Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Mezheb - Mezheblerin Çıkış Sebebleri ve Hukmu

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
MEZHEB - MEZHEBLERİN ÇIKIŞ SEBEBLERİ VE HUKMU


MEZHEB

Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce sistemi; bu yaklaşımlar etrafında meydana gelen ekolleşmenin ürünü olan ilmî ve fikrî birikim.

Sözlükte "gitmek" anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de "gidecek yer ve yol" mânasında mekân ismi olan mezheb kelimesi, terim olarak "dinin aslî veya feri hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem" diye tanımlanabilir. Tanımda yer alan aslî hükümler dinin inanç esaslarını, fer'î hükümler ise ibadetler ile insanlar arası munasebetleri hedef almaktadır. İman esaslarını konu edinen mezhepler itikadî, diğerleri de fıkhı mezhebler diye isimlendirilmiştir.

Bazı mezheb tarihçileri, İslâm mezheblerini, Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadise göre taksim etmişlerdir.
Yahudiler yetmiş bir (71) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Hristiyanlar yetmiş iki (72) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Bu Ummet de yetmiş üç (73) fırkaya ayrılacak, biri hariç hepsi cehennem girer.
(Tirmizi, İman, 18; Ebu Davud, Sunnet, 1; İbn Mace, Fiten 17; İbn Mace,Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332 ed-Dârimî, Siyer, 75)

Yine bir kısım mezheb tarihçileri, bu hadiste söylenen rakamın çokluktan kinaye olmayıp hakiki sayı olduğuna inanarak yazdıkları eserlerde ana mezhebleri tesbit etmiş ve bunları da kendi aralarında kollara ayırarak mezheblerin sayısını yetmiş üçe ulaştırmışlardır. Yetmiş üç sayısını doldurmak isteyen bu âlimler, ne ana fırkaların, ne de kollarının sayısında ittifak edebilmişlerdir. Abdulkahir el-Bağdâdî"el-Fark beynel-Fırak" isimli eserini, Ebul-Muzaffer el-Esferayînî "et-Tabsir fi'd-Din"isimli eserini bu şekilde yazmışlardı.
Bazı âlimler de hadiste bildirilen rakamın yalnızca çokluğu ifade ettiğini kabul ederek, eserlerini mezheblerin sayısına önem vermeden yazmışlardır. Ebul-Hasen el-Eş'arî, "Makalatu'l-İslamiyyin"i, Fahrettin er-Râzî "İtikadatu Fırakıl-Muslimîn vel-Muşrikîn"i bu tarzda yazmışlardır.
İbn Hazm da, sahih olmadığını iddia ederek bu hadisi reddetmiş ve "el-Fasl fil-Milel ve Ehvai ve'n-Nihal" isimli eserinde tesbit edebildiği mezhebleri yazmıştır.


Mezheblerin Çıkışı

Hz. Peygamber (s.a.v), hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf' yoktu. Dinin usul ve furuunda sahabilerden bazısının anlamadığı bir mesele çıkarsa, Hz. Peygamber'e sorar, o da açıklardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirleri ile Hz. Osman'ın hilafetinin ilk yıllarında da herhangi bir ihtilaf çıkmamıştı. Sahabe ve tabiin devirlerinde akaidde bir mesele çıkarsa, hemen güvenilir alimlere muracaat olunur, hukmu alınır, ihtilafın çıkmasına fırsat verilmezdi.
Akaid konularında vukua geldiği zaman ihtilaf ve çekişme ummet için zararlı olur. Sahabe ve tabiin zamanlarında Ferâiz meseleleri gibi amele ait bazı ayrıntılarda görüş ayrılıkları olmuşsa da ameli sahadaki ihtilafın, çekişmeye sebep olması şöyle dursun, İslâm toplumu için bir rahmet olmuştur.
Osman'ın şehadetinden sonra tehlikeli olan siyasi ihtilaflar çıkmaya başladı. Özellikle hakem olayından sonra İslâm'da ilk siyâsî ayrılık ve bid'at mezhebleri kendilerini gösterdiler.
İlk çıkan mezhebler, siyası mahiyette olup bunlar dini bir kisveye bürünmüşlerdi.

Muslümanlar arasında zuhur eden iç savaşlarda, Hz. Ali'nin yanında yer alan sahabe ve tabiine Şia-i ulâ denilmişti. Daha sonra ortaya çıkan Ali taraftarı mutaassıb grubların da Şia diye anılmaları sebebiyle Şia-i ula'ya bu "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat" denilmiştir.

Hakem olayına itiraz edip Hz. Ali'nin ordusundan ayrılanlara Havâric (hariciler) veya Marika veyahut Muhakkime-i ulâ denilirdi. Diğer taraftan Osman'ın katillerinin yakalanıp kısas yapılmasını isteyenlere Şia-i Osman denilmişti. Hz. Osman'a sevgi besleyip Muaviye tarafını tutanlara da Nasıba deniliyordu. Emeviler devletinin yıkılmasından sonra Nasıba tamamen silinip gitmiştir.

Hz. Ali'nin vefatından sonra İbn Ömer, İbn Abbas gibi daha bir kısım sahabe hayatta iken akaidde meydana gelen ilk bid'at mezhebi, Kaderiyye olmuştur. Kader kulun ihtiyar ve iradesi hakkında ilk konuşan, Ma'bed el-Cuheni, sonra bunun görüşlerini yayan Gaylan ed Dımeşki olmuştur.
Ma'bed, kulun tam ve mutlak bir iradesi olduğunu, kaderin bulunmadığı fikrini ortaya atınca, o zaman hayatta olan İbn Ömer ve İbn Abbas, bu fikirlere karşı çıkarak onu şiddetle kınamışlardı.
Sonra Ca'd b. Dirhem cebir fikrini ortaya atmış, talebesi Cehm b. Safvan, Ermenilere karşı bir ayaklanmaya katıldığı için öldürülünceye kadar bu fikrin yanında Allah'ın sıfatları hakkında görüşlerini yaymıştı.

Ali'nin şehid edilmesinden sonra, ashabın yolunda giden Ehl-i Sünnetin karşısında olan beş ayrı ana bid'at mezhebi ortaya çıkmıştır ki bunlar ileride zuhur edecek diğer bid'at mezheplerine kaynaklık etmişlerdir. Bu beş ana bid'at mezhebi Havaric, Kaderiyye, Cebriyye (Cehmiyye), Şia (Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiyye) ve Murcie'dir.

İslâm Tarihinde Mezheblerin Çıkış Sebebleri
Müslümanlar arasında mezheblerin çıkışını etkileyen başlıca sebepler şunlardır:

1- İnsanların anlayış ve idrak seviyelerinin farklı oluşu, arzu ve isteklerinin uyuşmazlığı.

2- Metod ve ölçülerin farklı oluşu:
Mesela; Mu'tezile aklı esas almış ve nakli buna tabi kılmış, Ehl-i Sünnet nakli esas almış ve aklı bunu destekleyici mahiyette kullanmış, İslâm filozofları sadece aklı esas almışlardır.

3-Arab ırkçılığı:
Hz. Peygamber zamanında ortadan kalkan Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında yeniden açık bir şekilde ortaya çıkarak anlaşmazlıklar üzerinde etkili oldu.

4- Hilafet munakaşaları ve bunun neticesinde ortaya çıkan fitne ve iç savaşlar:
Bu ihtilaf, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) 'in vefatından hemen sonra ortaya çıkmış, Medine'nin yerlileri olan ensar, «Peygamberi biz barındırdık, ona biz yardım ettik, halife olmaya biz daha layıkız.» diyor. Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirler ise «Biz daha önce müslüman olduk, halifeliğe bia daha layıkiz» diyorlardı.
Fakat, ensarın kuvvetli imanı, ihtilafı sona erdirdi. Artık ondan ortada hiçbir eser kalmadı. Ne varki ihtilaf daha sonra yeniden alevlendi ve başka bir şekilde tekrar ortaya çık*tı.
Halife olma hakkı, Kureyş'in hepsine mi aittir? Yoksa sadece Hz. Ali ve evladına mı aittir? Yahutta bu hak herhangi bir kabile ve aile ayırdetmeksizin, bütün müslümanlara mı aittir?
Çünkü bütün müslümanlar Allah katında eşittir. Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurur : «Şüphesiz ki Allah katında en üstününüz, ondan en çok korkanınızdır.» (Hucurat suresi âyet, 13)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurur: «Ey insanlar, iyi bilin ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. İyi bilin ki Arabin, Arap olmayana, Arap olmayanın Arab'a, kızıl derilinin siyaha, siyahın kızıl deriliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak Allah'dan korkma iledir.» (Musned-i İmam Ahmed b. Hanbel, C. 5, S. 411)
Bu ihtilaflar sebebiyle müslümanlar, Havaric, Şia gibi guruplara ayrılmışlardır.
Bu savaşlarda müslümanlardan ölenlerin ve öldürülenlerin durumu, öldürme (katl), büyük günah işleyenlerin (murtekib-i kebirenin) durumu meselesi, büyük günah işleyenin kâfir olup olmaması, kader, cebir ve kulun iradesi meselesi, bu iç savaşlarda kaderin rolü, gibi meseleler müslümanlar arasında farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

5- Karşılaşılan eski kültür ve inançların etkisi:
Fethedilen ülkelerin değişik kültür ve dinlere mensub halkının bir kısmı samimi olarak ve bir kısmı da zahiren müslüman olmuşlardı. Bunlar eski din ve inanışlarının etkileri altında cebir, ihtiyar, Allahın sıfatları hakkında fikirlerini ortaya koşmuşlar ve bir kısım müslümanları da tesirleri altına almışlardı. Selef alimlerinin bunlara cevap vermekte yetersiz kalması sebebiyle Mutezile mezhebi ortaya çıktı. Bu mezhebin salikleri de akaidde akla önem veren bir metod geliştirmişlerdi.

6- Eski Yunan, Hind ve İran felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesi:
Eski felsefenin pek çok hükümleri İslam akaidi ile uyuşmuyordu. Bazı müslümanlar İslam Akaidini felsefenin tesiri altında kalarak mütalaa etmişler ve çeşitli görüş ayrılıklarına sebep olmuşlardır. Mutezile, felsefe ile meşgul olmuş, İslam akaidini açıklamada felsefi metodları uygulamışlardır.

7- Bir takım kıssacı ve hikayecilerin varlığı:
Bu boş boğaz efsaneci hikayeciler, İslamla uyuşmayan asılsız hikayeleri nakletmişler ve müslümanlar arasında yaymışlardır. İsrailiyat denilen ve İslâmla bağdaşmayan bu hikayeler tefsirlere ve İslâm tarihlerine girmiş ve bu da müslümanlar arasında ihtilaflara yol açmıştır.

8- İslâmın tanıdığı fikir hurriyeti:
Hicri I. asrın sonlarından itibaren herkes istediği gibi düşünür ve görüşünü söylerdi. Açıkça zarurat-ı diniyyeden birini veya birkaçını inkâr etmek hâriç, fikirler ve kanâatler üzerinde baskı yoktu. İlim adamları ortaya atılan meseleler üzerinde deliliyle birlikte hakikati arar, fikir ve kanaatını serbestçe beyan ederdi.

9- Nassların karakteri:
Kuranda muhkem ve muteşahih ayetlerin bulunması. Muteşabih nasların belirlenmesi ve bunların tefsir ve te'villeri ihtilafa yol açmıştır.

10- Hadislerin, zabt edilme ve senedi konusunda konulan şartlar sebebiyle sahih, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılması, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği de ihtilaflara yol açmıştır.

11- Arabçanın gramer ve belâgatını bütün incelikleriyle bilememek:
İslâmın maksadını anlamamak, hüküm çıkarırken cehalet sebebiyle Kur'ân'ın bütünlüğüne riayet edememek.

12- Heva ve nefse uymak, arzulara tabi olarak delilsiz hüküm vermek, başkalarını delilsiz taklid etmek.

13- Örf ve âdetlerin değişik olması da mezheblerin çıkış sebeplerinden birisidir.


Ehl-i Sünnetin İtikadi - Akaid Mezhebleri

1) Ehl-i Sunnet-i Hassa denilen Selefiyye: Selefiyye'nin mutekaddimi'ni ve muteahhiri'ni vardır.

2) Ehl-i Sunnet-i Amme: Maturidiyye, Eş'ariyye. Bunlara Halefiyye de denir.

Ehl-i Bid'at Mezhebler

1) Ehl-i Bid'at Olanlar :
İki kolu dışında Hariciye,
Kaderiyye
Mutezile,
Cebriyye (sorumluluk yoktur diyenleri hariç)
Zeydiyye
İmamiyye (İsna Aşeriyye),
Kerramiyye
Naccariye
Haseviyye.

2) Kufur Uzere Olanlar :
Haricilerden Acâride'nin Meymuniyye kolu
Yezidiyye
Batıniyye-i Nizariyye (ki bu mezheb hicri 5. asrın sonlarına doğru Hassan Sabbah tarafından kurulmuştur)
Nusayriyye
Durziyye (Durzilik)
Babilik
Behailik (Behaiyye).


Ehl-i Sünnetin Fıkhi - Ameli Mezhebleri

Fıkıh mezheblerinin hepsi de Kur'an ve Sünneti esas alırlar. Bunlar da ikiye ayrılır:

1- Günümüzde Tabiileri Bulunan Mezhebler:
Hanefiyye, Şafiiyye, Malikiyye, Hanbeliyye, Caferiye, Zeydiye ve Zahiriyye'dir.
Bu sonuncusunun (Zahiriyye) muntesibi pek az kalmıştır. Hindistan taraflarında Zahiri mezhebine bağlanan pek az kimse vardır.

2- Günümüzde Tabiileri Bulunmayan Mezhebler:

Bugün tabi ve muntesibleri kalmamış ve fıkıh tarihine geçmiş olan mezheblerin imamları şunlardır:

Abdullah b. Şubrume (v.h. 144)
Abdurrahman el-Evzai (v.h. 157)
Sufyan es-Sevri (v.h. 161)
Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Leyla (v.h. 148)
İshak bin Rahuye (Raheveyh, v.h. 238)
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi (v.h. 310)
Leys b. Sa'd (v.h.175)
Muzeni (v.h. 264)
Ebu Sevr İbrahim b. Halid Muhammed b. İshak b. Huzeyme (v.h. 311)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Mezhebler Arasındaki İhtilâflar ve Sebebleri

İslâm hukuk ekolleri, önce büyük şehirlerde kurulurken aralarındaki ihtilâflar da kendisini iyice hissettirmeye başlamıştır. Irak'ta kendine göre metodu olan bir ekol, Hicaz'da ve Şam'da da ona paralel olarak başka ekoller teşekkül etmiştir. Şiiler de ayrı bir ekol meydana getirmişlerdir. Daha sonra her ekolü temsil eden bir şahsiyet ve onun etrafında bir talebe gurubu doğmuştur. Ekolleri temsil eden bu şahsiyetler; rivayet, fıkhı dirayet, rivayet edilen şeyleri ortaya koyma ve bunlara göre fıkhın temellerini kurma, yeni olayları inceleyip onların hükümlerini açıklama hususlarında talebelerine önderlik etmişlerdir. Kûfe'de kıyas üstadı Ebu Hanife, Medine'de İmam Malik, Şam'da İmam Evzai, Mısır'da Leys b. Sa'd bulunmaktadır. Bundan sonra ikinci tabakayı teşkil eden İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd ez-Zâhiri gibi şahsiyetler dikkati çekmektedir. Bunlardan sonra devam etmekte olan içtihadın yerini yavaş yavaş mezhep taraftarlığı almıştır. Dolayısiyle mutlak ictihad'da bulunan kalmamış; aksine, ictihad, mezheblerin sınırları içine girmiştir. Bu merhaleden sonra muctehidlerin, mezhep İmamının fikirlerine ve mezhebin prensiplerine sarılmak zorunda kaldığını görüyoruz. Bununla beraber mezhepçe hakkında açık bir hüküm (nass) bulunmayan hususlarda ictihadların yapıldığı görülmektedir. Gitgide mezhep İmamlarının görüşlerinin dışına çıkamıyan muctehidler, yeni hiç bir ictihad yapamamışlar ve İslâm Hukuku'ndaki ilmî faaliyetler, ne yazık ki, eskiye nisbetle büsbütün duraklamıştır.
Fer'î fıkıh meselelerindeki ihtilâf, dinin kesin hükümlerinden ayrılmadıkça pek Önemli bir şey teçkil etmez. Daha doğrusu, ihtilâfın esası hakikati araştırmak olunca, insanlar için daha iyiyi ve doğruyu bulmak hususunda geniş bir kapı açılmış ve doğruyu tercih için akla salâhiyyet verilmiş olur. Çünkü hakikat nuru, fikirlerin çarpışması ve nokta-i nazarların bilinmesi ile açıkça parlayabilir.
Muctehid İmamların hepsi de, insanlar arasındaki ihtilâf sebeplerini öğrenmek hususunda büyük gayretler sarf ediyorlardı. Ebu Hanife; «insanların en bilgini, onların ihtilâf sebeplerini en iyi bilendir» diyordu. Çünkü tartışma konusu olan bir meselede bilginlerin görüşlerini kavramak, araştırıcı için hakikati ortaya çıkarmak demektir. Delillerin kuvvetli ve zayıflarını bilmek ve meseleyi her yönüyle incelemek, araştırıcıyı hüküm verme, doğru ve yanlışı ayırdetme hususunda daha yetkili kılar.

İhtilâfın Mihveri

İslâm'ın kesin emirlerinde ve icma' ile kabul edilen fıkıh konularında ihtilâf yoktur. Ancak bunların dışındaki fer'î meseleler (furû')'de mezhebler arası anlaşmazlıklar mevcuttur. Dînin kesin hükümleri; beş vakit namaz, namaz kılarken Ka'beye dönmek gibi namazın farz ve rükünleri, oruç, zekât ve'hacc, zekât olarak verilen malların miktarları ve nihayet nikâhlanması haram veya helâl olanlar hakkındaki hükümler ve mirastaki hisse miktarları gibi Kur'an-ı Kerimle beyan edilen ve ihtilâf konusu olmayan meselelerdir. Bunlar gibi hakkında icmâ' hâsıl olan dinin hükümlerinden birini inkâr eden kimse, İslâmiyetin dışına çıkmış olur.
Bunların dışında ihtilâf konusu olan şeyler ne olabilir? ve ihtilâf sebebi nedir? Bu konuda diyebiliriz ki ihtilâf, akılla halledilebilecek ve hakkında kat'î nass bulunmayan cüz'i meseleler çok çeşitli olup bunlar hakkında değişik açılardan delil getirilebilir. Bu gibi konularda ictihad yapmak, muctehidi hatâya sürüklese bile sevaptır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Muctehid, içtihadında isabet ederse ona iki ecir, yamlırsa bir ecir vardır.»
Peygamber(s.a.v.), bu sözüyle muctehidin yanılabileceğini, bütün cehdini ve kudretini harcadıktan sonra yanılmışsa ayıplanmamasını bize öğretmektedir. Peygamber (s.a.v.), kendisi de ictihad yapardı. Fakat içtihadında yanılacak olursa O'na Allah doğruyu gösterirdi. Çünkü O'nun sözü şeriat olduğu için, hatâ üzerinde kalması imkânsızdır. Buna yukarda da işaret etmiştik.

Kitab (Kur'an) Etrafındaki İhtilâflar

Asıl delil getirme (istidlal) işi Kitab'la olur ve bunda hiçbir kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü Kitab (Kur'an), îslâm Şerîati'nin temeli, Peygamber (s.a.v.)'in en büyük mucizesi ve Allah'ın kıyamete kadar baki olacak kanunudur. Onun içine aldığı hükümlerin İslâm Dini'nin esası olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Kitab etrafındaki ihtilâflar, sadece onun bazı kelimelerinin delâlet ettiği anlamlar üzerinde meydana gelmiştir. Çünkü Kur”an'ın bazı ifade ve kelimeleri çok vecizdir. Bu ifade ve kelimelerin anlamları ictihadlara yol açmaktadır. Meselâ, «Boşanmış kadınlar üç ayhali (kurû') iddet beklerler» (Bakara Sûresi, 228) âyetindeki (kuru') kelimesini birçok fakihler hayız (ayhali) ile tefsir etmişler, Şafii de iki ayhali arasındaki temizlik müddeti olarak yorumlamıştır.
Aslında bu kelime lügat bakımından her iki anlama da gelmektedir. Peygamber (s.a.v.)'den de bu hususta bütün fakihlerin kabul edeceği bir tefsir rivayet edilmemiştir. Gerçi Peygamber (s.a.v.)'den, «Kuru' günlerinde namazı terket» ve «Cariyenin iddeti iki hayızdır» şeklinde hadisler rivayet edilmiş ise de, İmam Şafiî bunları sahih olarak kabul etmemiştir. İşte Kur'an-ı Kerim'in kelimelerini tefsir hususunda buna benzer ihtilâflar mevcuddur.
Bazı ihtilâflar da ibare (ifade) lerin delâlet ettiği hükümler üzerinde meydana gelmiştir. Bu hükümleri belirten sünnet bulunduğu halde anlaşmazlık ortadan kaldırılamamıştır.
Meselâ, «Sünnet, Kur'an'ın umumî hükmünü tahsis edebilir mi?» İşte burada fukahâ ihtilâfa düşmüş olup Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve birçokları, Kur'an-ı Kerim'i Sünnet açıklar; çünkü Sünnet, Kur'an'a dayanmak ta ve onun mucmel hükümlerini genişleterek açıklamaktadır, demişlerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de : «Biz sana da Kur'an'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasın.» (Nahl Sûresi, 44.) Duyurulmaktadır. Kur'an'ın umumî olan her kelimesini, görünüşte ona muhalif gibi gözüken bir sünnet anlam bakımından hususileştirraiş (tahsis etmiş) tir.
Ebu Hanife ve bir kısım fakihlere göre Kur'an'm umumi hükümleri olduğu gibi kalır. Eğer bir sünnet, cüz'i olarak bu hükümlere aykırı düşerse ve bu sünnet mütevâtir veya meşhur ise, o, Kur'an hükmünü tahsis eder (hususileştirir). Eğer bu sünnet mutevâtir değilse, Kur'an'm umumî hükmü olduğu gibi kalır. Çünkü bu Kur'an hükmü, kat'î olarak mütevâtirdir... Onu âhad hadislerle tahsis etmek doğru olmaz. Kur'an'a muhalif olan böyle âhad hadisler Pey gambere nispetinde sahih addedilemez.
Fakihler bu hususta iki kısma ayrılmaktadırlar:

1 — Kur'an'ın zahiri hükümlerini Sünnet ile tahsis edenler:
Bunlara göre Sünnet, Kür'an-ı Kerim'i tefsir etmek, onun mânâ ve maksatlarını açıklamak bakımından Kur'an'a hâkimdir. Kur'an'm anlaşılması ve hükümlerinin kavranması için Sünnet bir anahtar vazifesi görür, dolayısiyle Kur”an'ı anlamak isteyen muctehid, Sünnetten müstağni kalamaz.

2 — Kur'an'ın zahirine muhalif olan âhad hadislerin sahih olmadığım ileri sürenler:
Onlara göre Kur'an, Sünnetin sahih oluşunu veya reddedilmesini gösterme bakımından Sünnete hâkimdir.
İşte cüz'i meseleler hakkında Kur'an-ı Kerim'le istidlal hususunda fakihler böyle ihtilâfa düşmektedirler. İşi biraz daha geniş olarak ele alırsak, Şiîler'den İmamiyye Fırkası'nın, Kur'an-ı Kerim'i arılamada muctehidlerin re'ylerinin derecesi üzerinde Sunnîler'le ihtilâfa düştüklerini görürüz. Ehl-i Sünnete göre Kur'an-ı Kerim Sünnetle tefsir edilir. Sünnet bulunmazsa, edebiyatıyla Arap dilini, Şeriat ve onun genel amaçlarını iyice bilen kimseler, Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde ictihad yapabilir. îmamiyye fırkasına göre, Oniki 'İmam, Kur'an-ı Kerim'in anahtarlarım teşkil ederler. İnsanlar, Kur'an-ı Kerim'in mânâ kapılarından ancak bu anahtarlar vasıtasiyle girebilirler.
El-Kâfi, Cafer-i Sadık'tan şöyle rivayet etmektedir: «İki kişi arasında tartışma konusu olan her şeyin aslı Allah'ın Kitabında mevcuttur, ancak insanların akılları ona ulaşamamaktadır» (Musned'il-İmam Cafer, c. I, s. 15; Lubnan baskısı)
İmamiyye -fırkasına göre insanların akılları, Kitabtaki her hükmün aslını kavrayamaz ve onu ancak Oniki İmamın aklı kavrar; insanlara öğretir. Dolayısıyla onlar, Kur'an'm anahtarları olup onların İlimleri Allah tarafından verildiği için her dedikleri bir ilham mahsûlüdür. Hattâ onlar hatâdan mâsum olup Cebrail dahi onların üstünde değildir.

Sünnet (Hadîs) Üzerindeki İhtilâflar

Sünnet etrafındaki ihtilâf, Sünnetle istidlal üzerinde değildir. Çünkü Sünnetle istidlal, müslümanlarça kabul edilen bir gerçektir. Ancak, Basra'da birkaç kişi Sünnetle istidlali kabul etmemiş ve sadece Kitabla istidlal edilebileceğini ileri sürmüş iseler de, onlar, İslâm tarihi içinde erimiş gitmişlerdir. Hattâ İmam Şafiî “el-Umm» adlı kitabında zikretmeseydi, bugün onların mevcudiyetinden dahi kimsenin haberi olmayacaktı. Sünnetle delil getirmeyi inkâr eden kimsenin müslümanlığından şubhe edilir.
Çünkü Sünnet, Peygamber (s.a.v.)'in tebliği olup Kur'an-ı Kerim'i tefsir eder. Kur'an-ı Ke-rim'e girmeyi sağlayan nurlu kapı, Sünnet kapısıdır. Kim Sünneti Kur'an' dan ayırıyorsa o, Kur'an-ı Peygamber'den ayırıyor demektir. Sünnet üzerindeki ihtilâfın gerçek yönü, isnadın şart olup olmaması meselesidir. İlk İmamlarla sonraki İmamlar arasındaki mursel hadisi kabul edip etmeme hususunda görüş farkı olduğunu yukarıda söylemiştik. Sünnetle istidlal hususundaki ihtilâf rivayet edilen bazı hadisleri bir kısım İmamların bilip diğer bir kısmının bunlara vâkıf olmamalarındandır. Dolayısiyle bu hadislere vâkıf olmayanlar re'yleri ile, vâkıf olanlar ise bu hadislere göre fetva vermişlerdir.
Hadis hususundaki ihtilâfın diğer bir yönü de, zahiri itibariyle Sünnetin, Kur'an-ı Kerim'in umumî mânâsına veya kıyas kaidelerine aykırı düşmesidir. Bazı İmamlar Medinelilerin amelini, rivayet edilen bazı hadislere tercih etmişlerdir. Bu hususu ileride ele alacağız. Bütün bu ihtilâfların ötesinde hadislerin mânâları üzerinde Şiilerle Ehl-i Sünnet arasında görülen ihtilâflar da önemlidir.
İmamiyye mezhebine bağlı olan şiîler, sadece İmamlarının sözlerini sünnet olarak kabul etmekte ve hadislerin ancak kendi İmamları vasıtasıyla rivayet edilebileceğini, sunnîlerin rivayet ettiği hadislerin belirli şartları haiz olduğu takdirde kabul edilebileceğini ileri sürmektedirler.
Bu şiîlerin birkaç tane hadis mecmuaları vardır. Bunları Ali b. Ebî Talib yoluyla . Peygambere nisbet ederler. Onlara göre Ali (r.anh)'nin fıkhı, fetva ve hükümleri, O'nun hayatına nisbetle Sünnet içerisinde az bir miktar teşkil etmektedir. Halbuki Ali (r.anh), Peygamber'in vefatından kendi vefatına kadar fetva vermek ve dînî konuları incelemekle meşgul olmuştur. Ayrıca O, İlim şehrinin kapısıdır. Üstelik O, beş yıl halifelik makamını işgal etmiş ve bu arada çok çeşitli hâdiseler meydana gelmiştir. Bu itibarla O'nun Peygamber (s.a.v.)'den sonraki bütün hayatı fıkıh, din ilmi ile uğraşmakla geçmiştir. Peygamber (s.a.v.)'e en yakın olan insan O idi. O, çocukluğundan itibaren" hayatı boyunca Peygamber (s.a.v.)'den ayrılmamıştır. O halde Ali (r.anh) vâsıtasiyle Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilenler, O'nun fetva ve hükümleri, hadis kitablannda zikredilen miktardan kat kat fazla olmak lâzım gelir.

Elbette Emevî idaresinin, Ali (r.anh)'den rivayet edilen pekçok şeyin gizli kalmasında büyük etkisi olmuştur. Çünkü cami minberlerinden Ali (r.anh)'ye lanet ettirenlerin, Ali (r.anh)'nin ilminden bahsedip O'nun fetva ve sözlerini ve bilhassa hükümet teşkilâtıyla ilgili görüşlerini nakletmek hususunda İlim adamlarına serbesti tanımaları makûl değildir. Ali'nin yaşamış olduğu Irak'a hükmeden valiler çok şiddetli ve sert kimseler olup îslâm toplulukları arasında Ali (r.anh)'nin fikirlerinin yayılmasına müsaade etmemişlerdir. Onlar, Ali (r.anh) hakkında öyle şüpheler yaratmışlardır ki, Ali (r.anh)'nin kunyesi olan «Ebu Turab» (Toprak babası) sözünü dahi onu küçük düşürmek için istismar etmişlerdir. Oysa Ali (r.anh) bu künye ile şeref duyardı. Çünkü bu kunyeyi O'na bizzat Peygamber, bir sevgi nişanesi olarak vermişti.
Acaba bu şartlar altında Ali (r.anh)'nin. rivayet ettiği hadislerle, O'nun fetva ve sözlerinin ekserisi yok olmuş, tarihin dalgaları arasında kaybolup gitmiş ve bunlara vâkıf olan hiçbir kimse kalmamış mıdır?

Şiîler'den Zeydiyye ve îmamiyye mezheblerine göre Ali, kendisinden sonra temiz neslinden gelen İmamları, yani oğulları Hasan, Huseyin ve Muhammed b. Hanefiyye'yi bırakmış ve ilmini de bunlara emanet etmiştir. Abdullah b. Abbas dahi Peygamber'den sonra en çok Ali (r.anh)'nin sözlerinden faydalandığını söylemiştir.
Şiilere göre Ali'nin evlâdlan, babalarının fikir mirasım korumak vazifesini üzerlerine almışlardır. Onlar, bu büyük İmamın ilmini zayi olmaktan kurtarmışlardır. Ali'nin evlâdlarından öncekiler, sonrakilere O'nun ilmini rivayet etmek suretiyle aktarmışlar ve Ali Hanedanı onun ilminin merkezi olmuş ve onlar hem Ali (r.anh)'nin Peygamber'den rivayet ettiği şeylerin tamamını, hem de O'nun kendi görüş ve fetvalarının hepsini rivayet etmişlerdir. Eğer, sadece Ali'ye istinad edilirken ifrata düşmek mümkün değil midir? diye sorulacak olursa onlar buna şöyle cevab verirler:


Dinî bakımdan kuvvetli olmayan bazı şuursuz şiiler bu hususta ifrata düşebilirler. Fakat bizzat Ali (r.anh) hanedanına mensup olan ve İmam Cafer-i Sadık'a uyan kimseler, böyle bir ifrata düşmekten uzaktırlar. İnsanlara rehber olan bu İmamlar din ilminde, züht ve takvada ve îslâm mirasını korumak hususunda her türlü şaibeden beridirler.
Bu itibarla, onlara göre, Ehl-i Beyt'in elinde, Ali (r.anh) evlâdlarının nesilden nesile birbirine devrettiği bir Hadis mecmuası bulunması garib değildir. Ehl-i Beyt mensuplarının hepsi Medine'de ikamet ettikleri zaman bu Hadis mecmuasını bazen gizliyorlar, bazen de ortaya çıkarıyorlardı. Biz burada, bunun münakaşasını yapmayacağız. Fakat bu Şiîlerin inancına göre Ehl-i Beyt'in sahib olduğa İlim, Ali (r.anh)'nin ilmi olup. O, bunu onlara miras olarak bırakmıştır.


Re'y Üzerindeki İhtilâflar

Re'y üzerindeki ihtilâf, re'yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi hükümlerin ancak nâss'lardan alınacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Dâvud ez-Zâhiri gelir. Ondan sonra İbni Hazm el-Ehdelusi gelmektedir. O, Zahirî Mezhebi'nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş, mezhebin kurucusu Davud'tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.
Re'y ile içtihadı kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teşkil ederler. Hattâ nass bulunmayan yerlerde, hükme esas teşkil etmek üzere re'y ile ictihad hakkında icma' derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur. .
Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğu; «Re'y'i tanımayanların muhalefetlerinin hiçbir değeri yoktur. Re'y'in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ' hâsıl olmuştur. Çünkü re'y'i tanımayanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil değildirler» demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.
Re'y'i kabul edenler, onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları, re'y ile içtihadın metodu kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, aralarında hükmün sebeb-i vucudu olan ortak illetlerden ötürü hakkında nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler'den İmamiyye mezhebi kıyas'ı tanımaz; fakat bu mezheb bilginleri, re'yi, nass bulunmadığı takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. Onlara göre nass Kur'an-ı Kerim, Peygamber (s.a.v.)'in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul edeceği maslahatı esas olarak alırlar. Çünkü akü, maslahata uymayan zararlı şeyleri caiz görmez. Aklın maslahath gördüğü şeyde şüphe edilemez. O halde akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.
Kıyas'ı, re'y ile fetva vermek hususunda bir prensip olarak tanımayanların karşısında Şâfiîler'i görüyoruz. Şariîler'e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re'y metodu, kıyas'tan başka bir-şey olamaz. Çünkü şer'î bir hüküm, ya nass ile veya nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamaktadır. Zira O'na göre f akih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bulamazsa bu hükme benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan hükme göre karar verir.
Hanefîler, Şafiîler'in bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re'y ile ictihad kapısını daha çok genişletmişler ve istihsan prensibini koymuşlardır. Istihsan-, örf, zaruret veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.
Malikler, Zeydiler ve Hanbelilerin bir kısmı, re'y'in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve masalih-i mursele'yi de kabul etmişlerdir.
Masalih-i mursele İslâm Şeriati'nın amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında müsbet veya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendirilir. Fakat bu hususta nass'larm hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur. Ğilâkis burada muhtelif nass'larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali, Osman (r.a.) gibi büyük sahabelerin yolundan gitmişlerdir.
Re”y hususundaki ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re'y'in değeri meselesidir. Hakkında delâlet bakımından kesin olan mutevâtir bir nass bulunan herhangi bir meselede re'yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat nass, âhad hadisler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss'lardan hangisinin tercih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu durumda, re'y kıyas'a dayanıyorsa ve kıyas'ın illeti bir nass'la tesbit edilmişse kıyasla hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu hadis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa, kıyas'ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas'ın illeti bir nass ile tesbit edilmemiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslân; hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü riass bulunan yerde ictihad yapılmaz.
Re'y'e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hüküm vermek için zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilmiştir.

Bazı Hanefîlere göre hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sabit gibi bilgin sahabüerden biri ise hadis tercih edilir. Ebu Hureyre gibi fakih olmayan birsahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun, bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu görüş Ebu Hanife'ye nisbet edilmekte ise de, O'nun görüşünü yukarıda belirttik.

Bazı İslâm hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi kesin olup onu tesbit etmek hususunda birçok hüküm mevcutsa kıyas tercih edilir. Bana göre ise, bu türlü kıyasa delâlet eden nass'lar bulunmalıdır. Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re'y veya kıyasla sabit olan bir hükmü farzetmek, Şeriatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler re'y'i tercih ederler.

Malikilere göre, re'y'i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber (s.a.v.)'e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun düştüğü halde, re'y'e aykırı düşüyorsa durum incelenir: re'y, Kitaba ve Sünnete dayanan hiçbir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir, durum böyle değilse re'y tercih edilir.

Burada belirtmek isteriz ki, re'y'i hadîs'e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (s.a.v.)'e nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hattâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu hadisi metin itibariyle de şaz görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından ve özel nass'-lanndan alman esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların böyle bir hadisin Peygamber (s.a.v.)'e nisbetini herhangi bir suretle tasdik edip dinî bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (s.a.v.)'e nisbeti sahih bir hadîs'e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi anlayışlarını Peygamber (s.a.v.)'in hadislerine tercih etmek isteyen sivri akıllılar, günümüzde türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid'at ehli olan bir kısım kimseler İslâm tarihinde görülmekte ise de,- büyük İslâm muctehidleri arasında bu türlü çarpık anlayış sahipleri asla mevcut değildir.

İcma' Üzerindeki İhtilâflar

Bir kısım icma' vardır ki onu inkâr etmek bir müslüman için imkânsızdır. İslâmiyetin esaslarına ait olan bu türlü icma'Iar, namadın rekâtları ve rükünleri, farz namazların sayısı, Ramadan orucu ve zekâtın farz oluşu gibi hususlara dairdir. Bu gibi icma'ların inkârı, bu esaslardan birini inkâr demek olduğundan, böyle bir inkâra sapan kimse îslâmiyetin dışına çıkmış olur.
İslâm'ın bu emirleri üzerinde icma' hâsıl olduğu gibi bunları isbat eden Kur'an nass'ları, tevatur yoluyla gelen Peygamber'in kavlî ve fiilî sünnetleri pek çoktur. Bunlar üzerinde icma', riass'ların en kuvvetlisine dayanmıştır. Dolayısiyle bu icma'a muhalif hükümler ifade eden cuz'î nass'lar ikinci plâna bırakılmıştır. Esasında bu icma'a muhalif hüküm ifade eden cuz'i nass'ların bulunması, zihnî bir feraziyeden ibarettir. Büyük bilginlere göre dînin kesin emirleri ictihad konusu olamaz.
İmâm Şafiî bu hususta şöyle söylemiştir:
«Dînin bu kesin emirleri hakkındaki bilgi bütün ümmete malolmuştur. Yani bunları bilmeyen hiçbir müslüman yoktur
Esasen Şafiî İlimleri ikiye ayırır:

1 — Her müslümanm bilmesi lâzım gelen İlim. Bu, dînin kesin emirlerini bilmektir.

2 — Müslüman İlim adamlarının sahib olduğu İlim. Bu, ictihad konusu olan meseleleri bilmektir. Halk bunu bilmez, fakat bilginlerden sorarak öğrenir.

Bir kısım hakîkata nüfuz edemeyen kimseler, her icma'ın bütün nass'lardan üstün olduğunu zannederler, bu bir anlayış hatasıdır, fakat çok yaygındır. Hattâ müslüman olmayan birtakım yazarlar, icma' ile dinî hükümlerin değişebileceğini ve îslâm cemaatının icma' sayesinde bu hükümleri istedikleri gibi değiştirme imkânları olduğu halde değiştirmediklerini iddia etmektedirler. îslâmiyetin mânâsım bukadar gülünç bir kalıba sokmak şaşılacak bir'şeydir!

Dinde kesin olarak bilinen emirlerin dışındaki bazı meselelerde hâsıl olan icma' üzerinde bir hayli anlaşmazlık çıkmıştır. Daha çok ihtilâf bu türlü icma ile ilgili olan meseleler üzerindedir. Mezheplerin metodlarma göre bu ihtilâf azalıp çoğalmaktadır.
îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, —Haricîleri, Şiîleri ve bir kısım Mûtezilîleri istisna edersek — sahabînin icma'ım hüccet olarak kabul etmek hususunda ittifak etmişlerdir. Sahabîlerin icma'ı bir vakıadır. Bunun üzerinde dört mezhebin İmamları ve Zeydîler ittifak etmişlerdir.
Mu'tezileden Nazzam, dînin kesin emirleri dışındaki meseleler üzerinde icma' olamıyacağını söylemiştir. Ona göre icma', ancak muctehidlerin icma'ıdır. Halbuki içtihadın mânâsı üzerinde bile îslâm ülkelerindeki âlimleri ittifak edememişler ve her biri diğerinden farklı görüşe sahib olmuştur.
Nazzam'ın bu görüşü şöyle reddedilmektedir:
Muctehidlerin icma'ı sahabiler devrinde vâki olmuştur. Bunu hiçbir kimse inkâr edemez, îcma', sahabîler devrinde vâki olunca, onun, daha sonraki devirlerde de vâki olması mümkündür.

Sahabiler devrinde icma'ın varlığı bir vakıa olduğu halde, birçok îslâm hukukçuları, daha sonra icma' üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. 'Ahmed b. Hanbel'den yapılan bazı rivayetlere göre O, sahabîlerden sonra icma1 imkânsız olduğunu söylemiştir.
Ahmed b. Hanbel talebelerine, «Bir mesele hakkında bilginler icma' ettiler demeyiniz, bu hususta bilginlerin ihtilâfını bilmiyoruz, deyiniz» diye öğüt verirdi.
Şafiî, salıabîlerden sonra icma'm imkân dahilinde olduğunu inkâr etmezdi. Fakat kendisine delil olarak gösterilen ve sahabîlerden sonraki zamanlara ait olan icma'ı reddederdi. Gerçekte bu, icma'm vukuunu inkârdır; fakat onun vuku imkânını inkâr değildir.

Şafiî ve Ahmed b, Hanbel'den başkaları birçok meselelerde icma'ın vâki olduğunu iddia etmişlerdir.
Birçok ittifaklar vardır ki bunların, icma' sayılıp şer'î bir delil teşkil etmesi hususunda ihtilâfa düşülmüştür; şöyle ki:

1 — Sukuti icma': Belli bir mesele hakkında muctehidler arasında bir görüş ileri sürülür ve bu görüşün ilân edilmesinden sonra bütün muctehidler susarlarsa, konuyu inceleyecek bir zaman geçtikten sonra bu bir icma' sayılır mı?
Bu hususta mezhep İmamları ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı bunu kesin olarak hüküm, ifade eden bir icma' saymıştır. Bazısı da zannî hüküm ifade eden bir delil olarak kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil olarak kabul ettiği halde icma' saymamıştır. Diğer bir kısmı da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delili de nazarı itibara almamıştır.

2 — Herhangi bir asırda bir hüküm üzerinde bilginler iki veya üç türlü görüş ileri sürerlerse bu bir icma' olur mu?
Daha' sonrakiler için üçüncü bir görüşü ortaya atmak caiz midir? Bu üçüncü görüş de bir icma' sayılamaz mı?
Bu hususta da bjlginler anlaşamamışlardır. Bir kısmı bunun icma' olamayacağını söylemiştir. Çünkü burada muctehidlerin ittifak ettiği bir görüş mevcut olmayıp, birçok görüşler vardır. Bir kısmına göre bu bir icma'dır. Çünkü öncekilerden ayrı bir görüş ortaya atmak, onların görüşünü kabul etmemektir. Böylece son görüş bulunduğu asra göre icma' sayılır. Bazıları da; bir meselede görüş birliğine varılamamış, fakat umumî olarak meselenin bir yönünde ittifak hâsıl olmuşsa bu bir icma' sayılır, buna muhalif davranışta bulunmak doğru olmaz, demişlerdir.
Meselâ; dede'nin öz kardeşlerle veya baba bir kardeşle mirasçı olup olmıyacağı ihtilaflı bir meseledir. Ebu Bekr (r.anh), dedeyi baba mevkiinde görmüş, ölünün öz kardeşlerini veya baba bir kardeşini dede vâsıtasiyle mirastan mahrum etmiştir. Ali (r.anh), bu durumda dedeyi kardeş gibi itibar etmiş, terekeyi aralarında paylaştırarak dedeye altıdabir (1/6) den az olmamak şartıyîe, miras hakkı tanımıştır.
Zeyd b. Sabit, üçte bir (1/3) den az olmamak şartiyle, dedeyi mirasçı olarak kabul etmiştir. Görülüyor ki burada dedenin mirasçı olması üzerine icma kasıl olmuş fakat mirasın miktarında anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durum karşısında dedeyi mirastan etmek caiz değildir.

3 — Muctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak ederlerse bu bir icma' sayılır mı?
Burada da İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bunu icma' saymamıştır. Çünkü icma'm mânâsı, bütün muctehidlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi demektir. Burada ise böyle bir birleşme yoktur.
Diğer bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefeti, icma'ı bozmaz, demiştir. Bunlar Zeydîler'dir. Onlara göre herhangi bir görüşe karşı mutlak olarak muhalefeti önlemek imkânsızdır. O halde birkaç kişinin muhalefet etmesi icma'ı bozmaz. İslâm bilginlerinden bir kısmına göre muhalif olan görüş şaz ve Peygamber'den vârid olan hadislere aykırı ise icma'ı bozmaz.
Meselâ, mut'a nikâhının yasaklanışına Abdullah b. Abbas'ın muhalefeti böyledir. O, mut'a nikâhına cevaz vermiş, Sahabîler ise onun muhalefetine önem vermemişlerdir,

Abdullah b. Abbas alım-satımdaki faiz hakkında da sahabîlere muhalefet etmiş; meselâ, buğdayı buğdayla veresiye satışta faizle alınmasını caiz görmüştür. Abdullah b. Abbas'ın bu görüşü nass'lara muhaliftir. Eğer muhalif görüş şaz bir re'y'e dayanmıyor ye nass'larla da tezat teşkil etmiyorsa icma'ı bozar.
Meselâ; Abdullah b. Abbas, tereke, mirasçılar arasında taksim edilirken paydanın artması itiraz etmiştir. Ömer (r.anh) paylar (Faizler)in arttığını görünce paydayı avl ettirmiştir.
Şöyle ki: Ölenin vârisleri kocası, kız kardeşi ve annesinden ibaretse-, anne üçtebir (1/3), koca yarım (1/2), kız kardeş de yarım (1/2) hisse alırlar. Bu durumda mesele (ortak payda) altı (6) iken sekiz (8) e çıkmaktadır.
Hz. Ömer terekeyi altı (6) değil, sekiz (8) sehme ayırmış ve mirasçılara paylaş tırmıştır. İbni Abbas'tan başka fakihlerin hepsi, Ömer'in görüşünü tasvip etmişlerdir. Abdullah b. Abbas ise meselenin avletmeyeceğini söylemiştir. Ona göre mirasçının hissesi ancak bir erkek , asebe vâsıtasiyle azalır.
Meselâ, kız kardeşin hissesi erkek kardeşiyle azalır. Erkek kardeşi olsa idi burada onların her ikisi sadece kalanı, yani altıdabir (1/6) hisseyi alacaktı. Burada da erkek kardeş var farz edilir ve ona altıdabir (1/6) hisse, verilir. ez-Zührî, bu hususta İbni Abbas'm görüşü âdil bir Halifenin tatbikatı ile reddedilmese idi, ona hiçbir kimse itiraz etmeyecekti, demiştir.

4 — İcma' üzerindeki ihtilaflı meselelerden biri de delil hakkındaki' icma'dır.
Meselâ; bilginler muayyen bir Hadis veya Kur'an nassı ile sabit olan bir hükmün delili üzerinde icma' etseler, bu delilden başkasıyla aynı konu üzerinde istidlal etmek caiz midir, değil midir?
îslâm hukukçularından pek azı delil üzerinde icma'ın muteber olduğunu söylemişler ise de, ekseri hukukçular bu görüşe iltifat etmemişlerdir.
İslâm hukukçuları, kimlerin icma' selâhiyetine sahib olduklarında da ihtilâfa düşmüşlerdir. Fakihlerin büyük çoğunluğu re'y ve kıyası tanımayanların icma'ı bozmayacaklarım beyan etmişlerdir. Nitekim Şiilerin muhalefeti ile icma' bozulmaz. Çünkü onlar bid'at ehli sayılmaktadır. O" halde bid'at ehlinin muhalefeti icma'ı bozmayacağı gibi, onlar, icma'ı meydana getiren elemanlar arasına da giremezler.
İmamiyye mezhebi mensubları, ancak kendi muctehidlerinin icma'ını kabul ederler. Sahabîlerin ve kendilerine muhalif olanların icma'ına önem vermezler. Onlara göre icma' bir hüccettir. Çünkü o, gizli İmamın görüşünü ortaya koymaktadır. Onların inancına göre kendi mezheblerindeki mûctehidlerin icma'ı doğru ve isabetlidir. Eğer bâtıl olacak olursa gizli İmam susmaz, ve derhal hakikati ortaya kor.
İmamiyye muctehidlerinden bir kısmı bir görüş ortaya atsa ötekiler de buna karşı sussalar, bu, o görüşün doğru olduğunu ortaya kor. Eğer yanlış olsaydı İmam ortaya çıkar, uyulması gereken doğru görüşü bildirirdi. Onların bilginleri bir konuda iki görüş ileri sürerek ihtilâfa düşseler, yine İmam ortaya çıkar ve doğru olan görüşü bildirir. Kısaca, onlara göre icma'ın her çeşidi o mesele hakkındaki İmamın görüşünü meydana kor. İmamın görüşü ise, uyulması gereken dinî bir prensiptir.

îcma' üzerinde ihtilâfa düşenleri bir yana bırakalım; bu hususta ittifak edenler de icma' hâsıl olan meselelerde ihtilâfa düşmüşlerdir. Meselâ; Hanefîler, bazı konular hakkında icma' bulunduğunu ileri sürerken, Şafiîler, bu konular üzerinde icma olmadığını iddia etmişlerdir. İmam el-Evzaî, ganimet hisseleriyle ilgili bazı meseleler üzerinde icma' olduğunu ileri sürmüş, Ebu Hanife'nin talebesi Ebu Yusuf da, O'nun iddiasını reddetmiş ve bu meseleler hakkında icma' bulunmadığını söylemiştir.

işte icma' meselesi, mezhebler arasında çok geniş ihtilâflara sebep olmuştur. Fakat bu ihtilâflar, dînin özüne ve kesin olarak bilinen esaslarına dokunmadığı için, zararlı olmamıştır.(İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İslâm Hukuku'nda ictihad

İslâm Hukuku'nda ictihad dört devreye ayrılır :

1 — Peygamber devrindeki ictihad,
2 — Sahabîler devrindeki ictihad,
3 — Tabiîn devrindeki ictihad,
4 — Muctehid İmamlar devrindeki ictihad

1- Peygamber Devrinde İctihad

Peygamber (s.a.v.)'in asrında ictihad vardı. Fakat sınırlan çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak olduklan zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü.'1-Âs'ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlanm iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber (s.a.v.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. Gerçekten netice değişmiyordu. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (s.a.v.) onların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci gurubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.
Peygamber (s.a.v.) de ictihad'da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O'na sual sorup fetva alıyorlardı. Bazıları günlük hayatla ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler sebebiyle Peygamber (s.a.v.)'den fetva istiyorlardı. O da, Kur'an ile yahut kendisine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad'da bulunmak suretiyle bunlara fetvalar veriyordu.
Peygamberin içtihadında hatâ. bulunacak olursa Allah O'nun hatâsını vahiy yoluyla düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (s.a.v.), Sahabîleri ile müşaverede bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalannı, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygamber (s.a.v.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailelerine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş devam ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklannı bildirdi. Savaş ise, Bedir'den sonra da Mekke müşrikleriyle muslumanlar arasında devam etmekte idi. Bu savaş, ancak hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethinden sonra nihayete ermiştir.
Bu hususta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasa idi aldığınız (fidye)'de size herhalde büyük bir azap dokunurdu Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah'tar korkun. Şüphesiz ki Allah çok yarhgayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah'ın ezelî ilmine göre yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi yarhgar. Allah çok yarhgayici, çok esirgeyicidir (Enfal Sûresi, 67-70.)

Burada şöyle bir sual sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber'e hakikati ilk önce vahiy yoluyla bildirmedi de O'nu hatâ ettikten sonra uyardı?
Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah, insanların kendi gö: rüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler saymamalarını ve hakikati tam olarak Allah'ın bileceğine, Peygamber gibi yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.
Peygamber'in hatâsı Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu hatâ, teşri' (yasama) hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.
İslâm Hukukçularından bazıları burada ileri giderek, Peygamber'in içtihadıyla olan bir hükme uymak gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç uymamaktadır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in şer'î prensipleri beyanında hatâ olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun, Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir vahiyle ikaz eder.
Bazan şer'i hüküm ve prensiplerin dışında dünyevi bir şey hakkında Peygamber hatâ edebilir. Meselâ; Peygamber, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olrmyan bir yeri ordugâh yapmak istedi. Bazı sahabîler kendisine iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler. Şüphesiz bu hatâ, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber de bu türlü konularda sahabîîerle istişarede bulunurdu.
Dişi hurma ağacının çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun'î bir şekilde aşılanması hususunda bir kısım sahabiler Hz. Peygamber'e başvurdular; O da, aşılamamalarını söyledi. Bunun üzeri ne o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi Peygamber'e başvurarak durumu anlattı. Peygamber
Efendimiz de, «Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz» buyurdu.
Birtakım sapık kimseler, bu hadîs'i çığrmdan çıkarıp şer'î hükümlerin hepsini iptal edecek kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur'an'ın ve Paygamber (s.a.v.)'in emirlerini, şer'î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde görerek san'at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında insanların daha iyi bii bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur'an ve Sunnetin nass'-larma aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı helâl, helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.
Böyle bir anlayış, Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. Onlar, Allah'ın şu sözünü unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için şu helâldin bu haramdır demeyin.
Çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz
». (Nahl Süresi, 116.)
Yukarıdaki hadîs-i şerif san'at, ziraat gibi hususlarla ilgilidir Onlar, Peygamber (s.a.v.)'in ziraat, ticaret, camcılık, dericilik, doku macılık ve buna benzer çeşitli sanat kollarında derinliğine bilgi sahibi olduğunu mu sanıyorlar?
Eğer böyle düşünüyorlarsa son derece de yanılıyorlar. Semavî bir din getiren Allah elçisi ile bir teknisyeni veya taciri birbirine karıştırıyorlar. Bunlar bu sakîm görüşlerinden kurtulabilmek için yukarıdaki hadis-i şerifin ne için varit olduğunu bilmek zorundadırlar. Bu hadîsin konusu ise, hurma ağacını aşılamak gibi sanat ve ziraatla ilgilidir. Elbette Allah'ın elçisi ve O"nun getirdiği şeriat, bu gibi sakat anlayışların üstündedir.
Peygamber (s.a.v.), iki hasım arasında hüküm verdiği zaman bazen yamlabileceğini düşünürdü. Bunun içindir ki bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf ola bilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça verilmiş olur
Peygamber'in böyle düşünmesi teşri' olmayıp hüküm verme (kaza) meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik ile teşri' arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (s.a.v.), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir insan gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah'tan.alıp insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok büyüktür.
İslâm hukukunun mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Avrupa kanunları ile uğraşan bazı hukukçular şöyle bir itirazda bulunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri, bazan uyulması gereken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin kararları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama (teşri') değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali olduğu gibi bu kanunların uygulanmasında dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden yanlış hüküm verenler bulunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin bulunması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzelimek, teşri' sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.

Peygamber (s.a.v.)'in her hangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son derecede doğru ve âdil. olduğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu. Allah O'na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O'nu atlatması imkânsızdı; Peygamber'in kendisinin yamlabileceğini düşünmesi, kendinden sonra gelecek hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarmadır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) biliyordu ki insanlar, dünyada hâkimin pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve bâtıl deliller sayesinde kurtulabilirler. Fakat, Âhirette Allah'ın adaletinden kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah'tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve delil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bilmelidirler. Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkalarının hakkını yemek istemektedirler. îsterse onlar bu fiillerini hâkimlerin hükmü ile süslemiş olsunlar.
Kısaca diyebiliriz ki; Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ın emirlerini beyan ederken yaptığı ictihadlarda hatâsı olmaz. Şayet bir hatâsı, olursa, Allah, O'nu derhal vahiy yoluyla uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde hatâ etmesi imkânsız birşey değildir. Çünkü peygamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O'nun yanıldığına dair elimizde hiç bir delil yoktur.[8]

2- Sahabîler Devrinde İctihad

Peygamber (s.a.v.), irtihal etmeden önce peygamberlik görevini en üstün şekilde yerine getirdi ve Rabbinin emirlerini hakkı ile tebliğ etti. Bu hususta Allah şöyle buyurur: «Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm’ı seçtim (Maide Sûresi, 30.)
Bizans'ın Suriye valisinin, tebaasından musluman olanları öldürmesi dolayısıyla Peygamber (s.a.v.), îslâm ordularını Şam üzerine yolluyordu. Çünkü yeni dine mansup olanları korumak ve onları musluman oldukları için işkenceye uğratmamak zaruri idi.
Peygamber (s.a.v.) Iran İmparatoru (Kisra)'na İslâmiyeti tebliğ etmek üzere elçi gönderdiği zaman Kisrâ buna, Peygamber (s.a.v.)'i öldürecek birini yola çıkarmakla cevap verdi. Fakat Allah onu, niyetini gerçekleştirmeden helak etti. Böyle bir durumda tecavüzü aynı şekilde karşılamak gerekiyordu. Peygamber (s.a.v.)'in, insanları hakka çağırmasına engel olacak şeylere karşı koyması ve hakkı duyurmasını önleyecek her engeli yok etmesi gerekiyordu.
Bunun içindir ki, Peygamber (s.a.v.)'in irtihalinden sonra, muslumanlar, îran ve Bizans ülkelerine akınlara başladılar. Bu ülkeleri fethedip halkını hakka ve doğru yola çıkardılar. Muslumanları hiçbir hükümdar ve kuvvet köleleştirmedi. Bu ülkelerin imparatorları, muslumanlığın yurtlarına girmemesi için direndiler. Muslumanlık, tebaalarına ulaşmasın diye surlar yaptırdılar. Fakat, İslâmın çağrısı yayılacaktı. Bu çağrı bütün milletlere ulaşacaktı. Ona engel olan surların yıkılması gerekiyordu. Bu ise zaruri bir savaşa yol açıyordu.
Burada dini bir zorlama (ikrah) için savaş yapıldığı sanılmamalıdır. Çünkü bu imparatorlar, insanları İslâm dâvetine karşı'engelliyorlardı. Bilhassa İslâm çağrısı; onların halkı kendilerine taptırmaları, hak olsun bâtıl olsun, halkın kendilerine uymalarını istemeleri ile bağdaşmıyordu. Çünkü yeni din, «Hâlıkâ isyanda mahlûka itaat "edilmez» diyordu.
Bu din, insanları eşitliğe çağırıyor ve onların hepsinin Âdem'den olduğunu, Âdem'in ise topraktan yaratıldığım ifade ediyordu. O halde İslâm'ın savaşı, dini bir zorlama için değildi. O, ruhları, zâlim kralların köleliğinden, akılları bu kralları kutsallaştıran sapık düşüncelerden kurtarmak için yapılıyordu. Veya diyebiliriz ki, bu savaş, din hürriyetini korumak içindi; bu hürriyeti yok etmek için değildi. Bu savaşın dini bir zorlama için yapılmadığının delili, İslâm de veti, gölgesinde birçok gayri müslimlerin haklarına tam olarak riayet ediyor, din hürriyetlerine katiyen dokunmuyordu. Hattâ din bilginleri (Fakihler) «gayri musümleri dinleri ile başbaşa bırakmakla emrolunduk» prensibini kabul etmişlerdi.
Bu, gayri muslimlere yapılan iyi muamelenin tam bir ifadesidir.'Gayri muslimlere, muslumanlar «zimmi» adını veriyorlardı. Çünkü onlar, Allah'ın elçisinin zimmetinde idiler-, çünkü Peygamber (s.a.v.), onlara kötülük edilmesini yasaklayarak şöyle buyurmuştu : «Bir zimmiye kötülük edenin kıyamet günü hasmı benim
İslâm fetihlerinin ötesinde arap olmayan milletlerin, araplann safında yer aldığı bir gerçektir. Onlar isteyerek zorlanmadan İslâmiyeti kabul etmişlerdir. Çünkü Allah: «Dinde ikrah yoktur» (Bakara 256) ve «Sen îman etsinler diye insanları zorlayıp duracak, mısın» (Yunus Sûresi, 99) buyurmaktadır. Veya onlar muslumanlarla aralarında zimmet akdetmişler, muslumanlar onların, onlar müslüm anların haklarına karşılıklı olarak riayet göstermişlerdir. Sahabîler asrında îran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika fethedilmiş, muslumanlann idaresine, çok eski medeniyetlere mensup mîlletler girmişti, İslâm medeniyeti, çeşitli milletlerin medeni mirasları ile karışmaya başlamıştı. Dolayısiyle toplum hayatında Peygamber (s.a.v.) devrinde olmayan hâdiselerle karşılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu durum karşısında İslâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme, araştırma, düşünme ve ictihad'da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaruretti.
Bu itibarla büyük sahabîlerin ictihad'da bulunması, Peygamber (s.a.v.)'in söz ve hareketleriyle yalandan ilgili olanların yeni meseleleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler karşısında ictihadlarda bulundular ve Allah'ın hükmünü açıkladılar. Çünkü Allah'ın dini bütün asırlara şâmildi. Allah, Kur'an'da; «İnsan başıboş bırakıldığını mı sanıyor?» (Kıyame Sûresi, 36) buyurduğundan insan, hayatta başıboş ve istediği herşeyi, bir hükme bağlamaksızm yapma durumunda değildir.
Sahabîlerin bilginleri ictihad hususunda bir metod ortaya koydular; onlar, yeni bir hâdise karşısında ihtilâfa düşerlerse Kur'an'a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir âyet bulurlarsa onun üzerinde birleşiyorlardı.
Buna şöyle bir misal verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethedilince sahabîler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımında ihtilâfa düştüler; Hz. Ömer, devletin reisi ve muminlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O, görüyordu ki bu arazi, Allah'ın, «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beştebiri Allah'ın, Peygamberin, O'nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır (Enfal Sûresi, 41) âyetinin içine girmiyordu.
Bu âyette kasdedilen ganimet menkul inalları ifade ediyordu, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet olmazdı. Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da, arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahipleri gayri müslimlerden «cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat savaşçılar, Hz. Ömer'e uymadılar ve münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur'an'da gördüğü şu âyeti onlara okudu: «Allah'ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey' (ganimet) Allah'a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir... Allah'ın azabı şiddetlidir(Haşr Sûresi, 7)
Hz. Ömer, bu Kur'an nassını okuyunca hepsi O'nun emrine uymak zorunda kaldı.
Sahabîler, Kur'an'da bir nass bulamayınca Sunnete başvuruyorlar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı. Emiru'l-muminin meseleyi arkadaşlarına açıyor; bu hususta herhangi bir hadis bilen onu serdediyor ve meseleyi böylece hallediyorlardı.
Meselâ; Bir gün bir anneanne (nine), Hz. Ebu Bekr'e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi. Ebu Bekr(r.a.) de.Kur'an'cla bu hususla ilgili bir âyet bilmediğini söyledi. Sonra sahâbile-re dönerek, Peygamber (s.a.v.)'in, böyle bir meselede verdiği hükmü. içinizden bilen var mı? dedi.
Mugîre b, Şu'be, Peygamber (s.a.v.) . Efendimizin nineye altıdabir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekr, bu durumu başka bilen var mı? diye sordu. Başka bir sahabinin buna tanıklık etmesi üzerine bu nineye altıdabir (1/6) miras hakkı tanıdı. Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) devrinde baba-anne ' gelip hissesini istedi. Ömer de, «Kur'an'da. sana ayrı bir hisse tanındığım bilmiyorum, bu aitıdabir (1/6) hisse ikinizindir.» dedi.

Sahabîler, Kitab'ta ve Sunnette bir nass bulamadıkları zanîan ictihad yapıyorlardı. Bu, Peygamber (s.a.v.)'in kabul ettiği bir metod idi. Muaz b. Cebeli Yemen'e hâkim olarak gönderirken Peygamber (s.a.v.) O'na «Ne ile hükmedeceksin,» diye sordu. O, «Allah'ın kitabı ile» dedi. Peygamber «Ya Kitab'ta bulamazsan?» dedi. O da, Peygamber'in sunneti ile» dedi. «Onda da bulamazsan?» dedi. Muaz, «Re'yimle ictihad yaparını» dedi. Peygamber (s.a.v.)bunun üzerine; «Allah'a hamd olsun ki, Peygamberinin elçisini O'nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı» buyurdu.

Usûl-i fıkıh bilginlerinin çoğu, re'yi kıyas olarak kabul eder. Kıyas da, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, illetleri aynı. olan ve hakkında nass bulunan başka bir meseleye göre halletmektir.
Başka bir deyimle, kıyas, hakkında nass bulunmayan mesele üzerinde, hüküm bakımından illetleri ortak olan ve hakkında nass bulunan meselenin hükmünün sabit olmasıdır. Bu tarif, re'yin, bu türlü ictihad'tan ibaret olduğunu gösterir.
Bu türlü ictihad, muctehidin, hakkında nass bulunmayan konuda illet bakımından ortak olan ve nassa dayanan meseleyi tam olarak kavramasını gerektirir. Meselâ; sarhoş eden herşeyi şaraba kıyas etmek gibi. Şarabın haram edilişinin illeti sarhoş etmesidir. O halde bu illet, diğer sarhoş eden şeylerde de bulunduğundan onların da haram olduğu sabit olur. Gerçekte sahabîlerce kabul edilen re'y, hem kıyası, hem de hakkmda nass bulunmayan bir konuda maslahata göre içtihadı içine almaktadır. Sahabîler asrında re'yin bu iki şekli de görülmekte idi.
İbn-i Kayyım el-Cevziyye, sahabîlerin içtihadını şöyle tarif eder: «Sahabîlerin içtihadı, illetleri ayrı ayrı olan hususlarda doğru olması gereken ciheti anlamak için iyice düşündükten sonra akıllarına uygun gelen hükmü çıkarmalarıdır.» Bu tarif eksiktir, çünkü; illetler aynı olmazsa kıyas yapan hukukçu neyi neye kıyas edecektir. Gerçekte re'y ile ictihad, iyice düşündükten sonra bir meseleyi Kitab ve Sunnete en yakın olan bir şekilde halletmektir. Bu, hakkında belli bir nass bulunan meseleye göre yapılırsa kıyas olur, şeriatın genel amaçları göz önüne alınarak yapılırsa maslahata göre yapılmış ictihad olur.
Kıyas metoduna göre' re'y ile ictihad yapmakla meşhur olan sahabîler arasında Abdullah b. Mes'ud vardır. Ali b. Ebi Talib ise, bazan maslahata göre ictihad yapardı. Dolayısiyle Tabiin'den Küfe'li hukukçular ve bunların izinden giden muctehid İmamlar, onların ictihad metodunu almışlardır.
Maslahata göre ictihad'da bulunan sahabilerin başında Ömer b. Hattab gelir. Daha başka birçok sahabîler, maslahatı gözeterek, Hz. Ömer gibi fetva vermişlerdir. Meselâ; bir kişiyi öldüren bir gurubu öldürmek kıyasa, sanatkâra yaptığı şeyi heder ederse ödetmek maslahata uyularak kabul edilmiştir. Hz. Ali de bu ödetme (tazmin) işinde, «insanları ancak bu ıslah eder« demiştir.
Ömer (r.a.), devlet işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre ictihad yaptığı halde, kaza (yargılama)'-da, hakkında Kur'an ve Sunnet'den bir nass bulunmayan meselelerde kıyas cihetine gidilmesini emrederdi. O, Ebu Musa el-Eş'ari'ye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu : «Kur'an ve Sunnette bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya çalış, birbirine benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et.» Bu ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer'î bir nass bulamazsa hâdiseyi, hakkında nass bulunan benzeri bir hâdiseye kıyas edecek ve buna göre hüküm verecektir.

Burada okuyucunun hatırına şöyle bir soru gelebilir:
Niçin Ömer (r.a.), hakkında nass bulunmayan ve devletin idaresi ile ilgili olan konularda maslahata göre içtihadı benimsiyor da, kaza hususunda kıyas'a başvurulmasını bilhassa emrediyor?

Bunun cevabı şöyle olabilir:
Devlet işlerinin yönetimi maslahata, bozukluğa meydan vermemeye, şeriatın emirlerine itaat etme esasına dayanır. Öte yandan iyi yönetici ile iyi olmayan yönetici arasında fark vardır. Birincisi bozukluğa (fesada) meydan vermez, maslahatı korur; ikincisi bunun aksini yapar. Bu itibarla kötü yönetici hakkında Allah şöyle buyurur : «İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah'ı şahit kılar. Halbuki o düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde işbaşına geçti mi orada fesat çıkarmaya, harsı ve nesli kökünden kurutmaya koşar. Allah ise fesadı sevmez. Ona, Allah'tan kork, denildiği zaman gururu kendisini günâh işlemeye götürür. İşte Öylesine cehennem yeter. O, hakikaten ne kötü yerdir (Bakara Sûresi, 204-206)

Kaza işinde esas olan, hasımlar arasında adaleti gerçekleştirmek, zalim ve haksızdan mazlumun hakkını almaktır. Bunun için de sabit bir ölçüye bağlanmak gerekir. Bütün dünyada kaza için kanunlar ve belli ölçüler tespit edilir. Elbette İslâmda da Kitab ve Sunnet'e bu konuda sımsıkı sarılmak gerekir. Kitab ve Sunnet'te açık bir hüküm bulunmazsa, hakkında nass bulunan meselenin illetlerini taşıyan meseleleri iyice anlamak ve onu birincisine kıyas etmek suretiyle bir hükme bağlamak lâzımdır. Nitekim bu yol, her zaman benimsenmekte ve böylece kaza işi, başı boşluktan kurtulmaktadır. Ömer (r.a.) de bundan dolayı yukarda adı geçen mektubuna «Kaza, uyulması gereken bir Sunnettir» sözüyle başlamıştır. Dolayısiyle kaza işinde nass'lara bağlanmak, nass'ları iyice anlamak suretiyle kıyasta bulunmak zaruridir. Hâkimin içtihadının da kıyasa münhasır olması lâzımdır.
Sahabîlerin hepsi, re'y'e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur'an ve Hadis'te nass bulamayınca ictihad etmek zorunda kalmışlardır. Meselâ; Ömer (r.a.), devlet başkanı olarak birçok hâdiseleri halletmek için re'y'den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi yürüyecek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir.
Sahâbîlerden bazıları hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü anlayışları doğru olursa dînî bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışlarsa hatâ kendilerine ait olup dinirr özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivayetinden çekinmelerinin bir sebebi de, Peygamber (s.a.v.)'e söylemediği bir şeyi isnad etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Kim kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın».
İmran b. Husayn'dan şöyle rivayet edilir: «Allah'a yemin ederim ki isteseydim iki gün üst üste Peygamber (s.a.v.)'den hadis rivayet edebilirdim. Fakat, sahâbîlerden birçoğunu gördüm ki, onlar da benim gibi işittiler ve benim gibi gördüler; rivayet ettikleri hadislerin bir kısmı söyledikleri gibi değildir. Onlara benzerim diye korktum ve bu, beni hadis rivayetinden alıkoydu.»

Ebu Amr eş-Şeybânî der ki: «İbni Mes'udun yanında bir sene kaldım. Hadis rivayet ederken «Peygamber buyurdu» demezdi; eğer bu ifadeyi kullanırsa O'nu bir titreme alırdı ve «Peygamber (s.a.v.) böyle veya bu mealde buyurdu, derdi.» Gerçekten sahâbîler iki güçlük arasında idiler. Çünkü onlar, dîni bozmaktan korkuyorlardı. Bu güçlükten birisi Peygamber (s.a.v.) 'den çok hadis rivayet edersek Peygamber (s.a.v.)'e yalan isnat etmiş oluruz diye korkmaları, ikincisi de kendi" re'yleriyle fetva verirlerse haramı helâl, helâli haram yapmak gibi şahsi hatâlara düşme endişeleri idi.

Sahâbîlerden bazıları, eğer iki ve daha fazla kimsenin açıkça bildiği gibi hadis bulunmazsa, sözü kendilerine nispet etmeyi tercih ediyorlardı. Hattâ Ebu Bekr (r.a.), ancak iki kişinin rivayet ettiği hadis'i kabul ediyordu. Ali b. Ebî Talib (r.a.), hadisi rivayet edene yemin ettirdikten sonra kabul ediyordu.
Bu itibarla sahâbilerin bir kısmı kendi re'yleri ile fetva veriyorlardı veya sözü kendilerine nispet ediyorlardı. Abdullah b. Mes'ud, bir fetvasında şöyle diyordu: «Bunu kendi re'yime göre söylüyorum; eğer doğru ise Allah'tandır, yanlış ise benim hatâmdır ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir
Ömer b. Hattap bir meseleye dair fetva vermiş ve bu fetvanın sonuna kâtibi şöyle yazmıştı: «Allah'ın ve Ömer (r.a.)'in görüşü işte budur.» Bunun üzerine Ömer, «Çok fena demişsin, bu Ömer'in re'yidir; doğru ise Allah'tan, yanlış ise Ömer'dendir» dedi.

Sahâbîlerin re'ylerini, sırf aklî görüşler olarak kabul edemeyiz. Onların görüşlerini Peygamber (s.a.v.)'ın Fıkh'mdan alınmış olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü, re'yle fetva vermekle meşhur olanlar, Peygamber (s.a.v.)'le uzun zaman arkadaşlık eden kimselerdir. İşte Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit- ve diğer sahâbîlerin fukahası bunlar arasindadır.
Düşünülebilir ki, bu sahâbîlerin rivayetleri Peygamber (s.a.v.) ile arkadaşlık ettikleri uzun zamanla mütenasip değildir. Dolayisiyle onların görüşlerinin çoğu Peygamber'den nakledilen hususlardır. Fakat onlar, Peygamber (s.a.v.) 'in sözünü veya fikrini naklederken değiştiririz diye korktuklarından bunları O'na nisbet etmemişlerdir.
Bu hususu, Tabiin'in ictihadlarından bahsederken açıklıyacağız. Burada, şunu söyleyebiliriz ki, sahâbîlerin görüşlerinin hepsi re'yden ibaret değildir. Bilâkis bu görüşler içerisinde yukarıda belirttiğimiz endişe ile Peygamber (s.a.v.)'e nisbet edilmeyen ve Peygamber'e ait olan fikirler de vardır.
Burada iki hatâyı düzeltmek mecburiyetindeyiz:

1 — Bazı insanlar, sahâbîlerin sahih olan bir hadisi terk edip-kendi re'ylerine göre fetva verdiklerini zannetmektedirler. Meselâ; bunlar, Hz. Ömer'e böyle bir şey isnad etmektedirler. Hattâ onların iddialarına göre Ömer (r.a.), kendi re'yine dayanarak veya maslahatı tercih ederek Kur'an nassa'larını dahi terkediyordu. Bu, gerçekleri araştırmamış olanların düştüğü bir yanlışlıktır. Çünkü hiçbir sahâbî, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhangi bir nassı terketmemiştir. Sahâbilerin maslahata göre vermiş olduğu fetvalar, asla nassa aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvalar, nass'ların tatbikatından ve şeriatın gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık yoktur. Bu hususta ileri sürülen misalleri incelerken bunların, dinin esasına muhalif olmadığını, bilâkis nass'lara dayandığını görürüz. Irak halkının arazisi hakkındaki meseleyi yukarıda zikretmiştik. îşte bu mesele, Ömer (r.a.) 'in maslahatı gözeterek nassa muhalefet ettiği ileri sürülen konulardan biridir. Yukarıda gördük ki .Ömer, «Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeyin beştebiri Allah'ındır...» (Enfal Sûresi, 41) âyetini doğru olarak anlamış, bu nassın menkul ganimetler hakkında varid olduğunu ve fetholunan araziyi içine almadığını, Kur'an'in «Allah'ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey, (ganimet)...» (Haşr Sûresi, 7.) âyeti ile isbat etmiştir.

2 — Bazı hukukçular şöyle diyorlar: Hadis'e sarılanlar, hadis ve geleneklere dayanarak fetva veriyorlar; re'y taraftarları daha ciddî kafa yoruyor ve geleneklere pek önem vermiyorlardı.
Bu görüş, ilmi araştırmadan çok uzaktır. Çünkü, hadîs'e bağlı olanlar da, re'y taraftarları da dîne ve nasslara sarılmaktadırlar. Şu-kadar ki, birinci gurup, hakkında nass olmayan meselelerde kendi görüşlerine göre fetva vermekten ve onu Allah ve Peygamber'ine nîsbet etmekten çekinmişlerdir. Bu gurup devlet işlerinde ve halledilmesi zarurî olan meselelerde derinlemesine bilgisi olmayan kimselerdir. Nass bulamayınca bunlar susmaktadırlar. Bunların fetvadan çekinmesi ve re'y ile fikir beyan etmemeleri din için herhangi bir zarar doğurmaz.
îkinci gurup ise, hüküm çıkarmak hususunda çok uğraşmış ve tecrübeli kimselerdir. Bunların re'y ile ictihad'da bulunmaları ve meseleleri halletmeleri kaçınılmaz bir şeydir. Meselâ, halife için insanları islâh etmekle ilgili bir hususu, nass bulamadım diye ihmal etmek akıl işi değildir. Eğer halife böyle bir ihmale yer verirse işlerin seyri durur; bu da fesad'a sürükler. Hükümdarlığın esası fesâd değil, İslahtır. Bu da, nass'lara dayanarak yapılır. Nass bulunmazsa, nass'ların ruhundan anlaşılan şeriatın genel amaçlarına yönelmekle olur.
Hükümet işleriyle uğraşmayan re'y taraftarları da, sadece nakle yöneldikleri zaman, Peygamber (s.a.v.)'e yalan isnad etmekten korkuyorlardı; dolayısiyle Peygamber (s.a.v.)'in Sunnetinden dışarı çık maksızın ve Peygamber'e de nisbet etmeksizin fetva veriyorlardı. Böylece verdikleri fetva, isabetsiz olursa kendilerine ait, doğru olursa 'Allah'ın yardımı ile verilmiş olacaktı.
Burada belirtmeliyiz ki, re'yleri ile ictihad yapan sahâbiler, re'ylerinin bir yol haline gelmesini ve re'y olarak uygulanmasını istiyorlardı; fakat bunun din gibi kabul edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (r.a.), bu durumu açıkça şu sözü ile belirtmiştir.
«Ey insanlar, doğru görüş Allah'ın elçisinin re'yidir. Çünkü Allah O'na gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zan'dan ve tekliften ibarettir.» Ve şöyle ilâve ediyordu «Sunnet (asıl yol), Allah'ın ve Rasulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re'yi ummet için Sunnet haline getirmeyin.»
Re'y ile ictihad eden sahâbîler, re'ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru olabilirdi. Sahâbîlere göre ona bizzat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri fakihler, sahâbierin re'y-lerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları ise ona muhalefet ettiler. Bazıları da, sahâbîlerin bütün sözlerini nass olarak kabul ettiler.

Sahâbîler Devrinde Fıkh'ın Kaynakları

Yukarıdaki izahtan anlaşılmıştır ki sahâbîlere göre fıkh'm kaynağı şu üç esastan ibarettir:
1 — Kitab,
2 — Sunnet,
3 — Re'y (kıyas).

Bu devirde Sunnet, kitap halinde yazılmamış idi. Gerçi bazı genç sahâbîler; Abdullah b. Amr b. Âs gibi, Peygamber (s.a.v.) zamanında bir kısım hadisleri yazmışlardı. Çünkü Peygamber (s.a.v.) son zamanlara doğru hadisle âyetin birbirine karışma tehlikesi ortadan kalktığı için hadislerin yazılmasına izin vermişti.
Abdullah b. Amr ve diğerlerinin yazdığı hadisler, özel notlar hâlinde idi ve halka bir kitap şeklinde intikal etmemiştir.
Hz. Ömer (r.a.), hadislerin yazılmasına müsamaha göstermiyordu. Ayrıca yazılan hadis mecmuaları, kitap derecesine ulaşmamış risalelerden ibaretti. Bu yüzden hadis rivayeti sahâbîlerin hafıza ve zihinlerine dayanıyordu. Onlar rivayet ettikleri hadislerin doğru olmasına çok dikkat ediyorlardı. Hadis rivayet eden sahâbîlerin hepsi de doğru kimselerdi. Fakat, Ebu Bekr ve Ömer'in bir hadisi kabul etmek için tuttukları yola göre, ancak iki kişinin Peygamber'den o hadisi işitmiş olmaları lâzımdı. Yukarıda da geçtiği gibi Hz. Ali (r.a.), hadisin doğruluğuna kalben kanaat getirmek için, hadisi rivayet edene yemin ettirirdi.[19]

Sahâbîlerin Îctihad Metodlârı

Sahâbilerin ictihad nıetodları değişikti. Bazı sahâbiler, yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece Kitab ve Sunnetin sınırları içinde ictihad yapıyorlardı. Bazıları ise nass bulamayınca re'y ile ictihad'da bulunuyorlardı. Tabiîdir ki re'y ile ictihad çeşitli idi; bazıları Abdullah b. Mes'ud gibi kıyasla ictihad ediyordu; bazıları da nass bulunmayan yerlerde maslahata göre ictihad yapıyordu.
Bunlar, sahâbîlerin düşünüş metodlarma göredir. Fetva konuları bakımından ise, sahâbîlerin görüşleri bazan ferdî oluyordu. Çünkü herhangi bir kimse, sahâbilerden birine cüz'î bir olayın hükmünü sorduğundan buna verilecek fetva da cüz'i veya ferdî oluyordu; buna başka sahâbiler katılmıyordu.
Bazan ictihad, şahsî olmayan, hatta umumu ilgilendiren bir konuya ait oluyordu. Bu gibi ictüıadlar; genel kaideler koymak demek olduğundan, umumî bir toplantıda veya sahabîlerin fakihlerinden meydana gelen bir topluluk içinde müzakere edilerek yapılıyordu. Meselâ; Hulefâ-i Râşidîn, devlet nizamını ilgilendiren önemli bir mesele, karşısında kaldıkları zaman sahâbîleri topluyorlar, onlarla istişare ve görüş teatisinde bulunarak, cemaatin de kabul ettiği bir neticeye ulaşıyorlardı.

Hz. Ömer (r.a.) 'in iki türlü istişare meclisi vardı:

1 — Özel Şûra ; bu sahâbîlerden ileri gelenlerin katıldığı bir toplantı idi. Devlet işlerinde Ömer, bunlarla istişare eder, büyük ve küçük meselelerde onların görüşlerini dinlerdi.

2 — Genel Şûra; bu, bütün Medine’lilerin katıldığı bir toplantı idi. Önemli devlet işlerinde veya ummetin geleceği ile ilgili bir temel prensibin kabul edilmesinde bu meclis karar verirdi.

Önemli bir iş ortaya çıkınca Hz. Ömer, Medinelileri Peygamber (s.a.v.)'in camiinde topluyordu; burası dar gelirse onları Medine'nin dışında bir yerde topluyor ve meseleyi onlara arzediyordu. Onlar da bu mesele üzerinde tartışıyorlardı. Irak halkının arazisi hakkinda yapılan istişare bunlardan biridir. Yukarıda da geçtiği gibi, gaziler, bu araziyi aralarında paylaşmak istiyorlardı. Hz. Ömer de bunu kabul etmeyip sahiplerine terketmek istiyordu. İki-üç günlük münakaşadan sonra mesele; Hz. Ömer'in «Allah'ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey' (ganimet)...» (Haşr Sûresi, 7) âyetini okuması üzerine O'nun görüşüne uygun olarak halledildi.
Medine halkının bu durumu, PERİKLES devrindeki Atina halkının durumuna benzemektedir. Çünkü o devirde şehir halkının her-biri devlet işlerinde görüş beyanetme hakkına sahipti. Zira toplantı halinde verilen bir karar, şahsî görüşlerden kuvvetlidir. Bunun içindir ki çeşitli yönlerden incelenerek topluca varılan netice, devlet işinin yürütülmesinde esas teşkil eder.

Sahâbî ve Tabiîlerden sonra gelen muctehidler bu topluca kabul edilen re'ye icma' adını vermişler ve onu şeriatın dördüncü kaynağı saymışlardır. Böylece; 1 — Kitab 2 — Sunnet, 3 — Re'y (kıyas), 4 — İcma' şeriatın dört kaynağını teşkil etmiştir.

Sahabîler bazı hallerde topluca bir re'ye, yani icma'a ulaşamazlar ve aralarındaki ihtilâf sürüp giderdi. Sahabîlerin bu gibi ihtilâflarını iki kısımda inceliyebiliriz:

1 — Nass'ların etrafında meydana gelen ihtilâf: Bu bir nass'ın iki veya daha çok mânâya gelmesi ihtimalinden doğmaktadır.
Meselâ; «Boşanmış olan kadınlar üç ayhali iddet beklesinler.»[21] âyet-i kerimesindeki «KURU» kelimesinin anlamı üzerinde meydana gelen ihtilâf bunlardandır.
Bu kelime iki mânâya gelir:
a) Kadının iki ayhali (hayz) arasındaki temizlik müddeti kastedilebilir,
b) Bizzat ayhali kastedilebilir.

Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ömer, bu kelimeden maksat ay halidir demiştir. Bunlar ve bunlara tâbi olanlara göre boşanmış bir kadının ibadeti üç hayz olarak kabul edilmiştir. Zeyd b. Sabit, bu kelimeye iki ayhali arasındaki temizlik müddeti mânasını vermiş ve boşanmış kadının iddetinin üç temizlenme zamanı olduğunu söylemiştir.
Bazan nass'larm etrafındaki ihtilâf sebebi, bu nass'larm zahirleri arasındaki çatışma olabilir. Meselâ; kocası ölmüş gebe bir kadının iddeti üzerindeki ihtilâf böyledir. Bu hususta iki nass vardır ve bunlar, ilk bakışta birbiriyle çatışma halindedir. Bu nass'lar şunlardır: «...Gebe olanların iddeti çocuklarını doğuruncaya kadardır(Bakara Sûresi, 127.) ve «Sizden ölenlerin bıraktıkları kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün iddet beklesinler (Talak 4)

Birinci âyetin lâfzmdan umumi olarak anlaşılan mânâ, kocası ölen gebe bir kadını da, boşanmış olan (gebe) kadmı da içerisine alır. İkinci âyetin umumî anlamı gebe olsun olmasın, kocası ölen kadına şâmil olmaktadır. O halde kocası ölen gebe kadm hakkında birbiriyle tenakuz hâlinde gözüken iki nass bulunmuş oluyor ve saha-bîler bu sebepten ihtilâfa düşüyorlar.
Burada Abdullah b. Mes'ud, «Gebe kadınların iddeti» âyeti, «Sizden ölenler...» âyetinden gebe kadını çıkarmıştır; dolayısiyle, kocası ölen gebe kadının ibadeti birinci nassa göre doğum'a kadar olur, diyor. Hz. Ali ise, her iki nass ile de amel etmiştir. O'na göre kocası ölmüş hâmile bir kadının iddeti, dört ay on günden az olmamak şartı ile doğuma kadardır. Yani Hz. Ali'ye göre böyle bir kadın iki iddetten en uzun olanını bekler. Bunlar, ya doğuma kadar olan zaman, veya dört ay on gündür. .
Nass'ların etrafındaki ihtilâf sebeplerinden biri de rivayet meselesidir.

Meselâ; vârid olan herhangi bir hadis birine göre sahih sayılmıyor ve o, re'y ile fetva veriyor; diğerine göre sahih sayılıyor-, o da bu hadisle fetva veriyor.
(İbn-i Kayyım el-Cavaâyye, llamul-Muvakknn, c. I. s. 184; Muhammed el-Hudari, Tarihu't-Teşriil-lslâmî, s. 106)

2 — Re'y sebebiyle meydana gelen ihtilâf:
Bu, çok geniş bir saba işgal eder. Çünkü, her muctehidin kendine göre bir görüşü ve düşünüş tarzı vardır. Birinin bir türlü anladığım diğeri başka türlü anlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir çok ihtilâfın menşei re'y farkıdır. Görüş ayrılığı yüzünden meydana gelen ihtilaflı meseleler pek çoktur.
Meselâ; bunlardan biri, babanın babası olan dedenin ölünün kardeşleriyle mirasçı olup olmaması meselesidir. Ebu Bekr göre ölünün kardeşleri dede ile mirasçı olamaz; ölünün kardeşleri baba ile mirasçı olmadıkları gibi. îşte Ebu Hanife bu görüşü benimsemiştir.
Ömer (r.a.), bu meseleyi sahâbîlere sorup öğrenmeden halletmemiştir. Zeyd b. Sabit, üçtebirden az olmamak şartiyle, dedeye, bir kardeşe verilen hisse miktarı bir miras tanımıştır. Bu hususta feraiz kitaplarında geniş bilgi vardır. Ali b. Ebi Talib, dedenin altıdabirden az olmamak şartiyle, bir kardeşin alacağı hisse miktarı miras hakkı olacağını söylemiştir. İslâm hukukçularının çoğunluğu Zeyd b. Sabit'in fetvasını kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer de bu görüşü benimsemiştir.
Sahâbüerin, yeni meseleler karşısında yaptıkları ictihadlarda rehberleri ihlâsları idi. Çünkü sahâbîlerin fakihleri, muslumanlann seçkinleriydi. Onlar, fetva verirken dinî hakikati arıyorlar ve mutlaka doğru bir çözüm yolu bulmak için çalışıyorlardı.

Sahâbilerin bu türlü ictihad ve anlayış farkları onlardan sonra gelen nesillere iki şekilde faydalı oldu:

1 — Sahâbîler ictihad için çok sağlam bir metod koymuş oldular. Hakikati ararken ihtilâfa düşseler dahi, rehberleri ihlâs oldukça bu ihtilâfın, birliği bozmayacağını, bilâkis akıl ve idrakleri kuvvetlendireceğini ve her yönüyle meseleyi inceleyen kimseleri gerçeğe ulaştıracağını göstermiş oldular.

2 — Sahâbîler fıkıhta öyle zengin bir araştırma, şuurluluk ve açıkhk mirası bıraktılar ki, onlar, ihtilâfa da düşseler, ittifak halinde de olsalar, yaptıkları ictihad, kendilerinden sonra gelenlere çok büyük faydalar sağladı.

İmam Şâtibî, el-İ'tisam aalı eserinde sahâbîlerin ihtilâfını ummet için bir rahmet olarak vasıflandırır ve şöyle der: «Kasım b. Muhammed'den şöyle rivayet edilmiştir: Allah, Peygamber'in arkadaşlarının ihtilâfları ile amel hususunda bizi çok faydalandırdı. Sahâbilerden birinin ilmi ile amel eden kimse ancak onları yetkili gördüğü için amel etmektedir.

Damra b. Recâ'dan da şöyle rivayet edilmiştir :
Ömer b. Abdilaziz, Kasım b. Muhammed ile birlikte hadis müzakere ediyorlardı. Ömer b. Abdilaziz bir meselede Kasım'a muhalefet etti. Durumu anlayıncaya kadar bu Kasım'a ağır geldi. Qme b. Abdilaziz de O'na: Yapma, onların ihtilâfı beni çok memnuı etmektedir, dedi. İbni Vehb de, Kasım'dan şöyle rivayet eder: Öme b. Abdilaziz'in şu sözü beni hayrete düşürdü: Sahâbîlerin ihtilâl beni çok sevindiriyor. Çünkü onlar tek bir görüşe sahip olsalardı ir sanlar sıkıntıya düşerlerdi. Zira sahâbîler, kendilerine iktidâ edile; İmam mevkiindedirler. Dolayısiyle herhangi bîr kimse, onlardan birinin sözü ile amel ederse Sunnete uymuş olur. Bu sözün mânâs şudur: Sahâbîler insanlara ictihad kapısını açtılar ve bu husust ihtilâfa düşmenin caiz olduğunu gösterdiler. Eğer onlar bu kapıı açmasalardı muctehidler sıkışıp kalırlardı. Onlar arasındaki ihtile sebebiyle Allah ummete genişlik verdi ve ummetin bu rahmete di hil olması için bir açık kapı bırakılmış oldu.»
(eş-Şâtıbî, el-İ'tisam, c. III, s. 11; Menar tabı)

Sahâbîlerden bize Peygamber (s.a.v.)'in hadislerine dayanan bizı fıkıh mecmuaları intikal etmiştir. Hadîs'e de, sahâbîlerden intiki eden sözlere de «Sunnet» denir. Sadece Peygamber'e nispet edile şey «hadis» adını alır. Buna göre hadis kelimesi sunnetten daha hususî bir mânâda kullanılır. Sahâbîlerin sözlerinin daha sonra îslâ; Hukuku'nun teşri' tarihinde çok büyük bir önemi vardır. Ömer Abdilaziz, sahâbîlerin sözünü hüccet olarak kabul ederdi. Sahâl lerin sözlerinin toplanmasını ve bunların halk için tatbik edilmek üzere bir kanun teşkil etmesini istemişti.

Abdullah b. Mukaffa, Abbasî halifesi Ebu Cafesrel-Mansur devlet için bir kanun yapmasını teklif eden risalesinde, Ömer b. A dilaziz'in fikrini benimseyerek, bu kanunun sahâbîlerin sözlerindi derlenmesini, onların ittifak halinde olan görüşlerinin esas olan kabul edilmesini, ihtilâf ettikleri hususlarda ise onların insanlar menfaatlarına uygun olan görüşlerinin alınmasını ileri sürmüşti Ebu Cafer el-Mansur, bu fikri kabul eoniş ve îmam Malik'ten, Sunnet olarak intikal eden sözlerin kanun olmak üzere, kitap halini yazılmasını istemiştir. Medineli îmam Malik, bu isteği yerine get di ve Halife el-Mehdî devrinde tamamladığı bu kitab (Muvatta) kanun olarak kabul edilmesinden vazgeçti. Çünkü O, Medine'de rivayetleri bu eserinde toplamıştı. Her ne kadar sahâbiler, sayı V kınandan Medine'de daha çok iseler de, diğer İslâm ülkelerine dağılmışlardı.
Netice ne olursa olsun, sahâbîlerin sözleri bir hüccet olarak kabul edilmiş, ileride açıklayacağımız üzere, ictihad da onun sinirli dahilinde yapılmıştır.

3- Tabiîn Devrinde İctihad

Sahâbiler, birçok talebeler yetiştirmişler ve onlara, Kur'an'ın, «(îslâmda) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar..(Tevbe Sûresi, 100) âyetine uyularak «Tabiin = Tabiîler» adı verilmiştir. Aslında bu isim, onlara Allah tarafından verilmiş olup büyük bir şereftir.

Tabiîler, sahâbilerin birçok rivayet ve fıkhi ictihad servetini hazır bulmuşlardı. Bu durum karşısında onların yapacağı iki iş vardı:

1 — Bu iki serveti toplamak. Onlar, gerçekten Peygamber (s.a.v.)'in hadislerini, sahâbîlerin söz ve ictihadlarını topladılar. Bu, onlar için çok kolay oluyordu. Çünkü her tabiî, bir sahâbînin veya birkaç sahâbinin talebesi idi. Birçok talebesi olan sahâbîler de vardı. İleselâ; Abdullah b. Ömer birçok kimseleri yetiştirmişti; Said İbnü'l-' Müseyyib, Abdullah b. Ömer'in azatlı kölesi Nafi' ve oğlu Salim v.s. gibi. Her sahâbînin ilmini nakleden özel bir talebesi vardı. Bu talebelerin ekserisi Arap asıllı olmayan muslumanların çocuklarıydı. Bu durumda, Peygam'ber'den İlim alma mevkiinde bulunan “sahâbîlerin sözlerini onlar bir huccet sayıyorlardı.

2 — Hakkında sahâbîlerin re'y'i veya Kur'an ve Sunnetten herhangi bir nass bulunmayan meselelerde ictihadlarda bulunmak. Gerçekten onlar, naklettikleri hadis ve fetvaların ötesinde birçok ictihadlar yapmışlardır. Fakat sahâbîlerin çizmiş oldukları yoldan çıkmamışlardır. Şüphesiz ki hadisleri toplamak hususunda bazı güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Çünkü sahâbîler İslâm ülkelerine dağılmış olup bazısı Irak'ta, bazısı Şam'da ve bazısı da başka yerlerde bulunmakta idiler. Fakat, onlar için bu hadis toplama işini kolaylaştıran cihet, her tâbii'nin sadece karşılaştığı sahâbîden hadis rivayeti ile yetinmesi idi.
Emevîlerin ilk devirlerinde Medine'den ayrılan sahâbîlerin çoğu, sonra tekrar oraya döndü ve Medine önceki gibi yine İlim ve irfan merkezi haline geîdi. Sahâbîlerin ve ekseri tâbiî'Ierin ilmi işte bu şehirden yayıldı. Gerçekte Emevîler devrinden önce Medine'den ayrılan sahâbîler, sayı bakımından orada kalanlara nispetle çok az idiler. Çünkü Hz. Ömer (r.a.), büyük sahâbîleri Medine'de oturmağa mecbur etmişti. Hz. Ömer (r.a.), onları evvelâ görüşlerinden faydalanmak için, saniyen siyaset ve devlet işlerinin güzel gitmesi ile ilgili sebeplerle Medine'de alıkoymuştu. Fakat, Hz. Osman (r.a.) halife olunca Medine'den ayrılmak isteyen sahâbîlere izin vermiş ve onlardan bir kısmı dışarı gitmiştir. Bununla beraber bilgin ve büyük sahâbîlerin çoğu oradan gitmemiştir. Ancak Abdullah b. Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî gibi bazı bilgin sahâbîler, ta Hz. Ömer zamanında Medine'den ayrılmışlardı.

Çok talebe yetiştirmekle meşhur olan sahâbîlerden Irak'ta Abdullah b. Mes'ud; Medine'de Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve başkaları dikkati çekmektedir. Bu hususta İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle söyler:
«Dîni ve fıkhı İlimler, îslâm ummeti arasında İbni Mes'ud, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'm talebeleri vasıtasıyla yayılmıştır. Yani Medine'de Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Mes'ud'un talebeleri tarafından, bu İlimler yayılmıştır.» İbn-i -Kayyım el-Cevziyye, İbn-i Cerir'den şöyle rivayet etmektedir: «Denilebilir ki Abdullah b. Ömer ve Medine'de ondan sonra yaşayan sahâbîlerden bir gurup, Zeyd b. Sabit'in mezhebine göre fetva verirlerdi. Onlar Peygamberden işitip öğrenmedikleri şeyleri Zeyd b. Sabit'-ten almışlardır.» (İ-lâmul-Muvakkıin, c. I. S. 16, 17)

Şüphesiz îbn-i Kayyım, sahâbilerden fetva ve fıkıh üzerinde ihtisası olan bazılarını burada zikretmektedir. Halbuki onlardan başka Ali b. Ebî Talib, Aişe (r.a.) ve Ömer b. Hattab gibi birçok sahâbîler re'yleri ile ön plânda yer alırlar. îbn-i Kayyım'm zikrettiği sahâbîlerin bir kısmı, Ömer (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. Meselâ; Abdullah b. Ömer, babasının fıkıh görüşünü naklederdi. Zeyd b. Sabit, İbni Mes'ud ve diğerleri bazan -Ömer (r.a.) 'in görüşünden uzaklaşır; çoğu zaman da onun görüşüne katılırlardı.
Tâbiiler'den bazıları, nass veya sahâbilerin fetvasını bulamadıkları zaman kendi re'yleri ile içtihad ederek fetva verirlerdi. Bazıları da, dayanacak Kitab ve Sunnet'te herhangi bir nass bulamadıkları zaman ictihad'da bulunmaktan çekinirlerdi. Bu iki türlü içtihad metodu sahâbîler devrinde mevcut idi. Fakat sahâbîlerin çoğu, Peygamber'den aldıkları sunnetleri iyi bildikleri için bu iki türlü ictihad tarzı arasındaki fark pek açık-seçik değildi.

Tabiiler devrinde bu iki ictihad metodu arasındaki fark ve mesafe iyice ortaya çıktı. Çünkü muslumanlar arasındaki ihtilâflar şiddetlenmiş ve muslumanlar birbiriyle sert tartışmalara girişmişlerdi. Bu tartışmaların neticesinde birbirini küfür ve sapıklıkla itham edenler türemiş, hattâ kılıçlar çekilerek birbirini öldürenler dahi olmuştur.
Dolayısiyle muslumanlar:
1 — Haricîler,
2 — Şiîler,
3 — Ehl-i Sunnet vel-Cemaat
Olmak üzere belli başlı üç fırkaya ayrılmışlardır. Bü arada fitneden uzak durarak, bir kenara çekilip muslumanlann uğradığı felâkete seyirci kalanlar da olmuştur.

Hariciler birbirine zıt görüşlere sahip fırkalara ayrılmışlar ve Ezrakîler , ecedât, Ibâzıye gibi bir çok fırkalar doğurmuştur. (Erzakîler, Nâfi' İbnu'l-Erzak'a; Necedât, Necdet İbni Amir'e ve Ibâzıye, Abdullah ibni tbâz'a tâbi olanlardır.)
Şiîler de çok farklı fırkalara ayrılmış, hattâ bazıları îsîâmiyetten tamamen uzaklaşmışlardır. Şiîlik iddia eden bazıları da İslâm'a, sırf onu bozmak için girmişlerdir. Dolayısiyle onlar için İslâm'ın ayakta durması değil, temelinden yıkılması önemli idi. Tâ ki onlar, eski dinlerine ve iktidarlarına dönmüş ve hiç olmazsa devletlerini yıkan muslumanlardari öçlerini almış olsunlar; veya muslumanlar koyu bir karanlık içine gömülüp gönüllerindeki ilâhi nur sönmüş olsun.

Bunun bîr neticesi olarak, bazı insanlarda dinî duygu zayıflamış ve Peygamber (s.a.v.)'den asılsız hadis rivayetleri çoğalmıştır. Bu durumdan endişeye düşen İslâm büyükleri, bu uydurmaları çürütmek için gerçek hadisleri toplayarak kitap haline getirmişler ve gerekli tedbiri almışlardır. Bu yüzden Ömer b. Abdilaziz, gerçek hadislerin yazılmasını emretmiştir. Onun gerçek (sahih) hadislerin derlenerek yazılmasmdaki ikinci bir maksadı da, şer'î hükümlerin doğru olarak tatbikini sağlamak idi.

Bu gibi sebeplerle yukarıda bahsettiğimiz iki ictihad metodu arasındaki mesafe ve görüş açısı büsbütün büyümüş, her iki zümre de sahâbîlerin yolundan oldukça uzaklaşmışlardır. Bu itibarla rivayeti tercih edenler ona daha çok sarılıyorlar, kuvvetini arttırmış olan fitnelerden bu suretle korunacaklarını düşünüyorlar ve kurtuluşu Sunnete sarılmakta buluyorlardı. Diğer bir gurup, Peygamber (s.a.v.) 'den bir çok uydurma hadis rivayet edildiğini ve bunların rivayet sebeplerini gözönüne alarak, ciddî olaylar karşısında dîni hükümlerin ictihadla açıklanmasını zarurî görüyorlardı.

Dolayısiyle iki türlü fıkıh doğdu:

1 — Re'y'e dayanan fıkıh,

2 — Hadis'e dayanan fıkıh.

Buna göre İslâm hukukçularının bir kısmı re'y taraftarları, bir kısmı da hadis taraftarları olarak meşhur olmuşlardır.

Burada tekrar işaret etmek isteriz ki ihtilâfın esası, Sunnetin delil olarak alınması veya onun sabit olduğu takdirde kabul edilmesinin lüzumu meselesi değildir. İhtilâfın esası, re'y'in derecesi ve yeni hükümleri re'y'in otoritesi altında halletmek meselesidir. Bu itibarla hadisçiler, mecbur kaldıkça re'y'e başvuruyorlar ve onunla içtihada müsaade ediyorlardı. Re'y taraftarları da ictihad ettikleri konularda sahih bir hadis bulamadıkları zaman re'y ile daha çok fetva veriyorlardı. Bazıları da mevcut meselelerin hükümlerini ortaya koymakla yetinmiyor, mevcut olmayan bir kısım meseleleri varsayıp onların re'y ile hükümlerini açıklıyordu. Bu türlü fıkha «farazi» (takdirî) fıkıh adı verilir.

Bazı İlim adamları, ekseri hadis taraftarlarının Hicaz'da, ekseri re'y taraftarlarının da Irak'ta olduğunu yazarlar. Bunun esası şudur: Medineli fakihler, Iraklı fakihleri Sunnetten uzaklaşmak ve re'yleri ile fetva vermekle itham etmişler, Iraklılar da bu ithamı reddetmişlerdir. Hakikatte ise Irak'ta re'yin yanında hadis, Medine'de de hadis'in yanında re'y bulunmaktadır.

Fakat bunlar, iki hususta birbirinden ayrılırlar:

1 — Iraklılara göre re'y'in derecesi Hicazlılardan daha fazladır.
2 — Re'y ile ictihad, Iraklılara göre daha çok kıyas metoduna dayanır.

Hicazlılara göre re'y maslahat (menfaat) metoduna dayanır. Buna göre Irakta fıkhın fer'î meseleleri çoğalmıştır, kıyaslar yapılarak mevcut olmayan meseleler hakkında dahi fetvalar verilmiştir. Fıkhın bu çeşidi Medine'de bulunmamaktadır. Çünkü Medinelilerin ictihadlarma esas teşkil eden maslahat, mevcut olmayan konularda düşünülemez. Dolayısiyle Medine'de farazi (takdirî) fıkıh gelişmemiştir,
Iraklı fakihler arasında Şa'bî ve benzeri hadisçiler mevcut olduğu gibi Alkame, İbrahim Nahaî, Ebu Hanife'nin hocası Hammad gibi kıyasa dayanan fakihler de çoktur. Bunların İmamları sahâbîlerden Abdullah ibni Mes'ud ve 'Ali Ebî Talib gibi Irakta uzun zaman oturmuş olan büyük sahâbîlerdir.
Medine'de hem hadis'e bağlı olan, hem de re'y ile ictihad yapan tabiîlerin sayısı Iraktakilerden daha çoktur. Medine'de kendine has özellikleri bulunan bir fıkıh ekolü teşekkül ettiği gibi, Irak'ta da başka bir fıkıh ekolü kurulmuştur. Mekke'de ise, bu her iki ekole yakın diğer bir fıkıh ekolü meydana gelmiş, hattâ her İslâm memleketinde ayn bir fıkıh ekolü doğmuştur. Bu yüzden fıkıh genişlemiş ve fıkıh metodları çeşitli dallara ayrılmıştır.

Fıkıh ekollerinin ihtilâfları hakkında Veliyyullah Dehlevî şöyle söyler:
«Tabiilerin âlimlerinden herbirinin kendine göre bir mezhebi vardı. Her memlekette' onlardan bir İmam bulunmaktaydı. Meselâ; Medine'de Said b. el Müseyyib, Salim b. Abdillah b. Ömer, bunlardan sonra Zührî, Kadı Yahya b. Said, Rabia b. Ebi Abdirrahman; Mekke'de Ata b. Ebi Rabah; Kûfe'de İbrahim Nahaî ve Şâbî; Basra'da Hasan el-Basri; Yemen'de Tavus b. Keysan gibi.
«Birçok, kimseler bunların İlimlerine almış, onlardan hadis ve sahabîlerin fetva ve sözlerini nakletmişlerdir. Onlar bu bilginlerin görüş ve araştırmalarını öğrenmiş, birçok kimselere fetvalar vermiş, aralarında pekçok meseleler konuşulmuş ve kendilerine bir hayli mesele arzedilmiştir. Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nahai gibi bazı bilgin tabiîler, fıkhı bölümlere ayırarak toplamışlardır. Onlar seleflerindjen aldıkları her konuda bir metoda sahip idiler. Said b. el-Museyyib ve arkadaşları, Mekke ve Medineliieri fıkıh bakımından daha sağlam görüyorlardı. Bunların mezhebîerinin aslını, Abdullah b. Ömer, Aişe ve İbni Abbas. (r.a.)'m fetvaları ile Medine kadılarının hükümleri teşkil eder. Onlar bu fetva ve hükümleri imkânları dahilinde derlemişler, sonra bunları inceden inceye gözden geçirmişlerdir. İbrahim Nahaî ve arkadaşları ise Abdullah b. Mes'-ud'u fıkıhta en kuvvetli sayarlardı. Nitekim Alkame : «Abdullah b. Mes'ud'tan fıkıhta daha kuvvetli kim vardır?» demiştir. İmam Evzaî'ye, Ebu Hanîfe: «İbrahim Nahaî Salim b. Abdillah'tan daha bilgindir. Eğer sahabi olmak şerefine sahip bulunmasaydı. Abdullah b. Ömer'den Alkame daha bilgindir, derdim. Abdullah (b. Mes'ud) ise, işte o Abdullah'tır» demiştir. Ebu Hanîfe'nin mezhebinin aslı, Abdullah b. Mes'ud'un fetvaları, Ali b. Ebî Talib'in fetva ve hükümleri, Kadı Şureyh gibi Küfe kadılarının verdikleri hükümlerdir. Ebu Hanife, onların fetva ve hükümlerini toplamış ve diğer hadis taraftan Medineliler gibi, o da ictihadlarda bulunmuş ve fıkıh meselelerini bölümlere ayırmıştır. Said b. el-Museyyib, Medine fakihlerinin başta gelenlerinden idi. Hz. Ömer'in hükümlerini ve Ebu Hureyre'nin hadislerini en iyi bilen o idi. Said b. el-Museyyib ve İbrahim Nahai birşey söyleyip onu birine nispet etmezlerse, çoğu zaman onların bu sözü açıkça veya imâ yoluyla seleflerinden birine nispet edilmiş olarak kabul edilirdi. Dolayısiyle memleketlerinin fakihleri bu ikisinin etrafında toplandılar, onlardan İlim öğrenip onların yolundan giderek hükümler çıkardılar.» (Veliyyullah Dehlevi Huccetullah el-Bâliga, c. I, s. 143) .

Bu ifadeden şu iki husus ortaya çıkmaktadır -.

1 — Iraklılar fetva ve yargı (kazâ)'larında Abdullah b. Ebî Talib ve Irak'ta oturmakta olan diğer, sahabîlere tâbi oluyorlardı. Me-dineli tabiîler ise, orada oturan bilgin sahabîlerin fıkıh görüşlerini nakletmeye önem veriyorlardı ve sahabîler Irak'tan daha çok Medine'de idiler.

2 — Tabiîlerin bilginlerinden dikkati çeken iki fakih kendi memleketlerindeki fıkhı temsil etmişler ve memleketlerinin fıkhî malzemelerini nakletmişlerdir. Bunlardan birisi Medine'de Saîd b. el-Museyyib'tir. O, Medine'deki sahabîlerin İlim ve ictihadlanm nak-letmiştir. Diğeri ise İbrahim Nahaî olup Abdullah b. Mes'ud, Ali b. Ebî Talib gibi Irak'ta bulunan sahabilerin İlim ve fetvalarını nakletmiştir.

İcma' Ve Sahabî Sözünün Delil Oluşu:

Tabiilere göre sahabilerin söz ve amelleri bir delil (huccet) idi. Çünkü tabiîler, sahabilerin öğrencileri olup onların yolundan gidiyorlardı. Tabiîlerden sonra gelenlere göre de sadece sahabîlerin ameli hüccet olarak kabul edilmiştir. Ancak Şiiler'den îmamiye mezhebi, Hariciler ve Zahirî mezhebi'nde olanlar sahabîlerin amelini hüccet olarak kabul etmezler.

Sahabilerin ameli iki kısma ayrılır:

1 — Bir tartışmadan sonra da olsa sahabîlerin ittifak halinde kabul ettikleri re'y icmâ' olup bizzat huccet teşkil eder. Fakihlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir. Yani Haricî ve Şiilerden başka bütün mezhebler, Zahiriler de dahil olmak üzere, sahabîlerin icma'mi hüccet saymışlardır.

2— Sahabîler bir hususta ittifak etmemişlerse tabiîlerden her biri, ekseriya bu konuda kendi hocasının görüşünü benimser, bazan da başka bir sahabînin görüşünü kabul ederdi.

Tabiîler, ittifak halinde olsun veya olmasın, sahabîlerin görüşünü sunnet olarak kabul ederlerdi. Onlara göre sahabîlerin sözü mücerret bir re'y'den ibaret değil, uyulması gereken bir sunnettir; zahirde sahabilerin sözü mücerret bir hüküm çıkarma (istinbat) 'dan ibaret olsa bile.

Tabiilerden sonra gelen muctehid fakihlerin ekserisi de, sahabînin re'yini hüccet olarak kabul etmişlerdir. Çünkü sahabîler, İlimlerini bizzat Peygamber (s.a.v.)'den almışlar ve bir kısım meseleleri, Peygamber'den sözle nakletmemişlerse de, amelî olarak nakletmiş-ierdir. Onlann görüşleri Peygamberimizin rehberliğine dayanmaktadır. Bunun içindir ki onlar Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği dinî anlamakta daha kuvvetli ve ictihadlan aklî olmaktan ziyade Peygamber (s.a.v.)'den görüp öğrendiklerine daha yakındır.

Ibni Kayyim el-Cevziyye, sahabînin rey'inin sağlamlığını açıklarken şöyle der:
«Sahabî biri söz söylediği, bir hüküm veya fetva verdiği zaman onda bizde bulunmayan anlayış imkânları vardı. Bazı hususlarda sahabînin sahip olduğu anlayış imkânlarına biz de sahibiz. Fakat, sahabînin anlayış özelliği, Peygamber (s.a.v.)'den veya başka bir sahabiden şifahen işitmiş olması ihtimalidir. Sahabîlerin kendilerine has bilgileri pek çoktur. Çünkü her sahabî, işittiği şeylerin hepsini rivayet etmemiştir. Ebu Bekr Sıddık ve Ömer el-Fârûk gibi büyük sahabilerin işittiklerine nispetle rivayet ettikleri çok azdır. Meselâ, Ebu Bekr'in Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği hadis sayısı yüz'e varmamaktadır. Halbuki O, Peygamber (s.a.v.)'den hiç ayrılmaz ve O'nun yaptığı herşeye vâkıftı. Hattâ peygamberliğinden önce başlayıp vefatına kadar O'na arkadaşlık etmişti. Peygamber'i-, O'nun sözünü, işini ve yaşayaşını en iyi tanıyan zat O idi.
Diğer büyük sahabîlerin de rivayetleri, Peygamber (s.a.v.)den işitip gördüklerine nispetle pek azdır. Onlar işitip gördüklerini rivayet etselerdi, Ebu Hüreyre'nin rivayetinden kat kat fazla olurdu. Ebu Hüreyre dört seneye yakın bir zaman Peygamber (s.a.v.)'e arkadaşlık ettiği halde O'ndan pek çok hadis rivayet etmiştir. Sahabîlerin hal ve yaşayışlarını bilmeyenler, herhangi bir vak'a hakkında sahabîler birşey bilselerdi, rivayet ederlerdi, derler. Halbuki sahabiler Peygamber'den birşey rivayet ederken fazla veya noksan yaparız diye korkarlardı.
Peygamber (s.a.v.)'den işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde bunu Peygamber (s.a.v.)'den işittiklerini açıklamazlar ve «Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu» demezlerdi.

«Sahabînin verdiği îetvâ şu altı şıkkın dışına çıkmaz:

«1 — Sahabî, onu Peygamber (s.a.v.)'den işitmiş olabilir.
«2 — Peygamber (s.a.v.)'den işitenden işitmiş olabilir.
«3 — Kur’andaiı böyle anlamış olabilir.
«4 — Sahabîler bu hususta ittifak etmiş oldukları halde onların bu ittifakları değil de, sadece bu fetvayı veren sahabînin sözü bize nakledilmiş olabilir.
«5 — Sahabîler, arapçayı ve kelimenin delâlet ettiği mânâyı bizden daha iyi bilmekle, yahut Allah'ın emri ile ilgili durum ve karinelerle veya Peygamber (s.a.v.)'e uzun zaman arkadaşlık etmek, O'nun hal ve yaşayışlarını müşahade etmiş olmak, sözlerini işitmek ve bu sözlerin maksatlarını kavramak, vahy'in gelişine şahid olmak, bilfiil Peygamber (s.a.v.)'in bu vahy'i açıklamasını görmek gibi hususların yardımıyla birçok meseleleri bizden daha iyi anlamış olabilirler.
«6 — Sahabî, Peygamber'den kendisinin rivayet etmediği birşeyden anladığı mânâya göre fetva vermiş, fakat bu anlayışında yanılmış olabilir. Bu takdirde sahabînin sözü hüccet olmaz...
«Bu altıncı şık bir faraziyeden ibaret olup vâki olması da uzak bir ihtimaldir... Bu itibarla sahabîlerin sözleri sunnet makammdadır.» (Î’lamul-Muvakkıin, c. IV, s. 128; Munir ed-Dunaşkî tabı (Kahire).)

Burada açıklamamız gerekir ki, sahabîlerin sözlerini birçokları sunnet veya Peygamber (s.a.v.)'in hadisi gibi kabul etmişlerdir. Dolayısıyla, onlara göre, sahabîler ibadete taalluk eden ve akılla izahı mümkün olmayan hususlarda bir fetva vermişlersebu fetvalar kesin olarak Peygamber'in sunneti sayılır. Bu fetva ile Peygamber (s.a.v.)'den naklolunan hadisler arasında tercih yapılabilir. Zira hiçbir sahabî, Peygamber'den işitmedikçe re'y ile halledilmeyecek bir meselede fetva vermez.

Öte yandan bilginler, Peygamber (s.a.v.)'in sözlerini ve O'na nispet edilen hüküm ve fetvaların kabul edilmesini, bunlara muhalif olan sözlerin reddini beyan etmişlerdir. Çünkü Peygamber'e nispet edilmesi ihtimalinden dolayı sahabînin sözünü kabul edip doğrudan doğruya Peygamber'den rivayet edilen sözü terketmek doğru olmaz. Ancak sahabîden rivayet edilen fetvanın, onun kendi re'yi ile olması imkansızsa durum değişmektedir. Çünkü re'y ile halledilmesi mümkün olmayan ve tamamen nakle dayanarak halledilmesi gereken hususta sahabînin fetvası sunnettir.
İmam Mâlik, böyle bir fetvayı Peygamber (s.a.v.)'in hadîsi olarak kabul eder. Şukadar ki O, Peygamber (s.a.v.)'e nispet edilen bir hadisle bu fetva arasında tercihte bulunur. Bu yönden İmam Mâlik özel bir ihramla Umre yapmayı Hac aylarında mekruh saymıştır. Burada O, Hz. Ömer'in re'yine uymuştur. Çünkü Hz. Ömer'in böyle Umre'yi yasakladığı rivayet edilmiştir. Sa'd b. Ebi Vakkas yoluyla Peygamber'den Umre ile Haccı birleştirmenin daha iyi olduğuna dair yapılan rivayet bu görüşe aykırıdır. Sa'd b. Ebî Vakkas, Peygamber (s.a.v.) böyle yaptığı için biz de böyle yapıyoruz demiştir. Fakat İmam Mâlik, Hz. Ömer'in sözünü tercih etmiş ve onu sunnet saymıştır. O bu hususta; Ömer, Peygamber'in sunnetini Sa'd'dan daha iyi bilir, demiştir. (Şafiî, el-Uma, c. VII, s. 198)

îmam Mâlik, Ömer'in sözünü, her nekadar bir sarahat yoksa da, Peygamber'den bir nakil olarak kabul etmiştir. O, Sa'd b. Ebî Vakkas'm Peygamber (s.a.v.)'den naklettiğini açıkça söylemesine rağmen, Hz. Ömer'in sözünü tercih etmiştir.

4- Muctehid İmamlar Devrinde Îctihad

Tabiîlerden sonra talebeleri gelmektedir ki, bunlara, «Teba-i Tabiin» (Tabiîlere tâbi olanlar) denilmektedir. Fıkhı mezheplerin kuruluşu bunların çağlarına rastlar.İmamlarm en yaşlısı Teba-i Tabün'den, diğer tabirle tabiîlerin talebelerinden Ebu Hanife'dir. O'nun bütün hocaları, İbrahim Nahaî ,Şa'bî, Hammad b. Ebî Süleyman, Atâ b. Ebî Rabah gibi yaşlı ve genç tabiîlerdir. Muctehid İmamların bir kısmı doğum ve zaman itibariyle birçok sahabîlerin devrine rastladıkları için tabiî iseler de, daha çok İlimlerini başka bir tabiîden almışlardır. Meselâ; Ebu Hanife, Hammad'dan tahsil görmüş; Mâlik b. Enes, Abdullah b. Ömer'in talebelerinden İlim öğrenmiştir. Yani Mâlik, Abdullah b. Ömer'in oğlu Salim'den, onun azatlısı Nâfi'den ve diğer Medineli yedi fakihten ve bunların talebelerinden tahsil görmüştür.

Medineli yedi fakih ise şunlardır:

1 — Saîd b. el-Müseyyib (Öl. 93 H.), Kureyş kabilesinden olup Ömer (r.a.)'in hilâfeti zamanında doğmuştur. İmam Mâlik buna yetişemedi, fakat talebesi îbni Şihab'tan ders gördü.
2 — Urve b. ez-Zübeyr (Öl. 94 H.), Aişe (r.a.)'in kız kardeşinin oğlu olup kendinden sonrakilere O'nun ilmini nakletmiştir.
3 — Ebu Bekr b. Ubeyd b. el-Hâris (Öl. 94 H.) olup Hz. Aişe'den birçok mesele öğrenmiştir.
4 — El-Kasim b. Muhammed b. Ebi Bekr Sıddik (Öl. 108 H.) olup Hz. Aişe'nin kardeşinin oğludur. Hz. Aişe^nin ilmini O nakletmiştir. Çünkü babası Muhammed ölünce O'nu Aişe (r.a.) kendi evine almış ve yetiştirmiştir. Kasım hem fakihtir, hem de hadis râvîsidir. Hadiste O'nun zekâ ve himmeti büyüktür.
5 — Ubeydullah b. Abdillah b. Utube b. Mes'ud (Öl. 99 H.) olup Z. Aişe, İbni Abbas ve diğerlerinden rivayetler yapmıştır. O, Ömer b. Abdilaziz'in hocası idi. Dolayisiyle Ömer b. Abdilaziz'in düşünce ve yönelişlerinde O'nun etkisi çok büyük olmuştur.
6 — Süleyman b. Yesar (Öl. 100 H.) olup Peygamberimizin hanımı Meymune bint'il-Hâris'in kölesi idi. Meymune (r.a.), sonra O'nu mukâtebe akdiyle azat etmiştir. Bu zat, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Ebu Hüreyre ve Peygamberimizin hanımları olan Meymune, Aişe ve Ümmü Seleme'den rivayetler yapmıştır.
7 — Hârice b. Zeyd b. Sabit (Öl. 99 H.) olup babası sahabîler arasında feraiz âlimi idi. Bu zat da, babasından İlim tahsil etmiş ve babası gibi re'y ile şöhret yapmıştır. Aynı zamanda babası gibi feraizi de çok mükemmel bilirdi ve halkın miraslarını Kitab ve Sunnete göre taksim ederdi. O'nun hakkında Mus'ab b. Abdillah şöyle söyler: Harice ve Talha b. Abdirrahman b. Avf'tan halk fetva sorardı ve onların sözüne bağlanırdı. Bunlar ev, hurma v.s. gibi malları mirasçılar arasında taksim ederler ve halka çeşitli belge (vesikâV'ler yazarlardı.

Bu yedi fakih'in çoğu dikkatli ve doğru rivayetle, re'ye dayanarak hüküm çıkarma ve fetvayı birleştirmişlerdir. Bunların hepsi Medine'de toplanmış olup Medine ilmini yaymışlardır. Sâîd b. el-Müseyyib de, re'y ile hüküm çıkarır ve ona göre fetva verirdi. Onun hakkında çağdaşlarından biri şöyle söyler: Bir vakit bir adam gördüm. O, birşey sormak için toplantılara sokulup duruyor ve birçokları onu bir meclisten başka bir meclise gönderiyorlardı. Sorusuna fetva vermek istemedikleri için nihayet onu Said b. el-Museyyib'in meclisine gönderdiler. Çünkü Saîd b. el-Museyyib'e (Cesaretli Saîd) derlerdi. (İ'lâmu'l-Muvakkıin, c. I, s. 18.)

Kasim b. Muhammed, Ubeydullah b. Utbe b. Mes'ud, Süleyman b. Yesar ve Hârice, re'y ile hüküm çıkarıp fetva vermekle meşhur idiler. Re'y ile' hüküm çıkarma işinin çok olduğu yerde re'y ile fıkıh da çok bulunmaktadır.
Bu itibarla re'ye dayanan fıkhın Medine'de de mühim bir mevkii olduğunu burada belirtmek isteriz. Bu adı geçen yedi fakih, Medine fıkhını temsil etmekle beraber, onların fıkhı, Medine'de re'ye dayanan fıkhm derecesini de açıkça gösterir. Gerçi bu türlü fıkhın derecesi, orada, Irak'ta olduğu gibi yüksek değil ve metodu da farklı idi.
Bu yedi fakih ve diğerlerinin ilmini, genç bir tabiî olan İbni Şihab ez-Zühri ve Rabîatu'r-Rey nakletmişlerdir. İmanı Mâlik bunların her ikisinin de talebesi idi.
Bu tarihî seyir, tabiîler asrındaki fıkıh ve ictihadla, muctehid İmamlar asrındaki fıkıh ve içtihadın birbiriyle nasıl irtibat halinde olduğunu açıklamaktadır. Bu tarihi seyir, aynı zamanda fıkıh ekollerinin kurulduğu tabiîler asrı ile, büyük fıkıh mezheplerinin kurulmaya başladığı asrın birbiri içine nasıl girmiş olduğunu göstermektedir.
Tabiîler devrinde İslâmî fırkaların meydana gelmesi ile Peygamber (s.a.v.)'den yalan hadis rivayetleri artmıştır. Bu devirde, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kasıtlı birtakım kimselerin İslâm'a girişi, bu uydurma hadis rivayetini artıran sebeplerden biridir. Fakat bu uydurma hadis rivayeti, tabiîler devrinde kendilerine başvurulacak ve gerçeği hakikî kaynaklardan öğrenecek İmamlar bulunduğu için mühim bir tesir göstermemiştir. Çünkü o devirde İslâm'ın kaynakları henüz bülanmamiş ve tertemizdi. Fakat, teba-i tabiin asrında ve daha sonraki asırlarda Peygamber (s.a.v.)'den uydurma hadis rivayeti, çeşitli sebeplerden şiddetini artırmıştır.
Kadı îyaz, bu uydurma hadis rivayetinin sebeplerini şöyle anlatır:
«Hadis uyduranlar birkaç sınıftır. Onların bazısı Peygamber (r.a.)”in asla söylemediği bir şeyi birbirini küçümsemek veya büyüklük satmak maksadı ile uydurmuşlardır. Bunlar zındıklar ve benzerleridir. Diğer bir kısmı, kendilerine göre, dindarlık maksadıyla, birtakım hadisler uydurmuşlardır. Bunlar, bazı hususların faziletleri hakkında hadis uyduran câhil dindarlardır. Bazı hadisçi (muhaddis) geçinen sapıklar, şöhret yapmak için acayip hadisler uydurmuşlardır. Bazı sapık mezheplerin dâvetçi (dâl) leri taassup ve gizli maksatları sebebiyle, bazı müteassıp mezhep taraftarları da kendilerini savunmak için, bir kısımları da dünyaya bağlı kimselerin isteklerini yerine getirmek ve onların yaptıklarını meşru göstermek için hadis uydurmuşlardır.
«Bu hadis uyduranların kimisi, hadis metni uydurmamış; fakat zayıf bir metin için doğru ve meşhur bir sened uydurmuştur. Bazıları da, hadis senedlerini altüst etmiş ve bunlara bazı isimleri eklemiştir. Onlar bunu, ya bir fevkalâdelik göstermek veya cehaletlerini örtmek için yapmışlardır. Başka bir gurup da, yalan yere, işitmediği şeyi işittiğini, görmediği kimseleri gördüğünü ve sahih hadisler rivayet ettiğini iddia etmiştir. Diğer bir kısmı da, kasden sahabîlere ait sözleri, arap atasözlerini ve filozoflara ait sözleri Peygamber (s.a.v.)'e nispet etmişlerdir» (Muhammed el-Hudari, Tarihu't-Teşri'i'l-İslâmî, s. 87.)

Bu uydurma hadis rivayetinin bütün sebepleri, teba-i tabiîn devrinde ve fıkıh mezheplerinin kurulduğu çağda mevcuttur, diyemeyiz. Çünkü bunların bir kısmı daha sonraya aittir. Bunlardan'tabiîler devrinde bulunan zındıklık, ikinci asrın birinci yarısında daha da artmıştır. Haricîler ve Şiîler'in sapıkları (gulât-ı şîal'nın temsil ettiği bid'at hareketleri de böyledir. Hattâ Haricîler'den bazısı tövbekâr olduktan sonra şöyle söylemiştir; «Peygamberimizin hadislerini iyice inceleyiniz, çünkü biz, yaymak istediğimiz herşey için bir hadis söylerdik.» Emevîler devrinde dünyaya bağlı olanların nefsi arzuları da aynı şekilde hadis uydurmada rol oynamıştır. Çünkü Emevî hükümdarlarına yakın olan ve kalbinde dînin bir yeri bulunmayan kimseler, hükümdarları memnun etmek için hadis uydurmuşlar ve âhiretlerini dünyalık şeylere değişmekten çekinmemişlerdir.

Bu yüce din ve kıyamete kadar bakî olacak parlak İslâm mîra: sı üzerine gelen bu tehlike dalgasının büyüklüğü nispetinde, onu; bu gibi şüpheli şeylerden kurtarmak, uydurmaları gerçek hadislerden ayıklamak için önem ve çaba gösterilmiştir. Dolayısiyle İslâm bilginleri, bu tehlike başgösterir göstermez araştırma, inceleme ve müs-1 umanların ortak mirası olan fıkhı korumak cihetine yönelmişlerdir. Onlar, bu İslâm mirasını korumak, ona sokulan uydurmaları ayıklamak ve onu gelecek nesillere tertemiz ve dosdoğru bir şekilde teslim etmek için iki yönde çalışmışlardır:

1 — Gerçek rivayetleri araştırmak, uydurmaları onların arasından çıkarıp atmak maksadıyla hadisleri rivayet edenlerin şahsiyetlerini, yaşayışlarını incelemişler ve hadîs'i anlayarak, doğru olarak rivayet edecek güvenilir râvîlerle bu vasıfları taşımayan râvîleri tesbit etmişlerdir. Râvîleri doğrulukta derecelere ayarmışlar, daha sonra bizzat hadisleri İslâmî gerçeklerle ve doğruluğunda şüphe olmayan hadislerle karşılaştırıp ölçmüşler, Kur'an'a ve gerçek hadislere uymayanları atmışlardır.
Daha sonra büyük İmamlar, sahih hadisleri kitap halinde yazmak işine girişmişlerdir. Bu maksatla İmanı Mâlik Muvatta'mı, Süfyan b. Uyeyne Kitabu'l-Câmi'ini, Sufyanı Sevri el-Câmi'u'l-Kebir'ini ve İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife'den rivayet ettiği Kitabul-Âsâr'in yazmıştır.

2 — Bilginler, râvilerin doğruluk ve adaletle meşhur olup olmadıklarını, o devirde bid'at'e düşüp düşmediklerini tesbit etmek için hadislerin senedlerini araştırmışlardır. Bu sened araştırması iki devreye ayrılır:

a) Önceleri senedler (râvîler) birbirine bağlanmazdı. Bu durum, tabiilerle görüşmüş olan Ebu Hanife ve Mâlik gibi muctehid İmamların asrında mevcut idi. Çünkü bu İmamlar, İlimlerini tabiîlerden almış olan teba-i tabiînden idi, Gerçi birçok hallerde onlar, genç tabiîlerden İlim tahsil etmişlerse de, senedin Peygamber (s.a.v.) 'e ulaşmasını şart koşmuyorlardı. Bu itibarla onlar, tabiînin «Peygamber buyurdu» diyerek söylediklerini kabul ediyorlardı. Çünkü tabiine güveniyorlar ve şüpheye düşmüyorlardı. Tabiî de, sahabînin ismini mecbur kalmadıkça zikretmiyordu. Aralarında karşılıklı itimad hâkim idi. Hattâ bu tabiîler, hadisi birkaç sahabîden rivayet ettikleri zaman sahâbî ismini zikretmediklerini açıkça söylüyorlardı.

Bu cümleden olmak üzere bir tabiî olan Hasen el-Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Bir hadîsi dört sahâbî rivayet etmişse o hadîsi ben mursel olarak (sahabî ismini zikretmeksizin) rivayet ederim. Bir hadîsi bana falan rivayet etti, dersem onu sadece o zat söylemiştir. Peygamber şöyle buyurdu, dersem o hadîsi yetmiş veya daha fazla kişiden işitmişim demektir.»

Bu hususta el-A'meş de şöyle rivayet etmiştir: «İbrahim'e, bana Abdullah'tan bir hadis rivayet ettiğin zaman onu sened olarak göster, dedim. O da dedi ki, Abdullah'tan herhangi bir hadisi bana falan rivayet etti dersem, onu rivayet eden o şahıstır. Abdullah şöyle dedi dersem, onu bizzat bana Abdullah rivayet etmiştir.»
Bu sebeple Ebu Hanife, hadisi çok zaman mursel olarak zikrederdi. Mâlik, hadisi aldığı kimseye önem verir ve sened zikrini istemezdi.
Mâlik şöyle derdi: «Dört kişiden İlim alınmaz, diğerlerinden alınır.
Bunlar; 1 — Sefih, 2 — Bid'ate sevkeden nefsi arzulara uyan, 3 — Uydurma hadis rivayet etmekle itham edilmese dahi konuşurken yalan söyliyen, 4 — Dindar olmakla beraber câhil olan kimselerdir.»

İmam Mâlik bu dört sınıftan olmayanlara itimat gösterir ve onların rivayetini kabul ederdi.

b) İlk muctehid İmamların çağından sonra insanlar arasında, ahde vefasızlıkları frisbetinde yalancılık da artmıştır. Bu devirde hadis öğrenenler, öğrendikleri hadisi ne tabiîden, ne de teba-i tâbünden almışlardır. Bundan, dolayı onlar, rivayetin doğruluğunu kabul etmek için hadisteki senedin Peygamber (s.a.v.) 'e kadar ulaşmasını şart koşmuşlardır. Meselâ; Ebu Hanife, ve Mâlik'ten sonra gelen İmam Şafiî, sahabiyi zikretmiyen râvînin hadisini veya senedler arasında herhangi bir kesiklik (inkita') bulunan hadîsi asla kabul etmemiştir.

Ancak, mursel olarak hadis rivayet eden ravîde şu iki şart bulunursa, onun rivayet ettiği böyle bir hadisi kabul etmiştir :

1 — Tabii, sahabînin ismini zikretmeksizin mursel olarak bir hadis rivayet ederse, o tabiînin Saîd b. el-Museyyib gibi birçok sahabîleri gören büyük tabiîlerden olması lâzımdır.

2 — Böyle bir hadis rivayet eden tabiîyi, şu gibi destekleyici hususiyetler bulunmalıdır:

a) Hadîs'i başka bir yoldan Peygamber'e mânâ itibariyle isnat etmiş olmak,
b) Bu hadisi destekleyen İlim ehlinin kabul ettiği ve başka bir yolla rivayet edilen diğer bir mursel hadis bulunmak,
c) Sahabî'lerin kabul etmesiyle bu mürse1 hadis desteklenmiş olmak,
d) Bilginlerden bazılarının mursel hadîsi kabul ederek ona göre fetva vermiş olmaları gerekir. Meselâ,

«Vârise vasiyyet yoktur» hadisi böyle bir mursel hadistir ve bunu pek çok fukahâ kabul etmiştir.
Bu saydığımız şartlar bulunmadığı takdirde mursel hadisi Şafiî kabul etmez. O'na göre bu şartları ihtiva eden mursel bir hadis, sened bakımından muttasıl (Peygambere ulaşan) hadisten daha aşağı bir derecededir. Eğer böyle bir hadis, musned (Peygambere sahabî vasıtasiyle dayanan) bir hadisle çatışırsa, bu şartları ihtiva etse dahi, Şafiî onu reddeder.

Şafiî'nin çağında mursel hadîsin durumu bundan ibarettir. Ondan sonra gelen Ahmed b. Hanbel asrında ve büyük hadis mecmualarının meydana geldiği asırlarda ise, mursel hadîsin durumu daha dâ zayıflamıştır. Meselâ; Ahmed b. Hanbel, mursel hadîsi zayıf hadislerden saymış, ancak muttasıl bir hadis bulunmadığı takdirde mursel bir hadisle amel etmiştir. Hattâ Neveyî «Takrib» adlı eserinde fakih, muhaddis ve usul bilginlerinin büyük çoğunluğu gibi düşündüğünü ve mursel hadîsi, zayıf sayarak, reddetmesinin sebebini şöyle açıklamaktadır: «Çünkü bu hadîsi Peygamberden rivayet eden sahabî bilinmemektedir. Bilinmeyen bir şahıstan rivayet edilen hadîsin reddedilmesi gerektiğine göre, sadece isim vermeyen râvînin rivayetinin de reddedilmesi daha doğru olur.»

Mursel hadîsin Peygambere nispetindeki zincir (silsile) üzerinde bu kadar durulması, İslâm bilginlerinin Sunnete ne kadar önem verdiğini; isnadlan, sened teşkil eden râvilerin durumlarını tek tek iyice tetkik ederek, uydurma hadisleri nasıl ayıkladıklarını göstermektedir. Hattâ bu devirde adalet, doğruluk, emanet, idrak ve öğrendiğini iyice muhafaza etme (zabt) gibi sıfatlarla meşhur olmayan kimsenin rivayeti kabul edilmemiştir. Onların gösterdiği böylesine bir titizlik, gerçek hadislere Peygamber'in söylemediği bir şeyi sokmak istiyenlerin yolunu tıkamak için tam bir çare ve tedbir olmuştur.
Musluman ismi taşıyan veya musluman olduklarını ilân ettikleri halde İslâm'ı yıkmaktan başka bir şey istemiyen ve Peygam-ber'den uydurma hadis rivayet eden bir kısım kimselerin sapıklıkları neticesi alınan bu tedbir, ilk basamak olmuştur. Bu sayede uydurma hadisi sahih hadislerden ayırd etmek için İslâm bilginleri şâyân-ı hayret ölçüler koymuşlardır.
Re'y'e dayanarak fetva vermek, ikinci merhaleyi teşkil eder. Çünkü bu bir zaruret idi., Şehristânî «el-Milel ve'n-Nihal» adlı eserinde bu hususu şöyle anlatmıştır: «İbadet ve muamelât hususundaki yeni olaylar sayılamıyacak kadar çoktur. Kesin olarak biliyoruz ki her olay hakkında bir" nass gelmemiştir. Böyle olması da düşünülemez. Nass'lar mahdut olup bunlar mahdut olmayan bütün olayları içine alamaz. O halde içtihadın, kıyasın, hattâ her yeni olay üzerinde yeni bir içtihadın zarureti kendiliğinden anlaşılmaktadır.»
Bu itibarla sahâbiler ve tabiîler devrinde re'y'in büyük bir önemi vardı. Tabiîler devrinde çeşitli fıkıh ekolleri kendini göstermiş ve her ekol, az - çok ve değişik metodlarla da olsa, re'y'e kıymet vermiştir. Teba-i tabiîn asrında ortaya çıkan mezheblerin İmamları re'y ile daha çok ictihad'da bulunmuşlardır. Pek çok yeni olaylar karşısında bu, bir zaruretten doğmuştur. Re'y ile içtihadın çoğalmasına sebep olan ikinci âmil, birtakım yalancılar vasıtasıyla meydana gelen uydurma rivayetleri ayıklamak zaruretidir. Medine'de de Irak'ta da re'yi görmekteyiz. Bu iki memleket, fıkhın geniş bir şekilde gelişme alanlarıdır. Bu memleketlerden başka yerlerde de fıkıh çalış maları olmuş ise de, buralarda o iki şehre nisbetle fıkıh daha az gelişmiştir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Irak'ta re'y Medine'dekinden daha çok idi. Irak ve Medine fıkıhları arasındaki farkı şu dört noktada özetliyebiliriz:

1 — Medîneliler Ebu Bekr, Ömer ve Osman (r.a.) 'm hüküm ve fetvalarına, ayrıca Zeyd b. Sabit ve Aişe (r.a.)'m fetvaları ile Ebu Hüreyre ve Ebu Saîd el-Hudrî gibi sahabilerin rivayetlerine sahipti. Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud'un hadis ve fetvalarına, Ali b. Ebî Talib ve Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin fetva ve hükümlerine, Kadı Şureyh gibi Irak'ta bulunan sahabi ve tabiîlerin hüküm ve fetvalarına malik idi.

2 — Medîneliler daha çok hadis kaynaklarına sahip olup, hadîs'e itimad da o zaman daha çoktu. Hadîs'e dayanan fıkhın sahip olduğu malzeme, sahabîlerin hükümlerinden meydana geliyor ve hadislere dayanan görüşler daha büyük bir kuvvet kazanıyordu.

3 — Tabiîlerin fetvaları Medine'deki muctehidlerin yanında büyük bir mevki işgal ediyordu. Çoğu zaman bu fetvalara, doğrudan doğruya uyuluyordu.Gerçi bu fetvalara uymak mecburî olmayıp istihsan yoluyla tercih ediliyordu. Irak fıkhında tabiîlerin re'yleri böyle bir mevki işgal etmiyordu; ama Irak'ta da tabiîlerin re'ylerine çoğu zaman uyuluyordu. Ne var ki bu, sırf onların re'yleri olduğu için değil, fıkıh ekollerince varılan fikir birliği (ittifak) olmasından dolayı idi.

4 — Yukarıda işaret edildiği gibi, Irak'ta re'y, kıyasa dayanıyordu. Hicaz'da ise re'y. devlet işlerinde yaptığı ictihadlarda Ömer'e uyularak, maslahata (yaklaşık olarak kamu yararına) dayanıyordu.
 
ا Çevrimdışı

التوحيد

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Abdulmuizz kardeş Rafizi İran Hükümetinin resmi mezhebi olan Caferi mezhebini ki kendileri bu tanımı reddetmektedirler
( zira onlara göre Caferilik bir mezhep değil Allah'ın ve Peygamberin tebliğ etti İslam öğretisinin ta kendisidir) neye göre "Ehl-i Sünnetin Fıkhi - Ameli Mezhebleri " başlığı altında zikrettiniz?

Caferi sitelerinin hepsini incelediğinizde Ehl-i Sünnet dışı birçok hurafe, bidat ve sapık inançları barındırdıklarını görürüz.
Yeri geldiğinde bunları da zikredebiliriz inş.
 
S Çevrimdışı

soru işareti

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Kur'an'ı peygamberin anladığı şekilde anlayıp peygamberin uyguladığı şekilde uygulayan bir kişinin isme ya da cisme ihtiyacı var mıdır?

Ben doğru yoldayken bana bid'atçı mutezili denmesinin bana zararı,
Sen yanlış yoldayken sana ehl-i sünnet denmesinin sana yararı var mıdır?

Ben kendimi müslüman dışında herhangi bir isimle tanıtmıyorum, kendime de müslüman denmesinden başka hiçbir şeyi kabul etmiyorum. Gerçeğe teslim olmuş ve gerçeği tasdik etmiş biri olduktan sonra bana kafir denmesine de aldırış etmem. Ancak bana mutezili diyenler oluyor. Soruyorum; Mutezile mezhebinin yanlışı nedir?
 
ا Çevrimdışı

التوحيد

Üyeliği İptal Edildi
Banned
soru işareti dediklerin kısmen doğru gibi görünse de alimler bazı tasnifleri haklı olarak yapmışlardır
Buna göre ehl-i sünnet vel-cemaat, Peygamberin sünnetine, sahabenin ve onları izleyenlerin yoluna, itikad, söz ve amel
hususlarında sarılanlar ve bid’atlerden uzak duran kimseler demektir. Şimdi bunda yanlış olan ne var ?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İMAM CAFER VE MEZHEBİ


İmam Caferi Sâdık (80 -148 H.)


Hicri I. asrın sonunda ve II. asrın ilk yarısında Medineli Münevvere'de nurlu bir irfan kaynağı ve Ali'nin soyuna mensub bir aile vardı. Şehidoğlu şehid Huseyin'in ölümü faciasından beri Ehl-i Beyt mensubları sadece İlimle uğraşıyorlar, atalarının zekâ ve hidayet nurunu aksettiriyorlardı. Onları sahib oldukları şeref, basit işlerle uğraşmaktan ahkoyardı. Bu sayede onlar, daima acısını tattıkları ve hiç faydasını görmedikleri siyasetten uzaklaşarak, ilmî çalışmalara yönelmişler, atadan oğula miras kalan ictihad mevkilerini korumuşlardı.

Ali Zeynelâbidin, İlim ve asalet bakımından Medine'nin önderi idi. Oğlu Muhammed Bakır da ondan İlim ve irşat önderliğini miras olarak almıştı. İslâm âleminin her tarafından birçok bilginler ona başvurur, Medine'ye gelen herkes, kendisini ziyaret etmeden gitmezdi. Kendisini ziyaret eden ve Ehl-i Beyt taraftarı gözüken sapıklarla, bürünmüş oldukları gizlilik kisvesi altında din dışı fikirlere sahip olanları azarlar ve hayal kırıklığına uğratarak, yüzüstü geri çevirirdi.

İslam fıkhının büyük İmamlarından Sufyan-i Sevrî, Sufyan b. Uyeyne, Irak fakihlerinin başı Ebu Hanife onu ziyaret eder ve irşatlarından faydalanırdı. Irak'ın re'y ile meşhur olan büyük fakihi Ebu Hanife, Muhammed Bakırla Medine'de ilk karşılaştığı zaman aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

Muhammed Bakır:

— Dedemin yolunu ve hadislerim kııyasla değiştiren sen misin ? dedi.

Ebu Hanife:

trr Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur.. Ta ki ben de, bana lâyık olan bir şekilde yerime oturayım: Dedeniz Muhammed? (s.a.v.)'e hayatında sahabîleri nasıl saygı duyuyorlarsa, aynı şekilde ben de size saygı besliyorum,'dedi.:

Bunun üzerine her ikisi de oturdu ve. Ebu Hanife söze şöyle başladı:

— Size üç sorum var, lütfen cevap veriniz:

1 —Kadın mı yoksa erkek mi daha zayıftır? Muhammed Bakır:

— Kadın, dedi. Ebu Hanife:

— Kadının mirasta hissesi erkeğe nisbetle kaçtır? diye sordu. O, buna:

— Erkeğin hissesi iki, kadının hissesi birdir, diye cevap verdi.

— Ebu Hanife:

— Dedenizin sözü işte budur. Eğer ben onun dinini değiştirmiş olsaydım, kıyasa dayanarak, erkeğe bir, ,kadma iki hisse verilmesini söylerdim. Çünkü kadın erkeğe nazaran daha zayıftır, dedi.

2 —Namaz mı, yoksa oruç mu daha efdaldır?

İmam Muhammed Bakır, Ebu Hanife'nin bu sorusuna:

— Namaz daha efdaldır, cevabını verdi. Ebu Hanife:

— Bu da dedenizin sözüdür. Eğer ben onu değiş tirşeydim, kıyas gereğince kadının ayhâlinden temizlendikten sonra namazı kaza etmesini, orucu da kaza etmemesini emrederdim, dedi.

3 —İdrar mı, yoksa meni mi daha pistir?

Ebu Hanife'nin bu sorusuna da Muhammed Bakır:

— İdrar daha pistir, diye cevap verdi. Ebu Hanife:

—Dedenizin dinini kıyasla değiştirseydim, idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra da abdest alınmasını söylerdim. Fakat, kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırını, dedi.

Bunun üzerine Muhammed Bakır kalkıp Ebu Hanife'yi kucakladı, yüzünden öptü ve ikramda bulundu.

Bu olaydan anlaşılıyor ki, Muhammed Bâkır'ın İmamlığını bütün bilginler kabul ediyor, kendi görüşleri hakkında ona bir nevi hesap veriyor ve onun başkanlığını kendi istekleriyle teslim ediyorlardı; tâ ki o, kendilerine doğru yolu göstersin.

Muhammed Bakır, bütün sahabilere saygı gösterir, özellikle Ebu Bekr ve Ömer'i (R.A.) hepsinden üstün tutarak, şöyle söylerdi: «Ebu Bekr ve Ömer'in üstünlüğünü tanımayan Sünneti tanımamaktadır. Muhammed Bakır, bir gün dostlarından Câbir el-Cufî'ye şöyle söylemiştir: «Ey Câbir, Irak'ta bizi sevdiğini söyleyen, Ebu Bekr ve Ömer'e dil uzatan ve kendilerine benim böyle emrettiğimi iddia eden bir topluluk türemiş. Onlara, benim kendilerinden beri olduğumu söyle. Allah'a and olsun ki eğer ben halîfe olsam, onların hepsini Allah için öldürürüm. Eğer Ebu Bekr ve Ömer'e Allah'tan rahmet ve mağfiret dilemesem, Peygamber'in şefaatından mahrum kalırım. Allah'ın düşmanları onları hakkıyla tanıyamazlar.»

Muhammed Bakır, Kur'an ve îslâm fıkhını, açıklayan, şeriatın hikmetlerini kavrayan ve onun amaçlarını tam olarak anlayan bir zat İdi. O, hem Ehl-i Beytin hadislerini, hem de hiç bir fark gözetmeksizin bütün sahabîlerin hadislerini rivayet ederdi.

Ruhi olgunluğu, kalbinin nuru, idrakinin büyüklüğü sayesinde o, ahlâkî ve içtimaî konularda pek çok kıymetli sözler söylemiştir ki bunların her biri, insanı yüceltmeye kâfi gelir. Burada misal olarak onun şu sözlerini naklediyoruz: «Bir insanın gönlüne bir miktar kibir girerse aklından o kadar eksilir*. Oğlu Ca'fer'e yaptığı nasihattan:, Yavrucuğum, tenbellik ve bezginlikten sakın. Çünkü bunlar, her türlü fenalığın anahtarıdır. Eğer tenbellik edersen hakkı yerine getiremezsin. Bezginlik gösterirsen hakka karşı sabredemezsin,» Hikmetli başka bir sözü: «Zenginleri seven bir bilgin görürseniz bilin ki o, dünya ehlidir. Bir zaruret olmaksızın hükümdarın yanından ayrılmayan bir bilgin görürseniz bilin ki, o da hırsızdır.»

Ona göre, farzları yerine getirerek İlim tahsil etmek, zahitük-ten hayırlıdır. O, İlim adamı hakkında şöyle söylemiştir. «Allah'a and olsun ki bir âlimin ölümü, şeytan için yetmiş ibadet ehlinin ölümünden daha sevindiricidir.»

Muhammed Bakır, 114 H. yılında ölmüştür. Ebu'1-Fidâ, Tarih'inde onun 115 H. yılının başında öldüğünü söylemektedir.

îşte İmam Muhammed Baku-, bu vasıfta bir insan olup ilmi ve ilmin gayelerini hakkıyla kavramıştır, bayatını anlatmak istediğimiz îmam Ca'fer'in babası işte budur. Muhammed Bâkır'ın durumundan, onun hangi sülâleye mensup olduğunu bilmek kolayca mümkündü. Çünkü güzel ahlâk, insanlık ve hakîkata yönelme gibi meziyetlerinin üstünde o, daima gençlere her yönden güzel örnek

olurdu.

İmam Ca'fer'in babası olan bu büyük insan —Muhammed Bakır—, kendisine eş olarak şerefli Arap kızlarından el-Kâsım b. Muhammed b. Ebi Bekr'in kızı, yani Ebu Bekr'in torunu Ummu-Ferve'yi seçmiştir. Böylece îmam Ca'fer'de hem Ali'nin yiğitliği, hem de Ebu Bekr'in vefakârlığı birleşmiştir. Ayrıca onun kanında Ali'nin İlim dehâsı ile Ebu Bekr'in sabır ve ağırbaşlılığı kaynaşmıştır. el-Milel Ve'n-Nihal yazarı Şehristânî onun şeceresini şöyle özetler: «Ca'fer, baba tarafından; Peygamber'e, ana rafından da Ebu Bekr'e dayanmaktadır.»[2]


Doğumu Ve Gençlîğî


Ebu Abdillah Ca'fer-i Sadık işte böyle şerefli bir baba ve dededen doğmuştur. Ehl-i Beyt ilminin saf ve berrak kaynağı içerisinde yetişip büyümüş ve böylesine şerefli bir ailenin gölgesinde yaşamıştır. O devrin âdeti üzerine diğer Ehl-i Beyt mensupları gibi o da çocuk denilecek bir yaşta kendisini ilme vermiştir. Bütün Hİcaz'lıların gönüllerinde yaşayan, fazilet, şeref ve güzel ahlâk sahibi olduğu herkesçe kabul edilen dedesi Ali Zeynelâbidin'i görmüştür. İmam Ca'fer-i Sadık'ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicrî 80 veya 83 yılında doğduğu söylenmektedir. Bazıları, onun, bu tarihlerden daha önce doğduğunu ileri sürmektedir. Genellikle Hicrî 80 yalında doğduğu kabul edilmektedir ki amcası İmam Zeyd de aynı yılda doğmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Irak'ın büyük fakîhi îmam Ebu Hanifenin de doğum tarihidir. Buna göre, dedesi Ali Zeynelâbidin öldüğü zaman o, 14 yaşında olup fikrî erginlik çağına ulaşmıştı. Gençliğinde, dedesi Ali Zeynelâbidin ve babası Muhammed Bakır gibi parmakla gösterilen önemli iki kaynaktan feyz almıştır.

O, Medine'nin İlim muhitinde büyük şahabı ve tabiîlerin İlim ve hadisle uğraştığı bir çevrede yetişmiştir. Şüphesiz o, dedesinin yanından ayrılmamakla beraber, hadis ile uğraşan tabiilerin meclislerine Öalar ve onlardan büyük dedesi Muhammed'in ilmini almakta hiç bir tereddüt göstermezdi. Çünkü, Peygamber'in İlim ve hadisleri bütün sahabîlerin arasında yayılmıştı; Bazı hadisleri, bir lasjm sahabîler işitmemiş olsalar da, sahabîlerin hepsinin onları işitmemiş olması düşünülemez. Dolayısıyla, sahabîlerin bütününün vâkıf olmadığı bir hadis yoktur. Çünkü bir kısmının duymadığı bir hadîsi, diğer bir kısmı işitip öğrenmiştir. Peygamber'in ilmini almak isteyenler, bu ilme sahip olanlar arasında fark gözetmez. İşte Ali'nin teiniz soyundan gelen bu yüksek şahsiyetler de, kendilerini tamamen ilme vermişler ve bu ilmi kimde bulmuşlarsa ondan faydalanmışlardır. İlim bir adam şekline girecek olsa, şüphesiz onu mütevazı bir adam olarak görürdük. Bunun içindir ki bu İmamların, İlim ehline karşı kibirli davranmaları ve sahabîler arasında şu veya bu şekilde bir fark görmek suretiyle ilmi asıl kaynaklarından almamaları düşünülemez.

İmam Ca'fer, tahsil çağında hayatta bulunan Ibni Şihab ez-Zührî gibi Medine'de Ömer'den ve talebesi olan bazı sahabîlerden İlim öğrenmiş bulunan bilgin tabiilerden ders almıştır. Bu tabiîlerin bir kısmı, Ehl-i Beyt'e karşı özel bir ilgi gösteriyordu. Meselâ, Jbni Şihab ez-Zührî ile îmam Ca'fer'in yaşıtı olan îmam Zeyd arasında hususî bir ilgi vardı. Dolayısıyla Ehl-i Beyt ile tabiîlerin ilmî alış-verişl'eri çok sıkı idi. Çünkü hepsi Peygamber'e dayanmaktaydı.

Burada işaret etmek istediğimiz bir husus da şudur: İmam Ca'fer'in ailesi ile Ebu Bekr Sıddık ailesi arasında önemli bir bağ vardır. Çünkü Ca'fer'in annesi Ebu Bekr'in torunu el-Kâsım b. Muhammed'in kızıdır. el-Kâsım b. Muhammed, halası Âîşe'nin yanında yetişmiş ve ondan bir çok hadis rivayet etmiştir. el-Kâsım b. Muhammed, aynı zamanda Medine'Ii yedi fakihten biridir, îlmini bu fakihlerden almış olan İmam Mâlik, el-Muvatta' adlı eserinde en çok bunların İlimlerini toplamıştır. Kısaca, Medine'deki ilmi çalışmalar, İmam Ca'fer'in ailesini de içine almaktadır.

Her tabii, kendisine ulaşan hadisleri topluyor ve onları rivayet etmek isteyenlere aktarıyordu. îmam Ca'fer, annesinin babasına-yetişmiş, ondan İlim tahsil etmiştir. Yani,anne - babası olan el-Kâsım b. Muhammed 108 H. yılında öldüğü zaman Ca'fer talebelik- devresini geçirmiş ve olgun bir yaşa ulaşmıştı. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi el-Kâsım b. Muhammed, hem Âişe'den, hem de Abdullah b. Abbas'dan İlim almış olup Ali onun babası Muhammed b. Ebi Bekr'i öz oğlu gibi severdi. Çünkü Ali, Ebu Bekr Siddîk'dan dul kalan el-Kasım'm baba-annesi ile evlendikten sonra, el-Kâsım'ın babası Muhammedi kendi evine almıştı.

el-Kâsım; halası Âişe'den ve Hasan, Huseyin ve Abdullah b. Abbas gibi Hâşimî büyüklerinden hadis rivayet etmiştir. Aynı zamanda o, bir fakîh olupL hadisin metnini, Kur'an ve meşhur ha-' dişlere kıyas ederek, eleştirirdi. Buna göre o, hem fakih hem de muhaddis idi. Talebesi Ebuz-Zinâd Abdullah b. Zekvan, onun hakkında “el-Kâsım'dan daha bilgin bir fakih, Sünneti ondan daha iyi bilen bir kimse görmedim.'» demiştir. O, çok dindar, derin bir fıkıh ve dikkatli bir rivayet metoduna malik olmakla beraber, hâdiseler karşısında himmet, azim ye keskin .bir görüşe sahipti. İmam Mâlik, Ömer b. Abdilazîz'den «Eğer elimde olsaydı, el-Kâsım'ı yerime halife olarak gösterirdim.» dediğini rivayet etmiştir.

İşte İmam Ca'fer'in ilmî çalışmalarını ilerlettiği, bir devirde bu dedesi el-Kâsım yaşamakta idi.

İmam, Ca'fer-i Sâdık, İlimle uğraşırken ve bu yolda ilerlerken babası ölmüştür. O zaman kendisi 34 veya 35 yaşında idi. Olgunluk çağı olan 40 yaşına ulaştığı zaman hem hadis, hem de fıkıh ilmini elde etmiş ve bütün fakihlerin görüşlerini ehemmiyetle öğrenip en sağlam olan görüşleri bulmaya çalışmıştır.

îmam Ebu Hanîfe'den şöyle rivayet edilir:

«Halife el-Mansur buna; «Ey Ebu Hanife, halk Ca'fer b. Muhammed'e hayranlık duymaktadır. Ona sormak üzere en zor meseleleri tesbit et.» dedi. «Ben de, onun için 40 mesele hazırladım.» Bundan sonra iki İmam Hîre'de el-Mansur'un huzurunda karşılaşmışlardır. Ebu Hanife, bu karşılaşmayı da şöyle anlatır:

«el-Mansur'un huzuruna girdiğim zaman Ca'fer b. Muhammed sağında oturuyordu. Onu görünce içimde öyle bir korku belirdi ki bu, el-Mansur'un heybetinden değil, Ca'fer-i Sadık'in heybetinden geliyordu. Selâm verdim ve Halife bana oturmamı işaret ettikten sonra, ona dönüp beni göstererek, îşte Ebu Hanife'dir, dedi. Ca'fer i Sadık da «evet» dedikten sonra Halife bana dönüp, ey Ebu Hanîfe, meselelerini Ca'fer'e sor, dedi. Ben hazırladığım meseleleri ona tek tek sordum. O; sîz bu hususta şöyle diyorsunuz. Medîneliler şöyle diyor, biz de böyle diyoruz... Bâzan aramızda görüş birliği oluyor, bâzan da birbirimize muhalefet ediyoruz, dedi. Nihayet sorduğum 40 meselenin hepsini cevaplandırdı.»

Ebu Hanîfe, bunları anlattıktan sonra, «İnsanların en bilgini, onların ihtilâflarını en iyi bilendir.» demiştir.

İmam Ebu Hanife doğru söylüyordu. Çünkü fakihlerin ihtilaflarını, görüşlerini, işbat için ileri sürdükleri delilleri, en doğru olan görüşe ulaşmak için kullandıkları metodları bilmek şarttır.İşte Ca'fer-i Sâdık, böyle bir bilgiye sahip olduktan sonradır ki, görüşler arasında bir karşılaştırma ölçüsü bulabilmiştir. Onun fıkhı, ne Irak ne de Medine fıkhının aynıdır. O, kendine has bir fıkıh meydana getirmiştir. Gerçi Irak, Medine ve îmam Ca'fer'in fıkhı da Kur'an-ı Kerim ile Peygamber’in Sünnetinin gölgesinde doğup büyümüştür.[3]


Kozomoloji (Kevniyyât = Evrenbilim) Hakkındaki Görüşü


İbni Hallikân, «Vefeyâtu'l-A'yân» adlı eserinde Ca'fer-i Sâdık'ı şöyle tanıtır: «îmamiyye mezhebinin oniki İmamından biridir. Ehl-i Beyt'in ulularından olup sözünde sadakatli olduğu için «Sâdık» lâkabını almıştır. Üstünlüğü herkesçe bilinmektedir. Sufî ve Tarsuslu Câbir b. Hayyan onun talebesi idi. Câbir b. Hayyan, Ca'fer-i Sâdık'ın beşyüz adedi bulan risalelerini bin varaklık bir kitapta toplamıştır. Ca'fer-i Sâdık, Medine'deki Bakî' mezarlığında yatmakta olan babası Muhammed Bakır, dedesi Ali Zeynelâbidin ve dedesinin amcası Hasan b. Ali'nin kabrine defnedilmiştir. Onun yattığı mezar işte böyle mübarek ve şerefli bir yerdir».[4]

Bu ifadeden şu iki husus anlaşılmaktadır:

1 —Büyük bir kimya bilgini olan; tabiat, kimya ve akaide dair bir çok eserleri bulunan Câbir b. hayyan, Câfer-i Sâdık'ın talebesidir.

2 —Câbir b. Hayyan'm neşrettiği bu beşyüze yakın risale aslında Ca'fer-i Sâdık'a aittir. Fakat bu husus tetkike muhtaçtır. Çünkü Câbir'e nisbet edilen bu risaleler, Ca'fer-i Sâdık'a ait olsaydı, Câbir'in bunu, açıkça ona nisbet etmesi gerekirdi. Câbir, şiiliğe temayülü olan bir kimsedir. O halde, Ali soyundan olan çağındaki en büyük İmamın sözlerini ona nisbet etmeksizin nakletmesi akla yatmaz. Ancak, Câbir, bu risalelerin Ca'fer-i Sâdık'tan aldığı ilham ve işaretlerin eseri olduğunu söylemiştir.

Bu risalelerin İmam Ca'fer'e nisbet edilişi ne derecede doğrudur, bilemiyoruz. Ancak, İmam Ca'fer'in bu İlimlerle uğraştığı anlaşılmaktadır. Zira, onun zekâ ve manevi gücü, her çeşit ilmi öğrenmeye kendisini sevketmiştir. İmam Ca'fer'in Kozmoloji (Evren bİlim = Kevniyyât) ile uğraştığına dair elimizde birçok delil vardır. O, bu ilmi Allah'ı bilmek, Otoun vahdâniyyetini isbat etmek hususunda bir vâsıta olarak kullanırdı. O, bu konuda, Kur'an'm kâinat hakkında insanları düşünmeye davet ettiği metoda uyardı. Mufaddal b. Amr'e imlâ ettirdiği «Risale tu't-Tevhîd» adlı eserinde güneş, gece ve'gündüz, karanlık ve ışık hakkında şöyle söylemektedir:

«Gündüz ve gece devletini ayakta tutmak içîn güneşin doğuş ve batışını düşününüz. Eğer güneş doğmasaydı dünyamız saçma bir şey olurdu. İnsanlar maişetleri için çalışamazlar, kapkaranlık bir dünyada işlerini yürütemezlerdi. Onlar, ışığın tadını kaybettikten sonra hayatta hiç bir saadet duyamazlardı. Güneşin doğusundaki faydalar açıktır, onları uzun uzun anlatmaya ihtiyaç yoktur... Güneşin batışını düşününüz. O batmasaydı insanlar için huzur ve sükûn olmazdı. Halbuki onlar, bedenlerini dinlendirmek, duygularını toparlamak, yediklerini sindirmek, besinleri organlarına yararlı olacak bir şekilde hazmedecek sindirim cihazlarını harekete geçirmek için huzur ve istirahata nekadar muhtaçtırlar. İnsanları yeniden ve sürekli olarak çalışmaya sevkeden şevk, böyle bir istirahattan sonra ortaya çıkmaktadır. İnsanların çoğu, gecenin karanlığı basmasaydı kazanmak, biriktirmek ve mal sahibi olmak için hiç istirahat etmezdi. Ayrıca yer yüzü, güneşin sürekli ışın ve sıcaklığı altında durmadan ısınırdı. Allah, hikmet ve tedbiri ile güneşin belirli vakitlerde doğuş ve batışını takdir etmiştir. Tıpkı bir evin lâmbası gibi, ev halkı ihtiyaçlarını gidersin diye bir müddet çevresini aydınlatmakta, sonra onların istirahat ve huzurlarını sağlamak için sönmektedir. Böylece, karanlık ve ışık, birbirine karşıt olmakla beraber, dünyanın nizamını sağlamak için biri diğerini desteklemektedir.

«Bundan sonra güneşin yükselişini, yılın dört mevsimini meydana getirmek için alçalışını, bunlardaki tedbir ve maslahatı düşününüz! Kışın ağaç ve bitkiler üzerindeki ısı azalıyor, bunlar meyve ve ürün verme hazırlığı yapıyor, hava yoğunlaşıyor, dolayısıyle bulut ve yağmurlar meydana geliyor, hayvanların vücutları kuvvet ve sağlamlık kazanıyor. Bahar olunca, canlılara bir hareket geliyor, doğrucu unsurlar ortaya çıkıyor, bitkiler filizleniyor, bir süre sonra da çiçekleniyor. Hayvanlar çiftleşerek yavrulamaya hazırlanıyor. Yazın hava ısınıyor, meyveler olgunlaşıyor, vücutlardaki fazlalıklar atılıyor, yeryüzü kuruyarak iş ve bina yapmaya elverişli bir hale geliyor. Güzün hava berraklaşıyor, hastalıklar gidiyor, vücutlar sağlamlaşı-yor ve geceler uzuyor!.. Hava bu mevsimde gayet güzelleşiyor ve türlü faydalar meydana geliyor... Yılın devretmesini sağlamak için güneşin oniki burcu dolaşmasını ve bundaki tedbiri düşününüz t Dört mevsim işte bu devir sayesinde meydana gelmektedir.»[5]

Bu ifadelerin Ca'fer-i Sâdık'a nisbeti doğru ise onun kozmoloji, burçlar ve yıldızlar hakkındaki İlimlerle uğraştığı bir gerçektir.

Adı geçen risalenin, Ca'fer-i Sâdık'a nisbetini reddedecek bir delile sahip değiliz. İmamiyye (Ca'feriyye) mezhebi mensupları, bu risalenin İmam Cafer'e ait olduğunu kabul etmektedirler. Kesin bir delil olmadıkça bir çok bilginlerin kabullendiği bir görüşü reddetmek doğru değildir. Çünkü bir delile dayanmaksızın herhangi bir fikri ortaya atıp kabul ettirmek, ilmi de İlim geleneğini de temelinden yıkar. Düşünebilenler, böyle bir yola baş vurarak, delilsiz bir dâvayı ortaya atmazlar.

Tarihçiler, Ca'fer-i Sâdıkla Câbir b. Hayyan arasındaki ilgiyi kabul etmektedirler. Câbir, itikad ve İman esasları konusunda îmam Ca'fer'den ders almış ve onun görüşlerini benimsemiştir, İmam Ca'fer'in, eşyanın mahiyetleri, madenlerin özellikleri ve eşyanın birbiriyle karışımından çıkan neticeler üzerinde durduğunu yine tarihçiler anlatırlar. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, adı geçen risalenin ihtiva ettiği bilgilerin, hiç olmazsa, büyük bir kısmı İmam Ca'fer'e aittir.

İmam Ca'fer, İslâm âleminde felsefî İlimlerin Arapçaya girmeye, felsefe ekollerinin kurulmaya ye araştırmaların düzenli bîr şekil almaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Çünkü Emevîlerin sonuna doğru ve Abbasîlerin ilk devirlerinde, Süryanîler ve başkaları vasıtasıyla İslâm düşüncesine Hint ve Yunan düşüncesi girmeye başlamıştır.[6]


Cefr İlmi[7]


İmam Ca'fer'in propagandasını yapanlar, onun İlim ve incelemeleriyle yetinmezler; ona, çalışıp okumakla öğrenilmeyen, fakat Peygamber (S.A.V.)'in Ali'ye verdiği ve onun da, Peygamber'-den aldığı vasiyet üzere, kendisinden sonra gelen oniki İmama devrettiği bir İlim nisbet ederler, işte onlar oniki İmamdan altıncısını teşkil eden İmam Ca'fer'e nisbet olunan bu ilme «Cefr ilmi» adını vermişlerdir.

Cefr kelimesi, aslında, kemikleri irileşmiş ve sertleşmiş kuzuya denir. Bu kelime, daha sonra deri mânasına kullanılmıştır, İmam Ca'fer'in Cefr ilmine sahib olduğunu iddia edenlere göre bu İlim, tahsille elde edilmeyen ve Allah katından verilen bir ilmin adıdır. Günümüzdeki bazı şiî yazarları bu konuda şöyle derler: «Cefr ilmi, dünyanın sonuna kadar meydana gelecek hâdiselerin bilinmesini sağlayan harflerin ilmidir. İmam Ca'fer'in Cefr ilmine sahip olduğu kendisinden nakledilmiştir. O, bu ilmi şöyle anlatmıştır: Cefr, deriden bir kap olup geçmiş İsrailoğulları bilginlerinin ilmi onun içindedir. O bilginlerden Cefr'e dair birçok şey bize kadar gelmiştir. Bu ilmi ve onunla ne kasdedildiğini bilmesek de, Cefr ilminden bahseden bazı hadisleri biliyoruz. Bu İlim, îsrailoğulları bilginlerinin faydalandığı kaynaklardandır. Allah, bu şerefli ilmi onlara ihsan etmiştir»[8].

Muhammed b. Yakub el-Kuleynî (el-Kulînî, Öl. 328 H.) «el-Kâfi» adlı eserinde — bu eser, İsnâ-Aşeriyye mezhebine göre kaynak vazifesi gören dört hadis kitabından biridir— şöyle demektedir: «Cefr1-de Musa'nın Tevratı, isa'nın İncili ve bütün Peygamber ve vasilerin, geçmiş îsrailoğulları bilginlerinin İlimleri, helâl, haram, olmuş ve olacak şeylerin ilmi mevcuttur. Cefr iki kısma ayrılır: Birinci kısmı keçi derisi üzerine yazılmış kitaplar, diğeri de koç derisi üzerine yazılmış kitaplardır.»

el-Kuleyni, el-Kâfi'sinde aynen şunları da söylerler: «İmam Ca'fer-i Sâdık şöyle demiştir: Bu gün sabahleyin, Allah'ın Mu-hammed'e ve O'ndan sonra gelecek olan İmamlara özel olarak vermiş olduğu Cefr kitabına baktım. Orada bizim gaib İmam (bu onikinci İmanıdır)'m doğuşunu, Sâmmarra'da kayboluşunu, geri dönüşündeki gecikişini, ömrünün uzunluğunu, o zaman mü'minlerin karşılaşacağı belâları, kalblerinde şüphelerin doğuuşnu, çoğunun dinlerinden dönüşünü ve Kur'anda Allah'ın, «Her insanın amelini kendi boynuna doladık»[9]âyetiyle işaret buyurduğu İslâm bağını, yani velayeti omuzlarından atışını düşündüm.»

«Ey Peygamber'in torunu, bildiğin bu İlimle bizi birazcık şereflendirmez misin?dedik. O da bize şöyle cevap verdi: Allah, bizden gelecek kaim'e peygamberlerinin sünnetlerinden bazı şeyler ihsan etmiştir. Meselâ, Nuh'un sünnetinden uzun ömürlülüğü, İbrahim'in sünnetinden gizlice doğmayı ve insanlardan uzak yaşamayı, Musa'nın sünnetinden başkalarını korkutma ve gözden gaip olmayı, İsa'nın sünnetinden kendisi üzerinde insanların ihtilâfa düşmesini, Eyyub'un sünnetinden sıkıntıya uğradıktan sonra ferahlığa kavuşmayı, Muhammed'in sünnetinden de kılıçla ortaya çıkmayı vermiştir. Kaim, işte O'nun hidayetine uyar ve O'nun yolundan gider.»[10]

Bundan sonra el-Kâfî'de, Cefr'in İmam Ca'fer'e verilen bir kitap olduğu ve onun zaman zaman bu kitaba başvurarak olmuş ve olacak şeylere ait gayb ilmini gerek harfler, gerek remzler, gerekse haberler vasıtasıyla bildiği anlatılmaktadır. Bir kısım Ca'ferüerin iddiasına göre Cefr, her İmamın kendisinden sonra gelen İmama bıraktığı bir kitap veya İlimdir. Daha sonra el-Kuleynî, el-Kâfî'sinde aynen şöyle demektedir:

«Allah Tealâ, Peygamberine bir kitap indirdi. Bu kitabı getiren Cebrail, ey Muhammed, bu senin asil (necib)'lere vasiyyetindir, dedi. Muhammed de, ey Cebrail, asiller kimlerdir? diye sordu. O da: Ali ve evlâtlarıdır, dedi. Bu kitap üzerinde altın mühürler vardı. Muhammed, aldığı bu kitabı Ali (R.A.)'ye verdi. Ona mühürlerden birini açıp onunla amel etmesini söyledi. Sonra Ali, bunu oğlu Hasan'a verdi. O da bunun bir mührünü açıp onunla amel etti. Sonra Hasan, onu kardeşi Hüseyn'e verdi. Hüseyn de onun bir mührünü açınca kendisine; ailenle birlikte şehid olmaya çık; onlara şehid-lik, ancak seninle nasip olacaktır. Canını Allah'a sat ...denildiğini gördü.»

«Daha sonra o, bu kitabı oğlu Ali Zeynelâbidin'e verdi. O da, bunun bir mührünü açınca kendisine; başını eğerek sus, evine çekil, ölünceye kadar Rabbma ibadet et, diye emredildiğini gördü. Sonra o, bunu oğlu Muhammed Bakır'a verdi. Muhammed Bakır da, bunun bir mührünü açınca; insanlara anlat, onlara fetva ver, Ehl-i Bey t'in İlimlerini yay, salih atalarını doğrula, Allah'tan başka kimselerden korkma, sana kimse dokunamaz... sözleriyle karşılaştı. Sonra onu Ca'fer-i Sâdık'a verdi. O da, bunda;*insanlara anlat, onlara fetva ver, yalnız Allah'tan kork, Ehl-i Beyt'in İlimlerini yay, atalarını doğrula. Çünkü sen eman ve muhafaza altındasın... sözlerini gördü.»[11]

İslâm bilginleri, İsnâ-aşeriyyeden Cefr ilmi hakkında bir çok şeyler nakletmişlerdîr. Kimisi bu mezhebe bağlı olanların görüşlerini açıklamak, kimisi de onlarla alay etmek için Cefr'den bahsetmiştir. İbni Kuteybe, «Uyûn'l-Ahbâr» adlı eserinde şöyle anlatır: Talha b. Musarrif der ki: Ben abdestli olmasaydım şiüerin Cefr'e dair sözlerini size anlatırdım. Zeydîlerin reisi olan Harun b. Sa'd el-İclî de bir manzumesinde şöyle demiştir:

«Görmez inisin Rafizîleri, bölük bölük oldular! Hepsi de kötü sözler söyler Ca'fer hakkında Onlardan bir bölük, ilâh dedi ona.[12]Diğer bir bölük de tertemiz peygamber dedi. Eğer onların sözünden razı olursa Ca'fer, Allah için ben Cafer'i bırakırım. Cefr derisine şaşarım onların. Cefr'le uğraşanlardan Allah'a sığınırım.» Bu şiirde yer alan şu beyt dikkati çekmektedir: «Onlar fil sırtlandır, zinci kızıldır Deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı».[13]Ebu'1-Alâ el-Maarrî de, Cefr hakkında şöyle söylemiştir: «Hayret ettiler Ehli Beyte, İlimleri Cefr derisinde gelince. Küçük olduğu halde müneccimin aynası, Çöl olsun, mamur olsun gösterir her yeri.»

Cefr hakkında söylenilenlerin bir kısmı bunlardır. Burada şu üç noktayı belirtmek bizim için bir vazifedir:

1 —Biz, Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer-i Sâdık'a nisbetini kabıü etmiyoruz. Çünkü Cefr, gayb ilmi ile alâkalı bir şeydir. Gayb ilmini ise, Allah kendi zatına hasretmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Peygamber'e şöyle buyurulmuştur: «De ki: ben nefsim için ne bir hayra, ne de bir kötülüğe mâlikim. Ancak Allah'ın dilediği müstesnadır. Ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim. BaAa hiç bir kötülük de dokunmazdı.»[14]

Allah, Peygamberine gaybe ait bir takım bilgiler vermiştir. Fakat, O'na bunları mu'cize olmak üzere vermiştir. Nitekim Kur'an'-daki şu âyetler böyledir: «Elif Lâm Mim, Rumlar (Bizanslılar) yenilgiye uğradı, yakında bir yerde. Halbuki onlar, bu yenilgilerinin ardından galip olacaklar, bir kaç yıl içinde, Önünde de sonunda da emir Allah'ındır. Ogün mu'minler de sevinecek, Allah'ın yardımıyla. O, kimi dilerse ona yardım eder. O, pek güçlüdür ve pek esirgeyicidir.»[15]

Cefr'i kabul etmemek, îmam Ca'fer'in değerini azaltmaz. O, Allah'ın dininde bir İmam ve hüccet olup İmam Ebu Hanife ve Mâlik gibi büyük fakihler, Sufyan-ı Sevrî ve Sufyan b. Uyeyne gibi büyük muhaddisler ondan İlim almışlardır.

2 —İmam Cafer'e nisbet edilen Cefr ile ilgili rivayetlerin çoğu el-Kuleynî yoluyla gelmektedir. Bu el-Kuleynî, aynı zamanda İmam Ca'fer'in Kur'an'da eksiklik bulunduğunu söylediğini de rivayet etmiştir. El-Kuleynî'nin Kur'an'la ilgili bu rivayetinin yalan olduğunu, İmam el-Mardî ve öğrencisi et-Tusî gibi Isnâ-Aşeriyye'nin büyük İmamları ortaya koymuş ve İmam Ca'fer'den bu rivayetin tam aksini nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi böyle bir İmama nisbet ederek rivayet eden kimsenin bütün rivayetleri, hakikat araştırıcıları nazarında kabul edilmeye lâyık değildir.

3 —Ca'ferî Mezhebi bilginleri, şimdi de İmam Ca'fer için yaz-dızları haltercemelerinde Cefr ile ilgili rivayetleri ona nisbet ediyorlar. Fakat bunları teyid edecek herhangi bir şey ortaya koyamıyorlar, sadece onları nakille yetiniyorlar.

Bana göre Cefr fikrini, Îsnâ-Aşeriyye mezhebine sokanlar Hat-tâbîlerdir. Makrîzî'nin «el-Hıtat» adlı eserinde şöyle denilmektedir: «Hattâbilerin hepsi Ca'fer-i Sâdık b. Muhammed'in kendilerine «Cefr» denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb İlimleri ile birlikte Kur'an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.»[16]

Hattâblerin başı olan Ebu'l-Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb'in sözlerini İmam Ca'fer'in nasıl reddettiğini ileride göreceğiz.[17]


İmam Cafer İlmî Île Çağdaşlarına Feyz Veriyor


İmam Ca'fer'e, kendisinin de reddettiği bir takım sıfatlar verenleri bir yana bırakalım ve onun gerçek sıfatlarıyla yüksek meziyetlerini anlatalım. İmam Ca'fer'in öyle yüksek meziyet ve sıfatları vardır ki, kendisinden sonrakilerin hiç birisi bunlara sahip olamamıştır. O, gençliğinde atalarından ve çağındaki büyük bilginlerden İlim tahsil etmiştir. Babasından ayrıca güzel sohbeti, iyi insanlarla düşüp kalkmayı öğrenmiştir. Babası îmam Muhammed Bakır, kendisine şu öğütlerde bulunmuştur:

«Fâsıkla arkadaşlık etme. Çünkü böylesi, seni tamah ettiği bir lokmaya değişir. Cimri ile de arkadaşlık etme. Çünkü o da, en çok ihtiyaç içinde olduğun bir anda, malım elimden gider diye, seninle ilgisini keser. Yalancı ile de arkadaşlık etme. Çünkü o, serap hükmündedir; sana uzaktan yakın, yakından da uzak görünür. Ahmakla da arkadaşlık etme. Zira o, sana iyilikte bulunmak istediği halde kötülük eder. Akraba tanımıyanla da arkadaşlık etme. Çünkü ben, böylesini Allah'ın kitabında lanetlenmiş olarak gördüm.»[18]

Rivayet edildiğine göre Irak'ın hadis bilgini ve Kûfe'nin vaizi Sufyan'ı Sevri, bir gün îmam Ca'fer'in meclisinde bulunuyordu. Ca'fer ise hiç konuşmuyordu. Sufyan-ı Sevri:

— Benimle konuşmadıkça buradan kalkıp gitmem, dedi. îmam Ca'fer de şöyle cevap verdi:

— Ben seninle konuşuyorum. Ey Sufyan, sen, çok konuşmaktan ne iyilik bekliyorsun. Allah sana bir nimet verirse, sen de bunun devamını arzu edersen, Allah'a hamd ve şükrü artır. Çünkü Allah Kur'an'da:«And. olsun ki şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttırırım»[19]buyurmuştur. Rızk'ın gecikirse istiğfarı arttır. Zira Allah; «Rabbımzdan mağfiret dileyin. Çünkü O, çok yarhgayıcıdır. O, gökten bol bol yağmur salıverir. Mallarınızı, oğullarınızı çoğaltır. Size bağlar, bostanlar verir ve sizin için ırmaklar akıtır.»[20]buyurmuştur. Ey Sufyan, sultan veya başka birinin işi seni iyice üzerse «Lahavle velâ kuvvete illâ billâh = Her türlü güç ve kuvvet Allahmdir» sözünü çok söyle. Çünkü bu düa, kurtuluşun anahtarı ve cennet hazinelerinden biridir.

Bunun üzerine Sufyan-ı Sevri, elini sıktı ve «Nekadar önemli üç öğüt!» dedi.

İmam Mâlik, Ca'fer-i Sâdık'tan İlim almıştır. O, îmam Ca'fer'in meclisine sık sık gelir, fıkıh ve hadis öğrenirdi. İmam Ebu Hanife de, Ca'fer'den bir kısım rivayetlerde bulunmuştur. İmam Ebu Yusuf ve Muhanımed'in «el-Âsar» adlı eserlerini okuduğumuz zaman Ebu Hanife'nin Ca'fer-i Sâdık'tan yaptığı rivayetleri görürüz. İmam Ca'fer, güvenilir büyük bir insandı İmam Ebu Hanife kendisiyle yaşıt olan İmam Ca'fer'den istifade etmekten çekinmemiştir. Şii müelliflere göre Ebu Hanife, tam iki yıl Ca'fer-i Sâdık'm yanından ayrılmamıştır. Ebu Hanife'nin bu iki yılı işaret ederek «İki yıl olmasaydı Numan heiâk olurdu» dediği rivayet edilir.

Ebu Nuaym el-İsfehânî, «Hilyetu'l-Evliyâ» smda şöyle demektedir: «Ca'fer-i Sâdık'tan birçok tabiîler rivayet etmiştir. Yahya b. Sâid el-Ensarî, Eyyub es-Sahtiyânî, Ebân b. Taglib, Ebu Amr b. el-Alâl Yezid b. Abdillah b. el-Hâdî bunlar arasındadır. Mâlik b. Enes, Şu'be b, el-Kâsım, Sufyan b. Uyeyne, Süleyman b. Bilal ve İsmail b. fer gibi büyük İmamlar ondan hadis rivayet etmiştir».[21]

Çok tuhaftır ki bu büyük şahsiyetler, Ca'fer-i Sâdık'tan rh ettikleri halde, hicrî üçüncü yılda gelen hadisçilerin çoğu, Ca Sâdık'tan rivayet edilen şeylere şüphe ile bakmışlardır. Elbettt jriezhep taassubundan ileri gelmektedir. Gerçi Şiilerin bir kısmı: Ca'fer'e, söylemediği bazı şeyleri nisbet etmişlerse de, bu, onu: refini eksiltmez. Keza, îmam Ca'fer vasıtasıyla Ali'ye nisbet len bir takım yalancıların sözleri, Ali'nin de şerefini düşül Nitekim ifratçılarm Meryem oğlu İsa'ya Tanrılık isnatları da, çekte O'nun değerini aşağı düşürmemektedir.[22]


İmam Cafer Ve Siyaset


Şehristânî, Ca'fer-i Sâdık hakkında şöyle söyler: «O, dinde de-. riii bir İlim, hikmet'de kâmil bir edep, dünya hususunda büyük bir züht sahibi ve şehevî arzulardan tamamen uzak idi. Medine'de uzun müddet oturmuş, kendi taraftarlarına çok faydalı olmuştur. O, kendisine bağlı olanlara ilmin sırlarım öğretmiştir. Sonra Irak'a gelmiş, orada bir müddet oturmuştur. Bu sırada hiç bir kimse ile hilâfet ve İmamet meselesini tartışma konusu yapmamıştır. Çünkü İlim denizine dalan, sahil aramaz. Hakikatin doruğuna çıkan, düşmekten korkmaz. Allah ile dost olan, insanlardan uzaklaşır. Allah'dân başkasıyla dostluk eden kimseyi de, şeytan arkasına takıp götürür.»

Bu sözler açıkça göstermektedir ki, îmam Ca'fer, hilâfet peşine düşmediği gibi onunla ilgili sözleri dahi dinlememiştir. Bu, ittifakla kabul edilen bir husustur. Fakat înıamiyye Mezhebine bağlı olanlar, Ca'fer-i Şâdık'ın, çağının İmamı olduğunu, «Takiyye» prensibini benimsediğini, hattâ: «Takiyye benim ve atalarımın dinidir» dediğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre takiyye, mü'minin inandığı bazı şeyleri, baskı ve işkenceden korktuğu veya gayesine bu yolla ulaşma imkânını elde etme duygusuna sahip olduğu için gizlemesi ve açığa vurmamasıdır. Bu görüşün dayandığı temel, Kur'an'm, «Müminler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık ona Allah'tan hiç bir şey yoktur. Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı korkmuş olasınız. Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor»[23]âyet-i kerimesidir.

İmamiyye mezhebine mensup olmayanlar da, Ca'fer-i Şâdık'ın hilâfet istemediğini İsrarla ileri sürmektedirler. Bu ihtilâfın iki sebebi vardır.

1 —İmamiyye mezhebine göre İmamete veraset veya Peygamber (S.A.V.)'in vasiyyeti ile erişilir. Ötekilere göre ise İmamet, biat ve bilfiil iş başına geçmekle olur.

2 —İmamiyye mezhebine göre İmam, fiilen iş başına geçmese ve kendisi için bir davetçi (dâî) çıkarmasa dahi İmameti muteber sayılır. İmam Zeyd bahsinde de söylediğimiz gibi, Zeydiler bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

îmam Ca'fer, kendisinin İmam olduğunu iddia etmediği halde Irak'taki şiîler gizli toplantılarında onu İmam olarak anıyorlar ve mezhebine bağlanıyorlardı. Fakat, Ca'fer-i Sâdık'ın tamamen uzak olduğu bir takım fikirleri onun adına ortaya atmaktan çekinmiyorlardı. Şiîlik satan bu gibi insanlara karşı Ca'fer-i Sâdık'ın almış olduğu vaziyeti söz konusu etmeden önce, onun gözleri önünde Ehl-i Beyte yapılan mihnetleri anlatmak istiyoruz.

Ca'fer-i Sâdık; amcası Zeyd b. Ali Zeynelâbidin'in, Emevi halifesi Hişam b. Abdilmelik devrinde hak talebiyle ortaya çıkışını, Ehl-i Beyt'den bilgili ve tecrübeli insanların uyarmasına ve Huseyin'i ailesiyle birlikte iş ciddileşince Ibni Ziyad'm pençesine bırakıp kaçan Irak'lılara güvenmemesini hatırlatmasına rağmen, meydana atıldığında feci şekilde öldürülüşünü, daha sonra kabri, eşilerek temiz cesedinin bir hurma kütüğüne asılısını gözleriyle görmüştür. Yine o, İmam Zeyd'in zürriyetinin, oğlu Yahya dâhil olmak üzere, daha sonra ard arda nasıl öldürüldüğünü müşahede etmiştir.

Ru acıklı olaylar sona ermiş; fakat, Ca'fer-i Sâdık'm ruhunda çok ağır etkiler bırakmıştır. O, çağındaki şiîlerin kendilerini nasıl aldattığını, gerekince onlara yardım etmediğini, bol bol konuşup hiçbir iş yapmadığını, teşvik edip iş sıkıya binince kaçtığını iyice öğrenmiştir. Fakat aslında, Ali'nin de daha önce dediği gibi, onların tuzağına düşen gerçekten aldanmıştır.

Abbasî devleti kurulunca bu devletin başına geçenlerden, amcaları Ali'nin evlâtlarına karşı daha yumuşak ve daha lûtufkâr davranmaları bekleniyordu. Ebu'l-Abbas es-Seffah devrinde bunun belirtileri de görülmeye başlamıştı. Fakat el-Mansur tahta çıkınca Medine'de Ali'nin torunlarından Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen, Irak'ta da kardeşi İbrahim ayaklandılar. Bundan sonra Ali evlâtlarına karşı yine baskılar şiddetlendi ve hepsi göz hapsine alındı. Daha sonra iş, kanlı bir facia ile nihayete erdi. Bu arada, Muhammed en-Nefs-üz-Zekiyye (Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen) Medine'de, kardeşi İbrahim de Irak'ta öldürüldü. Ebu Hanife'nin ho-caşi ye Ehl-i Beyt'in en yaşlısı, adı geçen Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye ile İbrahim'in babası olan Abdullah b. el-Hasen, türlü işkencelere uğradı ve Halife el-Mansur tarafından atıldığı hapishanede tazyik altında 145 H. yılında hayata gözlerini yumdu.

îmam Ca'fer-i Sâdık, bütün bunları gözleriyle gördüğü için siyasetin dolambaçlı yollarından uzaklaşarak kendisini ilme verdi. İlimde teselli, nur, şeref ve dünya arzularına karşı ululuk buldu. Zira İlim ve marifette yükselenlerin gözünden dünya arzuları silinip gider; hele bu arzular çeşitli hilelerle karışmış olursa.. Başkalarının başına gelenlerden ibret alan îmam Ca'fer, «Devlet reisi olmak isteyen helak olur» demiştir.

Fakat siyasetten uzaklaşmış, idari işlere karışmamış, hilâfet iddiasında bulunmamış ve bu yolda bir gayret göstermemiş olmasına rağmen, îmam Ca'fer'in siyasî hiç bir görüşü yoktur diyebilir miyiz? İmam Ca'fer'in hayatını incelediğimiz zaman kesin olarak görürüz ki o, hilâfet iddiasında bulunmamış ve bu maksatla ne açık, ne de gizli hiç bir faaliyet göstermemiştir. Fakat, samîmi talebe ve dostları arasında onun kendine özgü siyasî bir görüşü yaymak İstemediğini iddia edemeyiz. Çünkü, propaganda şeklinde yayılmayan ve fiili bir durum almayan inanç ve kanaatlara zincir vurulamaz. İma-miyye mezhebine bağlı olanlara göre Ca'fer-i Sâdık'ın bu davranışı, takiyye (korku ve gizlilik = Sır tutma) prensibine uymasından ileri gelmiştir. Bize göre ise bu, onun fiili olarak siyasetten uzaklaşmış olmasına bağlıdır.

Bununla beraber İmanı Ca'fer, kendisine bağlı olduğunu iddia eden bir kısım dâîlerin yüzünden çeşitli imtihanlar geçirmiştir. Irak'ta ve İslâm ülkelerinin doğu bölgelerinde bulunan bir takım Ehl-i Beyt dâî'leri (propagandacıları) arasında çeşitli sapık ve çürük fikirler doğmuştur. Bu fikirlerin en ehveni sahabüeri kâfir saymak, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'e lanet etmek; en kötüsü de Ehl-i Beyt mensuplarının Tanrı olduklarını ortaya atmaktır. Nitekim bu dâiler, Muhammed Bakır ve Ca'fer-i Sâdık için bu türlü iddialarda bulunmuşlardır.

îmam Ca'fer zamanında Irak'ta sapık bir dâî vardı. İmamları takdis eden, haramları mubah sayan bu dâî Ebu'l-Hattab Muhammed b. Ebi Zeyneb el-Ecda' el-Esedîdir. Bu dâî, îran asıllı olup 143 H. yılında öldürülmüştür. Makrizinin «el-Hıtat» ında yazdığına göre Cefr'i ortaya atan bu sapık dâî'yi îsa b. Mûsâ öldürmüştür. El-Eş'a-rî, «Makalâtu'l-îslâmiyyîn» adlı kitabında bu dâîye nisbet edilen “Hattâbiyye» fırkasının iddialarını şöyle anlatır:

«Hattâbîler beş fırkadır. Hepsi de İmamların peygamber ve hüccet olduklarını ileri sürer. Onlara göre iki peygamber vardır. Birisi nâtık (konuşan), diğeri de sâmıt (susan) 'dır. Nâtık peygamber . Muhammed, sâmıt peygamber de Ali b. Ebî Tâlib'tir. Onlar bugün yeryüzundedirler. Olmuş ve olacak herşeyi bilirler. Bütün insanların onlara itaat etmesi farzdır. Hattâbîlere göre Ebu'l-Hattab da peygamberdir. Yukarıda işaret edilen peygamberler, Ebu'l-Hattaba da itaat edilmesini farz kılmışlardır. Aynı şeyi kendileri için de söylemişlerdir. Onlara göre Hüseyn'in çocukları Allah'ın dostları ve evlâtlarıdır. Daha sonra aynı şeyi kendileri hakkında da ileri sürmüşlerdir. Hattâ îmam Ca'fer'in kendilerinin Tanrısı olduğunu iddia etmişlerdir.»

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre Hattâbiler, İmamların peygamberliğini, sonra daha ileri giderek onların tanrılığını ve çağlarındaki Tanrının îmam Ca'fer olduğunu iddia etmişlerdir. Fâtimîlerin kadılarından el-Kâdi en-Numan et-Temîmi (öl. 363 H.) «Deâlmu'l-İslam» adlı kitabında Ebu'l-Hattab hakkında şöyle söyler:

«Ca'fer-i Sâdık asrındaki dâîlerden en aşırı giden Ebu'l-Hattab idi. Küfre düşen, hattâ peygamberlik dâvasına kalkışan bu adam, Ca'fer-i Sâdık'ın Tanrı olduğunu da iddia etmiştir. Haramların hepsini helâl kılmış ve işlenmesine müsaade etmiştir. Kendisine bağlı olanlar, farzların ağırlığından şikâyet ederek «Yükümüzü, hafiflet, ey Ebu'l-Hattab» demişler, o da, bütün farzları terketmelerini emretmiş, her türlü yasakları ve birbiri için yalancı şahidlik etmelerini mubah kılmıştır. O, İmamı tanıyan kimse için haram olan her şey helâl olur, demiştir. (!) Ebu'l-Hattâb'm bu hali Ca'fer-i Sâdık'a söylendiği zaman o, buna lanet etmiş, ondan tamamen uzak olduğunu bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, îslâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur.»

Bu sapık dâinin sözleri etrafa yayılmış, o çağda mevcut olan ibahiHğin tesirinde kalan ve kalplerinde putperestlik kalıntısı bulunan bazı kimseler tarafından benimsenmiştir. O devirde Ebu'1-Hat-fcab'ın yaydığı görüşlere benziyen daha başka sapık fikirler de oldukça çoğalmıştır. Belki bunların hepsi, aynı kaynaktan besleniyordu. İmam Ca'fer'i siyasetten uzaklaştıran şey, kendi adına ortaya atılan bu görüşleri reddetmek ve düzeltmek mecburiyetinde olduğunu hissedişidir. Burada sözü, el-Kâdi en-Numan'a bırakalım. O, bu konuyu «Deâimu'l-îslâm» da şöyle anlatmaktadır.

«Bize gelen rivayetlere göre Ebu Abdilİah Ca'fer-i Sâdık b. Muhammed, kendisine daha önce dâî olduklarını, ileri sürenlerin duramlarını, Allah'ın tâyin etmiş olduğu sınırları aştıklarını, haram-' lan helâl kıldıklarını, şerîatin zahirini kabul etmediklerini bildiren bir dostuna şöyle yazmıştır: Sen, onların namazı, zekâtı, Ramazan orucunu, haccı, umreyi, Mescid-i Haram'ı, Şehr-i haramı ve mukaddes yerleri, cünüplükten gusletmeyi, Allah'ın kullarına farzettiği her şeyi birer adam diye iddia ettiklerini söylüyorsun. Yine, onlara göre, bu adamları tanıyan kimsenin bütün amellerden muaf tutulacağını; namazı kılmış, zekâtı vermiş, orucu tutmuş, hac ve umreyi yapmış, cünüplükten temizlenmiş, Allah'ın haramlarına, Şehr-i harama ve Mescid-i harama saygı göstermiş olacağını; keza, o adamları kalben tanıyanlar için başı boşluğun ve nefislerini yormamalarının caiz olduğunu söylüyorsun. Yine, o adamları tanıyan kimsenin kendisi bilmese de, Allah'ın emirlerini vaktinde yapmış kabul edileceğini ileri sürdüklerini yazıyorsun. Keza onlar, senin öğrendiğine göre içki, kumar, zina, faiz, murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti gibi Allah'ın yasakladığı kötü şeylerin de birer adam olduğunu iddia ediyorlarmış. Onlar; anaları, kızları, kız kardeşleri, hala ve teyzeleriyle evlenmeyi Allah'ın haram kılmadığını, ancak mü'minlere Peygamberin hanımlanyla evlenmeyi yasakladığını,ötekilerle evlenmenin mubah olduğunu söylüyorlarmış. Onların bir kadına sıra ile peş peşe temas ettiklerini, birbiri için yalancı şahitlik yaptıklarını, dinin bir iç yüzü bir de dış yüzü olduuğnu, iç yüzünü kendilerinin tanıdığını ve asıl istenilen şeyin bu iç yüz (bâtın) olduğunu iddia ettiklerini öğrenmişsin. Bu türlü şeylere inananlar, bana göre, apaçık müşriktir, kâfirdir ve bunda hiçbir kimsenin şüphesi olmamalıdır.»

Bu yüce dîni bozmak isteyen azgın ve sapıklara karşı tmam Ca'fer'in aldığı vaziyet işte budur. O, gücünün yettiği kadar bütün yanlış görüşleri düzeltmeye çalışmıştır. Fakat, İslâmın esaslarını kökünden yıkmak isteyen ve onun mübarek adını sömüren bu türlü sapıkların niyeti elbette islâh değil, kötülük etmekti. İslâmı akîde ve esaslarıyla birlikte yok eden ve nefsî arzuların meydana getirdiği böyle bir ortamda kuvvet kazanan buna benzer sapık propagandalar, İslâm düşüncesine son derecede baskıda bulunuyor ve onu çığırından çıkarmak için zorluyordu. Îbnu'1-Esîr, «el-Kâmil» adlı tarih kitabında bu konuyu şöyle anlatır:

«İslâm düşmanları zor kullanarak îslâmı kökünden yok etmekten ümitlerini kesince; muhaddisler tarafından tesbit edilmiş olduğu gibi, uydurma hadisler ortaya atmaya, bazı meseleleri ileri sürerek, zayıf akıllıları dinleri hakkında şüpheye düşürmeye, tevil ve tenkit'etmek suretiyle doğruyu yanlış göstermeye başlamışlardır.

Bu işi ilk defa Beni Esed kabilesinin azatlısı olan Ebu'l-Hattab Muhammed b. Ebî Zeyneb yapmıştır.»[24]

Şüphesiz, İmam Ca'fer-i Sâdık’in bu sapıklarla yaptığı mücadele çok verimli olmuş ise de, onların nüfuzunu tamamen kıramamıştır. Fakat samimî insanların, bu türlü sapıkların tesirinde kalmasını önlemiştir. Ne var ki îslâmı esasları yıkmak isteyen kötü niyetliler, yine de ifsatlarına devam etmişlerdir.

îşte kendisine veya Ehl-i Beyt'e karşı bağlı olduklarını iddia eden sapıklara karşı Ca'fer-i Sâdık'ın fikri budur. O, her türlü sapık fikirlerle mücadele etmek ve gerçeği ortaya koymak için çok zahmet çekmiştir.

Buna rağmen Halife el-Mansur ondan şüpheleniyordu. Çünkü, bir anne yavrusunu korumak için nasıl hırs ve gayret gösterirse, hükümdar da tahtını korumak için öyle hırs ve gayret gösterir. Tahtını korumak için her şeyini, hattâ kendi varlığını bile feda etmekten çekinmez. Halife el-Mansur da, işte bu endişe ile îmam Ca'fer'in bütün hareketlerini şiddetle kontrol etmeye başlamıştır. Fakat o, tutumunu bu büyük İmama hissettirmek de istememiştir.

El-Mansur, her hacca gidişinde görüşmek için tmam Ca'fer'i yanına çağırıyordu. Bazan onu hürmetle dinliyor, bazan da şüpheli gözlerle onun durum ve tutumunu tetkik ediyordu. Her.iki halde de İmam Ca'fer'den ayrılırken içindeki şüpheleri dağılıyor ve onun herhangi bir fitneye sebebiyet vermiyeceğinden emin oluyordu. Fakat, İmamdan ayrılır ayrılmaz içine yine de bir şüphe düşüyor, ve onun aleyhindeki söylentilerin tesirinden kurtulamıyordu.

îmam Ca'fer taraftarlarının kendisi adına zekât topladıklarını ve bu zekâtla onun Abdullah b. el-Hasen'in oğulları İbrahim ve Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye'ye ayaklandıkları zaman yardım ettiğini öğrenen halife el-Mansur, onu bir kere Bağdad'a çağırdı, İmam Ca'fer huzura çıkınca, Halife söze şöyle başladı:

— Ey Ca'fer b. Muhammed, Muallâ b. Hüneys'in[25]senin adına topladığı bu mallar nedir?

Ca'fer-i Sâdık ona şu cevabı verdi:

— Ey Emiru'l-Mü'minin, Allah'a sığınırım, benim böyle bir şeyle ilgim yoktur. Bunun üzerine Halife:

— Suçsuz olduğunuzu isbat için karınızı boşayacağınıza ve kölelerinizi âzâd edeceğinize yemin eder misiniz ?dedi. İmam Ca'fer de:

— Allah'a yemin ederim ki böyle bir şey yoktur, dedi. Bunun üzerine Halife:

— Hayır! Karınızı boşayacağınıza ve kölelerinizi âzâd edeceğinize yemin edeceksiniz, dedi. Ca'fer-i Sadık da:

— Âlemlerin Tanrısı olan Allah'a ettiğim yemine razı değil misiniz? dedi. Bunun üzerine Halife:

— Bana fıkıh mı öğretiyorsunuz, dedi. İmam Ca'fer de:

— Ey Emirü'l-Mü'minîn, fıkıh benden ayrılır mı? dedi. Halife:

— Bırak bunu, ben şimdi seni şikâyet eden adamı karşına dikeceğim, dedi.

Biraz sonra şikâyet eden adam'ı getirdiler ve İmam Ca'fer'in huturunda sorguya çektiler. Adam:

— Evet, doğrudur, bu zat da şikâyet ettiğim Ca'fer b. Muhammed'dir, söylediklerim de gerçektir, dedi.

İmam Ca'fer:

—Ey adam, bu söylediklerinin doğruluğuna yemin eder misin? , dedi ve ilâve etti:

— Ey adam, ben Allah'ın güç ve kuvvetinden kendisine sığınarak doğru olduğumu söylüyorum, de.

Adam:

— Ben kendi güç ve kuvvetimden Allah'a sığınırım ki söylediklerim doğrudur, dedi.

Halife el-Mansur adama yönelerek:

— Ca'fer b. Muhammed'in verdiği yemini aynı şekilde tekrar et, dedi.

Adam da aynı şekilde yemin etti.

Bu olayı anlatan râvî, sözlerine şunları ilâve etmektedir: Adam, yemin eder etmez kapkara kesilmiş ve ölü olarak yere devrilmiştir. Bu manzara karşısında ürpererek titremeye başlıyan Halife:

— Ey îmam, yarından itibaren dedenin mübarek memleketine dönebilirsin. İstersen burada da kalabilirsin. Bizden size iyilik ve ikramdan başka bir şey dokunmaz. Allah'a and olsun ki bundan sonra aleyhinizde hiç bir kimsenin sözünü kabul etmiyeceğim, demiştir.[26]

Ca'fer-i Sâdık, Halife el-Mansur ile karşılaştığı zaman gerçeği bazan açıkça, bazan da imâ yoluyla söylerdi. Rivayet edildiğine göre; el-Mansur'un yüzüne bir sinek musallat olmuş ve onu sıkıntıya düşürmüş. Bu sırada İmam Ca'fer de huzurda bulunuyormuş. Halife:

— Ey Abdullah'ın babası, Allah, sineği niçin yaratmıştır? diye sormuş. İmam Ca'fer buna :

— Ululuk satanları küçültmek için yaratmıştır, cevabını vermiştir.

Bir defasında el-Mansur, ona şöyle yazmıştır: «Niçin diğer insanlar gibi siz de bizim etrafımızı sarmıyorsunuz?» Buna Ca'fer şu cevabı vermiştir: «Bizim sizden bir korkumuz yoktur ki onun için yanınıza gelelim. Sizin de bir âhiret meseleniz yoktur ki onu size anlatalım. Sizi bir nimet içinde görmüyoruz ki tebrike gelelim. İçinde bulunduuğnuz nimeti felâket de saymıyoruz ki taziyede bulunalım.»

Bunun üzerine Halife ona; «Bize öğüt vermek için yanımızdan ayrılmayınız» diye yazmış, İmam Ca'fer de şu karşılığı vermiştir: «Dünyayı isteyen sana öğüt vermez, âhiret isteyen de seninle arkadaşlık etmez.»[27]

Yazışma işte burada sona ermiştir. İmam Ca'fer'in son mektubu üzerine Halife şöyle söylemiştir: «Allah'a and olsun ki o yanımdakilerden kimin dünyayı, kimin âhireti istediğini ve kimin âhireti dünyaya tercih ettiğini ortaya koydu.»

İşte Halfe el-Mansur, İmam Ca'fer-i Sâdık'ı, kimi zaman şüpheli gözlerle, kimi zaman da böyle saygı ile karşılardı, îmam Ca'fer'i itham etmek, insanların ona daha çok saygı ve bağlılığım sağlıyordu. Fakat İmamın âhirete yönelişi, dünya işlerini ehline bırakışı, çıkacak fitneleri önlüyordu. Esasen sonunda Hahfe, İmamı daima takdir ve saygı ile karşılamaya başlamıştır. Belki de o, tahtına iyice yerleşerek iktidarını kökleştirip hiç bir rakibi kalmayınca içindeki vesveselerden de kurtulmuştur.

İmam Ca'fer," 148 H. yılında Medine'de Ölmüştür. Rivayete göre Halife, onun ölüm haberini duyduğu zaman sakalı ıslanıricaya kadar ağlamıştır. el-Yakûbî, bu hususu, «Tarihlinde şöyle anlatır: «İsmail b. Ali der ki: Bir gün Halife el-Mansur'un yanına girdim. O ağlamış ve göz yaşlarıyla sakalı ıslanmıştı. Bana: Ehl-i Beytinizin başına geleni bilmiyor musun? dedi. Nedir, ey Emiru'l-Mü'mi-nîn? dedim. Şöyle cevap verdi: Ehl-i Beytin ulusu, bilgini ve onların en hayırlısının sonuncusu vefat etti. O kimdir, ey Emiru'l-Müminin? diye sordum. O da: Ca'fer b. Mühammed'dir, dedi. Ben de: Allah Emiru'l-Mü'minîn'in ömrünü uzun ve ecrini çok etsin, dedim. Halife de bana: İmam Ca'fer, Allah'ın «Sonra biz, o kitabı kuüarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık»[28]buyurduğu âyetindeki kimselerdendir. Evet o, Allah'ın seçkin ve iyilikte yarışı kazanan kullarından idi.»[29]

Gerçekten İman, takva, ululuk, tslâmuı birliğini bozacak felâketleri doğuran fitnelerden uzak oluş... İmam Ca'fer gibi bir şahsiyete çok yaraşmaktadır. Onu, sevenler de, sevmeyenler de saygı ile anarlar. Herkes onun makamını kıskanır ve hiç bir kimse îslâm. ümmetinin yararlarını bozacağından korkmazdı. O, iyilikte başı almış bir kişidir. Allah, ondan da onun tertemiz atalarından da razı olsun.[30]


İmam Cafer'in Şahsiyet Ve Karakteri


Yukarıdan beri anlattığımız tarihi olaylar, îmam Ca'fer-i Sâ-dık'm hem baba tarafından dedesi Ali'ye, hem de ana tarafından dedesi Ebu Bekr'e yakışır bir şahsiyete sahip olduğunu göstermiştir. Burada kısaca, onun daha çok ilmi şahsiyet ve karakterini anlatacağız. Bu anlatacaklarımız, bir bakıma yukarıda anlattıklarımızın neticeleri mahiyetinde olacaktır.

Okuyucunun ilk öğrenmek istediği şey, îmam Ca'fer'in fizyono-nıisidir, sanırım. Haltercemesini yazanlar onu şöyle anlatırlar:

«îmam Ca'fer orta boylu, iri gövdeli, ak ve parlak benizli idi. Yüzünde nur parıltıları vardı. Saçı siyah ve kıvırcıktı. Burnu narin ve büyük, alnı açık idi. Yüzünde bir ben vardı..»

İşte İmam Ca'fer'in fizyonomisi kısaca bundan ibarettir. Karakter ve ruhi yapısı ise, son derecede yüksekti. Halifelerin dahi gıpta ettiği îmam Ca'fer'in yüksek sıfatları şunlardır:[31]


1- İhlası


İmam Ca'fer samîmi, iyi niyetli, yüksek gaye sahibi ve hakikat âşıkı idi. Dünya işlerine düşkün olmadığı gibi, şehvetine düşkün veya ne idüğü belirsiz kimselerden uzak dururdu. O, fedakâr ve açık kalbli kimseleri arardı. Şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaöıan ihlası, kendisini hakîkata ulaştırırdı. Onun basireti şüpheleri giderir ve gerçeğe nüfuz etmesini sağlardı. Aklının erginliği sayesinde o, şehvet gölgelerini dağıtır ve kendisini korurdu. O, ilhamını Peygamber (SA.)'in şu hadisinden alırdı. «Şüpheli şeylerle karşılaştığı zaman basiret gösterenleri, şehevî arzularla karşılaştığı zaman akıllı davrananları Allah sever.»

Onun ihlas sahibi oluşunun birçok âmilleri vardır. Bunların başında mensup olduğu temiz aile gelir. Zira ihlas, bu ailenin göze çarpan en büyük özelliğidir. Esasen ihlas, Peygamber Evine mensup olan ve Ali'nin torunu bulunan insanlarda olmazsa kimlerde olabilir? Onlar, ihlası babadan 'oğula miras olarak almışlardır. Onlar, bir şeyi severlerse, ancak Allah için severler ve bunu İmanın esaslarından sayarlardı. Nitekim Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur. «Sizden biriniz bir şeyi Allah için sevmedikçe gerçekten İman etmiş olmaz.»

îmam Ca'fer'in ihlasını kuvvetlendiren öteki unsurlar şunlardır :

a)Kendisini ibadete, ilme verişi ve dünya arzularından yüz çevirişi: Bu hususu İmam Mâlik'ten dinleyelim : «Ca'fer b. Muhammed'e gelir İlim alırdım. O çok gülümserdi. Peygamber'in adı anılınca yüzü sararırdı. Ona uzun zaman devam ettim. Her görüşümde onu şu üç şeyden biri ile meşgul bulurdum: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur'an okurdu. Abdestli olmadan Peygamber (S.A.)den dahis rivayet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. Ö, Allah'dan korkan zâhid ve âbid âlimlerden idi. Yanına geldiğim zaman dayandığı yastığı mutlaka alır bana ikram ederdi...»[32]. İmam Mâlik, onun ve diğer büyüklerin faziletlerini uzun uzun anlatır.

b)Takva sahibi oluşu: îmam Ca'fer, haramdan son derecede sakınır, helâl şeyleri israfa düşmeksizin sarfederdi. Peygamber (S.A.)'in «İsrafa ve gurura kapılmaksızın yeyiniz, içiniz ve giyiniz» hadis-i şerifine tam olarak uyardı.

İnsanların karşısına güzel bir kılıkla çıkar, nefsini gösteriştan arıtmak için zühd sahibi olduğunu gizlerdi. Bir lokma ve bir hırka ile yaşadığını gösteren niceleri vardır ki, riyakârlıkları yüzünden çetin bir hesaba çekileceklerdir. Bir kere Sufyan-ı Sevri, îmam Ca'fer'in yanma gelmiş ve onu çok güzel bir kıyafet içerisinde görmüştü. O, bu durumu şöyle anlatır: «İmam Ca'fer'e hayran hayran bakmaya başladım. Bana, niçin bize böyle bakıyorsun ey Sevri? Her halde gördüklerine hayret ediyorsun, dedi. Ben de, ey Peygamber (S.A.)'in torunu, bu elbiseler ne senindir ne de atalarından kalmadır, dedim. O da bana, ey Sevrî, onların çağı kıtlık ve darlık zamanı idi. Onlar da bu kıtlık ve darlığa göre hareket.ediyorlardı. Bizim çağımız ise her türlü ikbal ile geldi, dedi. Sonra cübbesinin yenini kaldırdı; bir de gördüm ki, altında kısa etekli ve kısa yenli beyaz yünden bir cübbe daha var. Bunun üzerine şöyle dedi: Ey Sevri, bunu Allah için giyindik, şu üstündekini de sizin için giyindik. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı ™da açığa çıkardık.»[33]

c)Allah'dan başka hiç, bir kimseyi düşünmeyişi.O, yalnız Allah'dan korkar ve Allah yolunda hiç bir kimseden korkmazdı. Emî-rin emirliğinden, halkın da çokluğundan çekinmezdi. Onu övgü aldatamaz, yergi de bükemezdi. O, İslâmın esaslarını bozmak için uğraşanlardan beri olduğunu ilân etmiş, Halife el-Mânsur'a 'da yardakçılık etmemiştir. O, gerçekten takvası ve hidayet üzere oluşu ile ulu bir er idi.[34]


2- Basiret Ve Îlmi


İhlaslı olunca hikmet nuru kişinin ruhunu aydınlatır; söz, düşünce ve işi dosdoğru olur. Dolayısıyla o, açık bir basiret, gerçeği doğrudan doğruya kavrayan keskin bir zekâ, geniş bir anlayış ve derin bir İlim sahibi olur. Ca'fer de Ehl-i Beytin asalet ve zekâsına vâris olmuş, ruhunu marifetle cilalayarak hakikati kaynaklarından öğrenmiştir. O, şeriatın mânalarını, maksat ve gayelerini aydın gönlü, düşünen aklı ve geniş araştırmaları sayesinde hakkıyla kavramıştır. Ona bir kere, faizi Allah niçin haram kılmıştır? diye sorulduğunda, «İnsanların birbirine karşı cimrilik etmemesi için* diye cevap vermiştir. Onun bu sözü gerçektir. Çünkü insanlar, ancak bir fayda karşılığında birbirine borç verirlerse yardımlaşma ortadan kalkar. Yardımlaşmadan kaçmıldığı zaman cimrilik baş gösterir. Cimrilik artınca da ruhlar kararır. Cimrilik veya sıkılık, ister tüketim isterse üretim için olsun, zarara katılmaksızın borç olarak verilen bir şey üzerinden kazanç sağlamak gibi bir sonuca varır. Halbuki zarara katılmakta yardımlaşma vardır; cimrilik veya sıkılık yoktur.

İmam Ca'fer, hazırcevaptı, sürat-i intikal sahibi, keskin görüşlü büyük bir bilgin idi. Irak'ın büyük fakihi İmam Ebu Hanife'nin sorduğu kırk meseleyi tereddütsüz bir şekilde nasıl cevaplandırdığını, bu meselelerdeki bütün fakihlerin görüşleriyle birlikte kendi görüşlerini nasıl açıkladığını düşünürsek, onun İlim ve zekâsının büyüklüğünü daha iyi anlamış oluruz.[35]


3- Cömertliği


Ali'nin torunlarındaki cömertlik şaşılacak bir şey değildir. Çünkü; «Allah sevgisiyle yoksulu, yetimi ve esiri doyururlar»[36]ve «Malı Allah sevgisiyle akrabaya, yoksullara, yoldakabmşlara, dilenenlere, köle ve esirlere verenler...»[37]âyetlerinin Ali ile eşi Fâtima hakkında nazil olduğu rivayet edilir. İşte böyle bir soydan olan îmam Ca'fer, israfa sapmaksnzn, iyilik edilmeye lâyık olanlara bol bol ihsanda bulunmuştur. O, yakınlarına, insanlar arasındaki anlaşmazlıklar mala dayanıyorsa kendi malından verilmek suretiyle bu anlaşmazlıkların kaldırılmasını emrederdi. Rahmetli şöyle söylerdi: «İyilik ancak şu üç şeyle tamamlanır:

a)İyilikte acele etmekle,

b)iyiliği gözde büyütmemekle,

c)İyiliği gizli tutmakla.»

O, çoğu zaman iyiliği gizli olarak yapardı. Dedesi1 Ali Zeynel-âbidin gibi gecenin karanlığında ekmek, et ve para dolu bir dağarcığı omuzuna alır, Medine'deki fakirlere dağıtırdı. Fakirler kendilerine ihsanda bulunan kişinin kim olduğunu ölünceye kadar bilemezlerdi. Hilyetu'l-Evliyâ'da şöyle anlatılır: «Ca'fer-i Sâdık b. Muhammed, yoksullara o. derecede yardım ederdi ki, elinde kendi ailesine harcıyacak bir şeyciği kalmazdı.»[38]


4- Hilim Ve Müsamahası


İmam Ca'fer, âlicenap ve hİlim sahibi bir insandı. Kötülüğe iyilikle mukabele ederdi. «Ne iyilik ne de kötülük bir olmaz. Sen en güzel olanla mukabele et. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse ile sanki yakın bir dost olmuştur»[39]âyetinde belirtilen sıfatlara lâyıktı. O, şöyle söylerdi:

«Bir kardeşinin seni kötülediğini işitirsen üzülme. Çünkü, onun söylediği doğru ise bu senin başına çabucak gelen bir cezadır. Eğer dediği doğru değilse bu da, senin için işlemediğin bir iyiliktir.»

İmam Ca'fer, kendisiyle münasebeti olan akraba ve hizmetçilerine karşı çok şefkatli davranırdı. Söylendiğine göre o bir defa bir iş için uşağını göndermiş; uşağın gecikmesi üzerine onu aramaya çıkmış ve bir yerde uyur vaziyette bulmuştur. Onun başucuna oturarak uyanincaya kadar rahatını sağlamıştır. Uyanmca ona, «Sana ne oluyor ki gece gündüz uyuyorsun? Geceyi kendine, gündüzü de bize ayıracaksın» demiştir.

Müsamaha ve yumuşak muamele onu, kendisine kötülük edenlere Alîah'dan mağfiret dileyecek kadar büyük bir dereceye yükseltmiştir. Rivayet edildiğine göre gıyabında kendisine kötü bir şey söylendiğini işitince kalkar, abdest ahr, namaz kılar ve Allah'dan kendisine dil uzatanı affetmesini dilerdi. Çünkü kendisinin haklı olduğunu bildiği halde, kendisine haksızca davranan kişinin bağışlanmasını büyüklük sayardı. Güçlü olduğu zaman düşmandan intikam almak ona göre küçüklüktür. Bağışlamakta bir küçüklük yoktur. Fakat, güçlü bir insan için zayıf bir kimseden intikam almak büyük bir zillettir. Bu doğrudur. Çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmaktadır. «Affetmek, şerefi, sadaka da malı azaltmaz.»[40]


5- Sabır Ve Şükrü


Ebu Abdillah Ca'fer-i Sâdık, şükredici bir er idi. Sabır ve şükür mü'minin ruhunda birleşen manevî iki haslettir. Nimete şükreden^ felaket karşısında da sabreder. Hattâ nimete şükür bile sabra muhtaçtır. Felâket karşısında sabır da ancak şükürle gerçekleşir. Rızâ ile sabır, en güzel sabırdır.

îmam Ca'fer sabırlı, huşu sahibi ve ibadete düşkün idi. O felâketler karşısında sabırlı, dostlarından ayrılırken sabırlı, yavrusunu kaybettiği zaman da sabırlı idi ...Küçük yaşta ölen bir çocuğu için üzülerek ağlamış ve «Allahım, alan da sensin veren de sensin, hastalık da sağlık da sendendir!» demiş, sonra ölü oğlunu kadınların yanına götürmüştür. Kadınlar onu görünce feryada başlamışlar, îmanı Ca'fer de, onlara ağlamamaları için yemin vermiş ve çocuğu defnetmek üzere götürürken, «Yavrularımızın ruhunu alan Allah'ı tenzih ederim. Bu, bizim ancak Allah'a karşı olan sevgimizi arttırmaktadır.» demiştir. Çocuğun üzerini toprakla örterken de şöyle söylemiştir: «Biz, o insanlarız ki Allah'dan sevdiğimiz kimselere hoşumuza giden şeyleri isteriz, O da verir. Sevdiğimiz, kimseler hakkında Allah hoşumuza gitmeyen bir şey murad ederse ona da rızâ gösteririz»[41]

O, Allah'ın dilediği her şeye rızâ gösterirdi. Felâketlere şükretmek işte budur. İnleyip sızlanarak yapılan sabır, aslında sabır değil şikâyettir. Zira, sabır ile sızlanmak birbirine zıt şeylerdir. Kısaca diyebiliriz ki, şükürle sabır hallerini kendisinde birleştiren en büyük insan, îmam Ca'fer'dir.[42]


6- Yîğîtlîğî


Ali'nin torunları gerçekten yiğit kişilerdir. Onlar ölümden korkmazlar. Hele Ebu Abdillah Ca'fer'i Sâdık gibi kalbi İman ile dolu plan, kendisini nefsî ve şehevî arzulardan uzaklaştıran, ruhunu yalnız Allah korkusu sarmış, gönlü yalnız Allah'a İman ile mamur bulunan bir kişi, güç ve azameti ne olursa olsun, hiçbir kuldan korkmaz. O, kendisine taraftar olduklarını iddia ettikleri halde îslâm dînini bozmaya çalışanlara yiğitçe karşı koymuştur. Halife el-Man-sur, bütün şiddet ve heybetiyle, «Allah, sineği niçin yaratmıştır?» diye sorduğunda o, korkmadan, «ululuk satanları küçültmek için yaratmıştır.» cevabını vermiştir. Daha önce de geçtiği gibi ImanvCa'-fer, bazı iftira ve dedikodular sebebiyle Halifenin huzuruna çıkarılmıştı. Halife ile karşılaştığı zaman gösterdiği metanet ve açık bir dil ile verdiği cevaplar, onun yiğitliğini isbat eden en büyük tanıktır. Bakınız o, kendisini itham eden Halifenin yüzüne karşı nasıl nasihat etmektedir:

«Senin, yumuşak ve hİlim sahibi olman gerekir. Çünkü hİlim, ilmin esasıdır. Kudretli olduğun zamanlar nefsine hâkim ol. Çünkü sen, gücünün yettiği bir şeyi yaptığında saldırganlıkla anılmayı seven birine benzemiş olursun. Bil ki sen, müstahak olan birini cezalandırırsan, ancak adaleti yerine getirmiş bulunursun. Şükrü icap ettiren hal, sabrı icap ettiren halden daha üstündür.»

Söylendiğine göre valilerden biri hutbesinde Ali'ye dil uzatınca, Ca'fer-i Sâdık, ayağa kalkarak, onun sözünü reddetmiş ve konuşmasını şu cümlelerle bitirmiştir: «Dikkatli olunuz, size söylüyorum, kıyamet günü mizanı en çok boş olan ve en çok ziyana uğrayan kimse, âhiretini başkasının dünyası için satandır, işte böylesi fâşıktır.»

İmam Ca'fer'in kendisi için hilâfet dâvasından kaçınması yiğitliğine bir zarar getirmez. Çünkü yiğit, yapacağı davranışın sonucunu düşünmeden ortaya atılmaz. Yiğit kişi, olayları değerlendirir ve sonuçlarını görür. Eğer o ileri atılmakla faydalı bir netice elde edeceğini görürse, kendisini kuşatan kılıçları ve çevresini saran ölüm vâsıtalarını hiçe sayarak ileri atılır.[43]


7- Firasetî


İmam Ca'fer kuvvetli bir, firaset sahibi idi. O, keskin firaseti ve ileri görüşlülüğü sebebiyle siyasî olay ve propagandalara kendisini kaptırmamıştır. Çünkü, bol bol konuşan ve iş ciddileşince yan çizen Iraklı şiîlerin durumunu iyi biliyordu. Hüseyn'e, Zeyd ve evlâtlarına, onların yaptıklarından ibret almıştı. Bu yüzden o, isyana teşvik edenlere uymamış, hattâ kendi zamanında devlete karşı ayaklanmak isteyenleri de bu işten vazgeçirmeye, çalışmıştır. Amcası Zeyd, amca oğullan Muhammed en-Nefsüz Zekiyye ve İbrahim'i isyandan vazgeçirmek için hayli uğramıştır.

İmam Cafer'in firasetiyle ilgili olaylar pek çok olup bunlardan birisi şudur: Abbasî Devletini doğuran şü faaliyetinin başına geçmek üzere çağrıldığı zaman o, keskin görüşü sayesinde, «Bu bizim işimiz değildir.» cevabını -vererek kendisini kurtarmıştır. Zira, karşılaştığı olaylar, herkesten çok, onu uyanık ve firaset sahibi yapmıştır. O, firaseti mü'minlerin sıfatı olarak kabul eder ve «Elbette bunda firaseti olanlar için ibret vardır»[44]âyetindeki «firaseti olanlar — mütevessimler» sözünü, olayları ve olanların ötesini sağlam bir görüş ve keskin'bir sezgi ile kavrayanlar, diye açıklardı.[45]


8* Heybeti


Allah, îmam Ca'fer-i Sâdık'a kendi celâlından bir heybet ve kendi nurundan bir nur vermiştir. Çünkü İmam Ca'fer, Allah'a, çok ibadet eden, mânâsız lâflardan sakınan, halkın düşkünlük gösterdiği şeylerden yüz çeviren, olaylar karşısında sabırlı ve dayanıklı olan bir kimse idi. İşte bunlar, İmam Ca'fer'in heybetini artırmıştır. Ayrıca çok şerefli ailesinin tarihi, Allah'ın kendisine verdiği ahlâk, yakışıklı çehre, küçük şeylerden uzak oluş ve yüksek işlere yöneliş gibi meziyetlere sahipti.

îmam Ca'fer'in heybetini anlatmak için yukarıda söylediğimiz bir hâdiseye tekrar işaret etmek kâfidir, sanırız: Halife el-Mansur'un yanında oturmakta olan İmam Ca'fer'i gören Imam Ebu Hanife, o haşmetli Halifenin heybetinden ziyade, îmam Ca'fer-i Sâdık'-ın heybetinden korkmuştur.

Onun heybeti, sapık ve şaşkınları doğru yola getirirdi. Sapık fırkalardan birinin başı ve güçlü bir anlatışa sahib olan bir şahıs, İmam Ca'fer'in huzurunda konuşurken kekelemiye başlamış ve ona, «Ey Peygamber torunu, ben sana oderece saygı gösteriyor, senden o derece utanıyorum ki huzurunda dİlim dönmüyor,» demek zorunda kalmıştır.

İrak'ın zındık propagandacılarından Îbnu'1-Avcâ', İmam Ca'fer'le karşılaştığı zaman konuşamaz olmuştur. İmam, kendisine «niçin susuyorsun?» diye sormuş, o da «size duyduğum saygı ve heybetinizden dİlim tutuldu. Ben bilginlerle karşılaştım, kelamcılarla tartıştım, hiç birinden bu derecede korkmamıştım.» diye karşılık vermiştir.

Karşısındakileri şaşkınlığa düşüren bu heybetiyle beraber o, talebelerine ve yanma gelenlere karşı son derecede tevazu sahibi idi. Kendisinden İlim almaya gelen İmam Mâlik'e kendi yastığını ikram ederdi. îşte büyüklerin heybeti, başkalarının kendilerine böyle itaat etmelerini sağlar. Fakat onlar, halkın kendilerine yaklaşması için daima mütevazı davranırlar.[46]


İmam Ca'ferin Görüşleri


Ca'fer-i Sâdık'ın hem fıkıh, hem de hadis'de büyük bir mevkii . vardır. O, büyük bir fakih olduğu kadar akaid hakkında da özel görüşlere sahib olup çağındakilere bu konularda kendi görüşleriyle daima ışık tutmakta idi. İmam Ca'fer, aynı zamanda bir hadis râvîsidir. Hüküm çıkarma (istinbat) şekillerini de çok iyi bilmektedir. O, gerçekten ayrılanların itikadlarını düzeltmiş; kader, insan iradesi, tevhîd ve esasları üzerinde açıklamalar yapmış, fıkhı hüküm çıkarma metodlarmı da anlatmıştır.

Biz burada, kitabımızın hacmini daha fazla genişletmemek için İmam Ca'fer'in belli başlı görüşlerini anlatmakla iktifa edeceğiz.[47]


Tevhld Görüşü


İmam Ca'fer-i Sâdık, Allah'ın birliği (Vahdâniyyeti) üzerinde çeşitli yanlış görüşlerin ileri sürüldüğü bir çağda yaşamıştır. Bu devirde bir takım insanlar, Allah'ın eli, yüzü ve insan gibi sureti olduğu vehmine kapılmışlardır. Bunlar, kıyıda köşede bulunan putperestlerin kalıntılarıdır, İmam Ca'fer, bunlara hakikati anlatmaya ve doğru yolu göstermeye çalışmıştır. Mu'tezile mezhebine mensup olanlar, Ca'fer-i Sâdık'ı kendi İmamlarından sayarlar ve Ehl-i Beyt mensuplarının kendileri gibi düşündüğünü kabul ederlerdi. Gerçekte Ehl-i Beyt mensupları, Allah'ı tenzih etme hususunda, genel olarak, mu'tezililerin görüşlerine yakın idiler. Onlar Allah'ı şöyle sıfatlandırırlar: Allah birdir, tektir,' eşi ortağı yoktur, samed'dir, yaratıklardan hiç birine benzemez. Hiç bir şey O'nun benzeri değildir. O işitir, görür, doğmamıştır, doğurulmamıştır, kim olursa olsun hiç bir insanın bedenine hulul etmez. O'nun bizim gibi eli ve dili yoktur. İnsanda bulunan hiç bir şey O'nda mevcut değildir. El .ve yüz gibi Kur'an-ı Kerim'de bulunan Allah'a ait sıfatlar mecazî manâda olup te'vile de ihtiyaç yoktur, ilk müslümanlar bunlar üzerinde tartışmamışlardır. Onlardan hiç birisi, «Sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmekledirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir...»[48], âyetinden Allah'ın maddî bir şekilde eli bulunduğunu anlamamış, aksine bundan hepsi de, Allah'ın kudret sahibi olduğunu ve va'dlerini yerine getireceğini anlamıştır. Keza, ilk müslümanlar, «Allah'a biat etmek» sözünün, Allah'a söz vermek yerinde kullanıldığını kavramışlardır,

Şiîler tevhide dair İmam Ca'fer'in bir risalesi olduğunu ileri sürerler. Aslında bu risaleyi yazan onun Öğrencisi Mufaddal b. Amr’dir. O, bunu, kendisinden dinlemiş olduğu dört derste (meclis)'de tuttuğu notlardan meydana getirmiştir. Bu risalede İmam Ca'fer canlı ve cansız, gece ve gündüz, ay, güneş ve yıldızlar gibi varlıklardan deliller çıkararak, Allah'ın varlık ve birliğini isbat etmeye çalışmıştır. O, bu derslerin her birinde önce Allah'ın sıfatlarını anlatır. Burada misal olmak üzere dördüncü dersin başlangıç kısmını aynen naklediyoruz:

«Bizim hamd, sena ve teşbihimiz o. mukaddes isme, yüce nura, herşeyi bilen, celâl ve ikram sahibi olan, insanları yaratan, âlemleri ve çağları yok eden, gizli ve örtülü şeylerin, ilişilmez gaybın, gizli ismin ve saklı ilmin sahibi olan Allah'a mahsustur. Allah'ın salat-ü selâm ve bereketleri; müjdeci, korkutucu, Allah'a O'nun izniyle davet edici ve aydınlatıcı bir kandil olarak, ilâhî vahyi tebliğ eden Peygamberine olsun! Allah onu, helak olan da beyyine üzerine helak olsun, yaşayan da beyyine üzerine yaşasın diye göndermiştir.»

Bu risalede Ca'fer-i Sâdık; ilâhî iradeyi, âlemin Allah'ın kahredici kudretiyle yaratıldığını, ezeli ilmi, kâinatın sağlam nizamını, Allah'ın kullarını imtihan ettiği bu dünya felâke'tlerindeki ibret verici hikmetleri isbatlamaktadır:[49]


Kader Görüşü


Şiî olan ve şiî olmayan «Mile! ve Nihal» (Dinler ve Mezhebler Târihi) yazarlarının ittifakla rivayet ettiklerine göre İmam Ca'fer, hayır ve şerri ile kadere inanırdı. Burada ona göre cebr yoktur. Ancak seçme (ihtiyar) ye Allah'ın yardımıyla muvaffak olma vardır. Allah'ın mülkünde O'nun istemediği bir şey olmaz. Cebren masıyet (günâh) da yoktur. Allah dilemezse itaat da,mümkün olmaz. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmaktadır. O'nun ezelî ilmi değişmez. Şeh-ristânî, el-Müel ve'n-Nihal'inde aynen şunları söyler:

«Seyyid İmam Ca'fer-i Sâdık, itizal ve kaderi inkârdan beridir. İrade hakkında o şöyle der: Allah bize bir şey murad etmekte ve bizden bir şey istemektedir. Bize murad ettiği şeyi bizden gizlemiş, bizden istediği şeyi de bize açıklamıştır. Öyleyse niçin O'nun bize murad ettiği şey ile meşgul olarak bizden istediğini yerine getirmiyoruz? İmam Ca'fer, kader hakkında da açıkça şöyle söyler: Ne cebr vardır, ne de tefviz vardır. Yani insan ne iradesizdir, ne de onun iradesi tamamen müstakildir. Ca'fer-i Sâdık şöyle dua ederdi: Allah'ım, itaat edersem hamd sanadır, isyan edersem hüccet senindir! lyilik'de ne benim ne de başkasının bir tesiri vardır. Kötülük'de de ne benim ne de başkası için bir hüccet vardır»[50].

Bu sözlerden açıkça şu iki husus anlaşılmaktadır:

1 —İmam Ca'fer'e göre cebr yoktur. Biz günâhlarımızdan sorumluyuz. Allah'ın iradesine karşı direnerek O'na karşı koymak da yoktur,

2 —Yine İmam Ca'fer'e göre, Allah'ın' bize murad ettiği şeylerden Levh-i Mahfuz'da yazılı olanlar bizden gizlenmiştir. Onların değişebileceğini iddia etmemiz, bizim onları bilmemizi gerektirir. Halbuki biz onları bilemiyoruz. Öyleyse onların değişeceğini nasıl bileceğiz? Biraz önce geçtiği üzere Allah'ın ilmi ezelîdir. Buna göre îmanı Ca'fer'in bedâ' —bu, Allah'ın ilmi değiştiği için iradesinin de değişmesidir— fikrine inandığını iddia edenlerin bu iddiaları tetkike muhtaçtır. Bize göre bu, esasen bâtıl bir iddiadır. İmam Ca'fer'in, oğlu îsmail hakkında şöyle söylediği iddia edilmektedir: «İsmail'in iki defa öldürüleceği yazılmıştır. Bu öldürülmeyi ismail'den uzaklaştırmasını Allah'dan diledim. O da bunu ordan uzaklaştırdı.»

Bu ifade iki hususu gösterir ki bunların her ikisinin de Ca'fer-i Sâdık'a nisbeti imkânsızdır:

a)Ca'fer-i Sâdık'a gayb ilmi verilmiştir. Bu sayede o, oğlu için takdir edileni bilmiş ve Allah'dan bunu değiştirmesini dilemiş, O da iki defa değiştirmiştir. Bu, Şehristânînin, «Allah bize birşey murad ederse onu bizden gizler» diye İmam Ca'fer'den naklettiği söze .aykırı düşmektedir. Öte yandan, Allah'ın elçisi Muhammed, İmam Ca'fer'den kıyas edilmeyecek kadar büyük ve aynı zamanda İmam Ca'fer'in şeref ve asaletinin kaynağı olduğu halde, oğlu ibrahim için takdir edileni bilememiştir.

Dua takdiri değiştirmektedir. Gerçekte ise düa bir ibadet olup takdire bağlıdır. Yani Allah, ezelî ilminde kulun düa edeceğini ve kendisinin de onun bu duasını kabul eyleyeceğini takdir etmiştir.

Kısaca, demek istiyoruz ki, bize göre İmam Ca'fer-i Sâdık'ın bedâ fikrine inanması veya bu fikri benimsemesi imkânsızdır. Ehl-i Sünnet bilginleri, tmam Ca'fer'in her hangi bir İmamın geri döneceğini (ric'at) fikrini ileri sürdüğünü de reddetmişlerdir. Yine Ehl-i Sünnet bilginlerine göre, İmam Ca'fer'in, mu'tezilîler gibi, fâsıklanın ne mü'min ne de kâfir olduğunu söylemiş olması da imkânsızdır.[51]


Kur'an Hakkındaki Görüşleri


El-Kuleyni'nin anlattığına göre Ebu Bekr Sıddîk'ın torunu olan Ca'fer-i Sâdık, Kur'an-ı Kerim'de bazı eksiklikler bulunduğunu söy-lermiş. Kur'an'daki bütün «Âl-i Muhammed» kelimeleri kaldırılmış; meselâ, «Ey Peygamber, Rabbından sana indirilenleri tebliğ et; eğer yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.»[52]âyetindeki «Rabbından» kelimesinden sonra gelen «Ali» kelimesi kaldırılmış. «O zulmedenler, yakında hangi inkılâp ile sarsılacaklarını bilecekler»[53]âyetindeki «zulmedenler» kelimesinden sonra ve «hangi» kelimesinden önce yer alan «Âl-i Muhammed» sözü kaldırılmış. Keza, «Gerçekten kâfir olan ve zulmedenleri Allah asla yarhğamıyacaktır»[54]âyetindeki «zulmedenler» kelimesinden sonra gelen «Âl-i Muhammed» sözü kaldırılmış.

Ca'fer-i Sâdık'a isnad edilen bu sözler, Allah'a, Allah'ın Elçisine ve. Resûlullah'm torunlarına apaçık bir iftiradır. Bu türlü iftiraları uyduranları Allah kahretsin!

Tarihte, îmamiye mezhebinin ileri gelenlerinden bu tozlan silkip atan ve Ca'fer-i Sâdık'm Kur'an hakkında gerçekten ne düşündüğünü bize nakleden büyük bilginlerin mevcudiyetini görmekteyiz. Meselâ, Şerif Murtaza, büyük takva sahibi İmam Ca'fer'in Kur'an-ı Kerim hakkındaki gerçek fikrini bize nakletmekte ve şöyle söylemektedir:

«Kur'an, Peygamber (S.A.) zamanında bugünkü gibi bir arada tam olarak mevcut idi, yani o zaman Kur'an tam olarak okunuyor ve ezberleniyordu. Hattâ sahabîlerden bir topluluk, Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek için yazifelendirilmişti. Kur'an Peygamber'e arz olunarak huzurunda okunuyordu. Sahablierden Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Ka'bm da içinde bulunduğu bir cemaat, Kur'an-ı Kerim'i defalarca Peygamber'in huzurunda hatmetmiştir.»

Birazcık düşünürsek bu ifade gösterir ki, Kur'an-ı Kerim, Peygambor zamanında şüphesiz tam olarak ve eksiksiz bir şekilde mevcut idi. Dolayısiyle, bunun aksini ileri süren ve İmamiyye mezhebine mensup olduğunu iddia eden kısada bucakta kalmış bir kaç kişinin muhalefeti hiç bir değer* taşımaz. Aziz okuyucum, o büyük İmama isnad edilen bu türlü sözleri okurken, benim tüylerim diken diken oldu. Fakat tarihte, Muhammed'in teiniz soyundan gelen Kur'an ve Ca'fer-i Sâdık'a kondurulmak istenen bu gibi tozlan gideren, şüphe ateşini söndüren ve gerçeği açığa çıkaran İmamların varlığına şahid olmaktayız. Bugün de, îsnâaşeriyye mezhebine mensup olan birçok kardeşlerimiz, aynı vazifeleri yapmaya devam etmektedirler.[55]


İmam Ca'fer'in Fıkhı


Biz, İmam Ca'fer'in fıkhını burada derinlemesine anlatamıyaca-ğız. Zira İmam Mâlik'in, İmam Ebû Hanîfe'nin, Sufyan-ı Sevrî ve Sufyan b. Üyeyne'nin hocası olan Ca'fer-i Sâdık'm fıkhı bu kitabın hacmine sığmaz. O'nun fıkhının kaynakları, dayandığı delil ve me-todlar incelenecek olursa söz çok uzar ve onu tam olarak anlatınca-ya kadar kalemimiz büsbütün yorulur. Dolayısıyla burada şunları söylemekle yetineceğiz:

îmam Ca'fer-i Sâdık Allah'ın kitabına tam olarak sarılırdı. O, Kur'an-ı Kerim'i anlama, Kur'an'm âyet ve nass'Ianndari fıkıh hazinelerini ortaya çıkarma hususunda keskin bir görüşe sahipti. İmam Ca'fer, Sünnete de aynı şekilde sarılırdı. İmamiyye mezhebine bağlı olan kardeşlerimiz, îmam Ca'fer'in ancak Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen hadiseleri kabul ettiğini ileri sürüyorlar, «İmam Zeyd» adlı kitabımızda tarihi delillere dayanarak, yukarıda da kısaca söylediğimiz gibi, Ehl-i Beyt mensuplarının diğer sahabe ve tabiîlerle ilişkilerini büsbütün kesmediklerini isbat ettik. îmam Ali Zeynelâ-bidin, çağındaki sahabe ve tabiîlerin toplantılarından ayrılmazdı. Onun, bütün müslümanlar arasında ve özellikle Ehl-i Beyt içerisinde yüksek ve saygı gösterilen bir yeri vardı.

îmam Ca'fer, Kur'an ve Sünnet'te bir nass bulamazsa kıyas'a başvuruyor muydu? O, şüphesiz re'y ile hüküm veriyordu. Fakat, onun re'yi nass bulunmayan hususlarda maslahata mı, yoksa kıyasa mı dayanıyordu? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Öyle görünüyor ki o kıyas metoduna başvurmuyordu; ancak nass bulamadığı zaman maslahat veya akla göre hareket ediyordu. Rivayete göre İmam Ebu Hanife ile Medine'de ilk karşılaştığı zaman aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:

«Ey Numan, bana babam, dedemden şöyle rivayet etti: Din hususunda re'yi ite kıyasa ilk başvuran İblistir. Allah ona: Âdem'e secdev et, dedi. O da; ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu da topraktan yarattın, dedi. Kim dinde re'yi ile kıyas yaparsa Allah onu kıyamet günü İblise arkadaş eyler. Çünkü o, kıyas yapmak suretiyle şeytana uymuştur»[56].

Medine fıkhında re'y, nâss bulunmadığı zaman maslahata dayanırdı veya maslahat rey'e galebe çalardı. Hattâ re'y ile meşhur olan Rabîa'da bile re'y, maslahat demekti. Bunun içindir ki, îmam Ca'fer'in kıyası terk edip nass bulunmadığı zaman maslahata önem veren fıkhı kabul ettiğini söylüyoruz. Zira maslahat, aklın hükmüyle birleşmektedir. Meselâ, aklın hükmüne göre zararlı şeyler terkedilir, faydalı şeyler alınır. Bu da ittifakla kabul edilen bir: husustur.

«Kısaca şöyle söyliyebiliriz: îmam Ca'fer'in fıkhı ve mezhebi esas itibariyle diğer dört mezhebden uzak ve pek farklı değildir. Yani o da, Ehl-i Sünnetten esaslar da .ayrılmamıştır. Ancak îmam Ca'-fer'e, ölümünden sonra bir takım iftiracılar bir çok şeyler isnad etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır., O, sağ olsaydı elbette bu iftiraların hepsini reddederdi.»

«îmam Ca'fer'den sonra yüz yıllar boyunca yapılan ictihadlarla hayli genişleyen Imamiyye (Ca'feriyye) fıkhı bu gün İran'da, kısmen Irak, Hindistan ve Pakistan'ın bazı bölgelerinde ve bir kısım Arap ülkelerindeki küçük cemaatlar halinde bulunan şıîler arasında tatbik edilmektedir.»

«Müslümanların, her hangi bir İslâm ülkesinde tatbik edilen şeriatın nasıl olduğunu bilmesinde fayda[57]vardır.[58]



[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/165.
[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/167-170.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/170-172.
[4] Vefeyâtul-AYân, c. I, s. 105.
[5] Risaletu't-Tevbid, s, 48, 49.
[6] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/173-175.
[7] Halk arasında Turkçemizde genel olarak bu Üİm, «C3fr İlmi» diye bilinir. Çeviren.
[8] Seyyid Muhammed Hüseyin el-Muzaffer, Kitab es-Sâdıt, c. I, s, 109.
[9] İsra Sûresi, 13.
[10] Mûsâ CaruIIah, el-Veşîa fî Nakdi Akaid'iş-Şia, s. 99, Hancı baskısı, Mısır.
[11] el-Kıdeynî, el-Kâfî, c I, s. 132
[12] İmam Ca'fer'e ilâh diyenler, Hattâbiyye fırkasına Bağlı olanlardır.
[13] Uyûnu'l-Ahar, c. II, s. 145, Dâru'l-Kütüb baskısı, Mısır.
[14] El-A'raf Sûresi, 188.
[15] Rûm Sûresi, 1-5.
[16] el-Hıtat, c. II, 3. 352, Bulak, Mısır.
[17] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/175-179.
[18] Hılyetul-Evliyâ, c. III, s. 183.
[19] İbrahim Sûresi, 7.
[20] Nuh Sûresi, 10 -12.
[21] Hılyetul-Evliyâ', c. III, s. 199.
[22] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/179-181.
[23] Al-i İmran, 28.
[24] İbnul-Esîr, el-Kâmil, c. VIII, s. 9.
[25] Bu şahıs, tmam Ca'fer'in asatbsi olup yanından hiç ayrılmazdı. Davud b. Ali, Medinede vali iken ona Öldürmüş, tmam Cafer'e de bazı sıkıntıda bulunmuştur.
[26] Seyyid Mühammed Hüseyin el-Muzaffer, Kitab es-Sâdık, c. I, s. 118.
[27] Bahâuddin el-Amilî, el-Keşkül, c. I, s. 129, Balak, Mısır.
[28] Fâtır Sûresi, 32.
[29] Tarihu İbni Vâdih c. III, s. 117, Necef, Irak.
[30] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/182-190.
[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/191.
[32] el-Medârik, yazma, Dârul-Kütüb el-Mısriyye, varak: 210.
[33] Hüyetul-Evliyâ', c. III, s. 193.
[34] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/191-193.
[35] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/193.
[36] Dehr Sûresi, 8.
[37] Bakara Sûresi, 177.
[38] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/193-194.
[39] Fussıet Sûresi, 34.
[40] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/194-195.
[41] Kîtab es-Sâdık, c I, s. 264.
[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/195.
[43] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/195-196.
[44] Hicr Sûresi, 75.
[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/196-197.
[46] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/197.
[47] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/198.
[48] Feth Sûresi, 10.
[49] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/198-199.
[50] el-Milel ve'n-Nihal, c. II, s. 2; İbni Hazm'in el-Fasl'ınin kenarında.
[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/199-201.
[52] Mâide Sûresi, 67.
[53] Şuarâ Sûresi, 227.
[54] Nisa Sûresi, 168.
[55] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/201-202.
[56] Ebu Hanîfe ona şöyle cevap vermiştir : «Ne münasebet; Şeytan, Allah'ın emrine isyan için kıyas yaptı. Biz ise, Allah'ın emirlerine itaat yollarım bulmak için kıyas yapmaktayız» (Bak, Osman Kesfcîoğlu, İmam A'zam, s. 69).
İmam Ca'fer'in babası Muhammed Bâtar'a, İmam Ebu Hanife’nin kıyas hususunda verdiği cevaplar, bu bölümün baş tarafında geçmiştir. Çeviren.
[57] Son üç paragraf, müellifin (Muhâdarât fil-Mîras Indel-Caferiyye» adlı eserinin 37 ve 38. sahifelerinden alınmıştır. Çeviren.
[58] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/203-204.

**************************
Ehl-i sunnete göre Şiilik siyasi bir mezhebdir. Caferilik ise ameli bir mezhebdir.

Ehl-i sunnet alimleri Caferi'liği; günümüzdeki muntesiblerinin sapıtması, bozuk olmasına bakarak değil, İmam Cafer'in kendisi ve görüşlerine göre değerlendirmiş, tekfir etmemiştir.
 
ا Çevrimdışı

التوحيد

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Kısaca şöyle söyliyebiliriz: îmam Ca'fer'in fıkhı ve mezhebi esas itibariyle diğer dört mezhebden uzak ve pek farklı değildir. Yani o da, Ehl-i Sünnetten esaslar da .ayrılmamıştır. Ancak îmam Ca'-fer'e, ölümünden sonra bir takım iftiracılar bir çok şeyler isnad etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır., O, sağ olsaydı elbette bu iftiraların hepsini reddederdi.»
«îmam Ca'fer'den sonra yüz yıllar boyunca yapılan ictihadlarla hayli genişleyen Imamiyye (Ca'feriyye) fıkhı bu gün İran'da, kısmen Irak, Hindistan ve Pakistan'ın bazı bölgelerinde ve bir kısım Arap ülkelerindeki küçük cemaatlar halinde bulunan şıîler arasında tatbik edilmektedir.»

neyse Abdulmuizz kardeş sanırım bir yanlış anlaşılma oldu ben İmam Cafer'in ne şahsına ne de ilmine bir söz söylemedim. Söylemek istediğim yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi "Ancak îmam Ca'-fer'e, ölümünden sonra bir takım iftiracılar bir çok şeyler isnad etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır O, sağ olsaydı elbette bu iftiraların hepsini reddederdi" gerçeğini dile getirmekti.

Yani sözde bu Mezhebin müntesipleri hak yol üzre değildirler ve Ehl-i Sünnet nitelemesinin dışındadırlar.
 
Üst Ana Sayfa Alt