemiş ve istediği gibi cirit atmış, güçlü darbeleriyle İslâm alemini ezmiş, nimetlerini elinden almış ve istediği gibi kullanmıştır.
Bir İslâm alemi ki tasavvufçuların afyonlaması neticesinde ilimden ve çalışmaktan yüz çevirip derin bir uykuya daldıktan sonra gözlerini açıyor ve giderken geride bıraktığı alemden bambaşka bir alemle karşılaşıyor! Aklınca daldığı kısa bir uykudan sonra sanki hiç görmediği bir alemle yüzyüze geliyor. Tıpkı yüce Allah'ın yüz sene öldürdükten sonra dirilttiği ve "Kaç sene kaldın?" deyince, "Birgün veya bir günden az" diye cevap veren adam gibi! (1)



Tasavvufçuların Zikri


Doğum yıldönümleri (mevlidler) dedikleri bayramlarda, mescidler dedikleri yatır türbelerinde tasavvufçular zikir diye adlandırdıkları dans partileri düzenlerler. Şeyh efendi rezaletin aşık olduğu ve faziletin tiksindiği kadın ve erkek dervişlerden iki saf arasında oturur, haram beslenmekten yağ damlıyacak kadar semizlemiş iki eliyle işaret ederek dansı başlatır. Kendisi de harflerini ve telaffuzunu tahrif ederek Allah'ın adını haramla beslenen dudaklarından ve burnundan tekrar etmeye başlar. Alnının iki tarafı hayayı gammazlar ve takvayı jurnal eder. Gazelcileri de Leyla ve Suad faslından coşkun sesiyle coşturur. Davulcuları yahut tef ve neycileri de şeytanın elleriyle davulu yahut defi, nefesiyle de neyi çalarak cinleri etrafa toplar. Bu cûşuhurûş içinde şeyh efendi kendinden geçer ve dervişler de ritme uyarak göbek atmaya başlarlar. Dansözler gibi sağa sola kırıtarak nağmelere katılırlar. Tıpkı meyhanecilerin elinde içki kadehlerini ve altın tasmaları gören dansözlerin bütün vücut hatlarıyla coşarak kendinden geçtiği ve mest olduğu gibi, kendilerinden geçer ve mest olurlar. Çok geçmeden bastırılmış olan şehvetler alevlenir ve dem bu demdir, diyerek alevlenen şehvetini tatmin yollarına koyulur. Edepten uzak sallanmalar ve şeytanca iniltiler ve günah ulumalarından kısılmış seslerle Seyyide Zeynep Zeynep yahut Seyyide Nefise'den (1) istiğase (yardım dileme) naraları yükselir. Bunların kastettikleri ne temiz Zeynep, ne de temiz Nefise'dir. Çağırdıkları bunlardan başkadır. Çünkü her biri kendi sevgilisinin şarkısını söyler. Bu şekilde bu edepsizce sapıklığı bir veya iki saat sürdürürler. (2) Her biri şeytanı kuduran ve şehveti alevlenen dişilere vücudu kuvvetli bir hayvan olduğunu ispatlamaya çalışır. Sonra da dansla geçen bu saatlerin ilahi tecelli saatleri olduğunu söyler. Bir de bakarsınız ki yetiminin azığını satan anne, eşinin başörtüsünü satan erkek ve borç altında beli kırılan zavallı borçlu şeyhin batıracağı bir şiş veya vereceği bir afyon yahut dervişlerin bir esrarı için kuyruğa girmişler! Hepsi de zikir (dans) salonlarında dans ediyorlar!
Ne dersiniz, aşırı mı gittim yoksa eksik mi anlattım? Herhalde aşırı gittiğimi sanıyorsunuz, değil mi? Dans salonlarında tepinirken tasavvufçuları gören herkes, diyebilirim ki, facirlerin şehvetleri gibi alevlenen mecusilerin ateşlerini görmüş gibi olur. Söyler misiniz, şuurlarını yitirmiş ve şeytan çarpmış gibi haramlarla coşan ve coşturan nağmelerle tempo tutan, kilometre uzaktan harama çağıran gözlerle mest olan gençleri acaba toplumun insanları görmüyor mu? Ellerindeki teflerle tempo tutturan gençlerin yanında neşesinden dört köşe olan şeyhleri insanlar duymuyor mu? Kurdukları tuzaklarla ortalıkta dolaşan gençleri ve nereye gideceğini bilmiyen zavallıları avlayıp kendisine sundukları için keyfine diyecek bulunmıyan bu sömürücüleri insanlar bilmiyor mu? Bütün bunlar oluyor ve siz de, biz de hepimiz görüyoruz, duyuyoruz. Buna rağmen düğün başkalarınmış gibi kimsenin buna aldırdığı veya karşı çıktığını müşahade etmiyoruz. Sanki heriflerin rezillikleri kutsal bir faziletmiş gibi herkes halinden memnun!
Söyler misiniz, Rasûlullah Rabbini böyle mi zikretti? ondan sonra ashab Allah'ı böyle mi zikretti? Müfred ismiyle zikrettiklerini, ah vahlarla, inilti ve tempolarla, dans ve nağmelerle Allah'ı zikrettikleri kim iddia edebilir? Birisi alkış tutarak ve diğerleri ona uyarak koro halinde zikrettiklerini kim söyliyebilir? Leyla gazelleri okuyan bir gazelhan eşliğinde, çığlık ve naralarıyla vahşi hayvanları yuvalarında ürküten seslerle, bir lokma et yahut batacak bir şiş için Allah'ı zikrettiklerini kim ileri sürebilir? Neylerle, keman ve rebaplarla, tef ve nakkaralarla zikrettiklerini nasıl söyleyebilirsiniz? Hepsi Rasûlullah'ın öğrettiği gibi Allah'ı zikrettiler. Huşu ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, hav ve reca arasında, münferiden ve Rasûlullah'ın öğrettiği dualarla Allah'ı andılar, O'na yalvardılar, nimetini istediler ve azabından kendisine sığındılar. Ama tasavvufçuların zikri gibi zikredenler, ancak cahiliyye müşriklerinin zikri ile zikretmiş olur. Yahudi ve hıristiyan kafirlerinin zikri ile zikretmiş olur." Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları (duaları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka birşey değildir." (1)


Tasavvufçuların Zikri Bir Yahudi Bidatıdır


Yüz kırkdokuzuncu mezmurda şunları okuyoruz:
"Siyon oğulları hükümdarlıklarına sevinsinler, tef ve ud ile dansederek adını tesbih etsinler, terennüm etsinler. Tehlil getirin, kutsallığında (Kudüs'de) Allah'ı tesbih edin. Rebab ve ud ile tesbih edin. Tef ve dans ile tesbih edin. Sazlar ve zurnalarla tesbih edin. Türlü naralarla tesbih edin." (2)
Tasavvufçular da aynı bu şekilde zikir yaparlar. Yahudi cahiliyye bidatı ile tasavvufçuların zikri arasında sıkı ilişkiyi ve benzerliği görmek için bir zikir meclisini müşahade etmek yeterlidir. Bu apaçık bir gerçek iken, Abdulaziz ed-Debbağ'ın şu sözlerini görüyoruz: "Zikredenler sağa sola sallanırlar, çünkü kutuplar meleklerin böyle yaptığını görmüşlerdir." (3)


Şeyh Kalplerin Casusu!


Tasavvufçular zikir esnasında müridin şeyhini zihninde canlandırmasını, "Üstadım yardım et" diyerek zikre başlarken ondan yardım istemesini ve ondan yardım istemenin tıpkı Rasûlullah'tan yardım istemek gibi olduğuna inanmasını şart koşarlar. Çünkü kendisini Rasûlullah'a ulaştıracak şeyhdir. Kalbiyle de şeyhinden izin istiyerek "Destûr ey şeyhim! demesi yanında tarikat mensupları ve ileri gelenlerden de izin istemesi gerekir. Tarikatta ileri gelenler silsile olarak bilinir. "Ey tarikat sahipleri ve ileri gelenler, destûr" demesi gerekir. (1)
Bu şekilde tasavvufçular Allah'ı guya zikretmeye başlamadan önce dervişin bu şirk pisliklerine bulaşmasını ve Allah'ın zikrini kabul edip hoşnutluğunu vermesi için bütün bu putlardan izin almasını zorunlu kılmaktadırlar. Gördüğünüz gibi, sağır perdeler ve karanlık dünyalar içinde zifiri karanlıkları ve çılgın fırtınaları tasavvufçular salikin yoluna çıkarmakta ve bir parıltı da olsa nurdan birşey görmesine engel koymaktadırlar.


Zikrin Şekli Ve Sözleri


Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, önce sağa lâ ile başlayıp sola ilah ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru öne eğilerek illallah demesi ile bu işi tamamlar. Allah, hû gibi tek isimle zikrediyorsa çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlıyarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icabeder. (2) İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların zikir şeklidir!
Allah için söyleyiniz, Rasûlullah rabbini zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır! Hiçbir zaman böyle yapmamıştır. Çünkü o Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda nasıl edeple ibadet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Kör testerenin ağaç keserken çıkardığı sesler gibi de sesler çıkarmamış ve naralar atmamıştır. Nasıl zikredeceğini Allah ona şöyle tarif etmiştir: "Namazında yüksek sesle okuma. Onda sesini fazla da kısma. İkisinin arasında bir yol tut." (1) "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları O sevmez." (2) "Rabbini içinden, yalvararak ve O'ndan korkarak yüksek olmıyan bir sesle sabah ve akşam zikret (an). Gafillerden olma!" (3) Namazda sesin fazla yükseltilmemesi ve tamamen kısılmaması, belki ikisi arasında bir yol tutulması esas iken, tasavvufçular guya bir nevi ibadet veya dua olarak yaptıkları zikirlerinde nakarat tutturmak, avazları çıktığı kadar bağırmak, testere sesleri gibi hançerelerden sesler çıkarmak, tepeden tırnağa kadar ter içinde kalacak şekilde tepinmektedirler. Ne yapalım, tasavvufçular Allah'ın hidayetini bu şekilde değiştirmekte ve başka yollara uymaktan çekinmezler!
Zikirde kullanılan sözlere gelince; müridin şeyhine karşı edeplerinden biri de şeyhinin kendisine telkin ettiği kelimeler kullanması ve başka sözleri kullanmamasıdır. (4) Bu sebepten zikir sözleri tarikatların çokluğu ve şeyhlerin farklılığına paralel olarak çoğalmış ve değişik olmuştur. Kimileri Allah'ın tek ismi ile, kimileri hû hû diyerek, kimileri de ıh ıh sesleriyle zikretmektedir. Tasavvufçu her tağut kullarına başka tarikatların zikri ile zikretmeyi ve izin verdiği şeylerin dışında kelimeleri kullanmalarını yasaklamaktadır. Çünkü yüce Allah'ın isimlerini şu veya bu şekilde söyledikleri zaman fayda, şu veya bu şekilde söyledikleri zaman da zarar vereceğine inanırlar. Onun için zikreden kişiye fayda veya zarar verecek şeyleri bilen şeyh, kaptan sayılır. Bu bakımdan derviş lailahe illallah sözü ile ancak şeyhi kendisine izin verdiği taktirde zikredebilir. Rabbine de yâ latif diye seslenmemelidir. Aksi halde ona bir uyuşukluk gelir veya çarpılır.
Tasavvuf kahinlerinden İbn Ataullah el-İskenderi'nin şu iftirasına bakınız: "Allah'ın "Afûv (bağışlayan) ismi avamın zikrine yaraşır. Çünkü onları ıslah eder. Allah'a suluk edenlerin ise bu isimle onu zikretmesi yakışmaz. Bâis (dirilten) ismi ile de gafiller zikreder. Fenayı talep edenler onu bu isimle zikretmez. Gafir (günahları bağışlayan) ismi ile de avam öğrencilere telkin yapılır (onlara bu isim öğretilir). Zira günahın cezasından korkan onlardır. Ama Allah'ın huzuruna çıkmağa layık olanların günahları bağışlayanı zikretmeleri onlarda vahşeti (uzaklığı ve yabancılığı) meydana getirir. Allah'ın "Metin" ismi ise halvet sahiplerine zarar verir, dinle alay edenlere yarar sağlar." (1)
İbn Ataullah bu iftirayı serdetmeye devam etmekte ve Allah'ın isimlerinin çoğuna bu şekilde iftira etmektedir. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki, ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na mahsustur." (2) "En güzel isimler (Esmaulhüsna) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. O'nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır." (3)
Şu saçmalığa bakınız. Allah'ın Gafir ismi sadece avama yaraşır. Sanki bu tağutlar günahlardan masum veya ilahtırlar! Halbuki Rasûlullah günde yüz defa Rabbine istiğfar ederdi. Şimdi söyler misiniz, Kur'ân'ın hidayeti ve gerçekliğiyle tasavvufçuların sapıklığı ve dalaleti arasında bir ilişki buluyor musunuz?!


Rasulullah Nasıl Zikretmiştir?


Rasûlullah'ın Cenâb-ı Hakk'ı nasıl zikrettiğini pak sünnetinden öğreniyoruz. Onun zikir şekli ile tasavvufçuların bidat ve saçma zikir şekillerini karşılaştırmak mümkündür. Rasûlullah buyuruyor: "Şu iki kelime, dile kolay, terazide ağır ve Allah'a sevimlidir: Sübhanallah ve bihamdih, sübhanallahi'l-azim." (1)
Selam verdikten sonra her namazın arkasında Rasûlullah şöyle derdi: "Lâ ilahe illallah vahdehu lâ şerîke leh, lehu'l-mülk ve lehu'l-hamd ve huve ala külli şeyin kadîr, ve lâ havle ve lâ kuvvete illa billah, lâ ilahe illallah ve lâ na'budu illâ iyyah, lehu'n-Nimetu ve lehu'l-fadlu ve lehu's-Senâu'l-Hasen, la ilahe illallah, muhlisine lehuddîn velev kerihe'l-kâfirun." (2)
Yine şöyle buyurmuştur: "İstiğfarın en büyüğü şöyle söylemektir: Allah'ım, sen benim rabbimsin, senden başka ilah yoktur, beni yarattın, ben de senin kulunum, gücüm yettiği kadar sana verdiğim söze ve ahdime bağlıyım, yaptığım kötülüklerden sana sığınırım, bana verdiğin nimetini ve işlediğim günahları sana itiraf ediyorum, beni bağışla. Çünkü günahları senden başka bağışlayan yoktur." (3)
Buhari ve Müslim'de İbni Abbas Rasûlullah'ın gece namazı kalktığı zaman şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah'ım, ham senindir. Yerin, göklerin ve içindekilerin nuru sensin. Hamd senindir. Yeri, gökleri ve içindekileri tutan sensin. Hamd senindir. Yerin, göklerin ve içindekilerin rabbi sensin. Hamd senindir. Hak sensin, vadin haktır, sözün haktır, sana kavuşmak haktır, cennet hak ve cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet saati haktır. Allah'ım sana teslim oldum, sana iman ettim, sana tevekkül ettim, sana döndüm, senin için düşmanlık yaptım, seni hakem yaptım, işlediğim, işlemediğim ve gizlediğim günahlarımı bağışla. Sen ilahımsın, senden başka ilah yoktur. Güç ve kudret ancak senindir." (4)
Rasûlullah'ın efradının cami ağyarını mani zikri görülüyor değil mi? Peygamberin tertemiz ve halis yakarması ve kulluğundan başka ne vardır? Göğün kapılarının açıldığı dua ve yalvarmalardan başka ne görüyorsunuz? İçinde ne müfred isimle (ya Allah, hû, âh, hay... gibi isimlerle) ne bir zikir var, ne sakalı göğse vurmak var, ne de tepeden tırnağa kadar sallanıp dansetmek var! Ne başı sağa sola sallamak var, ne inlemek var, ne de göbekten bıçkı sesi gibi sesler çıkarmak var! Ne bir gazelhan, ne tef, ne ney, ne kaval var! Ne de ortada duran ve alkışlarıyla tempo tutarak etrafında dervişlerin dans ettiği bir put var! Sadece ve sadece Allah sevgisi, korkusu ve takvasıyla dolan ve rabbine yalvaran mümin bir kalb vardır. Yüce yaratanına yöneliyor, bütün mülkün sahibi ve hakimine yakarıyor, gerçek bir iman, halis bir tevhid içinde ona yalvarıyor. Allah'ın salat ve selamı alemlere hidayet olarak gönderilen kulu ve rasûlü Muhammed'in üzerine olsun!
Tasavvufçuların zikri ile ilgili şu tarihi olayı da naklederek konuyu bitirmek istiyoruz. Darimî'nin süneninde sahih bir senedle şu olay kaydedilmektedir:
"Ammara İbn Ebi Hasan el-Mazini, babamın dedemden naklederek şöyle dediğini işittim; diyor: Sabah namazından önce Abdullah İbn Mesud'un kapısında beklerdik. Çıkınca onunla beraber cemayi gederdik. Ebu Musa el-Eş'ari geldi ve "Ebu Abdirrahman henüz çıkmadı mı?" dedi. Hayır, dedik. Abdullah çıkıncaya kadar o da bizimle beraber bekledi. Çıkınca hepimiz kalktık. Ebu Musa ona şöyle dedi:
Ey Ebu Abdirrahman, az önce mescidde yadırgadığım bir durum gördüm. Onun dışında iyilikten başka bir şey görmedim. Nedir gördüğün? diye sorunca, yaşayınca görürsün, dedim ve anlattım.
Mescidde halkalar oluşturmuş oturup namazı bekliyen insanlar gördüm. Her halkada bir adam var, diğerlerinin elinde de taşlar var. Onlara yüz defa tekbir getirin, diyor, onlar da yüz defa tekbir getiriyorlar. Yüz defa lailahe illallah, getirin, diyor. Onlar da yüz defa lailahe illallah getiriyorlar. Yüz defa süphanallah, deyin diyor, onlar da yüz defa sübhanallah, diyorlar.
Abdullah, "Sen onlara ne dedin?" diye sorunca, Ebu Musa şöyle dedi: Onlara birşey söylemedim. Senin görüşünü veya emrini bekledim.
Abdullah şöyle dedi: Günahlarını saymalarını emretmedin mi? Yahut iyiliklerinden hiçbir şey kaybolmayacağını onlara garantilemedin mi? Sonra yürüdü, biz de onunla beraber yürüdük. Ve o halkalardan birine geldik. Başlarında durdu ve "Nedir bu yaptığınız?" dedi. Ey Ebu Abdillah, şunlar taşlar, yaptığımız tekbir, tehlil ve tesbihleri onlarla sayıyoruz, dediler.
Abdullah şöyle dedi: Günahlarınızı sayınız. İyiliklerinizden hiçbir şeyin kaybolmıyacağını ben size garantiliyorum. Yazık size ey Muhammed ümmeti! Ne çabuk helak oluyorsunuz?! Şunlar Allah Rasûlü'nün ashabı, her tarafta oktur. Şunlar elbisesi henüz çürümemiş, şunlar da tabakları, henüz kırılmamıştır. Allah'a yemin ederim ki bu yolunuz ya Muhammed'in tebliğ ettiği dinden daha hidayet üzeredir yahut bir sapıklığın kapısıdır. Şöyle dediler: Ey Ebu Abdillah, Allah'a yemin ederiz ki hayırdan başkasını istemedik. Şöyle dedi: Hayrı istiyen nice kişiler var ki hayra erişemezler!
Rasûlullah bize şöyle buyurdu: Bir topluluk var ki Kur'ân okurlar, ama Kur'ân gırtlaklarından aşağı inmiyor. Allah'a yemin olsun, herhalde onların çoğu sizdendir. Ondan sonra çekip gitti.
Ömer İbn Mesleme şöyle dedi: Nehravan gününde onların hepsinin Hariciler'le beraber bize saldırdıklarını gördüm." (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufçuların İbadeti


Zühd ve zikir alanında tasavvufun ne olduğunu gördük. Acaba tasavvufta ibadet nasıldır? Kalbin katılımı bulunmıyan, vücudun iştiraki olmıyan, Allah için birtek düşünce taşımıyan, huşu ile yönelen bir şuur ve yalvaran bir dua içermiyen bu ruku ve secdeler midir? Çünkü gördüğümüz bu ibadet şekli kabir putlarına karşı yapılan sücud ve tesbihler, sağır taşlarına bir ubudiyet olup onlara karşı son derece korku ve takva ile yapılmakta, onlara sığınılmakta ve tam bir mahviyet içinde yapılmaktadır. Görmüyor musunuz, Allah'ın mescidleri boş dururken kabir tapınakları her taraftan gelen kalabalıklarla dolup taşmaktadır? Allah'ın yatırların putlarından arındırdığı mescidleri cemaat bulamazken, göğsüne mezar taşlarının konulduğu ceset puthanelerinin nasıl sel gibi gelen insanlarla dolup taşmaktadır? Ölü kemiklerinin barındığı, etlerinin kokuştuğu veya varlığı vehimden öteye gidemiyen yatır kabirlerinin bütün genişliklerine rağmen kabrin veya çürümüş kemiklerin yahut üzerinde kubbeler dikilen hurafe vehimlerin yahut değişik hayvanların kemiklerinin bereketlerini almak için cahil insanlarla nasıl dolup taştığını görmüyor musunuz? Bütün bunların niçin olduğunu biliyor musunuz? Bütün bunlar kabirlerin veya türbelerin muhafızlığını yapan tasavvuf kahinlerine bolbol adaklar ve yardımların gelmesi içindir. Bu tapınakların döşenmesi, aydınlatılması, kokulandırılması ve yükseltilmesi için milyonları bulan masrafların yapıldığını görmüyor musunuz? Allah'ın mescidleri ise kargaların ötmesi ve baykuşların yuva yapması için terkedilmektedir.
Evet, tasavvufçuların ibadeti nedir? O leşler için sundukları adaklar mıdır? Yoksa ayaklar altında ezilen eşiklerde ölülere yapılan secdeler midir? Yahut bağışlamasını kazanmak ve rahmetine ermek için putların taşlarına büyük bir iştiyakla kondurulan öpücükler midir? Veya putperestlerin elinden çektiği ve kurtların kemirdiği tahtalar, mermer taşlar ve çürümüş kemiklerle Allah'a yapılan tevessüller midir? Kabirlerde çürüyen ölülerden ebedilik ruhunu ve hayat desteğini bekliyen kişilerin yaptığı uzun uzun dualar mıdır? Veya meded ya şeyh, destur ya gavs, imdat ya veli gibi sözler midir? Yahut işleri sarpa sardığında veya başları derde düştüğünde zavallıların kabirlerden yaptığı istiğaseler midir? Yahut tağutların tapınaklarında karanlık gecelerde ve uzayıp giden seherlerde tasavvufçuların tekrarladıkları şirk zikirler midir? (1) Kabirler ve içinde yatanlarla yapılan yeminler midir? Halbuki yüce Allah kendisine yeminin bir suçtan kaçmak veya bir cinayeti örtbas etmek için âlet edildiğini haber vermektedir.
İbdati, zikri ve zühdü ile tasavvufun ameli yönü de budur. Bunun insanlığa rehberlik etmeğe ve onu yüce değerlere götürmeğe elverişli olduğunu düşünüyor musunuz? Evet, nazari ve ameli yönüyle gördüğümüz bu tasavvuf insanları hidayete ve üstün değerlere mi iletiyor, yoksa hüzün dolu yufka yüreklerin ciğerlerini kemiren gizli bir verem veya kanser gibi öldürüyor mu?
Daha önce belirttiğimiz gibi nazari yönünde tasavvufçular kulun Allah'ın kendisi ve şirkin tevhidin aynısı olduğuna inanmış ve bu inancı din edinmişlerdir. İki yönü ile de tasavvufu gördünüz. İki yönü ile de bu tasavvuf insanları Rahman'ın kulları mı yapıyor yoksa şeytan ve tağutlara kul köle mi ediyor? Bu tasavvufun hedef ve gayeleri aynı olan izzet, şeref ve hakimiyet sahibi üstün bir tek ümmeti putperestliğin batıl çöllerinde dolaşan, zillet ve alçaklığa maruz bırakan, emperyalizme, alçaklığa, hakaret ve zillete boyun eğen ezilmiş ve bölük pörçük olmuş hayaletler haline nasıl getirdiğini artık insanların görmesi gerekmez mi?


Yâ Dua Ve İddiaları!


Tasavvufçular, platonik aşk ve romantizminden sembolizmine kadar hemen her türde şiir ve gazelleriyle hayranlarının gözünü boyamış, bunlara bakarak birçokları tasavvuf ve tasavvufçular hakkında muarızlarla bu yüzden tartışmaya girmiş, şiir büyüsü ve fitnesi taşıyan tasavvufçuların birtakım dua ve yalvarmalarını, hakkın parlaklık ve güzellik boyasını taşıyan yakarmalarını göstererek "Bunları söyliyen kişilere iftira ederek İslâm'dan uzak olduklarını nasıl söylersiniz?" diye itiraz etmiştir.
Tasavvufçuların aşkıyla büyülenmiş olan bu kişilere şunu belirtmek isteriz: Sapık hiçbir inanç mensubu veya çarpık bir din bağlısı yoktur ki mabudlarına yalvarmış ve kendisine vahiy atmosferinde peygamberlerin duaları gibi gelen dualarla tanrılarına dua etmiş olmasın! Acaba bu dualar ve yakarmalardan dolayı onları müslüman mı sayacağız?
Tasavvufçuların batıllarını savunma hamiyeti taşıyan müslümanlara şunu söylemek istiyoruz: Onların avukatlığını yapmadan önce kendilerine sorunuz, acaba bu duaları kime yapıyorlar? Kime yalvarıp yakarıyorlar? Mabudlarının sıfatlarını ve esma-i hüsnasını sorunuz? Onları mükellef tuttuğu şeriatını sorunuz? Bu soruların cevaplarını ağızlarından veya kitaplarından aldığınız zaman bu insanların Allah'a dua etmediklerini ve O'na yalvarmadıklarını kesin olarak görecek ve inancaksınız. Bütün bunları Allah'tan başka tapılması için uydurdukları tanrılar için yaptıklarına kanaat getireceksiniz. En azından dua ve yakarmalarında tanrılarını Allah'a ortak koştuklarını göreceksiniz.
Tasavvufçuların sözleriyle büyülenmiş veya onların fitnesine kapılmış olan insanlar onların "Bu sözlerimiz Kur'ân ve Sünnet'le kayıtlıdır" türünden sözlerini bize hatırlatıyorlar. Kitaplarının başında yazdıkları "Şeriata bağlı olmıyan kişilerin havada uçtuğunu veya su üzerinde yürüdüğünü görseniz bile o veli olamaz" gibi sözlerini delil olarak gösteriyorlar. (1)
Gerçek şu ki acıklı pratiği kamufle eden tatlı sözlere aldanan bilgisiz ve gerçeklerden habersiz yığınlardan kendisine taraftar bulmak için islâm toplumunda ortaya çıkan her fırka ve hizip bu gibi iddialarda bulunmuş, şeriatın ölçülerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu etrafına propaganda etmiştir. İmamlarını tanrılaştıran Şia bunu söylemiş, Allah'ın sıfatlarını işlevsiz kılan Muattıla söylemiş, Allah'ı insan gibi cisim yapan Mücessime bunu söylemiş, sapıklıkları gün gibi âşikâr olan Kadiyanilik ve Bahailik bunu iddia etmiştir. Bütün bu sapık fırkalar aynı şeyi iddia ettikleri gibi tasavvufçular da iddia etmişlerdir. Tasavvufun kahinlerinden en-Nablusi'nin vahdeti vücudun Kur'ân ve Sünnet'ten alındığını söylediği sözlerini daha önce nakletmiştik. Yer yüzünde ve alemdeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söliyen putperest bir anlayışın bile Kur'ân ve Sünnet'ten alındığını iddia edecek kadar yüzsüzlük yapan bir topluluk, sözlerinin Kur'ân ve Sünnet'e bağlı olduğunu nasıl iddia etmesin?!
Hiçbir insanı dilediğini iddia etmekten alıkoyamazsınız. Ancak yapılabilecek bir şey varsa, o da söylediği veya iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığını denemek, Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz. Peygamberin hak terazisiyle ölçmektir. O zaman iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığına delil ve hüccet ile hükmetmek mümkündür. Şu ana kadar tasavvufçuların gerek nazari inançlarını ve gerekse ameli yanlarını sergilemeye çalıştık. Acaba bunların şeriata veya salim bir akla bağlı olduklarını söyliyebilir misiniz? Tasavvufçuların tanrıları ve liderleri hakkındaki inançlarının şeriat veya akılla bağdaşan bir yanını gördünüz mü?
Tasavvufçular daha ilk gerçeğidir. Bu yüce gerçeğe ve ona terettüp eden kutsal hakikatlara inandığına nasıl hükmedebiliriz? Tasavvufçuların söylediği önemli değil, önemli olan yaptığıdır. Bazı meşhurlarının münafıklık yaparak iddia ettiği gibi, tasavvufçular acaba Kur'ân ve Sünnet'le amel ediyor mu? Söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutuyor mu? Tasavvuf büyüsü aşıklarının bize karşı güya delil getirdikleri sözlerden biri İbn el-Farid'in şu ifadeleridir:
"Senden ayrı birgün aklıma bir irade gelecek olsa, mürted olduğuma hükmederim."
İbn el-Farid'in zatından tecerrüd (1) ettiği, kendini bir tarafa bıraktığı yalanına rağmen, beyitte zatının Allah'ın zatından ayrı bir varlık olmadığını iddia ettiği görülmüyor mu? Burada zatından tamamen tecerrüd ettiği ve Allah'ın iradesiyle oturup kalktığını söylediğini farzetsek bile, şu sözlerini hangi çuvala koyacaksınız?
"Hayatını hayatımdan almıyan hiçbir canlı yoktur, her nefis ancak benim murad ettiğimi istiyebilir."
Yukarıdaki beytini bize delil getirenler, İbn el-Farid Taiyye'sinin dolup taştığı şirk ve zındıklığı hiç görmüyorlar mı? Baştan başa Taiyye'sinin rabba yalvardığı zaman ancak iffeti ayaklar altına alınan dişiye yahut kemikleri çürümüş bir ölüye veya ayniyyet mertebesinde sözünü ettiği rabbın varlığının tahakkuk ettiği zatının kendisine yalvardığını anlatmıyor mu?
Tasavvufçular iin timsah gözyaşlarını dökenler Rabia'nın şu sözünü delil getiriyorlar: "Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sadec sana zatın için ibadet ettim." (1) Bunu getirir ve ilahi aşkın şehidi Rabia için dil dökerler. Hertürlü arzudan, sevgi ve rağbetten, korku ve istekten tecerrüd ettiğini iddia eden Rabia için esas duruşta dururlar! Ama diğer tarafta hiçbir peygamberin böyle bir sözü söylemediğini veya böyle bir yolu izlemediğini akıllarına bile getirmezler.
Sonra Rabia'nın bu fettan tasavvuf büyüsüyle yüce Allah'ın zatını gözünün önüne diktiğini ve zatına âşık olduğunu unutuyorlar. Bu tutumuyla Allah'a korkarak ve severek, ümit ederek ve endişe içinde bulunarak dua eden peygamberlerin makamından daha üstün bir makama yükselmiş olduğu iddiasını da anlamıyorlar. Yüce Allah Hz. Zekeriyya ve beraberindekiler için şöyle buyurmaktadır: "Onlar hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı. Onlar bize derin saygı duyarlardı." (2)
Rabia'nın büyüsünden sizi kurtaracak şu âyetleri düşününüz: "Korkarak ve umarak Allah'a dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere O'nun rahmeti çok yakındır." (3) Yüce Allah korku ve ümit içinde kendisine dua edenlerin muhsinler (iyi iş yapanlar) olduğunu bildirmiştir. İhsan da ibadet derecelerinin en üstünü ve ubudiyet makamlarının en yücesidir. Ubudiyet de sevgi ve tezellülün son derecesidir. Acaba bunun dışında Rabia'nın iddia ettiği sevgi nedir?
"Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki bu âyetlerle kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve rablerini hamd ile tesbih ederler. Onların, yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." (1) Allah'ı zikretmek ve anmak için gece karanlıklarında yataklarından kalkan, Allah'a korku ve umut içinde dua eden, vereceği nimetleri istiyerek ve azaptan kurtarmasını umarak yalvaranlardan Allah'ı daha çok kim sevebilir! Durum böyle olunca acaba Rabia'nın iddiasını yaptığı sevgi de ne oluyor?
Birer insan olarak peygamberler de dahil insanın en belirgin özelliklerinden biri korkması ve umut beslemesidir. Allah'tan korkması insanlığın en yüce makamıdır. Egemen olan ve bütün varlığı kaplıyan sevginin en açık delili, sevilen hakkında kalbin korku ve umutla dolmasıdır. Hoşnutluğunu kazanma arzusu ve cezasından kurtulma umudu ile kalbin dolup taşmasıdır. (2) Ortada elde edilecek birşey yoksa, o zaman onun sevgisinden ümitsizliğe düşülmüş ve sevgi zayıflamış demektir. Vereceği ceza korkusu da kalmamışsa, o zaman sevilen kişi horlanmış ve küçümsenmiş demektir. Sevgi arttıkça sevgiliye kavuşma arzusu artar ve ondan ayrı kalmanın yahut mahrum olmanın korkusu şiddetlenir. Korku ve umut sevginin yer yüzünde kanatlandığı iki kanadıdır. Bu iki kanattan yoksun olan bir insan sevgiden yoksun ve sevgi iddiasında yalancıdır. Çünkü böyle bir iddia ne şuuru kaplar, ne de iradeyi yönlendirir.
Ama gelin görün ki Rabia ve onun eğri çizgisinde gidenler o tertemiz beşeriyetten, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmek için geceleri yataklarını terkeden azim sahibi peygamberlerin insanlığından sıyrılmış olduğunu iddia ediyor. Acaba böyle bir iddianın ardında ne var? Böyle bir iddianın ardında yatan şudur: Allah'ın seçkin peygamberleri bile bu zirveye ulaşamaz. İddia sahibi bir beşer değil, bir ilahtır. Çünkü meleklerin kendileri bile korkar ve umarlar. Böyle bir iddianın ardında yatan şudur: Rabia, Kur'ân-ı Kerîm'i indirirken kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için yüce Allah'ın yanlışlık ettiği cennete bizi teşvik etmek ve cehennemden sakındırmakla haksızlık ettiği iftirasıdır. Bunları bizden istiyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevkederek bizi aldattığı iftirasıdır. Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını istiyecekmişiz. Cennetini istemiyecek ve cehenneminden korkmıyacakmışız!
Rabia'nın her şeyden tecerrüd ettiğini iddia etmesi, sevdiği ile müsavi (eşit) olduğunu hissetmesidir. Ne kadar çirkin ve yalancı bir iddia! Belki de hayatta tadamadığı eş olma özlemini bu yolla tatmin etmekte ve yüce Allah'ın zatına (hâşâ) aşk ilan etmektedir!
Sonra şu sözleri söyliyen Rabia'nın kendisi değil mi? Kabe hakkında şunları söylüyor: "Yer yüzünde ibadet edilen şu put!" (1)
Şu âyeti okuyunuz: "Allah inananlara da Firavn'ın karısını misal gösterdi. O, "Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimler topluluğundan kurtar" demişti." (2)
Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'ân'ında zikrettiği, sonra müminlere bir örnek olarak verdiği şu tertemiz yüce saliha kadın cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve dua ediyor. Firavn'ın eşi yanında adı bile anılmaya değmiyecek olan Rabia ise cenneti red ediyor ve istiyecek kadar alçalmıyor (!)
Şu âyet-i kerîmeyi de okuyunuz: "Allah müminlerden mallarını ve canlarını onlara verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir bu." (1)
Kerim ve herşeye kadir olan yüce Allah'tan yüce bir vaad! Bu vaadin karşılığında müminin canını ve malını satın alıyor. Bu vaad ne ola ki? Bu vaad, mümine cennetin verilmesidir. Âyetin sonunda bunu büyük kurtuluş olarak nitelemiştir. Ama gelin görün ki Rabia bütün bunları tepeliyerek münkir yüksekliğinden bakıyor ve bunu kurtuluş olarak görmiyerek başkasını istiyor. Allah için söyleyiniz, bu kerim olan Allah'ı cimrilikle suçlamak yahut uygun vaadde bulunmamak ve müminin malını ve canını cennet karşılığında satın alarak yanlışlık yapmakla suçlamaktan başka nedir? Bütün peygamberlerin duaları cehennem azabından kurtarması ve cennete koyması şeklinde iken Rabia ve benzerlerinin bu sünnete muhalefet etmesi, cennet nimetini ve cehennem azabını tepmesi İslâm'la nasıl bağdaşır? İnsanlara böyle çirkin bir çığır açmak ve dinde bid'at çıkarmak Rabia ve benzerlerine Allah'ın nurundan mahrum kalmak için günah olarak yeterli değil mi?
Tasavvufçular için onlardan önce kendilerini aslanın ağzına atanlar, Maruf el-Kerhi'nin (2) ancak delilerin yapabileceği şu olayını delil getirerek onları savunurlar. Rivayete göre el-Kerhi bir nehrin kıyısında abdest bozmuş ve teyemmüm etmiştir. Ey Ebu Mahfuz, su yakınında, denilince, "Belki ona yetişemem" demiştir. (3)
Rasûlullah eşleriyle yatıyor ve onlarla yattıktan sonra birtek gusulle yıkanıyordu. Acaba her biriyle yattıktan sonra neden her bir yatıştan sonra yıkanmıyordu? Hatta bazı gecelerde abdest almakla yetinerek cünup gecelediği de rivayet edilmiştir. Acaba Maruf el-Kerhi Rasûlullah4tan daha mı çok Allah'tan korkuyordu? Yahut Rasûlullah gibi üzerine vahiy mi iniyordu? Şühe yokki Allah, yanıbaşındaki suya varmadan önce kulunun ruhunu alacak olursa, ona Maruf el-Kerhi'nin sandığından çok daha merhamet edecek kadar merhametlidir. Elbetteki bütün bunlar korku ve umuttan soyutlanıp bir karış kadar yakınında bulunan suya varmadan teyemmüm edecek kadar aşırı korkuya boğulan veya Allah'ı despot bir gardiyan sanan tasavvufi bir aşırılıktır. Nereden bileceğiz, korkmamak için mi seveceğiz yahut sevilmemek için mi korkacağı?
Bu gibiler Bişr el-Hâfî'den zekatı soran imam Ahmed İbn Hanbel'e diş biliyorlar. Çünkü zekatın mikdarını soran İmam Ahmed'e Bişr şu mugalata ile cevap vererek guya fena fillahını göstermiş oluyor: "Size göre onda bir, bize göre kölenin kendisi. Kölenin elinde ne varsa efendisinindir!" Bu muğalatayı okuyan veya duyan tasavvufçuların gözleri belki de tasavvuf şarabı sarhoşluğundan fal taşı gibi parlıyor!
Bunlar tasavvufçu Bişr'in "Bize göre, size göre" sözlerindeki büyük günahı unutuyorlar. Çünkü bu anlayış dinin şeriat ve hakikat olduğunu (1), şeriatın zahir ehli, hakikatin de batın ehlinin dini olduğunu iddia eden tasavvuf hurafesinin ifadesinden başka bir şey değildir. Bu mesele üzerinde daha önce durmuştuk. Bişr'in "Bize göre kölenin kendisi. Kölenin elinde ne varsa efendisinindir" sözünün tasavvuf dini veya batın dininden olduğunu da akıllarına getirmiyorlar.
Bişr el-Hafi'nin kim olduğunu görüyorsunuz. (1) Tasavvufçuların taptığı efendilerini öğrendiniz. Şimdi de Seyyid Bişr'i öğrenin bari!
Tasavvufçuları savunanlar kelimelerinde fettan dişiliğin bütün çıplaklığıyla sergilendiği, aşk gözyaşlarının döküldüğü ve yaraların inlediği tasavvufi duaları da bize delil olarak gösteriyorlar. Onlar bunları göstere dursunlar. Kendilerine bırahmanların (2) ve budistlerin (3) ruhları esir eden, aşkın cilvelendirdiği bir gönül ve sırıl sıklam ettiği bir nefisten yankılanan şeffaf terennümlerle yaptıkları dua ve getirdikleri salavaları hatırlatmak istiyorum. Zerdüştiler (4), Manihaistler, Firavncılar, yahudiler, hıristiyanlar, bahailer (5), kadiyaniler (6) de aynı şeyleri yapmışlardır. Onların duaları olduğunu bilmeden yaptıkları yalvarma ve yakarmaları okuduğunuz zaman göğün kendilerinden hoşnut olduğunu müjdelediği kıddislerin duaları olduğundan şüphe bile etmezsiniz. Acaba bu dualarından dolayı onları hakkın erleri ve İslâm'ın askerleri mi sayacağız? Dua eden kişiye rabbine ne ile ve nasıl dua ettiğini değil, dua ettiği rabbinin kim olduğunu ve sıfatlarını sorunuz önce! Onun için tasavvufçuların aşk ve gözyaşları içinde yaptıkları dualarından önce, nasıl bir Allah'a inandıklarına ve hangi ilaha taptıklarına bakınız.
Daha ne dualar var! Okuyup düşündüğünüz zaman, seher vakti mihraplarda gözyaşları içinde yapılan ve halis bir ubudiyetin ifadesi olan dualar olduğuna kanaat getirirsiniz. Ama o dualarda aşk gözyaşlarını kimlerin döktüğünü anladığınız ve sahiplerinin hangi dine mensup olduklarını öğrendiğiniz zaman, hepsinin boşa giden yakarmalar olduğuna hükmedecek ve az önce haklarında beslediğiniz bütün iyi niyetler hava olup kaybolacaktır. Bütün o güzel zanlarınız buhar olup gidecek ve sanki gökten dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi elleriniz bomboş kalacaksınız. Ne varki bu durum sizi tasavvufçuların haktan uzaklaştıran büyülü etkisinden ve onların duaları hakkında beslediğiniz hüsnüzandan kurtaracaktır. Bu durum sayesinde onların ikiyüzlülüklerine bakarak geldiğiniz oyundan kurtulacak, müslümanlarla aynı mihrabı ve aynı sebebi paylaşan kişiler olmadığını göreceksiniz. Kısaca onlar hakkında daha önce beslediğiniz iyi niyetlerden vazgeçecek ve gerçekleri göreceksiniz.
İsterseniz şu dualara bakalım. "Allah'ım, şeriatının yolunda yürümemi ve tavsiyelerine sıkı sıkıya bağlı kalmamı murad et. Allah'ım beni günah ve isyanlardan ve şeytanın aldatmasından koru. Beni şehvetlerin etkisinde bırakma. İradem sana boyun eğsin. Hayra sarılmama yardım et. Himayen içine al beni. Amin." (1)
Bu duada batıl adına bir şey görüyor musunuz? Yoksa Kâbe'nin duvarında Allah'a kendisiyle dua edilecek salih bir dua mıdır? Sık sık "Allah'ım, Allah'ım" deyişlerini ve "İradem sana boyun eğsin" sözlerini görüyorsunuz değil mi? (2)
fakat bu duanın kime ait olduğunu biliyor musunuz? Bu bir yahudinin duasıdır. Yahudiler hakkında ise yüce Allah şöyle buyuruyor: "Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler, Allah'ın âyetlerini inkara devam etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi..." (3)
Acaba bu ve benzeri başka dualar Allah yanında yahudilere şefaat etti mi? Hayır. Bütün varlıkların kulaklarını bu dualarla doldursalar bile yaramaz. Çünkü bu dualarla Allah'a değil, başka bir tanrıya yalvarıyorlar. Sağır materyalist kuruntularının uydurduğu başka bir ilaha dua ediyorlar. Ellerini göğe kaldırmışlar ama o eller haksız yere öldürülen peygamberlerin kanlarıyla bulaşmıştır. Ellerini göğe kaldırırken kalblerinde Allah değil, değişik tanrılar olmuştur. Tasavvufçular işte bu gördüğünüz kötülükten daha büyük kötülük işlemişlerdir. Yahudiler Allah'tan başka kendilerinin uydurduğu birtakım tanrılara yalvarmışlarsa, tasavvufçular alemdeki her şeyin Allah olduğunu ilan etmiş veya kendilerini tanrı yerine koymuşlardır.
Şu duaya da bakalım: "Allah'ım, sana tevekkül ettim. Onun için sonsuza kadar mahçup olmam. Allah'ım, bana yollarını göster ve öğret. Hakkına beni ilet ve öğret. Çünkü ilahım ve kurtarıcım sensin. Bütün gün sana yalvardım. Çirkin işlerimin çokluğunu düşünce, bedbaht olduğumu görüyorum. O korkunç kıyamet gününden ürperiyorum. (1) Ama şefkatinin büyüklüğüne güveniyorum. Davud gibi sana sesleniyorum: Allah'ım, büyük rahmetinle bana merhamet et." (2)
Kalbin derinliklerinden kopup gelen ve gönlü dolduran sevginin şeffaf ifadeleri olan bu dua için aklınıza hiçbir kötü düşünce gelebilir mi? Allah'ın rahmetine sahibinin sonsuz umutlarla bağlandığını ve her şeyini ona havale ettiğini görmüyor musunuz? "Allah'ım, Allah'ım" diyerek yakarışlarını müşahade etmiyor musunuz?
Fakat bu duanın kime ait olduğunu biliyor musunuz? Ortodoks rum bir kadının duasıdır. Yüce Allah onlar ve onlar gibi insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki birtek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur." (3)
Acaba bu ve benzeri dualar onlara Allah nezdinde şefaat etmiş ve kafir olmaktan kurtarmış mıdır? Kafir olduklarını belirten Allah'ın hükmünü onlardan kaldırmış mıdır? Hayır. Kainatın bütün zerreleri onunla yankılansa bile, hayır. Çünkü üçün üçüncüsü olan bir tanrıya inanmışlardır. Bu dualarla gerçek olan Allah'a gerçekten yalvarmamışlardır. Bu dualarla üç unsurdan oluştuklarına inandıkları bir tanrıya dua etmişlerdir. Bunlar tanrının üç unsurdan oluştuğuna inandıkları için kafir olmuş ve duaları onlara yaramamış ise, alemde her şeyin Allah olduğunu söyliyen yahut kendilerini tanrı ilan eden tasavvufçulara duaları nasıl yarasın?
Tasavvufçuların kötülüğü bu kötülükten çok daha korkunçtur. Çünkü her şeyin aynısı olan bir tanrıya inanmışlardır. Yahut onların mukaddes tesbihlerinde söyledikleri "Bütün görünenler onun aynısıdır" sözleriyle belirtilen bir tanrıya inanmışlardır. Yine "Gördüklerinin zatı görmediğinin aynısıdır" diyerek şu alemde görülen bütün varlıkların Allah'ın zatının aynısı olduğunu söylemiş ve böyle bir tanrıya inanmışlardır. Tasavvufçuların ilahı işte budur.
Bir de şu duaya bakalım: "Ey yüce ilah, sana selam olsun. Ey efendim,sana selametle geldim. Bana şefkat et. Sen şefkatin sahibisin. Sesimi işit, söylediklerimi kabul et. Ben senin kullarından biriyim." (1)
Bu duada bir şirk yahut bir putperestlik görüyor musunuz? Ama dua sahibinin inancını öğrenir öğrenmez içiniz ona nefretle dolacak ve diliniz lanetler yağdıracaktır. Çünkü bu dua bir buzağı veya bir yıldız suretinde inandığı rabbine ibadet eden Firavn dönemi putperest kadınlardan birine aittir. Tasavvufçular da aynen böyledir. Hatta Firavn putperestliğini allayıp boyamış ve her şeye tapan bir tasavvuf olarak insanlara sunmuştur.
Şimdi de şuna bakalım: "Rabbimiz, sana yöneliyor ve sana yalvarıyoruz. Tekbir ve tehlille seni anıyoruz. Tesbih ve takdisle seni övüyoruz. İlahi, sığınağım, şiddet ve bela anlarımda barınağım ve yardımcımsın. Sana dua ellerimi açıyorum, yalvarıyorum. Ey yüce Rab, ey celal ve cemal sahibi, bütün bağışlarını, rahmet ve bereketini, rahmaniyet gözlerinin bakışlarıyla ihata ettiğin dostların üzerine geniş nimetlerini indir." (1)
Ruhu okşıyan ve meltem rüzgârları gibi içi ferahlatan bu içli yakarışlarda acaba tevhide aykırı herhangi bir şey görüyor musunuz? Böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Fakat bu duaların kime ait olduğunu biliyor musunuz? Bu dua Abdulbaha lakabıyla bilinen alçak ve zındık Abbas İbn Mirza Hüseyin'e aittir. Bu dualarla rabbine yalvarmaktadır. Acaba bu dua onu seher vaktinde tek ve yüce Allah'a yalvaran bir müslüman yapar mı? Hayır. Çünkü bu dualarla Allah'a yalvarmıyor, bilki Şia'dan Babai zındıkların Allah'ın en mükemmel tecessüd ettiği ve en mükemmel tezahürü olduğuna inandıkları babası Mirza Hüseyin Ali'ye yalvarmaktadır. "Rabbim, tanrım" derken Allah'a değil, babasına dua etmektedir. Taraftarlarına ilahi zatın kendi vücudunda tecessüd ettiğini iddia etmiş, onlar da bu iddialarına iman etmişlerdir. Tasavvufçular da bu küfrü katmerleştirmiş ve zatı, sıfatları ve fiilleriyle bütün varlıklarda tecessüd eden bir tanrıya tapmışlardır. Bu dualarla Babailer müslüman olup kurtulmayacakları gibi tasavvufçuları da küfürlerinden bu dualar kurtaramıyacaktır. Zira İslâm'ın istediği nitelikte iman olmadan amel sahibini kurtarmamaktadır.


Bir Karşılaştırma


Lafızları mümin, ama sahipleri kafir olan bu dualarla lafzı, manası ve sahibinin kalbi kafir olan şu tasavvufi duaları karşılaştırınız. "Allah'ım, bütünümü kendi bütünlüğünde yok et. Evveliyetimi evveliyetinle destekle ki, evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, hüviyetini hüviyetimde, inniliğini inniliğimde, zahirliğini zahirliğimde, batınlığını batınlığımda ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde (1) ve beraberliğin beraberliğimde olsun ki o sırrın tüm ünvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım." (2)
Vücut, zat ve hakikat olarak Allah'ın aynısı olması için Allah'a dua ediyor. Acaba bu zındıklığa ibn Arabi'den başka kim cesaret edebilir?
Bir de Hz. Peygamber'e getirdiği selata bakalım. "Allah'ım, zatın tılsımlı görünümü, derya yağmuru, cemal (güzel)liğin lahutu (ilahı) ve visal (kavuşma)nın nasutu (insanı) (3), hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti (4), süregelen mahlukatın kaynağı (5), fark nasutlarını hak yoluna ilettiğin kişiye selat ve selam olsun. Allah'ım, onunla, ondan ve onun içinde ona selat kıl." (6)
İbn Arabi demek istiyor ki "Allah'ım, kendisinde Allah'ın tecessüd ettiği (maddi vücut kazandığı) Muhammed'e selat kıl. Allah'ım, kainatın suretlerinden zahir olmuş ve olmaya devam eden kendine selat kıl." Hakk'ın karşısında bu tasavvufi duanın günahkâr katıksız bir küfür ve dinsiz putperest şirki değil midir?
Bundan sonra artık tasavvufçuların şiir veya nesir olarak döktükleri dillere ve dua gazellerine aldanan ve onların oluşturdukları seraba kananlardan herhalde olmazsınız. Çünkü dua eder ve selat getitirken tasavvufçular bunları Allah'a değil, Allah'ın ve Rasûlü'nün red ettiği bir tanrıya yapmaktadır. Artık tasavvufçuların dua veya selat esnasında döktükleri timsah gözyaşlarına müslümanların aldanacaklarını sanmıyorum. Onların "Allah'ım" deyişleri sizleri aldatabilir. Ne varki yukarıda da belirttiğimiz gibi bu lafzı budist, yahudi, hıristiyan, bahai ve diğer her türlü din sahibi insanlar da kullanmaktadır. Ama her biri inandığı tanrıya veya hevesinden uydurduğu ilaha seslenmektedir. Her din mensubu kendi dilinde bu kelimeyi kullanmakta ve mitolojisindeki tanrıya yalvarmaktadır. Onun için tasavvufçuların "Allah" demelerine aldanmamak lazımdır.
Yine onların "Allah'ım, Muhammed'e selat kıl" demelerine de aldanmamak gerekir. Çünkü aynı kelimeleri Bahailer de kullanmaktadır. Zira tasavvufçuların selat ve selam getirdikleri Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed değil, belki insanları aldatmak ve sempatilerini kazanmak için heva ve heveslerinden uydurdukları bir Muhammed'dir. Çünkü tasavvufçuların Muhammed'i beşeri bir vücutta tecessüd eden ve tasavvufi ilahların ilahı olan Muhammed'dir. Nitekim tasavvufçular bunu Hakikati Muhammediyye adıyla anarlar. Bununla da Allah'ın Muhammed suretinde tecessüd eden muayyen bir hakikat olduğunu ifade ederler.
Tasavvufçuların Hz. Muhammed'e selat ve selam getirdiklerine yahut ona tabi olduklarına inanmak mümkün değildir. Çünkü yüce Allah Hz. Muhammed'e hitap ederek "De ki, Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun" demektedir. Allah'ı sevmek Hz. Muhammed'e uymayı gerektirir. Şimdi söyler misiniz, Hz. Muhammed'in dininde bu saçmalıklardan hangisi mevcuttur? Hz. Muhammed'in dualarında, selat ve tesbihlerinde, ibadet ve taatlarında bu şirk ve küfürlerin hangisi vardır? Hz. Muhammed'in insanlığa tebliğ ettiği dini değiştirenler, onun sünnetini ve yolunu çiğniyenler, Allah inancını tahrif edenler, helal ve haram olarak belirttiklerini altüst edenler, şirk ve küfür diye nitelediği şeyleri din ve iman olarak insanlara sunanlar hangi yüzle ona uyduklarını, ona selat ve selam okuduklarını, onu sevdiklerini ve örnek aldıklarını iddia edebilirler? İnanç olarak Grek felsefesini, takva olarak hıristiyan ve hint mistisizmini hayat tarzı olarak sasani şirkini, şeriat ve nizam olarak hivanı safa ve batiniyye mezhebini kendilerine din yapan bu insanların Hz. Muhammed'i sevdiklerini ve onun yoluna bağlı bulunduklarını hangi aklı evvel iddia edebilir? Bütün bu şirk ve ilhamlarıyla onları birer müslüman olarak sunan ve inanan insanlara hangi müslüman gözüyle bakılabilir? "Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz ve yalandan başka söz de söylemezler" (1) "Hevasını (kötü duygularını) kendine tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almıyacak mısınız?" (2) Allah'ın bunlar ve benzerleri hakkındaki hükmü budur. Allah'ın hükmünden başka hangi hükme inanacaksınız?!
Tasavvufçular utanmadan Allah'ın sevgili kulları olduklarını yahut Allah ve Rasûlü'nü çok sevdiklerini iftira ederler. Bunu zarif ve latif bir sesle söyler, tevazu maskesine bürünürler ki görenler yer yüzünde yürüyen nurani melekler olduğunu sanır. Riya korkaklığıyla şişirilen ve nifak sinsiliğiyle abartılan bu seslerin sarhoşluğu dinleyicilerin şefkat tellerini titretir ve dillerini yutmalarına sebep olur. Bakıyorsunuz, hakkı kendilerine hatırlatanların yüzüne derviş "Bunu söyliyenlere iftira edip onların Allah'ın düşmanları olduğunu mu söylüyorsunuz?" diye haykırır.
Ama yahudi ve hıristiyanların da aynı şeyi iddia ettiklerini, fakat yüce Allah'ın onları yalanladığını unutmamak lazımdır. Yüce Allah buyuruyor: "Yahudiler ve hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki, öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Gerçek şu ki siz de O'nun yarattığı insanlardansınız." (1) "Onun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve onu razı edeccek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır." (2)
Şüphesiz Allah'ı sevmenin delili, O'na itaat etmek, O'ndan korkmak ve bütün getirdiklerinde peygamberi Hz. Muhammed'e tabi olmaktır. "De ki, Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun, Allah da sizi sever." (3)
Kutsal kitaplarında bulunduğu şekliyle tasavvufçuların dinini sizlere aktarmaya çalıştım. Acaba bu dinlerinde onların Allah'ın sevgilileri ve Rasûlü'nün dostları olduğunu gösteren en ufak bir parıltı görüyor musunuz? Gerçek şu ki onlar kahinlerini ve meşhurlarını Allah'tan başka tanrılar edinmiş ve Allah'ın dinine sırtlarını çevirmişlerdir. Böyleyken onların Allah'ın sevgilileri ve Rasûlü'nün dostları olduğuna nasıl inanabilirsiniz?
Rasûlullah'ı ve ehli beytini sevdiklerini iddia etmeleri, pisliğin kutsallığını ve büyük günahın ruhani bir fazilet olduğunu iddia etmek kadar gülünç bir iddiadır. Nitekim aynı iftirayı aşırı fırkalarıyla Şia da yapmış ve ehli beytin sevgilileri olduklarını iftira etmişlerdir. Tasavvufçuların olsun, Şia'nın olsun, iki tarafın da Rasûlullah'a uyduklarına ve sadece onu örnek ve lider kabul ettiklerine inanıyor musunuz? Ehli beyti ve Rasûlullah'ı sevdiklerine dair iddialarının delili, ehli beytindir, diye iftira ettikleri kabirlere ve yatırlara tapacak kadar sarılmaktan başka nedir?
Buna dair delilleri, insan veya hayvanın, yoksa salih veya zalimin, müslüman veya yahudinin olduğu bilinmiyen kemik yığınları üzerinde yaptıkları ve taptıkları kubbelerden başka nedir? Müslümanları Allah'ın evi Kâbe'ye hacca gitmekten alıkoymak ve bizzat müslümanların kalblerini harabeye çevirmek için Mısır'da Fatımiler bu kabirleri yükselttiler ve insanları onlara yönelttiler. Bu kabirleri yükselttiler ve ehl-i beyte ait olduklarını iftira ettiler. Bunların muhafızlığını ve hizmetçiliğini de tasavvufçular yaptılar. Ehl-i beyti sevdiklerine dair delilleri bu kabirlerin örtülerini, taşlarını, tahta ve demirlerini öperek, içine güzel kokular saçarak, eşiklerinden şefaat ve medet umarak ve her mevsimde onlar için putperest bayramlar düzenliyerek onlara tapmaktan başka nedir? Sormayın orada işlenen cinayetleri! Düzenlenen bu putperest bayramlarda şeytanların dirilttikleri cahiliyyeti, gece karanlıklarında işlenen cinayetleri ve kirletilen iffetleri sormayın! Bu mevlidlere gelenlerin ve katılanların dirilttikleri cahiliyye hayatını sormayın! (1)
Bu şekilde tasavvufçular müslümanların bütün dünyasını vahşet, korku ve dehşet ve İslâm adına işlenen cinayetlerle dolu bir mezarlık yapmağa çabalamaktadır. Müslümanların gönüllerini kabir ve gayelerini de kabirler yapmak için gayret etmektedir. En yüce tanrılarını kabirlerde çürüyen leşler göstermek peşindedir. Hayatın tümünü kabirlerdeki leşlere ve kabir meçhullerine kurban yapmak için müslümanları teşvik etmektedir. Mısır'da bir hafta geçmiyor ki tasavvufçular şirk mitolojilerine inanan ve putlarına tapanları bir kabrin başında toplamış olmasın. Puthanelerin başında toplanır, onun hamdi ile tesbih eder, tevazu ve huşû içinde kemiklerine secde eder, en koyu mecusilik günahlarını işler, içki ve esrarları çeker ve gecenin karanlığında fucur ve masiyet bataklığına dalar çıkarlar. Bunlara da mevlidler yahut ölümsüz yıldönümleri ve hatıra günleri adını verirler. Tören bitmeden veya dağılmadan önce mutlaka bir kabrin kemikleriyle en kısa zamanda nasıl ihtifal edeceklerini kararlaştırırlar. Tasavvufçunun üzerinden geçen hiçbir gece veya doğan hiçbir gündüz yoktur ki onda kalbi bir kabrin kemiklerine bağlı olmasın veya yatır putuna içinde özlem duymamış olsun. Hiçbir tasavvufçu yoktur ki oturur veya kalkarken, iner veya binerken bir kabrin putu ile istiğase etmesin veya ondan medet ummasın. Gece gündüz, oturur ve kalkarken, evde ve sokakta, her zaman ve her yerde tasavvufçuların gönlünde yatan arslan kabirlerdir. Kabirler, kabirler, kabirler!
Tasavvufçuların dünyası işte budur. Tasavvufçuların cihadı da, ibadeti de kabirler içindir. Onlarla yaşar, onlar için ölür ve onlar için oturur kalkarlar. Onların temenni edecekleri en hayırlı şey, herhalde saat başı bir kabir mevlidi ve bir hatır bayramı olması için bütün müslümanların ölmesini istemektir. Onun için tasavvufçulara daha çok kabir bayramları ve mezar törenleri kazandırmak, kafataslarına daha fazla adaklar sunmak için müslümanlar kendilerini öldürmeleri gerekiyor!
Tekrar vurguluyoruz, bunların Rasûlullah'ı ve ehl-i beytini sevdiklerine dair delilleri, hayal gören uykulu gözler, susamış ve solmuş dudaklar ve cehennem alevlerine teşvik eden kırmızı yanaklar ile dans eden göğüslerden başka nedir? Bütün delilleri bu sarhoşluk neşvesi ve şehvet anarşisi içinde çektikleri gazeller ve çaldıkları müziklerden başka nedir? Ne ilzam edici deliller değil mi?
Bir hayat ki baştan başa günah ve haram! Hayat sahiplerinin kalpleri tapılan çürümüş kemiklere bağlı, tanrılarının kendisi kokuşmuş leşler! Bir hayat ki bütün düşünceleri hurafe ve masal, baştan başa ölüler dünyası, meçhullerin bile korktuğu ve ürktüğü bir âlem, zilletin kasıp kavurduğu ölü ve donuk bir dünya! Hayatı kurmak ve yükselmek için çaba?!
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de kendini mukaddes sıfatlarla tavsif etmiş ve kendini esmai hüsna (güzel isimler) ile adlandırmıştır. Müslümanlar da onu kendini tanıttığı sıfatlar ve adlandırdığı isimlerle tanıtmış ve adlandırmıştır. Onun için sıfatlar uydurmamış ve isimler iftira etmemişlerdir. İsim ve sıfatları için Kur'ân'da belirtilen ve Arap dilinde kullanılan başka manalar uydurmamış ve çerçevesinden çıkarmamıştır. Bütün bunlar Allah'ın söylemediği bir şeyi ona söyletmemek yahut sevmediği bir şeyle onu tavsif etmemek veya hoşlanmadığı bir isimle adlandırmamak içindir.
Aynı şekilde yüce Allah bize hidayete ileten ve doğruyu gösteren yüce bir şeriat göndermiş ve onunla bütün şeriatları sona erdirmiştir. Allah'ın emin Rasûlü de onu insanlığa tebliğ etmiştir. Müslümanlar Allah'ın şeriatına ondan olmıyan şeyleri katmamış, şeriatını eksiklik ve noksanlıkla itham etmemiştir. Çünkü o şeriatın sahibi ve onu tebliğ eden Rasûlün maliki her zaman ver yer için neyin elverişli olacağını bilir. Zamanı ve onun içinde yaşıyanları, kendileri için en hayırlı şeyin ne olduğunu sonsuz bilgisiyle bilir.
Yüce Allah Hz. Muhammed'e indirdiği şeriatın son şeriat ve risaletin son risalet olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra ne bir nebi, ne de bir resul vardır. Rasûlüne indirdiği şeriat kıyamete kadar insanlara elverişli ve yeterlidir. Buna inanmıyanlar Allah'ı bilmemek, anlamamak, hikmet ve marifet sahibi olmamakla itham etmektedirler. Kendileri için neyin yararlı ve geçerli olacağını bilmemekle onu suçlamış olmaktadırlar.
Aynı şekilde müslümanlar Allah'ın şeriatını donukluk ve katılıkla, insanlığın yükselmesi ve medeniyeti yolunda duran büyük engel olmakla da suçlamamış ve itham etmemişlerdir. Hükümlerinin insanın maddi ve manevi yapısını tatmin etmeme ve belirlediği hayatın insanın ruhunu okşamamakla da suçlamamışlardır.
Ama tasavvufçular Allah'ın kendini nitelediği şeyleri kabul etmemekte, kendine verdiği isimleri tanımamakta, vahyini red etmektedir. Onun yerine parçaları gözün gördüğü ve aklın sezdiği bütün varlıklara bölünmüş bir ilaha inanmaktadır. Onun yerine her şeytandan bir peygamber ve her mezardan bir Kâbe edinmekte, her sapıklıktan ve şirkten şeriat benimsemekte, her kabirden ve leşten medet ummaktadır. Allah'ın esmai hüsnasını ve mukaddes sıfatlarını tahrif ederek zevklerine uydurmakta ve hurafelerden oluşturdukları bir dünya çizmektedirler. "O gibilere "Allah'tan kork" denildiği zaman işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurur kendisini yakalar (ve daha çok günahlar işler). Ceza ve azap olarak ona cehennem yeter. Ne kötü yataktır o!" (1)
Tasavvufçular diledikleri kişilere selat ve dualarıyla yalvarsınlar. Facir ve fasıkların mabedlerinde gece karanlıklarında putperest buhurlar içinde diledikleri kadar dua etsinler! Unutmasınlar ki putlara yalvarmakta, leşlere yakarmakta ve taşlara dua etmektedirler!
Dünyanın dört bucağında tasavvufçuların kabir inancı ve kabirlere nasıl baktıklarına, Allah'a dua eder gibi onlara nasıl dua ettiklerine dair Hindistan'dan bir misal verelim. Mısır'lı yazar Mustafa Lutfi el-Menfalûtî naklediyor ve şöyle diyor:
"Hind alimlerinden biri bana bir mektup yazarak son zamanlarda yayınlanan Abdulkadir Geylani'nin hayatı, kerametleri ve menkıbelerine dair Tamil dilinde yazılmış bir kitabı tanıttı. Sözkonusu kitapta velilik ve peygamberlik makamı bir yana, ancak Allah'a yakışacak sıfatlar ve lakaplar el-Geylani için kullanıldığını belirterek onlardan örnekler vermektedir: Yerin ve göklerin hakimi, fayda ve zarar sağlıyan, alemlerde tasarruf eden, yaratıkların sırlarına muttali olan, ölüleri dirilten, kör, dilsiz ve cüzzamlıyı iyileştiren, işi Allah'ın işi olan, günahları bağışlayan, belaları önliyen, çalçaltan ve yükselten, şeriatın sahibi, mutlak vücudun sahibi gibi sıfat ve lakaplar.
Kitapta Abdulkadir Geylani'nin kabrinin nasıl ziyaret edileceğini açıklayan bir bölüm bulunduğunu da belirterek şöyle devam etmektedir: "Ziyaretçinin yapması gereken ilk şey, güzel bir abdest almak, tam bir huşu ve tevazu içinde iki rekat namaz kılmak, sonra o müşerref Kâbe'ye yönelmek, kabrin yüce sahibine selam verdikten sonra şöyle dua etmektir: "Ey insanların ve cinlerin sahibi, beni kurtar. İhtiyacımı gider, sıkıntımı kaldır. Ey dini ihya eden Abdulkadir, ey veli Abdulkadir, ey sultan Abdulkadir, ey padişah Abdulkadir, ey hoca Abdulkadir, beni kurtar."
"Ey gavsi semadani, ey efendim Abdulkadir Geylani, kulun ve müridin mazlum, aciz ve dünya, ahiret ve din işlerinin hepsinde sana muhtaçtır." (1)
Tasavvufçuların kabirler hakkındaki inançlarını ne kadar beliğ ve mükemmel bir şekilde açıklayan bir örnek! Kabirlerle tevessülü, onlarla istiğaseyi, onların yaşıyanların hayatlarında etkinliklerini kabul eden, ruhlarıyla canlılar arasında dolaştıklarını söyliyen hatta âlemin idaresini onların eline veren tasavvuf zihniyetinin aradaki isim ve üslup farklılığından başka bundan ayrı düşündüğünü veya uygulama yaptığını söylemek mümkün değildir. Çürümüş kemikler ve kokuşmuş leşler üzerinde tapınaklar diken, sanduka ve türbeler yükselten, türlü renklerde kumaşlar ve ışıklarla donatan, kapısında hizmetçiler ve bakıcılar diken, canlılara verdiği hizmetten kat kat daha fazla türbelere ve yatırlara veren bir zihniyetin bundan farklı düşündüğünü hangi külahlara anlatacaksınız? Toprak altında çürümüş ve belki de izleri kaybolmuş türbeler ve yatırlar için yılın belirli günlerinde mevlidler ve panayırlar düzenliyen, yatırları ve kubbeleri ziyaret etmek için uzun yollar katederek seyahatler düzenliyen ve sandukaların başında avuç açıp onlardan her türlü dilekte bulunan bir zihniyetin bu gibi şeylere karşı çıktığını veya inanmadığını nasıl söyliyeceksiniz? (1)


Tasavvufçuların Ahlakçılığı


Bazı yazarlar tasavvufun ideal ahlaki bir davet olduğunu iddia ediyor. Buna delil olarak da kitaplarında müşahade ettiği birtakım ahlâkî sözleri ve bu davet için kullandıkları yaldızlı ifadeleri gösteriyor. Bu iddianın içinde gizlediği büyük yalanlar ve batılı örtbas eden bu çabalara rağmen şunu belirtmek isterim ki faziletli ahlaka davet, ister vahyin getirdiği dinlerde olsun, ister insanların uydurduğu ve hurafelerin oluşturduğu dinlerde olsun, bütün dinlerde ortak olan birşeydir. İsterseniz Budizm, Bırahmanizm, Zerdüşt, Mani, İhvanısafa ve AĞnostizm kitaplarına bakınız. Hatta çoğu uydurma ve muharref olan Yahudilik ve diğer sapık inançların (1) kitaplarına bakınız. Göreceksiniz ki ahlakça yükselmek ve ideal örneklerini gerçekleştirmek için hummalı bir davet mevcuttur. Onun için, ahlaka davet ettiğini farzetsek bile, bu davette tasavvufçular yalnız değildir. Belki diğer sapık ve küfür davetleri gibi mutlak hayır peşinde olduğunu iddia eden bir şer, faziletin ruhu ve özü olduğunu propaganda eden bir rezalet ve peygamberlerin imanı olduğunu hayal eden bir küfürden başka bir şey değildir.
Sonra, iki dini birbirinden yegane ölçü, ahlâkî davet değildir. Davetleri birbirinden ayırdeden tek ölçü de davetin kendisi değildir. Çünkü bu davet her dinde ve davette mevcuttur. Dinler ve davetler arasında ölçü ve hak mı batıl mı, hayır mı şer mi olduğunun kıstası, bu ahlaki davetin kaynaklandığı akide (inanç)tır yahut davranışın arkasında saklı bulunan niyyettir, hedefe yöneltilen ve beklenen gayedir. Önemli olan, bu davetlerin ve amellerin hangi inanç ve niyetle yapıldığıdır.
Yukarıdan beri tasavvufun din ve inancını belirtmeye çalıştık. Bütün bunların hak olduğunu söyleyebilir misiniz? Dış görünüşü hayır, üslubu parlak ve yaldızlı da olsa davet ettiği ahlâkî şeyleri hayır sayabilir miyiz? Ondan meydana gelen bir ameli, yetime iyilik ve Allah yolunda cihad gibi bizzat bir hayır itibar edebilir miyiz?
Hayır! Zira Hz. Peygamber'e hitap eden yüce Allah'ın şu hükmü apaçıktır: "And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de şu husus vahyolunmuştur: And olsun ki Allah'a ortak koşarsan, amellerin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun." (1) Süluk sahiplerinin anlayışında bütün amelleri hayır da olsa, Allah'a ortak koşacak olursa bu amellerinin hepsinin boşa gideceği belirtilmektedir. Çünkü böyle bir durumda bu amelin kaynaklanacağı inanç, niyet veya gaye hak ve hayır değildir. Bunlardan kaynaklanan ve din olarak yapılan davranışlar da batıl olur.
Şu kahramanca savaşan Arab'ı biliyorsunuz. Rasûlullah'ın yanında sabır, sebat ve kahramanlıkta benzeri az görülen bir cesaretle savaşan Arap hakkında Rasûlullah "Cehennemliktir!" buyurmuştur. Çünkü sözkonusu Arap Allah için değil, başka şeyler için savaşıyordu. Başka bir deyişle, bu savaşını hayır yapacak ve Allah yanında mükafatlanmasını sağlıyacak salih amel haline getirecek İslâmî bir inanca sahip değildi. Tasavvufçuların inancını da gördük. İnançları, bir taş veya leşte tecessüd eden bir tanrıya inanmaktan ibaret değil midir? Onun için, tasavvufçunun işlediği amellerden gayesi bir taş, cesed veya başka bir varlıkta tecessüd eden tanrıyı hoşnut etmek maksadına yöneliktir. Bu ameli işlemeye sevkeden etken de o taşı veya leşi hoşnut kılmaktır.
Müslümanın ameli, cihadı ve ahlâkî daveti ise, uluhiyet ve rububiyetinde Allah'a halis bir tevhid ile inanan halis bir inanca dayanmakta, sadece Allah'ın rızasını kazanmak gibi tertemiz bir gayeye yönelik bulunmaktadır. Böyle bir inanç ve gayeye dayanmıyan amel İslâm anlayışında Allah yanında makbul değildir.
Tasavvufçuların yücelmeye, ruhaniyete, kainatın sırları, insanın nefsi ve hayat hakkındaki teemmüller ve alemin yaratıcısına mutlak teslimiyete dair yazdıklarını görmüyor musunuz? diyenler oluyor. Bunlara diyoruz ki, tasavvufçuların Allah ve Rasûlü hakkında, taşıdıkları inanç hakkında yazdıklarını okursanız herhalde daha iyi olur. Böylelerine diyoruz ki, ey tasavvufun tutsakları, ahlakı kontrol etmeden önce akaidi kontrol ediniz. Çünkü ahlak ancak bir neticedir. Kaldıki bizzat tasavvufçular ahlaktan önce dinin ve akidenin olduğunu kararlaştırıyorlar. Onun için ahlâkî davetinden sorguya çekmeden önce din ve inancından dolayı sorguya çekilmesi gerekmez mi? Fudayl İbn İyaz ne güzel söylemiş:
"Yapılan amel ihlas ile de yapılsa, doğru değilse (şeriata uygun değilse) kabul edilmez. Doğru olduğu halde ihlasla yapılmazsa, yine kabul edilmez. Halis ve iyi niyetle olması lazımdır. Halis amel, Allah için yapılandır. Doğru olan da şeriata uygun olandır. Yüce Allah'ın şu âyetinde bunlar belirtilmiştir: "Kim rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve ibadette rabbine hiçbir kimseyi ortak koşmasın." (1)
Tasavvufçulara duydukları hayranlık ve şefkattan dolayı yürekleri sızlayan kişiler, Allah'ın küfrüne hükmettiği fırkalara ve inanç sahiplerine yüzlerini çevirseler iyi olur. Çünkü onları büyüleyen tasavvufçuların ahlak çağrılarına benzer ahlak çağrıları orada da mevcuttur. Hatta bazılarında tasavvufçuların çağrısından bu çağrı çok daha parlak ve yaldızlıdır. Buyurun okuyunuz:
"Allah'tan, atalarının tanrısından kork. Ona severek hizmet et. Çünkü insanı günahlardan tek başına koruyan Allah korkusudur. Kişiyi hayra ileten tek başına Allah sevgisidir. Kendini güzel huylara alıştır. Nefsin ziyneti olan hakikat ve istikameti sev ve ikisine sarıl. Sözüne çok çok dikkat et. Yaltaklık, dalkavukluk ve korkaklıktan uzak ol. Tembelliğe ve pısırıklığa düşman ol."
Görüyorsunuz, ahlakın en yücesine bir davet, iman ve kutsallık yansıtan bir iman. Ama ne fayda! İsterseniz şunu da okuyunuz:
"Biz alemden sadece soyut gerçeğin peşindeyiz. Hayrı, güzelliği ve temizliği devşiririz." Güzelliğine bir diyecek olmıyan bir çağrı. Ama ne yazık ki samimi ve gerçek değil. Yine "Şayet kendin için olmıyacaksan, kim için olacaksın? Ama sadece kendin için olacaksan, niçin olacaksın?" Gördüğünüz gibi pek güzel fedakarlığa ve şefkatle yapılan dayanışmaya ne güzel bir davet!
Yine "Üç şeyi çok iyi düşün. Ebediyete kadar günahlardan kurtulursun. Bilki senin üstün gören bir göz, işiten bir kulak vardır. Ve işlediğin bütün işler bir kitapta yazılır." (1) Evet, serapa iman ve müminin duaları sanılan sözler. Yüce Allah'ın her şeyi ihata ettiğini ve bildiğini ifade eden sözler!
Bütün bunlar belki de tasavvufta benzeri bulunmıyan fevkalade güzel çağrılar ve sözler. Ama yüce Allah bu çağrıların sahiplerinin kafir ve düşmanları olduğuna hükmetmiş, O'nun gazap ve lanetine uğradıklarını belirtmiştir. Çünkü Allah'ın düşmanı yahudilerdir. Bilindiği gibi yahudi akaidi dalalet ve küfürdür. Bu akaidden kaynaklanan şeyler de küfür, dalalet ve batıldır. Ahlakçıların anlayışında üstün değerleri hedef edinse bile, Allah yanında hiç yok gibidir.
İnsanın mümin veya kafir oluşunu ölçtüğümüz tek ölçü ahlâkî davet olsaydı, lanete uğramış şu yahudilerin mukaddes mihraplarda Allah'a yalvaran mümin kişilerlduklarına hükmederdik. İnsanın müslüman olup olmadığında tekbaşına ahlâkî çağrı ölçü olsaydı, o zaman her zındık, mülhid ve kafir İslâm hükmü kapsamına girer ve müslüman sayılırdı. Çünkü bunların tümü kendilerine göre bir ahlak çağrısı ve fazilet anlayışı bulunmaktadır.
Ama her şeyin ölçüsü ve dinin ruhu akide (inanç)'dır. İslâm anlayışında bir amelin veya ahlakın iyi yahut kötü, hayır veya şer olduğunu belirliyen bu inançtır. Yüce Allah'ın yanında en büyük makam ve birinci derecede itibar yine inancındır. Bu tertemiz ve net inanç mevcut olduktan sonra hayatımızda ahlak, amel, sülûk, davet ve Allah'ın dinine bağlılık olarak ortaya çıkar.
Onun için kişinin taşıdığı ahlak veya söylediği sözler değil, hepsinden önce önemli olan onun inandığıdır. Yüce Allah'ın bu gerçeği kararlaştırdığı şu âyeti tekrar tekrar hatırlayınız: "Allah'a ortak koşacak olursan amelin boşa gider." (1) Şüphesiz boşa gidecek olan amel, bizzat hayır ve iyi olarak görülen ameldir. Zira hayır ve iyi olmıyan amel zaten boştur.
Yukarıdan beri gördüğümüz gibi tasavvufçular çirkin bir şekilde şirk koşmuşlardır. Bu şirkin en çirkin yanı da insanları aldatması ve saf tevhid olduğuna zavallıları inandırmış olmasıdır. Onların ahlâkî daveti insanları aldatmakta, böylece ahlak alanında söylediklerini haksız olarak heva ile hareket eden ve aldatma ile beraber davranıp duygusal davranan ölçüleriyle ölçmektedirler. Halbuki onun yerine adalet ve hak ölçüsüyle, Allah'ın kitabıyla ölçmeleri, halis tevhid ölçüsüyle ölçmeleri gerekir. İşte o zaman tasavvufun ve ahlak çağrısının ne korkunç bir tuzak ve öldürücü bir fitne olduğu görülür. Ahlak çağrılarının şirk ve ilhad akidesini örtmeye çalışan bir paravandan başka bir şey olmadığı anlaşılır. İbn Arabi'nin Allah hakkında şu söylediklerine bakınız:
"Ey nefsin eşyayı yaratan, sen yarattıklarını benliğinde topluyorsun. Oluşumu tükenmiyenleri sende yaratıyorsun, sen dar ve genişsin."
Allah'ın yaratan ve yaratılan olduğunu, zatının bütün yaratıkların zatı olduğunu ve nefsin yaratık çeşitlerinden tükenmiyen şeyleri nefsinde yaratmaya davet ettiğini, hak oluşu itibariyle dar, yeni vasıflardan soyut, ama türlü, çok ve tükenmiyen yaratıklar oluşu itibariyle de dar olduğunu söylemektedir.
Yine şu sözlerine bakınız: "Allah, hüviyetinin kulun kendisi olan organların aynısı olduğunu zikretti (belirtti, hatırladı). Hüviyet bir, organlar ise muhteliftir. Her organın zevklerin ilminden bir ilmi vardır. Ona bir tek pınardan verilir ki bu da organların değişikliğine göre değişik olur."
Allah'ın kulun organlarının kendisi olduğunu söylemektedir. Hırsız, katil, rüşvetçi, kumarcı ve içki kadehini kaldıran sarhoşun elinin -hâşâ- Allah'ın eli olduğunu söylemektedir. Haramları seyreden ve gözetliyen göz, hırsızlık için haber toplıyan kulak ve haramdan kokuşmuş ağzın İbn Arabi4nin Allah'ının organları olduğunu söylemektedir. El, ayak, göz, kulak, dil gibi organlarla elde ettiğimiz duyusal bilgiler de İbn Arabi'nin rabbinin bilgileridir. Çünkü bütün bu organların kendisidir.
Bu söylediklerini şunlarla da pekiştirmektedir: "Allah'ın hüviyetinin kulun kuvvet ve organlarının kendisi olmasından büyük bir yakınlık olmaz. Kul da bu organ ve kuvvetlerden başka bir şey değildir. Allah vehmedilen yaratıkta müşahade edilen haktır. Yaratık akledilen (akılla anlaşılan), keşf, vücud (vahdeti vücud) ehli ve müminler nezdinde hak müşahade edilendir."
İbn Arabi'nin dinindeki aşırı zındıklığı herhalde görüyorsunuz. Yaratıkların makul (akılla anlaşılan) şey iken, Allah'ın hissedilen şey olduğunu iddia etmektedir. Çünkü gözlerin gördüğü ve kulakların işittiğinin aynısıdır. Yaratıklar ise, sıfattır veya hakkın yüzlerinden bir yüzdür. Bunu bir daha vurgulayarak şöyle demektedir:
"Sonra hakkın göz, kulak, el, ayak ve dilin, kısaca duyuların aynısı olduğunu bildirerek hepsini benliğinde toplıyan Muhammed bunu tamamlamıştır", "Mefhum ile ve sahih haberle kesin olarak anladık ki hak (Allah) eşyanın aynısıdır. Hududu (tarifleri) farklı da olsa eşya mahduttur. Allah da her mahdudun haddi ile mahduttur (her sınırlının sınırı ile sınırlı yahut tarif edilen her varlığın tarifiyle tarif edilmiştir)." (1)
Gördüğünüz gibi İbn Arabi'nin rabbı her şeydir. Hereyin de bilindiği ve anlaşıldığı bir haddi vardır, böylece her tarif ilahi zatın kühnühün tarifi olmaktadır. Çünkü İbn Arabi'ye göre her şey Allah'ın kendisidir. Hayalinizden ebedleri, ezelleri ve bütün anları geçirin, mümkün ve müstahil bütün şekilleri ve suretleri gözünüzün önüne getirin, aklınıza getirebildiğiniz kadar her şeyi getirmeye çalışın, işte hayalinizden geçen, gözünüzün gördüğü ve aklınızın düşündüğü her şey İbn Arabi'nin rabbının kendisidir. Müslümanlara kan kusturan Moğollar'dan Haçlılar'a kadar bütün emperyalistleri, Rasûlullah'ın ashabına dünyayı zindan eden cahiliyye müşriklerini, bütün dünyanın gözü önünde müslümanlara hayat hakkı tanımıyan ve her türlü zulmü reva gören siyonistleri, milyonlarca insanın kanını döken diktatörleri ve yer yüzündeki ne kadar kötü insan varsa hepsini düşünün ve onları İbn Arabi ve çömezlerine ne olduklarını sorun. Bütün bunlar Allah'ın zatının aynısıdır, cevabını alacağınızdan endişeniz olmasın. Bütün bunlar birer şey değil mi? İbn Arabi de Allah'ın eşyanın aynısı olduğunu söylüyor. Bunlar birer yaratık değil mi? İbn Arabi Allah'ın yaratıkların aynısı olduğunu söylüyor. Haramlar ve yasaklarla bulaşmış organları yok mudur? İbn Arabi Allah'ın her el, ayak ve dilin kendisi olduğunu belirtmektedir. Geçmişte olduğu gibi çağdaş tasavvufçular da İbn Arabi'yi kutsallaştırmakta, hatemu'l-evliya, gavsı âzâm, kutbu'l-aktab, şeyhi ekber gibi ünvanlarla anmakta ve taparcasına sevmektedir. Kendisine Allah'ın birçok sıfatı ve hususiyetlerini vermekte ve neredeyse beşerüstü bir varlık saymaktadır. Kim bilir belki de ona tapanlar bulunmaktadır! Küfrü bu kadar açık olmasına rağmen çağdaş tasavvufçuların hepsini aleyhinde birtek söz söylemeye, dindışı veya kafir olduğunu söylemeye davet ediyorum. Şirk ve küfür sözlerini red etmeğe davet ediyorum. Bunu yapar ve insanlara açıklarlarsa, onun dininde olmadıklarına, söylediklerini kabul etmediklerine hükmederiz. Taraftarlarına olsun, başkalarına olsun, İbn Arabi'nin bu ve buna benzer sözlerinin dindışı ve küfür olduğunu açıklarlarsa, ondan teberri ettiklerini biz de kabul eder, haklarında söylediklerimizin hepsini geri alırız!
Tasavvufçuların inançlarından bazı parçalar sunduk. Acaba bu inançla oturup kalktıktan sonra bütün alemi ahlaka davetle doldursa bile, bu onlara bir yarar sağlar mı? Allah'tan kork, dedikleri zaman kendi inançlarında ve bidatlarında canlandırdıkları Allah'ı kastetmektedirler. Tanrılaştırdıkları sağır taşları ve kokuşmuş leşleri kastetmektedirler. Her şeyin aynısı ve kendisi bildikleri tanrılarını kastetmektedirler.
Allah yolunda cihad et, dedikleri zaman her yaratıkta taayyun eden (ortaya çıkan) ve rab olarak yaptığı bir vehmi (kuruntuyu) kastetmektedirler. Allah'ın sıfatlarını verdikleri ve putlaştırdıkları meşhurlarını kastetmektedirler. Bunu iyice okuyunuz ve bana söyleyiniz. Bütün bu gerçeklere rağmen, hâlâ tasavvufun ahlak çağrısı büyüsüyle büyülenen ve onun sevgisiyle tutsak düşen kişilerden misiniz? Bütün bunlara rağmen hâlâ tasavvufçuların sıratı müstakim üzere olduklarına kananlardan mısınız?
Kaldı ki tasavvufun ahlak daveti sadece selbi (negatif) bir davettir. (1) Çünkü Mani dininin zühdüne dayalı bir davettir. Hayır olduğu iddiasına rağmen ve taşıdığı inanç bir yana bırakılsa bile, hayatı umumi hayır, adalet ve hakkın kuvvetiyle idare etmek istiyen, emniyet ve selamet içinde aleme liderliğe soyunan bir ümmetin ahlakı olmaya elverişli değildir. İnançlı ve yüce değerlerini gerçekleştirmek için Allah'ın mübah kıldığı ve yeri gelince emrettiği her şeyi kullanmak mecburiyetinde olan girişken ve cesur atılımı gerçekleştirmeye mecbur olan bir ümmetin ahlakı olmaya layık olamaz. Hayatın devamlı ileri, coşkun, canlı ve dinamik, gece gündüz üretken ve yararlı çaba içinde ve sadece Allah'ın sözünün üstün olması için cihadla dolu olmasını istiyen, bunun için çabalıyan bir ümmetin ahlakı olamaz. Mani dini ve manastır anlayışının zühdüne hayranlık neticesinde içine düştüğü uçurumdan ve düşmanlarının elinden çektiği zilletten biran önce kurtulmak için çırpınan, bunun için gece gündüz demeden sürekli çalışması farz olan bir ümmetin ahlakı olamaz. Okumamayı, cehaleti, çalışmamayı ve geçimini sağlamamayı kendisine ilke yapan, bir lokma bir hırka anlayışını düstur edinip karanlık hücrelerde çile doldurmayı cihad sayan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmayı din olarak belliyeceği ve gereğini yapacağı yerde, şeyhlerinin emri ile oturup kalkan ve dediklerini yerine getirmeyi din olarak belliyen zihniyetin toplumda egemen olması sonucu ümmetin içine düştüğü maddi ve manevi, ahlaki ve insani bataklıktan kurtulmak istiyen insanlar için tasavvuf ahlakı ahlak olamaz. İdeal örneğini Allah'ın Rasûlü, ashabı, müçtehid imamlar ve fatih kahramanlardan alacağı yerde, köpeklerden, rahip ve müşriklerden, agnostik ve sofistiklerden, budist ve manihaist kahinlerden alan bir ahlak anlayışı, müslümanların ahlakı olamaz. İnsanın içinde karşı konulmaz ve sırtı yere gelmez bir nefis düşmanı yerleştirerek hayatı boyunca ondan başkasını görmiyen, bütün mesaisini ve enerjisini onu altetmek için sarfeden, ama bir türlü fobisinden kurtulamıyan bir ahlak, islâm ahlakı olmaz. Dünyayı Allah düşmanlarının cirit attığı ve sadece kafirlerin cenneti sayan, müslümanlara da bir lokma bir hırka, köpekçe bir tevekkül, mağara ve dehlizlerde bir çile hayatını öğütleyen bir ahlâk İslâm'ın ahlakı olamaz. Allah'ın direktifleri ve Rasûlullah'ın öğretileri ile insanların oturup kalkmalarını öğütleyeceği, onlara göre hayatlarını düzenlemelerini istiyeceği yerde, ölülerle oturup kalkmayı, ruhlar aleminde dolaşmayı, oturduğu yerden keramet ve keşiflerle dünyayı idare etmeyi, cinler ve şeytanlarla dost olmayı, zevkleri için her türlü ahlaksızlığı meşru görmeyi öğütleyen bir ahlak İslâm ahlakı olamaz. Hıristiyan ve yahudilerin Allah'ın vahyini değiştirdikleri gibi Allah'ın dinini her türlü batınî ve şirk anlayışlarla oyuncağa çeviren, tahrif ve tebdil edecek anlayışlara kapıyı ardına kadar açan felsefelere bağrını açan bir ahlak İslâm ahlakı olamaz.
Olsa olsa tasavvuf ahlakı mağaralarda ve dehlizlerde, dağlarda ve çöllerde, ölü bir his ve donuk bir şuur, sağır ve dilsiz bir vicdan ile yaşıyan insanların ahlakı olabilir. Olsa olsa, herkesin nefsinden gözünün önüne bir düşman diktiği ve hayatı boyunca ondan başkasını görmeden bütün ömrünü ona düşmanlıkla geçiren münzevi insanların ahlakı olabilir. Birbirleriyle bağları kesilen, gerçeklerünyasına ayakları basmıyan ve gece gündüz sadece kendini düşünüp bir türlü başkasını görmiyen dervişlerin ahlakı olabilir. Gizli, dar ve öldürücü bencillikle dolup taşan, dünyayı sadece kendisi için gören ve her şeyin sadece kendisine olması için çalışan bencil ve egoist insanların ahlakı olabilir.
Bu ahlak, hayattan duyduğu korkularla tüyleri ürperen ve toplumdan kaçmakla ancak bu korkudan kurtulabileceğine inanan bir rahipliktir. Bu ahlak, insan vücudunun arkasında son derece uyuşuk ve pısırık bir hayat süren, insan vücudunu pasifize eden bir rahipliktir. Bu ahlak, yapısı ve değer yargılarıyla, karakteri ve ayakta tutan temelleriyle canlı, dinamik ve enerji dolu bir hayat için değil, olsa olsa ölü yokluk için yaşıyan bir topluluk için elverişli olabilir. Her insanın hem kendisi hem başkaları için çalıştığı, başkalarını kendine tercih etmeyi seçkin bir karakteri ve Allah'ın rızasını kazanmayı hayatının ekseni, hedefi ve gayesi yapan kişilerin bulunduğu toplum için değil, bedbin, sönük, deri-kemik ve can çekişen insanların ahlakı olabilir.
Tasavvufun ahlakçılığı hayattan korkakça kaçış ve alçakça teslimiyet ahlakçılığıdır. Öldürücü ve uyuşturucu yalnızlık çöllerinde berduş ve çılgın yaşıyan insanların ahlakçılığıdır. Hayatın ilerlemesi yolunda sürekli çabalıyan insanlığın güçlerini öldüren zalim anlayışın ahlakçılığıdır. Kendisi için yaptığını Allah için yapması ve burçlarını zirvelere kadar yükseltmesi için toplumu da Allah için yükseltmesi amacıyla insana verilen kuvvetleri ve nimetleri azgınca ve ahksızca red eden zalim insanların ahlakçılığıdır.
Tasavvufçuların dünyanın birçok yerinde İslâm'ın yayılması için çalıştıklarını iddia edenler oluyor. Bu iddialar olsa olsa tasavvuf dininin yayılması amacıyla gösterdikleri çabalar için doğru olabilir. Çünkü tasavvuf dininin ne olduğunu hepimiz gördük. Onun için yaymaya çalıştıkları Allah'ın dini olan İslâm değil, ancak gülünç hurafeler, saçma mitolojiler ve cehennemlik olduğu bildirilen çirkin bidatlardır. Yaymaya çalıştıkları, taşı putlaştıran ve çürümüş kemiklere tapan şirk ve cahiliyettir. Nitekim yaymaya çalıştıkları dinlerini de ancak zorba emperyalizmin himayesinde ve sömürü işgalcilerin kanatları altında yaymışlardır. Zira İslâm'ın düşmanı emperyalizm ve bütün çeşitleriyle zalimler kesin olarak inanıyor ki İslâm'ı ve müslümanları yerle bir etmek için bidatlar hedefe götüren en sağlam yollardır. Bunu geçmişte yaptıkları gibi çağımızda da yapmışlardır. İslâm toplumunda bidat ve hurafelerin yayılması için her yola başvurmuşlardır. Kabirler üzerine kubbeler yükseltme, kabirleri ziyaret ve ibadet yeri yapma, sandukalar dikme ve renkli ipek örtülerle örtme, bunlar için yılın belirli günlerinde törenler ve mevlidler düzenleme, ölüler için birtakım kasidelerden oluşan mevlidler okuma gibi bidatları, İslâm'ı içten yıkmaya çalışan batıni mezhebinin temsilcisi Fatımî devleti uydurmuş ve müslümanlar arasında yaymıştır. Doğulu ve batılı işgalciler de bu bidatlara kanat germiş ve İslâm toplumunun bidatlara boğulmasını amaçlamışlardır.
Tasavvufçuların Allah'ın dini İslâm yerine bidat ve hurafelerden oluşturdukları tasavvuf dinini yaymaya çalıştıklarından şüphesi olanlar tarihi okusunlar. Allah yolunda cihad eden ve İslâm'ın yayılması için savaşan tasavvuf meşhurlarından birtek kişi gösterebilir mi? Emperyalizme karşı koyan, ülkeden çıkarılması için vuruşan ve buna davet eden tasavvuf meşhurlarından bir tek kişi gösterilebilir mi? (1)
Emperyalistlere karşı mücadele verdikleri dedikleri -Nadir olmakla beraber- ise, ancak emperyalizmin himayesini kendilerinden çektiği, ayakları altından kırıntıları toplamaya izin vermediği yahut milliyet damarlarının tasavvuf zilletinden ağır bastığı ve din için değil, hamiyyet için savaştıklarıdır. (1) İsterseniz Mısır'ın milli kahramanlarından Mustafa Kâmil'in "el-Mes"eletu'ş-Şarkiyye" kitabında yazdıklarını okuyunuz. (2)
Haçlılar hicri yedince asrın yarısına doğru al-Mansura şehrine saldırdıklarında tasavvuf meşhurları toplanmışlardı. Niçin toplandıklarını biliyor musunuz? Kuşeyri Risalesi'ni okumak ve evliya kerametlerini tartışmak için toplanmışlardı. (3)
Onun için emperyalistlerin tasavvufçuları mal ve servetlere boğduklarını, makam ve mevki verdiklerini görünce şaşmamak lazımdır. Zira sömürgecilerin nice valileri vardır ki işgal ettikleri ülkenin seçkin kişileriyle görüşmeyi istemezken, zikir halkalarından birine koştuğunu ve saatlerce süren siyasi ziyarette bulunduğunu görürsünüz. Çünkü bu nitelikte bir tasavvufun ümmette mukavemet ruhunu öldürdüğünü ve temsilcilerini çıkarları için kullanabileceklerini gayet iyi tesbit etmişlerdir. (4)
Sonra tasavvufçuların Allah yolunda cihad ettiğini söyledikleri ve İslâm'ın yayılmasına çalıştıklarını iddia ettikleri kişiler aslında tasavvufçu kişiler olmayıp tasavvufçular onları yalan ve iftira ile aralarında saymışlardır. Bu alanda da üstadları Şia'dır. (5)
Tasavvufçular Rasûlullah'ı bile tasavvufçu gösteriyorlar. Raşid halifeler başta olmak üzere müslüman her kahramanı da tasavvufçu sayıyorlar. Amaçları da bunlar aracılığıyla müslümanları aldatmak ve tağut liderlerini gözlerden uzak tutmaktır. Amaçları, Raşid halifelerin ve müslüman kahramanların tasavvufçu olduklarını söyliyerek müslümanları ağlarına çekmek ve olacak itirazları önlemektir. Birtakım tarikatların Hz. Ebu Bekir'e ve Hz. Ali'ye isnad edilmesi de bu şekildedir. Halbuki kurdun Hz. Yusuf'un kanından beri olduğu gibi başta Rasûlullah ve Raşid halifeler de tasavvuftan beridirler. Nitekim tasavvufçu lakabının ancak hicri ikinci asrın ortalarında ortaya çıktığını tarih kaydetmektedir. Bu lakabı ilk defa alan kişinin de sufi Ebu Haşim olduğunu kaynaklar belirtmektedir. Şimdi söyler misiniz, İslâm'a hizmeti geçen veya yararı dokunan birtek tasavvuf meşhuru var mıdır? Böyle birini gösterebilir misiniz?
Ey tasavvufun akıllarını haktan saptırdığı kişiler, cevap verin. Bana onların ahlak konusundaki sözlerini değil, onların akaidini bana getirin ve bu akaidi Kur'ân ölçüsüyle ölçün. Ey tasavvuf tutsakları, onların inançlarını Kur'ân ölçüleriyle tartın ve hükmünüzü verin. Falan tasavvufçu ahlak konusunda şöyle demiş, dış görüşünü güzel görünen birtakım ahlâkî nasihatlarını göstererek şöyle buyurmuş, demeyiniz. Her şeyden önce onun inancı şudur, şöyle inanmaktadır, deyiniz.
Tasavvufçular hakiki müslümanlar olduklarını ve tasavvufun İslâm'ın ruhu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki ahlak ancak akidenin ürünü ve neticesidir. İslâm da herşeyden önce akaidi veya niyyetleri kontrol eder. Şayet niyet yahut akide İslâm'ın sevdiği ve doğru saydığı bir şekilde ise, ondan doğan ve ürünü olan güzel amelleri hayır kabul eder ve mükafatlandırır. Şayet akaid sahih veya niyet bozuksa, o zaman yapılan bütün amelleri hiçe sayar, dış görünüşü en büyük hayır gibi görünse bile, onu yok gibi kabul eder. (1)
Yüce Allah'ın şu âyetlerine bakınız: "Allah hiçbir şekilde kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kişiler için bağışlar." (1) "Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. İyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Bunlar tevbe ederlerse, umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (2) Yüce Allah akidenin ancak halis ve net olmasını ister. Amelde ise, kötü amel işliyenlerin tevbe etmeleri durumunda tevbelerini dilediği taktirde kabul edeceğini belirtmektedir. Kısaca inançta şirk koşanları bağışlamıyacağı, kötü bir amel işliyenleri ise dilediği taktirde bağışlayacağını buyurmaktadır.
Bu hüküm ışığında düşünelim. Tasavvufçular daha önceki zındıkların yapmadıkları iftiraları Allah'a yaptılar. Onun yaratıkların aynısı olduğunu söylediler. İsterseniz İbn Arabi'nin şu sözlerine bakın: "Hak her had ile mehduttur (Hakk'ın her yönden tarifi vardır). Alemin suretleri ise sayılamıyacak ve ihata edilemiyecek kadar çoktur. Alemin suretlerinden her birinin hududu ancak her alemin onun suretlerinden aldığı miktarda bilinir. Onun için Hakk'ın haddi (tarifi) meçhul kalır (bilinmez). Onun haddi ancak her suretin haddinin bilinmesiyle bilinir." (3)
Allah'ın tarifinin mümkün olmadığını söylüyor. Niçin? Çünkü Allah her şeyin aynı (kendisi)dir. Onu tarif edebilmek için alemdeki bütün suretlerin tarifini bilmemiz lazımdır. Çünkü Allah o suretlerin aynısıdır. alemlerin suretlerinin haddi hesabı da yoktur. Onun için buna bağlı olarak Allah'ın tarifinin de haddi hesabı yoktur.
Yine kavmini hakikate değil de şeriata çağırdığı için Hz. Nuh'un görevini yapmadığını iftira ettiler. Çünkü onlara göre batına değil, zahire davet etmiştir. Hz. Nuh'a inanmıyan müşrik kavminin de Allah'ın davetine fiilen icabet ettiklerini ve Nuh'un onlardan gizlediği hakkı kavrayıp gizlenenle amel ettikleri ve böylece kurtulanlardan olduklarını iftira ediyorlar. Bizzat Hz. Nuh'un da putlara taptıkları için o müşrikleri övdüğünü söylüyorlar. (4) İsterseniz İbn Arabi'nin şu sözlerini okuyunuz:
"Gözetleme, çünkü kainatta birtek ayn'dan başkası yok, o alemin aynıdır. Bir durumda ilah adlandırılırken, bir durumda da kul diye adlandırılır." (1)
Bütün bu açık gerçeklere rağmen hâlâ tasavvufun ahlaki bir davet olduğunda ısrar edecek misiniz? Biliyorsunuz ki küfür bir tek söz üzerinde ısrar etmek, insanın mümin bütün kelimelerini ve amellerini defterinden silmektedir. Tasavvufçuların şimdiye kadar gördüğünüz küfür kelimeleri üzerinde ısrar ettiklerini biliyorsunuz. Bu kelimelerin küfür olduğunu ve yüce Allah'ın bunlardan münezzeh bulunduğunu tasavvufçular kabul ettikleri ve insanlara bunu açıkladıkları anda, yukarıda da söylediğimiz gibi, bütün bu sözlerimizi geri almaya ve onları müslüman kardeşlerimiz olarak ilan etmeye hazır olduğumuzu belirtmek isteriz. Bu küfür ve şirk sözleri ve inançları bilmiyenler, bunlardan haberdar olmıyanlar elbette muhatabımız değildir. Ancak bunlar kendilerine açıklandığı ve küfür ile şirk oldukları belirtildiği halde hâlâ bunlar üzerinde ısrar ederlerse, onlar da tağutlarının listesine dahil olurlar. Böylece yaşıyan delil ile yaşamış ve ölen de delil üzere ölmüş olur.
Bu konuya biraz daha açıklık getirmek için isterseniz bir de Muhammed Fahr Şakfe'yi dilliyelim. Şöyle diyor: (2)
"Afrika'da İslâm'ın tasavvufçuların eliyle yayılmasını bu söylediklerinizle nasıl bağdaştırabiliriz? diyenler olabilir. Hemen sormak istiyorum: Bu tasavvufçuların elinde İslâm'dan ne varki onu yaymış olsunlar? Tasavvufçuların sahip oldukları zillet, cehalet, uşaklık ve kölelik karakterini gördük.
Şüphe yok ki emperyalistler İslâm diye sanılan bu gibi şeylerin yayılmasından korkmazlar. Hatta böylesinin yayılmasını teşvik bile ederler. Çünkü kitleleri uyuşturan korkunç bir afyondur. Bir ara Mısır'da Cumhuriyet gazetesi London Times'den naklen İngiliz sömürge adamlarından birinin müslümanlar arasında bidat ve hurafeleri teşvik ettiğini nakletmişti. Bu müslümanlardaki canlılığı ve dinamizmi öldürmeye, faaliyetlerini felç yapmaya ve İslâm'dan uzaklaştıkları halde kendilerini İslâm'da sanmalarına yeterlidir, demişti.
İslâm aleminde tarikatların ve tasavvufun yayılması, tasavvufçuların mantar biter gibi çoğalmaları dehşete ve hayrete yolaçmakta, akla birçok şüpheler getirmektedir. Çünkü tasavvufun mensupları akıl almaz bir şekilde çoğalmakta ve ancak Allah'ın rahmet ettiği kişiler bu vebadan kurtulmaktadır. Kesin olarak ifade ediyorum ki bu tarikatların çoğunu inceledim, bir tanesinin bile prensiplerinde Kur'ân ve Sünnet'e uygun olduğunu görmedim.
Bir defasında arkadaşlarımdan biri hacıların manzarasından etkilendiğini ve aklına şöyle bir sorunun geldiğini söylemişti: Yüce Allah müslümanları en üstün olduklarını müjdelediği, izzetin onlara olduğu, kafirlere karşı rezil etmiyeceği ve onlara yardım edeceğini bildirdiği halde dünyanın birçok yerinde kafirleri müslümanların başına musallat etmesinin sebebi nedir? Bu sorunun cevabını arıyarak Afrikalı olsun, Asyalı olsun görüştüğü hacılara tarikatlarının ne olduğunu sordum. Hemen çoğu şu garip tarikatlardan birinin adını söylüyordu.
Bir defasında da komşu kafir bir devletin zulmü altında inliyen müslüman bir devletin bakanlarından bazılarını ziyaret ettim ve ülkelerinde bulunan tarikatları sordum. Beni o tarikatların mensubu ve tarafları sandılar. Bana ona yakın isim saydılar. Bunlardan Hz. Muhammed'in dini ve yolu ile uyuşan hangisidir? diye sordum. Bu soru karşısında hepsi dehşete düştüler. Onlardan biri "Her tarikat sahibinin tarikatı Muhammedi'dir" dedi. Bunun üzerine ona şöyle dedim: Muhammed'in bir tek tarikatı vardı ve yüce Allah onu şöyle tarif etmiştir: "Şüphesiz bu benim doğru yolumdur. Ona uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yıllar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte kötülükten sakınmanız için Allah bunları size emretti." (1) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Sizi aydınlık ve gecesi ile gündüzü aynı olan apaçık bir yol üzere bıraktım." (2) Bakanlar kızdılar ve bu konuyu değiştirmemi istediler. O zaman yüce Allah'ın şu sözünü hatırladım: "Başınıza ne gelirse, ellerinizle kazandıklarınız sebebiyledir." (3)
Tasavvufçuların emperyalizm karşısındaki bu tavırlarından sonra batılı devletlerin müslümanlar arasında tasavvufun yayılması ve bu yolla masrafsız uyuşturulmasına gittikçe artan bir dozda ilgi duymalarına şaşmamak gerekir. Nitekim oryantalist Goldziher, Hallac hakkında özel bir çalışma yapmış, haberlerini ve öğretilerini enine boyuna incelemiştir. Korkunç emperyalist emeller besliyen oryantalist Louis Massignon da Hallac, onun fikirleri, tarikatı ve mezhebi hakkında bir kitap yazmıştır. Hallac'ın İslâm ve İslâm devleti hakkında ne zehirli bir yılan olduğunu biliyoruz. İslâm'ın sinsi birer düşmanı olan bu oryantalistlerin özellikle Hallac'a ilgi duymaları bir tesadüf olmasa gerektir.
Dr. Kamil İyad bir olayı naklediyor. Bir defasında Amerika Ford müessesesinden bir temsilcinin Şam Üniversitesi'ne geldiğini ve üniversitenin bazı laboratuvar ve ders araçlarına ihtiyaçları bulunduğunu belirtmesi karşısında kırk dereden su getirip talebi karşılama yolunda bir söz vermekten kaçındığı, ama tasavvuf araştırmaları enstitüsü kurulması gündeme geldiği anda çok geçmeden bu talebi karşılamaya hazır olduğunu belirtiyor.
Doğrusu bunu fazla yadırgamıyoruz. Çünkü tasavvufun vücuda karşı savaşma, dünyadan yüz çevirme, ilmi terketme, nefsi öldürme ve cihadı ihmal etme gibi insanın hareket ve dinamizmini yok eden uygulamalarını biliyoruz. Tasavvufun öncüleri de bu prensiplerin yayılması için somut birer örnek olmuşlardır.
Burada şunu da belirtmeden geçemiyeceğiz. Tasavvuftan ilk sakındıranlardan biri de İmam Şafii ve İmam Ahmed İbn Hable'dir. Bilindiği gibi İmam Ahmed Haris el-Muhasibi'nin kitaplarının okunmasından sakındırmış ve onun gibi tasavvufçularla oturup kalkmanın sakıncalı olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra tasavvuftan sakındıranların başında İmam İbn Teymiyye ve öğrencisi İmam İbn el-Kayyim gelir. Onlardan sonra kabirlerle istiğase yapanlar, onlar adaklar sunanlar ve her türlü bidata kapılarını ardına kadar açanlar olarak nitelenen tasavvufçulara karşı İslâm âlimleri hep karşı çıkmıştır. (1)
Bütün bunlardan sonra tasavvuf dinini okuyuculara şöyle özetliyebiliriz: Alemde mutlak olanın mukayyed olanla aynı olduğu yahut bütün hususiyetleriyle maddi yapısı olan varlığın aynısı olduğuna inanılır. Başka bir deyişle, Allah'ın yaratıkların aynısı olduğunu kabul ederler. Allah ile alem konusundaki inançları budur.
İtikad konusunda ise, küfür ile imanın yahut şirk ve tevhidin bir tek hakikatin iki ismi olduğu veya bir tek medlulu bulunan iki müteradif olduğuna inanırlar.
Din konusunda da semavi din ile beşeri din arasında bir fark görmez ve aynı olduğunu kabul ederler. Semavi olanı indiren, müsbet veya menfi yahut izafi sıfatlardan soyut bir hakikat olması itibariyle Allah iken, ikincisini vazeden ise insan suretinde tecessüd etmesi itibariyle -haşa- insanın aynısı olan Allah'tır.
Ahiret inancı konusunda ise, ceza ve mükafatın aynı olduğunu kabul ederler. Firdevs cennetinin nimeti cehennem azabının aynısıdır. Hakikat ve etki bakımından ikisi de birdir.
Düşünce alanında ise, gerçeği hurafe ve masalın aynısı olduğuna inanırlar. Hak ile batılın ve doğru ile yanlışın delalet bakımından aynı olduğu ve sahibi için sahih birer ölçü bulunduğuna inanırlar.
Ahlak alanında ise, hayır ile şerrin yahut fazilet ile rezaletin değer, gaye ve sebep bakımından aynı olduğunu kabul ederler.
Tasavvufu özetliyecek daha kısa söz istiyorsanız, düşüncesi, dini ve ahlakıyla tasavvufun karşıtsızlık, zıtsızlık ve çelişkisizlik olduğunu söyleyebilirsiniz. Çünkü tasavvufta her şey aynı zatın kendisidir. O da Allah'ın zatıdır. Yahut İbn Arabi'nin deyişiyle "alemde benzerlik yoktur, alemde zıtlık yoktur. Şüphesiz alem bir tek hakikattır ve şey kendinin zıddı olamaz." (1)



Tasavvufçuların Yenileri De Eskileri Gibidir!


Biri diyebilir ki, bize ne İbn Arabi'den, onlar gelip geçmiş ve ömürlerini doldurmuş insanlardır? Biz yenilerine ve yaşıyanlara bakalım, geçmişi niye kurcalıyalım? diyebilir.
Tasavvufun büyüsüne aldanan ve bal diye zehirlerini yudumlayan böylelerine şunu belirtmek isteriz; Biz kişilerle değil, eski tasavvufçuların İslâm'ın ruhu ve özü olarak inandığı ve bununla müslümanların inançlarını altüst ettikleri putperest bir kültürle savaşıyoruz. İslâm'ın ruhu ve zübdesi olarak kabul edilen ve efsanevi bir dünya oluşturan mitolojik düşünceler ve inançlarla mücadele ediyoruz. Yeni tasavvufçular da İbn Arabi, İbn el-Farıd gibi eskilerin inandığı şeylere inanmakta, tasavvuf kahinlerini takdis ve tebcil etmekte ve mest olmuş bir vaziyette onların putperest şarkılarını söylemektedirler. Aralarındaki post kavgaları ve nüfuz alanları çatışması dışında, seleflerinin bu putperest kültürünü ve mitolojik inançlarını red ettikleri müşahade edilmemektedir. Aksine bu sapıklıklara karşı çıkan ve tehlikelerinden müslümanları sakındıran insanlara bütün fırka ve kollarıyla savaş açmakta, binbir türlü hücumlar yöneltmekte ve insanların nazarında dinsiz imansız göstermeğe çalışmaktadırlar. Bidat ve hurafelerini, şirk ve küfürlerini insanlara çıklayan ve bütün bu kötülükleri bırakmalarını tavsiye eden müslümanlara emperyalistlerden daha amansız bir savaş açmakta, ortaçağ kilisesinin insanları afaroz ettiği gibi onları toplum içinde afaroz etmeğe çalışmaktadır. Dinin sarih ve kesin naslarına apaçık aykırı bulunan ve ne aklın, ne naklin kabul etmediği saçmalıklarını eleştiren insanları, onlara hak ve hidayeti açıklamaya çalışan kişileri dinin özünden ve ruhundan uzaklık, kabuk ve zevahir ehlinden olmakla suçlamakta ve saldırılara hedef yapmaktadırlar.
İslâm'ın kesin naslarına aykırılığı apaçık olan sözlerini ve uygulamalarını eleştiren insanları düşman ilan etmek, bu aykırılıkları kendilerinin de eleştirip İslâm'dan olmadıklarını söyleyecekleri yerde, bunları söyliyen ve müslümanları bu tuzaklardan uzak tutmaya çalışan kişileri her türlü kötü sıfatla karalamağa çalışmaktadırlar. Bütün bunları yaparken seleflerinin en ufak bir yanlışını bile kabul etmiyen ve saçmalıklarına karşı çıkmıyan bu insanların evvelkilerin yolunda olmadıklarını kim söyliyebilir?
Bütün bunlar yeni tasavvufçuların eski tasavvufçuların yolunda olduklarını göstermiyor mu? Bütün bunlar yeni tasavvufçuların İbn Arabi ve eş-Şarani dininin enine boyuna bir devamı olduklarını ifade etmiyor mu? Çünkü yenileri onların bıraktığı putperest her şeyi benimsemekte, din olarak inanmakta ve savunmakta, ilahi ruhun tecellileri olarak insanlara tebliğ etmekte, aklı körelten, düşünmeyi öldüren, basireti karartan ve insanı materyalizmin en derin çukurlarına düşüren bir imanla kabullenmektedir. Bu sapık dine o kadar sıkı bağlı bulunmaktadırlar ki belki de Kur'ân'a herhangi bir şekilde dil uzatmaya göz yumarken, zındıklıkla dolu bir tasavvufçu kitabına dil uzatmaya kesinlikle müsaade etmemektedir. Kahinlerinden birinin sözlerine veya mukaddes kitaplarına şu veya bu şekilde bir eleştiri yöneltecek olursanız küplere binmekte, kudurup azgınlaşmakta, öfkeden uddaklarından köpükler saçmaktadır. Putlarına hakaret edecek olsanız, size olan düşmanlıklarından dolayı savunduğunuz inançlara hakaret etmekte, belki de inandığınız Allah'a dil uzatacak olmaktadırlar. Mesela Allah'ın her şey veya her şeyin Allah olduğunu kendine felsefe ve inanç olarak kabul eden İbn Arabi'nin saçmalıklarını, cadde ortasında şeyhi hayvanlarla zina ettiren eş-Şarani'nin ahlaksızlıklarını eleştirecek olsanız, başınıza kıyametler koparır ve şeytan çarpmış gibi çılgına dönerler. Bunları cevaplandırmak için en kutsal İslâmî esaslara bile saldırır ve suçlamalarda bulunurlar.
Bütün bunlar her tasavvufçunun zındıklığında İbn Arabi, putperestliğinde İbn el-Farıd, ahmaklık ve bunaklığında eş-Şarani yolunda olduğunu göstermektedir. Kitaplarına, virdlerine ve zikir (dans) salonlarında okudukları gazellere bakan herkes bunu anlar. Hemen her an çürümüş kemikler ve kokuşmuş leşlerle oturup kalkmalarını, onlara verdikleri sıfatları düşünen herkes farkeder. Medet ey tasarruf sahipleri! Medet ey gavs! Medet ey kutup! Medet ey hazret! Medet ey divan başkanı! sözlerini duymuyor musunuz? (1) Zikir halkalarından sonra gazelleriyle sakilik yapan (2) meczupların "Yahudi, hıristiyan, mecsûsî" deyişlerinde nasıl yarıştıklarını, dervişlerin de seviçten "Daha, daha çok küfür" diye bağrışmalarını işitmiyor musunuz?
Yukarıda belirttiğimiz gibi tasavvufçular eleştirilmekten şiddetle kaçınırlar. Kendilerini eleştirenlerin Allah'ın rahmetinden kovulacaklarını ve şeyhin feyizlerinden mahrum kalacaklarını iddia ederler. Boyunların tasavvuf boyunduruklarını atmamaları için dervişlerin elini kolunu bağlar ve kalbiyle de olsa şeyhleri şu veya bu şekilde eleştirmesini yasaklar. "Bu keşfin insanların çoğundan gizlenmesi gerekir. Çünkü o kadar derindir ki halka çıklanması iyi olmaz" (3) derler. Münafıkça bir batınilik ve hakkın çarpması karşısında sığındıkları bir riyakârlık! Tasavvufçular eleştirilmekten arslandan kaçar gibi kaçarlar. "Tasavvufu eleştiren birini görürsen ondan arslandan kaçar gibi kaçarsın" (1) derler. Adaletle yapılan eleştirilerden tasavvufçular acaba neden korkarlar? Neden bir eleştiriye katlanmaz ve hemen tüyleri ürpermeye başlar? Neden eleştiri karşısında bu kadar âciz ve paçaları tutuşmaktadır?
Yine şöyle derler: "Keşf ve müşahade yolunun tartışmaya ve red edilmeye tahammülü yoktur. Keşfi kabul etmiyenler ondan mahrum olurlar." (2) Şüphesiz bütün bunlar tasavvuf tutsaklarının gözü kör, kalbi mühürlü ve kulakları sağır olarak kölelik sistemine bağlı kalmaları ve sömürücü şeyhlere karşı gözlerinin açılmaması içindir. Bütün bunlar tasavvufun herhangi bir batılını tartışan hak bir sözü kimseden işitmemeleri içindir. Bütün bunlar insanların şuursuzca şeyhlerin yörüngelerinde dönmeye devam etmeleri içindir. Ve nihayet bütün bunlar şeyhlerin oturdukları yerden insanların sırtından asalak olarak yaşamaya devam etmeleri içindir. (3)
Tasavvufçular bir eleştiri karşısında cevap vermekten aciz kaldıkları ve hakkın karşısında serseme döndükleri zaman o çıkmazdan kurtulmak için de "Zevk" masalını uydurmuşlardır. "Bu bir zevktir, tatmıyan bilmez" tekerlemesini kendilerine paravan yaparakişin içinden ucuzca çıkmaya çalışırlar. Eleştirenleri de zevksiz ve maneviyatsız birer kabuk ehli olarak tanıtır ve hor gösterirler. Tıpkı hıristiyanların teslis inancını tartışmaktan kaçındıkları için imanın akıl işi değil, kalp işi olduğunu iddia etmeleri ve birin üç ile üçün bir ile bir olup olamıyacağını tartışmaktan kaçınmaları gibi. Bu inanç işidir, akılla değil kalple iman edeceksin, deyip insanların teslise üstünkörü inanmalarını istemeleri ve eleştirenlere iltifat etmemeleri gibi.
Tasavvufçulara şunu ifade etmek istiyoruz; Allah'ın izni ve yardımıyla putperest kültüründe, bozuk inançlarında ve bidat uygulamalarında tasavvufa kültürünün insanları nasıl uyuşturduğunu, onları hayatın gerçeklerinden uzaklaştırıp ruhlar alemine ve hurafeler dünyasına nasıl bağladığını, onlara hakkı batıl ve batılı hak olarak nasıl gösterdiğini insanlara açıklamaya devam edeceğiz. Bundan da maksadımız, hakkı savunmak ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktan başka birşey olmıyacaktır. Bugüne kadar söylediklerimizde de maksat bundan başkası olmamıştır. Allah yolunda haktan sapmış insanların tehditlerinden de korkmadığımızı belirtmek isteriz. Haktan sapmış tasavvuf kültürü ve bidatlarına karşı Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünneti silahıyla savaşmaya devam edeceğiz. Çünkü bütün sapıklık ve çarpıklıklarına rağmen tasavvuf İslâm olarak anlaşılmakta ve insanlar onu İslâm'ın zarar hanesine kaydetmektedir. Onun hurafe ve çarpıklıklarına bakarak İslâm hakkında yargıda bulunmakta ve saldırılar yöneltmektedir. Birçok insan tasavvuf meşhurlarının rabbani ulular, nurani pınarlar ve ruhani örnekler olduğunu zanneder. Onlarda insanüstü birçok sıfatlar ve güçler tevehhüm eder.
Tasavvuf dini örnek gösterilerek veya benimsenerek Allah'ın dinine karşı çıkılmaması için mitoloji örümceklerinin ördüğü ve evham hayallerinin dokuduğu bu maskeleri her müslümanın yırtmaya çalışması vaciptir. Hayalden dünyalar içinde yaşıyan ve bidatlara boğulmuş tasavvuf kahinlerinin yüzündeki maskeleri indirmeye her müslümanın gayret etmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Müslümanların hayır, hidayet ve saadetin sadece Allah'ın kitabına bağlanmak ve Rasûlü'nün sünnetine uymakta olduğuna inanması için bu maskelerin yırtılması gerekir. İnsanlar arasında Allah birlemede, ona inanmada, itaat etmede, ondan korkmada, kendisine indirilenleri anlamada ve müslümanlara yol göstermede en mükemmel olan Rasûlullah'a tabi.


Temelsiz İddialar


Tasavvufçular tasavvufun Allah'ın bir sıfatı olduğunu iddia ediyorlar. (1) Bu ilmi kabul edenlerin has kişilerden olacağı, anlıyanların ise hasların hası olacağı, dile getiren ve yayanların ulaşılmıyan bir yıldız olduğu, tasavvuf ilminden hiçbir kimsenin müstağni olamıyacağı, ilimlere oranla yeni, küllînin onlara nisbeti gibi olduğu, onu tahsil etmek için mutlaka şartın gerektiği, alemde tasavvuf ilminden daha üstün bir ilim bulunmadığı ve din devam ettiği müddetçe devam edeceğini iddia ediyorlar. (2) Tasavvuftan beri olan Rasûlullah ve ashabı sanki avam cahillerden kişilerdi! İbn Arabi ve Şarani ensar ve muhacirlerden, tabiin ve diğer müçtehidlerden sanki üstün kişilerdi! Yine atomu parçalıyan ve akıllara hayret veren alanlarda maharetle kullanan, demirden canlı gibi uçan kuş yapan modern ilim, sanki insanlığın ilerlemesine yararlı ve elverişli değildir. Çünkü tasavvuf değildir!
Bu temelsiz ve yalan iddialara göre tasavvuf Hz. Peygamber'in getirdiği risaletten ve gösterdiği hidayetten daha büyük bir şeydir. "Alemde bu ilimden daha üstün bir ilim bulunmadığı"nı onlar söylemiyorlar mı? Hz. Peygamber de tasavvufçu olmadığı ve tasavvufa davet etmediği bir gerçektir. Acaba bu yalanlardan bir tanesinin bile doğruluğunu herhangi bir tasavvufçu ispat edebilir mi? Bütün bunların birer yalan ve iftira olduğu sabit bulunduğu şekilde tek bir tanesinin bile doğruluğunu ispat edebilecek bir tasavvufçu var mıdır?
Burada şeyh efendiye ve onun yörüngesinde dönenlere bir daha seslenmek istiyorum. Yaşlılığına, boşuna eriyip giden ve sıkıntı içinde yüzen kişiliğine acıyarak bir daha sesleniyorum.
Israrla okumanı ve okumamızı tavsiye ederek seslenmek istiyorum. Gerçekleri konuşturduğum bu satırları okumanı istiyorum. Yazdıklarıma karşı çıkmanı ve cevap vermeni istediğim için yapmıyorum. Belki gerçekleri görüp hakkın yoluna dönmeye vesile olabilir ümidiyle bunu istiyorum. Ne dersiniz şeyh efendi, bütün bu isteklerimi boşa mı gidereceksiniz? (1)
Bildiğin gibi makamının büyüklüğü bizi savcılığa şikayet etmekten alıkoymadı. Onların adaleti sana hak vermediğine göre, önceki hükümetlere mi şikayet edeceksin! Acaba tasavvufçuları savunmaktan alıkoyacak bir musibet veya felaket mi bekliyorsun? Bana öyle geliyor ki şeyh efendi taraftarlarından büyük bir kitlenin huzurunda kendisiyle münazaraya beni kabul edecektir. Halka ve özellikle taraftarlarına açık, bilhassa büyük bir topluluğun huzurunda böyle bir münazaraya davet ediyorum. eş-Şarani putunun yanında da olsa böyle bir münazaraya hazırım. Buna karşılık vermedikleri ve hakkın açığa çıkmasına yanaşmadıkları taktirde bütün dünya bilsin ki batıl çok korkak ve ödlektir. Bütün alem bilsin ki ancak gerçeği gözünden uzak olduğu ve cahillere şirin görünüdğü zaman ortaklıkta görünebilir ve taraftar toplıyabilir.
Başta şeyh efendi olmak üzere, ey bütün tasavvufçular, gelin Allah'ın şu hitabına kulak veriniz: "Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben size sizi, O aziz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum. Sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de hiçbir davete yetkisi yoktur. Gerçekte dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenlere gelince, işte onlar ateş ehlidirler. Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir. (1)
Ey tasavvufçular topluluğu! Allah'ın himayesine ve selamet sahiline gelmez misiniz? Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünneti ışığında hidayet yoluna koşmaz mısınız? Hepimiz iman, hak, kardeşlik, tevhid ve barış davetçileri olarak Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine sarılmaya ne dersiniz?



Kurbanlıklara Bu Bir Sevgi Çağrısıdır!


Siz ey bedbaht ve zavallı kurbanlıklar! Siz ey tağutların şehvetlerine kurban olanlar! Unutmayınız ki kanlarınız azgın hevesler için akıtılmakta, putlara şirk kurbanları sizlerden sunulmaktadır.
Ey gece karanlıklarında ve çöllerin ortalarında şaşkın dolaşanlar! Şöyle bir bakın. Etrafınıza iyi bakın. Gözleriniz önünde sevimli ve kerim bir davetçi durmaktadır. Yüzünde müjde gülümsemeleri bulunmaktadır. Sevgi ile sizleri çağırıyor. Çöllerde helak olmadan ve fırtınalarına kurban gitmeden önce bu davetçinin sesine kulak veriniz. Unutmayınız ki tevbe kapısı ardına kadar açıktır. Kapıda ancak sizleri selamlıyan ve gelişinize sevinen kişiler durmaktadır. Hidayet ve kutsallık semalarından yüce Allah'ın şu çağrısını dinliyorsunuz:
"Ey kendileri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (1) "Ancak tevbe ve iman edip iyi amel işliyenler başka. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." (2)
Ey tağutlara ve zalimlere tutsak düşmüş olanlar! Bu bir uyarıdır aynı zamanda. Onun için sakının. Çünkü yüce Allah buyuruyor: "Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında dilediğinin günahını bağışlar." (3)
Allah'a gelin ey zavallılar! Unutmayınız ki ne İbn Arabi, ne el-Bedevi, ne de bir başkası tevbelerinizi kabul edebilir! Ne bunlar ve başkaları günahlarınızı bağışlayabilir veya kötülüklerinizi iyiliklere çevirebilir yahut birtek hatanızı affedebilir. Yalvardığınız bütün bunlar o saat geldiğinde Allah'a yaklaştıracak bir vesile arayacaklardır!
Ey karanlık vadilerde yolunu yitirmiş olanlar! Bu çağrı sizedir. Allah'ın gerçek hidayeti olan hakka dönünüz. Allah'a dönüp onun hidayetiyle amel ettiğiniz zaman şöyle bir etrafınıza bakın. Göreceksiniz ki bütün insanlığın zirvesinde izzet ve şeref içinde İslâm'ın bayrağı dalgalanmakta ve her tarafa gölgesi uzanmaktadır. İslâm hidayetinin meltem rüzgârları doğudan batıya kadar her tarafta esmektedir. Hayatın berrak, hayır ve barış, müjde ve sevinç, emniyet ve şefkatle devam ettiğini görmüyor musunuz? Bütün kainatın iman mihrapları, hak ve adalet vahaları, selamet ve mertlik alanları olduğunu müşahade etmiyor musunuz? Hayatın Allah yolunda çalışacak müminlere bağrını açtığını görmüyor musunuz?
Bütün bunları gördüğünüz zaman şaşmayınız. Çünkü bütün bunlar alim ve kadir olan yüce Allah'ın bir va'didir. Şöyle buyuruyor: "Allah, sizlerden iman edip iyi amel işliyenlere, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi kendilerini de yer yüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlıyacağını va'detti. Çünkü onlar bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (1)
Allah'a ihlas ile inanır ve onun gösterdiği şekilde amel eder, din olarak sadece onun dinine bağlanır ve gereğini yaparlarsa, bütün bunları Allah müminleri için gerçekleştirecektir. Allah'ın vadi asla değişmez ve Allah asla vadinden dönmez. Çünkü kerim ve kadirdir. Va4dini Hz. Muhammed ve ashabına gerçekleştirmiş, Hz. Muhammed'in yoluna gerçekten bağlı kalmış insanlara da gerçekleştirmiştir. Sizler de Hz. Muhammed'in yoluna uyar ve gittiği yoldan giderseniz sizin için de gerçekleştirecektir.
Ey şaşkınlar! Bu, sevgiden doğan bir çağrıdır. Hüzün ve ızdıraplarınızdan, rüzgâr önündeki yaprak gibi titrediğiniz korkulardan ve iliklerinize kadar işleyip tüylerinizi ürperten huzursuzluktan, aklınızı, ruhunuzu, kalbinizi ve beyninizi sarmış evham ve kuruntulardan ancak yüce Allah'ın emanına girdiğiniz taktirde kurtulabilirsiniz. Sadece ve sadece onun çizdiği yoldan gittiğiniz zaman ancak kurtulabilirsiniz. (1) Ona iman edersiniz, âyetlerini düşünürsünüz, hidayetine sarılırsınız ve sadece O'nun Rasûlü'ne uyarsınız. "Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere size çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü'ne (onların çağrısına) uyunuz. Ve bilin ki Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O'nun huzurunda toplanacaksınız." (2)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İnsanlar Neden Tasavvufa Yöneliyorlar?


İnsanların tasavvufa yönelmelerinin çok sebepleri vardır. Hepsini burada saymak belki mümkün değildir. Bize göre bunların önemlileri şunlardır:


a- Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik:


Müslümanların birliğinin çözülmesinde, aralarında ihtilaf edip çatışmaya girmelerinde oynadığı olumsuz rolün yanında bu bağnaz fıkhî mezhepçilik duyguların donuklaşması, vicdani şuurun yitirilmesi ve manevi duyarlılığın köreltilmesinde de büyük rol oynamıştır. Ruhsuz ve faraziyelerle dolan fıkhî mezhep kitapları duyguları harekete getirmeyen, vicdanı okşamıyan, ruhun susuzluğunu gidermiyen, nefsi tehzip etmiyen ve heva ateşini söndürmiyen kuru bilgilerle dolup taşmıştır. Bu arada alabildiğine genişlemiş ve ucu bucağı görünmez bir umman halini almıştır. Hatta mesela Hanefi fıkhının en az yirmi sene içinde iyice öğrenilebileceği yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Halbuki Rasûlullah bu fıkhı ümmete öğretmiş, davetini neşretmiş, ordular donatmış ve savaşlar yapmış, fethedeceği yerleri fethetmiş ve Arap müşriklerinin elinden her türlü mukavemet ve eziyet görmüş olmasına rağmen bu süre ancak buna yakın olmuştur. Kısaca Rasûlullah bütün bunları yirmi üç sene gibi buna yakın bir zamanda gerçekleştirmiştir.
İslâm kültürü ve hayatından uzak insanların tasavvufçuların kucağına atılmalarında bu bağnaz fıkhî mezhepçiliğin en büyük rolü olduğu söylenebilir. Çünkü bu insanlar keşf ve riyazat, halvet ve fuyuzat yolu ile bu ilimleri kendilerine en kısa zamanda öğreteceklerini ve'deden, kabuk menasibinde saydıkları şerî ilimlerle uğraşmak yerine dinin özü ve hakikati dedikleri şeffaf, duyarlı hayati ve ruhani zevki gerçekleştireceklerini söyliyen tasavvufçular can kurtaran simidi gibi yapışmışlardır. Tıpkı ızdırap çekilen bir hastalıktan çok pahalıya patlıyan ve uzun zaman olan doktor tedavisi yerine işportacıların zaman zaman halk arasında reklamını yaptıkları ve her derde deva diyerek tanıttıkları birtakım ilaçlara ve yollara insanların meyletmesi ve ilgi duyması gibi. Zavallı müslümanlar dizginlerini bunların eline verir, onlar da bunları umman şeklini almış bağnaz fıkhî mezhepçilikten daha geniş ve ucu karanlık olan tasavvufa götürürler.
Fıkhî mezhepçiliğin donukluğundan, ruhaniyet ve maneviyattan uzaklığından usanmış ve ruhaniyete susamış bu insanlar kendilerini tasavvufun kucağına atacakları yerde Kur'ân ve Sünnet fıkhına yönelselerdi bu ruhani hayatın lezzetini farkeder, ilim zevkini tadar, iman ve ihsan atmosferiyle ruhları dolardı. Her biri Rabbini görürcesine ibadet ederek ihsan derecesine yükselmenin zevkine ererdi.
Kur'ân ve Sünnet atmosferine girselerdi, Rasûlullah'ın ve ashabının nasıl iman ve ihsan derecelerinin zirvesinde bir hayat sürdüklerini öğrenirlerdi.


b- Kelam Tartışmaları:


Müslümanların vicdan ve duyarlılığını ihya etmede bağnaz fıkhî mezhepçilik başarısız olduğu gibi haksız bir şekilde tevhid ilmi diye isimlendirilen kelam ilmi de aynı şekilde başarısız kalmıştır. Çünkü kelam, müslüman fertlerde ruhi duyarlılığı dondurmuş, duyguları öldürmüş, ruhi atmosferin dışına çıkarmış ve zaman zaman akidenin sapmasına, hatta inançsızlığa kadar götürmüştür. Çünkü başlangıçta İslâm'ı savunmak amacıyla ortaya çıkan kelam, zamanla kendini İslâm'ın yerine koymuş, kurumlaşmış ve İslâm'la uzaktan yakından ilgisi bulunmıyan Hint felsefeleri, Yunan cedel ve safsataları karışımı bir ilim olmuştur. Halbuki Kur'ân ve Sünnet'in dışında ve onların ışığında bu aleme bakıp teemmül etme yolu dışında tevhidin ne bir kaynağı vardır ne de olması mümkündür. Zira yüce Allah ancak kitabında kendisini tavsif ettiği ve Rasûlullah'ın bildirdiği şeylerle tavsif edilebilir.
Bağnaz fıkhî mezhepçilik ve kelam tartışmaları sonucu duyguların donuklaştığı, duyarlılığın köreldiği ve ruhun katı kalıplar içinde sakıntı duymaya başladığı bütün bunlardan sonra insanın özlemini çektiği ve yaşamak istediği bu yüce hedeflerin tümü veya büyük çoğunun Kur'ân ve Sünnet fıkhıyla gerçekleşeceğine inanıyoruz. Ruhun özlemini çektiği, duyuların yaşamak istediği ve kalbin huzurunu bulacağı bu manevi ortamın Kur'ân ve Sünnet ilmiyle gerçekleşeceğini söylersek herhalde abartmış olmayız. Çünkü insanların önünde gün ışığı gibi aydınlık bir tecrübe vardır. Rasûlullah ve ashabının yaşadıkları tecrübe müminler için en güzel örnektir. Onların zamanında ne bağnaz mezhepçi fıkıh, ne de kültürlerin kompozisyonu haline gelmiş kelam ilmi mevcuttu. Bununla beraber bu insanların her birinin manevi hayatın ve ruhi cevvaliyetin en mükemmel şeklini yaşadığı ve tasavvuf denilen çıkmazlara hiçbir zaman ihtiyaç duymadıkları bir gerçektir. Çünkü bu insanlar Kur'ân ve Sünnet atmosferi içinde yaşıyor, onu teneffüs ediyor, ruhi ve manevi bütün gıdalarını onlardan alıyor, teorik ve pratik bütün ilimlerini de onlardan elde ediyordu. Bunların dışında ne bir şeyhin elinde çile doldurma, ne de bir başkasının el çabukluğuyla kısa bir zamanda bütün ilimleri elde etme gibi bir temayülleri olmuştur.
Asrı saadet dönemine şöyle bir denelim. Peygamberliğin nuru ve ashabın sohbetiyle yetişen tabiin nesline bir bakalım. O zamanlar müslümanlar, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet değil miydiler? Zamanın benzerine çok nadir şahit olduğu ideal nesiller değil miydiler. Sadece çok oruç tutmak ve çok namaz kılmakla değil, belki melekvari bir hayat, kahramanca bir cihad, ilim ve medeniyet ufuklarında kanatlanma, uyanık vicdanlar ve alevli duygularla da ideal insanlar değil miydiler?
Bağnaz mezhepçi fıkıh ve Kelam ilminin donuklaşması, akideyi ihya etme ve duyguları canlı tutmadaki başarısızlıklarından şu sonuca varmamız gerekir:
Toplumda yayılan bu çirkin materyalizm karşısında imanın geleceği vicdanların uyanmasına, duyguların canlanmasına ve derlenip toplanmasına, büyük fedakarlıklara ve Allah yolunda gerekli harcamalara bağlıdır. Yani doğruluk, gayret ve hayatiyet gerektiren bir meydanda kuru ve donuk bir inanç ile Allah'tan uzaklığın ifadesi olan az bir zikrin yeterli olacağı söylenemez. Din azami ölçüde düşünce ve şuuru güçlendirme, İslâm toplumunda büyük bir atılımı sağlıyacak hamleleri gerçekleştirme yoluna gitmediği taktirde toplumdan silinmesi ve mensuplarının yok olması kaçınılmaz olacaktır. (1)
Kainatın sağlam kanunlarla idare edildiğini anlamıyan ve evreni düşünüp taşınma, seslerine kulak verme, tavsiyelerini tutma ve sözünü üstün kılma yoluyla Allah'ı bilmenin biricik yolunun da uyanık bir akıl olduğunu kavramıyan bir neslin bulunması herhalde hayat için bir züldür. Zaten bu kadar duyarsız ve anlayışsız bir neslin yaşadığı bir hayatın devamı mümkün değildir. (2)
Şüphe yok ki gözü bağnaz mezhepçi fıkıhta, aklı kelamda, duygusu tarikat ve evhamda ve bütün himmeti bu ilimden bir takım tılsımlar ezberlemek ve hiçbir duyguyu tahrik etmiyen, hiçbir şekilde şuuru da canlandırmıyan çarpım tablosunu tekrarlar gibi mezhepçi fıkıhtan birtakım ibareleri tekrarlamak olan bir insan, İslâm'dan oldukça uzak bir insandır. İmanın canlandırılması, düşüncenin uyandırılması ve donuklaşmadan, buharlaşmadan yahut sapmadan evvel onun süratle pratiğe dönüştürülmesi işleminde Kur'ân ve Sünnet fıkhı ne büyüktür!
Müslümanlar bu ilahi fıkhı ihmal edip tevhid ilmi dedikleri felsefeler ve insanlara ilk tavsiyeleri kendilerini taklid etmekten nehyetmek olan gayri masum birtakım insanların sözleriyle Allah'a ibadet ettikleri, ibareleri içinde günlerini geçirdikleri gün himmetleri uyuşmuş, duyguları körelmiş, düşüncesi gerilemiş ve başlarına haçlılar, moğollar ve batılı emperyalistler musallat olmuştur. İçine düştükleri zilletten ve uğradıkları hezimetten ancak Allah'ın kitabına ve Rasûlullah'ın yoluna döndükleri gün kurtulabileceklerdir. Âyet-i kerîmeler bu dönüşü vacip kılmakta ve müslümanları her zaman uyarmaktadır. Yüce Allah buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha hayırlıdır." (1)
"Hayır! Rabine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (2)
Rasûlullah da şöyle buyurmuştur: "Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Bunlar Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetidir." (3)
Bütün bunlar İslâm'ın netliğini ve tazeliğini koruması, canlılığını muhafaza etmesi ve rolünü oynamaya devam ederek müslümanlarda güçlü bir hayat, coşkun bir duygu ve uyanık bir vicdan diriltmeye sürekli elverişli olması içindir. Rasûlullah da bu önemli görevi yerine getirme ve İslâm'ın her zaman terutaze ve dinamik olarak devam etmesi için zaman zaman müceddit ıslahatçılar olacağını bildirerek şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah bu ümmet için her yüz yılın başında dinini tazeliyecek (yenileyecek) kişiler gönderir." (4)
Her asırda bu mücedditler gelmişlerdir. Bunlardan, İslâm'ın imajını bozan ve çığırından çıkarmaya çalışan kelamcılara karşı bir set gibi duran Ahmed İbn Hanbel'i anabiliriz. Bu yolda tüyleri ürperten ve insanı eleme boğan türlü işkenceler ve eziyetler görmüştür. Ondan sonra İmam İbn Teymiyye'ye gelinceye kadar yetişmiş büyük müçtehidlerin tümü bu görevi yerine getirmişlerdir. Nihayet İmam ibn Teymiyye de bu görevi yerine getirerek kelamcılardan felsefecilere kadar muhtelif kesimlerin sapmalarına karşı koymuş, tehlikelerini ve sapmalarını açıklamış, tasavvuf adına işlenen cinayetleri ve uydurulan bidatları gözler önüne sermiş, ilave olarak taklit ve mezhep taassubuyla mücadeleye çağırmış, Kur'ân ve Sünnet'e dönüşü teşvik etmiştir. Bu yolda işkenceler görmüş, zindanlarda yatmış ve sürgün hayatı yaşamıştır. Hatta eleştirdiği ve sapmalarını teşhir muhtelif çevrelerden iftira ve hakaretlere maruz kalmış, bütün dünya ona çok görülerek ömrünü zindanda tüketmeye mecbur edilmiştir. Allah yolunda ihlas ve cesareti sebebiyle Şam kalesi içindeki zindanda vefat etmiştir. Bugüne kadar ıslahatçılar ve mücedditler aynı yolda her türlü işkenceye, zulme, baskıya, şiddete ve iftiralara maruz kalmışlardır. Bugün de aynı şeylere maruz kalmaktadırlar. (1)
Belirttiğimiz gibi bu insanlar halkı Kur'ân ve sünnete yönelttikleri, zamanla donuklaşan ve bağnazlaşan mezhepçi fıkıh ve kelam tartışmalarından müslümanların çok zararlar gördüğünü söyledikleri için iftiralara ve suçlamaya maruz kalmışlardır. Bugün de aynı rolü oynamaya çalışan alimlere sonu gelmiyen bir dizi suçlama ve iftira yapılmaktadır. Hatta bunlar topluma bozguncu ve yıkıcı olarak takdim edilmekte, kitaplarının okunmasından sakındırılmakta ve söylediklerinde dinlenmemeleri istenmektedir. Müslümanların bidat ve hurafelerden uzak, kabirlere ve ruhlara tapmaktan uzak, kim olursa olsun insanları putlaştırmaktan veya masum saymaktan uzak bir İslâm'a yönelmelerini kısaca Kur'ân ve Sünnet'e yönelmelerini istiyen alimler Vahhabilik, reformculuk, modernistlik, şunun veya bunun düşmanlığıyla suçlanmakta ve yapacakları güzel hizmetlerinin engellenmesine çalışılmaktadır. Aynı şekilde bağnaz mezhepçi fıkıhtan ve içinden çıkılmaz bir durum alan kelam tartışmalarından uzak, Kur'ân ve sahih sünnete dayalı nezih bir İslâm'a yönelmelerini savunan, taklidin İslâm'da sevilen birşey olmadığını, müslümanların başkta akaid konularında olmak üzere inançlarını ve amellerinin kaynaklarını bilmeleri gerektiğini, devamlı bir tahkik çabası içinde müslümanların Kur'ân ve Sünnet'le her zaman içiçe ve diyalok halinde bulunmalarının vacip olduğunu, İslâm denilince bunların akla gelmesi gerektiğini, alimlerin içtihad ve görüşlerinin ise ancak bunlardan çıkarılan birtakım bilgiler olup Kur'ân ve Sünnet'in yerini tutamıyacağını anlatan alimler mezhepsizlik veya şunun bunun düşmanlığıyla itham edilmektedir. Müslümanlar için bağlayıcı ve zorunlu olanın Kur'ân ve sahih sünnet olduğu, içtihadların ise şeriat nazarında bağlayıcı bir durum arzetmediği, Kur'ân ve Sünnet'e uygun olduğu taktirde onlarla amel edilebileceği, aykırı olduğu taktirde bir yana bırakılacağı ve taklid edilen içtihadların mutlaka imkanlar ve şartlar ölçüsünde delillerinin araştırılması gerektiğini söyliyen alimler sanki İslâm'ın birerüşmanı ve müslümanların dinlerini bozmaya çalışan birer ajan gibi topluma takdim edilmekte ve hayırlı hizmetleri engellenmektedir. Bütün müçtehid imamlar "İçtihadlarımızın delillerini araştırın, delillerini bilmeden bizi taklid etmeyin, içtihadlarımızla naslar çatışacak olursa, mezhebimiz naslardır" demelerine rağmen, bunu söyliyen diğer alimler sanki dinde bidat çıkarmış gibi safdışı bırakılmak istenmektedir.
İşte zamanla nasıl da altüst olmuş ve ıslahatçı ile bağnaz mukallid nasıl yer değiştirmiştir! Sanki bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün ıslahatçılar ve mücedditler insanları taklidden sakındırmamış ve ne olursa olsun mutlaka Kur'ân ve Sünnet'e dönmeleri gerektiğini söylememiş gibi, sürekli taklidi savunan ve insanlarla Allah'ın dini arasında birtakım kişileri bir duvar haline getiren kör taassubu savunan bağnaz kişiler nasıl bayraklaştırılmakta, ama insanları Allah'ın dinine ve onu anlamaya çağıran ıslahatçılar nasıl birer öcü gibi gösterilmektedir!
Kur'ân kültüründe ve sünnet eğitiminden uzak yaşıyan, Rasûlullah'ın ve ashabın Kur'ân ve Sünnet olan yaşayışından habersiz bsulunan insanların mutlaka Kur'ân ve Sünnet'le muhatap olmaları, bunların Kur'ân ve Sünnet eğitiminden geçmeleri ve din olarak ancak bu ikisini bellemeleri gerektiğini anlatan alimlere nasıl kimsenin inanmaması telkin edilmekte ve söylediklerinin bidat olduğu nasıl empoze edilmektedir. Onlara dinlerinin yıkılacağı, mezheplerinin ellerinden gideceği, bugüne kadar birtakım din düşmanlarının Kur'ân ve Sünnet'e dönüşü paravan yaparak İslâm'ı bozmak, hatta yıkmak istedikleri gibi bu insanların da dini bozmak istedikleri, onun için bildiklerinizden şaşmamanız gerektiği nasıl telkin edilmekte ve Allah'ın dinine taklidle nasıl karşı çıkılmaktadır! Halbuki İslâm ümmetinin bugüne kadar başına neler gelmişse, hep bu kör taklidin, kötü taklidin, bağnaz taklidin ve Kur'ân ile sünnet arasına birtakım setlerin çekilmesinin sonucu geldiğini aklı başında herkes anlar. Zira Kur'ân ve Sünnet eğitimi görmiyen, onların kapsayıcı, diriltici, yetiştirici, eğitici, öğretici, ruh ve madde dengesini sağlayıcı, şahsiyet ve izzet kazandırıcı, sadece Allah'a kul olmayı öğretici, hakla batılı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serici terbiyesinden geçmiyen insanların ancak başkalarına birer uydu ve bağnaz olacağını bilmiyen yoktur. Bugüne kadar tecrübeler bunu göstermiştir. Kur'ân ve Sünnet'in bu ilahi eğitimi ve rehberliği olmadan müslümanların tekrar izzet ve şereflerini kazanmaları, Allah'a istediği gibi birer kul olmaları mümkün değildir. Cahiliyye devrinin barbar insanlarını, vahşi insanlarını, cahil insanlarını, putperest ve iptidai insanlarını saadet asrı insanı yapan, yarım asırlık zaman içinde dünyanın süper devletleri olan Bizans ve İran imparatorluklarını dize getiren, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a kadar coğrafyaya İslâm'ı yayan ve dünya tarihinde örnek bir İslâm medeniyeti Kur'ân o insanlar acaba Kur'ân ve Sünnet eğitiminden başka hangi şeyle yetiştirildiler ve yetiştiler?
Bütün müslümanlar için bunlar birer örnek değil midir? Onlarda müslümanlar için en güzel örnekler yok mudur? Salih selef olarak onların yolundan gitmkek zorunda değil miyiz? İnsanları onların yoluna davet eden kişileri takdir ve tebcil edeceğimiz yerde, bir takım lekeleyici ve yıpratıcı yakıştırmalarla safdışı etmemiz ve salih selefin yolundan yüz çevirmemiz nasıl makul sayılabilir? Hatta bunu söylemek nasıl "Şeriatı tehdit eden en büyük tehlike" olarak takdim edilebilir? Kur'ân ile sünnet eğitiminden geçmiyen, bunlarla kendileri arasında setler çeken, onları okumanın ve anlamının bizler için mümkün olmadığını söyliyen veya inanan bir anlayış nasıl İslâm'la bağdaştırılabilir? Biraz tarafsız ve insafla bunu düşünmemiz gerekmez mi?
Bunları söylerken hiçbir zaman alimleri küçümsemek, bir tarafa bırakmak, söylediklerini yabana atmak, basit bilgilerle içtihad etmek gibi bir düşünce taşımadığımızı belirtmek isteriz. Aksine bütün alimlere ve müçtehidlere sonsuz saygı ve takdirimiz yanında onların elbette örnek alınabileceğini ve ilimlerinden istifa edileceğini söylüyoruz. İnsanların Kur'ân ve Sünnet eğitiminden geçmeleri gerekir, sözlerimizin bu gibi şeylerle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü o alimler de Kur'ân ve Sünnet'i bilerek yaşamalarını istemişlerdir. Ashabı kiramı ele alacak olursak, biliyoruz ki hepsi müçtehid değildiler. Aralarında kendini ilme vermiş ve çok yüksek seviyelere yükselmiş kişilerin yanında daha aşağı seviyede olanları da vardır. Ama hepsinin değişik oranlarda ve miktarlarda Kur'ân ve sünnet eğitiminden geçmediğini kim iddia edebilir? Onlar bu genel eğitimle örnek ashap nesli olmadılar mı? Bizim ve alimlerin insanları çağırdığı ve telkin ettiği bu eğitimin gerçekleşmesidir. İnsanların mutlaka Kur'ân ve sünnetle yüzyüze gelmeleridir ve onların eğitimiyle eğitilmeleridir.
Bu eğitim verildiği ve gerçekleştiği zaman insanlar bağnaz taklidçilikten, bidat ve hurafeler içinde yüzmekten, insanları putlaştırmaktan, tasavvuf ve benzeri sapmalardan kurtulabilecek, doğrudan doğruya ilhamını Kur'ân'dan alacak ve asrın idrakine sunacaktır. Bu eğitim esnasında alimlerin içtihad ve görüşlerinden yararlanılacak, örnek ahlak ve çalışmaları anlatılacak, ama hiçbir zaman insanlarla Allah'ın dini arasında bir set yahut bir engel telakki edilmiyecektir. Onların da rolü insanları Allah'ın dini ile yüzyüze getirmek ve onu kavramaları için yardımcı olmaktan ibaret olacaktır. Bu gerçekleştiği takdirde Allah'ın kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine çağıran insanların gerçekte ne kadar isabetli davrandıkları anlaşılacak ve bütün bir toplum Allah'ın dinini öğrenmek için yarışa girecektir. Din eğitimi seferberliği, taklid ve bidatlardan kurtuluş, Allah'ın dinini tam ve bütün olarak algılama ve hayata geçirme o zaman gerçekleşecek ve İslâm ümmeti bu hamle neticesinde istediği yere gelecektir. Bunlar gerçekleşmediği müddetçe de papağan gibi taklit etmekten öteye geçmemiz mümkün olmıyacaktır.



c- Yönetimlerin İslâm'dan Sapmaları Ve İslâmî Hayatı Engellemeleri:


İnsanların tasavvufa yönelmelerinin sebeplerinden biri, belki de en önemlisi müslümanların başında bulunan yönetimlerin İslâm'dan sapmaları ve İslâm'ın öngördüğü şekilde kapsamlı bir İslâmî hayata meydan vermemeleridir. Hz. Ali ile Hz. Muavi arasında başlıyan anlaşmazlık ve savaşlar İslâm toplumunda büyük tedirginliklere yolaçmış ve birtakım insanlar bu savaşlardan uzak kalmak, bulaşmamak, bunları izliyen fitnelerden uzak durmak için toplumdan kendilerini soyutlamış ve ferdi planda İslâm'ı yaşamaya kendilerini vermişlerdir. İslâm toplumunda ilk sapmaların bu anormal şartlar altında başladığı söylenebilir.
Bunu izliyen dönemlerde de alimlerle yönetimlerin karşı karşıya geldikleri, hakkı ve Allah'ın dinini açıkça ve korkusuzca açıkladıkları, fitne ve sapmalara cesaretle karşı koydukları için yönetimler tarafından alimlerin nasıl türlü baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını biliyoruz. Toplum fertleriyle yönetimler arasında bir nevi sözcülük ve temsilcilik görevini yapan alimlerin yönetimler tarafından cezalandırıldıkları, işkencelere maruz kaldıkları, sürüldükleri ve hapsedildikleri, hatta şehid edildiklerini gören halkın gözü yılmış, tabir caizse, meydanı zorba yönetimlere barıkmak zorunda kalmıştır. Kimileri artık bu işlerin düzelemiyeceğini, elden birşey gelmediğini, insanların yoldan çıktıklarını, âhir zaman fitnesi diyerek kıyameti beklediğini yahut Allah'ın vereceği azabın her an gelip çatabileceğini, onun için mehdinin gelişini beklemekten başka çare kalmadığını düşünerek köşelere çekilmiş, saatlerini münzevi ibadet ve zikirlerle geçirmeye koyulmuştur. Toplumda emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama) gittikçe ihmal edildiği için de kötülükler alabildiğine yayılmış ve iyilikler gitgide işlenemez olmuştur. Böylece toplumda içki, kumar, fuhuş, hile, yaltaklanma, dalkavukluk, jurnalcılık, fırkacılık, milliyetçilik, hırsızlık, haksızlık, zorbalık, aldatma ve yalan gibi İslâm'ın tasvip etmediği kötülükler yayılmış ve samimi dindarları tedirgin etmiştir. Artık insanların dinlerini yaşamanın zorlaşacağı, elde ateş tutmak kadar güçleşeceği, oturanların yürüyenlerden hayırlı olacağı, evlerine kapananların sahnede görünenlerden daha emin kalacakları, gibi telkinler insanları yönlendirici rolü oynamıştır.
Bütün bunlar insanların sahneden çekilmelerini, başlarının çaresine bakmalarını, kendilerini ibadete ve zikre vererek piyasadan çekilmelerini doğrumuş ve toplumda bu uygulamaların alabildiğine yayılmasını sağlamıştır.
Bugün de insanlar İslâm'ın öngördüğü şekilde mükemmel bir İslâmî hayat sürmek istiyorlar. Bütün emir ve yasaklarının yerine getirildiği, helal ve haramlarının gözetildiği, Kur'ân ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru bir şekilde verildiği, insanların meşru bütün şekil ve yerlerde bir araya gelebildiği, Allah'ın dinini korkusuzca ve eksiksiz söyleyebildiği bir İslâmî hayatı yaşamak istiyorlar. Oysa şeytanların musallat olduğu, nefislerin azgınlaştığı, kötülüklerin kol gezdiği, ahlaksızlığın caddeleri doldurduğu, yasakların aleni bir şekilde işlendiği, emirlerin yerine getirilemediği, İslâm'ın şiarı olan birçok şeylerin yasaklandığı, horlandığı veya suç unsuru sayıldığı bir ortamla muhatap oluyorlar. Haramlardan koruyacak, emirlerin yaşanış ve uygulanışını öğretecek, ahlaksızlıklardan tutup çekecek ve kötülüğe götüren sebepleri ortadan kaldıracak insanlara meydan verilmediği, İslâm'ı bütün kapsam ve organlarıyla takdim etmenin önünde engeller dikildiği, faziletli bir İslâm toplumunun oluşması ve yaşaması için çabaların kısıtlandığı bir ortamda insanlar dinlerini yaşamak ve kötülüklerden kurtulmak için sahnede boygösteren tarikat temsilcilerine gitmekten başka yol bulamamaktadır. Biraz imkanı olan birtakım alimler de ya bu imkanı kullanmasını bilmiyor yahut kullanacak cesareti bulamıyor ya da böyle bir şeyin gerekliliğine doğru dürüst bir şekilde inanmıyor.
Onun için, bir alimin dediği gibi, bugün gençlik taşkınlık ve anormal davranışlar gösteriyorsa, bunda onlar kadar onların elinden tutmıyan ve İslâm'ın öngördüğü şekilde yönlendirmiyen alimlerin de sorumluluğu olduğu kesindir. Bunu tarikat ve tasavvuf çevrelerine insanların kapağı atmaları meselesine uygulayacak olursak, insanlar ve özellikle gençlik tarikat kapılarında ve şeyhlerin dizi dibinde yaşamaya yöneliyorsa, bunda onlara gereği gibi rehberlik yapmıyan ve İslâm'ı kapsamıyla takdim etmiyen alimlerin sorumluluğu vardır. Yani İslâm'ı sunmada ve örnek olmada alimler üzerine düşen görevi gerektiği gibi yerine getirmiş olsalardı, insanlar kurtuluşu belki de tarikat kapılarında veya şeyhlerin ellerinde aramıyacaktı. Diğer taraftan yönetimler tarafından alimlere bu imkanlar sağlanır ve önlerine binbir türlü yasaklarla engeller çıkarılmamış olsaydı, belki onlar da bu sorumluluğun altından kalkmak ve insanları sahih bir İslâmî hayata yönlendirmek için ellerinden geldiği kadar çaba göstereceklerdi. İslâm'ın bütün olarak alınması ve hayata geçilmesi mücadelesi veren alimler toplumda bertaraf edilip meydan cahillere ve tarikat şeyhlerine terkedilmemiş olsaydı, belki de bugün durum olduğundan bambaşka bir şekilde olurdu. Ama alimlerin önüne her türlü engeller dikilip yasaklar ve cezalarla elleri kolları bağlanınca, meydanda yaban otları boyverir ve insanlar seçenek olarak tarikatlardan başkasını göremez. Haramlardan alıkoyacak, emirleri öğretecek ve yerine getirilmesine ortam hazırlamaya çalışacak, insanların din duygularını ve ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak tarikat çevrelerinden ve şeyhlerin dergâhlarından başkasını bulamaz.
Çarpık bir din eğitimi ve maksatlı olarak İslâm'ın birçok unsurları gün geçtikçe bozulmakta ve artık İslâm'ın nefis ıslahından ibaret olduğu kanaati zihinlere yerleşmektedir. Batı taklitçiliği gereği topluma hıristiyanvari bir din anlayışı sunulması ve dinin bunlardan ibaret olduğunun sürekli işlenmesi sonucu insanlar artık dinin bu olduğuna inanmaktadır. Yaklaşık yüz yıla yakın bir zamandan beri topluma sunulan bu manastır din anlayışı dinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Radyo ve televizyonlarda yayınlanan din programlarında telkin edilen din anlayışı ve yapısı bu çarpıklığın oluşmasında çok önemli rol oynamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'den okunan pasajların bile bu anlayışla seçildiği ve güya suya sabuna dokunmıyan âyetlerin okunduğu göz önünde bulundurulursa, bu anlayışın oluşması için ne kadar çaba gösterildiği daha iyi anlaşılır. Okullarda okutulan din kültürü ve ahlak bilgisi gibi dini bilgiler veren kitaplarda dinin ancak bazı yönleri belirtilir ve anlatılırken bu anlayışın yerleşmesi için nasıl gayret edildiği daha iyi bilinir. Kültür emperyalizminden ve uygarlık adına saldırılardan kurtulmak için zaman zaman çaba gösteren birtakım insanların elleri ve kolları bağlanarak toplumda birtakım çevreler ve güçler tarafından nasıl afaroz edildiği göz önüne getirilirse, özlenen hedef daha iyi seçilir.
Bütün bunlarla insanlar din konusunda cahil bırakılmakta, yanlış bilgilendirilmekte ve hurafe de olsa dindışı birtakım şeylere sarılmasına imkan hazırlanmaktadır. Dini bir hayat sürmek istiyen insanlar, kötülüklerden ve haramlardan uzak yaşamak istiyen vatandaşlar ister istemez soluğu tarikat ve tekke çevrelerinde almakta, bütün çarpıklıkları ve yanlışlıklarıyla oralarda dini yaşamayı aramaktadır. Çünkü kötülüklerin ve haramların alabildiğine serbest ve ortalığı doldurduğu bir ortamda insanlar kendilerini bu kötülüklerden ancak buralara sığınmakla koruyabileceklerine, ibadetlerini ancak bu gibi yerlerde yapabileceklerine inanmaktadır. Daha doğrusu bilerek veya bilmiyerek ister istemez buna inandırılmaktadır. İslâm'ın bütünü için çalışacak birkaç kişi bir araya gelecek olsa, enselerinde statükonun nefesini hissettiği ve her türlü hiyanet ve suçlamalarla suçlandığı bir ortamda ülkenin her tarafında tarikat ve tekke çevrelerinin mantar gibi bitmesine, türlü kılıklar ve biçimlerle ortada görünmesine, insanların otobüslerle ve uzak diyarlardan akın akın tekkelere ve ayinlere gitmelerine göz yumulması, mukaddes çorbadan içerek bereketlenmelerine ses çıkarılmaması acaba bu maksatlı yönlendirmenin ürünü değil midir? Sahih ve eksiksiz bir İslâm'ın önüne engeller çıkarılırken, sadece nefis ıslahı ve ayin için yapılan çabalara göz yumulması tasavvufa yönelişin en büyük etkenlerinden değil midir?
Din eğitiminin üretken ve ülkenin ekonomisine maddi bir katkısı olmıyan bir eğitim olduğu palavrasını sürekli sakız gibi çiğniyen, ülkenin din adamına bu kadar ihtiyacı yoktur, diyerek din eğitimi verilen kurumların varlığına bile tahammül edemiyen bir zihniyetin radyo ve televizyonunda insanları uyuşturan, miskinleştiren ve bir lokma bir hırka felsefesini yansıtan tasavvuf müziğine ve tasavvufi motiflere bağrını açması, acaba insanları bu gibi yerlere yöneltmek amacına yönelik değil midir? İnanıyoruz ki İslâm'ın tam olarak yaşanabildiği ve insanların bundan dolayı birtakım yasaklar ve engellerle karşılaşmadığı bir ortamda kişiler tasavvufa bu kadar yönelmiyecek, dinin yaşanabildiği ve haramlardan korunduğu tek yerler tarikat ve tekkeler olmıyacak, ülkenin her yerinde mantar gibi şeyhler ve müridler bitmiyecektir. Toplumu bir moda gibi saran ve sürekli revaçta tutulan tasavvuf akımının biteceğini ve insanların ona kaymıyacaklarını elbette söylemek mümkün değildir. Çünkü her zaman ve her toplumda dengeli ve eğri insanlar bulunacak, hak üzere olanlar ve ondan sapanlar olacaktır. Ama İslâm'ın net olarak anlatıldığı, serbestçe yaşandığı ve eğitiminin doğru bir şekilde verildiği bir ortamda elbette tasavvuf modası bu kadar revaçta olmıyacaktır.
Tasavvufa insanların yönelmelerinin önemli sebeplerinden biri olarak bizlere intikal eden tarihi kültür mirasını ve din anlayışını da belirtmeden geçemiyeceğiz. Kur'ân ve sünnet eğitiminin insanları mezhepsiz yapacağı, evliyayı inkâr etmeye götüreceği, kerametleri ve şefaati tanımamaya sevkedeceği, kabir ziyaretini yasaklıyacağı, şeklinde kabul edilen bir kültür ve anlayışın tasavvufun yayılmasında çok büyük rolü olduğu muhakkaktır. Kabirleri kutsallaştıran, ölülerle oturup kalkan, fetihlerin ve zaferlerin rüyalarla tesbit edildiğini söyliyen, hayat gerçeklerinden çok keramet ve olağanüstülüklere inanan toplumda birtakım insanlara din adına imtiyazlar ve dokunulmazlıklar tanıyan, imamlarını masum saydığı için Şia'yı eleştirdiği halde tasavvuf meşhurlarına masumiyet giydiren, sultanından vatandaşına kadar tarikata bağlı bulunan, Hakikati Muhammediyye, dinlerin birliği, gavs, aktab, ebdal, evtad, nukeba ve nuceba gibi gizli ülke hiyerarşisine inanan, dini keşf ve feyze bağlıyan, dinin naslarına apaçık aykırı olduğu halde bir tasavvuf ulusunun hatasını eleştirmeyi dine karşı gelmek sayan bir din anlayışının egemen olduğu bir toplumda tasavvufa yönelmeyi büyük ölçüde önlemek elbette güçtür. İnsanlar Kur'ân ve sünnet eğitiminden sahih bir şekilde geçirilmedikçe, onlara dinin kapsamlılığı ve bütünlüğü anlatılmadıkça, aradaki bu engelleyici ve uyuşturucu telkinler bir yana bırakılmadıkça bu moda daha çok sürecek gibi görünüyor. Çünkü insanların atalarından miras aldıkları şeyleri bir çırpıda bırakmaları mümkün değildir. Uzun çabalar ve sahih bir Kur'ân-sünnet eğitimi neticesinde ancak zamanla değişiklikler olabilir ve insanlar gün geçtikçe gerçekleri görebilir. Bütün müslümanlar bu Kur'ân-sünnet eğitimini sağlamak ve insanlara Allah'ın dinini net olarak sunmak için çaba göstermek zorundadır. (Çeviren)


Son Söz


Allah'ın hidayetiyle tasavvufu eleştirdim ve tasavvufçularla mücadele ettim. Bu eleştiri ve mücadeleden dolayı bana ateş püsküreceklerini ve ağızlarına kadar kin, nefret, düşmanlık ve kötülük besliyeceklerini biliyorum. Hatta ellerinden gelirse Allah'ın havasını, suyunu ve ışığını bile bana çok göreceklerine inanıyorum. Ama bütün bunlara rağmen şu iman ve hikmet dolu söze bütün varlığımla inanıyorum: "Dünyada bütün insanların bana düşman olması, ahirette Allah'ın bana düşman olmasından iyidir." Şu âyet-i kerîmeyi de hayatımın ölçüsü yapıyorum: "Peygamberler tam ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları anda onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Fakat suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez." (1)
Allah'ın peygamberlerine va'di budur. Peygamberlerinin yolundan gidenlere de va'di budur. Artık tasavvufçular iyice düşünüp taşınsınlar. Diledikleri kadar savcılığa şikayet etsinler. Unutmasınlar ki savcılık canileri gösterenleri cani saymıyacak, dine, fazilete ve kutsal değerlere saldırıya karşı koyanlar da, düşünce değerlerini koruyanlar da bir cinayet belirtisi göremiyecektir. Tasavvufçuluk azgınlıktır, kinle tutuşan çılgın bir fitnedir. Ne var ki kuşkulu zanlara bürünmüş tertemiz bir bekâr ve seher vakti mihrapta vahiy okuyan bir melek gibi insanlara kendini takdim etmektedir. Onun için savcılık olsa olsa bu sahtekarlığı ve gözbağcılığı bir cinayet olarak görür.
Kalemi bırakmıyacağım, sadece Allah'a dayanıyorum. Tasavvufçuları halka teşhir edip içyüzlerini bütün aleme açıklamadıkça kalemi elimden bırakmıyacağım. Ya Allah bu yolda canımı alır ve ben yok olurum, ya da görevimi sonuna kadar yapacağım. İnanıyorum ki hakkın gücü batılın saldırısından korkmıyacaktır. Ama bütün bunlar kalbimizde kin tohumlarını ekmiyecek ve içimizde nefret kök salmıyacaktır. Aksine
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Dipnotlar:


1) Bir örnek olarak tasavvuf meşhurlarından birinin şu sözlerini göstermek yetiyor: "Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlardan birinci çıkışda, uzun yolculuktan sonra arşın üstüne yükselince, cennet yukarıdan kuşbakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının cennetteki makamlarını görmek istedim. Dikkat ettim. Göründüler. Makamların sahiplerini de o makamlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri başka idi. Başka bir yükselişde büyüklerimizin ve ehlibeyt imamlarının ve hulefa-i raşidinin ve Rasûlullah hazretlerinin ve başka peygamberlerin makamları ayrı ayrı göründü. Meleklerin büyüklerinin makamları arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o kadar yükselttiler ki, yer yüzünden arşa kadar veya biraz daha az, yani hâce Nakşibend hazretlerinin olan uzaklık kadar ilerlettiler..." İmam Rabbani, Mektubat Tercümesi, 1/6-7, Mektup 1, Tercüme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968.
Bir de bu iddialara örnek olması için bazı keramet çeşitlerini nakletmekte yarar var:
1- Diriyi öldürmek, ölüyü diriltmek,
2- Kabir haline ve ölülerin durumuna vakıf olmak ve aynı zamanda ölülerle konuşabilmek,
3- Su üzerinde yürümek ve havada uçmak,
4- Gaybı bilmek, görmek ve herkesin kalbindeki sırlara vakıf olmak,
5- Melekut alemine nüfuz edip tasarruf etmek,
6- Rüzgâr estirip, esen rüzgarı dindirmek, soğuğu sıcak ve sıcağı soğuk yapmak,
7- Ateşte yanmamak ve öldürücü sebeplerden müteessir olmamak, ...." A. Faruk Meyan, Muhammed Behaeddin Buhari, 124-125, Çile Yayınları, İstanbul, 1970, Dr. Hasan Küçük, Tarikatlar, 130-131, İstanbul 1980, İkinci Baskı. Bu kitapta bu nevi kerametlerden yirmibeş kadarı sayılmaktadır. Şia'da imamlara tanınan makamların ve giydirilen olağanüstü sıfatların tasavvuf meşhurlarına giydirilenlerle benzediği için bakınız. Ali Şariatî, Ali Şiası Safevi Şiası, 141-155, Tercüme, Feyzullah Artinli, Yöneliş, İst. 1990. Ayrıca budistlerde ve İslâm'dan önceki WTürkler'de bu nevi olağanüstülük iddiaları ve bunların kaynakları için bakınız: Ahmed Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, 7-10, Ankara 1984.
1) Merak edenlere bir örnek olması bakımından tasavvufun terim ve isimlerinden bazılarını buraya alıyoruz. Görülecektir ki Arapça ve Farsça birer kelime olması dışında bu terim ve isimlerin Kur'ân ve sünnetle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Mesela;
Fena-ı murakabe, tecelli-i nur, tecelli-i ulahiyye, fena billah, beka billah, müşahade-i cemal, fena fi'r-rasûl, zülcenahayn, fena fişşeyh, letaif-i ahfa, fena fillah, nefiy, isbat, mukarabe, cezbe-i ilahi, letaif-i kalb, müşahade-i rasûlullah, tecelli-i esma, tecelli-i ef'al, tecelli-i sıfat, makam-ı hilafet, sırr-ı hilafet, müşahade-i zat, istiğrak, fena ender fena, beka ender beka, müstağrakîni fizzat, celaliyye, cemaliyye, müstağrakîn fi zatillah, makamı hayret, tecelli-i berk-i zat, cesedi ruhani, müşahade-i muhammedi, tecelli-i hak, sıfat-ı Muhammedî, melekût kapısı, hakikat kapısı, ceberut alemi, Muhammed kapısı, hakikat kapısı, alem-i lahut, mirac-ı ehlullah, makam-ı hayret, ruh-u sultanî, ruh-u hayvanî, akl-ı maaş, akl-ı mead, keşf-i melekût, keşf-i ceberut, ğına-ı ehlullah, gavsiyyet, kutbiyyet, kümmelîn, akl-ı kûl, mirac-ı aktab, beka bi zatillah, fena fi zatillah, müşahade bi zatillah, müstağrakîn fi zatillah, müşahidîn fi zatillah, tecelli-i berk, ifna-ı hayret, tecelli-i zamir, müşahade-i künhi hakikat, ehadiyyet, vahidiyyet, inniyet, ayniyyet, künhiyyet, akrabiyyet, basariyyet, ilmiyyet, failiyyet, mefuliyyet, melîkiyyet, hayatiyyet, mahbubiyyet, tevhid-i vucudî, tevhid-i şuhudî, vakit, makam, hal, sema, kabz, bast, heybet, üns, tevacüd, vecd, cem', fakr, sekr, cemulcem', gaybet, huzur, sahv, mahv, isbat, setr, tecelli, taayyun, muhadara, mukaşafe, müşahade, levaih, tevali', levami', bevadih, hücum, telvin, temkin, kurb, bu4d, hakikat, tarikat, marifet, nefes, havatır, varid, şahid, muvafakat, hak ve hakikat, tefrid, firaset, nefis, sır, yâd kerd, bâz geşt, vukuf-i adedi, hûş der dem, nigahdâşt, hevacis, vesavis, ilhamat, varidat, ma'kulat, suver-i kainat, vukuf-i kalbi, yâd dâşt, nazar ber kadem, halvet der encümen, sefer der vatan, vukuf-i zamanî, enbiyaiyye, hakikat-ı hamdiyye, Ahmediyye dairesi, la taayyun, kayyumiyet...." Bkz. Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlar, 109-116, 304-315, Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, kitapları.
1) Şia üzerinde bu konuda Hıristiyanlığın etkileri için bakınız. Ali .............??...........
1) Bu konuda geniş bilgi için bakınız. Ahmed Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, 7-13, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1984.
2) Sened yolu ile tarikatların Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'ye ulaşmalarının mümkün olmadığına dair bakınız. Doç. Dr. Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, 49, Pars Matbaası, Ankara, trs.
1) Merakı'l-Felah, 22, Hanefi Fıkıh kitaplarından.
1) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 33, Gümüş Kitabevi, Konya 1990.
1) Bunu isterseniz kendi sözlerinden dinliyelim. Mesnevi için Kur'ân-ı Kerîm'den iktibas edilen âyetler kısmını şerhederken Tarihu'l-Mevlevi'nin şu sözlerine kulak verelim:
"Halbuki O, hakikaten bir kitabı azizdir. Onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhur etmez. O, Hakim ve Hamid olan Cenab-ı Hakk tarafından gönderilmiştir. (Fussilet: 41-42)
Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahy-i münzel olan Kur'ân-ı Kerîm, nasıl avn-i samedanide ise, onun evvelinden de, sonundan da batılın zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir." Tarihu'l-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, 1/38-39, Ahmed Said Matbaası, İstanbul 1971.
1) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 33, Gerçi tasavvufçular kitaplarında şeyhine itiraz eden müridin kıyamete kadar felah bulamıyacağını, niçin böyledir? diye soramıyacağını söylerler.
2) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Age. 29,
1) Günümüzde tarikat çevrelerinde birtakım insanların kılasik tutumdan farklı olarak artık kılasik tasavvuf kitapları dışında tefsir, İslâmî araştırma ve el kitaplarını okudukları gözlenmektedir. Bu sevindirici bir gelişmedir. Temennimiz bu gelişmenin bütün tasavvuf çevrelerini kapsaması ve okuma alanının alabildiğine genişlemesidir. Bununla beraber kılasik bidat ve batıl inançların tasfiye edilmesi yolunda da bir gelişmenin olduğunu söylemek için zaman henüz erken gibidir. Bütün temennimiz, bu gelişmenin meydana gelmesidir.
1) Niyazi Mısrî divanında şöyle diyor:
"Bu cihanın halkına bir yorum uğrar benim,
Cem edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,
Geh Nasâra, geh Yahudi, Gahi Tersa, geh Mecusi,
Gahî Şia, gah olur sünnî Müselman olurum"
Niyazi Divanı, s. 109, İst. Maarif Kitaphanesi 1963
2) Bunun hikayesini elinizdeki kitapta okuyacaksınız.
1) Tasavvufçular her velinin kabri üzerinde gökte bir pencere bulunduğuna ve Allah'ın o kabri tavaf edenlere oradan bereketlerini indirdiğine inanırlar.
1) Beton kalıp içine alınmış gayet yüksek bir ağaç direği.
2) Köylüm bir sofu nakip kutb'u gördüğünü söyliyerek bana şunları anlatmıştı: Bir defasında el-Bedevi'nin mevlidinde sütunun yanındaydık. Uzaktan bir kaval sesi duydum. O anda şeyhimin çadırın kapısına koşup yeri öpecek kadar eğildiğini ve üstü başı pejmürde şeytan suratlı birini selamlayarak büyük bir tazimle ellerini göğe kaldırdığını gördüm. Gelen adamın elinde bir baston var, ona basarak yürüyor, önünde de başka bir adam kaval çalıyor. Adam derin derin içini çekerek kalktı ve anısını anlatmayı sürdürerek şöyle dedi: İşte bu şekilde kutb'u gördüm. Birinci adamın kutb'un kendisi, kaval çalanın da arkadaşı olup olmadığını şeyhime sordum. Evet, dedi ve ekledi: Sanı sırrı açma!
1) es-Sıratu'l-Mustakim cemaatinden değerli arkadaşımız Muhammed Nesib er-Rifaî'nin gözetiminde 1952 yılında Halep'te basıldı. er-Rifaî'nin ona yazdığı önsözde şöyle deniliyordu: Şeytan dostlarının sonunun geldiği ve hakkın batıla üstün geldiğinin alametleri ortaya çıkmıştır. Bu işaret ve müjdelerin açık ifadesi bu kitaptır. Batıl ehli sapıklar yayınevi sahibiyle bütün masraflarını ve gelirini karşılamak üzere kendilerine kitabın verilmesi ve yakmalarına müsaade etmesi için pazarlığa oturmuşlar. Yavaş olun vatandaşlar! Bu kitabın yakılması sizi kurtaramaz. Yakmak size ne sağlıyabilir ki? Söyledikleri sizin kitaplarınızdan ve risalelerinizden alınmamış mıdır? Kitapta size yöneltilen bütün suçlama ve eleştiriler kelimesi kelimesine sizin kitaplarınızdan alınmadır. Söylenenlerin sizin efendileriniz ve büyüklerinize ait olmadığını söylüyorsanız, hodri meydan!
1) Sudan'da bir yazar "el-Ciyadu's-Safinât fi'r-Reddi alâ Sûfiyât" başlığı altında ona bir reddiye yazmış, Suriye'den bir yazar da "Nesfu's-sûfiyât" başlığı altında tepkisini göstermiştir. İkisinin reddiyeleri de savundukları tasavvufun ne kadar kokuşmuş ve haktan uzak bir yol olduğunu gösteren açık birer belge teşkil etmektedir.
1) Mısır'da tarikatlar bir konfederasyon çatısı altında toplanmış ...........?.............
1) "Gayr-siva" (başkalık-gayrılık) tasavvufi iki terimdir. Tasavvuf dininde gerçek sofu, gayr ve sivanın olmadığına inanandır. Yani bütün varlıkları bir varlık gören, vahdeti vücuda inanandır.
2) Hac, 31
1) İbn Teymiyye, Mecmûatu'r-Resail ve'l-Mesail, 1/177
1) İbn Arabi'nin bu söylediklerini ileride bizzat kendi sözleriyle nakledeceğiz.
1) Tevbe, 129
1) Sâd, 5
2) Zümer, 3
3) Yunus, 18
4) Enbiya, 22
5) Zümer, 44
1) "Tasavvufun Dini" bölümüne kadar bu kısım Abdurrahman Abdulhalik'ın "el-Fikru's-Sûfî fi Dav'il-Kitab ve's-Sunne, 15-31, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) Benzer lafızlarla Ahmed Müsnedinde rivayet etmiştir. 3/387, Beyhaki Şuabu'l-İman'da ve Darımî, 1/115-116'da rivayet etmişlerdir. el-Elbani hasen bir hadis olduğunu söyler.
1) Nevevi'nin Muslim Şerhi, 6/159, Ahmed İbn Hanbel, 4/256, 379
1) Buhari şerhi Fethulbari, 3/358, 6/223, 224,8/266, ahmed İbn Hanbel, 6/436,
2) Nisa, 49-50,
3) Nisa, 123,
1) Ahmed İbn Hanbel, 1/214, 224, 282, 347, Buhari, Edebu'l-Müfred, 783, el-Elbani sahih hadisler arasında saymıştır.
2) Ahmed İbn Hanbel, 5/218, Tirmizi, Sunen, 6/407, 408, Senedinin sahih olduğu kaydedilmektedir.
1) Müslim Sahihinde rivayet etmiştir. 14/225, Nevevi, şeytanların göğe yükselmeleri ve şimşeklerin onları yakmasını ifade eden hadisi ayrıca Buhari Sahihi'nde birkaç yerde zikretmiştir. Mesela Fethu'l-Bari, Kitabu't-Tefsir, 9/452, Muslim'de de buna benzer bir hadis vardır. 7/26, 27, Nevevi, Diğer hadis kitaplarında da varid olduğu belirtilmektedir. Hadisin tahrici ile ilgili diğer bilgileruraya alınmamıştır.
2) Buhari buna benzer lafızla uzun bir hadis olarak rivayet etmiştir. Fethulbari, 2/462, 6/512, 13/180, Müslim de rivayet etmiştir. 18/46, 58, Nevevi şerhi.
1) Buhari, 4/450, 451, Fethulbari, Müslim, 11/102, 13, başkaları da rivayet etmiştir.
2) Buhari, 12/401, 402, Ebu Davud, 3300, başkaları da rivayet etmiştir.
3) Meryem, 26
1) Bu hadis iki rivayetten oluşmaktadır. Müslim onları Sahih'inde rivayet etmiştir. 8/44-47, Nevevi, Buhari de benzerini rivayet etmiştir. 5/124, Fethulbari.
2) Buhari rivayet etmiştir. 5/114, Fethulbari. Selman ve Ebu'd-Derda kıssasında geçmektedir. İlk iki cümle Abdullah İbn Amr kıssasında yer almaktadır.
1) Müslim, 1/49-51, Ebu Katade el-Ensari'den rivayet etmiştir.
2) Müslim, 7/212, 215, Ebu Hureyre ve Aişe'den rivayet etmiştir.
3) Buhari ve Müslim Enes'den rivayet etmiştir. Birinde minbere çıkma ve halkı toplama kısmı bulunmamaktadır.
1) En'am, 162-163,
1) Bu iki cümle, Rasûlullah'ın ihtiyaç anında yaptığı konuşmalarında kendisiyle söze başladığı cümlelerdir. Birinci cümle Müslim ve Beyhaki, ikinci cümle de Nesai tarafından kaydedilmiştir. Hadisin isnadı sahihtir. Fazla bilgi için Elbani'nin "Hutbetu4l-Hâceti" risalesine bakınız.
2) Buhari ve Müslim,
3) Ebu Davud Şeddad İbn Evs'den rivayet etmiştir. Senedi sahihtir.
Elbani kitaplarında sahih olduğunu kaydetmiştir. Bkz. Sahihu'l-Cami', 3205, Tahricu'l-Mişkât, 765,
4) Bu konuda en derli toplu ve güzel kitaplardan biri İbn Teymiyye'nin "İktizau's-Sırati'l-Müstakim" kitabıdır. Şerî ölçülere bağlı kalma ve sapıklıklara uymama konusunda detaylı bilgiler vermektedir.
1) Biraz farklılıkla Darımi rivayet etmiştir. Senedi iyidir. er-Reddu ..............?..........
1) Benzeriyle Tirmizi rivayet etmiştir. Tuhfe, 8/9, Ancak bunda bir zayıflık bulunmaktadır. Tabarani ve Bezzar da rivayet etmişlerdir. Darımi de Sünen'de rivayet etmiştir. S, 68, Daru İhyai's-Sünneti'n-Nebeviyye baskısı.
1) Bu bölüm Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sûfî fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, kitabının 15-31 sayfalarından alınmıştır. (Çeviren)
1) İbn Acîbe, İkâzu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, 1/5, Basım 1913. Bu sözü tasavvuf ile imamlarını tanrılaştıran Şiilik arasında sıkı bağların olduğunu göstermektedir. Bu konuya ileride genişçe yer vereceğiz.
2) Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hibban ve Hakim rivayet etti. Hakim Ebu Hureyre yolu ile sahih olduğunu söylemiş, Tirmizi de Hasen sahih delile ihtiyaç yoktur, diyorum. Çünkü tasavvufçuların kendileri buna inanarak itiraf etmektedir.
Tasavvufçulara sorunuz, tasavvufa bulaşmış kişileri neden İslâm'ın adlandırdığı gibi müslüman değil de sofu diye adlandırıyorlar?
1) İbn Teymiyye, Mecmuatu'r-Resail ve'l-Mesail, 1/145,
2) Fususu'l-Hikem Bâli Şerhi, 4, Hicri 1309 tarihli baskı.
1) Ruveym el-Bağdadi şöyle der: "Sofular boğuşup çatıştığı müddetçe iyilik içindedirler. Barışırlarsa, helak olurlar." es-Sulemi, Tabakatu's-Sûfiyye, 181, Ne âlâ, değil mi? Müslümanlar boğuşup çatışsınlar. Tasavvuf dini budur.
1) et-Tilimsani yolda ölmüş uyuz bir köpeğe uğrar.u Kendisine vahdeti vücudu anlatmakta olduğu bir arkadaşı, köpeğin kokuşmuş leşini göstererek, ona "Bu da mı Allah'ın zatının kendisidir?" der. et-Tilimsani, evet, herşey O'nun zatıdır. Bunun dışında kalan hiçbir şey yoktur, der. Bkz. İbn Teymiyye, Mecmuatu'r-Resail el-Kubra, 145.
1) Ömer İbn el-Farıd soyca Hama'lıdır. Hicri 632 yılında Mısır'da doğmuştur. Tasavvuf şairi olarak bilinir. Burada Hallac ve Bistami gibi daha önceki sofulardan sözetmedim. Çünkü selef ve halefiyle tasavvufçuların takdisinde ittifak ettikleri meşhurlarından misaller nakletmek istedim. Zira bunlar o kadar riyakârdır ki Hallac gündeme geldiği zaman riyakarlık yaparak onun tenkid edildiğini ve zaten tasvip edilmediğini söyleyerek meseleyi geçiştirmeye çalışırlar. Hepsinin üzerinde ittifak ettikleri kişilerden nakiller yapıyorum ki mazeretleri ve riyakarlıkları olmasın.
1) Muhatap tâ'sının kaldırılmasının anlamı şöyle olabilir: Bir "başka" bulunmadığı için kendi ile başkası arasında hitap kaldırılmıştır. Yahut Arapça'da muhatap müzekker kipinin sonundaki tâ harfinin fethası kaldırılmış ve zamme'ye dönüşmüş ve "ben yaptım" anlamındaki kipe dönüşmüştür. Yani muhatap tâ'sı ile mütekellim tâ'sı bir olmuştur. Kısaca sen ben ayrılığı kalmamıştır.
1) Yüce Allah Hz. Peygamber'e hitap ederek "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir" (Kasas, 56) buyururken, İbn el-Farıd kendini Hz. Muhammed'den üstün ve Allah'la bir tutuyor.
2) Hiçbir müslüman böyle söyler mi? Bu hususiyet sadece Allah'a mahsus iken, İbn el-Farıd onu kendine nisbet ediyor.
1) İbn el-Fârıd ve benzeri tasavvuf şairleri şiirlerinde yüce Allah'ı daima bir dişi olarak anmakta ve canlandırmaktadır. Şiirlerinde muha..........?.............
1) Burada geçen isimler Arap edebiyatında meşhur aşıkların isimleridir. İbn el-Farid'in mensuplarından biri âşıklar sultanının hayasızlığını bize şöyle anlatıyor: "Bana birkaç dirhem verdi ve yemek için birşeyler al, dedi.b Aldım, Sahile yürüdük. Bir sandala bindik ve Behnesa'ya vardık. Şeyh kapıyı çaldı. Bir adam çıktı, bismillah dedi. Şeyh çıktı, ben de beraber çıktım. Birde ne göreyim, bir sürü kadın, tef ve kavallar çalıyor, şarkı söylüyorlar. Konser bitene kadar şeyh dans etti. Sonra çıkıp ayrıldık ve Mısır'a geldik Bu durum tuhafıma gitti. O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyliyecek bir kadın satın alın, dedi. Kulacağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu yadırgama, Bkz. İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.
İşte tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen mensuplarına kendisini tenkid etmelerini de yasaklıyor. Şeyhler böyledir!
1) Nisa, 117
1) Müşrikler neden kadınlara tapar ve onlara dua ederler? Bunun cevabını biz Elmalılı tefsirinden nakledelim:
"allah'a ortak koşanlar Allah'ı bırakıp ancak kadınlara dua edenler. Kancıklara çağırır, kancıklara taparlar, onların en çok tapındıkları, gönül verip yalvardıkları veya namına çağırdıkları mabudları kancıklar olur. Bunların nazarında ilah mefhumu ve mabud tasavvuru her şeyden önce bir kadın hayalidir. Onun içindir ki putlarının çoğu kadın suretinde ve kadın ismindedir. Bunlar kendilerinden başka bir fail görmek istemediklerinden mabudlarını müessir, hâkim, faal olmak üzere değil, kendilerine itaat pozisyonunda bulunacak, heveslerine râm olacak dişi unsurlarda münfail (edilgen) mahiyetlerde ararlar. Bu ruh hallerinden dolayı kendilerine bir başka seçecek olsalar böyle yumuşakları ve âcizleri seçerler. Müfessirler buradaki "dişiler" kelimesini gerçek dişi manasından çıkararak mecazi manada putlar için kullanıldığını söylüyorlar. Bu mana da doğru olmakla beraber buna gerek yoktur. Çünkü her hayal bir hakikatin yansıması olduğundan bu durum kadınlara düşkünlüğün ve onlara kapılmanın bir neticesi olarak görülmesi gerekir. Nitekim "dişiler" kelimesini gerçek manasıyla anlamak hem asıldır hem de âyetin içeriğine daha uygundur.
Yani müşrik ruhunun nihai mabudu kadındır. Onun nazarında taabbudun en büyük misali kadınlara tapmaktır. O bütün zevkini, bütün ilhamını kadından almak ister. Kadın zevki onun için en büyük lezzet olur. Onun bütün hayallerinin başında bir kadın hayali vardır. Bundan dolayı her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların çoğunun kadın isimleriyle adlandırılması da kadına tapınmanın ruha hakim olmasından kaynaklanmaktadır. Putların mevkisi buna bir sembol, bir timsal olmaktan ibarettir. Bu suretle olağanüstü veya muhayyel güzellerin resimleri genelleştirilir ve onların hayalleri karşısında diğer kadınlar tahkir edilir. En çirkin bir kadın en güzel bir puttan daha değerli olması gerekirken mabudunu kadın telakki eden müşriklerin elinde hakiki kadınlar öyle bir müptezel olurlar ki hürmet şöyle dursun, en basit insan haklarından bile mahrum edilirler. İddialara bakarsanız kadın her şeydir. Realite ve uygulamalara bakarsanız kadın oyuncakların en sefili olmuştur. Bu durum müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle bir oyunudur ki herhangi bir şeyi sevecek olsalar ona mutlaka bir kadın tasavvuru karıştırırlar. Güneşe, yıldıza, meleklere taparlar, kadın tasavvur ederler ve bu suretle bütün ibadet zevkini şehvetlerde toplayıp hakları hakikatleri hayallere feda ederler. Kadın hayalleri karşısında hakiki kadınları ayaklar altına alırlar. Putperest Eski Yunan ve diğer milletlerde böyle olduğu gibi müşrik Araplar'da da böyle olmuştur. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, ................?..............
1) Görünümünden maksat Hz. Âdem'dir. İbn el-Farid'in dininde ilahi zatın cesede bürünmesinden başka bir şey değildir ve o da İbn el-Farid'dir.
2) Birden fazla varlığın varlığına ve varlıkların çokluğuna kail olmak ve "Madem ki secde eden ve edilen varlıklardan söz ediyorsun, o halde birden fazla varlıkları kabul etmiş olmuyor musun?" gibi bir itirazla karşılaşmamak için melekleri kendi sıfatı olarak kabul etmiştir. Böyle bir soru ile karşılaşmamak için melekleri zatının sıfatı saymıştır. Çünkü ona göre bunlar ilahi zatın sıfatlarıdır ve sıfatlar zatın aynısıdır. Onun için çokluk ve başkalık sözkonusu olmaz.
3) el-Kâşânî, Keşfu'l-Vücuhi'l-Gur, Divan şerhinin hamisinde, 2/89, Basım 1310 Hicri.
1) Muhyiddin İbn Arabi 1165 yılında Endülüs şehirlerinden Marsilya'da doğmuş ve 1240 yılında Şam'da ölmüştür. Otuz yıl İşbiliyye'de kalmış, sonra Şark'a gitmiştir. Tasavvufçular onu velilerin son halkası sayar. Hak ile batılın içiçe bulunduğu birçok eserleri vardır.
1) Fususu'l-Hikem kitabından İsevi ve Muhammedi fasları okuyunuz.
2) ..............?............
3) ............?.............
1) Arapça'da had, tanımların en mükemmelidir. Mesela putu herhangi bir şekilde tanımlayacak olursak bu tanım tasavvufi rab için de geçerlidir. Çünkü rab o putun kendisidir.
2) Fususu'l-Hikem, 111, el-Halebi baskısı.
3) ..............?...............
4) ..............?............
5) .............?............
6) ................?.............
1) Fususu'l-Hikem, 181
2) Fususu'l-Hikem, 80
1) Fususu'l-Hikem, 79
2) Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kâmil, 2/83
1) Fususu'l-Hikem, 1/195, İbn Arabi burada önceki kafirlerin taptığı tanrıları sıralamıştır. Onlar taşa, ağaca, hayvana, insana, yıldıza ve meleğe tapmışlardır. Bunlar sabiiler, yahudi, hıristiyan ve puta tapanlardır. Bütün bunların tapmalarını tasvip etmiştir. Çünkü onun dininde bunların bütün taptıkları, mabud suretinde tecelli eden tanrıdan başka bir şey değildir.
1) Yüce Allah'ın guslu (yıkanmayı) emretmesinin sebebi, vücudu ve günahıyla tasavvufi tanrıça ile beraber olduğu halde bir kadınla beraber olduğunu tevehhüm etmesidir. Böyle bir kuruntuya kapılmasaydı ona yıkanmayı emretmezdi, diyor İbn Arabi!
2) İbn Arabi, Hz. Peygamber'in kadınları sevmesinin sebebi Allah'ın onların zatında en mükemmel şekilde ortaya çıktığı ve tecelli ettiğine inanması ve Allah suretine girmiş bir vücutla eğlenme arzusu olduğunu iddia etmektedir. Rasûlullah bu iftiralardan münezzehtir.
3) Fususu'l-Hikem, 1/212, el-Halebi baskısı, Kâşâni Şerhi, 437, İstanbul baskısı, Bali Şerhi, 420, Basım 1309 Hicri.
1) Fususu'l-Hikem, 1/26, el-Halebi baskısı.
1) Meşhur tasavvufçuların çoğu Allah'ı kadın suretinde tasavvur eder ve zevklerini tatmin için seksi bir pozisyonda canlandırırlar. Bu gerçeği onlarla ilgili menkıbe kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Hatta bazan işi Lut kavminin o çirkin alışkanlığına kadar götürdüklerini anlatan olaylar naklederler. Mesela, bu kitapların en meşhurlarından Menakibu'l-Ârifin'den bazı misaller verelim.
"Şemsi Tebrizi4nin Kimya adında bir karısı vardı. Birgün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: "Haydi gidin, Kimya hatunu buraya getirin. Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır" buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada, Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. BSu karıkocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems "İçeri gel" diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit, Şems'den başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve "Kimya nereye gitti?" dedi. Şems "Yüce tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu. Sayfa, 2/56-57.
Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir: Birgün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında: "Bununla beraber bir kadına arşın üstünde bir yer verseler, onun nazarı birdenbire dünya üzerine düşse ve yer yüzünde intiaza (intizzaa olsa gerek) gelmiş bir tenasül aleti görse, deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer. Çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur" buyurdu. Sonra şu hikayeyi anlattı:
Şam'da bulunan şeyh Ali Harirî kademli, parlak kalpli, metanet sahibi bir kişiydi. Sema esnasında kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği hırka parça parça idi. (Bu yüzden) sema esnasında vücudun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için sema'ını görmek istedi. Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhin nazarı ona ilişti. O derhal mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürid olduğu haberi Mısır'da halifenin kulağına ulaştı. Son derece de canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir samimiyetle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler. Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül aletini kaldırarak kadının eline verdi ve "Senin istediğin o değil, budur" dedi ve sema başladı. Bunun üzerine halifenin itikadı bir iken bin oldu." Sayfa, 2/59-60.
"Birgün Şemseddin (Tebrizi), seyahati esnasında bir şeyhe rasladı. Bu şeyh, mahbuperestlik (genç çocuklar seyretmek) illetine tutulmuştu. Nerede genç bir çocuk görse onun yüzünü temaşa etmekten kendini alamazdı. Şems ona "Hey, bu ne haldir?" diye çıkıştı. Şeyh: "Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Tanrıyı o aynada müşahade ediyorum" dedi...." Sayfa, 2/49-50.
"Mevlana hazretleri, Sultan Veled'i Şemsi Tebrizi'ye mürit yaptığı vakit: "Bahaddinim haşhaş yemez ve asla livata yapmaz. Çünkü bu iki şey, kerim olan tanrının yanında son derece yerilmiştir" buyurdu. Sayfa, 2/52. Herhalde rasgele bu iki çirkin fiile dikkati çekmiyor. Çünkü bunlar tekke çevrelerinde yaygın fiillerdir.
"Yine Sultan Veled'den nakledilmiştir: Birgün ileri gelen sofular babam Hüdavendigar'dan "Ebu Yezid (el-Bistami), "Ben Tanrımı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm" buyuruyor. Bu nasıl olur? diye sordular. Babam; "Bunda iki hüküm vardır. Ya Bayezid, Tanrıyı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür" dedi. (Devamında Kimya Hatun olayını anlatır). Sayfa, 2/56. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bütün bunların arkasında yatan gerçek, tasavvuf çevrelerinin Allah hakkında taşıdıkları ve iman esaslarıyla bağdaşmıyan bozukluklar ve zındıklıkların çokluğudur. Üstelik bu sapıklık ve zındıklıkların dindarlık, ermişlik, velilik ve Allah'ın sıfatlarına sahip olmakla kamufle edilmesine çalışılmasıdır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen hepsinin eserlerinde ve sözlerinde bunu bulmak mümkündür. İsterseniz alimlerin gavsı, ariflerin kutbu, evliyanın önderi, müceddid-i elf-i sani İmam Rabbani4nin mektubatından örnek verelim: Birinci mektupta şöyle diyor: "Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titriyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allah'u Teâlâ'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu..." Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup, Terceme: Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez, İstanbul 1968. (Çeviren)
1) Yani senin isimlerin onun isimleri ve sıfatların onun sıfatları, fiillerin de onun fiilleridir. Sen olmasaydın o ne isimlendirilir, ne tavsif edilir, ne de hakkında bir hüküm verilirdi. Çünkü sen onun zatı ve kendisisin.
2) Fususu'l-Hikem, 1/83, el-Halabi baskısı.
3) Fususu'l-Hikem'in ilk sayfalarına bakınız.
1) Abdulkerim İbn İbrahim el-Cîlânî veya el-Cîlî olup hicri 830 yılında ölmüştür. İnsan-ı Kâmil en meşhur eseridir.
2) Gümüşhanevi şöyle diyor: "En büyük berzah hakikatiyle .................?.............
3) ..................?................
1) el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kamil, 1/22 vd. Hicri 1293 baskısı.
1) Zariyat, 53
2) el-Cîlî ..................?..............
1) el-İnsanu'l-Kamil, 2/41. İblis'in Muhammed'in nefsinden yaratıldığı iddiasına bakınız. Gördüğünüz gibi tasavvufçular bizleri küfürle suçlamaktadır. Çünkü iblisin ateşten yaratıldığına inanıyoruz. Allah'ın bildirdiği şekilde Hz. Muhammed'e salat getirmelerini istediğimiz için bizi küfürle suçlayan tasavvufçular acaba iblisin Muhammed'in nesinden yaratıldığını söyliyen el-Cîlî için ne diyeceklerdir?!
2) Hak ve halk ilahi zatın iki yüzü yahut iki sıfatıdır. Birincisi, batını itibariyle, ikincisi de zahiri itibariyledir.
3) el-İnsanu'l-Kamil, 1/27,
4) el-İnsanu'l-Kamil, 1/69,
5) el-İnsanu'l-Kamil, 1/33. Herhalde tasavvufçulara bu inanç Mecusiliğin düalist inancından geçmiştir. Bilindiği gibi Mecusilik'te aydınlık ve karanlık, iyilik ve kötülük tanrıları olarak Hürmüz ve Ehrimen'in varlığına ve bunların tasarrufuna inanılmaktadır. Zaten tasavvuf İslâm alemine Mecusiliğin eski yurdu İran'dan geçmiştir.
1) Muhammed Ebu Hamid el-Gazali olup hicri 505 yılında ölmüştür. Çok sayıda kitabın müellifidir. Şark ve garp aleminde şöhreti büyüktür.
2) Umum müslümanların itikadda avam oldukları deyişine bakınız.
3) Bu mertebede failin birliğini söylüyor. Nitekim daha sonra bunu ifade edecektir. Şöyle ki: Bir tek failden başkası müşahade edilmez, buna göre suçlunun filini de o tek faile nisbet etmek gerekir.
4) Yukarıda failin birliğini söylerken başkasının varlığını nefyetmiyordu. Burada ise mevcudun birliğini, yani varlığın birliğini kararlaştırmaktadır. Çokluklarına rağmen nesneler gerçekte bir nesneden başka değildir, demektedir.
1) Tevhidin en yüce mertebelerini bilmeyi mükaşefe ilimlerine bırakıyor. Acaba nedir o ilimler? Şüphe yokki Kur'ân ve sünnetten başka şeylerdir. Tasavvufçuların vecd ve zevklerinden uydurdukları ve kitaplarına yazdıkları hurafelerdir. Sanki Kur'ân ve sünnette katıksız tevhide ve yüce Allah'ın sevgisine ulaştıracak şeyler yokmuş gibi! Bu nevi sözlerin müslümanları Allah'ın hidayetinden uzaklaştırıp tasavvufçuların sapıklık ve hurafelerine götüreceği acaba Gazali'nin hiç mi aklına gelmedi?!
2) Yüce Allah'ın "Kitaba almadığımız hiçbir şey bırakmadık" sözüne bakınız. En önemli şey de uluhiyet ve rububiyetinde Allah'ın tevhididir. Ama Gazali gerçek tevhid hakikatinin kitaplarda yazılmasının caiz olmadığını iddia ediyor. Bu demektir ki tevhid hakikati Allah'ın kitabında yoktur ve onu tasavvufçulardan başkası bilmiyor.
3) Bunun anlamı şudur: Gazali ve benzeri tasavvufçular rububiyetin ve müslümanlar tevhidin hakikatini bilmiyorlar. Kısaca Allah'ın kita ................?...............
1) Gazali bu basit mantıkla yaratan ile yaratılan arasındaki birliği delillendirmekte ve kendisine inanmamızı zorunlu kılmaktadır. Bunun yerine Allah'ın kitabından bir âyet yahut akli bir delil veya sahih bir düşünceyi delil getirmesini isterdik. Ne varki çirkin hayale başvurarak Allah ile yaratıkların birliğini insan ile organları birliğine benzetmiştir.
2) Hallac-ı Mansur şeriatın kesin ve sarih hükümlerine muhalifetinden ve zındıklığının sabit oluşundan dolayı Hicri 309 yılında idam edilmiştir.
3) el-Havvas, İbrahim ibn İsmail Ebu İshak olup Hicri 291 yılında öldü.
4) yukarıdaki bütün pasajlar Gazali4nin İhya Ulumi'd-Din, 4/222 vd.dan alınmıştır. Daru'l-Kütübi'l-Arabiyye baskısı,
Aşağıdaki beyitlerin sahibi olduğunu bile bile Gazali'nin Hallac'ı övmesi yahut en yüksek muvahhid olarak nitelemesi çok tuhaftır. Hallac şöyle diyor:
"Beşeriyetini, lahûtiliğinin delici ışığının sırrı tarafından açığa çıkarılan yüce olsun.
Sonra yaratıkları arasında yiyen ve içen suretinde açıkça göründü.
Hatta yaratıkları onu kapıcıların birbirini farketmeleri gibi farketti." Başka beyitlerinde de şöyle diyor:
"İçkiye berrak suyun katılması gibi ruhunu ruhuma kattın.
Sana bir şey olursa bana da olur, zira her durumda sen benim." Bakınız, el-Hallac, et-Tavasîn, 130, 132.
Gazali4nin Allah'ın yiyen ve içen, hayatı ve ölümü seven, hüzünle kahrolan, yokluktan mahovolan ve şehvetler elinde bocalayan bir varlık olduğunu ve yaratıkların aynısı bulunduğunu iddia eden bir zındıkı tebcil etmesi ne talihsizliktir! Tevhidin en üstün mertebelerine yükselme konusunda Gazali müminlerden örnek alacağı hiç mi mümin bulamadı? Ebu Bekir ve Ömer'in tevhidi hiç mi ilgisini çekmedi de gitti bir zındıkı en yüksek muvahhid olarak gösterdi?
1- Vahdeti vücut, bütün varlıkların Allah olması. ...............?...............
2) Nicholson, Fi't-Tasavvufi'l-İslami, 104, Terc. Dr. Arifi,
3) Nicholson4dan önce İmam İbn Teymiyye bunu kavramış, okuduğum yazılarında İhya'dan yaptığımız gibi nakiller yapmamasına rağmen Gazali4nin tasavvufunu kesin delillerle açık bir şekilde ortaya koymuştur.
1) İ. Goldziher, Mezahibu't-Tefsir, 259,
2) İ. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 159,
3) İ. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 161,
4) Carl Bockr, et-Tarasu'l-Yunani, 10, Terc. Dr. Bedevi,
1) es-Subki "Tabakatu'ş-Şafiiyye" kitabında Gazali'nin son günlerinde Kur'ân ve sünnetle uğraştığını söyliyerek onu temize çıkarmaya çalışıyor. Keşke söyledikleri doğru olsa! Bununla beraber Gazali'nin kültür mirası konusunda müslümanları uyarmak gerekir. Çünkü ellerindeki Gazali'nin kitaplarının çoğu tasavvufla ilgilidir. Son zamanında Kur'ân ve sünnetle ilgilendiğine dair bize bir kitap bırakmamıştır.
1) Bu kısım İmam Rabbani'nin mektubat tercümesinden alınmıştır. (Çeviren)
1) Yani ona delil ve burhan yolu ile ulaşmıştır.
2) Yani ona keşf ve ilham yolu ile ulaşmıştır.
3) Tayfur el-Bistami söylemiştir.
4) el-Bistami söylemiştir.
5) Hallacı Mansur söylemiştir.
6) Gazali bu Mecusiliği Allah'ın aşkıyla sarhoş olmuş ruhların yüksek sesleri olarak niteliyor. Baştan başa zındıklık demek olan bu ifadeleri Gazali -eleştiri sayılırsa- gûya eleştirmek için bütün söylediği "Aşıkların sözü gizlenir, anlatılmaz" ifadesinden ibaret olmuştur. Ama bu nevi zındıklıklar için Allah'ın hükmünün ne olduğunu söylemiyor. Gerçi bundan önce bunun tevhidin en üst mertebesi olduğuna kendisi hükmetmişti.
7) Bu söz Hallacı Mansur'undur. Bkz. et-Tevasîn, 34. Ondan sonraki beyit de şöyledir: "Beni gördüğün zaman onu görmüş olursun, onu gördüğün zaman bizi görmüş olursun.-"
Gazali yukardaki sözün Hallac'a ait olduğunu bildiği halde bile bile adını gizliyor ve arkasına sığınıyor. Hallac, bilindiği gibi, ..........?........ olup ilahi hakikatin ikiliğine inanır. Allah iki yüzü yahut iki tabiatı olduğunu, bunların lahut ve nasut, yani ilah ve insan tabiatı yahut yüzü olduğunu söylüyor. Lahut (Allah), nasut (insan) da hulul etmiştir. Onun için insanın ruhu ilahi hakikatin lahutisi (ilahisi)dir. Onsuz olduğu zaman da nasutisi (insanisi)dir. Gazali ittihadı red edip ittihada benziyen bir şeyi kabul etmekle ittihaddan daha kötü olan hulule (Allah'ın insan şekline bürünmesi) inanmış olur. Bunun açık delili de Gazali'nin naklettiği Hallac'ın beytidir. Hallac'ın hulul inancını açıkça ifade etmektedir.
Hangi şeye işaret ederseniz, gerçekte Allah'ı işaret etmiş olursunuz, çünkü Allah işaret edilen o şeyin aynı (kendisi)dir, diyor.
1) Gazali, Mişkâtu'l-Envâr, 122, basım 1934, Gazali sır dediği saçmalıkların deşifre edilmesini ve içyüzünün insanlara açıklanmasını da caiz görmiyerek sahiplerine bir nevi dokunulmazlık tanımaktadır.
2) Tasavvufta hüviyet, ilahi zatın gizli hakikati yahut herhangi bir maddede taayyun etmeden (ortaya çıkmadan) önceki zatıdır. Gerçekleşen bütün varlıkların gizli tarafıyla Allah'ın zatı olduğunu iddia ediyor.
3) Gazali, Mişkatu'l-Envar, 124, bu da Gazali4nin hazırladığı felakettir.............?........
1) Gazali, tevhid kelimesinin gerektirdiği şeylere imanın avamın tevhidi olduğunu iddia ediyor. Çünkü uluhiyet ve rububiyeti sadece Allah'a tahsis eder ve başkalarından nefyeder. Dolayısıyla yaratıkların ve yaratmanın varlığını ispat eder. Bu da iki mevcudun varlığını, yani biri diğerinden farklı iki mevcudun varlığını ispat eder. Vahdeti yok eden bir anlayışı kabul eder. Bu ise tasavvufçulara ve onların kahinlerine göre şirktir. Onun için "La ilahe illallah"ın avamın tevhidi olduğunu söyliyerek horlarlar. Halbuki bütün peygamberlerin tevhidi odur. Gazali'ye ve tasavvufçulara göre havassın tevhidi ise "Lâ huve illâ huve"dir. Çünkü bu söz birtek varlığı (mevcudu) ispat eder, gayriyeti, kesreti ve taaddudu (başkalığı, çokluğu ve birden fazla oluşu) nefyeder. Görünümleri değişik olan birtek mevcudu ispat eder, ki bu görünümler halk (yaratıklar) adını almıştır. Yaratılan ile yaratan arasındaki varlıklar arasındaki gayriliği ve başkalığı nefyederken, birincinin varlığının ikincinin varlığının aynı (kendisi) olduğunu ispat eder. Sanki onun varlığından başka bir varlık, onun zatından başka bir zat yok, demek olur. Zatlardaki bu vehmi çokluğa ise, kalbleri kör olanlar inanır! İşte Gazali'nin sizlere uygun gördüğü din!
2) Bu ifadenin aynısını "Tezkiratu'l-Evliya", 2/216 da tasavvufçu Feriduddin Attar kullanmıştır.
1) Gazali, Mişkâtu'l-Envar, 125. Yüce Allah arşına istiva ettiğini, meleklerin kendisine yükseldiğini (uruc ettiğini), salih ameli kendisine yükselttiğini bildirmiştir. Ama Gazali hakkın karşısına batılı dikmeden edemediğinden olacak ki yükselişin (urucun) müstahil olduğunu söylemiş ve kesinlikle red etmiştir. Çünkü inandığı vahdeti vücut'la ters düşmek istemiyordu. Herhangi bir kişinin Allah'a yükselişini kabullenmek kesreti, gayriyeti ve taaddüdü kabullenmek demektir. Çünkü yükselen ve kendisine yükselinen kişilerin varlığını gerektirir. Bu ise, Gazali'nin inandığı vahdete aykırı ve onunla çelişen bir ikiliktir. Onun için herhangi bir yükselişten söz edilirse, o sadece mecazi bir yükseliştir, zira yükseliş zatı ilahinin kendisinden, kendisiyle ve kendisine olmaktadır. Yükselişi yapan kendisine yükseliş yapılanın bizzat kendisidir, demektedir.
Yükselen ve inen denildiği zaman da aynıdır. Çünkü inen de, yükselen de bir zattır. İnmek de yükselmenin kendisidir. Çünkü gerçekte birbirinin aynısı iki vasıftır. Sadece itibari olarak farklıdırlar. Bir anda, bir durumda kendileriyle bir tek zat tavsif edilir ki o da ilahi zattır. "Melekler ve ruh ona yükselir." (Mearic, 4) âyetinde sözü edilen ve yükselen melekler, başka isimler taşıyan zatı ilahinin bizzat kendisidir. Allah'ın kendisine yükselttiği salih amel, başka bir vasıf içinde zati ilahinin bizzat kendisidir. Aksi halde kesreti ve taaddüdü sonra Allah'ın yaratıklardan ayrı oluşunu kabullenmek gerekecektir.
İşte Gazali'nin tevhid anlayışı budur. Artık siz değerlendirin. Bundan sonra aynı saçmalıklarla, ama yeni bir isim, büyüleyici bir kıyafet ve gözler kamaştıran aldatıcı büyük bir lakapla karşınıza İbn Arabi çıkar.
2) Gazali, Mişkatu'l-Envar, 125,
1) Gazali'nin bazı yazılarında Selefiliğe dahiyane meyletmesine şaşmamalısınız. Çünkü GAzali'nin yüzleri çoktur. Zamanında değişik insanların karşısına bu yüzlerle çıkmıştır. Bakarsınız Eşari'dir. Çünkü Nizamiyye Medresi'nin sahibi Nizamülmülk böyle olmasını istemiştir. Halbuki kendisi felsefenin düşmanıdır. Çünkü o zaman kitlelerde felsefe düşmanlığı vardı. Bakarsınız, kelamcıdır. Ama Hanbeliler'den çekindiği için kelamcılara düşman görünür. Örnek verdiğimiz yerlerde ve "el-Maznunu Biha ala Gayri Ehliha" kitaplarında tepeden tırnağa kadar işraki ve tasavvufçudur. Diğer kitaplarında da bazan Eşari, bazan da Eşari Selefi karışımı olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde her kesime hoşlandıklarını bildiği yüzle görünür. Bu yüzün hak yüzü veya batıl yüzü olması önemli değil.
1) Bu kısım Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sünne. 121-122'den alınmıştır. ........?..........
1) Gazali, İhyau Ulumiddin, 3/19-20
1) Abdulvahhab eş-Şa'rani, el-Yevakît ve'l-Cevahir, 2/24, 25,
2) Abdulvahhab eş-Şa'rani, Age. 2/84. Bunun detaylı eleştirisi ve keşfe dayandırılan saçmalıklar hakkında geniş bilgi için bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sûfi fi Davi'l-Kitab ve's-Sunne, 175-199, Kuveyt, 1986, üçüncü baskı. (Çeviren)
1) Amir İbn Amir Ebu'l-Fadl İzzeddin olup yaklaşık olarak hicri sekizinci asrın sonlarında ölmüştür.
2) Müslüman "Allah ortaktan münezzehtir" derken, tasavvufçular "Allah ağyardan münezzehtir" derler. Yani ondan başkası (gayrı) yoktur, çünkü o her şeyin aynı (kendisi)dir.
3) Rabbine "Sen benim ve ben sensin" diyor. Halbuki bütün küfür ve inkarına rağmen İblis "Onların dirileceği güne kadar bana mühlet ver" (Hicr, 36) diyordu. Kafir ve melun, tasavvufçular kadar küfürde ileri .....................?..................
1) Sadreddin el-Konevi Muhammed İbn Ishak olup hicri 673, miladi 1274 yılında ölmüştür. Nasıruddin et-Tûsi ile içli dışlı olmuştur.
2) Tasavvufçular hak kelimesiyle Allah'ı yahut yaratılmış suretlerde tecelli etmeden önce ilahi hakikati kastederler.
3) Sadreddin el-Konevi, Meratibu'l-Vücud, Şam Zahiriyye Kütüphanesi, 5895 de kayıtlı el yazmasından naklen el-İnsanu'l-Kamil, 115, Dr. Bedevi,
4- Abdulğani İbn İsmail en-Nablusi hicri 1143, miladi 1731 yılında ölmüştür. Meşhur tasavvufçulardan olup "İzahu'd-Delalat fi Cevazi Semai'l-Âlât" yanında başka eserleri vardır.
5) Abdulğani en-Nablusi, Hukmu Şathi'l-Veliyyi, Şam Zahiriyye Kütüphanesi, 4008 no'da kayıtlı el yazması kitabından naklen Dr. Bedevi, Satahatu's-Sufiyye, 153.
1) Şatahatu's-Sufiyye, aynı yer. Tasavvufçular bu iki yüzlülükle müslümanları dinlerinde aldatırlar. Çünkü canına okumak için batıla hak elbisesi giydirirler. Onun için Goldziher'in şu sözlerine hak vermemek mümkün değildir. "Tasavvuf özellikle yeni Eflatuncu ve Agnostik fiziklerin İslâmî bir biçimde tasvir edilmesine özen gösteren şeyler olmuştur. Nitekim tasavvufun kurallarını meşrulaştırmak için birçok mevzu hadis tasavvuf çevreleri tarafından uydurulmuştur."
1) Şazeliyye tarikatının ileri gelenlerinden Abdusselam İbn Seşiş'tir. Şazeliyye tarikatının vird olarak okuduğu es-Selat'ı tarikat çevrelerinde el-Vazife olarak anılır. Sabah akşam okunur. Hz. Muhammed'in her varlığın aslı olduğunu anlatır. Hakikatı Muhammediyye felsefesini işler. Çok defa basılmıştır. Yukarıdaki iktibaslar için el-Bekri'nin virdleri ile beraber basılan nüshaya bakınız. Sayfa 74 vd. Nitekim Virdu's-Seher kitabında da Mustafa el-Bekri aynı felsefeyi işlemekte ve Hz. Muhammed'in bütün yaratıkların aslı olduğunu belirtmektedir. Bkz. Virdu's-Seher, 63. Fazla bilgi için bkz. Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 82-83. (Çeviren)
1) Muhammed ed-Demirtaş el-Muhammedî olup, hicri 929 yılında ölmüştür.
2) ed-Demirtaş, el-Kavlu'l-Ferid, 16, hicri 1348 baskı.
3) ed-Demirtaş, age 14.
4) ed-Demirtaş, age. 14. Tasavvufçuların "Kainatta ne varsa hepsi vehim veya hayaldir, yahut aynalardaki yansımalar veya gölgelerdir" sözü meşhurdur. Böylece kainattaki bütün varlıkların gerçekliğini inkâr etmektedirler.
1) Ahmed İbn Acibe el-İdrisi el-Fasi, hicri onüçüncü asrın ortalarında ölmüştür.
2) İbn Acibe, İkazu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, 209 vd.
1) Goldziher şöyle der: "Tasavvufçular düşüncelerini bilerek Kur'ân ve sünnete katmaya çabalamışlardır. Böylece Philo'nun mirasını İslâm'a aktarmışlardır." Bkz. el-Akide ve'ş-Şerîa, 140,
2) Hasan Rıdvan, hicri 1310 yılında ölmüştür. Çağdaş tasavvufçu sayılır.
3) Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kulub el-Mustetab, 269, hicri 1322 baskı.
1) Hasan Rıdvan, age. 115,
2) Horasan'ın Bistam şehrinde doğmuş ve hicri 874 yılında orada ölmüştür. Zamanının meşhur tasavvufçularındandır.
3- Feriduddin Attar, Tezkiratu'l-Evliya, 1/610,
4- Feriduddin Attar, age. aynı yer. Ebu Yezid el-Bistami'nin İslâm inançlarıyla bağdaşmıyan sözlerini tasavvufçular red ve inkâr edecekleri yerde, onları temize çıkarma, haklı gösterme ve savunma yoluna gitmişlerdir. Mesela, Celaleddin er-Rumi bu yolu izlemiş ve Bistami'nin sözlerini hep temize çıkarmağa çalışmıştır. Bkz. Ahmed Eflâki, Menakibu'l-Ârifîn, 2/39-40, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1966. (Çeviren)
1) Bu bölüm Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 413-432, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) Bu bölüm Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 413-432, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) Kamil Mustafa eş-Şeybî, es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teseyyu', 272, kitabından naklen, Kâmil Mustafa eş-Şeybi'nin kendisi Şii'dir. (Çeviren)
2) Bu kısım Abdurrahman Abdulhalık'ın el-Fikru.............?............
1) el-Hâc Mirza el-Hâirî el-Ahkâfî, ed-Din Beyne'ş-Sâil ve'l-Mucîb, 89,
2) Birtakım müslümanların cifir hesabı dedikleri ve ona dayanarak bazı hesaplar yaptıkları bu cefr'dir. Şia'nın saçma bir anlayışı olduğu görülmektedir.
3) en-Kevbahtî, Firaku'ş-Şia, 38,
1) Bakınız, et-Tasavvufu'l-İslâmî, 77,
2) Günümüzde de birtakım tarikat mensuplarının yaptıkları rabıta bundan başka bir şey değildir.
1) Bakınız, Ayetullah el-Humeynî, el-Hukumetu'l-İslamiyye, 54. Humeyni'den önce Kazımeyni-i Burucerdi'nin yazdığı Cevahiru'l-Velaye, kitabında bu ifadelerin yeraldığı görülmektedir. İrşad-ı Deylemî kitabı bunları nakletmektedir. Şu sözlere bakalım:
"Hz. Rıza semaya buyurdu: Kıyamet günü âhir zaman peygamberinin ve masum imamlar olan onun çocuklarının şefaatine muhtaç olmıyacak melek-i mukarrab ya da peygamber-i mürsel veya mümin kalmıyacak. Dünyada nebilerin çoğu, güçlük ve sıkıntıda peygambere ve onun ehli beytine tevessül arayıp onları şefaatçı olarak benimsiyorlar, sıkıntılardan kurtuluyor, hacetlerine nail oluyorlardı. "Bkz. Ali Şeriati, Ali Şia'sı Safevi Şia'sı, 150, terc. Feyzullah Artinli, Yöneliş, 1990, İst. "Bu delil, imamların enbiya-ı ululazmdan daha üstün olduğunu açıkça gösterir." Age. 148. (Çeviren)
2) Ahmed Dede, et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, kitabından Celaleddin er-Rûmi'ye dair bazı örnekler verelim:
"Bugün cennete gitmek onun rızasına ve cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır." S. 29. Yine üzerine türbe yapılmasını ve kubbesinin yükseltilmesini tavsiye ederek şöyle demiştir: "Kubbemi uzaktan görüp bana fatiha okuyana kıyamet günü şefaat ederim ve onu cennete koyarım." S. 56. Yine şöyle der: "Yedi yaşında sabah namazı kılıyor ve Kevser Sûresi'ni okuyup ağlıyordum. O anda Allah bana tecelli etti ve aklım başımdan gitti. Aklım başıma geldiğinde gaybtan bir ses bana: "Ey Celaleddin! Seni müşahade makamında kıldım, bugünden sonra senden mücahede istemiyorum" dedi. S. 37. Yine, "Şüphesiz Tur dağı Allah'ın bir bakışıyla yerinden oynayıp param parça oldu. Üç gün içinde celal güneşiyle on yedi defa bana tecelli edince zayıf vücudum nasıl sarsılmasın!" S. 41. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, A.Y.No. 3905. (Çeviren)
1) İbn Haldun, Rafıziler'in imamet konusundaki inançlarına işaret etmektedir. Onlara göre mutlaka masum bir imamın bulunması ve onu da masum bir imamın izlemesi gerekir. Rasûlullah'tan sonra din ve dünya idaresi bu şekilde ancak masum imamlarla olur. Böylece insanlar ihtilafa düşmekten kurtulur ve işleri mutlaka yanılma ihtimali bulunan içtihada kalmamış olur. Bu görüşün yanlışlığı açıktır. Çünkü Rasûlullah'tan sonra masum bir kimse yoktur. Şia'nın masum olduklarını iddia ettikleri imamlarının da birçok yanlışları olmuştur ki Şia da bunu kabul eder veya takiyye olarak yahut korkudan işlediklerini söyler.
2) İbn Haldun, Mukaddime 875-877.
1) Hutatu'l-Makrizi, 489,
2) Futuhatı Mekkiyye, 2/9,
3) Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybî, Age. 209. Tasavvufun Şia'dan alındığını İbn Arabi'nin şu sözleri de açıkça göstermektedir: "Ali Allah'ın verdiği ve başkaların bilemediği ilim sahiplerindendir." Futuhatı Mekkiyye, 1/260. İbn Acibe de İkazu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem kitabında şöyle der: "Tasavvuf ilmi vahiy ve ilham ile Allah'ın rasûlü tarafından kurulmuştur. Cebrail önce şeriatı getirdi, şeriat yerleşince arkasında hakikatı getirdi. Onu da sadece bazılarına verdi. Tasavvuf konusunda ilk defa söz eden ve ortaya çıkaran Hz. Ali'dir. Hasan el-Basri ondan almıştır." S., 1/5,
1) el-Havansari, Ravdâtu'l-Cennât, 731,
2) Hutatu'l-Makrizi, 2/231, 233,
3) Ebu Yakub es-Sicistani, Keşfu'l-Mahcub fi Şerhi Kasideti'l-Curcani, 65,
1) Hutatu'l-Makrizi, 2/233,
2) Keşfu'l-Mahcub fi Şerhi Kasideti'l-Curcani, 92,
3) Goldziher, el-Akide ve'ş-Şaria fi'l-İslâm, 216,
1) Dr. Ebu'l-Ala' el-Afifi, et-Tasavvuf ve's-Sevratu'r-Ruhiyye fi'l-İslâm, kitabına bakınız.
2) Batınıyye-İsmailiyye'de aklı evvel, ilahi akıl, insanda hulul ve ittihad konusunda bilgi için bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, el-Bikru's-Sufi fi ..............?..........
1) Resailu İhvani's-Safa, 4/119,
2) el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/315,
1) Suriye'nin dağlık bölgesinde bir köy. Geçmişte ve bugün Batınıyye fırkasının önemli merkezlerindendir. Günümüzde İsmailiyye fırkasının karargâhı sayılır.
2) el-İber, 3/361,
1) es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu', 368,
1) Kadı et-Tenuhi, Meşvâru'l-Muhadara, 86,
2) Kadı et-Tenuhi, Age. 73,
el-Bağdadi, tasavvufçuların çoğunun Hallac'ı tasavvufa nisbet etmeyi red ettiğini ve zındıklığa nisbet ettiğini kaydeder. S. 8/112-141. Dedesinin mecusi olduğu ve Hindistan'a gidip sihirbazlık öğrendiğini, Kur'ân gibi söyleyip yazabileceğini ve Kur'ân'a nazire yazmaya çalıştığını da söyler. Bütün bunlar ve diğer mel'anetleri hakkında geniş bilgi için bakınız. Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, 8/112-141. Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Beyrut, İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 11/132-144, Mektebetu'l-Maarif, Beyrut, 1966, İbn el-Esîfr, el-Kâmil fi't-Tarih, 8/126-128, Beyrut, 1966,
Hallac'ın hulul ve ittihad anlamlarıyla dolu şiirlerinden aldığımız bazı örneklerin tercümesini veriyoruz:
"Nadide miske anber karıştığı gibi ruhun ruhumla yoğrulmuştur,
Sana bir şey dokunursa bana dokunmuş olur, zira sen benim ve hiç ayrılmıyoruz,
Duru suya içkinin karıştığı gibi ruhun ruhuma karışmıştır,
Sana birşey dokunursa bana dokunmuş olur, zira her halukârda sen benim." Adı geçen yerlere bakınız. (Çeviren)
3) Feriduddin Attar, Tezkiratu'l-Evliya, 2/109,
4) İbn en-Nedim, el-Fihrist, 269,
1) Tabakatu's-Sufiyye, 307,
2) Tashihu'l-İtikad, 218,
3) Erbau Nususin Tetealluku bi'l-Hallac, 59,
4) İtikadatu Fıraki'l-Muslimin ve'l-Müşrikîn, 57,
1) Tarihi Bağdad, 8/121,
2) Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 413-432. Bundan sonrası Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakkı ve'l-Halk, 185 kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) el-Bahru'l-Mevrud, 292'den naklen et-Tasavvufu'l-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 2/301,
2) 1979 yılında Mısır devlet başkanı Enver Sedat toplumun muhtelif kesimlerinin temsilcileriyle toplantılar yapıyordu. Bu toplantılar televizyonda halk gösteriliyordu. Din adamlarıyla yaptığı bir toplantıda alimler İslâm hükümlerinin gözetilmesini ve toplumda egemen kılınmasını isterken, aralarında bulunan tarikatlar konfederasyonu başkanı şeyh es-Sutuhî, Enver Sedat'a binlerce methu sena ve duada bulunduktan sonra Mısır'da tasavvufun ve tarikatların daha çok yayılabilmesi için devlet bütçesinden kendilerine daha çok yardımların yapılmasını istedi. Bütün Mısır halkı televizyonda buna şahit oldu. Enver Sedat'ın İslâm ve müslümanlar hakkında ne kadar hayır düşündüğıü müslümanların malumudur. (Çeviren)
3) el-Bahru'l-Beyrud, 293'den naklen et-Tasavvufu'l-İslami, fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 2/309,
1) el-İstimaru'l-Fransî fi Afrika es-Sevda', 52,
2) Tarihu'l-Arab el-Hadis ve'l-Muassır, 373,
1) .......................?..............
2) .........................?..........
1) Mehazi'l-Veliyyi'ş-Şeytani, 13,
2) Cevahiru'l-Maani, 221,
3) Cevahiru'l-Maani, 16,
4) Cevahiru'l-Maani, 104,
5) el-İfadetu'l-Ahmediyye, 63,
6) Cevahiru'l-Maani, 170,
7) Cevahiru'l-Maani, 163,
8) Fransızlar'ın Merakeş'i işgali sırasında Ticani tarikatı ve başka tarikat mensuplarının onlarla işbirliği içinde olmaları ve duyarsız kalmaları konusunda bakınız. Tantavi Cevheri, el-Cevahir fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerim, sayı 8, c. 30, Şaban 1385, sayfa 21,
1) Muhammed Fahr Şakfe, et-Tesavvuf Beyne'l-ve'l-Halki, 216, 25/3/1947 tarihli Mısır gazetelerinden naklen,
1) Memleketimizde her yıl yapılan Mevlana ve Hacı Bektaş törenleri bunun bildiğimiz çarpıcı örnekleridir. İslâm aleminin her tarafında durum budur. Mısır'da malum devlet başkanlarının halka bu gibi yerlerden siyasi mesajlar veya dini tebrikler yayınladıkları, kamera önünde değişik pozlar verdikleri malumdur. Aynı şekilde Suriye ve Irak devlet başkanlarının zaman zaman bu nevi ayinlere katılarak halka birtakım mesajlar verdikleri bilinmektedir. (Çeviren)
2) Suriye'de müslümanlardan bir kesime yönetimin Hama kentini mezar yaptığını bütün dünya biliyor. Buna mukabil yine Suriye'de ikamet eden ve geniş bir nüfuza sahip olan bir şeyh efendi etrafına binlerce mürid toplıyarak törenler ve ayinler yapar, canı istediği zaman Suriye sahasıyla yetinmiyerek ülkemizi de kolaçan eder, her kesimden binlerce insanı etrafına toplar, her türlü bidat ve hurafeleri yayarken, iki yönetimin de buna seyirci kaldığı bilinmektedir. Çünkü şeyh efendi iki yakaya da siyasetle işi olmadığı, Hama'da binlerce müslümanın öldürülmesinin yerinde bir uygulama olduğu, sadece nefis tezkiyesiyle uğraştığı mesajını vermiştir. Bunun örnekleri pek çoktur. Tasavvufi birer tarikattan ibaret olan Kadiyaniler'in, Bahailer'in ve benzeri kitlelerin İngiliz emperyalizmine hizmetten başka rolleri bulunmadığı herkesin malumudur. (Çeviren)
1) el-Luma', 9-12, Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 134-140,
2) et-Taarruf, 99,
3) ............?..............
1) Futuhatı Mekkiyye, 1/260,
2) Aynı şekilde Celaleddin er-Rûmi de Hallacı Mansur'un masum olduğunu söylemiştir. Çünkü ona göre sofunun kalbi Allah'ın emrinin yeridir ve Allah dilemedikçe sofu dileyemez. Bkz. Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifîn, 302, Terc. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yayınları, İst. 1973.
Celaleddin er-Rûmi, Hallac'ı büyük tazimle ve saygıyla anar. Onun için şöyle der: "Ben Hakkım, sözü Mansur'un dudağında nurdu." Ben Allah'ım, sözü Firavn'ın dudağında ise yalandı." Bkz. Mesnevi, c. 2, beyit 1264 ................?................
Yunus Emre de Hallac'ı aynı şekilde övmektedir. Bkz. Ord. Prof. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 268. Geniş bilgi için bkz. Hasan Küçük, Tarikatlar, s. 220, İst. 1980, TÜRDAV yayınları. (Çeviren)
1) eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kubra, 1/10,
2) eş-Şa'rani, Age. 1/10,
3) eş-Şa'rani, Age. 1/10,
4) Erbau Rususin Teteallaku bi'l-Hallac, 19, Tarihu Bağdad, 8/12,
5-6) İbn Haldun, Mukaddime, 233,
1) el-Esraru'l-İlahiyye, 48,
2) Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, 3/245. Tasavvufun özellikle bu alanda Şia ile bütünlüğü konusunda hemen bütün kaynaklar ittifak etmektedir. Rifai ve Bektaşi tarikatlarının Şia ile bağlantısı hakkında bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Davi'l-Kitab ve's-Sunne, 370-388, 433-446,
1) Ahmed İbn Harazim (Ticani şeyhinin vird, zikir ve biyografisini yazan bir ticani müridi), Cevahiru'l-Maani, 1/184-185,
2) Ahmed İbn ..............?.............
1) Bu kısım Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 185-192, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) en-Nefahâtu'l-Akdesiyye Şerhu's-Salavâti'l-İdrisiyye, hicri 1314 basım.
el-Mevahibu's-Sermediyye fi Merakibi's-Sâdeti'n-Nakşibendiyye, kitabının yazarı Muhammed Emin el-Kurdi Şahı Nakşibend'in kerametlerinden biri olarak şunu nakleder: "Derviş Halil'in yanında kaldım. Hayvanlara hizmet etmemi emretti. Öyle oldum ki yolda bana bir köpek raslasa, önüne geçmemek için durur ve önce onun geçmesini beklerdim. Yedi sene böyle devam ettim. Sonra bu çevrenin köpeklerine ihlas ve samimiyetle, tazim ve hürmetle hizmet etmemi ve onlardan medet istememi emrederek bana şöyle dedi: Onlardan öyle bir köpeğe ulaşacaksın ki ona hizmet etmekle büyük bir saadete ereceksin. Bu hizmet nimetini ganimet bildim, verdiği müjdeye heves ederek bana gösterdiği şekilde bu hizmette hiç kusur etmedim. Nihayet bir defasında bir köpeğe kavuştum. Onunla karşılaşmaktan en üstün hâle ulaştım. Önünde durdum. Kendimi tutamıyarak çok çok ağladım. O anda köpek sırt üstü yattı ve dört ayağını göğe dikti. Ondan hazin bir ses ve şefkatli bir inilti işittim. Ben de ellerimi tevazu ve eziklik içinde kaldırıp âmip dedim. Nihayet sustu ve doğruldu." el-Mevahibu's-Sermediyye, 118-119. Yine el-Envaru'l-Kudsiyye fi Menakibi'n-Nakşibendiyye, 130, kitaplarından naklen Abdurrahman Dımaşkıyye, en-Nakşibendiyye Arz ve Tahlil, 25-26, Daru Taybe, Riyad, 1984, 1. baskı. (Çeviren)
1) Bahaullah lakabıyla anılan Mirza Hüseyin'in gömülü bulunduğu yerin adı.
2) Şeyh efendinin tasavvuf konusunda bundan sonra belirteceği kanaati beklemeden biz bazı oryantalistlerin İslâm'ın tevhidi konusunda görüşlerini nakledelim. İşte Gustave Lebonn tevhidden sözederek şöyle diyor:
"İslâm, bilhassa esas temel olan mutlak tevhid konusunda Hıristiyanlık'tan ayrılır. İslâm'ın inanmaya çağırdığı tek ilah her şeye egemendir. Ne melekler, ne kıddisler, ne de başkaları onu ihata etmez. Katıksız tevhidi ortaya koyduğu için iftihar etme şerefi sadece İslâm'dır.
İslâm ve onun düşüncesi kolay, sadedir. Diğer dinlerde gördüklerimiz ve salim bir zevkin red ettiği çelişki ve kapalılıklardan uzaktır. Birtek ilahın varlığı ve bütün insanların onun karşısında eşitliğini söyliyen İslâm'ın esaslarından daha açık ve net hiçbir inanç yoktur." Bkz. Hadaratu'l-Arab, ter. Adil Zuaytır, 158.
Oryantalist J.J. Sedillot da şöyle der: "Putperest bir toplulukta yayılan yüce tevhid esası hamasetli üstün nefislerde hakim olmuş ve Kur'ân ona davet etmiştir. Bidatlar sebebiyle sayıları gittikçe çoğalan hıristiyan fırkaların içinde gömülü ilahiyatın aksine, İslâm'ın mutlak tevhidi kesin ve açıktır." Bkz. Tarihu'l-Arab el-Âmr, ter. Adil Zuaytır, 88.
Aynı kitabın 89. sayfasında şöyle demektedir: "Yaratıcının rasûlü olduğu için Muhammed, Allah'ın oğlunun olmadığını, kâinatın ilahının bir olduğunu, Allah'ın her türlü kuvvetin kaynağı bulunduğunu ve Allah'a inanmıyanların da yine Allah'a döneceklerini söylemiştir. Muhammed, insanların her şeyin yaratıcısı olan Allah'a vasıtasız ibadet etmelerini istemektedir."
1) Meryem, 92-94,
2) ................?............
1) Tasavvufçular Allah'la beraber onları dost edindiklerini söylüyorlar. Acaba şirk bundan başka nedir ki?
2) Tasavvufçular onlara dua ettiklerini (çağırıp kendilerinden isteklerde bulunduklarını) söylüyorlar. Acaba dua ibadet, hatta ibadetin özü değil midir? (Örnek olarak bkz. et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, 52). (Çeviren)
3) Tasavvufçular yalancı ve inkarcının en büyük rab olduğunu iddia ediyorlar. Zira yalancı ve inkarcının Allah'ın görünen suretinden başka birşey olmadığını söylüyorlar.
4) Tasavvufçular rablerinin bu üç karanlık içinde evrimleşen yaratık olduğunu söylüyorlar. Bunlar körlük, ehadiyet, vahdaniyet aşamalarıdır.
5) Abdulkerim el-Cîlî dünyada da ahirette de mülkün kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Onun yolundan giden meşhurlar da aynı şekilde iddia ediyorlar.
6) Zumer, 1-6,
7) Tasavvufçular bu hükmün İbn Arabi, İbn el-Farid, Gazali ve benzerlerinin kitaplarına mahsus olduğunu söylerken, yobaz ve bağnaz bir takım müslüman çevreler de şu veya bu alimin kitabına mahsus olduğunu söylemektedir.
1) Tasavvufçular Allah'ın kendini eşler yaptığı, halk suretinde hak yahut kul suretinde ilah olarak gördüğünü iddia ediyor.
2) Tasavvufçular Allah'ın bizzat her şeyin kendisi olduğunu söylüyor.
3) Şura, 10-11,
4) Tasavvufçular İbn Arabi, Gazali ve benzerlerinin diliyle Allah'ın her şeyin kendisi ve gören herkesin aynısı olduğunu iddia ediyor.
5) Tasavvufçular her şeyin Allah'a denk ve eş olduğunu, çünkü alemde ne varsa hepsinin Allah'ın zatı olduğunu söylüyorlar.
1) Şa'rani, Tabakat kitabında üstadı ve efendisi şeyh Ali Vahiş'in kerametlerini anlatırken şöyle diyor: "Şeyh (Ali Vahiş) (r.a.) bizimle beraber randevu kızları hanında ikamet ediyordu. Randevu kızlarının yanında biri çıktığı zaman ona "Dur, çıkmadan önce sana şefaat edeyim" der ve ona şefaat ederdi. Bir yöreden dişi eşeğe binmiş birini veya başkasını gördüğü zaman ona "Şu eşeğin başını tut onunla zina edeyim" derdi. Yörenin adamı bunu kabul etmiyecek olursa, bir adım atmıyacak şekilde derhal çivi gibi yerinde çakılır. Kabul edecek olursa, gelip geçenler karşısında son derece utanırdı." Bkz. et-Tabakatu'l-Kübra, 2/135, Kahire baskı, Tercümenin dördüncü cildinde Ali Vahiş maddesine bakınız. (Çeviren)
Gördüğünüz gibi, ahlaksız bir cinayet yine ahlaksız bir üslup ve lafızlarla rivayet edilmektedir. Hayvanın sahibi Ali Vahiş'in isteğini kabul etmiyecek olursa, Vahiş onu çarpar ve çivi gibi yerinde çakılıp kalmasını sağlar. Bütün bu cinayetlere rağmen Şa'rani edepsiz şeyhi için "radiyallahu anhu" diyerek ona dua da etmektedir!
1) Prof. Dr. Philip Hitti şöyle der: "Muhammed'in dini pratik ve açıktır. Ulaşılması güç çok yüksek bir hedefi göstermesi nadirdir. Lahuti (hıristiyan ilahiyatı) giriftliklerinden hemen hemen uzaktır. Kutsal sembolik sırlara, teokratik mertebelere ve hıristiyan din hiyerarşisine yahut rasullere hilafete yer yoktur." Tarihu'l-Arab el-Âm, 1/178,
1) Bakara, 166,
1) Buhari, Ahmed ve İbn Mace Enes'ten rivayet etmiştir.
2) Tasavvuf meşhurlarından Hamdun el-Kassar'ın hak adına söylediği şu söz ne büyüktür! Kendisine "Selefin sözü neden sözlerimizden daha etkili olmaktadır?" diye sorulduğunda şöyle demiştir: "Çünkü onlar İslâm'ın üstün olması, nefislerin kurtulması ve Allah'ın razı olması için konuştular. Biz ise nefsin üstünlüğü, dünya çıkarı ve insanların rızası için konuşuyoruz.-" Hicri üçüncü asırda tasavvuf meşhurlarından birinin söylediği söz budur. Acaba ondan sonrakileri görseydi ne diyecekti? Bkz. es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 125.
1) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, 93,
2) Bu görüş de çelişkilidir. Çünkü selbilik (mutlak olmamak)la tavsif etmek, icap (mutlak olmak)la tavsif etmek gibi varlık için bir kayıttır. Yani mutlak olmadığını söylemek onun için nasıl bir niteleme ise, mutlak olduğunu söylemek de yine bir nitelemedir.
1) "Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve yaratıkları yarattım, benimle beni tanıdılar" hadisini tasavvufçuların uydurmasının sebebi budur. Tasavvufçular "benimle" sözünü "Muhammed"le açıklarlar. Çünkü cümle hesabıyla sayıda ona müsavidir.
2) Gümüşhanevi4nin Camiu'l-Usul kitabında Hakikatı Muhammediyye maddesine bakınız. Yine Curcani'nin Tarifat kitabına bakınız.
3) Muhammed ed-Demirdaşi, Risale fi Marifeti'l-Hakayık, 7,
4) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, 107,
5) Gümüşhanevi, Age. 92, Şia kültüründe Hakikatı Muhammediye yahut Nur'u Muhammedi inancı için şu sözlere bakmak yeterlidir; (Gûya) Hz. Ali söylemektedir: "Ben ve peygamber, onun buyurduğu şekilde, Allah'ın nurundan bir nurduk. O zaman Allah, bu nurun ayrılmasını emir buyurdu, sonra bir yarısına Muhammed ol, dedi. O da Muhammed oldu. Öteki yarısına da Ali ol, diye emretti. O da Ali oldu." Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, 153. (Çeviren)
1-2-3) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, Ehadiyyet ve Vahidiyyet Maddeleri, Abdulkerim el-Cîlî el-İnsanu'l-Kâmil, 1/30,
"İbn el-Farid da Hakikatı Muhammediyye'yi şöyle dile getirir:
"O (Muhammed) olmasaydı Âdem'in sureti olmaz ve (yasak ağaçtan) yedikten sonra Allah onun tevbesini kabul etmezdi" Abdullah Develioğlu, Gülzarı Sofiyye, 385, Beyit 82,
Nitekim meşhur şair el-Busirî de kasidesinde hakikatı Muhammediyye'yi şöyle terennüm ediyor:
"Bütün peygamberlere gelen âyetler, O'nun (Muhammed'in) nurundan onlara gelmiştir." Gülzarı Sofiyye, 387. (Çeviren)
1-2-3) İbn Arabi, el-Futuhatu'l-Mekkiyye, 152-154, 155, Abdulkerim el-Cîlî'nin daha cesur ve açık ifadeleri için de bakınız. el-İnsanu'l-Kâmil, 3, 102, 104, "Bazan tam bir ilah, bazan yarım ilah, bazan bütün yaratıkların ilk hakikatı, bazan Ka'benin manevi şahsiyeti, bazan lahuti ve nasuti kimliği şeklinde anlatılan Hakikati Muhammediyye hakkında fazla bilgi için bakınız. İmam Rabbani, Mektubat, 251, 252, 260, 200, 121, 117, 209 nolu mektuplar. Tercüme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez neşriyat, İstanbul, 1968. (Çeviren)
4- "Sen olmasaydın âlemi yaratmazdım" anlamındaki "levlake" hadisini tasavvufcular bir amaçla uydurmuşlardır. Bununla da hıristiyanlara üstünlük sağlamayı düşünmüşlerdir. (Çeviren)
1-2-3) Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'l-İslâmî fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 1/210, 279, 201, Muhammed Fahr Şakfe, Age. 77'den naklen.
4) .............?..............
5) ..............?...........
6) ..............?..............
1) Cuma, 2,
2) Zumer, 30-31,
3) İsra, 91-94,
4) İsra, 1,
5) Cin, 19-22,
1) Muhammed Bahauddin el-Beytar, en-Nefehâtu'l-Akdesiyye, 9, 11, 13,
1) Tasavvufçuların terminolojisinde körlük (boşluk), ehadiyyet mertebesidir. Bu da ilk taayyun ile belirlenir. Çünkü serteni, hakikatlerin ve isimler nisbetinin mahallidir. Bkz. Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, ayn maddesi,
2) İbn Arabi cümlede kurnazlık yaparak "Medine'ye" anlamındaki kelimeyi bile bile sona bırakmış ve okuyucuyu oyuna getirmeğe çalışmıştır.
3) İbn Arabi'nin çömezlerinden el-Kâşânî bu alemlerin üç olduğunu söylüyor. Birincisi ferdiyettir. Bu da ilahi zatın mevcut olduğu ve beraberinde başka bir şeyin bulunmadığı cem' halindeki varlığıdır. Yani bütün varlıkların onda toplandığı ve henüz ondan ayrılmadığı halidir. İkincisi de vitriyyettir. Bu da her şeyin fena bulmasından sonra cem' makamında kalması halidir. Yani her şey yok olunca yine bütün varlıkların onda toplanacağı ve tek başına kalacağı halidir. Üçüncüsü ise, maiyyettir. Bu da ayrı oluş (tefrika) aleminde Allah'ın diğer her şeyle beraber bulunması halidir. Birinci mertebe sıfatların kendisinden doğduğu, ikinci mertebe sıfatların kendisine döndüğü, üçüncü mertebe ise sıfatların kendisinden doğduğu ve yine kendisine döndüğü mertebedir. Bkz. el-Kâşânî, Keşfu'l-Vucuh el-Ğur, 133,
4) İbn Arabi, Mecmuatu'l-Ahzab, s. 2, İstanbul, hicri 1298 basım,
1) Mecmuu'l-Ahzab, 557, İstanbul baskısı,
1) Ali İmran, 144,
2) Kehf, 110,
1) Furkan, 7,
2) Enbiya, 8,
3) Furkan, 25,
4) ..........?...........
1) Ömer İbn Said el-Fûnî, Rimahu Hizbi'r-Rahim, 1/219, hicri 1345 baskı,
2) İsra, 73-75,
1) ................?................
1) Bakara, 23,
2) Buhari, Enbiya 48,
3) Ahmed İbn Hanbel, 1/299, Nesai de rivayet etmiştir.
1) Bunların görüşlerini bir delil olması için değil, sadece bir mukayese yapmak ve gerçeğin bu şekilde olduğunu belirtmek için zikrediyoruz. Düşmanlıklarına rağmen oryantalistler bunu kavrıyor ve itiraf ediyor, ama tasavvufçular ....................?...........
2) ................?..............
1) Fi't-Tasavvufi'l-İslami, terc. Dr. Afifî, 160,
2) ...............?.................
3) .................?..............
1) ................?..................
2) ...............?..................
1) Ömer İbn Said, Rimahu Hizbi'r-Rahim, 14,
2) .............?...............
3) .............?.............
4) ..............?..............
1) Ali İmran, 128,
2) Ahkaf, 9,
3) Cin, 21-22,
1) Fusu'l-Hikem, 181,
2) Fusu'l-Hikem, 80,
1) Tâhâ, 114,
2) eş-Şa'rani, el-Kibritu'l-Ahmer, 6, el-Yevakît ve'l-Cevahir hamisinde, ...........?.............
1) Necm, 5-7,
2) Furkan, 32-33,
3) Şura, 52,
1) Yunus, 15-16,
1) Meryem, 64, Bilgi için bkz. İbn Kesir tefsirinde bu âyetin tefsiri.
1) Ali İmran, 61, 64,
1) Sebe', 24,
1) Abdurrahman el-Cami, Şerhu'l-Fusus, Hûd Fassının Şerhi,
2) İbn Arabi, Zehairu'l-Ahlak, Şerhu Tercümani'l-Evsak, 39,
1) Heyûla Yunanca bir kelimedir. Asıl ve madde anlamındadır. Felsefî terim olarak "Şeyin bilkuvve kendisiyle kaim olduğu"dur yahut cisim için meydana gelecek ittisal ve infisali kabul eden cisimde bir cevherdir. İbn Arabi burada "kabul eden" mamasında kullanmıştır. Yani bütün inançların suretlerinin (şekillerinin) yerleştiği, onunla kaynaştığı ve türlü inançlarına uygun olarak fiillerinin meydana geldiği kişi anlamındadır.
2) Fususu'l-Hikem Bâlî Şerhi, 191, hicri 1309 baskı,
3) Va'ddan maksadı ahiretteki nimettir. Vaidden maksadı da ahiretteki azaptır. Buradan hareketle müşrikler için bile ahirette azabın kesin olarak bulunmadığını söylemektedir.
1) Fususu'l-Hikem, Dr. Afifi tahkiki, 1/94,
2) Fususu'l-Hikem, .................?............
1) Fususu'l-Hikem, 212,
2) İbn Arabi Firavn'ın kurtulanlardan olduğunu söylerken, yüce Allah o ve yandaşları hakkında şöyle buyurmaktadır: "Firavn'a git, çünkü o azdı. De ki: Arınmaya gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de, O'ndan kork. O anda ona en büyük mucizeyi gösterdi. Hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra tuzak kurmaya çalışarak geri gitti. Derhal adamlarını topladı ve onlara bağırdı: Ben sizin en yüce Rabbinizim. Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. Elbette korkan kimseler için onlarda ibret vardır." Naziat, 17-26,
3- el-Cîlî'nin şeriatlarla alay edişine bakınız. Sebebi de, sadece ve sadece zat ve sıfat olarak Allah ile diğer varlıkların ayrı şeyler olduğuna hükmetmeleridir. el-Cîlî, Allah ile diğer varlıklar arasındaki birliği su ve kar arasındaki birliğe benzetmektedir. Her biri diğerinin aynıdır. Kar donmuş su olduğu gibi su da erimiş kardır. Aradaki farklılık hakikatta değil, isimdedir. Allah ve yaratıklar da böyledir. Çünkü aradaki farklılık sadece isimdedir. Tıpkı kar ile suyun sadecec isimlerinin farklı olması gibi.
4) Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kamil, 1/23, hicri 1293 baskı,
1) İbn Acibe, İkazu'l-Hikem, 1/143, hicri 1231 baskı,
2) Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kâmil, 1/69. Görüldüğü gibi putlara, gezegenlere ve tabiata tapmanın doğru olduğunu, çünkü tapılan bu şeylerin Allah'ın birer görünümü ve ortaya çıktığı suretlerden ibaret .............?.............
1) ................?..............
1) Goldziher şöyle diyor: "Tasavvufçular İslâm'a ne kadar bağlı ve hayran görünseler, çoğunda dinler ve inançlar arasındaki sınırları ortadan kaldırmaya çalışan ortak bir eğilim bulunmaktadır. Hepsinde bütün bu inançların, ulaşılması arzu edilen gaye konusunda hatırı sayılır değere sahiptir." el-Akide ve'ş-Şeria, 151,
"Tasavvufçularda dinlerin birliği inançı, felsefelerinde egemen olan her şeyi sevme anlayışından ileri gelmektedir. Mümin, kafir, helal, haram, meşru, gayri meşru ayırımı yapmadan bütün insanları ve varlıkları sevme hastalığının bir ürünü ve neticesidir. Zaten vahdeti vücut inancı da buna götürmektedir. Onun için meşhur tasavvufçuların mümin, kafir, ahlaklı, ahlaksız ayırımı yapmadan bütün insanlara aynı sevgi ve sempati ile yaklaştıklarını görüyoruz. Hatta günümüzde tasavvuf çevrelerinin İslâm'a doğru bir şekilde bağlı olanlara düşmanlık ve nefretlerine karşın, İslâm'dan sapmış veya İslâm dışı inançlara bağlı türlü din ve fırka mensuplarına daha fazla yakınlık göstermeleri, onlarla senli benli olmaları, izzet ve ikramlarda bulunmaları, kısaca gayri müslimleri temiz müslümanlara tercih etmeleri bu sebeptendir. Zaten "ne olursan ol, gel" felsefeleri, "yaratandan ötürü her şeyi sev", "bazan yahudi, bazan hıristiyan, bazan mecusi, bazan da müslüman" anlayışları hep bu sapıklığın ürünüdür. Mümin kafir, insan hayvan, temiz necis varlık ayırımı yapmadan Allah'ın bütün varlık ve eşyaya hulul ettiğini, onunla birlik olduğunu veya onların suretlerinde göründüğünü söyliyen felsefe, olsa olsa bu hak batıl ölçüsü ve sınırı tanımıyan küfür ve saçmalıkları doğurur. İslâm aleminde ...........................?.................
1) el-Futuhatu'l-İlahiyye fi Şerhi'l-Mebahisi'l-Asliyye, 147, Basım 1913,
2) Age. 146,
3) Muhammed Osman, el-Hibâtu'l-Muktebese, basım 1939,
"Hiçbir müslüman Allah'ın müminlere vadettiği dünya ve ahiret hayatındaki müjdeleri inkar etmez. Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın ..............?.................
1) eş-Şarani, Kavaidu's-Sufiyye, 131,
2) eş-Şarani, Kavaidu's-Sufiyye, 154,
3) Letaifu'l-Minen, 2/103. Bu alanda İsmailiyye fırkasını taklid etmişlerdir. Çünkü bu fırka imamları yanında başka bir otoritenin varlığını kabul eden veya ona itaatin vacipliğinden şüphe eden kimsenin peygamberin yanında başka bir peygamberin varlığını kabul eden ve onun peygamberliğinden şüphe eden kişi gibi olduğunu söyler. Bununla Allah'a ortak koşmuş gibi olur. Bkz. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 218,
Şeyhi tanrılaştıran ve müridi hayvanlaştıran anlayış tasavvufun bütün menkıbe ve âdâp kitaplarında mevcuttur. Mesela Ariflerin Menkıbeleri, I-II, et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, Camiu Kerameti'l-Evliya, et-Tabakatu'l-Kübra, Tezkiratu'l-Evliya, el-İbriz, Tenviru'l-Kulub fi Muameleti Allâmi'l-Guyub, Şifau'l-Alîl Tercemetu'l-Kavli'l-Cemil, el-Envaru'l-Kudsiyye fi Menakibi'n-Nakşibendiyye, Nefahatu'l-Uns min Hadarati'l-Kuds, Camiu'l-Usul fi'l-Evliya, gibi burada sayamıyacağımız menkıbe ve adab kitapları bu gibi saçmalıklarla kurtarılmadıkça İslâm aleminde hurafe ve saçmalıkların önü alınamıyacaktır. (Çeviren)
4- Mısır'da tarikatlar meşhur bir post için henüz altını pisleten bir çocuğu beş yıl şeyh olarak seçmiştir. İslâm aleminin hemen her tarafında bu nevi uygulamalar bulunmaktadır. Bkz. el-Mecmuatu'd-Demirtaşıyye, 154,
Küçük çocukların veli ve keramet sahibi yapıldığına dair bir örnek verelim. el-İmamu'l-Ekber ve Şeyhu'l-Ezher (Ezher şeyhi ve Mısır'ın en büyük alimi) olan Dr. Abdulhalim Mahmud, Silsiletu A'lami'l-Arab (Arap Meşhurları Serisi)nde çıkan Ebu'l-Hasan eş-Şazeli ile ilgili kitabında vahdeti vücut dininde olan İbn Beşiş'in büyüklüğünü anlatırken şu olayı nakleder:
"İbn Beşiş Ebu'l-Hasan eş-Şazeli'nin gözünü kamaştırmıştır. Kur'ân ve sünnete dayanan ilmiyle, velayet ve kerametiyle gözünü kamaştırmıştır. Durretu'l-Esrar kitabının sahibi şunu rivayet ediyor:
Onun birçok harikuladeliklerini gördüm. Birgün yanında oturuyordum. Kucağında oynaştığı küçük bir oğlu vardı. Aklıma ondan ismi azamı sormak geldi. Çocuk kalktı ve yakama sarılarak şiddetle salladı ve şöyle dedi:
Ey Ebu'l-Hasan! Şeyhten ismi azamı sormak istedin.Doğrusu, Allah'ın ismi azamını sormak yerine, senin kendin ismi azam olman gerekir." Şeyh gülümsedi ve "Falan benim yerime sana cevap verdi" dedi. Dr. Abdulhalim Mahmud, Ebu'l-Hasan eş-Şazeli, 25,
Görüldüğü gibi tasavvuf büyüsüyle büyülenmiş olanlar imamı ekber ve şeyhi ezher de olsa, gözündeki tasavvuf perdesini atıp hakkı görememekte ve bu büyünün etkisinden kurtulamamaktadır. (Çeviren)
1) er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, 151. Allah'ın hakları için tevbe geçerli olurken, üstadların hakları için tevbenin geçerli olmaması anlayışı, acaba bu tağutların Allah'tan çok Allah'lık tasladıklarını göstermiyor mu?
Müridin şeyhe karşı takınması gereken âdâbı isterseniz biraz da Muhammed Emin el-Kurdi'nin Tenviru'l-Kulub kitabından dinliyelim:
"Mürid şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona "Niçin böyle yaptın?" dememelidir. Çünkü şeyhine "niçin?" diyen kişi asla felah bulamaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir. Fakat batını itibariyle o durum güzeldir. (Çünkü o bilir ama siz bilemezsiniz). Külli ve cüzî, ibadet ve âdet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine "Şu fırına gir" derse girmesidir. Şeyhin durumlarını hiçbir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle bir şey, çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnüzanda bulunmalıdır... Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün hareketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır... Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. (Çünkü tekkelerde İslâm dışı ve İslâm devleti aleyhine her türlü cinayeti işlemekten geri kalmamışlardır). Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. (Çünkü şeyh Hz. Peygamber'in yerine oturtuluyor). Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde bana niçin böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı, izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı, evlenmemeli ve önemli bir iş yapmamalıdır." Tenviru'l-Kulub fi Muameleti Allami'l-Ğuyub, 528-531. Kitabın ismindeki Allamu'l-Ğuyub'dan maksat, yazarın sözünü ettiği şeyhin kendisi olsa gerek. Çünkü böyle bir tavır olsa olsa ancak Allah'a karşı takınılabilir.
İsterseniz şeyhin özelliklerini aşıkların sultanı İbn el-Farid'den dinliyelim:
"Olaylar meydana gelmeden önce Levh-i Mahfuz'dan basiret gözüyle okuyarak onları haber vermektedir." Bkz. Gülzarı Sofiyye, 270, beyit 25,
Beytin açıklamalı tercümesini gelin bir de Gülzarı Sofiyye'nin yazarı Abdullah Develioğlu'nun ağzından dinliyelim:
"Ve mürşid kuvve-i kudsiyye ile Levh-i Mahfuz'dan okuyarak batın-ı ğaybde kendisine malum ve başkalarına meçhul olanları alem-i şahadette vukuundan evvel haber verir olmalıdır." Gülzarı Sofiyye, 270, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, tarih yeri yırtılmıştır.
Develioğlu devam ediyor:
"Birgün şeyhine "niçin?" diye sorarsa, tasavvuf ehline göre, bu mürid kıyamete kadar felah bulamaz." Age. 298, beyit, 38. Allah'a karşı yapılan isyandan tevbe edilir ve Allah bağışlayacağını bildirdiği halde, şeyhine itiraz eden mürid kıyamete kadar felah bulamaz! Ne dersiniz, böyle bir din İslâm olur mu?
Develioğlu devam ediyor: "Hazır ve gaip, uzak ve yakın iken, iki halde de onu müşahade eder." Age. 331, beyit 48. Bilgisi ve görmesi hiçbir şeyin bulunmadığı yüce Allah'a -hâşâ- sanki denk! Halbuki İhlas Sûresi'nde Allah, hiçbir kimsenin kendisine denk ve benzer olmıyacağını bildirmiştir.
"Hiçbir gün şeyhinden başkasına iltifat etmez. Çünkü böyle bir şey, ondan her şeyin kesilmesine sebep olur." Age. 326, beyit 55. Allah kendisine iman etmiyen her türlü kafir ve günakharın rızık ve diğer hayat kaynaklarını kesmezken, şeyh müridin her türlü fuyuzatını ve ihsanlarını kesebiliyor!
Şeyhin bir nevi tanrılaştırıldığı, ehli kitabın din adamlarını tanrılaştırdığı gibi şeyhin bir nevi şari" sayıldığı, emir ve yasaklarının Allah'ın hükümleri gibi görüldüğü, karşısında müridin yaşıyan bir insandan çok, ölü bir cenaze durumunda olduğu bilgileri hemen bütün tasavvuf kitaplarında mevcuttur. Yaşıyan şeyhler de müridlere hep bunları telkin eder ve onları bu terbiye ile eğitirler.
Şeyhin elinde müridin ğassalın elindeki cenaze gibi olması gerektiği, her nimeti ve feyzi ondan bilmesi, ona itiraz etmemesi ve kul kölesi olması gerektiği inancı âdâb kitaplarının hemen hepsinde mevcuttur. Mesela bugün tasavvufçuların âdâb olarak okuttukları ve din kitabı olarak belledikleri Muhammed İbn Abdullah Hâni'nin Ali Hüsrevoğlu tarafından tercüme edilen ve İstanbul'da 1980 tarihinde basılan ÂDÂB kitabında 152-156 sayfalarına bakınız.
Şeyhlerin elinde mürid dedikleri insanların ne duruma geldiğini şu örnekten de rahatlıkla anlamak mümkündür; Ahmed Eflaki naklediyor:
"Sultan Veled buyurdu ki: Birgün babam medresede bilgiler saçıyordu. (Bu arada): Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir (dedi). Öyle ki bir adam Beyazid'in müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. Mürid: Şeyhim, dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye tekrar sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birerütün sahabeyi saydıktan sonra "Muhammed mi büyük, senin şeyhin mi?" dedi. Yine şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda "Tanrı mı büyük senin şeyhin mi?" diye sordu. Mürid: Ben Tanrıyı şeyhimde gördüm. Şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım" dedi.
Başka bir müridden de "Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi?" diye sordular. O da: Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de "Bu iki büyükten daha büyük bir ilazımdır ki bu farkı ortaya koysun" demiştir.
ŞİİR
"Tanrı görünmediği için peygamberler onun naibi olmuşlardır. Hayır, hayır. Böyle de değil, bu naiple naibin naipliğinde cbulunduğu kimseyi birbirinden ayırmak çirkin şeydir. Burada ikilik yoktur." Bkz. Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Çeviren Prof. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973, Tasavvufun karanlıklarına aşık olan ve insanlara kurtuluş yolu olarak sunanlara ithaf olunur! (Çeviren)
1) Cüneyd el-Bağdadi, Maruf el-Kerhi'nin kabri hakkında şöyle diyor: "Marufun kabri denenmiş bir panzehirdir. Ondan şifa istenir ve onunla teberruk edilir." Bkz. er-Risaletu'l-Kuşeyriyye ve Sulemi'nin et-Tabakatu's-Sufiyye, kitaplarında Marf el-Kerhi bölümü.
1) Bu pasajlar için bkz. el-Akide ve'ş-Şeria, 222, 234,
1) el-Akide ve'ş-Şeria, 266,
1) eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kubra, 2/129, (Tercümesi kitapçılarda satılır, ...........?.................
1) ...........?..............
2) ............?..............
1) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/43, hicri 1292 baskı,
2) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul fi'l-Evliya, 133,
1) eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/80, 81,
2) eş-Şarani, Age. 80,
3) eş-Şarani, Age. 2/122, 132, Subayh baskısı, Ebu Havde için de eş-Şarani şöyle demektedir: "Allah ondan razı olsun, bir kadın veya bıyıkları henüz terlemiş bir genç gördüğü zaman onunla cinsi münasebete kalkışır ve dübürünü yoklardı. Bu kişi ister emirin, ister vezirin oğlu olsun, isterse babasının veya başkaların huzurunda olsun, arkasını yoklar ve onunla livata yapmaya kalkışırdı." et-Tabakatu'l-Kübra, Age. Ebu Havde bölümü.
1) es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 190,
2) es-Sulemi, Age. 189,
3) es-Sulemi, Age. 191,
4) es-Sulemi, Age. 232,
5) Şuara, 165,
1) Olayın tamamı için bkz. eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/135, Subayh baskısı,
2) ed-Derdîr'in Şerhu'l-Haride'sine yazdığı haşiyede es-Savi er-Rifai'nin Rasûlullah'ın kabri karşısında durup ona şu iki beyitle münacatta bulunduğunu zikreder:
"Uzaklık halinde ruhumu gönderiyordum. O benim yerime vekil olarak toprağı öpüyordu.
İşte hortlaklar devleti gelmiş, sağ elini uzat ki dudaklarım onu öpme şerefine kavuşsun." Elin kabirden çıktığını söylerler. Gördüğünüz gibi eş-Şarani ve efendisi ne olursa olsun bu kerameti gösterme şerefine ulaşma çabasındadırlar.
3- es-Seyyid el-Bedevi'nin hayat hikayesini eş-Şarani4nin Tabakatı'ndan okuyabilirsiniz.
"Ölülerin hayat işlerinde tasarruf ettiklerini isterseniz tasavvuf meşhurlarından Gümüşhanevi'nin dilinden dinliyelim: "Ali el-Karşi (Hz.) diyor ki: Bütün velilerden dört kimseyi, kabirlerinde bile, hayatlarındaki gibi tasarruf yaparlarken gördüm. Bunlar Abdulkadir Geylani, Şeyh Maruf el-Kerhi, Şeyh Ukayl el-Menci (Münci), şeyh Hayyad Bin Kays el-Harrani hazaratıdır." Veliler ve tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul tercümesi), 50, tercüme Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İstanbul 1977. (Çeviren)
Bu zincirin çağdaş halkalarından biri olan M. Esad Coşan da aynı inancı sürdürmektedir. Şöyle diyor: "Evliyaullah Allah'ın sevgili kulları, Allah'ın rızasını kazanmış kullar, vefatlarından sonra da insanlara müessirdirler. Yani tasarruf sahibidirler. Yani sizinle münasebetleri vardır, alakaları vardır. Rüyamıza girerler, nasihat ederler, ikaz ederler." Tasavvufa Giriş, 13, Gümüş Yayınevi, Konya 1990. "Onun için o büyüklerimize bir fatiha üç ihlas okuyun, gönderin ruhaniyetlerine. İstimdad edin. Şirk olmaz mı? Olmaz. Çünkü Allah'ın sevgili kullarını Allah için sevmek sevaptır." M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 14, Gümüş Yayınevi, Konya 1990,
İsterseniz bunu diğer bir çağdaş tasavvuf meşhururundan dinliyelim: "Şu bir gerçek ki ölü diyerek dikkate almadığımız varlıkların kainattaki rolleri, diri dediklerimizden daha fazladır... Hatta böyleleri tasarruflarını daha çok ölüm sonrasında icra etmek üzere bu alemden çekilirler." Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf.
1) eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/154. Bir adamın tasavvufçulardan birinin kabrine gittiği ve şikayetini ona bildirdiğini, kabirdekinin de henüz mürekkebi kurumamış bir beytin yazılı bulunduğu bir hitabı reyhan çubuğuyla uzattığını anlatırlar. Bkz. İbn Acibe, Şerhu'l-Hikem, 2/318,
2) el-Kayserî zevki şöyle tarif eder: "Alimin delil ve kesb yolu ile yahut iman ve taklid yolundan giderek elde ettiği değil, keşf ve vicdan yolu ile elde ettiğidir." Bkz. Matlau Hususi'l-Kelim, 193. Gümüşhanevi de zevki şöyle tarif eder: "En ufak bir şimşek tesellisi anında peşpeşe gelen şimşekler sırasında hakkın hak ile müşahade edilmesi derecelerinin ilkidir." Camiu'l-Usul, 101, İbn Arabi ise şöyle der: "Aynı kaynaktan kaynaklanmasına rağmen ehlullaha hasıl olan zevki ilimler, hasıl olan kuvvetlerin farklılığına göre farklı olmaktadır. "Fususu'l-Hikem, 107, el-Halebi baskısı; aynı kaynaktan maksat, ilahi zatın kendisidir.
1) Ahzab, 28. Âyeti sapık düşüncesine âlet ediyor. (Çeviren)
2) el-İbriz, kitabının sahibi Abdulaziz ed-Debbağ şöyle diyor: "Büyük veli insanlara görünürde şeriata muhalefet ediyor, ama gerçekte muhalefet etmiyor. Sadece, ruhu zatını örtmüş ve zatı suretinde görünmüştür. Bir masiyet işlediği zaman aslında o masiyet değildir." 2/43. Şöyle devam ediyor: "Valeyet aşamasında velinin içki içenlerle beraber oturup onlarla içmesi tasavvur edilir. Onun da içki içtiği sanılır. Halbuki ruhu suretlerden birinde görünmüş ve yapacağını yapmıştır. el-İbriz, 2/41 (veya 1/41),
3) .................?................
1) eş-Şarani ise şeyhinin kerametinden söz ederek şöyle diyor: "Nöbetçiler Ali el-Havvas'ı vurdukları zaman eş-Şerif (Hz. Peygamber ...............?...............
1) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/73, el-İbriz kitabı Abdullah Arığ tarafından Türkçe'ye çevrilmiş ve 1969 yılında Mehmed Zahid Kotku'nun öven ve okunmasını tavsiye eden mukaddimesiyle İzmir'de yayınlanmıştır. Ayrıca Celal Yıldırım tarafından da tercüme edilmiş ve iki büyük cilt halinde Demir Kitabevi tarafından İstanbul'da yayınlanmıştır. (Çeviren)
2) Ahmed İbn Muhammed Ebu'l-Abbas et-Ticani, hicri 1150 doğumlu.
3) Bunlar, Rasûlullah lakabıyla bilinen Mirza Gulam Hüseyin'in kendisi için iddia ettiklerini aynısıdır.
4-5-6-7-) Rimahu Hizbi'r-Rahim, 2/3-5 vd. Ali Harazim, Cevahiru'l-Maani, 1/46-47,
8-et-Tûsi, el-Luma, 383, Leiden maskısı,
9- Necm, 48,
10- Cin, 26-27,
1) eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü,
2) eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü,
eş-Şarani'nin ifadesine göre adam insanlar için çok tehlikelidir. İnsanların görmelerine engel olan bir kişi nasıl veli olabilir? Böyleleri toplum için bir felaket olmaz mı?
Tasavvuf tarihi boyunca köpek tasavvuf meşhurları arasında ideal bir örnek olup hepsinin hedefi onun gibi olmaktır. Gerekçeleri de Ashabı Kehf'in köpeği Kıtmîr'in adının Kur'ân'da geçmiş olması ve o köpeğin sözkonusu insanlarla beraber bulunmasıdır. Sanki Kur'ân'da adı geçen bütün varlıklar mukaddesmiş gibi Kıtmîr adı da orada geçti diye tasavvufçular tarafından kutsallaştırılmaktadır. Firavn, Karun, Ebu Leheb ve daha başka kafirlerin adları Kur'ân'da geçmesine rağmen İslâm nazarında hiçbiri kutsallaşmadığı gibi Kıtmîr de bundan dolayı kutsallaşmış ve ideal bir örnek olması sözkonusu değildir. Ama ne hikmetse, tasavvuf meşhurları kendilerine Kıtmîr adını takmak ve onun gibi bir köpek olmak kendileri için en büyük ideal bilirler. Bu da köpeği kutsallaştırmaları ve ideal bir örnek saymalarından ileri gelmektedir. Daha önce Nakşibendiler'in şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünüo ve dualarını nasıl aldığını kaydetmiştik. Bu nevi misaller menkıbe kitaplarının hemen çoğunda bulunmaktadır.
Tasavvufçuların eskileri böyle olduğu gibi yenileri de bu şekildedir. Günümüzden bir örnek verecek olursak, Ribat Dergisi'nin 1982 tarihli ikinci sayısında çıkan ve ideal bir mümini ve müridi köpeğe benzeten aşağıdaki yazısını gösterebilirz. Şöyle diyor:
Dipnotlar:


1) Bir örnek olarak tasavvuf meşhurlarından birinin şu sözlerini göstermek yetiyor: "Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlardan birinci çıkışda, uzun yolculuktan sonra arşın üstüne yükselince, cennet yukarıdan kuşbakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının cennetteki makamlarını görmek istedim. Dikkat ettim. Göründüler. Makamların sahiplerini de o makamlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri başka idi. Başka bir yükselişde büyüklerimizin ve ehlibeyt imamlarının ve hulefa-i raşidinin ve Rasûlullah hazretlerinin ve başka peygamberlerin makamları ayrı ayrı göründü. Meleklerin büyüklerinin makamları arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o kadar yükselttiler ki, yer yüzünden arşa kadar veya biraz daha az, yani hâce Nakşibend hazretlerinin olan uzaklık kadar ilerlettiler..." İmam Rabbani, Mektubat Tercümesi, 1/6-7, Mektup 1, Tercüme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968.
Bir de bu iddialara örnek olması için bazı keramet çeşitlerini nakletmekte yarar var:
1- Diriyi öldürmek, ölüyü diriltmek,
2- Kabir haline ve ölülerin durumuna vakıf olmak ve aynı zamanda ölülerle konuşabilmek,
3- Su üzerinde yürümek ve havada uçmak,
4- Gaybı bilmek, görmek ve herkesin kalbindeki sırlara vakıf olmak,
5- Melekut alemine nüfuz edip tasarruf etmek,
6- Rüzgâr estirip, esen rüzgarı dindirmek, soğuğu sıcak ve sıcağı soğuk yapmak,
7- Ateşte yanmamak ve öldürücü sebeplerden müteessir olmamak, ...." A. Faruk Meyan, Muhammed Behaeddin Buhari, 124-125, Çile Yayınları, İstanbul, 1970, Dr. Hasan Küçük, Tarikatlar, 130-131, İstanbul 1980, İkinci Baskı. Bu kitapta bu nevi kerametlerden yirmibeş kadarı sayılmaktadır. Şia'da imamlara tanınan makamların ve giydirilen olağanüstü sıfatların tasavvuf meşhurlarına giydirilenlerle benzediği için bakınız. Ali Şariatî, Ali Şiası Safevi Şiası, 141-155, Tercüme, Feyzullah Artinli, Yöneliş, İst. 1990. Ayrıca budistlerde ve İslâm'dan önceki WTürkler'de bu nevi olağanüstülük iddiaları ve bunların kaynakları için bakınız: Ahmed Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, 7-10, Ankara 1984.
1) Merak edenlere bir örnek olması bakımından tasavvufun terim ve isimlerinden bazılarını buraya alıyoruz. Görülecektir ki Arapça ve Farsça birer kelime olması dışında bu terim ve isimlerin Kur'ân ve sünnetle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Mesela;
Fena-ı murakabe, tecelli-i nur, tecelli-i ulahiyye, fena billah, beka billah, müşahade-i cemal, fena fi'r-rasûl, zülcenahayn, fena fişşeyh, letaif-i ahfa, fena fillah, nefiy, isbat, mukarabe, cezbe-i ilahi, letaif-i kalb, müşahade-i rasûlullah, tecelli-i esma, tecelli-i ef'al, tecelli-i sıfat, makam-ı hilafet, sırr-ı hilafet, müşahade-i zat, istiğrak, fena ender fena, beka ender beka, müstağrakîni fizzat, celaliyye, cemaliyye, müstağrakîn fi zatillah, makamı hayret, tecelli-i berk-i zat, cesedi ruhani, müşahade-i muhammedi, tecelli-i hak, sıfat-ı Muhammedî, melekût kapısı, hakikat kapısı, ceberut alemi, Muhammed kapısı, hakikat kapısı, alem-i lahut, mirac-ı ehlullah, makam-ı hayret, ruh-u sultanî, ruh-u hayvanî, akl-ı maaş, akl-ı mead, keşf-i melekût, keşf-i ceberut, ğına-ı ehlullah, gavsiyyet, kutbiyyet, kümmelîn, akl-ı kûl, mirac-ı aktab, beka bi zatillah, fena fi zatillah, müşahade bi zatillah, müstağrakîn fi zatillah, müşahidîn fi zatillah, tecelli-i berk, ifna-ı hayret, tecelli-i zamir, müşahade-i künhi hakikat, ehadiyyet, vahidiyyet, inniyet, ayniyyet, künhiyyet, akrabiyyet, basariyyet, ilmiyyet, failiyyet, mefuliyyet, melîkiyyet, hayatiyyet, mahbubiyyet, tevhid-i vucudî, tevhid-i şuhudî, vakit, makam, hal, sema, kabz, bast, heybet, üns, tevacüd, vecd, cem', fakr, sekr, cemulcem', gaybet, huzur, sahv, mahv, isbat, setr, tecelli, taayyun, muhadara, mukaşafe, müşahade, levaih, tevali', levami', bevadih, hücum, telvin, temkin, kurb, bu4d, hakikat, tarikat, marifet, nefes, havatır, varid, şahid, muvafakat, hak ve hakikat, tefrid, firaset, nefis, sır, yâd kerd, bâz geşt, vukuf-i adedi, hûş der dem, nigahdâşt, hevacis, vesavis, ilhamat, varidat, ma'kulat, suver-i kainat, vukuf-i kalbi, yâd dâşt, nazar ber kadem, halvet der encümen, sefer der vatan, vukuf-i zamanî, enbiyaiyye, hakikat-ı hamdiyye, Ahmediyye dairesi, la taayyun, kayyumiyet...." Bkz. Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlar, 109-116, 304-315, Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, kitapları.
1) Şia üzerinde bu konuda Hıristiyanlığın etkileri için bakınız. Ali .............??...........
1) Bu konuda geniş bilgi için bakınız. Ahmed Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, 7-13, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1984.
2) Sened yolu ile tarikatların Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'ye ulaşmalarının mümkün olmadığına dair bakınız. Doç. Dr. Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, 49, Pars Matbaası, Ankara, trs.
1) Merakı'l-Felah, 22, Hanefi Fıkıh kitaplarından.
1) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 33, Gümüş Kitabevi, Konya 1990.
1) Bunu isterseniz kendi sözlerinden dinliyelim. Mesnevi için Kur'ân-ı Kerîm'den iktibas edilen âyetler kısmını şerhederken Tarihu'l-Mevlevi'nin şu sözlerine kulak verelim:
"Halbuki O, hakikaten bir kitabı azizdir. Onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhur etmez. O, Hakim ve Hamid olan Cenab-ı Hakk tarafından gönderilmiştir. (Fussilet: 41-42)
Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahy-i münzel olan Kur'ân-ı Kerîm, nasıl avn-i samedanide ise, onun evvelinden de, sonundan da batılın zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir." Tarihu'l-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, 1/38-39, Ahmed Said Matbaası, İstanbul 1971.
1) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 33, Gerçi tasavvufçular kitaplarında şeyhine itiraz eden müridin kıyamete kadar felah bulamıyacağını, niçin böyledir? diye soramıyacağını söylerler.
2) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Age. 29,
1) Günümüzde tarikat çevrelerinde birtakım insanların kılasik tutumdan farklı olarak artık kılasik tasavvuf kitapları dışında tefsir, İslâmî araştırma ve el kitaplarını okudukları gözlenmektedir. Bu sevindirici bir gelişmedir. Temennimiz bu gelişmenin bütün tasavvuf çevrelerini kapsaması ve okuma alanının alabildiğine genişlemesidir. Bununla beraber kılasik bidat ve batıl inançların tasfiye edilmesi yolunda da bir gelişmenin olduğunu söylemek için zaman henüz erken gibidir. Bütün temennimiz, bu gelişmenin meydana gelmesidir.
1) Niyazi Mısrî divanında şöyle diyor:
"Bu cihanın halkına bir yorum uğrar benim,
Cem edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,
Geh Nasâra, geh Yahudi, Gahi Tersa, geh Mecusi,
Gahî Şia, gah olur sünnî Müselman olurum"
Niyazi Divanı, s. 109, İst. Maarif Kitaphanesi 1963
2) Bunun hikayesini elinizdeki kitapta okuyacaksınız.
1) Tasavvufçular her velinin kabri üzerinde gökte bir pencere bulunduğuna ve Allah'ın o kabri tavaf edenlere oradan bereketlerini indirdiğine inanırlar.
1) Beton kalıp içine alınmış gayet yüksek bir ağaç direği.
2) Köylüm bir sofu nakip kutb'u gördüğünü söyliyerek bana şunları anlatmıştı: Bir defasında el-Bedevi'nin mevlidinde sütunun yanındaydık. Uzaktan bir kaval sesi duydum. O anda şeyhimin çadırın kapısına koşup yeri öpecek kadar eğildiğini ve üstü başı pejmürde şeytan suratlı birini selamlayarak büyük bir tazimle ellerini göğe kaldırdığını gördüm. Gelen adamın elinde bir baston var, ona basarak yürüyor, önünde de başka bir adam kaval çalıyor. Adam derin derin içini çekerek kalktı ve anısını anlatmayı sürdürerek şöyle dedi: İşte bu şekilde kutb'u gördüm. Birinci adamın kutb'un kendisi, kaval çalanın da arkadaşı olup olmadığını şeyhime sordum. Evet, dedi ve ekledi: Sanı sırrı açma!
1) es-Sıratu'l-Mustakim cemaatinden değerli arkadaşımız Muhammed Nesib er-Rifaî'nin gözetiminde 1952 yılında Halep'te basıldı. er-Rifaî'nin ona yazdığı önsözde şöyle deniliyordu: Şeytan dostlarının sonunun geldiği ve hakkın batıla üstün geldiğinin alametleri ortaya çıkmıştır. Bu işaret ve müjdelerin açık ifadesi bu kitaptır. Batıl ehli sapıklar yayınevi sahibiyle bütün masraflarını ve gelirini karşılamak üzere kendilerine kitabın verilmesi ve yakmalarına müsaade etmesi için pazarlığa oturmuşlar. Yavaş olun vatandaşlar! Bu kitabın yakılması sizi kurtaramaz. Yakmak size ne sağlıyabilir ki? Söyledikleri sizin kitaplarınızdan ve risalelerinizden alınmamış mıdır? Kitapta size yöneltilen bütün suçlama ve eleştiriler kelimesi kelimesine sizin kitaplarınızdan alınmadır. Söylenenlerin sizin efendileriniz ve büyüklerinize ait olmadığını söylüyorsanız, hodri meydan!
1) Sudan'da bir yazar "el-Ciyadu's-Safinât fi'r-Reddi alâ Sûfiyât" başlığı altında ona bir reddiye yazmış, Suriye'den bir yazar da "Nesfu's-sûfiyât" başlığı altında tepkisini göstermiştir. İkisinin reddiyeleri de savundukları tasavvufun ne kadar kokuşmuş ve haktan uzak bir yol olduğunu gösteren açık birer belge teşkil etmektedir.
1) Mısır'da tarikatlar bir konfederasyon çatısı altında toplanmış ...........?.............
1) "Gayr-siva" (başkalık-gayrılık) tasavvufi iki terimdir. Tasavvuf dininde gerçek sofu, gayr ve sivanın olmadığına inanandır. Yani bütün varlıkları bir varlık gören, vahdeti vücuda inanandır.
2) Hac, 31
1) İbn Teymiyye, Mecmûatu'r-Resail ve'l-Mesail, 1/177
1) İbn Arabi'nin bu söylediklerini ileride bizzat kendi sözleriyle nakledeceğiz.
1) Tevbe, 129
1) Sâd, 5
2) Zümer, 3
3) Yunus, 18
4) Enbiya, 22
5) Zümer, 44
1) "Tasavvufun Dini" bölümüne kadar bu kısım Abdurrahman Abdulhalik'ın "el-Fikru's-Sûfî fi Dav'il-Kitab ve's-Sunne, 15-31, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) Benzer lafızlarla Ahmed Müsnedinde rivayet etmiştir. 3/387, Beyhaki Şuabu'l-İman'da ve Darımî, 1/115-116'da rivayet etmişlerdir. el-Elbani hasen bir hadis olduğunu söyler.
1) Nevevi'nin Muslim Şerhi, 6/159, Ahmed İbn Hanbel, 4/256, 379
1) Buhari şerhi Fethulbari, 3/358, 6/223, 224,8/266, ahmed İbn Hanbel, 6/436,
2) Nisa, 49-50,
3) Nisa, 123,
1) Ahmed İbn Hanbel, 1/214, 224, 282, 347, Buhari, Edebu'l-Müfred, 783, el-Elbani sahih hadisler arasında saymıştır.
2) Ahmed İbn Hanbel, 5/218, Tirmizi, Sunen, 6/407, 408, Senedinin sahih olduğu kaydedilmektedir.
1) Müslim Sahihinde rivayet etmiştir. 14/225, Nevevi, şeytanların göğe yükselmeleri ve şimşeklerin onları yakmasını ifade eden hadisi ayrıca Buhari Sahihi'nde birkaç yerde zikretmiştir. Mesela Fethu'l-Bari, Kitabu't-Tefsir, 9/452, Muslim'de de buna benzer bir hadis vardır. 7/26, 27, Nevevi, Diğer hadis kitaplarında da varid olduğu belirtilmektedir. Hadisin tahrici ile ilgili diğer bilgileruraya alınmamıştır.
2) Buhari buna benzer lafızla uzun bir hadis olarak rivayet etmiştir. Fethulbari, 2/462, 6/512, 13/180, Müslim de rivayet etmiştir. 18/46, 58, Nevevi şerhi.
1) Buhari, 4/450, 451, Fethulbari, Müslim, 11/102, 13, başkaları da rivayet etmiştir.
2) Buhari, 12/401, 402, Ebu Davud, 3300, başkaları da rivayet etmiştir.
3) Meryem, 26
1) Bu hadis iki rivayetten oluşmaktadır. Müslim onları Sahih'inde rivayet etmiştir. 8/44-47, Nevevi, Buhari de benzerini rivayet etmiştir. 5/124, Fethulbari.
2) Buhari rivayet etmiştir. 5/114, Fethulbari. Selman ve Ebu'd-Derda kıssasında geçmektedir. İlk iki cümle Abdullah İbn Amr kıssasında yer almaktadır.
1) Müslim, 1/49-51, Ebu Katade el-Ensari'den rivayet etmiştir.
2) Müslim, 7/212, 215, Ebu Hureyre ve Aişe'den rivayet etmiştir.
3) Buhari ve Müslim Enes'den rivayet etmiştir. Birinde minbere çıkma ve halkı toplama kısmı bulunmamaktadır.
1) En'am, 162-163,
1) Bu iki cümle, Rasûlullah'ın ihtiyaç anında yaptığı konuşmalarında kendisiyle söze başladığı cümlelerdir. Birinci cümle Müslim ve Beyhaki, ikinci cümle de Nesai tarafından kaydedilmiştir. Hadisin isnadı sahihtir. Fazla bilgi için Elbani'nin "Hutbetu4l-Hâceti" risalesine bakınız.
2) Buhari ve Müslim,
3) Ebu Davud Şeddad İbn Evs'den rivayet etmiştir. Senedi sahihtir.
Elbani kitaplarında sahih olduğunu kaydetmiştir. Bkz. Sahihu'l-Cami', 3205, Tahricu'l-Mişkât, 765,
4) Bu konuda en derli toplu ve güzel kitaplardan biri İbn Teymiyye'nin "İktizau's-Sırati'l-Müstakim" kitabıdır. Şerî ölçülere bağlı kalma ve sapıklıklara uymama konusunda detaylı bilgiler vermektedir.
1) Biraz farklılıkla Darımi rivayet etmiştir. Senedi iyidir. er-Reddu ..............?..........
1) Benzeriyle Tirmizi rivayet etmiştir. Tuhfe, 8/9, Ancak bunda bir zayıflık bulunmaktadır. Tabarani ve Bezzar da rivayet etmişlerdir. Darımi de Sünen'de rivayet etmiştir. S, 68, Daru İhyai's-Sünneti'n-Nebeviyye baskısı.
1) Bu bölüm Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sûfî fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, kitabının 15-31 sayfalarından alınmıştır. (Çeviren)
1) İbn Acîbe, İkâzu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, 1/5, Basım 1913. Bu sözü tasavvuf ile imamlarını tanrılaştıran Şiilik arasında sıkı bağların olduğunu göstermektedir. Bu konuya ileride genişçe yer vereceğiz.
2) Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hibban ve Hakim rivayet etti. Hakim Ebu Hureyre yolu ile sahih olduğunu söylemiş, Tirmizi de Hasen sahih delile ihtiyaç yoktur, diyorum. Çünkü tasavvufçuların kendileri buna inanarak itiraf etmektedir.
Tasavvufçulara sorunuz, tasavvufa bulaşmış kişileri neden İslâm'ın adlandırdığı gibi müslüman değil de sofu diye adlandırıyorlar?
1) İbn Teymiyye, Mecmuatu'r-Resail ve'l-Mesail, 1/145,
2) Fususu'l-Hikem Bâli Şerhi, 4, Hicri 1309 tarihli baskı.
1) Ruveym el-Bağdadi şöyle der: "Sofular boğuşup çatıştığı müddetçe iyilik içindedirler. Barışırlarsa, helak olurlar." es-Sulemi, Tabakatu's-Sûfiyye, 181, Ne âlâ, değil mi? Müslümanlar boğuşup çatışsınlar. Tasavvuf dini budur.
1) et-Tilimsani yolda ölmüş uyuz bir köpeğe uğrar.u Kendisine vahdeti vücudu anlatmakta olduğu bir arkadaşı, köpeğin kokuşmuş leşini göstererek, ona "Bu da mı Allah'ın zatının kendisidir?" der. et-Tilimsani, evet, herşey O'nun zatıdır. Bunun dışında kalan hiçbir şey yoktur, der. Bkz. İbn Teymiyye, Mecmuatu'r-Resail el-Kubra, 145.
1) Ömer İbn el-Farıd soyca Hama'lıdır. Hicri 632 yılında Mısır'da doğmuştur. Tasavvuf şairi olarak bilinir. Burada Hallac ve Bistami gibi daha önceki sofulardan sözetmedim. Çünkü selef ve halefiyle tasavvufçuların takdisinde ittifak ettikleri meşhurlarından misaller nakletmek istedim. Zira bunlar o kadar riyakârdır ki Hallac gündeme geldiği zaman riyakarlık yaparak onun tenkid edildiğini ve zaten tasvip edilmediğini söyleyerek meseleyi geçiştirmeye çalışırlar. Hepsinin üzerinde ittifak ettikleri kişilerden nakiller yapıyorum ki mazeretleri ve riyakarlıkları olmasın.
1) Muhatap tâ'sının kaldırılmasının anlamı şöyle olabilir: Bir "başka" bulunmadığı için kendi ile başkası arasında hitap kaldırılmıştır. Yahut Arapça'da muhatap müzekker kipinin sonundaki tâ harfinin fethası kaldırılmış ve zamme'ye dönüşmüş ve "ben yaptım" anlamındaki kipe dönüşmüştür. Yani muhatap tâ'sı ile mütekellim tâ'sı bir olmuştur. Kısaca sen ben ayrılığı kalmamıştır.
1) Yüce Allah Hz. Peygamber'e hitap ederek "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir" (Kasas, 56) buyururken, İbn el-Farıd kendini Hz. Muhammed'den üstün ve Allah'la bir tutuyor.
2) Hiçbir müslüman böyle söyler mi? Bu hususiyet sadece Allah'a mahsus iken, İbn el-Farıd onu kendine nisbet ediyor.
1) İbn el-Fârıd ve benzeri tasavvuf şairleri şiirlerinde yüce Allah'ı daima bir dişi olarak anmakta ve canlandırmaktadır. Şiirlerinde muha..........?.............
1) Burada geçen isimler Arap edebiyatında meşhur aşıkların isimleridir. İbn el-Farid'in mensuplarından biri âşıklar sultanının hayasızlığını bize şöyle anlatıyor: "Bana birkaç dirhem verdi ve yemek için birşeyler al, dedi.b Aldım, Sahile yürüdük. Bir sandala bindik ve Behnesa'ya vardık. Şeyh kapıyı çaldı. Bir adam çıktı, bismillah dedi. Şeyh çıktı, ben de beraber çıktım. Birde ne göreyim, bir sürü kadın, tef ve kavallar çalıyor, şarkı söylüyorlar. Konser bitene kadar şeyh dans etti. Sonra çıkıp ayrıldık ve Mısır'a geldik Bu durum tuhafıma gitti. O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyliyecek bir kadın satın alın, dedi. Kulacağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu yadırgama, Bkz. İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.
İşte tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen mensuplarına kendisini tenkid etmelerini de yasaklıyor. Şeyhler böyledir!
1) Nisa, 117
1) Müşrikler neden kadınlara tapar ve onlara dua ederler? Bunun cevabını biz Elmalılı tefsirinden nakledelim:
"allah'a ortak koşanlar Allah'ı bırakıp ancak kadınlara dua edenler. Kancıklara çağırır, kancıklara taparlar, onların en çok tapındıkları, gönül verip yalvardıkları veya namına çağırdıkları mabudları kancıklar olur. Bunların nazarında ilah mefhumu ve mabud tasavvuru her şeyden önce bir kadın hayalidir. Onun içindir ki putlarının çoğu kadın suretinde ve kadın ismindedir. Bunlar kendilerinden başka bir fail görmek istemediklerinden mabudlarını müessir, hâkim, faal olmak üzere değil, kendilerine itaat pozisyonunda bulunacak, heveslerine râm olacak dişi unsurlarda münfail (edilgen) mahiyetlerde ararlar. Bu ruh hallerinden dolayı kendilerine bir başka seçecek olsalar böyle yumuşakları ve âcizleri seçerler. Müfessirler buradaki "dişiler" kelimesini gerçek dişi manasından çıkararak mecazi manada putlar için kullanıldığını söylüyorlar. Bu mana da doğru olmakla beraber buna gerek yoktur. Çünkü her hayal bir hakikatin yansıması olduğundan bu durum kadınlara düşkünlüğün ve onlara kapılmanın bir neticesi olarak görülmesi gerekir. Nitekim "dişiler" kelimesini gerçek manasıyla anlamak hem asıldır hem de âyetin içeriğine daha uygundur.
Yani müşrik ruhunun nihai mabudu kadındır. Onun nazarında taabbudun en büyük misali kadınlara tapmaktır. O bütün zevkini, bütün ilhamını kadından almak ister. Kadın zevki onun için en büyük lezzet olur. Onun bütün hayallerinin başında bir kadın hayali vardır. Bundan dolayı her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların çoğunun kadın isimleriyle adlandırılması da kadına tapınmanın ruha hakim olmasından kaynaklanmaktadır. Putların mevkisi buna bir sembol, bir timsal olmaktan ibarettir. Bu suretle olağanüstü veya muhayyel güzellerin resimleri genelleştirilir ve onların hayalleri karşısında diğer kadınlar tahkir edilir. En çirkin bir kadın en güzel bir puttan daha değerli olması gerekirken mabudunu kadın telakki eden müşriklerin elinde hakiki kadınlar öyle bir müptezel olurlar ki hürmet şöyle dursun, en basit insan haklarından bile mahrum edilirler. İddialara bakarsanız kadın her şeydir. Realite ve uygulamalara bakarsanız kadın oyuncakların en sefili olmuştur. Bu durum müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle bir oyunudur ki herhangi bir şeyi sevecek olsalar ona mutlaka bir kadın tasavvuru karıştırırlar. Güneşe, yıldıza, meleklere taparlar, kadın tasavvur ederler ve bu suretle bütün ibadet zevkini şehvetlerde toplayıp hakları hakikatleri hayallere feda ederler. Kadın hayalleri karşısında hakiki kadınları ayaklar altına alırlar. Putperest Eski Yunan ve diğer milletlerde böyle olduğu gibi müşrik Araplar'da da böyle olmuştur. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, ................?..............
1) Görünümünden maksat Hz. Âdem'dir. İbn el-Farid'in dininde ilahi zatın cesede bürünmesinden başka bir şey değildir ve o da İbn el-Farid'dir.
2) Birden fazla varlığın varlığına ve varlıkların çokluğuna kail olmak ve "Madem ki secde eden ve edilen varlıklardan söz ediyorsun, o halde birden fazla varlıkları kabul etmiş olmuyor musun?" gibi bir itirazla karşılaşmamak için melekleri kendi sıfatı olarak kabul etmiştir. Böyle bir soru ile karşılaşmamak için melekleri zatının sıfatı saymıştır. Çünkü ona göre bunlar ilahi zatın sıfatlarıdır ve sıfatlar zatın aynısıdır. Onun için çokluk ve başkalık sözkonusu olmaz.
3) el-Kâşânî, Keşfu'l-Vücuhi'l-Gur, Divan şerhinin hamisinde, 2/89, Basım 1310 Hicri.
1) Muhyiddin İbn Arabi 1165 yılında Endülüs şehirlerinden Marsilya'da doğmuş ve 1240 yılında Şam'da ölmüştür. Otuz yıl İşbiliyye'de kalmış, sonra Şark'a gitmiştir. Tasavvufçular onu velilerin son halkası sayar. Hak ile batılın içiçe bulunduğu birçok eserleri vardır.
1) Fususu'l-Hikem kitabından İsevi ve Muhammedi fasları okuyunuz.
2) ..............?............
3) ............?.............
1) Arapça'da had, tanımların en mükemmelidir. Mesela putu herhangi bir şekilde tanımlayacak olursak bu tanım tasavvufi rab için de geçerlidir. Çünkü rab o putun kendisidir.
2) Fususu'l-Hikem, 111, el-Halebi baskısı.
3) ..............?...............
4) ..............?............
5) .............?............
6) ................?.............
1) Fususu'l-Hikem, 181
2) Fususu'l-Hikem, 80
1) Fususu'l-Hikem, 79
2) Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kâmil, 2/83
1) Fususu'l-Hikem, 1/195, İbn Arabi burada önceki kafirlerin taptığı tanrıları sıralamıştır. Onlar taşa, ağaca, hayvana, insana, yıldıza ve meleğe tapmışlardır. Bunlar sabiiler, yahudi, hıristiyan ve puta tapanlardır. Bütün bunların tapmalarını tasvip etmiştir. Çünkü onun dininde bunların bütün taptıkları, mabud suretinde tecelli eden tanrıdan başka bir şey değildir.
1) Yüce Allah'ın guslu (yıkanmayı) emretmesinin sebebi, vücudu ve günahıyla tasavvufi tanrıça ile beraber olduğu halde bir kadınla beraber olduğunu tevehhüm etmesidir. Böyle bir kuruntuya kapılmasaydı ona yıkanmayı emretmezdi, diyor İbn Arabi!
2) İbn Arabi, Hz. Peygamber'in kadınları sevmesinin sebebi Allah'ın onların zatında en mükemmel şekilde ortaya çıktığı ve tecelli ettiğine inanması ve Allah suretine girmiş bir vücutla eğlenme arzusu olduğunu iddia etmektedir. Rasûlullah bu iftiralardan münezzehtir.
3) Fususu'l-Hikem, 1/212, el-Halebi baskısı, Kâşâni Şerhi, 437, İstanbul baskısı, Bali Şerhi, 420, Basım 1309 Hicri.
1) Fususu'l-Hikem, 1/26, el-Halebi baskısı.
1) Meşhur tasavvufçuların çoğu Allah'ı kadın suretinde tasavvur eder ve zevklerini tatmin için seksi bir pozisyonda canlandırırlar. Bu gerçeği onlarla ilgili menkıbe kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Hatta bazan işi Lut kavminin o çirkin alışkanlığına kadar götürdüklerini anlatan olaylar naklederler. Mesela, bu kitapların en meşhurlarından Menakibu'l-Ârifin'den bazı misaller verelim.
"Şemsi Tebrizi4nin Kimya adında bir karısı vardı. Birgün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: "Haydi gidin, Kimya hatunu buraya getirin. Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır" buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada, Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. BSu karıkocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems "İçeri gel" diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit, Şems'den başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve "Kimya nereye gitti?" dedi. Şems "Yüce tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu. Sayfa, 2/56-57.
Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir: Birgün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında: "Bununla beraber bir kadına arşın üstünde bir yer verseler, onun nazarı birdenbire dünya üzerine düşse ve yer yüzünde intiaza (intizzaa olsa gerek) gelmiş bir tenasül aleti görse, deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer. Çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur" buyurdu. Sonra şu hikayeyi anlattı:
Şam'da bulunan şeyh Ali Harirî kademli, parlak kalpli, metanet sahibi bir kişiydi. Sema esnasında kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği hırka parça parça idi. (Bu yüzden) sema esnasında vücudun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için sema'ını görmek istedi. Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhin nazarı ona ilişti. O derhal mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürid olduğu haberi Mısır'da halifenin kulağına ulaştı. Son derece de canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir samimiyetle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler. Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül aletini kaldırarak kadının eline verdi ve "Senin istediğin o değil, budur" dedi ve sema başladı. Bunun üzerine halifenin itikadı bir iken bin oldu." Sayfa, 2/59-60.
"Birgün Şemseddin (Tebrizi), seyahati esnasında bir şeyhe rasladı. Bu şeyh, mahbuperestlik (genç çocuklar seyretmek) illetine tutulmuştu. Nerede genç bir çocuk görse onun yüzünü temaşa etmekten kendini alamazdı. Şems ona "Hey, bu ne haldir?" diye çıkıştı. Şeyh: "Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Tanrıyı o aynada müşahade ediyorum" dedi...." Sayfa, 2/49-50.
"Mevlana hazretleri, Sultan Veled'i Şemsi Tebrizi'ye mürit yaptığı vakit: "Bahaddinim haşhaş yemez ve asla livata yapmaz. Çünkü bu iki şey, kerim olan tanrının yanında son derece yerilmiştir" buyurdu. Sayfa, 2/52. Herhalde rasgele bu iki çirkin fiile dikkati çekmiyor. Çünkü bunlar tekke çevrelerinde yaygın fiillerdir.
"Yine Sultan Veled'den nakledilmiştir: Birgün ileri gelen sofular babam Hüdavendigar'dan "Ebu Yezid (el-Bistami), "Ben Tanrımı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm" buyuruyor. Bu nasıl olur? diye sordular. Babam; "Bunda iki hüküm vardır. Ya Bayezid, Tanrıyı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür" dedi. (Devamında Kimya Hatun olayını anlatır). Sayfa, 2/56. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bütün bunların arkasında yatan gerçek, tasavvuf çevrelerinin Allah hakkında taşıdıkları ve iman esaslarıyla bağdaşmıyan bozukluklar ve zındıklıkların çokluğudur. Üstelik bu sapıklık ve zındıklıkların dindarlık, ermişlik, velilik ve Allah'ın sıfatlarına sahip olmakla kamufle edilmesine çalışılmasıdır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen hepsinin eserlerinde ve sözlerinde bunu bulmak mümkündür. İsterseniz alimlerin gavsı, ariflerin kutbu, evliyanın önderi, müceddid-i elf-i sani İmam Rabbani4nin mektubatından örnek verelim: Birinci mektupta şöyle diyor: "Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titriyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allah'u Teâlâ'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu..." Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup, Terceme: Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez, İstanbul 1968. (Çeviren)
1) Yani senin isimlerin onun isimleri ve sıfatların onun sıfatları, fiillerin de onun fiilleridir. Sen olmasaydın o ne isimlendirilir, ne tavsif edilir, ne de hakkında bir hüküm verilirdi. Çünkü sen onun zatı ve kendisisin.
2) Fususu'l-Hikem, 1/83, el-Halabi baskısı.
3) Fususu'l-Hikem'in ilk sayfalarına bakınız.
1) Abdulkerim İbn İbrahim el-Cîlânî veya el-Cîlî olup hicri 830 yılında ölmüştür. İnsan-ı Kâmil en meşhur eseridir.
2) Gümüşhanevi şöyle diyor: "En büyük berzah hakikatiyle .................?.............
3) ..................?................
1) el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kamil, 1/22 vd. Hicri 1293 baskısı.
1) Zariyat, 53
2) el-Cîlî ..................?..............
1) el-İnsanu'l-Kamil, 2/41. İblis'in Muhammed'in nefsinden yaratıldığı iddiasına bakınız. Gördüğünüz gibi tasavvufçular bizleri küfürle suçlamaktadır. Çünkü iblisin ateşten yaratıldığına inanıyoruz. Allah'ın bildirdiği şekilde Hz. Muhammed'e salat getirmelerini istediğimiz için bizi küfürle suçlayan tasavvufçular acaba iblisin Muhammed'in nesinden yaratıldığını söyliyen el-Cîlî için ne diyeceklerdir?!
2) Hak ve halk ilahi zatın iki yüzü yahut iki sıfatıdır. Birincisi, batını itibariyle, ikincisi de zahiri itibariyledir.
3) el-İnsanu'l-Kamil, 1/27,
4) el-İnsanu'l-Kamil, 1/69,
5) el-İnsanu'l-Kamil, 1/33. Herhalde tasavvufçulara bu inanç Mecusiliğin düalist inancından geçmiştir. Bilindiği gibi Mecusilik'te aydınlık ve karanlık, iyilik ve kötülük tanrıları olarak Hürmüz ve Ehrimen'in varlığına ve bunların tasarrufuna inanılmaktadır. Zaten tasavvuf İslâm alemine Mecusiliğin eski yurdu İran'dan geçmiştir.
1) Muhammed Ebu Hamid el-Gazali olup hicri 505 yılında ölmüştür. Çok sayıda kitabın müellifidir. Şark ve garp aleminde şöhreti büyüktür.
2) Umum müslümanların itikadda avam oldukları deyişine bakınız.
3) Bu mertebede failin birliğini söylüyor. Nitekim daha sonra bunu ifade edecektir. Şöyle ki: Bir tek failden başkası müşahade edilmez, buna göre suçlunun filini de o tek faile nisbet etmek gerekir.
4) Yukarıda failin birliğini söylerken başkasının varlığını nefyetmiyordu. Burada ise mevcudun birliğini, yani varlığın birliğini kararlaştırmaktadır. Çokluklarına rağmen nesneler gerçekte bir nesneden başka değildir, demektedir.
1) Tevhidin en yüce mertebelerini bilmeyi mükaşefe ilimlerine bırakıyor. Acaba nedir o ilimler? Şüphe yokki Kur'ân ve sünnetten başka şeylerdir. Tasavvufçuların vecd ve zevklerinden uydurdukları ve kitaplarına yazdıkları hurafelerdir. Sanki Kur'ân ve sünnette katıksız tevhide ve yüce Allah'ın sevgisine ulaştıracak şeyler yokmuş gibi! Bu nevi sözlerin müslümanları Allah'ın hidayetinden uzaklaştırıp tasavvufçuların sapıklık ve hurafelerine götüreceği acaba Gazali'nin hiç mi aklına gelmedi?!
2) Yüce Allah'ın "Kitaba almadığımız hiçbir şey bırakmadık" sözüne bakınız. En önemli şey de uluhiyet ve rububiyetinde Allah'ın tevhididir. Ama Gazali gerçek tevhid hakikatinin kitaplarda yazılmasının caiz olmadığını iddia ediyor. Bu demektir ki tevhid hakikati Allah'ın kitabında yoktur ve onu tasavvufçulardan başkası bilmiyor.
3) Bunun anlamı şudur: Gazali ve benzeri tasavvufçular rububiyetin ve müslümanlar tevhidin hakikatini bilmiyorlar. Kısaca Allah'ın kita ................?...............
1) Gazali bu basit mantıkla yaratan ile yaratılan arasındaki birliği delillendirmekte ve kendisine inanmamızı zorunlu kılmaktadır. Bunun yerine Allah'ın kitabından bir âyet yahut akli bir delil veya sahih bir düşünceyi delil getirmesini isterdik. Ne varki çirkin hayale başvurarak Allah ile yaratıkların birliğini insan ile organları birliğine benzetmiştir.
2) Hallac-ı Mansur şeriatın kesin ve sarih hükümlerine muhalifetinden ve zındıklığının sabit oluşundan dolayı Hicri 309 yılında idam edilmiştir.
3) el-Havvas, İbrahim ibn İsmail Ebu İshak olup Hicri 291 yılında öldü.
4) yukarıdaki bütün pasajlar Gazali4nin İhya Ulumi'd-Din, 4/222 vd.dan alınmıştır. Daru'l-Kütübi'l-Arabiyye baskısı,
Aşağıdaki beyitlerin sahibi olduğunu bile bile Gazali'nin Hallac'ı övmesi yahut en yüksek muvahhid olarak nitelemesi çok tuhaftır. Hallac şöyle diyor:
"Beşeriyetini, lahûtiliğinin delici ışığının sırrı tarafından açığa çıkarılan yüce olsun.
Sonra yaratıkları arasında yiyen ve içen suretinde açıkça göründü.
Hatta yaratıkları onu kapıcıların birbirini farketmeleri gibi farketti." Başka beyitlerinde de şöyle diyor:
"İçkiye berrak suyun katılması gibi ruhunu ruhuma kattın.
Sana bir şey olursa bana da olur, zira her durumda sen benim." Bakınız, el-Hallac, et-Tavasîn, 130, 132.
Gazali4nin Allah'ın yiyen ve içen, hayatı ve ölümü seven, hüzünle kahrolan, yokluktan mahovolan ve şehvetler elinde bocalayan bir varlık olduğunu ve yaratıkların aynısı bulunduğunu iddia eden bir zındıkı tebcil etmesi ne talihsizliktir! Tevhidin en üstün mertebelerine yükselme konusunda Gazali müminlerden örnek alacağı hiç mi mümin bulamadı? Ebu Bekir ve Ömer'in tevhidi hiç mi ilgisini çekmedi de gitti bir zındıkı en yüksek muvahhid olarak gösterdi?
1- Vahdeti vücut, bütün varlıkların Allah olması. ...............?...............
2) Nicholson, Fi't-Tasavvufi'l-İslami, 104, Terc. Dr. Arifi,
3) Nicholson4dan önce İmam İbn Teymiyye bunu kavramış, okuduğum yazılarında İhya'dan yaptığımız gibi nakiller yapmamasına rağmen Gazali4nin tasavvufunu kesin delillerle açık bir şekilde ortaya koymuştur.
1) İ. Goldziher, Mezahibu't-Tefsir, 259,
2) İ. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 159,
3) İ. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 161,
4) Carl Bockr, et-Tarasu'l-Yunani, 10, Terc. Dr. Bedevi,
1) es-Subki "Tabakatu'ş-Şafiiyye" kitabında Gazali'nin son günlerinde Kur'ân ve sünnetle uğraştığını söyliyerek onu temize çıkarmaya çalışıyor. Keşke söyledikleri doğru olsa! Bununla beraber Gazali'nin kültür mirası konusunda müslümanları uyarmak gerekir. Çünkü ellerindeki Gazali'nin kitaplarının çoğu tasavvufla ilgilidir. Son zamanında Kur'ân ve sünnetle ilgilendiğine dair bize bir kitap bırakmamıştır.
1) Bu kısım İmam Rabbani'nin mektubat tercümesinden alınmıştır. (Çeviren)
1) Yani ona delil ve burhan yolu ile ulaşmıştır.
2) Yani ona keşf ve ilham yolu ile ulaşmıştır.
3) Tayfur el-Bistami söylemiştir.
4) el-Bistami söylemiştir.
5) Hallacı Mansur söylemiştir.
6) Gazali bu Mecusiliği Allah'ın aşkıyla sarhoş olmuş ruhların yüksek sesleri olarak niteliyor. Baştan başa zındıklık demek olan bu ifadeleri Gazali -eleştiri sayılırsa- gûya eleştirmek için bütün söylediği "Aşıkların sözü gizlenir, anlatılmaz" ifadesinden ibaret olmuştur. Ama bu nevi zındıklıklar için Allah'ın hükmünün ne olduğunu söylemiyor. Gerçi bundan önce bunun tevhidin en üst mertebesi olduğuna kendisi hükmetmişti.
7) Bu söz Hallacı Mansur'undur. Bkz. et-Tevasîn, 34. Ondan sonraki beyit de şöyledir: "Beni gördüğün zaman onu görmüş olursun, onu gördüğün zaman bizi görmüş olursun.-"
Gazali yukardaki sözün Hallac'a ait olduğunu bildiği halde bile bile adını gizliyor ve arkasına sığınıyor. Hallac, bilindiği gibi, ..........?........ olup ilahi hakikatin ikiliğine inanır. Allah iki yüzü yahut iki tabiatı olduğunu, bunların lahut ve nasut, yani ilah ve insan tabiatı yahut yüzü olduğunu söylüyor. Lahut (Allah), nasut (insan) da hulul etmiştir. Onun için insanın ruhu ilahi hakikatin lahutisi (ilahisi)dir. Onsuz olduğu zaman da nasutisi (insanisi)dir. Gazali ittihadı red edip ittihada benziyen bir şeyi kabul etmekle ittihaddan daha kötü olan hulule (Allah'ın insan şekline bürünmesi) inanmış olur. Bunun açık delili de Gazali'nin naklettiği Hallac'ın beytidir. Hallac'ın hulul inancını açıkça ifade etmektedir.
Hangi şeye işaret ederseniz, gerçekte Allah'ı işaret etmiş olursunuz, çünkü Allah işaret edilen o şeyin aynı (kendisi)dir, diyor.
1) Gazali, Mişkâtu'l-Envâr, 122, basım 1934, Gazali sır dediği saçmalıkların deşifre edilmesini ve içyüzünün insanlara açıklanmasını da caiz görmiyerek sahiplerine bir nevi dokunulmazlık tanımaktadır.
2) Tasavvufta hüviyet, ilahi zatın gizli hakikati yahut herhangi bir maddede taayyun etmeden (ortaya çıkmadan) önceki zatıdır. Gerçekleşen bütün varlıkların gizli tarafıyla Allah'ın zatı olduğunu iddia ediyor.
3) Gazali, Mişkatu'l-Envar, 124, bu da Gazali4nin hazırladığı felakettir.............?........
1) Gazali, tevhid kelimesinin gerektirdiği şeylere imanın avamın tevhidi olduğunu iddia ediyor. Çünkü uluhiyet ve rububiyeti sadece Allah'a tahsis eder ve başkalarından nefyeder. Dolayısıyla yaratıkların ve yaratmanın varlığını ispat eder. Bu da iki mevcudun varlığını, yani biri diğerinden farklı iki mevcudun varlığını ispat eder. Vahdeti yok eden bir anlayışı kabul eder. Bu ise tasavvufçulara ve onların kahinlerine göre şirktir. Onun için "La ilahe illallah"ın avamın tevhidi olduğunu söyliyerek horlarlar. Halbuki bütün peygamberlerin tevhidi odur. Gazali'ye ve tasavvufçulara göre havassın tevhidi ise "Lâ huve illâ huve"dir. Çünkü bu söz birtek varlığı (mevcudu) ispat eder, gayriyeti, kesreti ve taaddudu (başkalığı, çokluğu ve birden fazla oluşu) nefyeder. Görünümleri değişik olan birtek mevcudu ispat eder, ki bu görünümler halk (yaratıklar) adını almıştır. Yaratılan ile yaratan arasındaki varlıklar arasındaki gayriliği ve başkalığı nefyederken, birincinin varlığının ikincinin varlığının aynı (kendisi) olduğunu ispat eder. Sanki onun varlığından başka bir varlık, onun zatından başka bir zat yok, demek olur. Zatlardaki bu vehmi çokluğa ise, kalbleri kör olanlar inanır! İşte Gazali'nin sizlere uygun gördüğü din!
2) Bu ifadenin aynısını "Tezkiratu'l-Evliya", 2/216 da tasavvufçu Feriduddin Attar kullanmıştır.
1) Gazali, Mişkâtu'l-Envar, 125. Yüce Allah arşına istiva ettiğini, meleklerin kendisine yükseldiğini (uruc ettiğini), salih ameli kendisine yükselttiğini bildirmiştir. Ama Gazali hakkın karşısına batılı dikmeden edemediğinden olacak ki yükselişin (urucun) müstahil olduğunu söylemiş ve kesinlikle red etmiştir. Çünkü inandığı vahdeti vücut'la ters düşmek istemiyordu. Herhangi bir kişinin Allah'a yükselişini kabullenmek kesreti, gayriyeti ve taaddüdü kabullenmek demektir. Çünkü yükselen ve kendisine yükselinen kişilerin varlığını gerektirir. Bu ise, Gazali'nin inandığı vahdete aykırı ve onunla çelişen bir ikiliktir. Onun için herhangi bir yükselişten söz edilirse, o sadece mecazi bir yükseliştir, zira yükseliş zatı ilahinin kendisinden, kendisiyle ve kendisine olmaktadır. Yükselişi yapan kendisine yükseliş yapılanın bizzat kendisidir, demektedir.
Yükselen ve inen denildiği zaman da aynıdır. Çünkü inen de, yükselen de bir zattır. İnmek de yükselmenin kendisidir. Çünkü gerçekte birbirinin aynısı iki vasıftır. Sadece itibari olarak farklıdırlar. Bir anda, bir durumda kendileriyle bir tek zat tavsif edilir ki o da ilahi zattır. "Melekler ve ruh ona yükselir." (Mearic, 4) âyetinde sözü edilen ve yükselen melekler, başka isimler taşıyan zatı ilahinin bizzat kendisidir. Allah'ın kendisine yükselttiği salih amel, başka bir vasıf içinde zati ilahinin bizzat kendisidir. Aksi halde kesreti ve taaddüdü sonra Allah'ın yaratıklardan ayrı oluşunu kabullenmek gerekecektir.
İşte Gazali'nin tevhid anlayışı budur. Artık siz değerlendirin. Bundan sonra aynı saçmalıklarla, ama yeni bir isim, büyüleyici bir kıyafet ve gözler kamaştıran aldatıcı büyük bir lakapla karşınıza İbn Arabi çıkar.
2) Gazali, Mişkatu'l-Envar, 125,
1) Gazali'nin bazı yazılarında Selefiliğe dahiyane meyletmesine şaşmamalısınız. Çünkü GAzali'nin yüzleri çoktur. Zamanında değişik insanların karşısına bu yüzlerle çıkmıştır. Bakarsınız Eşari'dir. Çünkü Nizamiyye Medresi'nin sahibi Nizamülmülk böyle olmasını istemiştir. Halbuki kendisi felsefenin düşmanıdır. Çünkü o zaman kitlelerde felsefe düşmanlığı vardı. Bakarsınız, kelamcıdır. Ama Hanbeliler'den çekindiği için kelamcılara düşman görünür. Örnek verdiğimiz yerlerde ve "el-Maznunu Biha ala Gayri Ehliha" kitaplarında tepeden tırnağa kadar işraki ve tasavvufçudur. Diğer kitaplarında da bazan Eşari, bazan da Eşari Selefi karışımı olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde her kesime hoşlandıklarını bildiği yüzle görünür. Bu yüzün hak yüzü veya batıl yüzü olması önemli değil.
1) Bu kısım Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sünne. 121-122'den alınmıştır. ........?..........
1) Gazali, İhyau Ulumiddin, 3/19-20
1) Abdulvahhab eş-Şa'rani, el-Yevakît ve'l-Cevahir, 2/24, 25,
2) Abdulvahhab eş-Şa'rani, Age. 2/84. Bunun detaylı eleştirisi ve keşfe dayandırılan saçmalıklar hakkında geniş bilgi için bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sûfi fi Davi'l-Kitab ve's-Sunne, 175-199, Kuveyt, 1986, üçüncü baskı. (Çeviren)
1) Amir İbn Amir Ebu'l-Fadl İzzeddin olup yaklaşık olarak hicri sekizinci asrın sonlarında ölmüştür.
2) Müslüman "Allah ortaktan münezzehtir" derken, tasavvufçular "Allah ağyardan münezzehtir" derler. Yani ondan başkası (gayrı) yoktur, çünkü o her şeyin aynı (kendisi)dir.
3) Rabbine "Sen benim ve ben sensin" diyor. Halbuki bütün küfür ve inkarına rağmen İblis "Onların dirileceği güne kadar bana mühlet ver" (Hicr, 36) diyordu. Kafir ve melun, tasavvufçular kadar küfürde ileri .....................?..................
1) Sadreddin el-Konevi Muhammed İbn Ishak olup hicri 673, miladi 1274 yılında ölmüştür. Nasıruddin et-Tûsi ile içli dışlı olmuştur.
2) Tasavvufçular hak kelimesiyle Allah'ı yahut yaratılmış suretlerde tecelli etmeden önce ilahi hakikati kastederler.
3) Sadreddin el-Konevi, Meratibu'l-Vücud, Şam Zahiriyye Kütüphanesi, 5895 de kayıtlı el yazmasından naklen el-İnsanu'l-Kamil, 115, Dr. Bedevi,
4- Abdulğani İbn İsmail en-Nablusi hicri 1143, miladi 1731 yılında ölmüştür. Meşhur tasavvufçulardan olup "İzahu'd-Delalat fi Cevazi Semai'l-Âlât" yanında başka eserleri vardır.
5) Abdulğani en-Nablusi, Hukmu Şathi'l-Veliyyi, Şam Zahiriyye Kütüphanesi, 4008 no'da kayıtlı el yazması kitabından naklen Dr. Bedevi, Satahatu's-Sufiyye, 153.
1) Şatahatu's-Sufiyye, aynı yer. Tasavvufçular bu iki yüzlülükle müslümanları dinlerinde aldatırlar. Çünkü canına okumak için batıla hak elbisesi giydirirler. Onun için Goldziher'in şu sözlerine hak vermemek mümkün değildir. "Tasavvuf özellikle yeni Eflatuncu ve Agnostik fiziklerin İslâmî bir biçimde tasvir edilmesine özen gösteren şeyler olmuştur. Nitekim tasavvufun kurallarını meşrulaştırmak için birçok mevzu hadis tasavvuf çevreleri tarafından uydurulmuştur."
1) Şazeliyye tarikatının ileri gelenlerinden Abdusselam İbn Seşiş'tir. Şazeliyye tarikatının vird olarak okuduğu es-Selat'ı tarikat çevrelerinde el-Vazife olarak anılır. Sabah akşam okunur. Hz. Muhammed'in her varlığın aslı olduğunu anlatır. Hakikatı Muhammediyye felsefesini işler. Çok defa basılmıştır. Yukarıdaki iktibaslar için el-Bekri'nin virdleri ile beraber basılan nüshaya bakınız. Sayfa 74 vd. Nitekim Virdu's-Seher kitabında da Mustafa el-Bekri aynı felsefeyi işlemekte ve Hz. Muhammed'in bütün yaratıkların aslı olduğunu belirtmektedir. Bkz. Virdu's-Seher, 63. Fazla bilgi için bkz. Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 82-83. (Çeviren)
1) Muhammed ed-Demirtaş el-Muhammedî olup, hicri 929 yılında ölmüştür.
2) ed-Demirtaş, el-Kavlu'l-Ferid, 16, hicri 1348 baskı.
3) ed-Demirtaş, age 14.
4) ed-Demirtaş, age. 14. Tasavvufçuların "Kainatta ne varsa hepsi vehim veya hayaldir, yahut aynalardaki yansımalar veya gölgelerdir" sözü meşhurdur. Böylece kainattaki bütün varlıkların gerçekliğini inkâr etmektedirler.
1) Ahmed İbn Acibe el-İdrisi el-Fasi, hicri onüçüncü asrın ortalarında ölmüştür.
2) İbn Acibe, İkazu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, 209 vd.
1) Goldziher şöyle der: "Tasavvufçular düşüncelerini bilerek Kur'ân ve sünnete katmaya çabalamışlardır. Böylece Philo'nun mirasını İslâm'a aktarmışlardır." Bkz. el-Akide ve'ş-Şerîa, 140,
2) Hasan Rıdvan, hicri 1310 yılında ölmüştür. Çağdaş tasavvufçu sayılır.
3) Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kulub el-Mustetab, 269, hicri 1322 baskı.
1) Hasan Rıdvan, age. 115,
2) Horasan'ın Bistam şehrinde doğmuş ve hicri 874 yılında orada ölmüştür. Zamanının meşhur tasavvufçularındandır.
3- Feriduddin Attar, Tezkiratu'l-Evliya, 1/610,
4- Feriduddin Attar, age. aynı yer. Ebu Yezid el-Bistami'nin İslâm inançlarıyla bağdaşmıyan sözlerini tasavvufçular red ve inkâr edecekleri yerde, onları temize çıkarma, haklı gösterme ve savunma yoluna gitmişlerdir. Mesela, Celaleddin er-Rumi bu yolu izlemiş ve Bistami'nin sözlerini hep temize çıkarmağa çalışmıştır. Bkz. Ahmed Eflâki, Menakibu'l-Ârifîn, 2/39-40, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1966. (Çeviren)
1) Bu bölüm Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 413-432, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) Bu bölüm Abdurrahman Abdulhalik'in el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 413-432, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) Kamil Mustafa eş-Şeybî, es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teseyyu', 272, kitabından naklen, Kâmil Mustafa eş-Şeybi'nin kendisi Şii'dir. (Çeviren)
2) Bu kısım Abdurrahman Abdulhalık'ın el-Fikru.............?............
1) el-Hâc Mirza el-Hâirî el-Ahkâfî, ed-Din Beyne'ş-Sâil ve'l-Mucîb, 89,
2) Birtakım müslümanların cifir hesabı dedikleri ve ona dayanarak bazı hesaplar yaptıkları bu cefr'dir. Şia'nın saçma bir anlayışı olduğu görülmektedir.
3) en-Kevbahtî, Firaku'ş-Şia, 38,
1) Bakınız, et-Tasavvufu'l-İslâmî, 77,
2) Günümüzde de birtakım tarikat mensuplarının yaptıkları rabıta bundan başka bir şey değildir.
1) Bakınız, Ayetullah el-Humeynî, el-Hukumetu'l-İslamiyye, 54. Humeyni'den önce Kazımeyni-i Burucerdi'nin yazdığı Cevahiru'l-Velaye, kitabında bu ifadelerin yeraldığı görülmektedir. İrşad-ı Deylemî kitabı bunları nakletmektedir. Şu sözlere bakalım:
"Hz. Rıza semaya buyurdu: Kıyamet günü âhir zaman peygamberinin ve masum imamlar olan onun çocuklarının şefaatine muhtaç olmıyacak melek-i mukarrab ya da peygamber-i mürsel veya mümin kalmıyacak. Dünyada nebilerin çoğu, güçlük ve sıkıntıda peygambere ve onun ehli beytine tevessül arayıp onları şefaatçı olarak benimsiyorlar, sıkıntılardan kurtuluyor, hacetlerine nail oluyorlardı. "Bkz. Ali Şeriati, Ali Şia'sı Safevi Şia'sı, 150, terc. Feyzullah Artinli, Yöneliş, 1990, İst. "Bu delil, imamların enbiya-ı ululazmdan daha üstün olduğunu açıkça gösterir." Age. 148. (Çeviren)
2) Ahmed Dede, et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, kitabından Celaleddin er-Rûmi'ye dair bazı örnekler verelim:
"Bugün cennete gitmek onun rızasına ve cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır." S. 29. Yine üzerine türbe yapılmasını ve kubbesinin yükseltilmesini tavsiye ederek şöyle demiştir: "Kubbemi uzaktan görüp bana fatiha okuyana kıyamet günü şefaat ederim ve onu cennete koyarım." S. 56. Yine şöyle der: "Yedi yaşında sabah namazı kılıyor ve Kevser Sûresi'ni okuyup ağlıyordum. O anda Allah bana tecelli etti ve aklım başımdan gitti. Aklım başıma geldiğinde gaybtan bir ses bana: "Ey Celaleddin! Seni müşahade makamında kıldım, bugünden sonra senden mücahede istemiyorum" dedi. S. 37. Yine, "Şüphesiz Tur dağı Allah'ın bir bakışıyla yerinden oynayıp param parça oldu. Üç gün içinde celal güneşiyle on yedi defa bana tecelli edince zayıf vücudum nasıl sarsılmasın!" S. 41. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, A.Y.No. 3905. (Çeviren)
1) İbn Haldun, Rafıziler'in imamet konusundaki inançlarına işaret etmektedir. Onlara göre mutlaka masum bir imamın bulunması ve onu da masum bir imamın izlemesi gerekir. Rasûlullah'tan sonra din ve dünya idaresi bu şekilde ancak masum imamlarla olur. Böylece insanlar ihtilafa düşmekten kurtulur ve işleri mutlaka yanılma ihtimali bulunan içtihada kalmamış olur. Bu görüşün yanlışlığı açıktır. Çünkü Rasûlullah'tan sonra masum bir kimse yoktur. Şia'nın masum olduklarını iddia ettikleri imamlarının da birçok yanlışları olmuştur ki Şia da bunu kabul eder veya takiyye olarak yahut korkudan işlediklerini söyler.
2) İbn Haldun, Mukaddime 875-877.
1) Hutatu'l-Makrizi, 489,
2) Futuhatı Mekkiyye, 2/9,
3) Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybî, Age. 209. Tasavvufun Şia'dan alındığını İbn Arabi'nin şu sözleri de açıkça göstermektedir: "Ali Allah'ın verdiği ve başkaların bilemediği ilim sahiplerindendir." Futuhatı Mekkiyye, 1/260. İbn Acibe de İkazu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem kitabında şöyle der: "Tasavvuf ilmi vahiy ve ilham ile Allah'ın rasûlü tarafından kurulmuştur. Cebrail önce şeriatı getirdi, şeriat yerleşince arkasında hakikatı getirdi. Onu da sadece bazılarına verdi. Tasavvuf konusunda ilk defa söz eden ve ortaya çıkaran Hz. Ali'dir. Hasan el-Basri ondan almıştır." S., 1/5,
1) el-Havansari, Ravdâtu'l-Cennât, 731,
2) Hutatu'l-Makrizi, 2/231, 233,
3) Ebu Yakub es-Sicistani, Keşfu'l-Mahcub fi Şerhi Kasideti'l-Curcani, 65,
1) Hutatu'l-Makrizi, 2/233,
2) Keşfu'l-Mahcub fi Şerhi Kasideti'l-Curcani, 92,
3) Goldziher, el-Akide ve'ş-Şaria fi'l-İslâm, 216,
1) Dr. Ebu'l-Ala' el-Afifi, et-Tasavvuf ve's-Sevratu'r-Ruhiyye fi'l-İslâm, kitabına bakınız.
2) Batınıyye-İsmailiyye'de aklı evvel, ilahi akıl, insanda hulul ve ittihad konusunda bilgi için bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, el-Bikru's-Sufi fi ..............?..........
1) Resailu İhvani's-Safa, 4/119,
2) el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/315,
1) Suriye'nin dağlık bölgesinde bir köy. Geçmişte ve bugün Batınıyye fırkasının önemli merkezlerindendir. Günümüzde İsmailiyye fırkasının karargâhı sayılır.
2) el-İber, 3/361,
1) es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu', 368,
1) Kadı et-Tenuhi, Meşvâru'l-Muhadara, 86,
2) Kadı et-Tenuhi, Age. 73,
el-Bağdadi, tasavvufçuların çoğunun Hallac'ı tasavvufa nisbet etmeyi red ettiğini ve zındıklığa nisbet ettiğini kaydeder. S. 8/112-141. Dedesinin mecusi olduğu ve Hindistan'a gidip sihirbazlık öğrendiğini, Kur'ân gibi söyleyip yazabileceğini ve Kur'ân'a nazire yazmaya çalıştığını da söyler. Bütün bunlar ve diğer mel'anetleri hakkında geniş bilgi için bakınız. Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, 8/112-141. Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Beyrut, İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 11/132-144, Mektebetu'l-Maarif, Beyrut, 1966, İbn el-Esîfr, el-Kâmil fi't-Tarih, 8/126-128, Beyrut, 1966,
Hallac'ın hulul ve ittihad anlamlarıyla dolu şiirlerinden aldığımız bazı örneklerin tercümesini veriyoruz:
"Nadide miske anber karıştığı gibi ruhun ruhumla yoğrulmuştur,
Sana bir şey dokunursa bana dokunmuş olur, zira sen benim ve hiç ayrılmıyoruz,
Duru suya içkinin karıştığı gibi ruhun ruhuma karışmıştır,
Sana birşey dokunursa bana dokunmuş olur, zira her halukârda sen benim." Adı geçen yerlere bakınız. (Çeviren)
3) Feriduddin Attar, Tezkiratu'l-Evliya, 2/109,
4) İbn en-Nedim, el-Fihrist, 269,
1) Tabakatu's-Sufiyye, 307,
2) Tashihu'l-İtikad, 218,
3) Erbau Nususin Tetealluku bi'l-Hallac, 59,
4) İtikadatu Fıraki'l-Muslimin ve'l-Müşrikîn, 57,
1) Tarihi Bağdad, 8/121,
2) Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 413-432. Bundan sonrası Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakkı ve'l-Halk, 185 kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) el-Bahru'l-Mevrud, 292'den naklen et-Tasavvufu'l-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 2/301,
2) 1979 yılında Mısır devlet başkanı Enver Sedat toplumun muhtelif kesimlerinin temsilcileriyle toplantılar yapıyordu. Bu toplantılar televizyonda halk gösteriliyordu. Din adamlarıyla yaptığı bir toplantıda alimler İslâm hükümlerinin gözetilmesini ve toplumda egemen kılınmasını isterken, aralarında bulunan tarikatlar konfederasyonu başkanı şeyh es-Sutuhî, Enver Sedat'a binlerce methu sena ve duada bulunduktan sonra Mısır'da tasavvufun ve tarikatların daha çok yayılabilmesi için devlet bütçesinden kendilerine daha çok yardımların yapılmasını istedi. Bütün Mısır halkı televizyonda buna şahit oldu. Enver Sedat'ın İslâm ve müslümanlar hakkında ne kadar hayır düşündüğıü müslümanların malumudur. (Çeviren)
3) el-Bahru'l-Beyrud, 293'den naklen et-Tasavvufu'l-İslami, fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 2/309,
1) el-İstimaru'l-Fransî fi Afrika es-Sevda', 52,
2) Tarihu'l-Arab el-Hadis ve'l-Muassır, 373,
1) .......................?..............
2) .........................?..........
1) Mehazi'l-Veliyyi'ş-Şeytani, 13,
2) Cevahiru'l-Maani, 221,
3) Cevahiru'l-Maani, 16,
4) Cevahiru'l-Maani, 104,
5) el-İfadetu'l-Ahmediyye, 63,
6) Cevahiru'l-Maani, 170,
7) Cevahiru'l-Maani, 163,
8) Fransızlar'ın Merakeş'i işgali sırasında Ticani tarikatı ve başka tarikat mensuplarının onlarla işbirliği içinde olmaları ve duyarsız kalmaları konusunda bakınız. Tantavi Cevheri, el-Cevahir fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerim, sayı 8, c. 30, Şaban 1385, sayfa 21,
1) Muhammed Fahr Şakfe, et-Tesavvuf Beyne'l-ve'l-Halki, 216, 25/3/1947 tarihli Mısır gazetelerinden naklen,
1) Memleketimizde her yıl yapılan Mevlana ve Hacı Bektaş törenleri bunun bildiğimiz çarpıcı örnekleridir. İslâm aleminin her tarafında durum budur. Mısır'da malum devlet başkanlarının halka bu gibi yerlerden siyasi mesajlar veya dini tebrikler yayınladıkları, kamera önünde değişik pozlar verdikleri malumdur. Aynı şekilde Suriye ve Irak devlet başkanlarının zaman zaman bu nevi ayinlere katılarak halka birtakım mesajlar verdikleri bilinmektedir. (Çeviren)
2) Suriye'de müslümanlardan bir kesime yönetimin Hama kentini mezar yaptığını bütün dünya biliyor. Buna mukabil yine Suriye'de ikamet eden ve geniş bir nüfuza sahip olan bir şeyh efendi etrafına binlerce mürid toplıyarak törenler ve ayinler yapar, canı istediği zaman Suriye sahasıyla yetinmiyerek ülkemizi de kolaçan eder, her kesimden binlerce insanı etrafına toplar, her türlü bidat ve hurafeleri yayarken, iki yönetimin de buna seyirci kaldığı bilinmektedir. Çünkü şeyh efendi iki yakaya da siyasetle işi olmadığı, Hama'da binlerce müslümanın öldürülmesinin yerinde bir uygulama olduğu, sadece nefis tezkiyesiyle uğraştığı mesajını vermiştir. Bunun örnekleri pek çoktur. Tasavvufi birer tarikattan ibaret olan Kadiyaniler'in, Bahailer'in ve benzeri kitlelerin İngiliz emperyalizmine hizmetten başka rolleri bulunmadığı herkesin malumudur. (Çeviren)
1) el-Luma', 9-12, Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 134-140,
2) et-Taarruf, 99,
3) ............?..............
1) Futuhatı Mekkiyye, 1/260,
2) Aynı şekilde Celaleddin er-Rûmi de Hallacı Mansur'un masum olduğunu söylemiştir. Çünkü ona göre sofunun kalbi Allah'ın emrinin yeridir ve Allah dilemedikçe sofu dileyemez. Bkz. Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifîn, 302, Terc. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yayınları, İst. 1973.
Celaleddin er-Rûmi, Hallac'ı büyük tazimle ve saygıyla anar. Onun için şöyle der: "Ben Hakkım, sözü Mansur'un dudağında nurdu." Ben Allah'ım, sözü Firavn'ın dudağında ise yalandı." Bkz. Mesnevi, c. 2, beyit 1264 ................?................
Yunus Emre de Hallac'ı aynı şekilde övmektedir. Bkz. Ord. Prof. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 268. Geniş bilgi için bkz. Hasan Küçük, Tarikatlar, s. 220, İst. 1980, TÜRDAV yayınları. (Çeviren)
1) eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kubra, 1/10,
2) eş-Şa'rani, Age. 1/10,
3) eş-Şa'rani, Age. 1/10,
4) Erbau Rususin Teteallaku bi'l-Hallac, 19, Tarihu Bağdad, 8/12,
5-6) İbn Haldun, Mukaddime, 233,
1) el-Esraru'l-İlahiyye, 48,
2) Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, 3/245. Tasavvufun özellikle bu alanda Şia ile bütünlüğü konusunda hemen bütün kaynaklar ittifak etmektedir. Rifai ve Bektaşi tarikatlarının Şia ile bağlantısı hakkında bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Davi'l-Kitab ve's-Sunne, 370-388, 433-446,
1) Ahmed İbn Harazim (Ticani şeyhinin vird, zikir ve biyografisini yazan bir ticani müridi), Cevahiru'l-Maani, 1/184-185,
2) Ahmed İbn ..............?.............
1) Bu kısım Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 185-192, kitabından alınmıştır. (Çeviren)
1) en-Nefahâtu'l-Akdesiyye Şerhu's-Salavâti'l-İdrisiyye, hicri 1314 basım.
el-Mevahibu's-Sermediyye fi Merakibi's-Sâdeti'n-Nakşibendiyye, kitabının yazarı Muhammed Emin el-Kurdi Şahı Nakşibend'in kerametlerinden biri olarak şunu nakleder: "Derviş Halil'in yanında kaldım. Hayvanlara hizmet etmemi emretti. Öyle oldum ki yolda bana bir köpek raslasa, önüne geçmemek için durur ve önce onun geçmesini beklerdim. Yedi sene böyle devam ettim. Sonra bu çevrenin köpeklerine ihlas ve samimiyetle, tazim ve hürmetle hizmet etmemi ve onlardan medet istememi emrederek bana şöyle dedi: Onlardan öyle bir köpeğe ulaşacaksın ki ona hizmet etmekle büyük bir saadete ereceksin. Bu hizmet nimetini ganimet bildim, verdiği müjdeye heves ederek bana gösterdiği şekilde bu hizmette hiç kusur etmedim. Nihayet bir defasında bir köpeğe kavuştum. Onunla karşılaşmaktan en üstün hâle ulaştım. Önünde durdum. Kendimi tutamıyarak çok çok ağladım. O anda köpek sırt üstü yattı ve dört ayağını göğe dikti. Ondan hazin bir ses ve şefkatli bir inilti işittim. Ben de ellerimi tevazu ve eziklik içinde kaldırıp âmip dedim. Nihayet sustu ve doğruldu." el-Mevahibu's-Sermediyye, 118-119. Yine el-Envaru'l-Kudsiyye fi Menakibi'n-Nakşibendiyye, 130, kitaplarından naklen Abdurrahman Dımaşkıyye, en-Nakşibendiyye Arz ve Tahlil, 25-26, Daru Taybe, Riyad, 1984, 1. baskı. (Çeviren)
1) Bahaullah lakabıyla anılan Mirza Hüseyin'in gömülü bulunduğu yerin adı.
2) Şeyh efendinin tasavvuf konusunda bundan sonra belirteceği kanaati beklemeden biz bazı oryantalistlerin İslâm'ın tevhidi konusunda görüşlerini nakledelim. İşte Gustave Lebonn tevhidden sözederek şöyle diyor:
"İslâm, bilhassa esas temel olan mutlak tevhid konusunda Hıristiyanlık'tan ayrılır. İslâm'ın inanmaya çağırdığı tek ilah her şeye egemendir. Ne melekler, ne kıddisler, ne de başkaları onu ihata etmez. Katıksız tevhidi ortaya koyduğu için iftihar etme şerefi sadece İslâm'dır.
İslâm ve onun düşüncesi kolay, sadedir. Diğer dinlerde gördüklerimiz ve salim bir zevkin red ettiği çelişki ve kapalılıklardan uzaktır. Birtek ilahın varlığı ve bütün insanların onun karşısında eşitliğini söyliyen İslâm'ın esaslarından daha açık ve net hiçbir inanç yoktur." Bkz. Hadaratu'l-Arab, ter. Adil Zuaytır, 158.
Oryantalist J.J. Sedillot da şöyle der: "Putperest bir toplulukta yayılan yüce tevhid esası hamasetli üstün nefislerde hakim olmuş ve Kur'ân ona davet etmiştir. Bidatlar sebebiyle sayıları gittikçe çoğalan hıristiyan fırkaların içinde gömülü ilahiyatın aksine, İslâm'ın mutlak tevhidi kesin ve açıktır." Bkz. Tarihu'l-Arab el-Âmr, ter. Adil Zuaytır, 88.
Aynı kitabın 89. sayfasında şöyle demektedir: "Yaratıcının rasûlü olduğu için Muhammed, Allah'ın oğlunun olmadığını, kâinatın ilahının bir olduğunu, Allah'ın her türlü kuvvetin kaynağı bulunduğunu ve Allah'a inanmıyanların da yine Allah'a döneceklerini söylemiştir. Muhammed, insanların her şeyin yaratıcısı olan Allah'a vasıtasız ibadet etmelerini istemektedir."
1) Meryem, 92-94,
2) ................?............
1) Tasavvufçular Allah'la beraber onları dost edindiklerini söylüyorlar. Acaba şirk bundan başka nedir ki?
2) Tasavvufçular onlara dua ettiklerini (çağırıp kendilerinden isteklerde bulunduklarını) söylüyorlar. Acaba dua ibadet, hatta ibadetin özü değil midir? (Örnek olarak bkz. et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, 52). (Çeviren)
3) Tasavvufçular yalancı ve inkarcının en büyük rab olduğunu iddia ediyorlar. Zira yalancı ve inkarcının Allah'ın görünen suretinden başka birşey olmadığını söylüyorlar.
4) Tasavvufçular rablerinin bu üç karanlık içinde evrimleşen yaratık olduğunu söylüyorlar. Bunlar körlük, ehadiyet, vahdaniyet aşamalarıdır.
5) Abdulkerim el-Cîlî dünyada da ahirette de mülkün kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Onun yolundan giden meşhurlar da aynı şekilde iddia ediyorlar.
6) Zumer, 1-6,
7) Tasavvufçular bu hükmün İbn Arabi, İbn el-Farid, Gazali ve benzerlerinin kitaplarına mahsus olduğunu söylerken, yobaz ve bağnaz bir takım müslüman çevreler de şu veya bu alimin kitabına mahsus olduğunu söylemektedir.
1) Tasavvufçular Allah'ın kendini eşler yaptığı, halk suretinde hak yahut kul suretinde ilah olarak gördüğünü iddia ediyor.
2) Tasavvufçular Allah'ın bizzat her şeyin kendisi olduğunu söylüyor.
3) Şura, 10-11,
4) Tasavvufçular İbn Arabi, Gazali ve benzerlerinin diliyle Allah'ın her şeyin kendisi ve gören herkesin aynısı olduğunu iddia ediyor.
5) Tasavvufçular her şeyin Allah'a denk ve eş olduğunu, çünkü alemde ne varsa hepsinin Allah'ın zatı olduğunu söylüyorlar.
1) Şa'rani, Tabakat kitabında üstadı ve efendisi şeyh Ali Vahiş'in kerametlerini anlatırken şöyle diyor: "Şeyh (Ali Vahiş) (r.a.) bizimle beraber randevu kızları hanında ikamet ediyordu. Randevu kızlarının yanında biri çıktığı zaman ona "Dur, çıkmadan önce sana şefaat edeyim" der ve ona şefaat ederdi. Bir yöreden dişi eşeğe binmiş birini veya başkasını gördüğü zaman ona "Şu eşeğin başını tut onunla zina edeyim" derdi. Yörenin adamı bunu kabul etmiyecek olursa, bir adım atmıyacak şekilde derhal çivi gibi yerinde çakılır. Kabul edecek olursa, gelip geçenler karşısında son derece utanırdı." Bkz. et-Tabakatu'l-Kübra, 2/135, Kahire baskı, Tercümenin dördüncü cildinde Ali Vahiş maddesine bakınız. (Çeviren)
Gördüğünüz gibi, ahlaksız bir cinayet yine ahlaksız bir üslup ve lafızlarla rivayet edilmektedir. Hayvanın sahibi Ali Vahiş'in isteğini kabul etmiyecek olursa, Vahiş onu çarpar ve çivi gibi yerinde çakılıp kalmasını sağlar. Bütün bu cinayetlere rağmen Şa'rani edepsiz şeyhi için "radiyallahu anhu" diyerek ona dua da etmektedir!
1) Prof. Dr. Philip Hitti şöyle der: "Muhammed'in dini pratik ve açıktır. Ulaşılması güç çok yüksek bir hedefi göstermesi nadirdir. Lahuti (hıristiyan ilahiyatı) giriftliklerinden hemen hemen uzaktır. Kutsal sembolik sırlara, teokratik mertebelere ve hıristiyan din hiyerarşisine yahut rasullere hilafete yer yoktur." Tarihu'l-Arab el-Âm, 1/178,
1) Bakara, 166,
1) Buhari, Ahmed ve İbn Mace Enes'ten rivayet etmiştir.
2) Tasavvuf meşhurlarından Hamdun el-Kassar'ın hak adına söylediği şu söz ne büyüktür! Kendisine "Selefin sözü neden sözlerimizden daha etkili olmaktadır?" diye sorulduğunda şöyle demiştir: "Çünkü onlar İslâm'ın üstün olması, nefislerin kurtulması ve Allah'ın razı olması için konuştular. Biz ise nefsin üstünlüğü, dünya çıkarı ve insanların rızası için konuşuyoruz.-" Hicri üçüncü asırda tasavvuf meşhurlarından birinin söylediği söz budur. Acaba ondan sonrakileri görseydi ne diyecekti? Bkz. es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 125.
1) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, 93,
2) Bu görüş de çelişkilidir. Çünkü selbilik (mutlak olmamak)la tavsif etmek, icap (mutlak olmak)la tavsif etmek gibi varlık için bir kayıttır. Yani mutlak olmadığını söylemek onun için nasıl bir niteleme ise, mutlak olduğunu söylemek de yine bir nitelemedir.
1) "Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve yaratıkları yarattım, benimle beni tanıdılar" hadisini tasavvufçuların uydurmasının sebebi budur. Tasavvufçular "benimle" sözünü "Muhammed"le açıklarlar. Çünkü cümle hesabıyla sayıda ona müsavidir.
2) Gümüşhanevi4nin Camiu'l-Usul kitabında Hakikatı Muhammediyye maddesine bakınız. Yine Curcani'nin Tarifat kitabına bakınız.
3) Muhammed ed-Demirdaşi, Risale fi Marifeti'l-Hakayık, 7,
4) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, 107,
5) Gümüşhanevi, Age. 92, Şia kültüründe Hakikatı Muhammediye yahut Nur'u Muhammedi inancı için şu sözlere bakmak yeterlidir; (Gûya) Hz. Ali söylemektedir: "Ben ve peygamber, onun buyurduğu şekilde, Allah'ın nurundan bir nurduk. O zaman Allah, bu nurun ayrılmasını emir buyurdu, sonra bir yarısına Muhammed ol, dedi. O da Muhammed oldu. Öteki yarısına da Ali ol, diye emretti. O da Ali oldu." Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, 153. (Çeviren)
1-2-3) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, Ehadiyyet ve Vahidiyyet Maddeleri, Abdulkerim el-Cîlî el-İnsanu'l-Kâmil, 1/30,
"İbn el-Farid da Hakikatı Muhammediyye'yi şöyle dile getirir:
"O (Muhammed) olmasaydı Âdem'in sureti olmaz ve (yasak ağaçtan) yedikten sonra Allah onun tevbesini kabul etmezdi" Abdullah Develioğlu, Gülzarı Sofiyye, 385, Beyit 82,
Nitekim meşhur şair el-Busirî de kasidesinde hakikatı Muhammediyye'yi şöyle terennüm ediyor:
"Bütün peygamberlere gelen âyetler, O'nun (Muhammed'in) nurundan onlara gelmiştir." Gülzarı Sofiyye, 387. (Çeviren)
1-2-3) İbn Arabi, el-Futuhatu'l-Mekkiyye, 152-154, 155, Abdulkerim el-Cîlî'nin daha cesur ve açık ifadeleri için de bakınız. el-İnsanu'l-Kâmil, 3, 102, 104, "Bazan tam bir ilah, bazan yarım ilah, bazan bütün yaratıkların ilk hakikatı, bazan Ka'benin manevi şahsiyeti, bazan lahuti ve nasuti kimliği şeklinde anlatılan Hakikati Muhammediyye hakkında fazla bilgi için bakınız. İmam Rabbani, Mektubat, 251, 252, 260, 200, 121, 117, 209 nolu mektuplar. Tercüme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez neşriyat, İstanbul, 1968. (Çeviren)
4- "Sen olmasaydın âlemi yaratmazdım" anlamındaki "levlake" hadisini tasavvufcular bir amaçla uydurmuşlardır. Bununla da hıristiyanlara üstünlük sağlamayı düşünmüşlerdir. (Çeviren)
1-2-3) Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'l-İslâmî fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 1/210, 279, 201, Muhammed Fahr Şakfe, Age. 77'den naklen.
4) .............?..............
5) ..............?...........
6) ..............?..............
1) Cuma, 2,
2) Zumer, 30-31,
3) İsra, 91-94,
4) İsra, 1,
5) Cin, 19-22,
1) Muhammed Bahauddin el-Beytar, en-Nefehâtu'l-Akdesiyye, 9, 11, 13,
1) Tasavvufçuların terminolojisinde körlük (boşluk), ehadiyyet mertebesidir. Bu da ilk taayyun ile belirlenir. Çünkü serteni, hakikatlerin ve isimler nisbetinin mahallidir. Bkz. Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, ayn maddesi,
2) İbn Arabi cümlede kurnazlık yaparak "Medine'ye" anlamındaki kelimeyi bile bile sona bırakmış ve okuyucuyu oyuna getirmeğe çalışmıştır.
3) İbn Arabi'nin çömezlerinden el-Kâşânî bu alemlerin üç olduğunu söylüyor. Birincisi ferdiyettir. Bu da ilahi zatın mevcut olduğu ve beraberinde başka bir şeyin bulunmadığı cem' halindeki varlığıdır. Yani bütün varlıkların onda toplandığı ve henüz ondan ayrılmadığı halidir. İkincisi de vitriyyettir. Bu da her şeyin fena bulmasından sonra cem' makamında kalması halidir. Yani her şey yok olunca yine bütün varlıkların onda toplanacağı ve tek başına kalacağı halidir. Üçüncüsü ise, maiyyettir. Bu da ayrı oluş (tefrika) aleminde Allah'ın diğer her şeyle beraber bulunması halidir. Birinci mertebe sıfatların kendisinden doğduğu, ikinci mertebe sıfatların kendisine döndüğü, üçüncü mertebe ise sıfatların kendisinden doğduğu ve yine kendisine döndüğü mertebedir. Bkz. el-Kâşânî, Keşfu'l-Vucuh el-Ğur, 133,
4) İbn Arabi, Mecmuatu'l-Ahzab, s. 2, İstanbul, hicri 1298 basım,
1) Mecmuu'l-Ahzab, 557, İstanbul baskısı,
1) Ali İmran, 144,
2) Kehf, 110,
1) Furkan, 7,
2) Enbiya, 8,
3) Furkan, 25,
4) ..........?...........
1) Ömer İbn Said el-Fûnî, Rimahu Hizbi'r-Rahim, 1/219, hicri 1345 baskı,
2) İsra, 73-75,
1) ................?................
1) Bakara, 23,
2) Buhari, Enbiya 48,
3) Ahmed İbn Hanbel, 1/299, Nesai de rivayet etmiştir.
1) Bunların görüşlerini bir delil olması için değil, sadece bir mukayese yapmak ve gerçeğin bu şekilde olduğunu belirtmek için zikrediyoruz. Düşmanlıklarına rağmen oryantalistler bunu kavrıyor ve itiraf ediyor, ama tasavvufçular ....................?...........
2) ................?..............
1) Fi't-Tasavvufi'l-İslami, terc. Dr. Afifî, 160,
2) ...............?.................
3) .................?..............
1) ................?..................
2) ...............?..................
1) Ömer İbn Said, Rimahu Hizbi'r-Rahim, 14,
2) .............?...............
3) .............?.............
4) ..............?..............
1) Ali İmran, 128,
2) Ahkaf, 9,
3) Cin, 21-22,
1) Fusu'l-Hikem, 181,
2) Fusu'l-Hikem, 80,
1) Tâhâ, 114,
2) eş-Şa'rani, el-Kibritu'l-Ahmer, 6, el-Yevakît ve'l-Cevahir hamisinde, ...........?.............
1) Necm, 5-7,
2) Furkan, 32-33,
3) Şura, 52,
1) Yunus, 15-16,
1) Meryem, 64, Bilgi için bkz. İbn Kesir tefsirinde bu âyetin tefsiri.
1) Ali İmran, 61, 64,
1) Sebe', 24,
1) Abdurrahman el-Cami, Şerhu'l-Fusus, Hûd Fassının Şerhi,
2) İbn Arabi, Zehairu'l-Ahlak, Şerhu Tercümani'l-Evsak, 39,
1) Heyûla Yunanca bir kelimedir. Asıl ve madde anlamındadır. Felsefî terim olarak "Şeyin bilkuvve kendisiyle kaim olduğu"dur yahut cisim için meydana gelecek ittisal ve infisali kabul eden cisimde bir cevherdir. İbn Arabi burada "kabul eden" mamasında kullanmıştır. Yani bütün inançların suretlerinin (şekillerinin) yerleştiği, onunla kaynaştığı ve türlü inançlarına uygun olarak fiillerinin meydana geldiği kişi anlamındadır.
2) Fususu'l-Hikem Bâlî Şerhi, 191, hicri 1309 baskı,
3) Va'ddan maksadı ahiretteki nimettir. Vaidden maksadı da ahiretteki azaptır. Buradan hareketle müşrikler için bile ahirette azabın kesin olarak bulunmadığını söylemektedir.
1) Fususu'l-Hikem, Dr. Afifi tahkiki, 1/94,
2) Fususu'l-Hikem, .................?............
1) Fususu'l-Hikem, 212,
2) İbn Arabi Firavn'ın kurtulanlardan olduğunu söylerken, yüce Allah o ve yandaşları hakkında şöyle buyurmaktadır: "Firavn'a git, çünkü o azdı. De ki: Arınmaya gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de, O'ndan kork. O anda ona en büyük mucizeyi gösterdi. Hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra tuzak kurmaya çalışarak geri gitti. Derhal adamlarını topladı ve onlara bağırdı: Ben sizin en yüce Rabbinizim. Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. Elbette korkan kimseler için onlarda ibret vardır." Naziat, 17-26,
3- el-Cîlî'nin şeriatlarla alay edişine bakınız. Sebebi de, sadece ve sadece zat ve sıfat olarak Allah ile diğer varlıkların ayrı şeyler olduğuna hükmetmeleridir. el-Cîlî, Allah ile diğer varlıklar arasındaki birliği su ve kar arasındaki birliğe benzetmektedir. Her biri diğerinin aynıdır. Kar donmuş su olduğu gibi su da erimiş kardır. Aradaki farklılık hakikatta değil, isimdedir. Allah ve yaratıklar da böyledir. Çünkü aradaki farklılık sadece isimdedir. Tıpkı kar ile suyun sadecec isimlerinin farklı olması gibi.
4) Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kamil, 1/23, hicri 1293 baskı,
1) İbn Acibe, İkazu'l-Hikem, 1/143, hicri 1231 baskı,
2) Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu'l-Kâmil, 1/69. Görüldüğü gibi putlara, gezegenlere ve tabiata tapmanın doğru olduğunu, çünkü tapılan bu şeylerin Allah'ın birer görünümü ve ortaya çıktığı suretlerden ibaret .............?.............
1) ................?..............
1) Goldziher şöyle diyor: "Tasavvufçular İslâm'a ne kadar bağlı ve hayran görünseler, çoğunda dinler ve inançlar arasındaki sınırları ortadan kaldırmaya çalışan ortak bir eğilim bulunmaktadır. Hepsinde bütün bu inançların, ulaşılması arzu edilen gaye konusunda hatırı sayılır değere sahiptir." el-Akide ve'ş-Şeria, 151,
"Tasavvufçularda dinlerin birliği inançı, felsefelerinde egemen olan her şeyi sevme anlayışından ileri gelmektedir. Mümin, kafir, helal, haram, meşru, gayri meşru ayırımı yapmadan bütün insanları ve varlıkları sevme hastalığının bir ürünü ve neticesidir. Zaten vahdeti vücut inancı da buna götürmektedir. Onun için meşhur tasavvufçuların mümin, kafir, ahlaklı, ahlaksız ayırımı yapmadan bütün insanlara aynı sevgi ve sempati ile yaklaştıklarını görüyoruz. Hatta günümüzde tasavvuf çevrelerinin İslâm'a doğru bir şekilde bağlı olanlara düşmanlık ve nefretlerine karşın, İslâm'dan sapmış veya İslâm dışı inançlara bağlı türlü din ve fırka mensuplarına daha fazla yakınlık göstermeleri, onlarla senli benli olmaları, izzet ve ikramlarda bulunmaları, kısaca gayri müslimleri temiz müslümanlara tercih etmeleri bu sebeptendir. Zaten "ne olursan ol, gel" felsefeleri, "yaratandan ötürü her şeyi sev", "bazan yahudi, bazan hıristiyan, bazan mecusi, bazan da müslüman" anlayışları hep bu sapıklığın ürünüdür. Mümin kafir, insan hayvan, temiz necis varlık ayırımı yapmadan Allah'ın bütün varlık ve eşyaya hulul ettiğini, onunla birlik olduğunu veya onların suretlerinde göründüğünü söyliyen felsefe, olsa olsa bu hak batıl ölçüsü ve sınırı tanımıyan küfür ve saçmalıkları doğurur. İslâm aleminde ...........................?.................
1) el-Futuhatu'l-İlahiyye fi Şerhi'l-Mebahisi'l-Asliyye, 147, Basım 1913,
2) Age. 146,
3) Muhammed Osman, el-Hibâtu'l-Muktebese, basım 1939,
"Hiçbir müslüman Allah'ın müminlere vadettiği dünya ve ahiret hayatındaki müjdeleri inkar etmez. Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın ..............?.................
1) eş-Şarani, Kavaidu's-Sufiyye, 131,
2) eş-Şarani, Kavaidu's-Sufiyye, 154,
3) Letaifu'l-Minen, 2/103. Bu alanda İsmailiyye fırkasını taklid etmişlerdir. Çünkü bu fırka imamları yanında başka bir otoritenin varlığını kabul eden veya ona itaatin vacipliğinden şüphe eden kimsenin peygamberin yanında başka bir peygamberin varlığını kabul eden ve onun peygamberliğinden şüphe eden kişi gibi olduğunu söyler. Bununla Allah'a ortak koşmuş gibi olur. Bkz. Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 218,
Şeyhi tanrılaştıran ve müridi hayvanlaştıran anlayış tasavvufun bütün menkıbe ve âdâp kitaplarında mevcuttur. Mesela Ariflerin Menkıbeleri, I-II, et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, Camiu Kerameti'l-Evliya, et-Tabakatu'l-Kübra, Tezkiratu'l-Evliya, el-İbriz, Tenviru'l-Kulub fi Muameleti Allâmi'l-Guyub, Şifau'l-Alîl Tercemetu'l-Kavli'l-Cemil, el-Envaru'l-Kudsiyye fi Menakibi'n-Nakşibendiyye, Nefahatu'l-Uns min Hadarati'l-Kuds, Camiu'l-Usul fi'l-Evliya, gibi burada sayamıyacağımız menkıbe ve adab kitapları bu gibi saçmalıklarla kurtarılmadıkça İslâm aleminde hurafe ve saçmalıkların önü alınamıyacaktır. (Çeviren)
4- Mısır'da tarikatlar meşhur bir post için henüz altını pisleten bir çocuğu beş yıl şeyh olarak seçmiştir. İslâm aleminin hemen her tarafında bu nevi uygulamalar bulunmaktadır. Bkz. el-Mecmuatu'd-Demirtaşıyye, 154,
Küçük çocukların veli ve keramet sahibi yapıldığına dair bir örnek verelim. el-İmamu'l-Ekber ve Şeyhu'l-Ezher (Ezher şeyhi ve Mısır'ın en büyük alimi) olan Dr. Abdulhalim Mahmud, Silsiletu A'lami'l-Arab (Arap Meşhurları Serisi)nde çıkan Ebu'l-Hasan eş-Şazeli ile ilgili kitabında vahdeti vücut dininde olan İbn Beşiş'in büyüklüğünü anlatırken şu olayı nakleder:
"İbn Beşiş Ebu'l-Hasan eş-Şazeli'nin gözünü kamaştırmıştır. Kur'ân ve sünnete dayanan ilmiyle, velayet ve kerametiyle gözünü kamaştırmıştır. Durretu'l-Esrar kitabının sahibi şunu rivayet ediyor:
Onun birçok harikuladeliklerini gördüm. Birgün yanında oturuyordum. Kucağında oynaştığı küçük bir oğlu vardı. Aklıma ondan ismi azamı sormak geldi. Çocuk kalktı ve yakama sarılarak şiddetle salladı ve şöyle dedi:
Ey Ebu'l-Hasan! Şeyhten ismi azamı sormak istedin.Doğrusu, Allah'ın ismi azamını sormak yerine, senin kendin ismi azam olman gerekir." Şeyh gülümsedi ve "Falan benim yerime sana cevap verdi" dedi. Dr. Abdulhalim Mahmud, Ebu'l-Hasan eş-Şazeli, 25,
Görüldüğü gibi tasavvuf büyüsüyle büyülenmiş olanlar imamı ekber ve şeyhi ezher de olsa, gözündeki tasavvuf perdesini atıp hakkı görememekte ve bu büyünün etkisinden kurtulamamaktadır. (Çeviren)
1) er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, 151. Allah'ın hakları için tevbe geçerli olurken, üstadların hakları için tevbenin geçerli olmaması anlayışı, acaba bu tağutların Allah'tan çok Allah'lık tasladıklarını göstermiyor mu?
Müridin şeyhe karşı takınması gereken âdâbı isterseniz biraz da Muhammed Emin el-Kurdi'nin Tenviru'l-Kulub kitabından dinliyelim:
"Mürid şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona "Niçin böyle yaptın?" dememelidir. Çünkü şeyhine "niçin?" diyen kişi asla felah bulamaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir. Fakat batını itibariyle o durum güzeldir. (Çünkü o bilir ama siz bilemezsiniz). Külli ve cüzî, ibadet ve âdet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine "Şu fırına gir" derse girmesidir. Şeyhin durumlarını hiçbir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle bir şey, çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnüzanda bulunmalıdır... Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün hareketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır... Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. (Çünkü tekkelerde İslâm dışı ve İslâm devleti aleyhine her türlü cinayeti işlemekten geri kalmamışlardır). Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. (Çünkü şeyh Hz. Peygamber'in yerine oturtuluyor). Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde bana niçin böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı, izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı, evlenmemeli ve önemli bir iş yapmamalıdır." Tenviru'l-Kulub fi Muameleti Allami'l-Ğuyub, 528-531. Kitabın ismindeki Allamu'l-Ğuyub'dan maksat, yazarın sözünü ettiği şeyhin kendisi olsa gerek. Çünkü böyle bir tavır olsa olsa ancak Allah'a karşı takınılabilir.
İsterseniz şeyhin özelliklerini aşıkların sultanı İbn el-Farid'den dinliyelim:
"Olaylar meydana gelmeden önce Levh-i Mahfuz'dan basiret gözüyle okuyarak onları haber vermektedir." Bkz. Gülzarı Sofiyye, 270, beyit 25,
Beytin açıklamalı tercümesini gelin bir de Gülzarı Sofiyye'nin yazarı Abdullah Develioğlu'nun ağzından dinliyelim:
"Ve mürşid kuvve-i kudsiyye ile Levh-i Mahfuz'dan okuyarak batın-ı ğaybde kendisine malum ve başkalarına meçhul olanları alem-i şahadette vukuundan evvel haber verir olmalıdır." Gülzarı Sofiyye, 270, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, tarih yeri yırtılmıştır.
Develioğlu devam ediyor:
"Birgün şeyhine "niçin?" diye sorarsa, tasavvuf ehline göre, bu mürid kıyamete kadar felah bulamaz." Age. 298, beyit, 38. Allah'a karşı yapılan isyandan tevbe edilir ve Allah bağışlayacağını bildirdiği halde, şeyhine itiraz eden mürid kıyamete kadar felah bulamaz! Ne dersiniz, böyle bir din İslâm olur mu?
Develioğlu devam ediyor: "Hazır ve gaip, uzak ve yakın iken, iki halde de onu müşahade eder." Age. 331, beyit 48. Bilgisi ve görmesi hiçbir şeyin bulunmadığı yüce Allah'a -hâşâ- sanki denk! Halbuki İhlas Sûresi'nde Allah, hiçbir kimsenin kendisine denk ve benzer olmıyacağını bildirmiştir.
"Hiçbir gün şeyhinden başkasına iltifat etmez. Çünkü böyle bir şey, ondan her şeyin kesilmesine sebep olur." Age. 326, beyit 55. Allah kendisine iman etmiyen her türlü kafir ve günakharın rızık ve diğer hayat kaynaklarını kesmezken, şeyh müridin her türlü fuyuzatını ve ihsanlarını kesebiliyor!
Şeyhin bir nevi tanrılaştırıldığı, ehli kitabın din adamlarını tanrılaştırdığı gibi şeyhin bir nevi şari" sayıldığı, emir ve yasaklarının Allah'ın hükümleri gibi görüldüğü, karşısında müridin yaşıyan bir insandan çok, ölü bir cenaze durumunda olduğu bilgileri hemen bütün tasavvuf kitaplarında mevcuttur. Yaşıyan şeyhler de müridlere hep bunları telkin eder ve onları bu terbiye ile eğitirler.
Şeyhin elinde müridin ğassalın elindeki cenaze gibi olması gerektiği, her nimeti ve feyzi ondan bilmesi, ona itiraz etmemesi ve kul kölesi olması gerektiği inancı âdâb kitaplarının hemen hepsinde mevcuttur. Mesela bugün tasavvufçuların âdâb olarak okuttukları ve din kitabı olarak belledikleri Muhammed İbn Abdullah Hâni'nin Ali Hüsrevoğlu tarafından tercüme edilen ve İstanbul'da 1980 tarihinde basılan ÂDÂB kitabında 152-156 sayfalarına bakınız.
Şeyhlerin elinde mürid dedikleri insanların ne duruma geldiğini şu örnekten de rahatlıkla anlamak mümkündür; Ahmed Eflaki naklediyor:
"Sultan Veled buyurdu ki: Birgün babam medresede bilgiler saçıyordu. (Bu arada): Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir (dedi). Öyle ki bir adam Beyazid'in müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. Mürid: Şeyhim, dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye tekrar sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birerütün sahabeyi saydıktan sonra "Muhammed mi büyük, senin şeyhin mi?" dedi. Yine şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda "Tanrı mı büyük senin şeyhin mi?" diye sordu. Mürid: Ben Tanrıyı şeyhimde gördüm. Şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım" dedi.
Başka bir müridden de "Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi?" diye sordular. O da: Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de "Bu iki büyükten daha büyük bir ilazımdır ki bu farkı ortaya koysun" demiştir.
ŞİİR
"Tanrı görünmediği için peygamberler onun naibi olmuşlardır. Hayır, hayır. Böyle de değil, bu naiple naibin naipliğinde cbulunduğu kimseyi birbirinden ayırmak çirkin şeydir. Burada ikilik yoktur." Bkz. Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Çeviren Prof. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973, Tasavvufun karanlıklarına aşık olan ve insanlara kurtuluş yolu olarak sunanlara ithaf olunur! (Çeviren)
1) Cüneyd el-Bağdadi, Maruf el-Kerhi'nin kabri hakkında şöyle diyor: "Marufun kabri denenmiş bir panzehirdir. Ondan şifa istenir ve onunla teberruk edilir." Bkz. er-Risaletu'l-Kuşeyriyye ve Sulemi'nin et-Tabakatu's-Sufiyye, kitaplarında Marf el-Kerhi bölümü.
1) Bu pasajlar için bkz. el-Akide ve'ş-Şeria, 222, 234,
1) el-Akide ve'ş-Şeria, 266,
1) eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kubra, 2/129, (Tercümesi kitapçılarda satılır, ...........?.................
1) ...........?..............
2) ............?..............
1) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/43, hicri 1292 baskı,
2) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul fi'l-Evliya, 133,
1) eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/80, 81,
2) eş-Şarani, Age. 80,
3) eş-Şarani, Age. 2/122, 132, Subayh baskısı, Ebu Havde için de eş-Şarani şöyle demektedir: "Allah ondan razı olsun, bir kadın veya bıyıkları henüz terlemiş bir genç gördüğü zaman onunla cinsi münasebete kalkışır ve dübürünü yoklardı. Bu kişi ister emirin, ister vezirin oğlu olsun, isterse babasının veya başkaların huzurunda olsun, arkasını yoklar ve onunla livata yapmaya kalkışırdı." et-Tabakatu'l-Kübra, Age. Ebu Havde bölümü.
1) es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 190,
2) es-Sulemi, Age. 189,
3) es-Sulemi, Age. 191,
4) es-Sulemi, Age. 232,
5) Şuara, 165,
1) Olayın tamamı için bkz. eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/135, Subayh baskısı,
2) ed-Derdîr'in Şerhu'l-Haride'sine yazdığı haşiyede es-Savi er-Rifai'nin Rasûlullah'ın kabri karşısında durup ona şu iki beyitle münacatta bulunduğunu zikreder:
"Uzaklık halinde ruhumu gönderiyordum. O benim yerime vekil olarak toprağı öpüyordu.
İşte hortlaklar devleti gelmiş, sağ elini uzat ki dudaklarım onu öpme şerefine kavuşsun." Elin kabirden çıktığını söylerler. Gördüğünüz gibi eş-Şarani ve efendisi ne olursa olsun bu kerameti gösterme şerefine ulaşma çabasındadırlar.
3- es-Seyyid el-Bedevi'nin hayat hikayesini eş-Şarani4nin Tabakatı'ndan okuyabilirsiniz.
"Ölülerin hayat işlerinde tasarruf ettiklerini isterseniz tasavvuf meşhurlarından Gümüşhanevi'nin dilinden dinliyelim: "Ali el-Karşi (Hz.) diyor ki: Bütün velilerden dört kimseyi, kabirlerinde bile, hayatlarındaki gibi tasarruf yaparlarken gördüm. Bunlar Abdulkadir Geylani, Şeyh Maruf el-Kerhi, Şeyh Ukayl el-Menci (Münci), şeyh Hayyad Bin Kays el-Harrani hazaratıdır." Veliler ve tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul tercümesi), 50, tercüme Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İstanbul 1977. (Çeviren)
Bu zincirin çağdaş halkalarından biri olan M. Esad Coşan da aynı inancı sürdürmektedir. Şöyle diyor: "Evliyaullah Allah'ın sevgili kulları, Allah'ın rızasını kazanmış kullar, vefatlarından sonra da insanlara müessirdirler. Yani tasarruf sahibidirler. Yani sizinle münasebetleri vardır, alakaları vardır. Rüyamıza girerler, nasihat ederler, ikaz ederler." Tasavvufa Giriş, 13, Gümüş Yayınevi, Konya 1990. "Onun için o büyüklerimize bir fatiha üç ihlas okuyun, gönderin ruhaniyetlerine. İstimdad edin. Şirk olmaz mı? Olmaz. Çünkü Allah'ın sevgili kullarını Allah için sevmek sevaptır." M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 14, Gümüş Yayınevi, Konya 1990,
İsterseniz bunu diğer bir çağdaş tasavvuf meşhururundan dinliyelim: "Şu bir gerçek ki ölü diyerek dikkate almadığımız varlıkların kainattaki rolleri, diri dediklerimizden daha fazladır... Hatta böyleleri tasarruflarını daha çok ölüm sonrasında icra etmek üzere bu alemden çekilirler." Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf.
1) eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/154. Bir adamın tasavvufçulardan birinin kabrine gittiği ve şikayetini ona bildirdiğini, kabirdekinin de henüz mürekkebi kurumamış bir beytin yazılı bulunduğu bir hitabı reyhan çubuğuyla uzattığını anlatırlar. Bkz. İbn Acibe, Şerhu'l-Hikem, 2/318,
2) el-Kayserî zevki şöyle tarif eder: "Alimin delil ve kesb yolu ile yahut iman ve taklid yolundan giderek elde ettiği değil, keşf ve vicdan yolu ile elde ettiğidir." Bkz. Matlau Hususi'l-Kelim, 193. Gümüşhanevi de zevki şöyle tarif eder: "En ufak bir şimşek tesellisi anında peşpeşe gelen şimşekler sırasında hakkın hak ile müşahade edilmesi derecelerinin ilkidir." Camiu'l-Usul, 101, İbn Arabi ise şöyle der: "Aynı kaynaktan kaynaklanmasına rağmen ehlullaha hasıl olan zevki ilimler, hasıl olan kuvvetlerin farklılığına göre farklı olmaktadır. "Fususu'l-Hikem, 107, el-Halebi baskısı; aynı kaynaktan maksat, ilahi zatın kendisidir.
1) Ahzab, 28. Âyeti sapık düşüncesine âlet ediyor. (Çeviren)
2) el-İbriz, kitabının sahibi Abdulaziz ed-Debbağ şöyle diyor: "Büyük veli insanlara görünürde şeriata muhalefet ediyor, ama gerçekte muhalefet etmiyor. Sadece, ruhu zatını örtmüş ve zatı suretinde görünmüştür. Bir masiyet işlediği zaman aslında o masiyet değildir." 2/43. Şöyle devam ediyor: "Valeyet aşamasında velinin içki içenlerle beraber oturup onlarla içmesi tasavvur edilir. Onun da içki içtiği sanılır. Halbuki ruhu suretlerden birinde görünmüş ve yapacağını yapmıştır. el-İbriz, 2/41 (veya 1/41),
3) .................?................
1) eş-Şarani ise şeyhinin kerametinden söz ederek şöyle diyor: "Nöbetçiler Ali el-Havvas'ı vurdukları zaman eş-Şerif (Hz. Peygamber ...............?...............
1) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/73, el-İbriz kitabı Abdullah Arığ tarafından Türkçe'ye çevrilmiş ve 1969 yılında Mehmed Zahid Kotku'nun öven ve okunmasını tavsiye eden mukaddimesiyle İzmir'de yayınlanmıştır. Ayrıca Celal Yıldırım tarafından da tercüme edilmiş ve iki büyük cilt halinde Demir Kitabevi tarafından İstanbul'da yayınlanmıştır. (Çeviren)
2) Ahmed İbn Muhammed Ebu'l-Abbas et-Ticani, hicri 1150 doğumlu.
3) Bunlar, Rasûlullah lakabıyla bilinen Mirza Gulam Hüseyin'in kendisi için iddia ettiklerini aynısıdır.
4-5-6-7-) Rimahu Hizbi'r-Rahim, 2/3-5 vd. Ali Harazim, Cevahiru'l-Maani, 1/46-47,
8-et-Tûsi, el-Luma, 383, Leiden maskısı,
9- Necm, 48,
10- Cin, 26-27,
1) eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü,
2) eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü,
eş-Şarani'nin ifadesine göre adam insanlar için çok tehlikelidir. İnsanların görmelerine engel olan bir kişi nasıl veli olabilir? Böyleleri toplum için bir felaket olmaz mı?
Tasavvuf tarihi boyunca köpek tasavvuf meşhurları arasında ideal bir örnek olup hepsinin hedefi onun gibi olmaktır. Gerekçeleri de Ashabı Kehf'in köpeği Kıtmîr'in adının Kur'ân'da geçmiş olması ve o köpeğin sözkonusu insanlarla beraber bulunmasıdır. Sanki Kur'ân'da adı geçen bütün varlıklar mukaddesmiş gibi Kıtmîr adı da orada geçti diye tasavvufçular tarafından kutsallaştırılmaktadır. Firavn, Karun, Ebu Leheb ve daha başka kafirlerin adları Kur'ân'da geçmesine rağmen İslâm nazarında hiçbiri kutsallaşmadığı gibi Kıtmîr de bundan dolayı kutsallaşmış ve ideal bir örnek olması sözkonusu değildir. Ama ne hikmetse, tasavvuf meşhurları kendilerine Kıtmîr adını takmak ve onun gibi bir köpek olmak kendileri için en büyük ideal bilirler. Bu da köpeği kutsallaştırmaları ve ideal bir örnek saymalarından ileri gelmektedir. Daha önce Nakşibendiler'in şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünüo ve dualarını nasıl aldığını kaydetmiştik. Bu nevi misaller menkıbe kitaplarının hemen çoğunda bulunmaktadır.
Tasavvufçuların eskileri böyle olduğu gibi yenileri de bu şekildedir. Günümüzden bir örnek verecek olursak, Ribat Dergisi'nin 1982 tarihli ikinci sayısında çıkan ve ideal bir mümini ve müridi köpeğe benzeten aşağıdaki yazısını gösterebilirz. Şöyle diyor:
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Köpekte Bulunan On Güzel Haslet


1- Sadakat: Köpek sahibini terketmez, kovsa da bırakmaz, küsmez, hizmet eder.
2- Kanaat: Ne verilirse razı olur. Sofraya sokulmaz, bulduğu ile iktifa eder. Yerine biri gelse onu oradan kovmaz.
3- Tevazu: Yattığı ve gezdiği yer, alelade yerlerdir. Kendi için yüksek yer aramaz. Ne yedirilirse yer.
4- Tevekkül: Yarını düşünmez, yerini yermez, erzak biriktirmez.
5- Teslimiyet: Sahibini bırakmaz. Dövse de, ayağını kırsa da yine çağırınca gelir. (Kuyruğunu sallıyarak) teslimiyet gösterir. İyilik edeni bilir ve unutmaz.
6- Zühd: Kendisini umumi zuharata bırakmıştır. Gelecek için bir düşüncesi ve hazırlığı ve esaslı bir bakımı yoktur.
7- Miskinlik: Her yeri dolaşır. Bir şey verilirse alır, vermezlerse bakar geçer. Kendine dokunmazlarsa bir şey yapmaz, yoluna gider.
8- Uyanıklık: Çok az uyur. Şehirlerin, köylerin sokaklarında gece bekçisidir. Hırsızları tanır, evleri, bağları, bahçeleri, sürüleri korur.
9- İstiğna: Çekingendir. Başkalarının nasibine tecavüz etmez. (Kedi gibi sofralara sokulmaz) kabları bulaştırmaz.
10- Edeb: Köpek haddini bilir. İnsanlar arasında ve hayvan cinsleri içinde insanlara en çok hizmet eden(ler)dir. Emredilen işi tutar. Terbiyeyi kabul eder.


BU ON GÜZEL AHLAK KÖPEKDE BULUNMAKTADIR.
HALBUKİ BUNLAR HALİS MU'MİNLERİN VE SADIK MURİDLERİN SIFATLARINDANDIR.

Ribat Dergisi, yıl 1, sayı 2, 1982.

Halis müminlerin ve sadık müritlerin ideal örneğinin nasıl köpek olduğunu herhalde anlıyorsunuz değil mi?
Köpekte bulunan bu on haslet için ayrıca bakınız Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/87, (4-5-6 mecmuası içinde), Erkam Yayınları, İst. 1982. Kendini uyuz köpeklerden üstün gören bir salikin büyüklerin kemâlâtına kavuşamıyacağı, konusunda da bakınız. Mektubat Tercemesi, 1/124. Terc. Hüseyin Hilmi Işık, ...............?...............1968, mektup no. 202. (Çeviren)

1) Oryantalist Edward Lane, el-Mısrıyyun el-Muhdesûn, 167 vd.
Şüphe yokki tasavvufçuların işledikleri ve oryantalistin müslümanları suçladığı bu şirkten müslümanlar beridir. Tasavvufçuların işlediklerinin faturasını müslümanlara çıkarmaktadır.
2) Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 227,
1) E.F. Gautier, el-Medhal, terc. Dr. Muhammed Yusuf Musa, 158,
Vahhabilik, İmam Muhammed İbn Abdulvahhab'ın düşmanlarının uydurduğu bir isimdir. Vahhabilik var olmadan önce İslâm âlimleri bu saçmalıklara karşı çıkmış ve onlarla savaşmıştır. Yukarıda oryantalistler ...............?...............
1) Abdurrauf el-Münavi, el-Kevakibu'd-Durriyye, 11, Basım 1938,
2) ................?.................
1) Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kulûb el-Mustetab, 239,
2) Ali İbn Harazim, Cevahiru'l-Maani, 2/79,
3) Hasan İbn Muhammed el-Kûhenî el-Fasi, Tabakatu'ş-Şazeliyye el-Kübra, 258, kitabını çok yakınlarda ölen şeyhinin sağlığından ayzımştır.
1) Ali İbn Harazim, Cevahiru'l-Maani, 2/8,
2) İbn Arabi, Fusu'l-Hikem, 1/129, el-Halebi baskısı,
3) ................?................
1) Enbiya, 69,
2) Bunu da tasavvufçuların üvey oğlu ve Bab lakabıyla anılan Mirza Muhammed Ali iddia etmiş, ondan sonra da Baha lakabıyla anılan Müseyleme Mirza Hüseyin ve Gulam Ahmed el-Kadiyani iddia etmişlerdir.
1) İbn Arabi, Mevakiu'n-Rucum, 75, hicri 1325 baskı,
2) İsra, 17,
3) İbn Arabi, Age. 18, İbn Arabi bunu üstadı el-Gazali4den almış ve "Veliye, Musa'ya seslenildiği gibi ilahi meclislerden seslenilir" kısmını eklemiştir.
4) Dr. Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye, 125, Letaifu'l-Minen'de eş-Şarani ve es-Selbeci'den naklen.
5) ..................?................
1) Ebu Talib el-Mekki, Kûtu'l-Kulûb, 103, hicri 1351 baskı,
2) Ali İbn Hicazi İbn Muhammed el-Beyyumi, hicri 1183 yılında öldü.
3) el-Cıbırtî, Acaibu'l-Âsâr, 1/320,
Arşın üstüne ç ıkmak ve evreni kolaçan etmek tasavvufçuların meşhur iddialarındandır, isterseniz bunu müceddidi elfi sani lakabı ile anılan İmam Rabbani'den dinliyelim:
"Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlardan birinci çıkışda, uzun yolculuktan sonra, arşın üstüne yükselince, cennet yukarıdan kuşbakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının cennetteki makamlarını görmek istedim. Dikkat ettim. Göründüler! Makamların sahiplerini de o mekanlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri başka başka idi. Başka bir yükselişte büyüklerimizin ve ehli beyt imamlarının ve Hulefa-i Raşidin'in ve Rububullah (s.a.v.) hazretlerinin ve başka peygamberlerin makamları ayrı ayrı göründü. Meleklerin yükseklerinin makamları arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o kadar yükselttiler ki yer yüzünde arşa kadar veya bundan biraz daha az, yani Hâce Nakşibend (kaddesallahu teala sırrahulakdes) hazretlerinin makamına olan uzaklık kadar ilerlettiler. Nakşibend hazretlerinin makamının üstünde, büyüklerden birkaçının makamı vardı. Bu makamın az üstünde Marufi Kerhi ve Şeyh Ebu Said Harraz'ın makamı vardı. Başka büyüklerin makamları, bu makamdan biraz aşağıda ve birçoğu bu makamda idiler.... Allah'u Teâlâ'nın yardımıyla her istediğim zaman yükseltiyorlar. İstemeden de yükselttikleri oluyor. Her birinde başka başka şeyler görülüyor. Hepsinin eserleri belli oluyor...." Mektubat Tercemesi, 1/6-7, Terceme Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez, İstanbul 1968, birinci mektup. (Çeviren)
1) Ali Harazim, Cevahiru'l-Maani fi Faydi't-Ticani, 1/97 vd.
2) Kasas, 56,
3) Zümer, 44, Hz. Peygamber'in ve diğer bütün varlıkların ancak Allah'ın izniyle şefaat edebilecekleri ve kendi güçleriyle böyle bir şeyi yapmalarının mümkün olmadığına dair âyetlere bakınız. Ama tasavvufçular Allah, âyet, peygamber ve din ölçüsü tanımadıkları için ağızlarına geleni söylüyorlar.
İsterseniz tasavvuf meşhurlarından biraz daha keramet nakledelim. Belki ibret alan olur.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufçu Kadınların Avretini Seyrediyor

el-İbriz sahibi anlatıyor:
"Bir gece hanımlarımdan biriyle başbaşa kaldım. Onunla oynaşırken utanç (varet) yerine baktım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra şeyh hazretlerini ziyarete gittiğimde, huzurunda birçok ilim adamları bulunuyordu. Onlara dönerek sordu: Ey din alimleri! Kadının utanç yerine bakmak hakkında ne dersiniz? Ben hemen cevap verdim:
- Efendim, dedim. Bu konuda alimlerin dediğini ben de aynen söylerim. Halbuki şeyh hazretleriyle aramızda iki merhale (iki günlük yol) gibi uzun bir mesafe bulunuyordu. Bunun üzerine sordu: Peki sen hiç bakar mısın? Hayır dedim. Meğer ki unutmuş olayım.
- Evet, falan geceye kadar öyle. Ama o gece? buyurunca utandım, yaptığımı hatırladım..." el-İbriz, 1/78, tercüme, Celal Yıldırım. Demir Kitabevi, Temmuz 1979, İstanbul. (Çeviren)

Tasavvufçu Karı-Kocanın Cimaını Seyrediyor

Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu. O boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bir müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer hanımın artık uyuduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra şeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak ta olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:
- İki karıyı bir odada bir araya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin? Beni kasdettiğini anladım.
- Efendim, bunu nasıl bildiniz? dedim.
- Ya dördüncü boş yatakta kim yattı? (kendini kastediyor) diyo sordu. Bunun üzerine dedim ki:
- Ben onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım.
- Hayır, hiçbiri uyumadı. Böyle yapman doğru değlidir. Kaldıki uyanık oldukları zaman..."
el-İbriz, 1/78-79, tercüm Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Temmuz 1979, İstanbul. (Çeviren)

1) İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 2/120, Mevakiu'n-Nucum, 141,
2) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/73,
3) Sevban İbn İbrahim en-Nevbî olup hicri 245 yılında ölmüştür.
4) Kutb'un ruhunun 266 cesedi idare ettiğine dair ed-Dabbağın iddiası ileride gelecektir.
5) Tayfur İbn İsa Ebu Yezid el-Bistami olup hicri 361 yılında ölmüştü.
6) Tasavvufçuların dini budur. İbn Arabi şöyle diyor: "Nübüvvet makamı bir berzahta, rasûlün az üstünde ve velinin altındadır."
7) Bütün bunları el-Münavi'nin el-Kevakibu'd-Dürriyye kitabından adı geçen kişilerin biyografisi veya menkıbeleri bölümlerinde okuyabilirsiniz.
1) es-Sülemi, et-Tabakat, 30, 34, el-Kuşeyri, er-Risale, 8,
2) ed-Debbağ, el-İbriz, 2/12,
3) ed-Debbağ, el-İbriz, 2/14, Allah'ın dininde hiçbir yeri olmıyan, akıl, mantık, hayat kanunları ve gerçeklerle bir ilgisi bulunmıyan, tasavvufçuların keramet dedikleri cahillikler, deccallıklar, küfür ve saçmalıkları menkıbe kitaplarının hemen hepsinde bulmak mümkündür. Dinin kesin ve açık naslarına aykırı, aklı başında hiçbir alimin ve müslümanın tasvip edemiyeceği küfür ve şirk davranışlar, konuşmalar ve anlayışları tasavvufçular bir keramet olarak dervişlere yutturmakta ve afyon gibi insanları uyuşturmaktadır. Dine, edebe, ahlaka, mantığa, akla ve insanlığa aykırı bu saçmalıkları merak edenler yukarıda sayılan menkıbe, keramet, tabakat ve âdâb kitaplarına bakabilirler. (Çeviren)
1) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, el-Curcani, Tarifat kitaplarında "Kutup" maddesine bakınız.
2) el-Kaşani, Keşfu'l-Vucuhi'l-Ğur, 2/103, İbn el-Farid kadim kutup ve kutupların kutbu olduğunu iddia etmiştir. Şöyle diyor:
"Melekler benimle dönmüştür. Her şeyi ihata eden kutbuna hayran kal. Kutup bir noktanın merkezidir. Benden önce halifesi olduğum kutup yoktur. Evtadın kutupluğu Ebdal'dan sonradır."
1) Cevahiru'l-Maani, 81 vd.
2) Cevahiru'l-Maani, 2/79,
3) Cevahiru'l-Maani, 63,
4) Kutupluk masalı hakkında el-Hedyu'n-Nebevi dergisinde uzun bir makale yazdım.
5) Bidatlara karşı mücadele ettiği bilinen İbn el-Hâc'ın bu masala inanması ve "Göğün ufkunda feleğin dönmesi gibi Allah onu dünyanın dört bucağında dönderir" demesi hiç de ilmi ve mücadelesiyle bağdaşmamaktadır. Bkz. Muhammed İbn el-Hıdr eş-Şenkîtî, Muşteha el-Hârif, 328. Kendisinden yarar umulan ve aklı başında sanılan insanları tasavvuf bu şekilde öldürmekte ve saptırmaktadır.
1) Cevahiru'l-Maani, 93. Ayrıca Gümüşhanevi'nin Camiu'l-Usul kitabına bkz.
2) Tasavvufçular, her tasavvufçunun istediği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi olacağını iddia ediyor. Tarikat sulukunun neticesini müjdelerken onlardan biri tasavvufçulara şu müjdeyi veriyor: "Sen alemin kutbu oldun ve dilediğin gibi elinle idare ediyorsun." Bkz. el-Futuhatu'l-İlahiyye, 1/114, miladi 1913 baskı,
Tasavvufçuların Şii batınî devletinin erkanı ve kurmayları hakkında kendi kitaplarından fazla bilgi için bkz. Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakît ve'l-Cevahir, 2/79-83, İbn Arabi, Futuhatı Mekkiyye, 2/7, 8-52, hakkında bilgi için bkz. Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 89-96, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sûfi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247. (Çeviren)
1) Nefahatu'l-Uns Min Hadarati'l-Kuds, 49-55, Bedir Yayınevi, İstanbul 1971.
1) ..............?..............
1) Bu bölüm için bkz. Abdurrahman Abdulhalik, Age. 229, 245-245. (Çeviren)
1) Sünen sahibinden başkadır. Bu adam Hakim ünvanıyla anılan Muhammed İbn Ali İbn el-Hasan İbn Beşir (veya Bişr) et-Tirmizi'dir. Hicri 320 yıllarına kadar yaşamıştır. Kitabının adı "Hatmu'l-Evliya" şeklinde de geçer.
1) Fususu'l-Hikem, 63, 163, (veya 1/63),
1) Maide, 3,
2) İbn Teymiyye, Risaletu Hakikati Mezhebi'l-İttihadiyyin, 63 vd.
3) Rimahu Hizbi'r-Rahim, 2/5, 15,
4) İbn Teymiyye, Age. 64,
1) İbn Teymiyye, Risaletu Hakikati Mezhebi'l-İttihadiyyin, 64,
2) el-Münavi, el-Kevakibu'd-Durriyye, 246. "Yine bkz. A. Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 2/66, terc. Tahsin Yazıcı. (Çeviren)"
3) Cevahiru'l-Maani, 2/63,
4) el-Münavi, el-Kevakibu'd-Durriyye, 246,
1) Dede Korkut Kitabı, Nşr., Muharrem Ergin, Ankara 1964, s.1.
1) Tasavvufçuların bu masalını daha önce sözünü ettiğimiz ve Mısır'a gelip tasavvufçularla beraber olan İngiliz oryantalist Edward Lane kaydetmiştir. Şöyle anlatıyor: "Kabe damının birinci kutbun merkezi olduğuna inanılır. Halkın el-Mutevelli dedikleri ve Kahire'nin kapısında bulunan Zuveyla babını da başka bir merkez olarak tercih ediyordu. Çünkü halk Mutevelli kapısının bu meçhul kişinin merkezi olduğuna inanır. Hiç kilitlenmiyen büyük kapının iki kanadı arkasında küçük bir boşluk vardır. Oranın kutbun yeri olduğu söylenir. Başağrısı olanlar büyünün çözülmesi için kapıya bir çivi çakarlar. Aynı şekilde dişleri sızlayanlar söktükleri bir dişi getirip kapının yarıklarından biri içine yerleştirirler.
Mısır'da kutbun bu derecede meşhur olmıyan başka merkezleri de vardır. Bir tanesi es-Seyyid el-Bedevi'nin kabri, diğeri de el-Mahalle kentindedir.
Kutbun Mekke4den Kahire'ye yahut başka bir yere anında intikal ettiğine inanılır. Halktan çok kişinin Hızır'la karıştırdığı İlyas'ı devrinin kutbu olduğuna inanır. Ondan sonra gelen kutupları da onun görevlendirdiğini kabul ederler. Çünkü ölmediğini ve hayat pınarından içtiğini, bazı velileri birtakım güç işlerle görevlendirdiğini söylerler. Bunlara jandarma çavuşları adı verilir." Edward Lane, el-Mısrıyyun el-Muhdesûn, 163. Bu adam ondokuzuncu asırda Mısır'a gelmiş, tasavvufçuların arasına girmiş, intisap ederek biat etmiş, müslüman bir isim almış, işi bittikten sonra bu saçmalıkları da sadece tasavvufçulara değil, bütün Mısırlılar'a mal ederek teşhir etmiştir. Tasavvufçuların Mısır halkı ve İslâm için ne cinayetler işlediğini görüyorsunuz değil mi?
1) Divanın ortasında uluorta öyle mi?! Divanın gûya bu yüceliğine rağmen bakınız ed-Debbağ onun için neler söylüyor:
- Falan oğlu filan kuluma, sırrı hilafeti ihsan eyledim. Var müjde eyle, emriyle Hz. Seyyidi'l-Enbiya'ya gelir:
- Ya Rasûlallah, ümmetinden filan oğlu filana, Allahu Teâlâ sırrı hilafeti ihsan buyurdu. Ne emriniz olur? der. Fahri âlem (s.a.v.) efendimiz hazretleri, Hızır aleyhisselama bir yeşil hil'at vererek:
- Var, imdi bu hil'ati o zata bindir ve kendisini alıp buraya getir, diye emir buyurur.
Hızır aleyhisselam hilatı alarak o zata götürü ve:
- Rasûlullah (s.a.v.) size selam etti. Bu hil'atı gönderdi. Tarafı ilahiden size sırrı hilafet ihsan olunduğunu müjdesiyle geldim. Buyurun sizi bekliyorlar, der.
O zatı vâlâ-kadir (NA'AM-evet) diyerek hiç beklemeden Rasûlullah'ın huzuruna varır ve görür ki bir yüce divan kurulmuştur. Kalem yazmaya, dil anlatmaya kadir olamaz. Hace-i kainat Hz. Fahri alem (...) efendimiz türlü mücevherler ve kıymetli taşlarla bezenmiş bir yüce kürsü üzerinde oturmaktadırlar. Sağlarında ve sollarında bütün enbiyayı izam ve resûli kiram, ciharı yari güzin (dört halife) ve bütün ashabı kiram (...), bütün pirler, kutuplar ve ehlullah her biri mertebelerine göre gayet süslü birer kürsü üzerinde oturmaktadırlar.
O anda Rasûlullah efendimiz huzuruna getirilen zatı şerifi bizzat karşılarına alıp teveccüh buyururlar. Bu teveccühlerinde bütün fiillerini, sözlerini ve amellerini, yani sîreti seniyyelerinin tamamını ihsan buyururlar ve kendi hallerini bütün bütün bildirirler. Daha sonra, o zata mücevherlerle süslü yeşil bir hil'atı şerif giydirerek mübarek başlarına yine mücevherli bir tacı şerif koyarlar ve üzerine bir de mücevherli sorguç takıp buyururlar ki:
"Ne biçim divan?! Divanı kuran ve oluşturan bütün veliler benim içimdedir. Divan ancak içimde kurulur. Bana göre yer ve gökler çölde güzel bir kadın gibidir." el-İbriz, 2/8,
2) Kur'ân'ın dili Arapça için zındıkların kurdukları tuzaklara bakınız. Guya evliya meclisinde Kur'ân'ın dili değil, gayri müslimlerin dili konuşulmaktadır.
3) Yani üçyüz altmış altı yıl çeken sene sayısınca. Bu durumda hergün bir vücudu olmaktadır. Yüce Allah'ın "O hergün bir durumdadır" (Rahman 29) tavsifine nazire olarak sanki Allah'la yarışmaktadır. (!)
4) Haksız yere cana kıyarlar. Buna rağmen alemin kaderinde tasarruf eden büyük kutuplar olurlar.! Halbuki yüce Allah "Kim bir can karşılığı yahut yer yüzünde fesat olmadan bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Maide, 32) buyurmaktadır.
Sırası gelmişken, isterseniz sırr-ı hilafetin ne olduğunu ve nasıl verildiğini de Miftahu'l-Kulub kitabından dinliyelim:

Sırr-ı Hilafet Nedir?

Sırr-ı hilafet, her asırda bir zatı şerife Allah'u Teâlâ'nın ihsanı olan bir husustur ki, Hz. Seyyidi'l-Enbiya ve senedi'l-evliya ve'l-etkiya (...) efendimizin izin ve icazetleriyle bütün ümmeti Muhammed'in terbiyesi hususu kendisine Allah'u Tâlâ'nın ihsanı olur. Bu vech ile memurdurlar.
Böyle bir zatı şerife sırr-ı hilafet ihsan olunacağı zaman, Cenab-ı Vacibu'l-Vücud Teâlâ ve Tekaddes tarafından Hızır aleyhisselama işaretle:
- Cenabı Kadiri kayyum tarafı ilahisinden sana sırrı hilafeti ihsan buyurdular. Bizim dahi halifemizsin. Bütün ümmetimin terbiyesi, uhdene verilmiş ve havale edilmiştir.
Daha sonra eline terbiye aletlerinden bir cendere, bir kamçı, ayaktan ve boyundan bağlamak için birer kemend ihsan buyurur. Bunlar birer tabirdirler. Bunları dünya aletleriyle kıyaslamamalıdır. Bu aletlerle terbiye edilmeleri gerekenler, batıda olsalar doğudan yetişip aynı anda icra buyurabilirler.
O zatı vâlâ -kadir için o büyük meclisde hazırlanmış bulunan makam sırrı hilafet olan irşad postudur ki ona oturması emrolunur ve sonra serveri enbiya ve sertacı evliya (...) hazretleri el kaldırarak bir yüce dua ederler ve hazır bulunanlar âmin diyerek ellerini yüzlerine sürüp fatiha buyururlar.
Duadan sonra o zatı şerifin hilafet müddetince irşad edeceği zevattan, zamanında ne kadarı geçecekse ehlullah, inabe alacak dervişleri bu yüce mecliste Rasûlullah'ın huzuruna çağrılarak emir ve icazetleriyle o zatın ellerini öperler ve kendisine biat ederler.
Bu da tamamlandıktan sonra o zatı şerife:
- Var ümmetimi dilediğin gibi terbiye ederek hakka ulaştır, diye izin ve ruhsat verilir. Bu suretle Rasûlullah'ın icazetiyle hücrelerine gelir ve otururlar. Kendilerine ısmarlanan memuriyetlerinin icrasıyla meşgul olurlar.
Kendisine ihsan olunan terbiye aletlerinden cendere tabir edileni o zatı şerifin batınında bir alet olup zahir cenderesi gibi değildir. Belki Allah'ın ihsanı olan sırrı hilafetin gerektirdiği bir keyfiyettir. Terbiye edilmesi gereken kimse doğuda veya batıda olsa, sırrı hilafet nuru ile kendisinden ziyade haline vakıf olur ve o anda o kimsenin bâtınan el ve ayaklarını bağlayıp bir yere götürür. Yani tesbih böceği gibi tortop edip cenderenin içine koyar. Ağzını sıkıca bağlar ve bu hal ile sıkar. Bunu, zahirde görmek mümkün değildir. İçerisinin yağı erir. Bazısına kamçı ile, bazılarının el ve ayaklarına kemend ile bağ vurur gibi, bazıları da yular gibi boyunlarından ve ağızlarından bağlanırlar. Terbiyeleri neyi gerektiriyorsa öyle yaparlar.
O zatı şerif, zerreye varıncaya kadar her şeyi görür. Kendisi için örtülü, kapalı birşey yoktur. Bir müridi batıda, bir müridi de doğuda bulunsa ve kendileri de ortada bir yerde bulunsalar, müridlerinin ikisine birden emri hak vaki olup son demlerinde İblis bunlara musallat olsa, hilafet nuru ile bu hali görürler ve bunları İblis'in şerrinden kurtarırlar. O zata göre kendisinden gizli birşey yoktur. İster yakın, ister uzak, ister gece ister gündüz olsun, onun için birdir. Her kişinin haline vakıftır. Kişinin kendi halini kendisinden iyi bilirler. Nereye uzansa yetişir, nereye dilerse yakın ve uzak ayak basarlar. Göz açıp kapayıncaya kadar nereye dilerse ve neyi görmek isterse görürler. Onun için gizli ve saklı birşey olmaz. Her yerde bulur ve bilirler. Herhangi bir yerde olursa, hazır bulunur ve kusur ve tecellisine göre terbiyesini ederler. Dilerse bir müridini bir bakışta vâsıl-ı ilallah eder. Etmediğinin mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Bazıları tez vakitte vasılı ilallah olurlar. Bazıları uzun zamanda vuslat bulurlar. ..........İşte bu hallerle hallenmiş ve sıfatlanmış olan zatı şerif, bulunabildiği taktirde bütün cisimleri altın haline getiren ve Kibriti Ahmer adı verilen olağanüstü kuvveti haiz cisim nevindendir. .........İşte bu vasıfları nefsinde toplayan zatı şerifi salik ve talip bulduğu ve bildiği zaman hiç düşünmeden mübarek ellerinden öpmeli, hizmetlerinde bulunmak için can ve başla gönüllü olmalı, malen ve bedenen güçleri yettiği kadar hizmetinde bulunmayı ganimet ve emirlerini yerine getirebilmeyi nimet saymalı ve her hususta kendisine itaatkar olarak teslimi külli ile teslim olmalıdırlar. el-Hâc Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-............?...........
1) Yüce Allah "Yarın hiçbir nefis ne kazanacağını bilmez" diyor. (Lokman, 34)
2) Yüce Allah kendini kalplerden geçenleri biliyor, diye nitelerken, tasavvufçular kutuplarını bununla ve daha fazlasıyla tavsif etmişlerdir. Haklarında hükmünüzü artık siz veriniz.
3) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/2-9, özet olarak kendi ifadesiyle, hicri 1292 baskı.
4) Hıristiyan bir oryantalist tasavvufçuları bu bunaklık ve ahmaklıkla niteliyerek şöyle diyor: "Velilerin gizli bir hükümeti vardır. Alemin düzeninin bu hükümete bağlı olduğunu söylüyorlar. Bu hükümetin en büyük başına kutup derler. O da zamanının en büyük tasavvufçusudur. Yüksek şura meclisinin yaptığı toplantılarda başkanlığı bu kutup yapıyor. Bu meclis (divan) üyelerini zaman ve mekan engelleri toplantıya katılmaktan alıkoyamıyor. Bir anda dünyanın dört bucağından gelir. Dağlar, ovalar, denizler ve sahraları göz açıp kapayıncaya kadar aşar gelirler. Kutbun altında değişik evliya dereceleri vardır. el-Hucvîrî yukarıdan aşağıya doğru şöyle sıralamıştır: Ahyar: 300, Ebdal: 40, Ebrar: 7, Evtad: 4, Nukeba: 3. Bütün bunlar birbirlerini tanırlar. Hepsinin rızası olmadan biri bir iş yapmaz. Evtad'ın işi her gece yer yüzünün etrafını dolaşmak, gözlerinden kaçan bir taraf olursa, ertesi gün orada bir eksiklik alameti belirir, durumu kutba bildirirler, o da o şüpheli yere bakar ve kutup sayesinde orası kurtulur." Nicholson, es-Sufiyye fi'l-İslâm, 119, tercüme, Nureddin Şerîbe,
"İsterseniz bu masalı ve tasavvuf ülkesinin hiyerarşisini Miftahu'l-Kulûb kitabının müellifi el-Hâc Mehmed Nuri Şemseddin en-Nakşibendi'den dinlemeğe devam edelim:

Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam, Kutbu'l-Ûla Ve Diğer Kutuplar İle Ehlullahın Mevkileri, Mertebeleri Ve Dereceleri

Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti celilesi, her asırda bir zatı vâlâkadirin uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktaba mülazimdir, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz.
Kutbu'l-Ûlâ tabir olunan zatı şerif de diğer kutapların evveli demektir.
Kutbu'l-Aktab, Gavzu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ula tabir olunan bu üç zat, halk arasında ÜÇLER olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan başka YEDİLER ve KIRKLAR tabir olunan zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın ihsanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir.
Bunların her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutaplar da hali halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Aktab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemiyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehlullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her neki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin oynamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vücud bulur.
Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'da bulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirler. Onlara göre uzak veya yakın müsavîdir.
Bunlardan başka YÜZLER, ÜÇYÜZLER, YEDİYÜZLER ve BİNLER de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.
Ayrıca ÜÇBİNLER, YEDİBİNLER, ONBİNLER de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayete göre 124.000 (yüzyirmi dört bin) veliyyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez. .............(Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder). Bkz. el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 47-48, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul 1976. Tasavvuf ülkesinin bu esrarengiz kurmaylarının rütbeleri, özellikleri ve sayıları hakkında fazla bilgi için ayrıca bakınız. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul), 41-51, tercüme Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İstanbul 1977, Hâce Muhammed Pârsâ, Tevhide Giriş (Faslu'l-Hitab li Vasli'l-Ahbab tercümesi), 409-417, 568-594, Tercüme; Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul, No. 45. (Çeviren)
1) Müminun, 44, 89,
1) İşin tuhaf yanı, şeyhlerin en çirkin şeyler üzerinde bile üşüşürken başkalarını zühde çağırmaları veya öğütlemeleridir. Amaçları da her şeyin sadece ve sadece kendilerinin olmasını sağlamaktır. Acaba .............?............
2) .............?...........
1) Geniş bilgi için bakınız. Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 108-123. Bugün de müslüman gençliği tarikat kapılarında ......?....... etmekle acaba emperyalizme hizmet etmiyorlar mı? (Çeviren)
1) Enfal, 1,
2) Talak, 2-5,
1) Araf, 35,
2) Araf, 96,
3) Ali İmran, 76,
4) ........?..........
5) .........?.........
1) Ağnostizm, keşf vasıtasıyla rabbani sırları idrak etmek demektir. Miladi dördüncü asırda yaşamış bir grup düşünür ona bu manayı vermişlerdir. Bunların kimi yahudi, kimi hıristiyan, kimi de putperesttir. İnançlarının en önemli ilkesi, ilahi zat ile madde arasındaki ikiliği aşma ve bir dizi aracılar vasıtasıyla bu ikisi arasındaki mesafeyi geçme çabalarıdır. Onlara göre madde asıldır ve insan tabiatının kendisi sebebiyle alçaldığı sebeptir. Bununla beraber insan kurtuluş (zühd) yolu ile ilahi zata ve ilk kaynağa dönebilir. Bkz. Dr. Bedevi, et-Turasu'l-Yunani, 7,
2) Goldziher, müslümanların üstün değerlere bakışlarının değişmesinde tasavvufi zühdün etkisinden söz ederek şöyle der: "İslâmî hayatın üstün değerine bakış değişti. Artık sünni mezheplerin kararlaştırdığıyla çelişen bir bakış açısından ona bakıldı. Bu şekilde tasavvufçular nüfuzları etkisinde kalan kitleleri etkilemişlerdir. Müslüman kahramanların askeri karakterine halkın sempatisi ve takdiri azaldı. Halbuki ilk müslüman şehitler ancak o askeri karakter taşıyan zümrenin fertleriydiler. Ama tasavvufçuların etkisiyle insanlar bu karakterden yüz çevirdiler ve yüzlerini solgun zahidlerin resimlerine, bir deri bir kemik olmuş abidlerin cisimlerine ve manastırlara kapanan rahiplere çevirdiler. İslâm'ın ilk dönemlerinde örnek alınan kahramanlar artık ister istemez yeni kahramanlık kimliğine bürünmeleri gerekiyor. Yani bunlar kılıçlarından soyutlanmış ve yün cübbe giydirilmişlerdir. Bkz. Golzhire, el-Akide ve'ş-Şeria, 154.
1) Ebu Hamza el-Bağdadi şöyle diyor: "Tasavvufun gerçeği hakkında riya yapılan ve aldanan şeylerden biri şu ifadeleridir: Gerçek sofunun alameti zenginlikten sonra fakirleşmesi, izzatten sonra zelil olması ve şöhretten sonra gizlenmesidir. Yalancı sofunun alameti de fakirlikten sonra zenginleşmesi, zilletten sonra izzetli olması ve gizlilikten sonra meşhur olmasıdır. Bkz. İbn Acibe, Şerhu'l-Hikem, 4. Bu çevrenizdeki tasavvuf meşhurları için de uygulayabilirsiniz.
2) Üstad et-Tabiî şöyle diyor: "Bir tarikat şeyhi tanıyorum. Şerif Caddesi'ndeki barlardan birini kendisine karargâh olarak seçmiş, herhangi bir konuda kendisiyle görüşmek istedikleri zaman müridleri ve mensupları bara gelerek görüşürler. Onları barda karşılar, ağzından içki kokuları yayıldığı ve ellerinden içkiler damladığı bir halde elini uzatır, onlar da öperler. Meze artıkları sakalı, kolları ve göğsü üzerinde kendini gösterir. Şeyh barda oturan arkadaşlarına döner ve bir fıkra çatlatır. Müridler ve mensuplar da bu gülmeye katılırlar." Bakınız. el-Ahram Gazatesi, 2/11/1955. Bu anlatılanlar belki bazılarına tuhaf gelebilir veya kendilerinin böyle olmadıklarını düşünebilirler. Ama yakın veya uzak muhitimizde bu nitelikte tarikat çevrelerinin veya şeyhlerinin bulunmadığını da herhalde söyleyemeyiz. (Çeviren)
1) "Tasavvufçuların Zikri"ne kadar olan bu kısım Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakkı ve'l-Halk, 108-134 kitabından alınmıştır. (Çeviren)
2) Suyuti el-Ehadisu'l-Mevzûa zeylinde zikretmiştir. Senedinde muhaddislerin uydurmacı dedikleri kişiler vardır.
3) el-Heysemi el-Mecma'da zikretmiştir. Senedinde Süleyman eş-Şazkûlî bulunmaktadır ki metruk kişilerdendir.
4) Bu hadisleri el-Iraki İhya tahrikinde zayıfa çıkarmıştır. Zikrettiğimiz diğer hadislerin de aynı şekilde olduğunu belirtmiştir.
1) Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'l-İslâmî, 135-140, özet olarak.
1-2-3-4) el-İhya kitabı hamisinde Avarifu'l-Maarif, 2/144, 136, 154, 151,
1) İhya kitabının hamisinde Avarifu'l-Maarif, 2/153, buna benzer nakille için yine bkz. 2/140, 136, 138, 156, İbn elCevzi, Telbisu İblis, 198-201,
1) Şezeratu'z-Zeheb, 4/13,
2) Ali İmran, 200,
3) İhya kitabının hamisinde Avarifu'l-Maarif, 2/55,
1) Hac, 78,
2) İhya kitabı hamişinde Avarifu'l-Maarif, 2/56. Hafız İbn Hacer Tesdidu'l-Kavs kitabında şöyle der: Dillerde dolaşan bir hadis olarak geçen bu söz, gerçekte İbrahim İbn Able'nin sözüdür." el-Iraki de el-Beyhaki Cabir'den zayıf bir senedle rivayet etmiştir, demektedir.
3) Nisa, 95,
4) Tevbe, 19-22. Cihadın farziyetini ve ameller arasındaki üstünlüğünü anlatan sayısız âyet ve hadisler bulunmaktadır. Bkz. İbn Teymiyye, el-Furkan Beyne Evliyai'r-Rahman ve Evliyai'ş-Şeytan, kitabı,
1) İhya kitabı hamişinde Avarifu'l-Maarif, 1/268,
1) Dr. Ömer Ferruh, et-Tasavvuf fi'l-İslâm, kitabı,
1) Dr. Zeki Mübarek, Age.
2) İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 14-15, Muhammed Ebu Zehra, İbn Teymiyye .........?.........
1) İhyau Ulumi'd-Din, 3/21,
2) İhya kitabının hamişinde Avarifu'l- ..........?..........
3) ..........?...........
4) ...........?.........
1) Ğaşiye, 17-20,
2) Taha, 10,
1) Bakara, 18,
1) İbn el-Cevzi, Saydu'l-Hâtır, 1/144-146, Tahkik, Ali Tantavi-Naci Tantavi, Daru'l-Fikr baskısı,
1) Muhammed el-Fadıl İbn Âşûr, et-Tefsir ve Ricaluh, 142,
2) İhya kitabının hamişinde Avarifu'l-Maarif, 2/196,
3) İhyau Ulumi'd-Din, 3/87,
4) Ebu Talib el-Mekki, Kûtu'l-Kulûb, 3/130,
5) İhya kitabı hamişinde Avarifu'l-Maarif, 2/167,
6) Age. aynı yer,
1) es-Suhreverdi, Avarifu'l-Maarif, 2/167'de zikretmiştir ki meyhanecinin şahidi bozacıdır, gibi bir şey! Esna'l-Metalib sahibi bunun senedinde Davud İbn el-Cerrah'ın bulunduğunu ve bütün hafızların onu zayıf ve tutarsız saydıklarını kaydeder.
2) eş-Şevkani senedinde yalancı el-Belvi'nin bulunduğunu ez-Zeyl'de kaydedildiğini söyler.
3) el-Makasıd sahibi bunun İhyau Ulumi'd-Din kitabında yer aldığını yahut birinci kısmın el-Kuzaî ve ed-Deylemi tarafından zayıf bir isnadla zikredildiğini belirtir.
4) İbn el-Cevzi, Telbisu İblis, 332-333. Hayatında yaşlısından gencine kadar on'dan fazla kadınla evlenen bir peygamberin bu gibi şeyleri söylemesini akıldan geçirmek bile akılsızlıktır. Ama aklı zaten çöplüğe atan tasavvufçular için bu gibi iftiralar çok görülmez. (Çeviren)
1) et-Tasavvufu'l-İslâmî fi'l-Edeb ve'l-Ahlak, 2/241, es-Saulibi'nin Kitâbât, 20'den naklen,
2) et-Tasavvufu'l-İslâmî fi'l-Edeb ve'l-Ahlak, 229, Nefhu't-Tîb, 2/322'den naklen, Ebu Ali "İnsanlar kabul edip girdikten sonra Allah'ın dini hakkında tartışanların hüccetleri Rableri katında boştur. Onların aleyhine bir gazap ve çetin bir azap vardır." (Şura, 16) âyetine işaret etmektedir.
3) Esna'l-Metalib'de bu rivayetin senedinde Abdullah el-Havarezmi'nin bulunduğu ve hadislerinin münker olduğu, başka bir varyantında ise hadis uydurmakla bilinen Ebu'l-Buhturi el-Kazi'nin bulunduğu kaydedilir.
1) et-Tasavvufu'l-İslâmî fi'l-Edeb ve'l-Ahlak, 2/207-211, özet olarak.
2) Nisa, 1,
3) Nisa, 24,
4) Nur, 32,
5) Rum, 21,
1) Buhari, Nikah, 1, Nesai, Nikah, 4, 10, 16, 38, 39,
2) Bütün varyantlarında hasen bir hadistir.
3) Müslim,
4) Ebu Davud, Nesai,
5) Tasavvufçuların Dünyadan Nefret Etmeleri"nden itibaren buraya kadar (208-226) olan kısım Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 108-134, kitabından kısaltılarak alınmıştır. (Çeviren)
1) Bu iki isim Mısır'da sözkonusu çevrelerin kutsallaştırdığı iki yatırdır. Guya Hz. Ali'nin torunlarından olup Mısır'a gömülmüşlerdir. Mısır'da bunlar var da bizde yok mu? Yılın belirli dönemlerinde düzenlenen anma törenleri ve diğer zamanlarda yapılanlar bundan çok mu farklıdır? Yatırların ruhaniyetinden medet istiyenler, onlardan istiğasede bulunanlar ve mezar taşları karşısında dururken Allah'ın huzurunda duyduğu huşu ve heybetten daha fazla heybet ve korku duyarak titriyenler az mıdır? Falan velinin anma törenlerinde halk oyunları veya halk dansları adı altında yapılanlar bundan çok mu ayrıdır? Guya anılan kişiler o mahut zikirlerini Allah'a bir ibadet ve yakınlık için değil de, insanlara tören düzenlemek ve gösteri yapmak için yapmışlar gibi ibadet ve Allah'a itaat atmosferinden tümüyle uzak bir ortamda düzenlenen anmalar bundan çok mu farklıdır? (Çeviren)
2) Zikir (dans) salonlarında saatlerce debelenen bu insanlar beş vakit namaza sıra geldiği zaman her birini beş dakika içinde apar topar kılar ve Allah'ın huzurundan ayrılırlar. Çünkü tasavvufun dansı günah ve şehvet, namaz ise temizlik ve ibadettir. Bunların dini iyice anlaşılıyor değil mi?
1) Enfal, 35,
2) Ahdi Kadim, Mezmurlar, 641,
3) ed-Dabbağ, el-İbriz, 2/72. Karanlık üstüne karanlıklar gibi tasavvufçular bidat üstüne bidat işlerler. Kutupların melekleri görmesini iddia etme bidatı gibi.
1) Ahmed Abdulmuim el-Hulvanî, Risale, 28 vd., Ahmed İbn Abdurrahman er-Ratbî, Risaletu Minhati'l-Ashab, 86,
2) Age. Aynı yer. Zikir şekilleri değişik olmakla beraber tarikatlarda bu esaslar ortak bir özellik arzetmektedir. Büyük çoğunluğun zikri bu şekildedir.
1) İsra, 110,
2) Araf, 55,
3) Araf, 205,
4) el-Hulvani, Risale, 30,
1) İbn Ataullah el-İskenderi, Miftahu'l-Felah, 23 vd., hicri 1332 baskı,
2) İsra, 110,
3) Araf, 180,
1) Muttefekun aleyh,
2) Müslim,
3) Buhari,
4) Buhari ve Müslim,
Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet edildi: "Bir yolculukta Rasûlullah ile beraberdik. İnsanlar yüksek sesle tekbir getirmeğe başladılar. Rasûlullah onlara şöyle buyurdu: Ey insanlar, yavaş olun, siz sağır veya uzakta olan birine seslenmiyorsunuz. Sizler işiten ve yakında olana sesleniyorsunuz. O sizinle beraberdir." (Müslim).
1) Senedi sahih olup sika olan Ammar'a dışında senedindeki bütün kişiler Buhari'nin Sahih'indeki kişilerdir. (Bu olay Muhammed Fahr Şakfe'nin adı geçen eseri, 163-164'den alınmıştır. (Çeviren)
1) Her tarikatın özel bir virdi vardır. Onu diğer bütün virdlere tercih eder. Hatta Kur'ân-ı Kerîm'e de tercih eder ve Kur'ân yerine onu okur.
Bu sözler size tuhaf geliyorsa, Ticaniler'in tağutunu dinleyiniz: "Hazreti Peygamber'e selatulfatihi sordum. Selatulfatihi bir defa söylemenin altı defa Kur'ân'a denk olduğunu söyledi. Sonra her defasının kainatta meydana gelen bütün tesbihlere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur'ân'ın altı bin defasına denk olduğunu bildirdi." İbn Harazim et-Ticani, Cevahiru'l-Maani, 1/103. Artık söylediklerimizde bir abartmanın olmadığını her halde gördünüz. Tasavvufçuların insanları Kur'ân-ı Kerîm'den nasıl uzaklaştırmak ve alıkoymak için çabaladıklarını görüyorsunuz değil mi?
Selatulfatih, sözleri ve anlamı son derece bozuk kısa bir duadır. Lafızlarını buraya alıyoruz: "Allahumme salli ala seyyidine Muhammed'in elfatih lima uğlika ve'l-hatim lima sebeka, nâsiru'l-hakki bilhak, el-hadi ila sıratike'l-mustakim, ve ala âlihi hakka kadrihi ve mikdarihi'l-azim." Bkz. Ahzab ve Evradu't-Ticani, tah. Muhammed el-Hafız, kitabından naklen, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi, 353,
Manası: "Allah'ım, Hz. Muhammed'e selat olsun. O kapalı olanı açmış, geçmişi sona erdirmiş, hakkı hakla desteklemiş, sıratı müstakime iletmiştir. Kadri ve büyük miktadır kadar âline de salat olsun." Gördüğünüz gibi ne dediği belirsiz ve doğru dürüst bir anlam taşımıyan birtakım tekerlemelerden başka birşey değildir.
Kapatılıp da Rasûlullah'ın açtığı nedir? Önce geçen nedir? Hepsi anlamsız şeyler. Sonra bu iki satırlık tekerleme nasıl Kur'ân'dan üstün olabilir? Bu yalanı çok görmeyiniz. Çünkü bu satırlık tekerlemenin gökten indiğini daha önce iftira etmişlerdir. Rimahu Hizbi'r-Rahim kitabının yazarı el-Futi "Zikreden kişi bunun Allah'ın kelamı olduğuna inanması gerekir" demiştir. (Rimahu Hizbi'r-Rahim, 2/139). ed-Durretu'l-Haride müellifi de bunun Allah'ın kelamı olduğunu iftira etmektedir. Bkz. ed-Durretu'l-Haride, 4/128. Bu şekilde tasavvufçular Allah'a iftira etmekte, Allah'ın kitabını tahrif etmekte ve kendi küfürlerini onun yerine ikame etmeye çalışmaktadır. Diğer tarikatlarda da durum bundan pek iç acıcı değildir. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Abdulhalik, Age. 352-354. (Çeviren)
1) Mesela Gümüşhanevi'nin şu sözlerine bakınız: "Şeriata muhalif olan tarikat, dalalettir, felakettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki kitap ve sünnete uymazsa sapıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir." Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul), 267, Tercüme; Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İst. 1977,
Bu ifadenin hemen üstünde marifeti anlatırken söylediği şu sözlerle şeriattan nasıl ayrıldığı ve onun belirlediği hükümlerden başka nasıl şerî hükümler koyduğunu görünüz: "Ramazan'da oruç tutan bir kimsenin orucu, şeriata göre yemek ve içmekle hükümsüz olur. Tarikata göre gıybet orucu bozar. Hakikatta ise oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesi ile orucu bozulmuş olur" Age. Aynı sayfa. Herşeyden önce tarikata ve hakikata göre oruç olmaz. Nasıl, ne zaman tutulacağını ve nerede bozulacağını şeriat belirlenmiştir. Sofulara ayrı, sofu olmayanlara ayrı bir oruç da İslâm'dan mevcut değildir. Aslına bakılırsa bu sözler dinde teşri yapmak, şeriatın hükümleri dışında hüküm belirlemek değil midir? Şeriatın helal ve haramıyla yetinmeyip kendinden hükümler koymaktan başka nedir? Bunun misallerini bütün tasavvuf kitaplarında görmek mümkündür. Onun için şeriata bağlılık ve onun sınırları yanında durmak gerekir, şeklindeki sözlerine itibar etmek mümkün değildir. Çünkü adamların iki anı ve iki sözü birbirine uymuyor.
Bir sonraki sayfada yeralan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını kim söyliyebilir? "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, marifet de servetin başıdır." Utanmadan bir de bunu Rasûlullah'a nisbet etmektedir. Şeriatı söz, fiil, hal ve servet olarak hangi din ayırmıştır?
Yine şu sözlerine bakınız: "Şeriatın temizliği su ve toprak ile, tarikatın temizliği heva ve hevesi gönülden çıkarmak ile, hakikatin temizliği de kalbte Allah'tan başkasına yer vermemekle yapılır."
Düşünün, müslümanlar su ile abdest almakta ve gusletmektedir. Şeriata göre bu insanlar temiz olmakta ve yüce Allah'ın huzuruna ibadet için çıkmaktadır. Heva ve hevesi gönüllerinden çıkarmadığı ve kalplerinden Allah'tan başka her şeyi atmadığı için İslâm nazarında bunlar temiz değil midirler? Bu hükümlerin dışında hükümler koyan şeriata muhalefet etmiş olmuyor mu? Bu adamların söylediklerine katılmak mümkün müdür? (Çeviren)
1) İnsan iradesinin hayır alanında önünde geniş bir alan vardır. Evlenme isteği, geçimi kazanma, yer yüzünde Allah'ın yarattığı güzel bağlar, bahçeler ve manzaraları doya doya seyretme gibi. Bunları istiyenler için Allah bir yasak koymamış ve suç saymamıştır. Rasûlullah "Dünyadan bana kadınlar ve koku sevdirilmiş, gözünün nuru namazda kılınmıştır" buyurmuyor mu? Sevmek, itici ve zorlayıcı kararlı bir iradeden başka nedir? Bunları istediği için Hz. Muhammed (hâşâ7 müşrik mi olmuştur?
1) Rabiatu'l-Adeviyye miladi 714-801 yılları arasında yaşamış bir kadındır. Basralıdır. Önceleri çalgıcı iken sonra tasavvufçu olmuştur. Allah sevgisine dair şiirler söylemiştir. Onun bu görüşünü veya bidatını daha sonra tasavvuf şairi Yunus Emre şöyle tekrarlıyacaktır:
"Cennet cennet dedikleri - Birkaç köşkle birkaç huri - İstiyene ver onları - Bana seni gerek seni!" Gördüğünüz gibi Yunus Emre Allah'ın müminlere salih amelleri karşılığında vadettiği cenneti ve nimetlerini beğenmiyor veya onları kendisi için yeterli görmüyor. Onun yerine İsrail oğullarının Hz. Musa'ya "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (Bakara, 55) dedikleri gibi Allah'ın zatını görmek istiyor. Halbuki Allah'ı ençok seven ve inanan insanlar arasında ondan en çok korkan peygamberlerin hiçbiri böyle bir istekte veya iddiada bulunmamıştır. İnsanlara örnek ve rehber olarak gönderilen peygamberlerin yolundan sapan veya ondan yüz çeviren insanların Allah'ın gerçek dininden nasıl uzaklaştıklarını görüyoruz. Peygamberlerin hidayetinden yüz çeviren veya sapan kişilerin ne ölçüde Allah yolunda olabileceklerini takdirlerinize bırakıyoruz.
Nitekim Yunus Emre'nin cenneti ve nimetlerini küçümseyen Yunus Emre'nin bu görüşüne karşı karşı küfür olduğunu söylediğini görüyoruz. Şüphesiz bu hüküm, daha önce Rabia'nın söylemiş olduğu sözler için de geçerlidir. Bkz. Ebussud Efendi, Fetvalar, s. 87, mesele 353, İstanbul 1972. Aynı hükmü tasavvuf meşhurlarından M. Zahid Kotku'nun kitabında da görüyoruz. Bkz. Ehli Sünnet Akaidi, S. 137, madde 23, İstanbul 1984.
2) Enbiya, 95,
3) A'raf, 56,
1) Secde, 15-16,
2) Allah'ın rızasının ahirette mükafatı cennet, gazabının cezası da cehennemdir. Cennetini istemiyen bir kişi O'nun rızasını da aramıyor ve istemiyor demektir. Cehenneminden de korkmuyorsa, gazabından korkmuyor demektir. Rızasını arzu etmiyen ve gazabından korkmıyan bir insan sevgi iddiasında ancak yalancı olur.
1) Dr. Bedevi, Şehidetu'l-Işki'l-İlahi (İlahi Aşkın Şehidi), 38. Kitabın adı bile tüyleri ürpertiyor.
2) Tahrim, 11,
1) Tevbe, 111,
2) Maruf el-Kerhi hicri 200 yılında ölmüştür. Şöyle diyordu: "Allah'tan bir isteğin olursa, benimle ona yemin et (Yani Marufel-Kerhi hakkı için şu isteğimi vermezsen.......de)" er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, 9, Tekaddüm Matbaası. Tasavvufçuların daha ne zamandan küfre gittiklerini düşünün!
3) es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 83, Ebu Talip el-Mekki bu olayı guya Rasûlullah'a nisbet etmiştir. Bkz. Kutu'l-Kulub, 3/39, hicri 1351 baskı, Rasûlullah ise bu saçmalıklardan münezzehtir.
1) Abdulaziz ed-Debbağ şöyle diyor: Veli batının sözünü işittiini gibi zahirin sözünü de işitir. "Onun için sofu veli, şeriat nazarında isyankâr olabilir, hakikat nazarında ise Allah'a itaat etmektedir. Büyük veli insanların gözünde isyankar görünebilir, ama o isyan etmemektedir. Sadece ruhu zatını perdelemiş ve onun suretinde görünmüştür. Bir günah işlediği zaman, aslında o günah değildir." el-İbriz, 2/42. Bu şekilde tasavvufçular isyan ve günahlarının da birer itaat ve ibadet olmasını tasdik etmemizi istiyorlar.
1) Bişr İbn el-Hars Ebu Nasr el-Hafi olup hicri 227 yılında ölmüştür.
2) Hinduların eski kutsal kitabı Vedalar'da adlandırıldığı gibi tek kişi olan Brahma'ya nisbettir. Bu din üç tanrılı bir dine inanır. En üstünü Brahman diğeri Vişnu olup hayat tanrısıdır. Üçüncüsü de Şiva olup felaket tanrısıdır. Bu din mensupları din kahinlerinin kutsallığına inanırlar. Çünkü onlara göre bunlar tanrıların yanında kendilerine şefaat etme ve tanrıları etkileme gücüne sahiptirler. Şeyhlerini ve kahinlerini kutsallaştırmayı tasavvufçular bunlardan almışlardır.
3) Buda'ya nisbettir. Peygamber olduğunu iddia eden bir Hindistanlıdır. Millattan önce altıncı asırda doğmuştur. Daha sonra Budizm, Buda'nın insanların günahlarını yüklenmek üzere onları kurtarmak için vücut kazanmış bir ilah olduğuna inanacak kadar değişikliğe uğramıştır. (Hıristiyanların teslis inancını ve Hz. İsa'nın insanların doğuştan getirdikleri günaha kefaret olmak üzere çarmıha gerildiği inancını Budizm'in bu şeklinden aldıklarına inanılmaktadır. Ancak, birisi bu amaçla vücut bulurken, diğeri (güya) canını vermektedir. Bazı araştırmacılar Buda'nın efsanevi bir kişi olup gerçekte mevcut olmadığını ileri sürmektedir. Tasavvufçular İbrahim İbn Edhem'i işte bu Buda şekliyle tasvir etmişlerdir.
4) Zerdüşt'e nisbettir. Farisilerin yalancı peygamberidir. Milattan önce doğmuştur. Avesta isminde onlara bir kitap bırakmıştır. Daha sonra yapılan şerhlerle beraber Zendavesta adını almıştır. Bu din dualist bir insanca sahiptir. Tanrılardan biri hayır tanrısı olup adı Hürmüz, diğeri şer tanrısı olup adı Ehrimen'dir. Zerdüşt hayrın şerre galip geleceğine inanır. Optimist bir düşünce sahibidir. Mani dininde olduğu gibi pesimist (kötümser) değildir.
5) Baha lakabıyla anılan Mirza Hüseyin Ali'ye nisbettir. Dini inançlarına göre Allah zaman zaman peygamberler suretinde görünür ve Mirza Hüseyin Ali ilahi tecessüdün en mükemmel suretidir. Nuh peygamberden Hz. Muhammed'e kadar peygamberlerin vahiylerini aldığı ve kaynaklandığı kaynaktır. Vahdeti vücut ve Hakikati Muhammediyye inancının değişikliğe uğramış bir şekli!
6) Mirza Gulam Ahmed el-Kadiyani'ye nisbettir. Mirza Gulam Ahmed 1908 yılında ölmüştür. Kıyamete yakın geleceği söylenen Hz. İsa veya beklenen Mehdi olduğunu iddia etmiş ve Allah'ın kendisine vahiy indirdiğini söylemiştir. Taraftarları daha sonra ikiye ayrılmışlardır. Bir kolu Ahmediyye, diğer kolu Kadıyaniyye adıyla anılır. Ahmediler Kadıyaniler'den daha az aşırıdır. İkisi de Gulam Ahmed'in Mesih'in kendisi olduğuna inanmıyanları kafir sayar.
1) el-Fikru'l-Yahudi, 246, Derleme Dr. Hermes, Tercüme; Alfred Yoluz,
2) İbn el-Farid'in "Her nefis ancak benim murad ettiğimi istiyebilir" sözleriyle karşılaştırınız.
3) Bakara, 61,
1) Bu sözleri İbn Arabi'nin "Ahirette vaad ile vaid, cennetle cehennem aynıdır" sözleriyle karşılaştırınız.
2) Halâsu'n-Nüfûs fi's-Salavâti ve't-Tukûs, 241, 267,
3) Maide, 73,
1) Adolf Erman, Mısır, 341, Tercüme, Dr. Abdulmunim Bekr,
1) Mekâtîbu Abdilbaha (Abbas İbn Mirza Hüseyin), 220, 265,
1) Hüviyet tasavvufçulara göre ilahî zatın batınıdır. Batın ve zahir vücudunu inniyet ve hüviyetinde kendi vücudunun aynısı yapmasını Allah'tan istemektedir.
2) İbn Arabi, Mecmuatu'l-Ahzab, 15, İstanbul, hicri 1298,
3) Yani zatında insanlık ile uluhiyet arasında olan insan demektir. Batını lahut (ilah), zahiri ise nasut (insan) demektir.
4) Yani Allah'ın hakikati. Çünkü İbn Arabi'ye göre Allah kadim bir insandır.
5) Yani insan suretinde zuhur eden kadim ilahtır. Bütün yaratık türleri bu insandan yayılmıştır. Hala gayb aleminde gelecek olan bütün varlıklar ondan meydana gelmeketdir.
6) İbn Arabi, Age. 14,
Gerçeğin bizzat müşahade edilmesi için İbn Arabi'nin duasını kendi lafızlarıyla aşağıya alıyoruz. "İlahi istehlik külliyeti fi külliyetike ve emidde evveliyyeti bi evveliyyetike hatta eşhede evveliyyeteke fi evveliyyeti ve âhiriyyeteke fi âhiriyyeti ve kabiliyyeteke fi kabiliyyeti ve inniyeteke fi inniyyeti ve hüviyyeteke fi hüviyyeti ve maiyyeteke fi maiyyeti hatta ekûne unvane zalike's-sırrî küllihi bel şeklehu ve suretehu."
Bir de selatının kelimelerini alıyoruz: "Allahumme salli ve sellim ve barik ala't-Tal'ati'z-Zâti'l-mutalsami ve'l-Gaysi'l-mutamtami, lahuti'l-cemali ve nâsuti'l-visali ve tal'ati'l-hakki, hüviyeti insani'l-ezel fi neşri men lem yezel, men ekamte bihi nevâsîte'l-farki ila tarîki'l-hakki. Fe salli Allahumme bihi minhu fihi."
1) Enam, 116,
2) Casiye, 22,
1) Maide, 18,
2) Muhammed, 28,
3) Ali imran, 31,
1) el-Cıbırtî, bugünün mevlidlerini anlatırcasına el-Afifi'nin mevlidinde meydana gelenleri şöyle anlatır: Birçok çadırlar kurulur, halılar serilir ve sandalyelerle dizilir, mutfak ve kahveler düzenlenir. Halkın avamından havassına kadar büyük kalabalıklar toplanır. Köylerden çiftçiler, bar ve pavyon, gazino ve park sahipleri, hokkabazlar, cambazlar, dansözler ve aktörler gelir. Çöl ve bahçeleri doldurur, kabirler ayaklar altında çiğnenir, büyük küçük abdest bozar,livata ve zina yapar, oynayıp dans eder, gece gündüz davul zurna çalarlar. Fakihler ve alimler bunun için gelirler. Emirler, tacirler, ileri gelenler ve halktan insanlar yadırgamadan onlarla beraber bulunur. Hatta bunun Allah'a yakınlık ve ibadet olduğuna inanırlar. Böyle inanmasalardı alimler onlara karşı çıkar, katılmak bir yana, tepki gösterirlerdi. Allah hepimizi hidayete erdirsin. Amin. "Tarihu'l-Cıbırtî, 1/225, hicri 1322 baskı, (Böyle bir yıldönümde Mescidu'l-Hüseyin civarında aynı olayların meydana geldiğine kendim şahit oldum. Mısır'da bulunanlar da şahit olmuştur.) (Çeviren)
1) Bakara, 206,
1) Bu kısım M. Lutfi el-Menfaluti, en-Nezarât, 2/44-45, baskı yeri ve tarihi yok.
1) Yazarın yukarıda verdiği örneğin misalleri pek çoktur. Bir benzerini görmek istiyenler Yusuf en-Nebhani'nin "Şevahidu'l-Hak fi'l-İztiğaseti bi Seyyidi'l-Halk" kitabına bakabilirler. en-Nebhani'nin bu kitabına red ve cevap için Bkz. Mahmud Şukri el-Âlûsî, Gayetu'l-Emânî fi4r-Reddi ala'n-Nebbânî, 1-11. Müellifin iradesine göre yayınevi ve yayıncı ismi tasavvufçuların şerrinden endişe edildiği için belirtilmemiştir.
Türkiye'de yapılanlar bu anlatılanlardan hiç de farklı şeyler değildir. Mesela Mevlana, Şems Tebrizi, Eyüp Sultan, Hacı Bayram, Hacı Bektaş, Veysel Karani ve benzeri yerlere uzak diyarlardan gelen ve ziyaret edenler acaba yukarıda anlatılanlardan farklı şeyler mi yapıyorlar? Hatta Mevlana'ya veya Hacı Bayram'a uğramadan hac ibadetlerinin eksik kalacağına inananlar az mıdır? (Çeviren)
1) Mesela Bahailik Kur'ân, İncil ve Tevrat dahil semavi bütün kitaplara inandığını iddia etmekte ve bunu kitaplarına yazmaktadır. Evrensel İslâm'a ve insani kardeşliğe çağırdığını iddia etmektedir. Buna bakarak Bahailiğin müslüman bir din veya inanç olduğuna mı hükmedelim? Küfür bir akım olduğunu bütün müslümanlar bilmektedir. Yukarıdan beri ............?..............
1) Zümer, 65,
1) Kehf, 110, Bkz. İbn el-Kayyim Tefsiri, 74,
1) el-Fikru'l-Yahudi, 24, 200, 202 vd. Tercüme, Alfred Yeluz.
1) Zümer, 65,
1) Bütün bu pasajlar için bkz. İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, 107 vd. İsterseniz şu ifadelere de bakınız: "Allah latiftir. Lütuf ve letafetinden dolayıdır ki isimlendirilen şeydedir. Aynı şekilde şu şekilde tarif edilen de o şeyin aynısıdır. Ta ki benzerlik ve ıstılah yolu ile isminin kendisine delalet ettiğinden başkası hakkında söylenmesin. Yani gök, yer, kaya, ağaç, hayvan, melek, rızık, yiyecek gibi isimlerle isimlendirilmesin. Çünkü pınar her şeyden biridir ve ondadır. Fususu'l-Hikem, 188, el-Halebi baskısı. Yani Allah'ın bütün bu şeylerin aynısı ve gayrısı olduğunu, bunlardan birini tarif ile bilecek olursan, bu tarifin Allah için de geçerli olduğunu, yani cins ve tür olarak Allah'ın tarifinin aynısı olduğunu söylüyor. İbret alınız!
1) İslâm'ın ahlak çağrısı en yüce ve en mükemmel pozitif ahlaka çağırmakla temayüz eder. insandan sadece kötülüğü işlememeyi istemekle kalmıyor, belki hayrı işlemeyi de istiyor. Mesela bütün haramlardan uzak durmayı emrederken, diğer tarafta geçimi kazanmayı ve cihadı emretmektedir. Üstün olmayı ve çalışıp kazanmayı isterken ruhbanlığı ve hırsızlığı yasaklamaktadır. Bu iki yönünü âyet-i kerîmeler açık bir şekilde ifade etmektedir: "insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız." (Ali İmran, 110) Yine "İyiliği işleyin ki kurtuluşa eresiniz" (Hac, 77) buyurmaktadır. "O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının. Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri olun." (Hac, 30-31) İslâm'ın ahlak çağrısında denge ve hayır, tevhid inancında çok daha açık bir şekildedir. Yüce Allah buyuruyor: "Allah'a ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız." (Nisa, 36) Bir yanı ile Allah'a ibadeti emrederken, diğer yanı ile de ona ortak koşmayı yasaklamaktadır. Görüldüğü gibi İslâm'ın ahlak anlayışında emir ve yasak beraberdir. Bu ahlakta denge esastır.
1) Daha önce de üzerinde durduğumuz bir olay vardır. Bilindiği gibi hicri 492 yılında Kudüs ve Mescid-i Aksa haçlıların eline düşmüş, ama meşhur ve büyük tasavvufçu Gazali4nin belki bundan haberi bile olmamıştır. Kitaplarında bir kelime ile de olsa buna hiç değinmemiştir. Bu işgalden sonra Gazali yaklaşık onüç sene yaşamış ve hicri 505 yılında ölmüştür. Haçlıların çizmeleri altında kirletilen Mescid-i Aksa için birtek gözyaşı döktüğü ve kurtulması için kalemi ve kelamıyla birtek müslümanı teşvik ettiği görülmemiştir. Halbuki bu zor dönemde şairler bu korkunç musibeti şiirlerinde bile dile getirmişlerdir. Bir şair şöyle demiştir:
"Küfür İslâm yurdunda bir put dikti, İslâm bunun için uzun uzun ağladı.
Nice camileri manastır yaptılar ve mihrabına haç diktiler.
Orada domuz kanını koku ve Kur'ân-ı Kerîm'i yakarak buhur yaptılar."
Acaba bu acı mersiyeler ve feryatlar Gazali'nin huzurunu kaçırdı mı? Doğrusu söylenemez. Çünkü o sıralarda kitaplarına kapanmış ve cansızların evliya ile nasıl konuştuklarının felsefesini yapmakla meşguldü. Haçlılara karşı savaşmadan veya başkalarını savaşa teşvik etmeden sahi ve mahiv ile meşguldü.
Aynı şekilde İbn Arabi ve İbn el-Farid de haçlı seferleri zamanında yaşamış iki tasavvuf meşhurudur. Hiçbirinin savaştığı yahut savaşa teşvik ettiği veya müslümanların başına gelen musibetlerden yükselen feryatlara şiirlerinde veya yazılarında yer verdiği vaki değildir. Çünkü bütün mesailerini Allah'ın her şeyin aynısı ve kendisi olduğunu kararlaştırmaya ayırmışlardı. Onun için müslümanlar haçlılarla niçin savaşacaktı? Zira onlar da Allah'ın tecessüd eden zatı ve suretleri değil miydi? Allah'ın düşmanlarına ve emperyalizme karşı tasavvuf meşhurlarının tavrı budur. Acaba bunların uydusu ve çömezi olan diğerleri zalimlere ve emperyalistlere karşı farklı bir şey mi yaptılar.
1) Hz. Peygamber'den cesaret, hamiyet ve cesaret gösterisi için savaşan kişinin durumu sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sözü üstün olması için savaşan Allah yolunda savaşmış olur." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
2) Daha önce olayı nakletmiştik.
3) eş-Şa'rani, et-Tabakat, 1/11, Subayh baskısı,
4) Dr. Ömer Ferruh'un et-Tasavvufu'l-İslâmî kitabına bakınız.
5) Şiirler tabakat kitaplarında ehli sünnet imamlarından çok kişiyi zikretmekte ve beri oldukları birtakım görüşleri onlara nisbet ...................?..............
1) Hümanist ve zengin İngiliz tasavvufçunun yaptığı gibi. Mısır'da fakirlerin tedavi görmeleri için büyük bir bina yapmıştı. İngiliz yüksek komiseri her sene elçilik görevlileriyle beraber kutsal tirit'ten yemek için gidiyordu.
1) Nisa, 48,
2) Tevbe, 102,
1) İbn Arabi, Futuhatı Mekkiyye, 129,
2) Bu kısım Muhammed Fahr Şakfi'nin el-Tasavvuf Beyne'l-Hakkı ve'l-Halk, 217-219 kitabından .............?............
1) Enam, 153,
2) İbn Mace ve İmam Ahmed iyi bir senedle rivayet etmiştir.
3) Şura, 30,
1) Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 217-219,
1) İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 1/92,
1) Mısır'da kabirleri tavaf etmek için hacdan önce ve sonra nasıl akın ettiklerini bir görseniz! Sanki kalubela'da verdikleri söze bağlı olduklarını putlarına bildirmek için geliyorlar. Bir de her türbenin muhafız ve kahinlerinin uydurduğu masalları düşünün. Şu veya bu türbeyi (putu) yedi defa ziyaret edenlerin bir hac sevabı kazanacaklarını iftira ediyorlar. Bunu Tanta'daki el-Bedevi, Desuk'daki ed-Desuki, eş,Şuheda'daki eş,Şibl için iddia ediyorlar. (Konya'da Mevlana, İstanbul'da Eyüp Sultan, Siirt'te Veysel Karani, Hacı Bayram, Hacı Bektaş ve başka makamlar için aynı inançları taşıyan ve bunlar karşısında dilsiz sağır kesilenler az mıdır? (Çeviren)
2) Bunlar dervişlerden bir zümredir. Z ikirden sonra oturur ve o anda kendilerine ilham edilen şeyler olduğunu iddia ederek birtakım şiirlir ve gazeller okurlar. Kutuplarla ilgili olarak şu sözler isöyliyen köyümdeki o yaşlı adamı hâlâ unutamıyorum:
"Bazan bize Arap olarak, bazan Acem olarak gelirler,
Bazan hıristiyan ve zünnar giymiş olarak gelirler,
Bazan da meyhanecinin içkisiyle sarloş olarak gelirler."
3) "Mecmuatu Resail İbn Arabi", içinde Risaletu'l-Fena, 3, 8, Hint baskısı, İbn Acîbe, İkazu'l-Himem Şerhu'l-Hikem, 8,
1-2) Adı geçen eserler, aynı yerler.
3) el-İbriz kitabı şeyh diye adlandırılan kişinin eleştiriden nasıl kaçtığını ve işi nasıl kurnazlığa vurduğunu şöyle anlatır: "Abdulaziz ed-Debbağ'ın meclisine onun veli olduğuna inanmıyan bir adam geliyordu. O adam geldiği zaman kendisini müridleri karşısında rezil etmesinden korkarak ed-Debbağ tasavvufi masallarını anlatmayıp susuyordu. Nihayet "Bu adam gelince bana hiçbir şey sormayın" dedi müridlerine. Öğrencilerinden biri naklederek o adam hazır iken ed-Debbağ'a bir şey sorduklarında, ed-Debbağ'ın birbirlerini tanımıyan yabancılar gibi davrandığını ve sergilediği bilgilerin sanki kendisiyle bir ilgisi yokmuş gibi bir hal aldığını söylüyor. Bakınız, el-İbriz, 2/42. Eleştirenlerin karşısında tasavvufçuların dillerini yutmuş bülbül gibi susmalarının sebebini anladınız mı? Susuyorlar, çünkü dervişlerinin huzurunda hakkın önünde tuş olmaktan korkuyorlar.
1) es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 158,
2) İbn Acibe, İkazu'l-Himem Şerhu'l-Hikem, 7, 8. Bu temelsiz iddiaların çağdaş bir örneği için İslâm dergisinin Nisan 1990 sayısında çıkan "Tasavvuf Hakkında Birkaç Söz" başlıklı yazıdan bazı alıntılar yapalım.
"Ne kusursuz, ne tam, ne harika, ne şahane nizamdır İslâm! İslâm her çağın ve özellikle şu hasta asrın şifası; tüm maddi ve manevi, ferdi ve ictimai dertlerin devası, akılların gıdası, gönüllerin sefası, karanlık gecelerin nurlu sabahı, ölümlü dünyanın âbı hayatıdır." (s.4)
İslâm'ı bu şekilde güzelce sunduktan sonra buna alternatif olarak bir de tasavvufu nasıl sunduğunu görelim: "Fakat, bir de tasavvuf denilen çok sevimli ve çok önemli bir şer'î ilim vardır ki, o olmadan imanın tadını duyarak yaşamak; İslâm'ın özünü, iç yapısını, ruhunu, mahiyetini, inceliklerini, esrarını kavramak, bugünün ve belki her devrin insanı için, hemen hemen imkânsız gibidir." (s.4)
İslâm'ın ötesinde ve ona alternatif olarak tasavvufu sunduktan sonra tasavvufun marifetlerini de sunmayı ihmal etmemektedir: "Tasavvuf deliyi veli yapar, taşkını uslu kılar, taş bağrı ısıtır, yumuşatır, merhametsizi rikkatli, katı kalpliyi gözü yaşlı eder... Tasavvuflu samanlık seyran,daracık yerler âdeta meydan olur, tasavvufla gaflet ve körlük izale edilir, müminin basiret gözü açılır, dünya sevgisiyle harebe haline gelen kalpler Allah aşkıyla mamur olur, manevi zulmetler dağılır, insanın içi dışı pürnûr olur, mümine bir zindan olan şu köhne cihan, gerçek bir gülistan haline gelir. Tasavvuf dinimizin özü (şeriatın diğerütün hükümleri kabuk ve boş -Çeviren-) ve gerçek anlamı, asıl gaye olan insan-ı kâmil (iki kelimenin ilk harflerini büyük yazarak meşhur tasavvuf tağutlarından Abdulkerim el-Cîlî'nin İnsan-ı Kamil kitabına işaret etmektedir. Gerçekte tasvir ettikleri insan-ı kâmil değil, insanı kafirdir -Çeviren-) olmanın yolu ve yöntemidir..."
"O halde sen de bu önemli ve hayati konuya ciddiyetle eğil, bu nurlu ilahi yola gir, iki cihan saadetini bul" (Bu yola girmiyen başta ashap olmak üzere diğer bütün müminler iki cihan saadetinden mahrum kalacakları için kaderlerine ağlasınlar! -Çeviren-). Halil Necatioğlu, İslâm, Nisan 1990, Sayı 80, Sayfa 4-5. (Tasavvuf böyle ise neden şeyhler post kavgasında siyasilerin koltuk kavgalarını aratacak kadar hırslı ve gözü dönmüş oluyorlar?)
1) Yüce Allah bir defasında muhterem bir adamın evinde tasavvufçuların meşhurlarından biriyle beni karşı karşıya getirdi. Bu adam birçok dilleri ve felsefeleri biliyordu. Hererde kolları olan büyük bir zümrenin liderliğini yapıyordu. Çok geçmeden Allah'ın hak âyetleri karşısında teslim olmak ve selef akidesinin en doğru akide olduğunu teslim etmekten başka çıkar yol bulamadı. Ama çok geçmeden gerçekler örtbas edildi. Zaten âdetleri budur. Korkakça kaçı, ya da korkakça yalan!
2) Mümin, 41-44,
1) Zümer, 53,
2) Furkan, 70-71,
3) Nisa, 48,
1) Nûr, 55,
1) Hasan el-Benna'yı şehid ettiren Kral Faruk'a tasavvufçuların nasıl methusena yağdırdıklarını ve Allah'tan istiyecekleri şeyleri ondan nasıl istediklerini daha önce nakletmiştik.
2) .................?.............
1) Muhammed el-Gazali, Rekaizu'l-İman, 120-123, özet,
2) Muhammed el-Gazali, Age. Aynı yer.
1) Nisa, 59,
2) Nisa, 56,
3) el-Hakim benzerini İbni Abbas'tan hasen bir senedle rivayet etmiştir.
4) Ebu Davud ve el-Hakim rivayet etmiş, ez-Zehebi de sahih olduğunu söylemiştir.
1) Bu kısım Muhammed Fahr Şakfe'nin et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 203-206 kitabından alınmıştır. Buradan "Son Söz"e kadar olan kısım da çevirenin notudur.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Tasavvuf dinimizin özü (şeriatın diğerütün hükümleri kabuk ve boş -Çeviren-) ve gerçek anlamı, asıl gaye olan insan-ı kâmil (iki kelimenin ilk harflerini büyük yazarak meşhur tasavvuf tağutlarından Abdulkerim el-Cîlî'nin İnsan-ı Kamil kitabına işaret etmektedir. Gerçekte tasvir ettikleri insan-ı kâmil değil, insanı kafirdir -Çeviren-) olmanın yolu ve yöntemidir..."

akxim Hepsini Okuyamadım ancak İnan bu Kitabı Satın alıp dağıtmak gerekiyor...
 
Üst Ana Sayfa Alt