Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Şubat Ayı, Şehadet Ayıdır!

HuZeYFeN' Çevrimdışı

HuZeYFeN'

Üye
İslam-TR Üyesi
“Allah yolunda öldürülenlere „ölüler“ demeyin. Bilakis onlar diridirler, lakin siz anlayamazsınız!“ (Bakara, 154) Izzettin Kassam... Ömer b. Abdülaziz... Erbilli M. Esad Efendi... Iskilipli Atıf Hoca... Ve niceleri... Her şehid bir adım sayılırdı zafere... Ve küfür hâkim olduğu sürece var oldukça şehidler de var olacaktır. Haktan-hukuktan bahseden, kendilerini barışcı ve islahcı ilan eden sistemler, nedense müslümanlara yapılanları göremiyor veya görmüyorlardı. Ve halkları kıyım makinasının da geçirircesine eziyor, kendi saltanatlarının bekâsını buna bağlıyorlardı. Sömürgeci bu güçler, her zaman haklıydı (!). ´

Onlar neye „Evet“ derse, zaman geçirilmeden iş yerine getirilmeliydi. Zamanın kıskacında insanoğlu işlediklerini itiraf etmek zorundaydı. Bir zamanlar onunla herkesi uyutabiliyorlardı. Demokrasi, ellerinde adeta bir sihirli değnek vazifesi görüyordu. Lakin bugün, insanlık çok iyi bir şekilde anladı ki, demokrasi „Kuvvetlinin isbat için bir dayatmadan başka birşey!“ değildi. Cezayir’de yaşananlar bunu belgeliyordu!..

Evet, Şubat ayı, şehadet ve şehidlerin ayıdır! Gerçi her gün zulüm artıyor, zalime başkaldıranlar öldürülüyor, ama içinde bulunduğumuz bu ay şehidlerimizi anmamız ve onları hatırlamamızı gerekli kılıyordu. Islam düşmanlarına nefretimiz artıyor, azmimiz ve şuurumuzda artış, gönlümüzdeki iman alevleniyordu. Şehidler ölmezdi, onlar diriydiler, fakat bunu insanlar idrak edemezdi!..

“Zalimler, yakında nasıl bir inkılapla yıkılacaklarını göreceklerdir!“ (Şuara, 227)


Merhum Iskilipli Atıf Hoca ve Idam Edilişi...
Hiç bir devir ve dönemde görünmemiş zulüm ve baskılar M. Kemal’in kurduğu Cumhuriyet döneminde olmuştur. Tarihte de Volvodalar vardı, onlar da kendi halklarını kazıklara orurtup öldürüyorlardı. Ama T.C’deki zulüm günümüz zulümleri arasında arşa ulaşmıştır ve görülmemiş bir eşine ender rastlanan bir zulumattır.

Merhum ve şehid Atıf Efendi, idamından bir gün önceki gördüğü rüyayı yanındaki arkadaşına şöyle naklediyor:
„Kâinatın fahrini gördüm. Bana, „Yanımıza gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?“ dedi.
Tahir’ül-Mevlevî kendinden geçmiş gibidir:
-Ne diyorsun?

-Beni idam edecekler, Allah’ın sevgilisine kavuşacağım! Rüyanın sadır olduğuna hiç şüphem yok. Allah Resulü’nün göründüğü rüyaya fesad karışamaz.

-Şu var ki, müddeiy-i umumî’nin üç yıl hapis istediği bir davada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız! Kafam işlemiyor!

-Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!“
Muhakeme bitmişti. Heyet kararları tesbit etmek üzere müzakereye çekiliyor. Bir saat sonra mahkeme heyeti yerini alıyor ve mahkeme reisi elindeki kağıdı zabit katibine uzatıp kararı okutturuyor. Bir sürü laftan sonra birden bire çınlayan cümle: „Babaeski Müftüsü Ali Rıza ile müderrislerinden Iskilipli Atıf’ın idamına!..“

Herkes donup kalmıştı. Atıf Hoca’da hiç bir şaşkınlık alâmeti mevcut değil, gayet sakin ve vecd içinde. Rüyada gördüğü Allah Resulü’nün mucizesi gerçekleşmiştir. Atıf Hoca şu tarihî sesi fısıldıyor: „Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız!“

1926 Şubat’ının 3. Çarşamba gününü 4 Şubat Perşembe’ye bağlayan gece Hoca Efendi, idamlıklara mahsus hücrede. Saat 5 sularında ayak sesleri ile gelenler, „Haydi!“ diyorlar Atıf Hoca’ya: „Hakkındaki hüküm infaz edilecektir!“

Soruyorlar:
-Son sözün nedir?

Son söz olarak Hoca’nın söylediği, bir söz değil, imanın en mukaddes sözü: Şehadet kelimesi!..
Atıf Hoca, hiç debelenmeden ruhunu teslim ediyor. Hoca’nın alnını nurdan bir yazı ışıldatmaktadır: „Şehadet kelimesi!“ Bir rivayete göre Atıf Hoca’nın ölü başına şapka geçirmişlerdir.

Olayı duyan Şakir Efendi isimli bir kitapçı Atıf Hoca’nın evine gelir, „Gazetelerde birşeyler okudum, ama bir mana veremedim!“ der. Atıf Hoca’nın hanımı Zahide Hanım o gece gördüğü rüyayı anlatır:

„Bahçemizde bir çam ağacı var. Hoca onu kızı ile beraber dikmişti. Işte o ağacın dibinde abdest alıyordu. Melahat (kızı) da ona su döküyordu. Abdestini tamamladıktan sonra doğruldu, bana döndü, „Ben artık gidiyorum, sakın ardımdan ağlamayın, bana yedi Yasin okuyun!“ dedi. Ben size yemin ederim ki, Hoca’yı astılar!“

Böyle der demez baygınlık geçirdi.
Işte şehid Atıf Efendi taviz vermedi, boyun eğmedi ve hatta akşamdan hazırlamış olduğu müdafaasını dahi yırtarak savunma yapmadı ve hâkimin „idam hükmünü okurken“ şükretti ve böylece doğrudan doğruya Peygamber’in mucizeliğine şahid oldu.

Evet, Anadolu’da müslümanlara yapılan zulümlerden birisi olan zorla şapka giyme zulmünde ilk akla gelen isim Şehid Atıf Efendi’dir. O rahmetle anılırken, kendisine bu haksızlığı reva görenler ise tarih sayfasında lanetlenmeye kıyamet gününe kadar devam edilecektir! Kendisi beden itibarıyla aramızda olmasa bile şehadeti ve bıraktığı eserleri ile daima aramızda yaşamakta ve yaşayacaktır!

Hasan el-Benna:

Hasan el-Benna, Mısır’ın Şimşir köyünde dünyaya geldi. Oradan Mahmudiye’ye taşındılar. Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Ilkokulu orada bitirdi. Ardından öğretmen okulundan mezun oldu ve öğretmenlik yapmaya başladı. Öğretmenliği sevmesine rağmen, bilgisini daha da genişletmek için Kahire’ye giderek üniversiteye girdi. Bu sırada Mısır, Ingiliz işgali altındaydı. Hasan el-Benna buradaki tahsili esnasında bir çok şeylere şahid oldu. Kahire’de hıristiyan misyonerlerin neler yaptıklarını, ülkesinin insanlarını nasıl dinden uzaklaştırdıklarını, parayla, malla nasıl aldattıklarını gördü. Ingilizler büyük bir sömürge ağı kurmuşlardı. Halkı son haddine kadar sömürüyor, fakir bırakıyorlardı.

Bu arada kendi kurdukları kukla hükümetlerden de azami derece de faydalanıyorlardı. Ümmetin içler ürpertici bu halini gören Hasan el-Benna, bir müslüman olarak, üzerindeki sorumluluk gereği boş durmaması gerektiğini anlamıştı. Halkı uyandırmak, gerçek ve kendi benliklerine dönmelerini sağlamak ve dinlerini rahat bir şekilde yaşamaları gerektiğini söylemek ve onları bilgilendirmek gerekiyordu. Onlara tek kurtuluş yolunun Islam olduğunu anlatmalıydı.

Ama halk nasıl uyandırılacaktı? Bu çok mühim ve zor bir meseleydi. Basının halkı nasıl etkilediğini anlayarak, arkadaşları ile beraber “El-Fetih”i çıkardılar. Burada, misyonerlerin faaliyetlerini gözler önüne serdiler. Bu yayın etkisini gösterdi.

Üstad zamanının tamamını, halkı aydınlatmada ve bilgilendirmede harcıyor, halkın gözünü açmaya çalışıyordu. Onlara Islam dininin inceliklerini ve güzelliklerini anlatıyordu. Sömürgeciler halka, müslüman olmalarının gerektirdiği sorumlulukları unutturmuşlardı. Hasan el-Benna, müslümanların zihninde bu sorumluluk duygusunu oluşturmak için ta kahvelere kadar bizzat giderek konuşmalarda bulunuyordu.

Daha sonraları arkadaşlarıyla bir cami ve yurt yapmayı, sonra da Islam davasını yayacak bir cemaat kurmayı kararlaştırdılar.
Kurulan yeni cematın adı “Ihvan’ül-Müslimîn” yani “Müslüman Kardeşler” oldu. Bu cemaat, önce Mısır’a daha sonra da diğer Islam ülkelerine yayıldı. Hasan el-Benna’nın liderliğinde, Ihvan’ın etkisi günden güne artıyor, üyelerinin sayısı süratle çoğalıyordu. Kur’an ve Sünnet çizgisini esas kabul eden bu cemaatın bütün fertleri imkânlar nisbetinde Islamî bir eğitim görüyorlardı.

Fakat bütün engellemeler, baskı ve oyunlar, ilkesi “Gayemiz Allah, önderimiz Peygamber, yolumuz Kur’an’dır!” diyen insanları durduramadı.

Hasan el-Benna’yı hapsetmeye ise cesaret edemediler. Onun silahına ve arabasına el koydular. Teşkilat mensuplarını yanından uzaklaştırdılar. Koruyucusu hariç hiç bir kimsenin yanına gelmesine müsaade etmediler. Evini de sıkı bir şekilde gözaltına aldılar. Ancak bütün bu tedbirler korkularının kalkmasına yetmedi. Onlar Hasan el-Benna’nın nefes almasından bile korkuyorlardı. Sonunda onu bir suikastla öldürmeye karar verdiler. Davet üzere bir konuşmaya giderken, kurşunlandı. Imam yere düştü.

Sürekli kan kaybediyordu. Derhal hastaneye kaldırdılar. Fakat hükümet, Imam’ın yanına Ihvan’dan kimseyi yaklaştırmadığı gibi yaralarının sarılmasını ve kanının durdurulmasını yasakladı. Bir süre sonra çaresizlikler içinde kıvranan Ihvanlar’ın gözyaşları arasında Imam ebedî yolculuğa çıktı. Böylece, şehidler kervanına şanlı bir süvari daha katıldı. Allah katında gerçek dirilere bir kişi daha eklendi. O saadet yurdunda ebediyyen yaşamayı tercih edip şehadete koştu.

Şehid Imam’ın cesedi bile tağutlara korkulu anlar yaşattı. Yapılacak nümayişten korkarak cenaze namazının açıktan kılınmasına izin vermediler. Idareciler, Imam’ı, davasının ölmesi için öldürmüşlerdi. Fakat Imam’ın şehid edilmesiyle dava yeni boyutlar kazandı. Mısır’da başlayan bu uyanış hareketi, Imam’ın şehadetiyle daha da derin bir önem kazanarak, tüm dünyadaki mü’minler için bir ümit şulesi oldu.

„Biz ölümün tehlikelerle dolu bir hayattan ebedî nimet ve saadetlerle dolu gerçek bir hayata geçiş köprüsü olduğunu biliyoruz. O halde ölümden nasıl korkarız?“


Kemalistlerin Şeyh Esad Efendi’ye ZulmüKemalistlerin Şeyh Esad Efendi’ye Zulmü

M. Kemal’in ve kemalistlerin yaptıkları zulmün haddi hesabı yoktur. Kemalist diktatörlükle birlikte başlayan zorba ve istibdat devri ile birlikte zulüm bütün Islam beldelerine yayılmış, oluk oluk müslüman kanı akıtılmıştır. M. Kemal ve çetesi tarafından katledilenlerden birisi de Şeyh Esad Efendi’dir. Bu muhterem zat kemalistler tarafından şehid edilmiştir. M. Kemal’i takip eden kemalistler de tarihte yaptıkları zulümlere pişman olmamışlar ve yeniden bu zulümleri hortlatmak istemektedirler. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun dindar müslümanlara karşı savaşlarının devam edeceğini açıklamasının akabinden de Top. Üstteğmen’in Kubilay’ı anma gününde „...

Kellelerini kopartacağız!“ şeklinde pervasız bir şekilde kan emiciliklerini ortaya koyması, vaziyetin ne durumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Menemen vakasını bahane eden M. Kemal ve kemalistler başlatmış oldukları müslüman kıyımını devam ettirmişlerdir. Gayeleri müslüman âlimleri yok etmek, halkı cahil bırakmak ve korku salmaktır. Kemalistler tarafından katledilen büyük âlim Şeyh Esad Efendi’nin hayatına bir baktığımızda neden idam edilmiş olduğunu da anlarız.

„Şeyh Esad Efendi, Musul civarında bulunan Erbil kazasındandır. Tahsilini bilahare Nakşi şeyhi Taha Hariri’ye intisapla bu zattan icazet almıştır.

Daha sonra Şeyh Abdulmecid Refkâni adlı zattan da Kadirî icazeti alan Esad Efendi, zahir ve batın ilimlerinde katettiği nice merhaleden sonra 1888‘de Istanbul’a geldi. Meşihat Makamı Esad Efendi’nin aldığı icazetleri tasdik ederek ona, arzusu üzerine Kocamustafapaşa civarındaki Kelami Dergâhı’nı vermiş ve böylece Istanbul’da irşad vazifesine başlayan Esad Efendi, kısa zamanda ilmi ve faziletiyle temayüz ederek bütün Istanbullularca sevilip sayılmıştır.

Şeyh Esad Erbili Efendi, bu irşad vazifesine yıllar boyu devam etmiş, bir ara devrin padişahı Sultan Abdulhamid Han tarafından memleketi olan Erbil’de ikamete memur edilmiş, bilahare 1900 yılında tekrar Istanbul’a dönmiş ve Sultan Reşad devrinde Reis’ül-Meşayih (Şeyhler Heyeti Reisi) seçilmiştir.

Sultan Reşad’dan yakın alaka ve derin hürmet gören Şeyh Esad Efendi, daha sonraki yıllarda Karaca Ahmed Mezarlığı karşısında bulunan Çiçekçi durağındaki mescid ve zaviyeye yerleşmiş, burada bir taraftan da Mektubat, Divan-ı Esad, Kenzül Irfan, Risal-i Esadiye, Risale-i Tevhid gibi eserlerini yazmış ve tamamlamaya bi iznillah muvaffak olmuştur.

'Milli Mücadele yıllarını Çiçekçi’de geçirip Cumhuriyet’in ilanından sonra Erenköy’e yerleşen, daha sonra Erbil’deki mülkünü satarak Erenköy’deki Şevki Paşa köşkünü satın alan Şeyh Esad Erbili Efendi, Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından polis baskısı ve takibi altında bulundurulmuştur.

Böyle kendi halinde adeta inzivaya çekilen ve gelip giden ziyaretçileriyle teması sohbetten öteye geçmeyen Esad Efendi, 1930 yılının yaz aylarında Bursa’ya gidip Çegirge’deki Hakkı Paşa Oteli’nde kalmıştır. O günlerde bu otelin karşısındaki Ada Palas’da da bazı CHP ileri gelenleri vardır. Bunlar: Şükrü Kaya, Mahmut Esad Bozkurt, Vasıf Çınar gibi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın müfrit elemanlarıdır. Bir iddiaya göre Menemen Vakası Şeyh Esad Efendi’nin işte bu Bursa seyahatinde doğmuştur. Şeyh Esad Efendi’ye gelen ziyaretçilerin çokluğu dikkat çekmiş ve onun ortadan kaldırılmasına kemalistler karar vermişlerdir.

Aynı şekilde yapılan araştırmalarda Şeyh Esad Efendi’nin Erenköy’de de sevildiği, halkın hüsn-ü teveccühüne mazhar olduğu gözlenmiş ve bu tür âlimlerin ortadan kaldırılması kemalistler tarafından planlandığı için oyun tatbik sahnesine konulmuştur. Menemen’deki olaydan sonra Şeyh Esad Efendi apar-topar evinden alınarak uzun süre zindanda tutulmuştur. Hücreye kapatılan Erbilli Esad Efendi, ilerlemiş yaşının etkisiyle bu zulme dayanamayarak rahatsızlandı. Daha sonra askerî hastanede yattı. Böylesi bir oyunda kendisine biçilen uydurma rol ile mahkûm edilmesi için bile bekleyemeyenler yemeklerine zehir attılar.

Yemeklere atılan zehir Esad Efendi’nin mevcut olan rahatsızlığını arttırdı. Daha sonra 3-4 Şubat 1931 tarihinde damarlarından yapılan iğne ile hayatına kasdedildi!“

Takva, ilim ve mücadele ile geçen hayatı şehadet ile noktalandı. Allah rahmet etsin! Zulüm ile âbâd olanın sonu berbat olur fehvasınca kemalistlerin sonu da berbat olacaktır! Inşaallah bu zalim kemalistlerin sonu yakındır. Müslümanların dökülen kanlarının damla damla hesabı mutlaka bir gün Allah’ın izni ile sorulacaktır!


Şehid Metin Yüksel:

Metin Yüksel tanınmış büyük Islam âlimi Sadreddin Yüksel Hoca’nın oğludur. Metin Yüksel 17 Temmuz 1958 tarihinde Bitlis’e bağlı Kolongo’da doğdu. Daha genç yaşta 23 Şubat 1979 Cuma günü Cuma namazından çıkarken Fatih Camisi’nin avlusunda şehid edildi. Namaz çıkışında Fatih Camii avlusuna gizlenen caniler tarafından kurşun yağmuruna tutuldu. Kurşunlardan biri ayağına ikincisi ise Metin’in karnına saplanmıştı. Metin yerde iken Kelime-i Şehadet getiriyordu ki, caniler onun yanına yaklaşarak kafasına iki el daha ateş açtılar ve Metin şehadet şerbetini içti.

Metin Yüksel, Islamî şuuru, gayretli çalışması ile daha genç yaşta isminden çok söz ettiren bir şahsiyet olmuştu. Her toplantı ve yürüyüşte onu önlerde görmek mümkündü ki, daha 20 yaşında iken komünistlerle girdiği silahlı çatışmada üç kurşun yarası almıştı.

Metin Yüksel’in cenazesine 50 binden fazla kişi katıldı. 25 Şubat 1979 Pazar günü Fatih Cami’nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Necati Bey Şehidliği’ne defnolundu. Metin Yüksel’in babası Islam âlimi Sadreddin Yüksel Hoca, cenazenin başında şu tarihî konuşmayı yaparak metanetini ortaya koydu:

“Allah bütün müslümanlara kendi nizamı uğrunda şehid düşmeyi nasib etsin!
Aziz müslümanlar!

Şu gayet hazin ve son derece acı merasimde, gerek zamanımızın darlığını ve gerekse içinde bulunduğumuz gayr-i müsait şartları gözönünde bulundurarak, sadece iki hususa kısaca temas etmek istiyorum: Birincisi; Dünyadaki bilumum müslümanları ilgilendiren ve Kur’an-ı Azimüşşan’da da yer alan ilahî bir çağrıdır ki, ben sadece onu tekrarlayacağım. Çağri şu: “Ey iman edenler! Düşman bir cemaatle karşılaştığınız zaman sebat gösterin, kaçmayın. Ve Allah’ı çok anın! Belki felaha kavuşursunuz. Allah’ın gönderdiği ve Resulullah’ın tebliğ ettiği emir ve yasaklara itaat edin. Kendi aranızda ihtilafa düşmeyin. Sonra başarısızlığa uğrar, gücünüz yok olup gidecektir. Sabredin; Çünkü Allah yardımı, ile zaferi ile sabredenlerle beraberdir!” (Enfal, 45-46)”


Hama Şehidleri

„Bir inanabilsem Allah’ım!.. Bir inanabilsem!.. Ben de bu mücahidlerden biri miyim acaba?’’

1982 yılı Suriye’deki müslümanların hayatında önemli bir dönüm noktası teşkil eder. O zamana dek kültürel ve bireysel meydan okuma biçiminde görülen rejimle hesaplaşma, 1979 yılında yoğunlaşır ve 2 Şubat 1982’de bir kentte ayaklanmaya dönüştü.

Müslümanlar, ırz ve namuslarını hedef alan, dinî inanışlarını hiçe sayan Hafız Esad rejimine karşı bir mücadele vermeyi kararlaştırdılar. Ancak son 15 yılın tecrübelerine rağmen, kimse Esad’ın adamlarının gaddarlığının soyutlarını iyi hesaplamamıştı. Hama kentinde yükselen meşale bir ay sonra kuşatma sonunda söndürüldüğünde, tarafsız gözlemcilerin tahminleriyle 50000 (elli bin) müslümanın şehid düştüğü görülüyordu.

Rejimin ajanlarının kenti kuşatması sürerken dışarıya hiçbir bilgi sızmaması için yabancı gazetecilerin Şam’ı terketmeleri engellenmiş, rejimin resmî gazetecileri de bir tek satırla bile olaydan bahsetmemiştir. 2 Şubat 1982 günü başlayan katliamdan dünyanın haberi sonra olmuştur.

Hz. Ömer döneminde komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah tarafından Islamlaşmış ve o günden beri birçok Islam âlimi, mücahid ve mücahide yetiştiren, her karış toprağı asırlardan beri şehid vermeye hazırlanıyordu.

Zalim Esad’ın kendisi gibi kâfir olan kardeşi Rıfat Esad’ın emrine verdiği 12000 kişilik ordu, 2 Şubat 1982’de Hama’yı kuşattı. 1980’den beri üçünçü kuşatmaydı bu. Fakat bu kez emir kesindi. Hama başta olmak üzere bütün kuzey sehirlerinin temizlenmesi isteniyordu. Çarpışmaların başladığı ilk günlerde Hama’lı müslümanlar şehri kontrollerine geçirmişti. Fakat düşman çok daha güçlüydü. Havadan helikopterlerle ve MIG uçaklarıyla, karadan tanklarla, top ve roket atışlarıyla binalar yıkılıyor, müslümanlar şehid ediliyordu. Müslümanlar kısıtlı imkânlarıyla Hama’yı ancak üç hafta savunabildiler. Kentin batı mahallelerindeki mücahidlerin liderliğini yürüten Edip Geylani, bir yandan direnişe devam edilmesini söylüyor, bir yandan da ağlayarak Yasin Suresi’ni okuyor ve şöyle diyordu: „Bir inanabilsem! Ben de bu mücahidlerden biri miyim acaba?“

3 Şubat’ı 4 Şubat’a bağlayan gece bir şarapnel parçasıyla ağır yaralanan Ömer Cevvad da arkadaşlarının kucağında şehid oluyordu.
Stayum mahallesinden kurtulanların sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu. Bu katliamlardan kurtulabilen bir yaralı, tedavi için devlet hastanesine kaldırılmıştı. Ameliyata alındığı sırada odaya giren Esad’ın askerlerinden birisi ameliyat bıçağını doktorun elinden alarak yaralının karnını paramparça yapıyordu. Katliam bitmemişti. Sağ kalanlara yapılan zulümler kirletiyor, hatta, hatta hareketin şehid olmuş liderlerinin cesedlerini bulup, onların cesetlerine tecavüz ediyorlardı. O korkunç olaylardan etkilenen 21. ve 47. tugayın askerleri bile Esad’a isyan ediyor, ama bu da müslümanların kıyımına engel olamıyordu.

Bütün bunlar olup müslümanların kanları oluktan boşanırcasına akarken ve cesetlerine tecavüz edilirken, diğer bazı ülkelerdeki müslümanların gündemini, namazdaki iki ayak arasındaki mesafenin kaç parmak olması gerektiği, ellerin göbekten kaç santim yukarıda bağlanması gerektiği... gibi çok önemli (!) konular işgal etmekteydi. Şehir kuşatıldıktan sonra Hama’lı müslümanların başlattığı kıyamın tüm Suriye’ye yayılmış olması bir Islam inkılabını mümkün kılacaktı. Bu durum gerçekleşmeyince de Hama, binlerce şehidiyle birlikte kelimenin tam anlamıyla harabeye çevrildi. Dünya basınında elden geldiğince gizlenmeye çalışılan bu katliam, tarihin kara sayfalarına, fakat kanla, şehid kanlarıyla yazılırken dünya müslümanlarının gönlünde tek bir şeyi çağrıştırır oldu: Şehadet!

Bu aziz şehidlerimizin meşale görevi görmeleri için, aziz hatıralarının ayakta tutulması gerekir.
Tarihçi, araştırmacı ve bilim adamlarımıza düşen odur ki: Şehidlerimizin tarihini titizlikle yazsınlar, gerçekliğini anlatsınlar, fonksiyonlarını tanımlasınlar.

Genç mücahidlerimize düşen odur ki: Aziz şehidlerimizin hayatlarını, mücadelelerini, kişiliklerini, cesaret ve şecaatlerini iyice öğrensinler, örnek edinsinler.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerif’inde, „Şehid „Keşke bir daha dünyaya gelip yeniden şehid olsaydım, sonra dirilsem tekrar şehid olsaydım!“ diye dilekte bulunur!“ buyuruyor.


„Bir müslüman olarak yeryüzünde Allah’ın huzurunda secde etmeyen kalmayıncaya kadar Islam’ın hâkim kılınması yolunda kendimi görevlıi hissetmekteyim!“Yukarıdaki söz 19 Mayıs 1925’te Onaha’da dünyaya gelen Malcolm X, ya da sonradan aldığı ismiyle El-Hac Malik El-Şahbaz’a aittir. Malcolm Islamî hayatı benimsedikten sonraki özellikle uyandırıcı ve dikkat çekici faaliyetlerinden dolayı çok uzun yaşamayacağını sezmişti. Hatta şehadetinden altı ay gibi kısa bir zaman önce zenci muhabir Claude Lawis yakın bir zamanda öldürülebileceğini açıklamıştı.

Malcolm, 21 Şubat 1965 yılında New York’ta verdiği bir konferans sırasında hain ellerce kurşunlandığında 40 yaşını tamamlamaya henüz 87 gün kalmıştı. Fakat bu kısacık 39 yılda, belki de Amerika tarihinde zenci toplum üzerinde en etkin nüfuza sahipti.

Malcolm onbir kardeşten biri olarak bir papazın oğluydu. Altı yaşında iken ırkçılar tarafından babası vahşice katledildi. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen Malcolm, cemiyetin her türlu musibet ve belalarına yem olmuştu. Okulu genç yaşta terk ettikten sonra, sık sık iş değiştirecek Harlem’de viski ve uyuşturucu kaçakçılığı dahi yaptı.

Malcolm’un hayatında ilk ve en büyük değişiklik 1946 yılında hapiste iken olur. Burada Eliah Muhammed’in bağlılarıyla tanışır ve Islam’ı kendisine hayat nizamı olarak seçer. 1952’de henüz 27 yaşında iken hapisten çıkar.

Kısa bir zaman içinde bitmez-tükenmez enerjisiyle, vurucu hitabeti ve isabetli ve keskin fikirleriyle Eliah Muhammed’in yolunda ve yanında önemli bir yer alır. Hitabet kabiliyeti ona birçok sempatizan ve antipatizan kazandırır. Malcolm ABD’de zulüm çeken ve sahipsiz bulunan milyonlarca Afro- Amerikalı’nın umut sesi oluverir. Fakat ABD rejimi statükoyu silkeleyecek potansiyel görmekteydi kendisinde.

Ayrıca Malcolm’un nüfuzu ve popülerliğinin giderek hız kazanması üzerine Eliah Muhammed’in kendisine kıskanmasına sebep olur. Malcolm’un parlaması, Eliah makamını zayıflatmıştı. Malcolm aynı sıralarda Eliah’ın bir takım bayan sekreteriyle olan gayri meşru münasebetinden dolayı birkaç çocuğunun olduğuna vakıf olur. Liderine oldukça bağlı olan Malcolm bu bilgiler karşısında şok olur.

Eliah’la irtibatı kesmesi Malcolm’a daha önemli ve geniş kapsamlı çalışmalara katılmasına vesile olur. Eliah’tan öğrendiği ırkçılık bir Islamî anlayışın tersine bu dönem Malcolm’ın Islam’ı gerçek anlamıyla öğrenmesine imkân tanımış olur. Hayatının bu yeni döneminde Malcolm, Afrika ve Ortadoğu’ya iki kez ziyarette bulunur. Haccı eda ederek gerçek kardeşliği ve Islam’ın evrenselliğini kavrar, kendisinde bir tazelik ve canlılık hisseder.

Malcolm her ne kadar Islam ülkelerinde en yüksek makamlarca kabul görmüşse de hayatının en büyük davasını ihmal etmez.
27 Temmuz 1964’de Kahire’de de Müslüman Gençler teşkilatında konuşan Malcolm davasının asıl teması üzerinde basa basa durur:

„Bir müslüman olarak yeryüzünde Allah’ın huzurunda secde etmeyen tek fert kalmayıncaya kadar Islam’ın hâkim kılınması yolunda kendimi görevli hisetmekteyim. Fakat bununla birlikte, ben bugün Amerika’da her türlü zülüm ve haksızlıklara maruz kalmış 22 milyonluk Afro-Amerikalı’nın bir ferdiyim. Bütün dünyaya milletimin, Amerika devletinin aldatmaca politikası ve münafıklığının altında nasıl cehennemî bir hayat sürdürdüklerini duymaktan alıkoyulmayacağım!“

Şu da bir gerçektir ki, Malcolm’un başka konuşmalarından anlaşılacağı gibi, Malcolm hayatta olmuş olsaydı, 1964’de bağırlarını açan Islam devletleri, bügün onun o ülkelere girişini şüphesiz yasaklayacak olurlardı.
Konuşmasına şöyle devam ediyordu:

„Islam ülkelerinin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde alenen gerçekleştirilen ırkçı emperyalizmi tel’in etmeleri, fakat bununla birlikte Amerika devletinin ırkçı neo-emperyalizmi karşısında sessiz kalmaları yanlıştı. Allah indinde ırkçılık yasaklanmıştır, haramdır. Bu ister Güney Afrika’da alenen yapılandan olsun, ister Amerika’daki münafıkvari ırkçılık türü olsun!

Amerika’da zulüm altında yaşayan 22 milyon Afro-Amerikalı’nın derdi sadece Amerika’da yaşayan müslümanların değil tüm Islam âleminin derdi olmalı!“

Birçok gayr-i müslim diyarlarda Islam azınlıklarının kurtuluşu için mücadele veren Islamî hareket liderleri gibi, Malcolm, Suudi Arabistan, Mısır ve Cezayir gibi ülkelerin oralarda yerleşme tekliflerini kabul etmez. O, yerinin ABD’de baskı altında yaşayan milyonlarca Afro-Amerikalı’nın yanında olduğunu hissetmekteydi. Onun için milleti zulüm altında yaşamaya devam ederken huzur ve refah içinde hayat sürdürmenin bir anlamı yoktu.

Hayatının tehlikede olduğunu anladığında dahi o milletine döndü. Faliyetlerini hızlandırdı. Sürekli koşturuyordu. Zamanın daraldığını sanki anlamıştı. Eliah Muhammed’in yaveri iken onun ırkçı fikirlerini güçlü hitabetiyle açmış olduğu yara ve sakatlıkları bir an evvel düzeltmek için koşturuyordu. Aynı zamanda çile çeken milletine ümid vermesi gerektiğini de biliyordu. Bu nedenle iki teşkilat kurmuştu. Biri New York’ta Müslüman Camii Birliği, diğeri ise Afro-Amerika Birliği Teşkilatı!

Teşkilatları kurduktan sonra ancak birkaç ay daha yaşayabilmişti. 21 Şubat 1965’de suikastçıların kurşunlarına hedef olarak şehid edilmişti. Şehadeti hayatı gibi müthişti.

Şehid edileli aradan 37 sene geçmesine rağmen sadece ABD’de değil dünyanın birçok yerinde özellikle zulüm ve baskı altında gayr-i müslim ülkelerde azınlık olarak yaşayan milyonlarca müslümanın kalbinde adeta bir kurtuluş abidesiymiş gibi yer almıştır.

Bugün sesi elden ele dolaşan teyp kasetlerinde yankılanmaktadır. En önemli ve hassas konuları gayet sarih bir biçimde analiz ederek uzman gibi açıklamaya devam etmektedir.
Kâfirler bir mücahidi öldürdüklerini zannetmişlerdi. Halbuki şehidlerin ölmediklerini onlar bilmiyorlardı.

Siyah Aydınlık:

„Lider, bir kitle heykeltraşıdır. Vazifesi, mermer blokundan heykel yontarcasına, kalabalıkları bir iman ordusuna sönüştürmektir.
Ilk ıslahat kendinde başlar... Islahatçı, değiştirmek istediği toplumdan evvel kendini inşa edendir.
Malcolm X, gerçek bir liderdi. Kırk yıllık bir hayatta en fazla ne yapılabilirse, ondan fazlasını yaptı.

„Iblis“ten „El-Hacc Malik El-Şahbaz“a, serserilikten Amerikalı siyah müslümanların liderliğine... Ve çok daha ötelere: Şehadet! Bataklıklardan şahikalara yükselen bir hayat!..
Islam dünyasının, son yüzyılda yetişen ev iftihar edeceği kahraman evlatlarından biriydi Malcolm.
Ömrü, her dakikası fitili ateşlenmiş bir dinamit gibi geçen bu insan, intifadadan yorulmayan bir yanardağa benziyordu.
Ona „Amerika’yı sarsan adam!“ dediler... Doğruydu. „Dünyanın en öfkeli zencisi!“ dediler... Doğruydu!Malcolm X, boğanın boynuzundan tutan adamdı!

Bir liderin tarihî misyonu, önderlik ettiği kitlenin içinde bulunduğu şartlarla irtibatlıdır. Bu gerçeği gözardı ederek onu „Aşırı olmakla itham edenlere, cevapların en susuturucusuyla cevap vermişti: „Evet, ben aşırıyım, çünkü benim halkım, bu ülkede aşiri derecede kötü durumda!“

Bir yerde zulüm varsa, inlemek de aşırı olmayacaktır, isyan da!Tekmelenenler türkü söylemez! Derilerinin rengi siyah diye horlanan linç edilen, öldürülen, caddelere, kahvelere, okullara sokulmayan, hayvanlardan daha hâkir muammeleye mâruz kalan insanların damarlarına, şuur, öfke, şahsiyet ve iman enjekte ettiği için çağdaş beyaz yamyamların kâbusu olmuştu!

Bir davayı hakiki istikametinden saptırmanın en kalleş ve sinsi yolu, başına sahte liderlerin geçmesidir. Sahtekâr Eliah Muhammed’le saptırılan müslumanlık, „palavracı siyah papaz“ Martin Luther King’le yozlaştırılan zenci halkların hareketi, onun aksiyonuyla suç üstü yakalanmıştı. Şehid Malcolm X... „o, boğanın boynuzundan tutan adamdı!“
Eliah, iğrenç yalanlancı cennetlere „çağırıyordu. King, „pempe bir rüya görüyordu“, Malcolm ise, „Gerçeklerin iki karşı ortasına bakıyordu.“ Şimşekleri üstüne en çok „oyunlar bozanlar“çeker! Suya sabuna dokunmayan muhaliflerin, iktidarın başı üzerinde yeri vardır. „Her şeyin aynı kaldığı“ değişiklik arzuları, kimseyi rahatsız etmez!..

Inanmış bir tek insanın nelere muktedir olabileceğini görmek için onun hayatına bakmak gerekir. „Süper güç olduğu vehmedilen“ bir devlet, bu siyah derili adam karşısında aciz kalmıştı!

Bazı insanlar, bütün insanlık için ölürler; bütün insanlık için yaşadıkları gibi!
Hürriyetin devasa heykelini dikenler, onun her cümlesi bir kıvılcım (hem ışık hem alev) olan hür ve yiğit sesini susturabilmek için, çareyi FBI ajanlarına kurşunlatmakta görmüşlerdi!
Hangi hakikat gizlenmek istendikçe daha çok aşikar olmadı ki?..
Zulüm, kısmak istediği sesi nara yapar! Ve bazı ölüler, yaşayanlardan çok daha yüksek sesle konuşur!..
Malcolm X onlardandı!“
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt