Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Namazda Huşu ve Huşusuzluk

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Gerçekten O mûminler muhakkak kurtuluşa ermiştir. O kimseler (O mûminlerdir) ki, onlar namazlarında huşu içinde olanlardır.” (Mu'minun, 1-2)

NAMAZDA HUŞU
Menazil müellifi şöyle demektedir:
" Huşu' nefsin ve tabiatın hürmet edilen veya korkulan biri karşısında hararetinin sönmesidir."
Yani, nefis ve tabiatın kısılması,nefsani kuvvetlerin kalbin hürmet ettiği veya korktuğu zat karşısında genişlemekten geri durup durulmasıdır.

Gerçekte huşû : tazim, muhabbet, tezellul ve tevazuyu içine alan bir haldir.
Muellif şöyle demiştir:
"Huşu" üç derecedir:
1 - Birincisi:
a -
Emre itaat,
b - Hükme boyun eğme,
c - Cenab-ı Hakk'ın nazarı karşısında alçalmadır."
a - "Emre itaat" onu kabul, boyun eğme, imtisal, acizlik göstermek, zahirin batına uyması, fiilden önce emir babında hidayete muhtaç olma, fiil halinde yardım ve fiilden sonra onu kabul etmedir.
b- "Hükme boyun eğmek" : ile birincisi dini hükmü murat etmiş olabilir. Buna göre "hükme boyun eğme"nin manası dini hükme kendi akıl ve şehvetiyle karşı çıkmamak olur. ikinci olarak kaderin hükmüne boyun eğmeyi kasdetmiş olabilir. Bu durumda hükme boyun eğmek onu, kızma, kötü bulma ve itiraz ile karşılamamak demek olur.
Gerçek şu ki, huşu' her iki hükme de boyun eğme yani Allah'ın emir ve hükmüne tezellül ve tevazu ile teslim olma manasını ihtiva etmektedir.
c - "Hakk'ın nazarı karşısında alçalma" ya gelince, bunun manası kalp ve organların Allan'ın onlara olan nazarına, kalp ve organlarda cerayan eden şeylerin bütün tafsilatından haberdar olmasına karşı alçalıp boyun eğmesidir. Nitekim:
"Rabb'inin makamından korkan kimseye iki cennet var," (Rahman, 46) ve
"Ama kim Rabbi'nin makamından korkar, nefsi kötü heveslerden men ederse" (Naziat, 40) ayetlerindeki makamın bir manası da budur. Buradaki "makam" Allah'ın muttali olma, kudret ve rububiyet ile kulu üzerinde bulunma makamıdır.
Allah'ın bu makamından korkmak ise, mutlaka kalbin O'na boyun eğmesi sonucunu doğurur. Kul Allah'ın makamını kalbinde yerleştirdiği ölçüde O'na karşı huşu duyar. Huşu' ancak Allah'ın kendisine vakıf olmasından kendisine bakışından gafil olursa kalbi terk edebilir.
2 - İkinci manası ise: Allah'a kavuştuğu zaman kulun, Rabbinin huzurundaki makamıdır.
Birinci manaya göre, ayette masdar, failine nisbet edilmiş olur. ikincisine göre ise, - ki bu, ayete daha uygundur-masdar, korkulan zata nisbet edilmiş olur. Allah daha iyi bilir.
Menazil müellifi şöyle demiştir:
"Huşuun ikinci derecesi nefis ve amelin afetlerini gözlemek, senden üstün olan herkesin üstünlüğünü kabul etmek, fena meltemini teneffüs etmektir."
Yani, bu derecedeki huşu, birincisi nefis ve amelinin eksik ve kusurlarının ortaya çıkmasını gözetmektir. Zira bu hal, kalbi mutlaka husulü kılar. Çünkü bu, kulun, nefis ve amellerin eksiklerini; kibir, ucub (ameli beğenme), riya (gösteriş), yeterince doğru olmamak, yakin azlığı, niyetin farklılığı, nefsani arzuların tesirinden kurtulamama ve amellerin Allah'ın radı olacağı şekilde işlenmemesi gibi nefsani kusurlarını ve amellerin kötülüğünü görmesini sağlar.
"Senden üstün olan herkesin üstünlüğünü kabul etmeye" gelince, bunun manası insanların haklarını gözetip vermektir. Onların davranışlarının senin onlar üzerindeki hakkın olduğunu düşünüp onlara karşılığını vermemen değildir. Aksi halde saçmalayıp ahmaklık etmiş olursun. Onlardaki haklarını istememen, onların faziletli olanlarının faziletini kabul etmen, kendi faziletini unutmandır.

Şeyhu'l İslam İbnTeymiyye'nin (rahimehullah) şöyle dediğini işittim:
"Arif olan kimse herhangi bir kimsede bir hakkı olduğunu düşünmez,
- Diğer insanlardan daha üstün olduğunu kabul etmez.
- Onun için o kimseyi kınamaz, kimseyi dava etmez,
- Kimse ile kavgalı olmaz."


"Fena meltemini teneffus etme"ye gelince:
Aslında prensip olarak fenayı daima son makam olarak gören müellif, huşuun bu derecesini letafetinden dolayı melteme benzetmiş, ruh nezdindeki mevkiinin önemi ve onunla olan sıkı bağı sebebiyle ona meltem (nesim) adını vermiştir. Şubhesiz huşu' fazileti az veya çok olanı ile fenaya götüren bir sebeptir.
3 - "Huşunun üçüncü derecesi, mukaşefe esnasında hürmeti muhafaza etmek, zamanını halka gösterişten arındırmak ve nimeti görmekten soyutlanmaktır."
Burada zikredilen "mukaşefe esnasında hürmeti muhafaza etmek" demek, mukaşefe sırasında nefsi hakir ve mütevazi kılarak mukaşefenin doğurduğu genişlik ve nazlanmadan korumaktır. Çünkü mukaşefe bir genişlik ve rahatlık (bast) doğurur. Halbuki şayet o sırada hürmeti muhafaza edecek olan bir huşu bulunmazsa, ölçüsüz davranışlar (şatahat) zuhur etmesinden korkulur.
"Zamanını halka gösterişten arındırmak" ifadesine gelince, müellif bununla zamanın riyaden temizlenmesini kasdetmemektedir. Zira bu dereceye gelmiş olan kimseler riya yapmaktan uzak kimselerdir. Bu sözden maksat huşu, tezellul ve tevazu gibi hallerini halktan saklamaktır. Aksi halde halkın o halleri görüp onlara muttali olması, sufinin hoşuna gider, bu da onun zamanını, kalbim ve Allah ile beraber olma halini bozar.
Nitekim bu vadide nice sufilerin ayağı kaymıştır. Masum insan ise ancak Allah'ın koruduğu kimsedir. Sadık sufi için miskinlik, fakr ve tezellulden daha yararlı bir şey yoktur. Bir insan bu hallerde bulunmayı bir şeref kabul etmedikçe tam manasıyla Allah'a teslim olmuş sayılmaz.

Bu hususta Şeyhu'l İslam İbn Teymiyye'de (rahimehullah) muşahede etmiş olduğum davranışları hiç kimsede müşahede etmemişimdir. Kendisi şu sözü sık sık söylerdi:
"Benim hiç bir şeyim yoktur. Benden sadır olan, bende mevcut olan hiçbir şey yoktur."
Çok kere de şu beyti misal verirdi:


"Ben fakir ve başarısızım ve böyle birinin oğluyum.
Benim babam ve dedem de böyle idiler."


Kendisi yüzüne karşı övüldüğünde şöyle derdi:
"Vallahi, ben bugüne kadar daima müslümanlığımı yenilerim. Ama henüz iyi bir müslüman olamadım."
Ömrünün son demlerinde bir defasında bana kendi el yazısıyla bir tefsir kaidesi yazıp göndermişti. Kağıdın arkasına ise kendisine ait olan şu beyitler yazılıydı:

"Ben mahlukatın Rabb'ine muhtacım.
Ben her halinde miskin olanım.
Ben nefsine çok zulmedenim.
Nefsim de bana zulmeder.
Eğer bize bir hayır gelirse O'ndan gelir.
Ben kendime bir yarar temin edemem.
Ve kendimden bir zararı da def edemem.
O'ndan başka beni idare edecek bir efendi yoktur.
Günahlarım kaplayınca şefaatçim da yoktur.
Meğer ki halikımız olan Rahman'dan ayetlerde geçtiği gibi
Şefaatçıya bir izin çıksın.
Ben O'nun katında ebediyyen hiçbir şeye malik olamam
Hiç bir zerreye de ortak değilim.
Bazı idarecilerin etrafında olduğu gibi,
Kendisinden yardım aldığı bir yardımcısı da değilim.

Fakr benim, benden hiç ayrılmayan asli vasfımdır.
Nitekim zenginlik de O'nun ebedi ve zati sıfatıdır.

Bu hal bütün mahlukatın halidir.
Hepsi O'nun katında, O'nun kölesidir.
Kim yaratıcısından başka birini gaye yaparsa,
O çok cahil, zalim, muşrik ve asidir."

Ondan gelen ve gelecek olan şeyler için bütün kainat doluşunca O'na hamdolsun. "Nîmeti görmekten soyutlanma" ya gelince; kulun bütün nimet ve ihsanları yalnızca Allah' tan bilmesi, nimetleri O'nun lütfettiğini muşahede etmesidir. Halbuki sen O'na daha önce ne bir şefaatçi göndermişsindir, ne de ihsanına vesile kıldığın bir aracı edinmişsindir.
"Soyutlanma (tecrid)" başkasına nisbet etmemek için, lütuf ve nîmetin sadece Allah'a ait olduğunu muşahede etmektir. Aksi halde nimet, haddi zatında Allah' tan başkasına nisbetten uzaktır. Ne var ki maksat, muşahedenin de haddizatında hakikate uygun olması için, nimeti muşahedenin Allah'a tahsis edilmesi gerekir.
Allah daha iyisini bilir.
(İbn Kayyim el Cevziyye, Medaricu's Salikin)


NAMAZDA HUŞUSUZLUK
Eğer denilirse ki, hususuz kılınan namaz hakkında ne dersiniz? Acaba öyle bir namaz kabul olunur mu?
Buna şöyle cevab verilebilir:

Bu, bundan sevab alamayacağı manasındadır ve ancak aklı başındayken ve Allah'a huşu' edilen miktarınca sevab alır, onun dışındaki sevaba konu olmaz.
İbn Abbas (r.anhuma) şöyle demiştir:
"Namazından sana ait olan ancak aklının başında olduğu kısmıdır."
Ahmed b. Hanbel'in Musned'inde merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Kul namaz kılar. Ancak o namazdan onun hesabına ya yarısı ya üçte biri veya dörtte biri, nihayet onda biri yazılır."
Cenab-ı Hak namaz kılanların felahını, namazlarında huşu halinde olmalarına bağlamıştır. Bu da namazda huşu içinde olmayanların kurtulanlardan olmayacaklarına delalet eder. Şayet hususuz kılınan namaz kabul olunsaydı, öyle namaz kılanların da felah bulanlardan olmaları gerekirdi.
Dünyevi hükümler ve kazasının gerekmesi bakımından kabul olunup olunmamasına gelince şayet huşu ve anlaması galip ise icma ile kabul olunur. Bu arada kılınan sünnetler, akabinde yapılan zikirler onun eksiklerini tamamlarlar.
Eğer huşusuzluk ve ilgisizlik galip olursa fıkıh uleması böyle bir namazın iadesinin vacip olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel'in talebelerinden Ebu Abdullah b. Hamid ve Ebu Hamid el Gazzali Vasit ve Basit adlı eserlerinde değilse de İhya'da böyle bir namazın yeniden kılınmasının vacip olduğunu kabul etmişlerdir.
Bu görüşten olan alimler böyle bir namazdan dolayı mükafat söz konusu olmadığını, ondan dolayı felah bulunmayacağını ileri sürerek ondan zimmetin kurtulamayacağım, riya ile namaz kılan kimse gibi, onu kaza değil, iade etmesi gerektiğini ileri sürmüş ve bu hususta şu delilleri zikretmişlerdir:

1 - Huşu ve düşünme namazın ruhu, gayesi ve özüdür.
Binaenaleyh, ruhu ve özü gitmiş, sadece şekil ve kabuğu kalmış olan bir namaz nasıl kabul edilebilir?
2 - Kişi namazda bir vâcibi kasden terk etse bu, o namazı bozar. Çünkü bir kısmı bulunmayan namaz, organı eksik olan ve keffaret olarak azad edilen bir köle gibidir. Her ikisi de sahih olmaz. Öyle ise ruhu, özü ve gayesi gitmiş olan bir namazın da sahih olmaması icab eder. Çünkü böyle bir namaz artık ölü bir köleye benzer. Nitekim farz olan bir keffaretle mesela eli kesik olan bir köleyi azad etmek caiz olmadığı gibi, ölü olan bir köleyi bu maksatla azad etmek haydi haydi câiz değildir.


Bazı selef uleması da, şöyle demiştir:
Namaz bir hükümdara hediye edilen bir cariye gibidir. Nasıl ki bir hükümdara çolak, şaşı veya kör, yahut da eli ve ayağı kesilmiş, yahut hasta, çirkin ya da ölmüş, ruhsuz bir cariye hediye edilmezse, kul da rabbine hediye ettiği namazı seçmek durumundadır. Zira Allah iyidir, ancak iyi olanı kabul eder. Ruhsuz bir namaz ise iyi bir amel değildir. Nitekim ruhsuz bir köle azad etmek de iyi bir azad değildir.
3 - Kalbi huzur ve huşu ibadetinden alıkoymak, uzuvların efendisini ibadetten alıkoymak ve uzaklaştırmaktır. Efendi azledip etkisiz bırakıldıktan sonra, halkın taat ve ibadetinin ne önemi kalır?
4 - Organlar kalbe tabidirler. Kalbin iyi oluşuyla iyi, kötü oluşuyla da kötü olurlar. Kalb kulluğunu yapmazsa organlar haydi haydi yapmazlar. Kalbin ibadeti gaflet ve vesvese ile fasit olursa onun halkı ve askeri durumunda olan organların ibadeti nasıl sahih olur?
Halbuki o halk ve askerler onun emriyle hareket etmekte, onun emrine uymaktadırlar.
5 - Tirmizi ve diğer hadis kitaplarında merfu olarak rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah gaflet içindeki kalbin duasını kabul etmez."
Bu hadis ya ibadet duasına hasdır, ya niyaz duasına mahsustur.Ancak her halükarda gaflet içindeki bir kalbin yapacağı ibadet duasının kabul olunmayacağına dikkat çekmektedir.
6 - Genellikle, gaflet ve yanılmanın galip geldiği namazda ihlas bulunmaz. Çünkü ihlas kullukta sadece mabuda yönelmektir. Gaflet içinde bulunan kimsenin bir yönelişi söz konusu olmayacağına göre, ibadetinin de söz konusu olmaması gerekir.
7 - Cenab-ı Allah : "Şu namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılmaktadırlar" (Maun, 4-5) buyurmuştur. Halbuki yanılmak namazı kılmamak değildir. Öyle olsaydı Cenab-ı Hak ayette "namaz kılanlar" deyimim kullanmazdı.
O halde, zikredilen yanılma bir vacibi unutmadır ki, ya İbn Mesud ve diğer bazı zevatın ileri sürdükleri gibi, vakti unutmadır veya huzur ve huşuu unutmadır. Doğrusu ayette geçen yanılma her iki tür yanılmayı da içine almaktadır. Çünkü Hak Subhanehu ve Teala onların namaz kıldıklarını kabul ettikten sonra, onda yanıldıklarını ifade buyurmuştur. O halde bu yanılma ya vacip olan vakitte yanılma veya vacip olan huzur ve ihlasda yanılmadır. Onun için ayette riya ettiklerinden söz edilmiştir. Şayet bu yanılma terk manasına gelen bir yanılma olsaydı, riyadan söz etmek mümkün olmazdı.
Bir an için ayette geçen yanılmanın sadece vacipte yanılma olduğunu kabul etsek bile, ihlas ve huşu konusunda yanılmaya karşılık, yazık olacağına dair bir tehdidi şu sebeplerden dolayı evleviyette içine almaktadır,
a - Vakit özür halinde düşer ve yerini bedeline bırakır. Oysa ihlas ve huzur hiç bir halde düşmez. Ve bedeli yoktur,
b - Vakit vacibi, huşu maslahatını tamamlamak için düşer. Binaenaleyh huşu ve huzur ile kılınmasına bir mani bulunan namazı diğer bir namazla cem' etmek caiz olur.
Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı alimlerin kabul ettikleri üzere yolcu, hasta ve cem etmeye ihtiyacı bulunan meşgul kimse böyledir.
Özet olarak Peygamber nazarında namazda ihlas, huzur ve kalbi bütünüyle Allah'a yöneltme maslahatı, diğer vaciplerin maslahatından daha fazladır. Binaenaleyh, şari'in bir tek tekbirin terki, bir rüknü yerli yerinde yapmanın terki, bir harfin bir şeddenin, terki, bir teşbihin "SemiAllahu limen hamiden", "rabbena lekel-hamd" veya bir salavatın terki ile namazı iptal ettiği halde, ruhu, özü ve en büyük gayesi, sırrı bulunmayan bir namazı kabul etmesi nasıl düşünülebilir?
Bu grubun ileri sürdükleri deliller bunlardır.
Görüldüğü üzere bu deliller güçlü ve açık delillerdir.

Huşusuz kılınan namazın iadesinin lazım gelmeyeceğini ileri süren diğer grubun öne sürdükleri deliller ise şunlardır:
1 - Sahih bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Muezzin ezana başladığı zaman şeytan kaçar. Ezanı duymamak için sesli bir şekilde yellenerek gürültü çıkarır. Ezan bitince geri döner. Namaz için kamete başlanınca yine uzaklaşır. Kamet bittiği zaman geri döner ve kişinin kalbi ile arasına girer, ona hatırına gelmeyen şeyleri hatırlatarak, şöyle der:
Şunu hatırla, şunu hatırla.
Sonunda kişi kaç rekat kıldığını bilemez hale gelir. Siz bu halde olursanız oturduğunuz zaman iki secde yapın."

Peygamber Efendimiz (s.a.v) burada namazında kaç rekat kıldığını bilmeyecek kadar şeytan tarafından gaflete düşürülen kimseye iki tane sehv secdesi emretmekte, ancak namazı iade etmesini emretmemektedir. Şayet sizin iddia ettiğiniz gibi böyle bir durumda namaz batıl olsaydı, Rasulullah (s.a.v) onun iade edilmesini emrederdi.
İşte şeytanın kula namazda vesvese verip huşuuna mani olmasından dolayı onun burnunu toprağa sürtmek için sehiv secdelerinin emredilmesinin sırrı da buradadır. Bunun içindir ki Peygamber (s.a.v) sehiv secdelerine "murağğimeteya= iki horlayıcı" adını vermiş, namazında sehivde bulunanlara bu iki secdeyi yapmalarım emretmiştir. Secdeleri gerektiren unutmanın az veya çok olduğuna ve şiddetine dair bir ayırım yapmadan, "her sehiv için secde yapılmasını" emretmiş, şiddetli olan sehvi ayırmamıştır.

2 - İslami hükümler zahire göre verilir.
Gizli olan imani hakikatler ise sevap ve ikaba taalluk eden şeylerdir.
Dolayısıyla, Allah'ın iki ayrı hükmü vardır:
Birincisi
dünyada amellerin zahirine ve organların amellerine göre verdiği hükümler;
İkincisi ise, ahirette zahir ve batına göre vereceği hükümlerdir.
İşte bu esastan dolayıdır ki, Rasulullah efendimiz (s.a.v.), munafıkların izhar ettikleri hallerini kabul eder gizli niyet ve hallerini Allah'a havale ederdi. Munafıklar mu'minlerle evlenip mirasçı olurlardı. Bu dünya açısından namazları makbul olarak değerlendirilir, zahiri olarak icra etmelerinden dolayı namaz kılmamış olarak kabul edilmezlerdi Ancak mukafat ve ceza ile ilgili hükümler insana değil, Allah'a aittir. Onun hükmü ahirette verilecektir.
Biz İslam'ın ameli kısmı hakkında hüküm veriyoruz. Dolayısıyla ahirette cezadan kurtarıp mukafata sebep olmasa bile, münafık ve riyakarın namazının sahih olduğuna hükmederiz. O halde vesvese ve kalbin huşudan gaflet etmesine mubtela olan gafil müslümanın namazı haydi haydi sahih olmalıdır.
Evet, huşusuz olarak namaz kılan kimse Allah'ın dünyada ve ahirette namaza bağlamış olduğu bir takım lütuflardan mahrum kalır. Çünkü namazın bu dünyada, kalpteki imanı kuvvetlendirmesi, kalbi nurlandırması, kalbin genişleyip açılması,' ibadetin tadını alması, neşe ve sevinç duyması; tıpkı padişahın huzuruna varıp' onunla hususi olarak konuşan bir kimse gibi, hatta ondan daha ziyade olarak niyet ve kalbiyle namazda Allah'a yönelen, kalbi O'nun huzurunda bulunan bir müminin elde edeceği lezzeti duyması gibi, elde edebileceği mukafatları vardır.
Ayrıca namazını kılan kimse ahirette yüksek derecelere çıkar. Mukarrabin ile beraber olur. İşte namazda huşu ve huzur içinde bulunmayan kimse, bütün bunları elinden kaçırır, îki insan namazda yanyana durdukları halde, namazları arasında göklerle yer kadar fark olur. Ancak bizim bunlar için bir diyeceğimiz yoktur.
Eğer huşu'suz kılınan namazın iade edilmesinin gerektiğini söylerken, bu netice ve meyveleri elde etmesi düşüncesini taşıyorsanız buna hakkınız vardır. Haliyle kişi isterse o neticeleri elde eder, isterse etmez. Şayet, "bu hususta mecburdur, yapmazsa onu cezalandırır, kendisine namaz kılmayan kimse gibi muamele ederiz," diyorsanız, bu doğru değildir.
Namazda huşu içinde bulunmayan kimse ile ilgili görüşlerden ikinci görüş, bize göre daha doğrudur.
En iyisini Allah bilir.
(İbn Kayyim el Cevziyye, Medaricu's Salikin)
 
Son düzenleme:

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt