Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Video Röpörtör Çıldırdı: "Müslüman Olduğum İçin Oy Kullanmıyorum"

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Röpörtör Çıldırdı:
"Müslüman Olduğum İçin Oy Kullanmıyorum"



 
عبد الرحمن Çevrimdışı

عبد الرحمن

قُل آمَنتُ بِاللهِ ثُمَّ استَقِم
İslam-TR Üyesi
Ona değil de asıl önemli soruları sormuyorsunuz demesine kızdı sanki amca. İşinizi doğru yapmıyorsunuz deyince alındı.
 
Son düzenleme:
Ummu Aişe Çevrimdışı

Ummu Aişe

حسبي الله ونعم الوكيل
Site Emektarı
Röpörtör Çıldırdı:
"Müslüman Olduğum İçin Oy Kullanmıyorum"



Abimizin kendisine yapılan bu fevri çıkışlara karşı sakinliğine, edebine hayran kaldım. MaşaAllah barekAllah; Rabbim bana ve isteyen herkese nasip etsin, amiinnn...
 
Alketa Çevrimdışı

Alketa

2024 Resmi Kitap Sponsoru
İslam-TR Üyesi
Abimizin kendisine yapılan bu fevri çıkışlara karşı sakinliğine, edebine hayran kaldım. MaşaAllah barekAllah; Rabbim bana ve isteyen herkese nasip etsin, amiinnn...

Bu abi gibi sakin akli selim kalabilmek icin belli bir olgunluga erismek lazim.

Rahmetli anneannem hastaneye yatti teyzem refakatci kaliyordu
Ben de hergun ihtiyac neyse onlari getir gotur isleri yapiyodum.
En son 3 tane nektarin goturdum teyzem icin. Refakatcinin disari cikmasi yasak covid olaylarindan dolayi, yemeklerde cok az vs diye istedi.
Guvenlige takildim. Goturemezsin edemezsin vs diye.
Bu mikrofonlu sahis gibi bagirdi cagirdi
Gayet sakince ifade etmeye calistim
Ama 3 dakka sonra ben de ip koptu
Nasil hakaret ediyor adam konu dışı yani.
Birbirimize girdik hakkimda tutanak tutturmus adam
Girisimi yasakladilar :D
Kartal lutfi kirdar sehir hastanesine sevgiler.

Ben olsam 1 dakkadan sonra çakardım bi tane
 
vega1977 Çevrimdışı

vega1977

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
İbni Teymiyye
Zalimlerin, kâfirlerin sultasında Müslüman birinin görev alıp alamayacağı ile ilgili soruya değişik yerlerde şu cevabı verir:

--“Bu şartlarda görev alan kişi, eğer gücü yettiği kadar adaleti ikame edip, zulmü Müslümanlardan hafifletiyorsa ve onun o görevde bulunması diğerlerine göre daha faydalı ise onun o
görevde kalması caizdir.

--Gücün yettiği kadar adaletin ikamesi ve zulmün giderilmesi Müslümanlar üzerine farzı kifaye olduğu için bu işi ondan başka yapacak birisi yok ise bu görev onun için VACİP olur.

--Elinden geldiği kadar zulmü gidermekle sorumludur.

--Her şey elinden gelemeyebilir.

--Onun mevcudiyetine rağmen Müslümanların başına sıkıntılar geliyorsa o gideremediği müddetçe sorumlu değildir.
Hatta bazen büyük zulmü hafifletmek için bizzat kendisi küçük zulmü Müslümanlara istemeyerek uygulamışta olabilir.

--Bundan dolayı sorumlu tutulmaz.

--Bütün bunlar maslahatın mefsedete galip olduğu durumlardadır.

--Hz. Yusuf'un Mısır Kralının hazinelerinin başına geçmesi bu kabildendir.

--Kral ve toplum kâfir idi.

--Şüphesiz kafir kralın adil olmayan uygulamaları vardı.
Hz. Yusuf, o uygulamaların hepsinin önüne geçemiyordu.
Ancak o, imkânı ölçüsünde adaleti ve iyiliği ayakta tutmaya çalışıyordu.

--Bunların hepsi 'Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun' ayetinin mazmununa girer.”

/ Mecmuu'l Fetâvâ, Cilt 20, Sayfa 55 /

Oy vermek şirk midir? Meclise girmek şirk midir?

Siyasi partilere oy vermek, bir millet vekili olarak görev yapmak vs. gibi konular Türkiye Müslümanlar’ı arasında çok tartışılan bir konudur. Sebep ise yönetimde Allah’u Teala’nın dininin geçerli olmaması, dinin devletten ayrı olmasıdır. Tartışmanın temelini de kendilerine delil olarak aldıkları şu ayetlere dayandırırlar.
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.” (5/44)
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (5/45)

Bu konuyu ilimsiz ve derinlemesine ele almadan, sosyal ve kültürel teşhis yapmadan, sadece “işte ayetler, oy vermek, parlamentoya girmek şirktir” diyerek geçiştirmek doğru değildir.

Müslümanlara zulmederek bastırmak suretiyle başa geçen Suud kraliyetinden Türkiye’ye gelen İngiliz güdümlü vehhabiler“oy vermek şirktir” diyerek ortaya atılmaktadırlar. Maksat fitne çıkarmak, Müslümanları bölmek ve zayıflatmaktır.

Bu vehhabilerin dışında ülkemizde de Tevhid adına faaliyet gösterip, millet vekili olunmasına ve oy verilmesine karşı çıkanlar da vardır. Bunlar iki guruba ayrılıyorlar. Bunlardan birincisi oy vermezler ama verenlere de karışmazlar. İkinci gurup ise vekil olanları ve onlara oy verenleri müşrik ilan ederler.

“Bu Peygamberimizin yöntemi değildir” diyerek Oy vermeyip, oy verenlere de saygı gösterenlere diyecek sözümüz yoktur. Ancak Müslümanları “müşrik” olarak yaftalayanlara bu konuda birkaç meseleyi hatırlatmayı zaruri görüyoruz…

ŞİRK DÜZENİNİN VEZİRİ YUSUF ALEYHİSSELAM
Evvela Kur’an-ı Kerime bir göz atalım, bakalım Rabbimiz bize ne gibi misaller verecek:
Bildiğiniz gibi Yusuf Aleyhisselam’ın Kur’an-ı Kerimde en güzel kıssa olarak anlatıldığı, kuyuyla başlayan, zindan ile devam eden hikâyesi kralın yanına yerleşmekle devam ediyordu. Özetle kral bir rüya görüyor ve daha önce rüyasını tabir ettiren bir hizmetkâr sayesinde Yusuf Aleyhisselam’a rüyayı tabir ettiriyorlardı. Bu sayede kral Yusuf Aleyhisselam’ı sarayına davet etmiş, zindandan çıkartıyordu.

İşte önemli olan süreç bundan sonra başlıyordu. ŞİMDİ DİKKAT EDİNİZ! Yusuf Aleyhisselam diyor ki:
“Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi.” (Yusuf Suresi 55)

Bakınız! Yusuf Aleyhisselam kralı, halkı ve yönetimi putperestliğe dayanan bir ülkenin yönetiminde idareci olmak istiyor. Bu Allahu Teala’nın bildirdiği bir gerçektir, ayettir. İnkâr eden kâfir olur.

Allahu Teala bu ayetten sonrada ne buyuruyor:
“Böylece Yûsuf’a, dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkan ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.”(Yusuf Suresi 56)

Bakınız Allahu Teala, Yusuf Peygamberin şirk yönetiminde iktidar sahibi olmasını bir rahmet olarak nitelendiriyor.

DİKKAT!
Ey Müslümanlar bakınız, Yusuf Aleyhisselam’ın yönetim kadrosunda olduğu o ülkede putperest bir şirk düzeni hâkimdir. Halkı da putperest müşriktir. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü bir Peygamber ile misal verilen bu ayetler ile sabittir ki, bir kişi şirk düzeninde bile yönetimde olsa o kişi müşrik olarak vasıflanamaz. Tam aksine Allahu Teala’nın beyanıyla bir rahmettir.

SORULAR ŞÖYLE:
Yusuf Aleyhisselam’da mı haşa müşrikti? (Müşrik diyemeyeceğinize göre)
Yusuf Aleyhisselam’ın şirk düzeninde yönetici olması O’nu müşrik yapmıyorsa bu çağda halkı Müslüman olan bir ülkede yönetici olmak kişiyi neden müşrik yapsın?

Can alıcı soru:
Yusuf Aleyhisselam’ın o düzende yönetimde olması şirk değil ise tekrar yönetime gelmek istediğinde ona oy vermek, desteklemek neden şirk olsun?

Ve en önemlisi de şudur: Yusuf Aleyhisselam’ın, şirk düzeninde görev aldığı halde “şirk düzenini” benimsediğini iddia edemezsiniz. O, bu düzende Allah’ın hükümlerini ve kanunlarını uygulamaya çalışmış, Allah’ın dinini bu vasıta ile yaymaya çalışmıştır.

BİZİM ŞERİATIMIZ BAŞKA İDDİASI
Bu misale şöyle itiraz edilebilir: “O Yusuf Aleyhisselam’ın şeriatıydı, bizim şeriatımız da ise bu yoktur” denilebilir. Buna şu şekilde cevap verilir:

Allahu Teala bir meseleyi, son kitabında zikredip “bir rahmettir” buyuruyor ise bunun Ümmeti Muhammed’e vereceği çok dersler vardır. Usul-u Fıkıh’ta geçtiği üzere “geçmiş ümmetlerin şeriatı bizim de için de şeriattır. Ta ki Rabbimiz ve Resulü bizlere reddetmeksizin haber vermiş olsun ve mensuh da olmasın”

Denilirse ki: Allahu Teala “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” Ayeti ile bu hususu reddetmiştir.

O zaman deriz ki: Bu ayetlerin öncesi ve sonrası vardır. Allah’u Tala bu ayetlerde tevratı değiştiren Yahudilerden bahsetmekte ve bu husussların TEVRATTA YAZILI OLDUĞUNU beyan etmektedir. Mealler şöyledir:

“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”
“Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” (Maide 44 – 45)

Görüldüğü üzere geçmiş ümmetin kitabında yazılı bir hükümden bahsediliyor. Böyle olduğu halde bizim şeriatımızda da“kısas” vardır.

Yukarıda naklettiğimiz gibi geçmiş ümmetlerin şeriatı bizim de şeriatımızdır. Dolayısıyla Yusuf Aleyhisselam’ın yöntemi de bizim için geçerli bir örnektir.

Ayrıca bu ayetlerde, “şirk düzeninde Allah’ın hükmünün icra edilmesi” değil, Kitab’ın değiştirilmeye çalışılması ve tahrif edilmesi, İlahi kitaptan Allah’ın hükmünün kaldırılması ve tahrif edilen kitabın Allah’ın hükmüymüş gibi sunulması konu olmuştur.

Bu ayetler, iddia edildiği gibi, “Allah’ın hükmünü icra edemeyen” toplumlar için delil olmaz.

Çünkü Allah’ın hükümleri, İslam şeriatının tatbik edildiği toplumda, ancak yargı otoritesinin işleyişiyle olmaktadır. Şirk düzeninde devlete ait cezai işlemi uygulamak zaten imkânsızdır.

(Oğlunuzu öldüren bir katilin, aynı şekilde öldürülmesini (kısas) istediğiniz zaman bu gerçekleşmeyecektir.)

Eğer bir Şeriat devletinde olsaydık ve yargı, Allah’ın hükmünü göz ardı etseydi işte o zaman bu ayeti kerimeye muhatap olurdu. (Suudi Arabistan ve İran’da göstermelik bir şeriat olduğu gibi)

(Bazıları bu konuya “Peygamberimize Müşrikler tarafından yönetim teklif edildi kabul etmedi” diyebilir. Evet, yöneticilik teklif edildi ama davasını bırakmak şartıyla. Putçuluğa dokunmaması şartıyla. Bunu Peygamberimizin verdiği cevaptan anlıyoruz. Bir elime güneşi bir elime ayı koysanız bu davadan vazgeçmem”Dolayısıyla bu iddia da yersizdir)

AHKÂM AYETLERİ MEDİNE’DE GELDİ
Değerli kardeşlerimiz, İslam’ın peyderpey geldiği günlere baktığımızda, önümüze iki safha çıkıyor. Mekke ve Medine devri.

Mekke devrinde Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e inen ayetlere baktığımız zaman ise hepsinin akaid ile ilgili olan, tağutu ve putçuluğu reddeden, tevhid inancını gönüllere nakşeden ayetler olduğunu görürüz.

Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten ve İslam devleti teşekkül ettikten sonra ise ahkâm ayetlerinin indiğini görmekteyiz.

Demek ki, Mekke’de gönüller ve zihinler önce put ve putçuluktan temizlendi sonra İslam Devleti meydana gelince Allah’ın hükmü ile hükmetmek farz oldu.

Şimdi size bir soru soralım: “Ahkam ayetleri şayet Mekke’de gelse idi tatbik edilebilecek miydi?”
Cevap: Elbette ki tatbik edilemeyecekti. Çünkü İslam’ın devlete yüklediği cezai işlemi ferd tatbik edemez. Mekke’de ise devlet yani yönetim şirk üzerine kuruluydu. Dolayısıyla bu ayetler orada da tatbik edilemeyecekti.

Yine siyer ilmini bilenlerinize malum olduğu üzere Peygamber Efendimiz ve ashabı Mekke’de belli bir düzen gizliden faaliyette bulunmuşlar daha sonra açıktan açığa İslamı yaymak için faaliyetlere girişmişlerdi. Burada da önemli olan nokta şurasıdır; Peygamberimiz ve ashabı müşrik bir toplulukta, putlarla dolu olan Kabe’nin yanına geliyorlar oradan İslamı haykırıyorlardı. Hatta orada namaz kılıyorlardı. Sonra bir müşrik gelip İslam’a karşı bir açıklama yapıyor, Müslümanları aşağılıyordu. Yani orası adeta bir meclis olmuştu ve herkes kendi düşüncesini paylaşıyor davasını savunuyordu.

Önemli olan husus, Peygamberimizin ve müşriklerin görüşlerini aynı yerden haykırıyor olmasıdır.

NE ÇIKIYOR?
Size yukarıda zikrettiğimiz delil ve misallerden şu dersler çıkmaktadır:
1- Müslümanlar, şirk düzeninde Müslümanlar için hayırlı işler yapmak, Müslümanların lehine çalışmak ve hatta Allah’ın kanunlarını geçerli kılmak için devlet işlerinde parti kurarak da olsa faaliyet içerisine girebilirler.
2- Müslümanlar, böyle bir düzende İslam için hayırlı gördükleri partilere destek verebilir, oy kullanabilirler.
3- Böyle bir düzende Müslümanlar, İslam’ın devlete yüklediği sorumlulukları icra edemediklerinden, Allah’ın hakimiyetinin kurulmasını istemeli ve bunun yanında insanları şuurlandırmalıdırlar. Bunun için var güçleri ile çalışmalıdırlar.
4- Böyle bir düzende öncelikle putların ve putçuluğun insanların zihninden ve sonra devlet yönetiminden yıkılması gerekmektedir.

OY VERMEMEK NEYE YARAR!
Müslümanlar olarak bu konuda aynı görüşte olsak ve Müslümanların lehine çalışacak bir parti olduğu halde destek vermesek, oy vermesek ne olacak?
Din düşmanları her zaman olduğu gibi sandığa gidecek ve partilerini daha güçlü bir şekilde iktidara getirecekler. Seçimin geçerli olabilmesi için bir katılım oranı yoktur. Katılım yüzde otuz da olsa seçim kabul edilir ve o parti başa gelir. İlk yapacağı şey Müslümanların dinine, eğitimine, ahlakına, namazına, ezanına müdahale etmek olacaktır.

Ne olmuş oldu? Oy vermemek ve İslam’a hizmet edeceğine inandığımız partiyi desteklemememiz sonucunda ortalık din düşmanlarına kaldı.

Halbuki o partiye destek verilmiş olsaydı iktidara gelemese bile şer işlerde iktidara karşı çıkar ve takoz olurdu. Bizim tepkimizi onlar dile getirirdi.

Yani sistem değişmedikten sonra, biz partiye destek versek de vermesek de bu seçimler yapılıyor ve partiler seçiliyor ve bizler ister istemez o iktidarın otoritesi altına giriyoruz. Din devlete karışamadığı halde o parti, devleti kullanarak pek ala dine karışabiliyor ve Müslümanlar nice sıkıntılara maruz kalıyor.

Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.” (Enfal 60)

Her devirde, o devrin şartlarına göre din düşmanlarına karşı güçlenmek, hazırlık yapmak Müslümanlar üzerine vazifedir. Bu parti ile olacaksa partiyle de onlara karşı koymak gereklidir. Çünkü çok örneklerini gördüğümüz üzere bu vasıta ile bir çok hizmet yapılabilmektedir.

Peygamberimiz ve Müslümanlar’ın Mekke devri, bizlere ilham vermelidir…

İÇKİYİ YASAKLAYAN BELEDİYE
Misal olarak Refah Partisi’nin Sultanbeyli Beylideyesi’ni verebiliriz. Belediye’de içki içilmesini yasaklamıştı. Hükümet tüm yurtta kumarı yasaklamıştı. Yani ellerinden geldiği kadar hayırlı işler yapmışlar, mecliste oldukları müddet içinde bir çok şerli işe de engel olmuşlardı.

Yani Yusuf Alaeyhisselam gibi şirk düzeninde Allah’ın dinine hizmet etmeye çalışıyorlardı. Mevcut hükümetin de Müslümanlara geniş hizmet alanı sağlaması gibi bazı hayırları mevcuttur…

VEKİLLERİN AND İÇMESİ VE YASAMA
İslam için çalışmak için parti kurup meclise girenleri şirkle suçlayanların ileri sürdüğü sebeplerden birisi de vekillerin and içmesi ve and metnidir. Vekil olmak isteyen kişinin laikliği ve düzeni koruyacağına and içmesi gerekmektedir.

Ancak bu andın ne insanlar ne de İslam açısından Allah katında bir bağlayıcılığı yoktur.

Allah’ın isim ve zatî sıfatlarının dışında hiçbir şeye yemin edilmez. Hanefilere göre, Nebi, Kur’ân, Kâbe gibi Müslümanlarca kutsal olan varlıklar adına da yemin edilmesi caiz değildir (Kâsânî a.g.e., III, 5-10; Merginânî, el-Hidâye,” II, 72; Mevsıli; IV, 51).
Buna göre Türkçe’de kullanılan “yemin ederim, kasem ederim, and içerim” gibi sözler de yemin sayılır. Ancak“mukaddesâtım adına, şerefim üzerine and içerim” gibi sözlerin yemin olmaması gerekir. Çünkü Allah’ın adı veya sıfatları adına yapılmamıştır…

Bu andın bir bağlayıcılığı, yükümlülüğü yoktur. Yazılı bir kâğıdın okunmasından ibarettir. Zaten İslam’a hizmet edeceğine inan kişi bunu benimsemiş de değildir. Önüne koyulan metni karşılarındakine aktarır gibi okumaktadır…

Dolayısıyla bu and metnini okuyan kişinin küfre girmesi “benimsemedikten sonra” söz konusu olmayacaktır.

Mecliste yasama yapmaları da kişilerin kendilerini “Allah” yerine koymaları manasına gelmez. İslam adına bir şey yapıyorlar ise davalarına sahip olmuşlar demektir, İnsanların hayrına bir karar alıyorlar ise bunda da zaten bir beis yoktur.

Burada önemli olan nokta benimsememektir. Mesela bir hakim “ben doğru hüküm verdim” derse bakılır. Bundan kastı “gereken hükmü vermiş” olması ise bu, tevhid inancına aykırıdır. Eğer kastı “şu anki kanunlara göre doğru hüküm vermek”ise bunda iman bakımından bir tehlike olmaz.

Aynı şekilde bir vekil “Allah’ın hükmüne alternatif bir yasa yaptığına” inanırsa şirke düşer. Ancak “Mevcut sistem içerisinde, insanlara hizmet adına bir yasa yaptığına” inanırsa iman yönünden bir zarar görmeyecektir.

DEVLETTEN FAYDALANIYORSUN!
Batıl iddialar ile Müslümanları şirkle suçlayanlara baktığınız da devletten emekli olmuş, emekli maaşı ile yaşıyor. Çocuklarını devletin okuluna vermiş ve hatta imam olmaları için uğraşmış. Devletin sigortasından istifade ediyor, devlete vergisini veriyor. Bunları sorduğunuz zaman“şirk düzeninden faydalanmak” diyorlar. Bu düzeni ıslah edelim dediğiniz zaman “şirkle”suçluyorlar. Bu bir çelişki değil midir?

SONUÇ
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, mevcut düzende İslam’a hizmet etmek için parti kurulabilir ve meclise girilebilir, Müslümanların lehine çalışacağına inandığımız veya İslam’a en az zararı olacak partilere destek ve oy verilebilir (hatta vermek zaruridir) ki medyan İslam düşmanlarına kalmasın…

Eğer bir kişi oy vermiyorsa bile verenleri şirkle suçlaması batıldır. Bu kişiler Müslümanları şirkle suçladıkları için tövbe etmelidirler.

Hatta bu kişilerin ne amaçla böyle bir yola girdikleri araştırmalıdır. Çünkü Müslümanları oy vermekten alıkoymak, meydanın küfre kalmasına sebebiyet verecektir.

PARTİYE OY VERDİK BİTTİ Mİ?
Müslümanların en büyük sorunu “oy verdik, onlar gereğini yaparlar” diyerek gaflete düşmesidir. Halbuki “İslam’a en az zararı olacağına” inanarak oy verilen oluşum, oy verenler tarafından devamlı denetlenmeli ve sorgulanmalı, hayırlı işlerde destek olunduğu gibi zararlı işlerde hesap sorulmalı, tepki verilmelidir.

Bu yolda yürüyen partiler de kimler ile çalıştıklarına, kimleri göreve getirdiğine dikkat etmeli, İslam düşmanlarını “vitrin süslemek” adına göreve getirmemelidir.

Yani bu konuda hem partiler, hem oy verenler şuurlu olursa Allah’ın izniyle İslam için büyük hizmetler verilebilecek, çok yol kat edilebilecektir.

OY VERİRKEN İTİKAT

Oy verirken itikadımız şöyle olmalı: Bu partilerden hiç biri İslam adına ortaya atılmış değil, böyle bir tüzüğü yok ve olamaz da. Bu yüzden partinin tüm icraatlarını tasdik ediyorum ve onaylıyorum, yetki veriyorumdenilemez. Bu itikadi sakıncalar doğurur.Ancak her halukarda birisi yönetimi eline alacak ve bizi idare etmeye çalışacak. Müslümanları ezen, hor gören, engelleyen ve haklarını kısıtlayan bir parti de iktidara gelebilir, Müslümanlara hürriyet verip İslami çalışma sahasını genişleten bir iktidar da. O halde biz de “ehveni şerreyn” dediğimiz İslam’a en az zararı olacak dolayısıyla faydası olabilecek bir partiye oy veriyoruz.

Niyet partinin yapacağı icraatları tasdik etmek, onaylamak, yetki vermek değil İslam’a ve Müslümanlara en az zararı olanı başa geçirmektir.

En iyisini Allah’u Teala bilir…

Zaruret halinde müslümanların gayri müslimlerin himayesi altına girmesi caizdir. Himaye eden Necaşi gibi Ehl-i Kitab'tan da olsa (Necaşi o sıralar hıristiyandı. Daha sonra müslüman olmuştur ancak halkına haber verince halkı karşı çıktığı için imanını gizlemiş ve devleti müslüman olmadan önceki şekli ile yani hristiyan kanunları ile yönetmistir). Habeşistan'dan dönüşte müslümanları himayelerine alan bazı müşrikler gibi, müşriklerden de olsa hüküm değişmez. Resulullah (a.s.)'ın amcası Ebu Talib ve Taif dönüşü Hz. Peygamber (a.s)'i Mekke'de himaye eden Mut'im bin Adiyy bu müşriklere örnek teşkil eder."
Cafer ra Necaşi ye savunmasında
Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına TERCİH ETTİK . Senin HİMÂYENE , komşuluğuna SIĞINDIK . Senin yanında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız.

Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/202-3.) İbn Hişâm, es-Sîre, I, 358; Vakıdî, Meğâzî,II, 742; Şâmî, Subulu'l-Hüdâ, II, 518.

[2] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 181; Ahmed b. Hanbel, I, 202, 203.

[3] İbn Esîr, el-Kâmil,I, 599.

[4] Zehebî, A'lâmi'n-Nübelâ, I, 207; İbn Hibbân, es-Sîretu'n-Nebeviyye, I, 79

[5] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359,360; Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, 314, 315

[6] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 360.

[7] Belâzurî, Ensâbu'l-Eşrâf, I, 215; Salim Öğüt, Hişâm b. Âs b. Vâil, DİA, XVIII, 152.

[8] İbn Hişâm, Es-Sîre, I, 361; Muhammed hamidullah, İslam Peygamberi, I, 300.

[9] İbn Hişâm, Es-Sîre, I, 361, 362; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 186.

[10] İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 195

Ümmü Seleme diyor ki:
"Necaşi'nin hasmına galip gelmesi, topraklarında hükümran olmaya devam etmesi için Allah'a dua ettik. Necaşi, Habeşistan'ın idaresini elinde tutmuştu. Mekke'ye Resulullah (a.s.)'ın yanına dönünceye kadar orada huzur içinde yaşadık." [114]
Necaşi :Bana sığınmak isteyen, ülkeme konuk olan, sığınılacak yer olarak başkasını değil de beni seçen bu insanları çağırıp durumları hakkında kendilerine soru sormadan onları teslim etmem. Eğer bu iki adamın dedikleri doğru ise onları kavmine iade ederim. Eğer söyledikleri doğru değilse, o iki adamı onlara yaklaştırmam. Benim yanımda kalmak istedikleri sürece onlara iyi muamelede bulunurum.Daha sonra Necaşi, Resulullah (a.s.)'ın ashabını bir elçi göndererek yanına çağırdı. Elçiyi görünce toplandılar. Onlara: "Yanına gittiğinizde o adama ne söyleyeceksiniz?" dediklerinde; "Peygamberimiz (a.s.) bize ne öğretti ve neleri yapmamızı emrettiyse onları söyleyeceğiz. Sözlerimizden dolayı ne olacaksa olsun" dediler. Necaşi'nin yanına vardıklarında, yanında rahipleri vardı ve her biri incil'ini açmış bekliyordu. Necaşi: "Size kavminizin dinini terkettiren bu din nasıl bir dindir ki, ne benim dinime ne de bu millete mensup herhangi birinin dinine tabi olmadınız?" diye sordu.

Ümmü Seleme: "Sözcü Cafer bin Talib'di. Şöyle dedi: "Ey Kral! Biz cahiliyyet döneminde putlara tapan, ölü hayvanın etini yiyen, fuhuş yapan, akrabalarıyla ilişkisini kesen, komşuya kötü davranan bir topluluktuk. İçimizdeki güçlüler zayıflan ezerdi. Allah bize bir Resul gönderene kadar bu durumda kaldık. O peygamberin nesebini, doğruluğunu, emin oluşunu ve iffetini bilmekteydik. Bizi Allah'ı bir bilmeye, taş ve putlar gibi babalarımızı tapar bulduğumuz şeyleri terketmeye davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, sıla-i rahimi, komşuya iyi davranmayı, haramdan ve kan davasından kaçınmayı emretti. Fuhşu, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, iffetli kadınlara iftirada bulunmayı yasakladı. Yalnız Allah'a ibadet etmemizi, O'na ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, zekat vermemizi, oruç tutmamızı emretti," Cafer, Necaşi'ye İslam'ın bütün emirlerini saydı. Sonra şöyle devam etti: "O'na inandık, tasdik ettik. Allah katından getirdiği şeylere ittiba ettik. Yalnız Allah'a ibadet ettik ve O'na ortak koşmadık. Bize helal kılmam helal bildik, bize haram kılınan şeylerden de kaçındık. Bütün bunlardan dolayı kavmimiz bize düşman oldu ve dinimiz sebebiyle bize eziyet ettiler. Bizi Allah'a ibadetten men edip yeniden, puta tapıcılığa döndürmeye çalıştılar. Daha önce işlemiş olduğumuz pislikleri yeniden işlemeye çağırdılar. Üzerimizdeki baskılan iyice yoğunlaşıp yaptıkları zulümlerle dinimize engel olmaya başladıklarında, senin ülkene geldik. Başkalarına değil, sana sığınmayı tercih ettik. Ey Kral, senin yanında zulme uğramayacağımızı ümit ediyoruz." dedi.

Necaşi: "Yanında peygamberinizin, Allah katından getirmiş olduğu bir şey var mı?" diye sordu, Cafer: "Evet" dedi. Necaşi: "Onu bana oku" deyince Cafer; "Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sâd"ın başından bir bölüm okudu. Necaşi sakalları ıslanıncaya kadar ağladı. Rahipler de kendilerine okunanı dinlerken ağladılar ve önlerindeki İncil'leri ıslandı. Daha sonra Necaşi şöyle buyurdu: "Bu şüphesiz Musa'nın getirdiğiyle aynı nurdan ışığını alıyor. (Amr ve Abdullah'a hitaben) Buradan defolun! Allah'a yemin olsun ki onları size ebeddiyen teslim etmem."
Ümmü Seleme anlatıyor:
"Necaşi'nin yanından çıktıklarında Amr bin el-As; "Vallahi, yarın onların (karşı tarafı kızdıracak) kusurlarını söyleyeyim de köklerini kazısınlar." dedi. Amr bin el-As'dan daha merhametli olan Abdullah bin Rebia: "Sakın böyle yapma. Onların akrabaları bunu yaptığını duyarlarsa, bize düşman olurlar." dedi. Amr bin el-As; "Allah'a yemin olsun ki, Necaşi'ye onların Meryem oğlu İsa'nın kul olduğunu söylediklerini bildireceğim." dedi.
Ertesi gün Amr, Necaşi'ye: "Ey Kral, onlar, Meryem oğlu İsa hakkında yakışıksız bir söz söylüyorlar. Onlara bir elçi gönder de ne demek istediklerini öğren." dedi. Necaşi de bu konuyu öğrenmek üzere onlara bir elçisini gönderdi."
Ümmü Seleme anlatıyor:
"Böyle birşey başımıza gelmemişti. Herkes toplanmış, birbirlerine: "Şayet Necaşi soracak olursa İsa (a.s.) hakkında ne diyeceksiniz?" diye soruyordu. Dediler ki: "Allah'a yemin olsun ki Allah Teala ne söylüyorsa, peygamberimiz (a.s.) bize ne öğretmişse onu söyleyeceğiz. Bu sözümüzden dolayı ne olacaksa olsun."

Müslümanlar yanına geldiklerinde Necaşi: "Meryem oğlu İsa hakkında neler söylüyorsunuz?" diye sordu. Cafer bin Ebi Talib: "O'nun hakkında peygamberimiz (a.s.) ne söylüyorsa biz de onu söylüyoruz. O (İsa a.s.) Allah'ın kulu, Resulü ve Ruh'u olup, kendisini Allah'a adamış, bakire ve iffetli olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir."

Necaşi elini yere indirdi ve oradan bir ağaç parçası aldı ve şöyle dedi: "İsa, senin söylediğinden şu ağaç parçası kadar bile farklı değildir." dedi. Bu sözler üzerine Necaşi'nin etrafındaki rahipler söylenenleri inkar edercesine homurdandılar. Necaşi rahiplere: "Homurdansanız da bu böyledir." dedi. Sonra müslümanlara dönerek: "Gidiniz. Topraklarım içinde güvenlik içindesiniz. Bana bir dağ büyüklüğünde altın verilse bile, sizlerden birine eziyet etmek istemem." Necaşi sözlerine şöyle devam etti: "Şu iki adamın getirdikleri hediyeleri iade edin. Benim o hediyelere ihtiyacım yok.
Necaşi kıssasını baştan sona kadar gözden geçirdiğimizde, islami aksiyon bakımından çok önemli bir neticeye varabiliriz. Necaşi, sonunda müslüman olmuş, ancak gayri islami kanunlarla yönetilen bir sistemin başında kalmaya devam etmiştir. Resulullah (a.s.) da bu durumu kabul etmiş, Öldüğü zaman Necaşi'nin gıyabında cenaze namazı kılmıştır. Bu durum şunu gösteriyor ki, bir nizamın küfür nizamı olması sebebiyle, o nizamın içinde yer alan her ferdi küfürle itham etmek mümkün değildir. Kafir bir nizamın başında, Necaşi gibi zahiren ve batınen müslüman olan biri de bulunabilir.
Resulullah (a.s.)'ın ashabı, adaletle hükmedilen, içinde İslam'ın emrettiği ibadetleri rahatça yerine getirebilecekleri, ancak İslam'ın hakim olmadığı bir küfür diyarına hicret etmişlerdi. Bu olay İslami davet ve hareket açısından önümüzde geniş ufuklar açmaktadır. Bugün dünyada müslümanlann dini görevlerini rahatça yerine getirebildikleri, kendi vatandaşlarına tanıdıkları hak ve görevleri müslümanlara da tanıyan ülkeler bulunmaktadır. Kendi ülkelerinde ezilip, yaşama hakkına sahip olmadıkları dönemlerde böyle ülkelere gidip orada ikamet etmek müslümanlara caizdir. Eğer müslüman, o ülkelerde ailesini îslami bir terbiyeyle eğitme imkanına sahipse bunun bir mahzuru yoktur. Şafii fukahası: "Müslüman, küfür diyarında İslamın şiarlarını ortaya koyup, yerine getirebiliyorsa, orada kalması evleviyetle caiz olur. Çünkü bu durumda onun evi küfür diyarı içinde bir İslam diyarı olmuştur" demektedirler. Elbette mesele, olayın yarar ve zararının ölçülüp, bu dengeye göre hareket etmeye, fetva vermeye ehil kişilerin basiretli fetvalarına dayanmaktadır.
Müslümanlara uygulanan ekonomik ve sosyal abluka esnasında, Haşimoğullan ve Multaliboğullan müşriklerinin Resulullah (a.s.) ile dayanışma içine girdiklerini ve onu koruduklarını görüyoruz. Bunu cahiliyyet dönemi adeti olan milliyetçilikleri nedeniyle yapıyorlardı. Bu ve benzeri olaylardan hareketle, gerektiğinde müslümanlann İslam'a hizmet eder mahiyette olan küfür nizamı kanunlarından yararlanabileceklerini söyleyebiliriz. Ancak bu fetva ehli alimlerin sahih fetvalanna dayanarak yapılmalıdır.

Çağımızdaki "İnsan haklan" bazı durumlarda müslümanlar için koruyucu bir nitelik taşıyabilir. Pek çok ülkedeki din hürriyetinden de istifade etmek mümkündür. Dünyanın değişik bölgelerinde uygulanan kanunlar, müslümanlara çeşitli fırsatlar verebilir. Müslümanlann bu ve benzeri fırsatlardan hassas ölçüler dahilinde yararlanması gerekir.

Dr. Ramazan el-Bûti, müslümanlara uygulanan abluka hususunda şunlan söylemektedir:

"Burada bilinmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır: Resulullah (a.s.)'ı bazı akrabalarının himaye etmesi, kendisine gönderilen ilahî mesajı himaye etme anlamı taşımamaktadır. Bu himayede kendi akrabalarını yabancılara karşı koruma gayesi vardır. Akrabalıktan kaynaklanan bu tür himayeler günümüzde de sözkonusudur. Müslümanlar böylesi desteklerden de bir cihad vesilesi olarak faydalanarak, düşmanlarının oyunlarını bozma ve kafirlere galib gelme yolunda güç kazanabilirler. Bu noktaya dikkat etmek gerekmektedir
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin

İbni Teymiyye
Zalimlerin, kâfirlerin sultasında Müslüman birinin görev alıp alamayacağı ile ilgili soruya değişik yerlerde şu cevabı verir:

--“Bu şartlarda görev alan kişi, eğer gücü yettiği kadar adaleti ikame edip, zulmü Müslümanlardan hafifletiyorsa ve onun o görevde bulunması diğerlerine göre daha faydalı ise onun o
görevde kalması caizdir.

--Gücün yettiği kadar adaletin ikamesi ve zulmün giderilmesi Müslümanlar üzerine farzı kifaye olduğu için bu işi ondan başka yapacak birisi yok ise bu görev onun için VACİP olur.

--Elinden geldiği kadar zulmü gidermekle sorumludur.

--Her şey elinden gelemeyebilir.

--Onun mevcudiyetine rağmen Müslümanların başına sıkıntılar geliyorsa o gideremediği müddetçe sorumlu değildir.
Hatta bazen büyük zulmü hafifletmek için bizzat kendisi küçük zulmü Müslümanlara istemeyerek uygulamışta olabilir.

--Bundan dolayı sorumlu tutulmaz.

--Bütün bunlar maslahatın mefsedete galip olduğu durumlardadır.

--Hz. Yusuf'un Mısır Kralının hazinelerinin başına geçmesi bu kabildendir.

--Kral ve toplum kâfir idi.

--Şüphesiz kafir kralın adil olmayan uygulamaları vardı.
Hz. Yusuf, o uygulamaların hepsinin önüne geçemiyordu.
Ancak o, imkânı ölçüsünde adaleti ve iyiliği ayakta tutmaya çalışıyordu.

--Bunların hepsi 'Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun' ayetinin mazmununa girer.”

/ Mecmuu'l Fetâvâ, Cilt 20, Sayfa 55 /

Oy vermek şirk midir? Meclise girmek şirk midir?

Siyasi partilere oy vermek, bir millet vekili olarak görev yapmak vs. gibi konular Türkiye Müslümanlar’ı arasında çok tartışılan bir konudur. Sebep ise yönetimde Allah’u Teala’nın dininin geçerli olmaması, dinin devletten ayrı olmasıdır. Tartışmanın temelini de kendilerine delil olarak aldıkları şu ayetlere dayandırırlar.
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.” (5/44)
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (5/45)

Bu konuyu ilimsiz ve derinlemesine ele almadan, sosyal ve kültürel teşhis yapmadan, sadece “işte ayetler, oy vermek, parlamentoya girmek şirktir” diyerek geçiştirmek doğru değildir.

Müslümanlara zulmederek bastırmak suretiyle başa geçen Suud kraliyetinden Türkiye’ye gelen İngiliz güdümlü vehhabiler“oy vermek şirktir” diyerek ortaya atılmaktadırlar. Maksat fitne çıkarmak, Müslümanları bölmek ve zayıflatmaktır.

Bu vehhabilerin dışında ülkemizde de Tevhid adına faaliyet gösterip, millet vekili olunmasına ve oy verilmesine karşı çıkanlar da vardır. Bunlar iki guruba ayrılıyorlar. Bunlardan birincisi oy vermezler ama verenlere de karışmazlar. İkinci gurup ise vekil olanları ve onlara oy verenleri müşrik ilan ederler.

“Bu Peygamberimizin yöntemi değildir” diyerek Oy vermeyip, oy verenlere de saygı gösterenlere diyecek sözümüz yoktur. Ancak Müslümanları “müşrik” olarak yaftalayanlara bu konuda birkaç meseleyi hatırlatmayı zaruri görüyoruz…

ŞİRK DÜZENİNİN VEZİRİ YUSUF ALEYHİSSELAM
Evvela Kur’an-ı Kerime bir göz atalım, bakalım Rabbimiz bize ne gibi misaller verecek:
Bildiğiniz gibi Yusuf Aleyhisselam’ın Kur’an-ı Kerimde en güzel kıssa olarak anlatıldığı, kuyuyla başlayan, zindan ile devam eden hikâyesi kralın yanına yerleşmekle devam ediyordu. Özetle kral bir rüya görüyor ve daha önce rüyasını tabir ettiren bir hizmetkâr sayesinde Yusuf Aleyhisselam’a rüyayı tabir ettiriyorlardı. Bu sayede kral Yusuf Aleyhisselam’ı sarayına davet etmiş, zindandan çıkartıyordu.

İşte önemli olan süreç bundan sonra başlıyordu. ŞİMDİ DİKKAT EDİNİZ! Yusuf Aleyhisselam diyor ki:
“Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi.” (Yusuf Suresi 55)

Bakınız! Yusuf Aleyhisselam kralı, halkı ve yönetimi putperestliğe dayanan bir ülkenin yönetiminde idareci olmak istiyor. Bu Allahu Teala’nın bildirdiği bir gerçektir, ayettir. İnkâr eden kâfir olur.

Allahu Teala bu ayetten sonrada ne buyuruyor:
“Böylece Yûsuf’a, dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkan ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.”(Yusuf Suresi 56)

Bakınız Allahu Teala, Yusuf Peygamberin şirk yönetiminde iktidar sahibi olmasını bir rahmet olarak nitelendiriyor.

DİKKAT!
Ey Müslümanlar bakınız, Yusuf Aleyhisselam’ın yönetim kadrosunda olduğu o ülkede putperest bir şirk düzeni hâkimdir. Halkı da putperest müşriktir. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü bir Peygamber ile misal verilen bu ayetler ile sabittir ki, bir kişi şirk düzeninde bile yönetimde olsa o kişi müşrik olarak vasıflanamaz. Tam aksine Allahu Teala’nın beyanıyla bir rahmettir.

SORULAR ŞÖYLE:
Yusuf Aleyhisselam’da mı haşa müşrikti? (Müşrik diyemeyeceğinize göre)
Yusuf Aleyhisselam’ın şirk düzeninde yönetici olması O’nu müşrik yapmıyorsa bu çağda halkı Müslüman olan bir ülkede yönetici olmak kişiyi neden müşrik yapsın?

Can alıcı soru:
Yusuf Aleyhisselam’ın o düzende yönetimde olması şirk değil ise tekrar yönetime gelmek istediğinde ona oy vermek, desteklemek neden şirk olsun?

Ve en önemlisi de şudur: Yusuf Aleyhisselam’ın, şirk düzeninde görev aldığı halde “şirk düzenini” benimsediğini iddia edemezsiniz. O, bu düzende Allah’ın hükümlerini ve kanunlarını uygulamaya çalışmış, Allah’ın dinini bu vasıta ile yaymaya çalışmıştır.

BİZİM ŞERİATIMIZ BAŞKA İDDİASI
Bu misale şöyle itiraz edilebilir: “O Yusuf Aleyhisselam’ın şeriatıydı, bizim şeriatımız da ise bu yoktur” denilebilir. Buna şu şekilde cevap verilir:

Allahu Teala bir meseleyi, son kitabında zikredip “bir rahmettir” buyuruyor ise bunun Ümmeti Muhammed’e vereceği çok dersler vardır. Usul-u Fıkıh’ta geçtiği üzere “geçmiş ümmetlerin şeriatı bizim de için de şeriattır. Ta ki Rabbimiz ve Resulü bizlere reddetmeksizin haber vermiş olsun ve mensuh da olmasın”

Denilirse ki: Allahu Teala “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” Ayeti ile bu hususu reddetmiştir.

O zaman deriz ki: Bu ayetlerin öncesi ve sonrası vardır. Allah’u Tala bu ayetlerde tevratı değiştiren Yahudilerden bahsetmekte ve bu husussların TEVRATTA YAZILI OLDUĞUNU beyan etmektedir. Mealler şöyledir:

“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”
“Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” (Maide 44 – 45)

Görüldüğü üzere geçmiş ümmetin kitabında yazılı bir hükümden bahsediliyor. Böyle olduğu halde bizim şeriatımızda da“kısas” vardır.

Yukarıda naklettiğimiz gibi geçmiş ümmetlerin şeriatı bizim de şeriatımızdır. Dolayısıyla Yusuf Aleyhisselam’ın yöntemi de bizim için geçerli bir örnektir.

Ayrıca bu ayetlerde, “şirk düzeninde Allah’ın hükmünün icra edilmesi” değil, Kitab’ın değiştirilmeye çalışılması ve tahrif edilmesi, İlahi kitaptan Allah’ın hükmünün kaldırılması ve tahrif edilen kitabın Allah’ın hükmüymüş gibi sunulması konu olmuştur.

Bu ayetler, iddia edildiği gibi, “Allah’ın hükmünü icra edemeyen” toplumlar için delil olmaz.

Çünkü Allah’ın hükümleri, İslam şeriatının tatbik edildiği toplumda, ancak yargı otoritesinin işleyişiyle olmaktadır. Şirk düzeninde devlete ait cezai işlemi uygulamak zaten imkânsızdır.

(Oğlunuzu öldüren bir katilin, aynı şekilde öldürülmesini (kısas) istediğiniz zaman bu gerçekleşmeyecektir.)

Eğer bir Şeriat devletinde olsaydık ve yargı, Allah’ın hükmünü göz ardı etseydi işte o zaman bu ayeti kerimeye muhatap olurdu. (Suudi Arabistan ve İran’da göstermelik bir şeriat olduğu gibi)

(Bazıları bu konuya “Peygamberimize Müşrikler tarafından yönetim teklif edildi kabul etmedi” diyebilir. Evet, yöneticilik teklif edildi ama davasını bırakmak şartıyla. Putçuluğa dokunmaması şartıyla. Bunu Peygamberimizin verdiği cevaptan anlıyoruz. Bir elime güneşi bir elime ayı koysanız bu davadan vazgeçmem”Dolayısıyla bu iddia da yersizdir)

AHKÂM AYETLERİ MEDİNE’DE GELDİ
Değerli kardeşlerimiz, İslam’ın peyderpey geldiği günlere baktığımızda, önümüze iki safha çıkıyor. Mekke ve Medine devri.

Mekke devrinde Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e inen ayetlere baktığımız zaman ise hepsinin akaid ile ilgili olan, tağutu ve putçuluğu reddeden, tevhid inancını gönüllere nakşeden ayetler olduğunu görürüz.

Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten ve İslam devleti teşekkül ettikten sonra ise ahkâm ayetlerinin indiğini görmekteyiz.

Demek ki, Mekke’de gönüller ve zihinler önce put ve putçuluktan temizlendi sonra İslam Devleti meydana gelince Allah’ın hükmü ile hükmetmek farz oldu.

Şimdi size bir soru soralım: “Ahkam ayetleri şayet Mekke’de gelse idi tatbik edilebilecek miydi?”
Cevap: Elbette ki tatbik edilemeyecekti. Çünkü İslam’ın devlete yüklediği cezai işlemi ferd tatbik edemez. Mekke’de ise devlet yani yönetim şirk üzerine kuruluydu. Dolayısıyla bu ayetler orada da tatbik edilemeyecekti.

Yine siyer ilmini bilenlerinize malum olduğu üzere Peygamber Efendimiz ve ashabı Mekke’de belli bir düzen gizliden faaliyette bulunmuşlar daha sonra açıktan açığa İslamı yaymak için faaliyetlere girişmişlerdi. Burada da önemli olan nokta şurasıdır; Peygamberimiz ve ashabı müşrik bir toplulukta, putlarla dolu olan Kabe’nin yanına geliyorlar oradan İslamı haykırıyorlardı. Hatta orada namaz kılıyorlardı. Sonra bir müşrik gelip İslam’a karşı bir açıklama yapıyor, Müslümanları aşağılıyordu. Yani orası adeta bir meclis olmuştu ve herkes kendi düşüncesini paylaşıyor davasını savunuyordu.

Önemli olan husus, Peygamberimizin ve müşriklerin görüşlerini aynı yerden haykırıyor olmasıdır.

NE ÇIKIYOR?
Size yukarıda zikrettiğimiz delil ve misallerden şu dersler çıkmaktadır:
1- Müslümanlar, şirk düzeninde Müslümanlar için hayırlı işler yapmak, Müslümanların lehine çalışmak ve hatta Allah’ın kanunlarını geçerli kılmak için devlet işlerinde parti kurarak da olsa faaliyet içerisine girebilirler.
2- Müslümanlar, böyle bir düzende İslam için hayırlı gördükleri partilere destek verebilir, oy kullanabilirler.
3- Böyle bir düzende Müslümanlar, İslam’ın devlete yüklediği sorumlulukları icra edemediklerinden, Allah’ın hakimiyetinin kurulmasını istemeli ve bunun yanında insanları şuurlandırmalıdırlar. Bunun için var güçleri ile çalışmalıdırlar.
4- Böyle bir düzende öncelikle putların ve putçuluğun insanların zihninden ve sonra devlet yönetiminden yıkılması gerekmektedir.

OY VERMEMEK NEYE YARAR!
Müslümanlar olarak bu konuda aynı görüşte olsak ve Müslümanların lehine çalışacak bir parti olduğu halde destek vermesek, oy vermesek ne olacak?
Din düşmanları her zaman olduğu gibi sandığa gidecek ve partilerini daha güçlü bir şekilde iktidara getirecekler. Seçimin geçerli olabilmesi için bir katılım oranı yoktur. Katılım yüzde otuz da olsa seçim kabul edilir ve o parti başa gelir. İlk yapacağı şey Müslümanların dinine, eğitimine, ahlakına, namazına, ezanına müdahale etmek olacaktır.

Ne olmuş oldu? Oy vermemek ve İslam’a hizmet edeceğine inandığımız partiyi desteklemememiz sonucunda ortalık din düşmanlarına kaldı.

Halbuki o partiye destek verilmiş olsaydı iktidara gelemese bile şer işlerde iktidara karşı çıkar ve takoz olurdu. Bizim tepkimizi onlar dile getirirdi.

Yani sistem değişmedikten sonra, biz partiye destek versek de vermesek de bu seçimler yapılıyor ve partiler seçiliyor ve bizler ister istemez o iktidarın otoritesi altına giriyoruz. Din devlete karışamadığı halde o parti, devleti kullanarak pek ala dine karışabiliyor ve Müslümanlar nice sıkıntılara maruz kalıyor.

Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.” (Enfal 60)

Her devirde, o devrin şartlarına göre din düşmanlarına karşı güçlenmek, hazırlık yapmak Müslümanlar üzerine vazifedir. Bu parti ile olacaksa partiyle de onlara karşı koymak gereklidir. Çünkü çok örneklerini gördüğümüz üzere bu vasıta ile bir çok hizmet yapılabilmektedir.

Peygamberimiz ve Müslümanlar’ın Mekke devri, bizlere ilham vermelidir…

İÇKİYİ YASAKLAYAN BELEDİYE
Misal olarak Refah Partisi’nin Sultanbeyli Beylideyesi’ni verebiliriz. Belediye’de içki içilmesini yasaklamıştı. Hükümet tüm yurtta kumarı yasaklamıştı. Yani ellerinden geldiği kadar hayırlı işler yapmışlar, mecliste oldukları müddet içinde bir çok şerli işe de engel olmuşlardı.

Yani Yusuf Alaeyhisselam gibi şirk düzeninde Allah’ın dinine hizmet etmeye çalışıyorlardı. Mevcut hükümetin de Müslümanlara geniş hizmet alanı sağlaması gibi bazı hayırları mevcuttur…

VEKİLLERİN AND İÇMESİ VE YASAMA
İslam için çalışmak için parti kurup meclise girenleri şirkle suçlayanların ileri sürdüğü sebeplerden birisi de vekillerin and içmesi ve and metnidir. Vekil olmak isteyen kişinin laikliği ve düzeni koruyacağına and içmesi gerekmektedir.

Ancak bu andın ne insanlar ne de İslam açısından Allah katında bir bağlayıcılığı yoktur.

Allah’ın isim ve zatî sıfatlarının dışında hiçbir şeye yemin edilmez. Hanefilere göre, Nebi, Kur’ân, Kâbe gibi Müslümanlarca kutsal olan varlıklar adına da yemin edilmesi caiz değildir (Kâsânî a.g.e., III, 5-10; Merginânî, el-Hidâye,” II, 72; Mevsıli; IV, 51).
Buna göre Türkçe’de kullanılan “yemin ederim, kasem ederim, and içerim” gibi sözler de yemin sayılır. Ancak“mukaddesâtım adına, şerefim üzerine and içerim” gibi sözlerin yemin olmaması gerekir. Çünkü Allah’ın adı veya sıfatları adına yapılmamıştır…

Bu andın bir bağlayıcılığı, yükümlülüğü yoktur. Yazılı bir kâğıdın okunmasından ibarettir. Zaten İslam’a hizmet edeceğine inan kişi bunu benimsemiş de değildir. Önüne koyulan metni karşılarındakine aktarır gibi okumaktadır…

Dolayısıyla bu and metnini okuyan kişinin küfre girmesi “benimsemedikten sonra” söz konusu olmayacaktır.

Mecliste yasama yapmaları da kişilerin kendilerini “Allah” yerine koymaları manasına gelmez. İslam adına bir şey yapıyorlar ise davalarına sahip olmuşlar demektir, İnsanların hayrına bir karar alıyorlar ise bunda da zaten bir beis yoktur.

Burada önemli olan nokta benimsememektir. Mesela bir hakim “ben doğru hüküm verdim” derse bakılır. Bundan kastı “gereken hükmü vermiş” olması ise bu, tevhid inancına aykırıdır. Eğer kastı “şu anki kanunlara göre doğru hüküm vermek”ise bunda iman bakımından bir tehlike olmaz.

Aynı şekilde bir vekil “Allah’ın hükmüne alternatif bir yasa yaptığına” inanırsa şirke düşer. Ancak “Mevcut sistem içerisinde, insanlara hizmet adına bir yasa yaptığına” inanırsa iman yönünden bir zarar görmeyecektir.

DEVLETTEN FAYDALANIYORSUN!
Batıl iddialar ile Müslümanları şirkle suçlayanlara baktığınız da devletten emekli olmuş, emekli maaşı ile yaşıyor. Çocuklarını devletin okuluna vermiş ve hatta imam olmaları için uğraşmış. Devletin sigortasından istifade ediyor, devlete vergisini veriyor. Bunları sorduğunuz zaman“şirk düzeninden faydalanmak” diyorlar. Bu düzeni ıslah edelim dediğiniz zaman “şirkle”suçluyorlar. Bu bir çelişki değil midir?

SONUÇ
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, mevcut düzende İslam’a hizmet etmek için parti kurulabilir ve meclise girilebilir, Müslümanların lehine çalışacağına inandığımız veya İslam’a en az zararı olacak partilere destek ve oy verilebilir (hatta vermek zaruridir) ki medyan İslam düşmanlarına kalmasın…

Eğer bir kişi oy vermiyorsa bile verenleri şirkle suçlaması batıldır. Bu kişiler Müslümanları şirkle suçladıkları için tövbe etmelidirler.

Hatta bu kişilerin ne amaçla böyle bir yola girdikleri araştırmalıdır. Çünkü Müslümanları oy vermekten alıkoymak, meydanın küfre kalmasına sebebiyet verecektir.

PARTİYE OY VERDİK BİTTİ Mİ?
Müslümanların en büyük sorunu “oy verdik, onlar gereğini yaparlar” diyerek gaflete düşmesidir. Halbuki “İslam’a en az zararı olacağına” inanarak oy verilen oluşum, oy verenler tarafından devamlı denetlenmeli ve sorgulanmalı, hayırlı işlerde destek olunduğu gibi zararlı işlerde hesap sorulmalı, tepki verilmelidir.

Bu yolda yürüyen partiler de kimler ile çalıştıklarına, kimleri göreve getirdiğine dikkat etmeli, İslam düşmanlarını “vitrin süslemek” adına göreve getirmemelidir.

Yani bu konuda hem partiler, hem oy verenler şuurlu olursa Allah’ın izniyle İslam için büyük hizmetler verilebilecek, çok yol kat edilebilecektir.

OY VERİRKEN İTİKAT

Oy verirken itikadımız şöyle olmalı: Bu partilerden hiç biri İslam adına ortaya atılmış değil, böyle bir tüzüğü yok ve olamaz da. Bu yüzden partinin tüm icraatlarını tasdik ediyorum ve onaylıyorum, yetki veriyorumdenilemez. Bu itikadi sakıncalar doğurur.Ancak her halukarda birisi yönetimi eline alacak ve bizi idare etmeye çalışacak. Müslümanları ezen, hor gören, engelleyen ve haklarını kısıtlayan bir parti de iktidara gelebilir, Müslümanlara hürriyet verip İslami çalışma sahasını genişleten bir iktidar da. O halde biz de “ehveni şerreyn” dediğimiz İslam’a en az zararı olacak dolayısıyla faydası olabilecek bir partiye oy veriyoruz.

Niyet partinin yapacağı icraatları tasdik etmek, onaylamak, yetki vermek değil İslam’a ve Müslümanlara en az zararı olanı başa geçirmektir.

En iyisini Allah’u Teala bilir…

Zaruret halinde müslümanların gayri müslimlerin himayesi altına girmesi caizdir. Himaye eden Necaşi gibi Ehl-i Kitab'tan da olsa (Necaşi o sıralar hıristiyandı. Daha sonra müslüman olmuştur ancak halkına haber verince halkı karşı çıktığı için imanını gizlemiş ve devleti müslüman olmadan önceki şekli ile yani hristiyan kanunları ile yönetmistir). Habeşistan'dan dönüşte müslümanları himayelerine alan bazı müşrikler gibi, müşriklerden de olsa hüküm değişmez. Resulullah (a.s.)'ın amcası Ebu Talib ve Taif dönüşü Hz. Peygamber (a.s)'i Mekke'de himaye eden Mut'im bin Adiyy bu müşriklere örnek teşkil eder."
Cafer ra Necaşi ye savunmasında
Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına TERCİH ETTİK . Senin HİMÂYENE , komşuluğuna SIĞINDIK . Senin yanında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız.

Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/202-3.) İbn Hişâm, es-Sîre, I, 358; Vakıdî, Meğâzî,II, 742; Şâmî, Subulu'l-Hüdâ, II, 518.

[2] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 181; Ahmed b. Hanbel, I, 202, 203.

[3] İbn Esîr, el-Kâmil,I, 599.

[4] Zehebî, A'lâmi'n-Nübelâ, I, 207; İbn Hibbân, es-Sîretu'n-Nebeviyye, I, 79

[5] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359,360; Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, 314, 315

[6] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 360.

[7] Belâzurî, Ensâbu'l-Eşrâf, I, 215; Salim Öğüt, Hişâm b. Âs b. Vâil, DİA, XVIII, 152.

[8] İbn Hişâm, Es-Sîre, I, 361; Muhammed hamidullah, İslam Peygamberi, I, 300.

[9] İbn Hişâm, Es-Sîre, I, 361, 362; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 186.

[10] İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 195

Ümmü Seleme diyor ki:
"Necaşi'nin hasmına galip gelmesi, topraklarında hükümran olmaya devam etmesi için Allah'a dua ettik. Necaşi, Habeşistan'ın idaresini elinde tutmuştu. Mekke'ye Resulullah (a.s.)'ın yanına dönünceye kadar orada huzur içinde yaşadık." [114]
Necaşi :Bana sığınmak isteyen, ülkeme konuk olan, sığınılacak yer olarak başkasını değil de beni seçen bu insanları çağırıp durumları hakkında kendilerine soru sormadan onları teslim etmem. Eğer bu iki adamın dedikleri doğru ise onları kavmine iade ederim. Eğer söyledikleri doğru değilse, o iki adamı onlara yaklaştırmam. Benim yanımda kalmak istedikleri sürece onlara iyi muamelede bulunurum.Daha sonra Necaşi, Resulullah (a.s.)'ın ashabını bir elçi göndererek yanına çağırdı. Elçiyi görünce toplandılar. Onlara: "Yanına gittiğinizde o adama ne söyleyeceksiniz?" dediklerinde; "Peygamberimiz (a.s.) bize ne öğretti ve neleri yapmamızı emrettiyse onları söyleyeceğiz. Sözlerimizden dolayı ne olacaksa olsun" dediler. Necaşi'nin yanına vardıklarında, yanında rahipleri vardı ve her biri incil'ini açmış bekliyordu. Necaşi: "Size kavminizin dinini terkettiren bu din nasıl bir dindir ki, ne benim dinime ne de bu millete mensup herhangi birinin dinine tabi olmadınız?" diye sordu.

Ümmü Seleme: "Sözcü Cafer bin Talib'di. Şöyle dedi: "Ey Kral! Biz cahiliyyet döneminde putlara tapan, ölü hayvanın etini yiyen, fuhuş yapan, akrabalarıyla ilişkisini kesen, komşuya kötü davranan bir topluluktuk. İçimizdeki güçlüler zayıflan ezerdi. Allah bize bir Resul gönderene kadar bu durumda kaldık. O peygamberin nesebini, doğruluğunu, emin oluşunu ve iffetini bilmekteydik. Bizi Allah'ı bir bilmeye, taş ve putlar gibi babalarımızı tapar bulduğumuz şeyleri terketmeye davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, sıla-i rahimi, komşuya iyi davranmayı, haramdan ve kan davasından kaçınmayı emretti. Fuhşu, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, iffetli kadınlara iftirada bulunmayı yasakladı. Yalnız Allah'a ibadet etmemizi, O'na ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, zekat vermemizi, oruç tutmamızı emretti," Cafer, Necaşi'ye İslam'ın bütün emirlerini saydı. Sonra şöyle devam etti: "O'na inandık, tasdik ettik. Allah katından getirdiği şeylere ittiba ettik. Yalnız Allah'a ibadet ettik ve O'na ortak koşmadık. Bize helal kılmam helal bildik, bize haram kılınan şeylerden de kaçındık. Bütün bunlardan dolayı kavmimiz bize düşman oldu ve dinimiz sebebiyle bize eziyet ettiler. Bizi Allah'a ibadetten men edip yeniden, puta tapıcılığa döndürmeye çalıştılar. Daha önce işlemiş olduğumuz pislikleri yeniden işlemeye çağırdılar. Üzerimizdeki baskılan iyice yoğunlaşıp yaptıkları zulümlerle dinimize engel olmaya başladıklarında, senin ülkene geldik. Başkalarına değil, sana sığınmayı tercih ettik. Ey Kral, senin yanında zulme uğramayacağımızı ümit ediyoruz." dedi.

Necaşi: "Yanında peygamberinizin, Allah katından getirmiş olduğu bir şey var mı?" diye sordu, Cafer: "Evet" dedi. Necaşi: "Onu bana oku" deyince Cafer; "Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sâd"ın başından bir bölüm okudu. Necaşi sakalları ıslanıncaya kadar ağladı. Rahipler de kendilerine okunanı dinlerken ağladılar ve önlerindeki İncil'leri ıslandı. Daha sonra Necaşi şöyle buyurdu: "Bu şüphesiz Musa'nın getirdiğiyle aynı nurdan ışığını alıyor. (Amr ve Abdullah'a hitaben) Buradan defolun! Allah'a yemin olsun ki onları size ebeddiyen teslim etmem."
Ümmü Seleme anlatıyor:
"Necaşi'nin yanından çıktıklarında Amr bin el-As; "Vallahi, yarın onların (karşı tarafı kızdıracak) kusurlarını söyleyeyim de köklerini kazısınlar." dedi. Amr bin el-As'dan daha merhametli olan Abdullah bin Rebia: "Sakın böyle yapma. Onların akrabaları bunu yaptığını duyarlarsa, bize düşman olurlar." dedi. Amr bin el-As; "Allah'a yemin olsun ki, Necaşi'ye onların Meryem oğlu İsa'nın kul olduğunu söylediklerini bildireceğim." dedi.
Ertesi gün Amr, Necaşi'ye: "Ey Kral, onlar, Meryem oğlu İsa hakkında yakışıksız bir söz söylüyorlar. Onlara bir elçi gönder de ne demek istediklerini öğren." dedi. Necaşi de bu konuyu öğrenmek üzere onlara bir elçisini gönderdi."
Ümmü Seleme anlatıyor:
"Böyle birşey başımıza gelmemişti. Herkes toplanmış, birbirlerine: "Şayet Necaşi soracak olursa İsa (a.s.) hakkında ne diyeceksiniz?" diye soruyordu. Dediler ki: "Allah'a yemin olsun ki Allah Teala ne söylüyorsa, peygamberimiz (a.s.) bize ne öğretmişse onu söyleyeceğiz. Bu sözümüzden dolayı ne olacaksa olsun."

Müslümanlar yanına geldiklerinde Necaşi: "Meryem oğlu İsa hakkında neler söylüyorsunuz?" diye sordu. Cafer bin Ebi Talib: "O'nun hakkında peygamberimiz (a.s.) ne söylüyorsa biz de onu söylüyoruz. O (İsa a.s.) Allah'ın kulu, Resulü ve Ruh'u olup, kendisini Allah'a adamış, bakire ve iffetli olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir."

Necaşi elini yere indirdi ve oradan bir ağaç parçası aldı ve şöyle dedi: "İsa, senin söylediğinden şu ağaç parçası kadar bile farklı değildir." dedi. Bu sözler üzerine Necaşi'nin etrafındaki rahipler söylenenleri inkar edercesine homurdandılar. Necaşi rahiplere: "Homurdansanız da bu böyledir." dedi. Sonra müslümanlara dönerek: "Gidiniz. Topraklarım içinde güvenlik içindesiniz. Bana bir dağ büyüklüğünde altın verilse bile, sizlerden birine eziyet etmek istemem." Necaşi sözlerine şöyle devam etti: "Şu iki adamın getirdikleri hediyeleri iade edin. Benim o hediyelere ihtiyacım yok.
Necaşi kıssasını baştan sona kadar gözden geçirdiğimizde, islami aksiyon bakımından çok önemli bir neticeye varabiliriz. Necaşi, sonunda müslüman olmuş, ancak gayri islami kanunlarla yönetilen bir sistemin başında kalmaya devam etmiştir. Resulullah (a.s.) da bu durumu kabul etmiş, Öldüğü zaman Necaşi'nin gıyabında cenaze namazı kılmıştır. Bu durum şunu gösteriyor ki, bir nizamın küfür nizamı olması sebebiyle, o nizamın içinde yer alan her ferdi küfürle itham etmek mümkün değildir. Kafir bir nizamın başında, Necaşi gibi zahiren ve batınen müslüman olan biri de bulunabilir.
Resulullah (a.s.)'ın ashabı, adaletle hükmedilen, içinde İslam'ın emrettiği ibadetleri rahatça yerine getirebilecekleri, ancak İslam'ın hakim olmadığı bir küfür diyarına hicret etmişlerdi. Bu olay İslami davet ve hareket açısından önümüzde geniş ufuklar açmaktadır. Bugün dünyada müslümanlann dini görevlerini rahatça yerine getirebildikleri, kendi vatandaşlarına tanıdıkları hak ve görevleri müslümanlara da tanıyan ülkeler bulunmaktadır. Kendi ülkelerinde ezilip, yaşama hakkına sahip olmadıkları dönemlerde böyle ülkelere gidip orada ikamet etmek müslümanlara caizdir. Eğer müslüman, o ülkelerde ailesini îslami bir terbiyeyle eğitme imkanına sahipse bunun bir mahzuru yoktur. Şafii fukahası: "Müslüman, küfür diyarında İslamın şiarlarını ortaya koyup, yerine getirebiliyorsa, orada kalması evleviyetle caiz olur. Çünkü bu durumda onun evi küfür diyarı içinde bir İslam diyarı olmuştur" demektedirler. Elbette mesele, olayın yarar ve zararının ölçülüp, bu dengeye göre hareket etmeye, fetva vermeye ehil kişilerin basiretli fetvalarına dayanmaktadır.
Müslümanlara uygulanan ekonomik ve sosyal abluka esnasında, Haşimoğullan ve Multaliboğullan müşriklerinin Resulullah (a.s.) ile dayanışma içine girdiklerini ve onu koruduklarını görüyoruz. Bunu cahiliyyet dönemi adeti olan milliyetçilikleri nedeniyle yapıyorlardı. Bu ve benzeri olaylardan hareketle, gerektiğinde müslümanlann İslam'a hizmet eder mahiyette olan küfür nizamı kanunlarından yararlanabileceklerini söyleyebiliriz. Ancak bu fetva ehli alimlerin sahih fetvalanna dayanarak yapılmalıdır.

Çağımızdaki "İnsan haklan" bazı durumlarda müslümanlar için koruyucu bir nitelik taşıyabilir. Pek çok ülkedeki din hürriyetinden de istifade etmek mümkündür. Dünyanın değişik bölgelerinde uygulanan kanunlar, müslümanlara çeşitli fırsatlar verebilir. Müslümanlann bu ve benzeri fırsatlardan hassas ölçüler dahilinde yararlanması gerekir.

Dr. Ramazan el-Bûti, müslümanlara uygulanan abluka hususunda şunlan söylemektedir:

"Burada bilinmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır: Resulullah (a.s.)'ı bazı akrabalarının himaye etmesi, kendisine gönderilen ilahî mesajı himaye etme anlamı taşımamaktadır. Bu himayede kendi akrabalarını yabancılara karşı koruma gayesi vardır. Akrabalıktan kaynaklanan bu tür himayeler günümüzde de sözkonusudur. Müslümanlar böylesi desteklerden de bir cihad vesilesi olarak faydalanarak, düşmanlarının oyunlarını bozma ve kafirlere galib gelme yolunda güç kazanabilirler. Bu noktaya dikkat etmek gerekmektedir

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Çağımızdaki "İnsan haklan" bazı durumlarda müslümanlar için koruyucu bir nitelik taşıyabilir. Pek çok ülkedeki din hürriyetinden de istifade etmek mümkündür. Dünyanın değişik bölgelerinde uygulanan kanunlar, müslümanlara çeşitli fırsatlar verebilir. Müslümanlann bu ve benzeri fırsatlardan hassas ölçüler dahilinde yararlanması gerekir.

Dr. Ramazan el-Bûti, müslümanlara uygulanan abluka hususunda şunlan söylemektedir:

"Burada bilinmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır: Resulullah (a.s.)'ı bazı akrabalarının himaye etmesi, kendisine gönderilen ilahî mesajı himaye etme anlamı taşımamaktadır. Bu himayede kendi akrabalarını yabancılara karşı koruma gayesi vardır. Akrabalıktan kaynaklanan bu tür himayeler günümüzde de sözkonusudur. Müslümanlar böylesi desteklerden de bir cihad vesilesi olarak faydalanarak, düşmanlarının oyunlarını bozma ve kafirlere galib gelme yolunda güç kazanabilirler. Bu noktaya dikkat etmek gerekmektedir
Zalim ve dinsiz orduyu (Esed) sahabe gibi görenlerle haşrolunacak bir akide muvahhid midir?

Şeyh Suleyman el Ulvan : Ramadan el Bûti'nin Hükmü

30411




 
كوكهان Çevrimdışı

كوكهان

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Halka kötü ekonomi hakkında soru sormak niye fitne çıkarmak olsun ki ben onu anlayamadım. Ülke ekonomisi kötü durumda. Bu sorunu görmezden mi gelelim yani, "ülke ekonomisi kötü değildir, böyle bir sorun yoktur" mu diyelim? Sırf demokrasiyi tasvip etmiyoruz diye toplumsal meselelere sırtımızı mı çevirelim?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Sıradan bir kimse veya geçmişinde bu tür manipulatif suallerle halkı ekonomiden sorumlu hükümete karşı provoke etmemiş kişi ya da kanal değil, ayrıca ekonomik sıkıntıda kasıtlı ve ısrarlı olarak aynı konuları kaşımıyorsa sorabilir tâbi.
 
Üst Ana Sayfa Alt