Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Sahih Bir Şekilde Nefis Terbiyesi Nasıl Olmalıdır?

M Çevrimdışı

mübahis

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Esselamu Aleykum we rahmetullahi we berekatuhu.
Sahih bir şekilde ve bidatlara düşmeden nefis terbiyesi nasıl olmalıdır? Kişinin günahları kalbini karartmaya başlamışsa bunun çözümü nedir?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullahi we berakatuh

Oldukça geniş bir konudur. Nefis terbiyesini bidatlere düşmeden tatbiki için Rasulullah (s.a.v.)'in hayatı , sahabe tabiin ve tebe-i tabiin hayatından zuhd ve edeb mevzûları incelenirse görülebilir. İbn Kayyım el Cevziyye'nin Karınca yayınlarından çıkan Nefis Terbiyesi isimli kitabına sizi yönlendiririm. Yine İbn Teymiyye'nin Kalb Amelleri isimli eserini okumanızı isterim.
Şimdi size Nefis Terbiyesi isimli eserden nakil yapıyorum:

***


Nefsin kötülüklerinden Allah’a sığınma

Bu konu, kendisinden sonra gelen bölümler için temel ve asil hükmündedir. Çünkü kalbin öteki hastalıkları ancak nefisten kaynaklanmaktadır. Kalb sağlığına zarar veren bütün unsurlar nefse dökülmekte; sonra oradan beden organlarına yayılmakdadır. Bunların ulaştığı ilk organ ise kalbtir.

Bundan dolayı Allah Rasûlu (s.a.v.) hacet hutbesinde şöyle dua etmişti: “Bütün övgüler Allah’adır. O’ndan yardımını, bizi doğru yola ulaştırmasını ve bizi bağışlamasını niyaz ederiz. Nefislerimizin ve amellerimizin kötülüklerinden de Allah’a sığınırız.”

(Ebû Davud (2118) ve diğer “Sunen” sahibleri)



İmam Ahmed ve Tirmizfnin, Husayn b. Ubeyd’den rivayet ettikleri hadise göre,

Allah Rasûlu (s.a.v.) Husayn’a şöyle demiştir: “Ey Husayn! Kaç ilaha tapıyorsun?”

Husayn: “Altı yeryüzünde, bir de gökte olmak üzere toplam yedi ilaha.” dedi.

Allah Rasûlu (s.a.v.): “Peki, hangisinden korkuyor ve ona ümit bağlıyorsun?” dedi.

Husayn: “Gökte olan.” dedi.

Allah Rasûlu (s.a.v.): “Müslüman ol; hem de sana bazı sözler öğreteyim de Allah seni o sözlerden faydalandırsın.” dedi.

Bunun üzerine Husayn müslüman oldu. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Şöyle de: «Ey Allah’ım!Bana doğru düşünce ve olgunluk ver. Beni nefsimin kötülüğünden koru.”

(Tirmizî (3483)



Allah Rasûlu (s.a.v.) nefsin kötülüklerinden genel olarak sığındığı gibi, nefsin ortaya koyduğu amellerin kötülüğünden ve yine bu amellerden dolayı gelecek hoşnutsuzluk ve cezaların da kötülüğünden Allah’a sığınmıştır. O hem nefsin kötülüğünden, hem de amellerin kötülüğünden kendisini korumasını istemiştir.

Bu iki şekilde yorumlanabilir:

a) Bu tür bir ifade, türün cinsine nisbet edilmesi kabilindendir. Bu durumda bu söz “Bu tür amellerden sana sığınıyorum” anlamına gelir. b) Bundan maksad, “Sahibini tasalandıracak amellerin cezalarından sana sığınıyorum” demektir.

Birinciye göre; nefisten ve amelinden...

İkinciye göre de cezalardan ve cezalara neden olacak davranışlardan sığınmış olmaktadır.

Kötü amel, nefsin kötülükleri kapsamına giriyor. O zaman mana şu ikisinden hangisi olmaktadır: “Beni tasalandıracak cezadan sana sığınıyorum” mu, yoksa “Beni tasalandıracak olan kötü amelden sana sığınıyorum” mu?

Birincisi tercih edilebilir. Çünkü gerçekleşmesinden sonra kötü amelden sığınmak, ancak onun cezasından ve sonucundan sığınmak demektir. Aksi durumda var olan bir şeyin bizzat ortadan kalkması söz konusudur ki, burada mümkün değildir.

Nefis, kalb ile Yaratıcı’sı arasında duvardır

Farklı tarz ve meşreblerine rağmen Allah’a doğru yolculuk eden mutasavvıflar nefsin, kalbin Allah’a ulaşması önünde engel olup, vusûlün ancak nefsin öldürülmesiyle, kötülüğünün önüne geçilmesiyle mümkün olacağı hususunda görüş birliği içindedirler.

Kuşkusuz insanlar iki gruptur:

a) Nefisleri kendilerine baskın gelip, mağlub etmiş, onu denetim ve kontrolüne almış; emirlerine isteyerek ve gönülden boyun eğmiş insanlar.

b) Nefislerini yenmiş, onları kontrol altına almış; nefisleri isteyerek ve gönülden onların emirlerine boyun eğmiş insanlar. İrfan sahibi kimi insanlar da: “Bu yolun başındaki insanların yolculuğu, nefislerini mağlub ederek, kontrol altına aldıklarında biter. Nefsini boyun eğdiren kimse, korktuklarından kurtulmuş, umduklarına kavuşmuştur. Nefsine boyun eğen kişi ise, zarar etmiş, helâk olmuştur.” demişler ve ardından şu ayeti okumuşlardır:

Artık kim azmışsa ve dünya hayatini ahirete tercih etmişse, şubhesiz cehennem (onun için) tek barınaktır. Rabb’inin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için, şubhesiz cennet (onun) yegane barınağıdır.” (Naziat 37 – 41)

Nefis, insani azgınlığa ve dünya hayatını ahirete tercih etmeye davet etmektedir.
Rabb Teâlâ ise, kulunu kendisinden korkmaya ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmaya çağırmaktadır.

Böylece kalb iki davetçinin arasında kalıp, bazen bunun, bazen onun çağnsını kabul etmektedir.
İşte bu, kulun Sınanıp denendiği noktadır.

Nefis mi yoksa nefisler mi?

Allah (c.c.), Kur’ân’da nefsi, ،‘huzura ermiş”, “kötülüğe çağıran” ve “paylayan” (nefs-i mutmaine, nefs-i emâre ve nefs-i levvame) olmak üzere üç vasıfla tanıtır.

Alimler, nefis bir tane ve bunlar da onun özellikleri mi yoksa “huzura ermiş nefis”, “kötülüğe çağıran nefis” ve “paylayan nefis” olmak üzere insanin üç nefsi mi olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir.

Nefsin bir tane olduğu görüşü; fakihlere, kelam âlimlerine, müfessirlere ve tasavvufun sağlam esaslara dayanan ileri gelen alimlerine aittir. İkinci görüş; pek çok mutasavvıf tarafından dile getirilmiştir.

Bunun doğrusu ise şudur: Gerçekte bu iki görüşün taraftarları arasında bir anlaşmazlık ve çekişme yoktur. Zira nefis, zâtı bakımından bir tane; sıfatları bakımından da üç tanedir. Nefsin kendisini esas alırsan, o bir tanedir. Tek tek sıfatlarım esas alırsan, bu çok ve çeşitlidir. Onların “her insanın üç nefsi bulunduğunu, her nefsin de bizzat kendi başına var ve diğerine tanım ve hakikatte eşit olduğunu, kul vefat ettiğinde birbirinden bağımsız olan üç nefsin de vefat ettiğini” söylediklerini sanmıyorum.

Kaldi ki Allah da, nefsi sahibine nisbet ederek, bahsettiği zaman ondan tekil olarak söz eder. Bütün hadislerde de bu şekilde tekil olarak gelmiştir. Hiçbir yerde “nefislerin” ya da “nefisleri” ifadesi yer almaz. Nefisler (bedenlerle) birleştirildiginde” (Tekvir 7) ayetinde geldiği üzere bu çoğul biçim, ancak genelleme söz konusu olduğunda kullanılmıştır. Ya da “Nefislerimiz Allah’ın elindedir.” (Muslim’in, Hadis no: 680 bir kısmı) hadisinde geldiği üzere topluluğa ait nefislerden bahsedildiğinde çoğul olarak gelmiştir. Şayet insanın üç nefsi olsaydı, hiç olmazsa bir tek yerde bile olsa, insana ait nefisten bahsedilirken, çoğul biçimde gelmesi gerekirdi.



ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN NEFSİN ÇEŞİTLERİ

Huzura ermiş nefis (nefs-î mutmaine)


Nefis Allah’la sükûn bulup, rahatladığı, O’nun zikriyle huzur bulduğu, 0 ’na yönelip bağlandığı ve O’na kavuşmayı özlediği zaman huzura kavuşmuş olur.

Bu nefse vefatı anında şöyle denilir: “Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen O’ndan hoşnut, o da senden hoşnut olarak Rabbine dön.” (Fecir, 27-28)

İbn Abbas, "Ey huzura kavuşmuş nefis!” ayetini "Ey doğrulayıp tasdik etmiş nefis!” biçiminde tefsir ediyordu.

Katâde de ondan bahsederken: “Bu, mûmin kişidir.

Onun gönlü, Allah’ın vaadiyle huzur bulmuştur.” der.

Hasan Basrî de: “O, Allah’ın sözleriyle gönlü yatışıp rahata ermiş ve yine O’nun sözlerini doğrulayıp tasdik etmiş nefistir.” demiştir.

Mucahid ise bu ayeti: "O, Allah’ın, kendisinin Rabb’i olduğunu kesin olarak bilmiş, gönülden ve isteyerek O’nun emrine boyun eğmiş ve O’na kavuşacağına kesin olarak inanmış olan Allah’a bağlı nefistir.” şeklinde açıklamıştır.

Huzura kavuşmanın hakikati ise: Sakinleşip, rahatlama ve bir kararda durulmadır. Bu, Rabb’iyle; O’na kullukla ve zikriyle sakinleşip rahatlayan ve karar üzere durulan nefistir. Bu nefis, O’ndan başkasında kendisini rahat hissetmez. O’nu sevmeye, O’na kulluk ve O’nu zikir etmeye; emir ve yasaklarına uymaya gönlü yatmış ve böylece huzur bulmuştur. O’na kavuşacak olmaktan ve vaadinden dolayı mutlu olmuştur, isimlerinin ve sıfatlarının hakikatlerini tasdik etmekten dolayı sakinleşmiş ve rahatlamıştır. Rabb olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak Muhammed’den radı olmuş ve bu kararda durulmuştur. O’nun kader ve kazasına, kuluna yeterli olduğuna gönlü yatmış ve huzur bulmuştur.

Yalnızca O’nun, kendisinin rabbi, ilahi, mabudu, hükûmdarı, işlerinin yürütücüsü, sonunda döneceği yeri olduğuna ve göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre bile olsa O’ndan ayrı kalamayacağına dair inancıyla huzura ermiştir.

Kötülüğe çağıran nefis (nefs-î emmare)

Huzura ermiş nefsin zıddı ise, sahibini, azdıracak şehevî duygulara ve bâtıla tâbi olmak gibi kötülüklere çağıran nefistir. Bu nefis, her türlü kötülüğün yatağı ve kaynağıdır.

Böyle bir nefsin sahibi insan, çağırdığı şeylerde ona boyun eğer ve itaat ederse, onu her çeşit kötülüğün ve çirkinliğin İçine sürer.

Allah, ondan bahsederken, kötülüğe çokça çağırdığından, kötülük onun alışkanlığı ve yaşam biçimi olduğundan ،،emmâre” demiş, ،،âmire” dememiştir. Allah ona acır ve onu kötülüğünden arındırırsa, o zaman sahibini iyiliklere çağırır ve yönlendirir. Bu ise onun merhametinden değil; Allah’ın rahmetindendir. Kuşkusuz bu nefis, kendinden kötülüğe çağırıcıdır. Çünkü asil olarak, cahil ve zalim olarak yaratılmıştır. Adalet ve ilim, Rabbinin ilhamıyla ona sonradan gelen arızî şeylerdir. Allah ona doğru yolunu ilham etmezse, cahillik ve zalimliği üzere kalabilir. Bu hâlinin gereği olan şeylere çağırabilir. Allah’ın mûminlere fazlı ve rahmeti olmasaydı, bir tek mûmin bile bu halden kurtulamazdı.

Allah onun hakkında hayır murad ederse, kendini arındıracağı ve iyi duruma getireceği sebebleri: irade ve tasayvuru ona bahşeder. Eğer onun hakkında böyle bir şeyi murad etmemişse, onu mayası olan cahillik ve zalimlikle baş başa bırakır.

Zalimlik iki nedenden ileri gelir: Cahillik veya zorunluluk. Nefis asil itibariyle cahildir. Zorunluluk da ondan ayrılmaz. Bundan dolayı onun kötülüğe çağırması, Allah’ın rahmeti ve fazlı ona yetişmezse, onun için zorunlu bir hâl- dir.

Buradan kulun, Rabb’ine olan şiddetli ihtiyâcının her türlü ihtiyacın üstünde olduğu anlaşılmaktadır. Bu hiçbir ihtiyaca benzemez ve bu hiçbir ihtiyaç onunla kıyaslanamaz. Allah ondan rahmet ve hidayetini bir an esirgeyecek olsa, zarar eder ve helak olur.

Kendini paylayan nefis (nefs-i levvame)

Paylayan nefse gelince; alimler, bu kelimenin (levvame) hangi kökten türediği konusunda ihtilaf etmişler- dir. istikrarsız ve dönek olmak anlamına gelen ،،televvüm” kökünden mi, yoksa azarlamak, paylamak anlamına gelen “levm” kökünden mi türetilmiştir? ilk örnek müslüman nesil âlimlerinin açıklamaları bu iki anlam üzerinde yoğunlaşıyor.

Said b. Cubeyr şöyle demiştir: “ibn Abbas’a: Nefs-i levvâme nedir? diye sordum. 60 sürekli kendini paylayan nefistir.” dedi.

Mucahid: ،،Kaçırdığı fırsat ve imkânlardan dolayı pişman olan ve kendini azarlayıp kınayan nefistir.” demiştir.

Katâde ise bunu: “Günahkâr nefistir.” diye açıklamıştır.

İkrime de onun İçin: “iyiden ve kötüden dolayı kendini azarlayan nefistir.” demiştir.

Ata da ibn Abbas’tan onun şöyle dediğini aktarır: “Bu, iyi ve kötü sebebiyle kıyamet günü kendini paylayan her nefistir. Daha fazlasını yapmadığı için iyilik sebebiyle kendini kınar. Ayni şekilde vazgeçmediği için de kötülük sebebiyle kendini kınar.” Hasan Basri ise şöyle demiştir: “Vallahi, mûmini her hâlinde kendini ayıplarken görürsün. Yaptığı iyilikleri az ve yetersiz bulur; bundan dolayı pişmanlık duyar ve kendini paylar. Günaha batmış kimse ise, hiçbir şekilde kendini eleştirmeksizin günah işlemeyi sürdürür.” Bunlar, “levvame” kelimesinin azarlamak, paylamak anlamına gelen “levm” kelimesinden türetilmiş olduğunu söyleyen bazı alimlerin bu konudaki açıklamalarıdır. İstikrarsız ve dönek olmak anlamına gelen “televvum” kökünden türetildiğini söyleyenlere gelince; bunun “levm” kelimesinden türetildiği daha açıktır. Şayet bununla “televvum” anlamı kastedilseydi, “nefs-i levvame” değil “nefs-i mutelevvime” denirdi. Fakat “televvum” de “levm” kelimesinin anlam çerçevesi içindedir. Zira bu nefis, istikrarsız ve kararsızlığından dolayı bir şeyi yapar ve sonra yaptığından pişman olup, kendini paylar.



Nefsin hâlleri

Nefis bazen kötülüğe çağırır, bazen kendini paylar ve bazen de huzura kavuşur. Hatta ayni gün ve aynı zaman dilimi içinde bu üç hâli gösterebilir. Bu durumda baskın olan hâle göre değerlendirilir.

Onun huzura ermiş olması, onun için övünç sebebidir.

Kötülüğe çağırması ise, hakkında eleştiri sebebidir.

Kendini paylaması da, kendini payladığı hususa göre, övünç veya eleştiri sebebi olur.



NEFİS MUHASEBESI YÖNTEMIYLE KALB HASTALIĞININ TEDAVİSİ

Kalb hastalığının tedavisi


Maksadımız, kötülüğe çağıran nefis sebebiyle hastala- nan kalbin tekrar sağlığına kavuşturulmasıdır. Bunun ise, iki yöntemi vardır:

٠ Kendini hesaba çekme, ٠ Karşı koyma.

Kalbin helak, nefsin hesaba çekilmemesinden ve kötü arzularında ona uymaktan ileri gelir. imam Ahmed ve başkalarının Şeddâd b. Evs’ten (r.a.) rivayet ettikleri hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur: ،،Akıllı kimse, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası İçin çalışandır. Aciz de, nefsini özlem ve arzularının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.”1


Nefsi hesaba çekme hakkında selef alimlerinin açıklamaları

imam Ahmed, Ömer (r.anh)’in şöyle dediğini nakleder: “Başkası sizi hesaba çekmeden önce kendinizi hesaba çekin. Sizi birileri tartmadan önce siz kendinizi tartın. Sizin bugün kendinizi hesaba çekmeniz, yarın başkasının sizi hesaba çekmesinden daha kolaydır, o gün gerçekleşecek “Büyük Geçit” için süslenin. 0 günde Allah’a arz olunursunuz da sizin hiçbir şeyiniz O’na gizli kalmaz.” Yine imam Ahmed, Hasan Basrî’den şöyle dediğini nakleder: ،‘Mu mini ne zaman görsen, onu “Bunu niçin konuştum? Bunu niçin yedim? Bunu niçin içtim?” diyerek kendini hesaba çekerken görürsün. Günaha batmış insan ise, günahları işleyip durur da kendini hesaba çekmez.”
Katâde de “. . . ve işi gücü aşırılık olan kimse...” ayetini şöyle tefsir etmiştir:
“Kendini zarara sürmüş, aldatmış kimse. Bu kimseyi dünyalık malını koruyup, dinini telef ederken görürsün.” Hasan Basri de şöyle demiştir: “Vicdani onu uyarmaya devam ettiği ve nefsini hesaba çekmeyi sürdürdüğü sürece kul hayır üzeredir.” Meymun b. Mihran da şunu söylemiştir: “iki ortağın birbirini hesaba çekmesinden daha sıkı şekilde kul, nefsini hesaba çekmedikçe muttaki olamaz. Bu yüzden “Nefis çok hain bir ortaktır. Onu denetleyip hesaba çekmezsen, malınla birlikte kayıplara karışır.” demişlerdir.

Yine Meymun şöyle demiştir: “Muttakî kimse, kendini, zalim bir sultandan ve cimri bir ortaktan daha siki hesaba çeker.” İmam Ahmed, Vehb’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Davud ailesinin hikmetleri arasında şunlar da yazılıydı: Şu dört vakitten gafil olmaması, akıllı insana bir sorumluluktur: Rabb’ine dua ve niyazda bulunacağı vakit, kendini hesaba çekeceği vakit, kusur ve hatalarını kendisine haber verecek arkadaş ve dostlarla birlikte olacağı vakit ve dünyânın helal ve temiz nimetlerinden faydalanacağı vakit. Kuşkusuz bu sonuncu vakit, diğer vakitler İçin bir yardımcı ve kalbler için dinlenip kendine gelme zamanıdır.” Bu söz, Ebû Hatim, ibn Hibbân ve başkalarının rivayetlerinde Peygamber’in bir hadisi olarak nakledilir.

Ahnef b. Kays, lambanın yanına gelir, parmağını lambanın alevine tutar ve sonra şöyle derdi: ،،Ey Ahnef’cik!

Falan gün yaptığın şeyin sebebini düşün! Falan gün yaptığın şeyin sebebini düşün!” derdi.

Ömer (r.anh) de bazı valilerine aşağıdaki mektubu göndermiştir: “Zorluk seni hesaba çekmeden önce sen rahatlık zamanında kendini hesaba çek. Çünkü zorluk kendini hesaba çekmeden önce rahatlık zamanında kendini hesaba çeken kimsenin işleri, memnun kalınacak ve gıpta edilecek duruma gelir. Kimin yaşamı ve nefsanî özlem ve arzulan onu nefis muhasebesinden ahkoyarsa, onun akıbeti pişmanlık ve hüsrandır.” Hasan Basrî şöyle demiştir: “Mûmin nefsine sahibdir.

Onu Allah için hesaba çeker. Kıyamet gününün hesabi, dünyada kendilerini hesaba çekenler için kolaydır. O gün hesab, dünyada iken kendilerini hesaba çekmeden yaşayanlara ise, ağır ve zor olacaktır. Mûmin bazen beklenme- dik bir yiyecekle karşılaşır ve hoşuna gider. Şöyle der: “Evet, vallahi seni canim arzuluyor. Seni yemeye ihtiyacım da var. Fakat seni yiyecek değilim. Yazık, çok yazık. Seninle aramızda engel var.” Bazen de bir aşırı davranışta bulunur.

Ardından kendiyle baş başa kalır ve nefsini hesaba çeker. ،،Bunu niçin yaptım? Ne diye yaptım? Yemin ederim ki, bunu bir daha asla yapmayacağım.” der. Kuşkusuz Mûminler, öyle bir topluluktur ki, Kur’ân onları durdurmuş ve helak olmaktan kurtarmıştır. Yine Mûmin, dünyada nefsinin kapanında bir esirdir. Allah’a kavuşuncaya kadar hiçbir şeye karşı güvende olmaz, işittiklerinden, gördüklerinden, konuştuklarından ve yaptıklarından; bütün bunlardan ötürü hesaba çekileceğini bilir.” Malik b. Dinar da şöyle demiştir: ،،Senin şöyle şöyle malların yok mu?” diyerek nefsini hesaba çeken ve sonra isteklerine gem vurarak, onu Allah’ın kitabına mecbur edip, yöneten kimseye Allah merhamet etsin.”



Nefis muhasebesinin nasıl yapılacağına dair bir örnek

Daha önce nefisle sahibini, iki ticari ortağa benzetmiştim.

Öncelikle şirketin faaliyet alam belirlenmeden şirketin kâr etmesi mümkün olmaz. ikinci sırada, yapılan işlerin denetim ve gözetiminin yapılması gelir.

Üçüncü sırada şirket muhasebesi vardır.

Dördüncü sırayı, ihanet ve aldatmanın önüne geçilmesi ahr.

Nefis de böyledir. öncelikle sermaye hükmünde olan yedi organı koruması ondan istenir. Ardından kazanması ve kâr etmesi beklenir. Sermayesi olmayan kişi, nasıl kazanmayı ve kâr etmeyi ümit edebilir?

Söz konusu yedi organ; göz, kulak, ağız, cinsel organ, el ve ayaktır.ı Bunlar kurtuluş ve helak bineğidir. Bu organları önemsemeyip, muhafaza etmeyen helak olmuştur. On- lan koruyup, kollayan da kurtulmuştur. Bunların korunması, her türlü iyiliğin; onlan önemsememe de her türlü kötülüğün esası ve temelidir.

Allah bu konuda şöyle buyurur:

Mûmin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. ” (Nur 30)

،،Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağır- ilk ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra 37)

،،Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra 36)
Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler.” (İsra 53)

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin” (Ahzab, 70)

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarma ne hazırladığına baksın.” (Haşr 18)

Nefisle bu organların korunması hususunda anlaşmaya varıldıktan sonra nefsin denetim ve yönetimi sırayı alır.

Bunda asla gevşeklik ve ihmal gösterilmez. Binan bile bunda gevşeklik ve ihmal gösterecek olsa, mutlaka nefsin ihanet ve aldatmacası ile karşılaşır, ihmali ne kadar büyük olursa, nefsin ihanet ve aldatmacası da o kadar büyük olur.

Nihayet bu ihanetin sonunda bütün sermayesini kaybeder.

Halbuki sermayede bir eksiklik ve zarardan kuşkulandığı an derhal muhasebe yapmalıdır.

İşte o zaman kârda mı yoksa zarar mı ediyor, ona apaçık belli olur. Eğer zarar ettiğini kesin olarak bilirse, ondan, bir ortak ortağından ne isterse onu ister: Şirketin işleyişi ve olanlar hakkında kendisini bilgilendirmesini ister ve gelecek dönem için şirket sermayesinin korunması ve denetimini üstlenir.

Fakat yine de bu hainle olan ortaklık sözleşmesini feshetmeyi veya ortağını değiştirmeyi düşünmez. Çünkü bu ortak kaçınılmazdır. Bundan dolayı onu daha fazla denetler ve hesaba çeker. Onu kendi hâline başıboş bırakmaktan sakınır.



Nefis muhasebesine yardımcı unsurlar


Bugün denetim ve muhasebede ne kadar sıkı davranırsa, yarın, hesablar başkası tarafından denetlendiği zaman o kadar çok rahat edeceğini bilmek, söz konusu denetim ve kontrolü yapması yardımcı olur. Aynı şekilde bugün bu hususta gösterilecek ihmal ve gevşekliğin, yarın hesabın zor ve çetin olmasına yol açacağını bilmek de bu muhasebeye yardımcı unsurlardandır.

Yine bu ticaretin kazancının, firdevs cennetine yerleşmek ve Allah’ın cemalini görmek; zararının da cehennem ateşine girmek ve Allah’ın cemalini görmekten mahrum olmak olduğunu bilmek de bu muhasebeye yardımcı olur.

Bu husus iyi kavrandığında dünya hayatındaki muhasebenin kolaylıkla üstesinden gelinir.

Allah’a ve ahiret gününe inanan kararlı insanın, nefis muhasebesi konusunda umursamaz ve dikkatsiz olmaması ve her tür hareket ve davranışında, düşünce ve eyleminde nefsine sınır koyup, onu zorlaması bir görevdir. Zira ömür nefeslerinden her biri, risksiz son derece pahalı birer mücevherdir. Bu mücevherle, son bulmayan, tükenmeyen saadet ve bolluk içinde ebedî bir yaşam satın alınabilir.

Bu nefesleri zayi etmek veya sahibinin onunla kendi helakine neden olacağı bir tutum içine girmesi, büyük bir zarar ve hüsrandır, insanların en cahili, en aptalı, en akıllısı zindan başkası böyle bir şeyi hoş görüp, ona göz yummaz.

O da aldananların açığa çıktığı kıyamet gününde bu hüsranının farkına varır:
Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun.” (Â1-İ İmrân, 30)

Nefis muhasebesi؛ ikiye ayrılır: 1) Bir işin öncesinde yapılan nefis muhasebesi. 2) Bir işin sonrasında yapılan nefis muhasebesi.

1) Bir işin öncesinde yapılan nefis muhasebesi

Nefis muhasebesinin bu türü, bir İşin niyet ve karar aşamasında yapılır. Bu muhasebe sonunda, yapılmasının, yapılmamasından daha iyi ve tercihe şâyân olduğu iyice anlaşılmadıkça işe teşebbüs edilmez.

Hasan Basrî (rah.a.) şöyle demiştir: “Bir işi yapmaya niyetlendiğinde durup, düşünen ve o iş Allah’ın rıdasına uygunsa yapan; değilse ondan uzak duran insani Allah rahmetiyle sarsın.” Bazıları onun bu sözünü şu şekilde yorumladılar: “Nefis bir işi yapma yönünde eğilim gösterir, kul da onu yap- maya niyetlendiğinde durur ve düşünür: Bu iş onun takatinde olan bir şey midir yoksa yapmaya güç yetiremeyeceği işlerden midir?

Eğer gücünü aşan işlerdense, ona teşebbüs etmez.


Yapabileceği işlerdense, teşebbüs etmeden önce tekrar durur ve düşünür: Kendi açısından, o işi yapmak mı daha iyi, yoksa yapmamak mı?

Eğer yapmamasının kendi hakkında daha iyi olacağını düşünüyorsa, ona teşebbüs etmez.

Eğer yapmasının kendisi için daha iyi olacağını düşünüyorsa, üçüncü kez durur ve düşünür: Bu işi niçin yapmak istiyor? Allah’ın hoşnutluğunu, sevabını kazanmak için mi yoksa makam, itibar ve mal mülk edinmek için mi?

Eğer o işi makam, itibar ve mal mülk edinmek için yapmak istiyorsa, yaptığı takdirde amacına ulaşacak bile olsa, o işe teşebbüs etmez. Nefsi şirke alışıp, davranışlarına Allah’tan başkasının rıdasını gözetmeyi basite almasın diye o İşten uzak durur.

Şayet o işi Allah’ın hoşnutluğunu, sevabım kazanmak için yapmak istiyorsa, bir kez daha durur, düşünür: Bu işte, eğer ihtiyaç olursa, yardımların isteyebileceği yardımcıları var mı? Eğer işin yapısı, yardımcıların bulunmasını gerektiriyor; fakat kendisinin de yardımcısı yoksa, o işi yapmaktan vazgeçer. Nitekim Allah Rasûlu (s.a.v.) de yeterli güç ve yardımcılara sahip olmadığı için İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de cihaddan uzak durmuştur. Eğer yardımcıları varsa, o işe girişsin; o başaracaktır.

Bu özelliklerden mahrum olan insandan başkası başarıyı elinden kaçırmaz. Yoksa bu özelliklerin hepsinin yanı sıra başarıyı yakalayamamak mümkün değildir.

İşte insanın, bir işe teşebbüs etmeden önce nefsini hesaba çekmesi gereken dört makam budur.

Gerçek şu ki, insanın yapmak istediği her iş, onun gücü dahilinde değildir.

Güç yetirilen her işi yapmak da her zaman fayda getirmez.

Fayda getirecek her işi de Allah için yapıyor değildir.



NEFİS MUHASEBESİ


Allah için yaptığı her işte de mutlaka yardımcısı olmayabilir.

Bütün bunları düşünerek kendini hesaba çektiğinde, niyet ettiği işlerden hangilerini yapıp, hangilerinden uzak duracağı açıkça insana belli olur.



2) Bir İşin sonrasında yapılan nefis muhasebesi


Nefis muhasebesinin bu ikinci türü ise, bir iş yapıldıktan sonra gerçekleşir. Bu da üçe ayrılır:

a) Gereğince yerine getirmeyip, eksik ve kusurlu yaptığı kulluk görevlerinden sonra kendini hesaba çekmek.

Allah’ın, kulluk görevlerini yerine getirirken kulları üzerinde altı hakkı vardır. Bunlar:

1) ibadeti yaparken sadece Allah’ın rıdasını gözetmek (İhlâs), 2) Halka o ibadeti yapmalarını Allah için nasihat etmek, 3) O ibadeti Allah Rasûlu’nün (s.a.v.) gösterdiği tarzda yapmak, 4) O ibadet sebebiyle eriştiği lütuf ve insanların farkına varmak, 5) Allah’ın bu lütuf ve iyilikleri karşısında kendini borçlu hissetmek, 6) Bütün bunlardan sonra o ibadeti gereğince yerine getiremeyip, onda eksik ve kusurlu olduğunu kabul etmek.

Bu noktada durur, kendini hesaba çeker: Bu makamların hakkını verdi mi? Yaptığı ibadette bütün bunları gözetti mi?


b) Yapılmaması, yapılmasından daha hayırlı olan her işten ötürü kendini hesaba çekmek.

c) Mubah ya da adet haline gelmiş işlerden ötürü kendini hesaba çekmek. Bu işi niçin yaptı? Onu yaparken Allah’ın rıdasını ve ahiret yurdunu mu istedi? Böyle ise, o kazançlıdır. Şayet böyle değil de onunla dünya hayatının menfaat ve faydaları amaçlamışsa, zarar etmiş; kârı elinden kaçırmıştır.



Nefis muhasebesi yapmamanın zararı


Nefis muhasebesi yapmamanın en büyük zararı; vazifeyi düzenli ve zamanında yapmama, nefis muhasebesini terk etme, serbestlik, işlerde kolaycılığa kaçma ve zamana uymadır. Bu gidişat ise, insani helake götürür. Bu, boş şeylere güvenmekten dolayı aldananların hâlidir: işlerin sonunu ve akıbetini görmezden gelir, her şeyi oluruna bırakır, Allah’ın afvına güvenir. Bundan dolayı da nefis muhasebesi yapmaz, yaptıklarının ne sonuçlar getireceğini düşünmez.

Bu hâl üzere devam ettiği sürece günah işlemek ona basit gelir, günaha alışır ve ondan ayrılmak iyice zor bir hâl alır. Akli başına gelip doğru yolu bulsa, günaha hiç bulaşmamanın, onu terk etmekten ve alışkanlıktan vazgeçmek- ten daha kolay olduğunu mutlaka bilir.
İbn Ebu’d-Dunya şöyle demiştir: ،،Kurayş’ten bir kişinin bana anlattığına göre, Talha b. Ubeydullah’ın oğlu ona şöyle demiştir: İbnu’s-Sımmet’in tevbesi, kalb inceliği ve yumuşaklığı sonunda gerçekleşmiştir. O kişi, kendini çokça hesaba çekerdi. Yine bir gün, altmış yaşlarındayken kendini hesaba çekti. Geçmiş günlerini saydı: Yirmi bir bin altı yüz gün. Ardından korkuyla bağırdı: ،،Eyvah! Yazıklar olsun bana..! Yirmi bir bin günahla Rabb’imin huzuruna gidiyorum. Her gün binlerce günah işleyip durmuşken Rabb’imin huzuruna nasıl çıkarım..?!” Sonra olduğu yerde yığılıp kaldı. Baktılar ki, ölmüş. Bu arada bir munadinin şöyle seslendiği duyuldu: "Ey Firdevs cennetine koşan nefis, ne mutlu sana!”



İbadetin îhlâs ve sünnete uygunluğu konusunda nefsi hesaba çekmek

Bu meselenin özü şudur: Kendini önce farz ibadetlerde hesaba çeker.

Onlarda bir eksiklik ve kusur yaptığını anlarsa, ya kaza etmek veya eksikliklerini gidererek iyileştirmek sûretiyle telafi eder.

Sonra kendini haramlarda hesaba çeker. Bir haram İşlediğini anladığında derhal tevbe, istiğfar ve onu silecek bir iyilik yaparak, üzerindeki günah ve vebali temizlemeye çalışır.

Sonra kendini, nefsin arzularına uyarak boşa geçirdiği zamanlardan hesaba çeker. Hayatında böyle bir zaman varsa, zikirle ve Allah’a yaklaşarak telafi eder.

Sonra kendini, konuştuğu sözler, gittiği yerler, elleriyle yaptıkları ve kulak verip dinlediklerinden hesaba çeker: Bütün onları neden yaptı? Kimin için yaptı? Ve hangi biçimde yaptı? Sonra her bir sözü ve her bir hareketi için iki sicilin tutulduğunu bilir: “Kimin İçin yaptığı” kaydının tutulduğu sicil ile “nasıl yaptığı” kaydının tutulduğu sicil.

Birincisi, amelde ihlâsı sorguluyor. !kincisi ise, amelin sünnete uygunluğunu...

Allah bu konuda şöyle buyurur:
Rabb’in hakki için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.” (Hicr, 92-93)
،،Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz! Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz, onlardan uzak değiliz: (A’raf, 6-7)
“...doğrulardan doğruluklarını sormak.” (Ahzab 8)

Doğrular, doğruluklarından dolayı sorguya çekilecek olduktan sonra, yalancıların hali hakkında ne düşünürsün?!

Mukâtil, bu ayetin yorumunda şöyle demiştir: “Allah doğruları -yani peygamberleri- peygamberlik görevinden dolayı hesaba çekeceğine dair onlardan söz almıştır.”

Mucahid de ayet hakkında şunu söylemiştir: “Peygamberlere, görevlerini yapıp yapmadıkları bizzat sorulacağı gibi, kendilerine peygamber gönderilen halklara da peygamberlerinin, görevlerini yapıp yapmadıkları sorulur.” Doğrusu; bu ayet, her iki sorgulamayı da içermektedir.

Doğrulardan maksat, peygamberler ve davetçilerdir. Peygamberler, peygamberlik görevini yerine getirip getirmediklerinden sorgulanacaklardır. Kendilerine peygamber gönderilmiş davetçiler de peygamberin mesajım başkalarına ulaştırıp ulaştırmadıklarından sorguya çekileceklerdir. Sonra kendilerine peygamberin mesajı ulaşmış herkes bu mesaja nasıl karşılık verdiğinden sorguya çekilecektir. Allah bunu şöyle haber vermektedir: “O gün Allah onlara seslenir:

Peygamberlere ne cevab verdiniz?” der. (Kasas, 65)

Bu iki kelimedir ki, öncekiler ve sonrakiler, bütün her- kes onlardan hesaba çekilir: ٠ Neye tapıyordunuz? ٠ Peygamberlerin mesajına nasıl karşılık verdiniz?

Allah bu iki soruyla, onlara ibadet ettikleri mabudu ve ibadetlerini soracaktır.

Allah şöyle buyurur: Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (Tekasur, 8)

Muhammed b. Cerir bu âyetin tefsirinde şöyle der: Allah Teâlâ bu ayette, bizleri dünyada yararlandığımız nimetlerden, saadet ve bolluk dolu yaşamdan mutlaka sorguya çekeceğini haber veriyor, o gün diyecek ki: Bu nimetlere sahibken neler yaptınız? Onları nasıl ve nereden kazandınız? Nerede tükettiniz? Onlarla neler yaptınız?”
Katade de âyetin yorumunda “Allah her kuldan, emanet olarak verdiği nimeti soracaktır,” demiştir.

Kulun, hakkında sorguya çekileceği nimet iki çeşittir: 1) Helalinden kazanılıp doğru yerde kullanılmış nimet.

Bunun şükrünü yerine getirip getirmediği sorulacaktır. 2) Helalinden kazanılmamış ve doğru yerde kullanılmamış nimet. Bunun da nereden kazanılıp, nerede tüketildiği sorulacaktır.

Madem ki Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (isra, 36) ayetiyle Allah’ın haber verdiği üzere insan kulak, göz ve kalbine varıncaya kadar her şeyden sorguya çekilecektir, bu takdirde ona yakışan, hesap gelip çatmadan önce kendini hesaba çekmektir.

Nefis muhasebesi yapmak farzdır

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksm.” (Haşr, 18) âyeti, nefis muhasebesi yapmanın farz olduğunu göstermektedir. Allah bu âyette “Herkes kıyamet günü için önden gönderdiği amele dikkat etsin, o yaptığı, o gün onu kurtaracak salih amellerden midir yoksa onu azaba mahkum edecek kötü amellerden midir? baksın.” buyuruyor.

Katâde: “Allah ayette kıyamet zamanım o kadar yaklaştırmıştır ki, ondan yarın diye söz etmiştir.” demiştir.

Bu bölümde anlatılmak istenen şudur: Kalbin iyi halli, faziletli olması ancak nefis muhasebesiyle mümkündür.

Kalbin kötü hâlli ve nifak içinde olmasının nedeni de ona gereken ilginin, gerektiği şekil ve zam anda gösterilmeyip, serbest bırakılmasıdır.



NEFİS MUHASEBESİ YAPMANIN FAYDALARI


Nefis muhasebesi yapmanın çeşitli faydaları vardır:

1) Nefsin ayıpları , öğrenmek

Nefis muhasebesinin faydalarından biri, nefsin ayıplarını öğrenmektir. Nefsinin ayıplarını bilemeyen kimsenin, onları gidermesi mümkün değildir. Ayıplarım öğrendiği zaman ise, Allah ona onları çirkin gösterir. imam Ahmed, Ebu’d-Derdâ’nın şöyle dediğini rivayet eder: “insan, Allah’ın himayesinde insanları kötü görünce- ye ve sonra kendine dönüp, kendinden herkesten daha fazla nefret edinceye kadar tam fakih olamaz.” Mutarrif b. Abdullah da şöyle demiştir: “Eğer kendi kusûrlarımı bilmeseydim, insanlardan nefret ederdim.” Yine Mutarrif Arafat’taki duasında şöyle demiştir: "Allah’ım! insanların duasını benden dolayı geri çevirme.” Ebû Bekir b. Abdullah el-Muza şöyle demiştir: “Arafat’taki insanlara baktığımda düşündüm ki, içlerinde ben olmasaydım, hepsinin günahlarını bağışlanacaktı.” Eyyûb es-Sahtîyânî şöyle demiştir: “Salihlerden söz açıldı mı ben bir vadide, onlar başka bir vadidedir.” Sufyân es-Sevri ölmek üzereydi. Ebu’l-Eşheb ve Hammad b. Seleme yanına girdi. Hammad ona: ‘,‘Ey Ebû Abdullah! Korktuklarından emin değil misin? Kendisine karşı ümit beslediğin zata gidiyorsun. O merhametlilerin en merhametlisidir.” dedi. Sufyân: “Ey Ebû Seleme! Benim gibi birinin cehennemden kurtulabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi. Hammad: “Evet, vallahi. Senin için böyle düşünüyorum.” dedi. ibn Zeyd, Muslim b. Saîd el Vâsıtî’nin şöyle dediğini nakleder: “Hammad b. Ca’fer b. Zeyd’in bana anlattığına göre, babası ona şöyle demiştir: ،،Kabil’e bir gaza düzenledik. Sıla b. Eşyem’de orduda bizimle birlikteydi. Gecenin ilk üçte biri geçince ordu mola verdi, insanlar namazlarım kıldılar, o da uzandı. Ne yapacak diye onu izlemeye başladım. İnsanların uykunun etkisiyle kendilerinden geçtikleri, “el ayak çekildi” dediğim bir vakitte yattığı yerden doğruldu. Yakınımızdaki sık ağaçlı ormana girdi. Ben de arkasından ormana girdim. Orada abdest aldi, sonra namaz kılmaya başladı. Bu sırada bir aslan ona doğru yaklaştı. Ben de bir ağaca tırmandım ve “Acaba ondan korkacak mi yoksa onu bir köpek yavrusu mu sanacak?” diye izlemeye başladım. Secde ettiği zaman “Şimdi onu parçalayacak!” dedim. Secdesinden doğruldu, selam verdi. Ardından aslana: “Git, rızkını başka yerde ara!” diye seslendi. Aslan kükreyerek kaçıp gitti. Aslanın sesiyle dağlar parçalanacak sandım. Aslan uzaklaşınca, o da tekrar namazına geri döndü. Bu şekilde sabaha kadar namaz kıldı. Sabah olunca oturdu. Daha önce duymadığım övgü sözleriyle Allah’a hamd etti. Sonra “Allah’ım! Her ne kadar benim gibi birinin cenneti isteme cesareti yoksa da beni cehennem ateşinden kurtarmanı istiyorum.” diye dua etti. Sonra sanki bütün geceyi uykuyla geçirmiş gibi kalktı. Ben ise geceyi, Allah biliyor, korkuyla geçirdim.” Yunus b. Ubeyd de: “Ben yüz tane fazilet biliyorum ki, bunlardan bir tanesi bile ben de yoktur.” demiştir.

Muhammed b. Vasi ise: ،،Günahların rüzgârı olsaydı, yeryüzünde hiç kimse oturamazdı.” demiştir. ibn Ebu’d-Dunya da Halid b. Eyyûb’un şöyle dediğini nakleder: “İsrail oğulları toplumunda, altmış yıldır sinagogunda ibadet eden bir haham vardı. Bir gece bir rüya gördü. Rüyasında ona: “Falan el-iskâfî senden daha hayırlı.” denildi. Bu rüyayı peş peşe birkaç gece gördü. Bunun üzerine o adama geldi ve nasıl ibadet ettiğini sordu.
Adam: “Ben bana gelen herkesin cennetlik, kendimin ise cehennemlik olduğumu düşünürüm.” dedi. Adam hahamı kendinden üstün gördüğü için ondan üstündü.”
Davud et-Tâî bazı yöneticilerin yanında anıldı. Ondan övgüyle söz ettiler. Davud bunu duyunca: “insanlar bizim halimizi bilselerdi, asla bizi iyilikle anmazlardı.” diye karşılık verdi.

Ebû Hafs da şöyle demiştir: “Her zaman kendini töhmet altında tutmayan, nefsine her hâlinde muhalefet etmeyen ve diğer zamanlarında da ona hoşlanmadığı şeyleri yaptırmayan kimse aldanmıştır. Kim de herhangi bir şey sebebiyle nefsini güzel görürse, helak olmuştur.” Zira nefis, insani helak olmasına yol açacak şeylere çağırır. Ona karşı düşmanlarının tarafında yer alır. Her yakışıksız ve fenanın özlemini çeker, onu hırsla ister. Her kötülüğün ardınca gider. Muhalefet meydanında at koşturur.

Ona köle olmaktan kurtulmak ise, tehlike ve riski olmayan bir nimettir. Kuşkusuz nefis, kul ile Rabb’i arasındaki en büyük duvar ve engeldir. Ona karşı en çetin ve sıkı olanlar, nefretle dolu olanlar, onu en iyi tanıyanlardır.
İbn Ebû Hatem, tefsirinde şöyle demiştir: “Bize Ali b. Huseyin anlattı ve dedi ki: Bize el-Makdisî anlattı ve dedi ki: Bize Âmir b. Salih, babasından, o da Ömer (r.anh)’in oğlu Abdullah’tan aktararak anlattı. Abdullah dedi ki: “Ömer b. Hattab: “Allah’ım! Zulmümü ve nankörlüğümü bağışla” diye dua etti. Onun bu şekilde‘dua ettiğini duyan birisi: “Ey Mûminlerin Başkanı! Zulmünüzün bağışlanmasını istemenizi anlıyorum. Fakat nankörlükten bağışlanmayı istemek niye?” dedi. Ömer (r.anh) adama: “Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim, 34) karşılığını verdi.

Yine ibn Ebû Hâtim şöyle demiştir: ،،Bize Yunus b. Hubeyb anlattı ve dedi ki: Bize Ebû Davud, Salt b. Dinar’dan aktararak anlattı.
Salt dedi ki: “Bize Bakiye b. Sahban el-Henâî anlattı ve dedi ki:
“Aişe’ye Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.” (Fatır 32) ayetinin tefsirini sordum.
“Ey çocuğum!” dedi, “Onlar cennettedirler. Hayırlarda öne geçmek için yarışanlar, Allah Rasûlu’nun (s.a.v.) döneminde yaşayıp da Peygamber (a.s.)’in haklarında cennetlik diye tanıklıkta bulunduğu insanlardır. Ortada olanlar, Allah Rasûlü’ne (s.a.v.) kavuşuncaya kadar onun çizgisi üzere yaşayan ashabıdır. Kendisine zulmedenler ise, senin benim gibi insanlardır.” O bu sözüyle kendisini bizimle aynı kefeye koyuyordu.”

İmam Ahmed şöyle demiştir:
،،“Bize Haccac anlattı ve dedi ki: Bize Şureyk, Âsım’dan, o da Ebû Vail’den, o da Mesrûk’tan aktararak anlattı. Mesrûk dedi ki: “Abdurrahman, Ummu Seleme’nin evine gitti, Ummu Seleme ona: “Peygamber (a.s.)’i şöyle derken dinledim, dedi: “Ashabımdan bazı kişiler, ben öldükten sonra artık bir daha beni ebediyen göremez.” Bunu duyan Abdurrahman Ummu Seleme’nin yanından korkmuş bir halde ayrıldı.
Sonra tekrar geri döndü. Ona: “Allah aşkına söyle: Ben onlardan biri miyim?!” diye sordu, Ummu Seleme: “Hayır, sen onlardan değilsin. Fakat ben de artık senden sonra kimseyi temize çıkarmayacağım.” dedi.’’(imam Ahmed, “Müsned”, 6/298)
Ben de hocamızı (Yani Şeyhu’l İslam ibn Teymiye’yi) şöyle derken dinledim: “Ummu Seleme’nin “...artık senden sonra kimseyi temize çıkarmayacağım...” sözünün anlamı “Bir daha bu konuyu kimseye açmayacağım” demektir. Yoksa o bu sözüyle ،،Ashab içinde sadece sen bundan mustesnasın” demek istememiştir.”

2) Allah ona nefsini çirkin gösterir

Nefsi kıyasıya eleştirmek, Sıddîklerin özelliklerindendir.

Kul, nefsini kıyasıya eleştirerek, ibadetlerle yaklaşamayacağı kadar Allah’a bir anda yaklaşır. İbn Ebu’d-Dunya, Malik b. Dinâr’ın şöyle dediğini nakleder: ،،İsrail oğullarından bir topluluk bir bayram gününde sinagoglarında toplandı. Bir genç geldi ve sinagogun kapısında dikildi. ،،Benim gibi birisi sizinle birlikte olamaz. Benim şöyle günahlarım var, böyle hatalarım var.” dedi. Bu şekilde nefsini eleştirdi. Bunun üzerine Allah onların peygamberine “O falan kişi, sıddîktır.” diye vahyetti. İmam Ahmed şöyle demiştir: “Bize Muhammed b. Hasan b. Enes anlattı ve dedi ki: Bize Munzir, Vehb’den naklederek anlattı ki, Vehb şöyle demiştir: “Dervişin biri evine kapanarak Allah’a yetmiş yıl ibadet etti. Sonra dışarı, insanların içine çıktı ve kendi yaptığı ibadetleri az buldu. Durumunu Allah’a şikayet ederek, günahını itiraf etti. Bu Sırada Allah’tan bir melek gelerek: “Senin bu meclisin, geçen ömrün boyunca yaptığın ibadetlerinden daha sevimli ve hoştur.” dedi.”

Yine imam Ahmed şöyle anlatmıştır: “Bize Abdussamed anlattı, dedi ki: Bize Ebû Hilal anlattı, dedi ki: Bize Katade anlattı: İsa (a.s.) şöyle konuştu: “Bana istediğinizi sorabilirsiniz. Zira ben yumuşak kalbli ve kendi gözünde bayağı biriyim.”
Yine imam Ahmed, Abdullah b. Rebah el-Ensâri’den şöyle nakletmiştir: Abdullah şöyle dedi: “Davud (a.s.) en sıradan ve bayağı insan topluluğunu araştırıyor, onlara katılıp, birlikte oturuyordu. Sonra şöyle diyordu: “Ey Rabb’im! Ben iki zavallının arasına oturmuş zavallının biriyim.” Yine o, İmran b. Musa el-Kasîr’den şöyle nakleder: “İmran dedi ki: “Musa “Ey Rabb’im!” dedi. “Seni nerede arayayım?” Allah: “Beni gönlü kırıkların yanında ara. Zira ben her gün onlara bir kulaç yaklaşırım. Eğer böyle olmasa onlar dağılıp perişan olurlar.” buyurdu.” Aynı şekilde imam Ahmed’in “Zuhd” adlı kitabında anlatılmaktadır ki: “İsrail oğullarından bir kimse, altmış sene boyunca ibadet ederek, Allah’tan bir dilekte bulundu.

Fakat bir türlü dileği gerçekleşmedi. En sonunda “Eğer sende bir hayır olsaydı, dileğin gerçekleşirdi.” diyerek kendini payladı. Bir gece bir rüya gördü. Rüyasında ona: “Hani o kendini payladığın anı hatırlıyor musun? İşte o anın, yetmiş senelik ibadetinden daha üstündür.” denildi.

3) İnsan bu sayede Allah’ın hakkini öğrenir

Nefis muhasebesinin faydalarından biri de, insanın bu sayede Allah’ın, kendi üzerindeki hakkini öğrenmesidir.

Allah’ın, kendisi üzerindeki hakkini bilmeyen insana, ibadeti neredeyse hiçbir fayda sağlamaz. Bu şekildeki ibadetin faydası gerçekten çok azdır. İmam Ahmed şöyle demiştir: Bize Haccac anlattı, dedi ki: Bize Cerir b. Hazim, Vehb’in şöyle dediğini anlattı: “Bir gün Musa (a.s.) Allah’a huşû içinde dua eden birine rastladı.
Musa (a.s.): “Ey Rabb’im! Ona merhamet et, acı. Kuşkusuz ben ona acıdım.” dedi. Bunun üzerine Allah: “Güçten düşünceye kadar bana dua etse bile, benim onun üzerindeki hakkını bilinceye kadar onun duasını kabul etmem.” buyurdu.” Kalb sağlığı için en faydalı şeylerden biri de Allah’ın kul üzerindeki hakkini düşünmektir. Çünkü bu düşünce kulun, kendini eleştirmesini sağlar, kendini ve amelini beğenmekten alıkoyar. Ona, Rabb’inin huzurunda kırık bir gönülle ve tam bir teslimiyet içinde durmanın ve nefsinden ümit kesmenin kapılarını açar. Kuşkusuz Allah’ın afvı, mağfireti ve rahmeti olmadan kurtuluşa ermek mümkün değildir.

Allah’ın kul üzerindeki haklarından bazdan, O’na itaat edilip, karşı gelinmemesidir. Zikredilip, unutulmamasıdır.

Şükredilip, nankörlük edilmemesidir.

Allah’ın, kendisi üzerindeki hakkini düşünen kul, sağlam bir bilgiyle bilir ki, o, Allah’a karşı kulluk görevlerini gerektiği biçimde yerine getirememektedir. Bu durumda O’nu Allah’ın afvı ve mağfiretinden başka bir şey kurtaramaz. Eğer kul, Allah’ın afvı olmaksızın, kendi amellerine bırakılacak olsa, helak olur.

İşte burası, Allah’ı ve kendilerini tanıyan insanların, düşüncelerini yoğunlaştırdıktan noktadır. Onlar, bütün umutlarını, Allah’ın afvına ve rahmetine bağlamışlardır.

Fakat bakarsan, insanların çoğunun durumunun bunun aksine olduğunu görürsün. Onlar, Allah üzerindeki kendi haklarım görüyor; fakat Allah’ın onlar üzerindeki hakkini görmüyorlar. İşte burada Allah’tan kopuş başlıyor.

Bu nedenle onların kalbleri Allah’ı tanıyamıyor, O’nu sevemiyor, O’na kavuşmayı özlemiyor ve O’nun adını anmakla huzur bulmuyor. Bu, insanın, Rabbini ve kendini (nefsini) tanımadaki cehaletinin doruk noktasıdır.

Öyleyse nefis muhasebesi; Öncelikle kulun, Allah’ın, kendisi üzerindeki hakkini düşünmesidir.
Sonra da bu hakkı gereğince yerine getirmeye çalışmasıdır.

En üstün düşünce, bu hususları düşünmektir. Zira bu düşünce, kalbi Allah’a doğru hareket ettirir, yolculuğunu başlatır. Allah’ın huzurunda kırık bir gönülle, tam bir teslimiyet ve muhtaçlık duygusu içinde durmasını sağlar. Bu, İçinde saadeti olan bir kırıklık, zenginliği olan bir muhtaçlık ve saygınlığı bulunan bir boyun eğme halidir. Yapabileceği tüm ibadet ve amelleri yapsa; fakat kendisinde bu şuur ve hâl bulunmasa, ne kıymeti var ki! Onun kaçırdığı iyilik, yaptıklarından çok daha üstündür.
İmam Ahmed şöyle demiştir: Bize İbnu’l-Kâsım anlattı, dedi ki: Bize Salih el-Murrî, Ebû İmrân el-Cevnî’den, o da Ebu’l-Celed’den nakletti ki,
Ebu’l-Celed şöyle dedi: “Allah Musa’ya şöyle vahyetti: “Beni anacaksan, organların zikrimden dolayı titrerken beni an. Beni anarken alçakgönüllü, korku ve sevgiyle boyun eğmiş ve huzurla dolu bir hâlde bulun. Beni andığın zaman dilin kalbinin ardından gelsin. Bana ibadet etmek üzere kalktığın zaman bayağı, alçak bir köle gibi hareket et. Kendini de eleştir, payla; kuşkusuz paylanmayı en çok o hak ediyor. Bana gizlice yakardığında da sızılı bir kalb ve samimi bir dille yakar.” Kulun, Allah'ın, kendisi üzerindeki hakkim düşünmesinin faydalarından biri de, her ne sûrette olursa olsun, asla ameliyle şımarıp küstahlaşmasına fırsat tanımamasıdır. Zira her kim ameliyle şımarıp küstahlaşırsa, Allah’a yükselemez. İmam Ahmed’in, Allah’ı bilip, tanımış birinden naklettiğine göre, adamın biri böyle bir kişiye gelerek: “Ben kesinlikle namazlarımda o kadar çok ağlıyorum ki, göz yaşlarımdan yerde ot bitecek.” diye övünmüş. Bu arif kişi ona şu cevabı vermiş: “Amelinle övünüp durduğun sürece, gülerek günahını itiraf etmen, ağlayarak ibadet etmenden daha iyidir.
Zira ibadetiyle övünen kimsenin ameli, göğe yükselmez.”

Bu cevab üzerine o kişi: ،،öyleyse bana tavsiyede bulunun.” dedi. Arif insan ona şu tavsiyeyi yaptı: “Dünyaya karşı zâhid ol. Bütün çabaları, dünyada daha iyi bir yaşama kavuşmak olan insanlarla tartışma. Arı gibi ol. O yediğinde temiz olanı yer; bıraktığında da temiz olanı bırakır.

Bir dala konduğunda ona zarar vermez ve kırmaz. Ben sana Allah için, doyursa da kovsa da kapısından ayrılmayan köpeğin, sahibine içten bağlılığı gibi içtenlikle öğüt veriyorum.” İşte Şatıbî, şu şiiri buradan hareketle almış ve nakletmiştir:

“Denildi ki: Sahibinin kovduğu kopek gibi ol. O sadakatinden asla vazgeçmez” İmam Ahmed de şöyle demiştir: Bize Câfer anlattı, dedi ki: Bize Cureyrî anlattı, dedi ki: ،،Bana anlatıldığına göre, İsrail oğullarından bir adam, Allah’tan bir dilekte bulundu. Bunun için ibadet etti, çabaladı. Sonra Allah’tan dileğini gerçekleştirmesini istedi. Fakat dileği yerine gelmemişti. O geceyi nefsini kınayarak geçirdi. Şöyle diyordu: “Ey nefsim! Sana ne oluyor ki, dileğin yerine getirilmiyor?!” Üzüntüyle dolu olarak nefsini paylamaya devam etti. Şöyle dedi: ،،Vallahi, bu olanlar Rabbimin yüzünden değil, nefsimin yüzündendir!” İşte o geceyi bu şekilde sabaha kadar kendini eleştirip, kınayarak geçirdi. Bunun üzerine dileği gerçekleşti.”


Halil bin Ahmed.jpg
 
Üst Ana Sayfa Alt