Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Kur'an Mahluk Değil, Allah Kelamıdır!

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kur'an Mahluk Değil, Allah Kelamıdır!
1693638649948.png

Kur'an-ı Kerim, mushaflarda yazılıdır, kalblerde mahfuzdur, lisanlarda okunan kelamdır.
Burada Kur'an'dan maksat, Allah Teala'nın kelam-ı nefsisidir. Mushaflarda yazılan, kalblerde mahfuz bulunan ve lisanlarda okunan kelam bu nefsi kelama delalet eder.

Bu kelamın Allah'a nisbet edilmesi, Allah'ın sıfatı olmasıdır. Nisbetin gerçek manası, yani bu lafzı kelam, Allah'ın yaratıklarından olup yaratıkların telinlerinden değildir, demektir. Bu takdirde kelamı lafzi'yi Allah'tan nefyetmek sahih olmaz. Oysa munazara ve munakaşalar, yalnız Allah'ın kelamına karşı yapılmaktadır.
Bu icazı taşıyan da kelam-ı lafzidir. İşte bu sebeble abdestsiz ve cunub kimselerle hayız haldeki kadınların kelam-ı lafzı olan Kur'an-ı Kerim'e dokunmaları yasaktır.
Kur'an-ı Kerim, Peygamber sallellahu aleyhi vesellem üzerine indirilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, Peygamber'e muhtelif durumlarda muhtelif şekillerde tek ve mürekkeb harfler vasıtasıyla indirilmiştir. Buna işareten Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
Rablerinden kendilerine gelen ihtarı, hep eğlenerek dinliyor.” (Enbiya: 2.)

Burada muhdes kelimesinden maksat, Kur'an ayetlerinin indirilmesidir. Allah'ın nefsi kelamı intikalden munezzehtir.
Bizim Kur'an'ı telaffuz edişimiz yaratılmıştır. Kur'an'ı yazmamız ve onu okumamız da yaratılmıştır.
Allah'ın Kelam-ı Nefsisi olan Kur'an Allah kelamıdır, yaratılmış değildir.


Zira emretmek, yasaklamak, bir şeyden haber vermek isteyen kişi önce içinden buna dair bir mana bulur, sonra bu manaya ibare ile yazı yahud işaret ile delalet eder.

Sonra bil ki Eş'ari'nin mezhebi şudur:
Allah’ın nefsi kelamının harikulade olarak işitilmesi caizdir. Nitekim Bakıllani de bu noktaya tenbih etmiştir, fakat bu görüşü Ebu İshak el-İsfirayini reddetmiştir. Şeyh Ebu Mansur el-Maturidi'nin tercih ettiği görüş budur. Cenab-ı Allah'ın:
Eğer (taarruza uğrayan) muşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver, ta ki Allah'ın kelamını dinlesin.”(Tevbe 6)

Burada Allah kelamını dinlesin sözünden maksat, Allah'ın nefsi kelamına delalet eden sözler demektir. Musa aleyhisselam, Allah'ın nefsi kelamına delalet eden ses işitmiştir. Fakat bir melek aracılığı olmaksızın ve yazılı bir vasıta bulunmaksızın harikulade bir şekilde meydana geldiği için, Musa aleyhisselam “Kelimullah Allah ile konuşan”adına tahsis edilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu kavli de buna delalet etmektedir.
Nihayet oraya varınca, bereketli yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından şöyle nida edildi: Ey Musa! Gerçekten ben alemlerin Rabb'i olan Allah'ım.” (Kasas: 30)


İmam Azam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelamı, sıfatı, vahyi ve O'nun indirmesi olduğunu, zatının ne aynı ne de gayrı olduğunu ikrar ederiz. Belki Kur'an-ı Kerim gerçekten mushaflarda yazılan, lisanlarda okunan, kalblerde mahfuz bulunan, fakat buralara hulul etmeyen bir sıfatıdır. Harfler, harekeler, kağıt, yazı bunların hepsi yaratılmıştır. Çünkü bunlar, kulların işleridir. Allah'ın kelamı ise yaratılmış değildir. Çünkü yazı, harfler, kelimeler ve ayetlerin hepsi kulların ihtiyacına binaen Kur'an okumaya birer alettir. Allah'ın kelamı ise kendi zatı ile kaimdir. Ancak Allah'ın kelamının manası ise bu ayetler vasıtasıyla anlaşılır. “Allah'ın kelamı yaratılmıştır” diyen kimse kafir-i billah'tır. Allah Teala, mabuddur. Yani kendisine ibadet edilendir, Allah'ın kelamı ise okunur, yazılır, Allah'ın zatından ayrılmadan ezberlenir."

Fahr'ul İslam demiştir ki; İmam Ebu Yusuf'un şöyle dediği sahih rivayetle sabittir:
Kur'an'ın yaratılması meselesinde İmam Azam Ebu Hanife ile munazara ettim, sonunda ikimizin görüşü şu noktada birleşti:
Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmeden kafirdir.
Bu söz, İmam Muhammed'den de sahih bir rivayet olarak sabit olmuştur.
İlim adamları kelamullah konusunda ancak şöyle söylenebileceğini zikretmişlerdir:
Kur'an, Allah'ın kelamıdır, yaratılmış değildir.”


Bizimle Mutezile arasındaki ihtilaf, Allah'ın kelam-i nefsisinin nefyi veya isbatı konusuna dönüyor. Yoksa biz, Kelamullah'ın sözlerinin ve harflerinin kadim olmasına hükmetmiyoruz. Onlar da Nefsi kelamın yaratılmış olduğuna hükmetmiyorlar. Bizim delilimiz daha önce geçtiği üzere; “Peygamberlerden tevatur yolu ile ve icma ile Allah'ın kelam sahibi olduğu sabit olmuştur. Bunun manası; Allah Teala'nın kelam sıfatı ile vasıflanmasından başka bir şey değildir. Yaratılmış olan Kelimullah'a ait sözlerin Allah'ın zatı ile kaim olması mümkün değildir. Öyle ise Allah'ın, kadim olan nefsi kelamı sabit olmuştur.
Mutezile'nin, Kur'an, Yaratılmışların sıfatı ile vasıflanmıştır; diyerek telifi, tanzimi, inmesi, indirilmesi, arabca olması, işitilmesi, fasih ve muciz olması gibi yaratılmış varlıkların sıfatları ile vasıflanmış olmasını ileri sürmeleri yukarıda belirtilen Hanbeliler aleyhine delil olur; bizi hiç ilgilendirmez. Çünkü biz Kur'an'ın nazmının hadis (yaratılmış) olduğu ile hükmediyoruz. Esas söz, kadim'in manasındadır. Mutezile için Allah'ın konuşucu olduğunu inkar etmek mümkün olmayınca, ses ve harfleri mahallinde kitabet şekillerini Levh-i Mahfuz'da yaratıcı manasında konuşur olduğuna meyletmişlerdir. Halbuki sen, hareketi yaratanın değil de hareket kendisi ile kaim olan kişinin muteharrik (hareket eden) olduğunu bilirsin.
Ancak bir ayette iki çeşit kıraat bulunsa, her bir okunuşun diğerinden farklı manası varsa, Allah Teala, iki mananın her ikisi ile de konuşandır. O iki kıraat, iki ayet yerine geçer. Eğer iki karaatın manaları,bir ise, o takdirde Cenabı Allah bu iki manadan biri ile konuşmuştur, fakat iki türlü okunmasını caiz görmüştür. Bu görüşü fakih Eb'ul-Leys es-Semerkandi de zikretmiştir.
Bil ki, şubhesiz Sahabe ve Tabiun ve diğer muctehidler (Allah onlardan razı olsun), Allah'ın sıfatlarından her birinin, zatının ne aynı ne de gayrı olduğunda ittifak etmişlerdir. Şarih de bunu bu şekilde zikretmiştir. Bunun manası şudur: Allah'ın sıfatları, zihindeki mefhum itibariyle Allah'ın aynı değildir; harici varlık itibariyle de Allah'ın zatının gayrı değildir. Zira sıfatın manası zatın manasının başkası değildir. Ancak, sıfatlar, kainattaki tezahürleri itibariyle Allah'ın zatına mugayir değildir.
Hulasa, Allah'ın kelamı, O'nun sıfatlarındandır. Allah da zatı ve sıfatları ile kadimdir. Kadim oluş, baki kalmayı gerektirir. Zira kâdim olduğu sabit olanın yok olması muhal olur. Nitekim bu mana Allah Teala'nın şu kavlinden de istifade edilmiştir. Allah Teala şöyle buyuruyor:

O, evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır. O, her şeyi bilendir.” (Hadid 3)

Ay için seyir menzilleri tayin ettik. Öyle ki, kurumuş eski hurma dalında olduğu gibi yay şeklini almıştır.” (Yasin 39)

Bu ayette “Urcun el-Kadim” yani eski hurma dalı şeklinden maksat, ikinci yay biçimindeki şeklini alınca evvelki eski oluyor, demektir. Yenisi bulununca eskisine kadim deniliyor. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Bir de kafirler, iman edenler hakkında şöyle dediler: Eğer o peygamber hayırlı olsaydı, bizden evvel (fakir ve biçareler) ona koşmazlardı demekle maksatlarına erişemeyince de şöyle diyecekler: Bu Kur'an eski bir yalandır.” (Ahkaf 11)


Yani zaman bakımından evveldir. Sonra şubhe yoktur ki, kadim, önce gelen manasında kullanıldığı zaman, yaratılmışlardan önce olan her şeyin başkalarından önce olması gerekir. Lakin Allah Teala'nın isimleri, Allah'ı medheden hususi bir manaya delalet eden Esma-i husnasıdır.
Tekaddum sözü lugat manasında mutlaktır, bütün yaratılmışlardan önce gelmek manasına tahsis, edilmiş değildir. O zaman Allah'ın Esma-i Husnasından olamaz. İşte bu sebeble Şeriat, Evvel, ismini zikretmiştir ki bu isim, kadim isminden daha güzeldir. Çünkü evvel ismi, sonradan gelenlerin ona döndüğünü, tabi olduğunu bildirir. Kadim sözü bunun aksidir. Ancak şu var ki. Cenabı Allah, evvel manasını şamil olan kadim manasında ekmel ve tek olunca, kelam alimleri kadim ismini Allah'a ad olarak vermişlerdir. Bu noktada düşün.
Sonra Kayyum sıfatı ezeli ve ebedi manasına delalet eder. Kadim sözü ise bu manaya delalet etmez. Kayyum sıfatı, yine Allah Teala'nın kendi kendine var olduğuna da delalet eder. İşte bu, Allah Teala'nın Vacib'ul-vucud olduğunun manasıdır. Bu ince manaları taşıdığı için “Hayyul-Kayyum” isminin ism-i Azam olduğu söyleniyor. Peygamber'den sahih olarak rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu manayı takviye eder. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Cenab-ı Hakk'ın (Allahu La ilahe illa huvel-hayyul-kayyum) sözü Kur'an'daki ayetlerin en büyüğüdür”
Bu iki ismin Esma-i hüsna'nın medarı oldukları da ism-i azam olduklarını yine takviye eder. Bütün esma-i hüsna'nın manaları bu iki kelimeye dayanır. Zira hayat sıfatı, bütün kemal sıfatlarının varlığını gerektiriridir. Esma-i hüsna'dan hiçbiri Kemal sıfatının dışında kalmaz. Kalacak olsa bu ancak hayat sıfatının zayıflığı sebebiyle olması gerekir. Allah Teala'nın hayatı, hayatların en mükemmel ve tamamı olunca, onu isbat ederken bütün kemal sıfatlarını isbat etmek gerektir.
Kayyum ismi, Allah Teala'nın tam zengin olmasını, tam kudret sahibi bulunmasını ve gerek zatında, gerek sıfatında yaratma ve yardım etme bakımından bir isimdir. Şubhesiz Cenabı Allah, kendi zatı ile kaimdir, hiçbir suretle başkalarına benzemez. Başkalarını da ayakta tutan odur. Allah'ın kudreti olmadan hiçbir şey ayakta duramaz. İşte bu sebeble bu iki sıfat, en mükemmel bir tarzda kemal sıfatı olarak sayılmıştır. Bunların ikisinin İsm-i Azam olmaları uzak ihtimal değildir. Allah Teala en iyi bilendir.


Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl adlı kitâbının el-Mahkûm aleyh bahsinde şunları söyler:
"Kelâmullâh meselesindeki ihtilâf, bu konunun te'sîr ve şumûlu uzayıp gitmiş, insanları birçok fırkalara bölmüş, ehl-i ilimden pek çoğu bu yüzden imtihân ve mihnete tâbi tutulmuş, bir kısım insanlar bunu dinin en mühim meselelerinden biri kabul etmiş olsalar bile, o kadar mühim ve faydalı bir mesele olmayıp faydasız ve fuzûlî bir ilimdir. Bu sebeble Cenâb-ı Hakk bu ümmetin selef zümresini teşkîl eden Sahâbe ve Tâbiîn'i bunun munâşakasından siyânet buyurmuştur."


Kur'an Kıssaları Allah Kelamıdır:

Cenabı Allah'ın (c.c.) Kur'an'da, Musa aleyhisselam'dan, diğer peygamberlerden, Firavun'dan ve şeytan'dan bahsettiği hususların hepsi Allah Teala'nın kelamıdır. Onlardan haber vermektedir.
Burada Musa aleyhisselam'ın tahsis edilmesinde, kelimullah olduğuna işaret vardır. Firavun'un iblis üzerine takdim edilmesinde de şeytanlık makamının şeytandan daha kuvvetli olduğuna işaret vardır.
Allah Teala'nın Kur'an'da yukarıda sayılan hususlardan haber vermesi, Levh-i Mahfuz'da, yerler, gökler ve ruhlar yaratılmadan bu manalara delalet eden kelimeler uygun olarak yapılmıştır. Musa, isa ve diğer peygamberlerle, Fravun, İblis, Haman, Karun ve sair düşmanlardan işitildiği zaman meydana gelen ilimden sonra yaratılmış bulunan kelam ile konuşmuş değildir. Böyle olsa o takdirde Allah Teala'nın, Tebbet Suresi, muharebe ayetleri ve benzeri kıssalar gibi hallerden ve esrardan bahsetmesi, haber vermesi ile kendi zatının sıfatlarından, kendi işlerinden, ve mahlukatı yaratmasından bahseden Ayet-el-Kursi, İhlas süresi ve benzeri ayetlerle kainatın yaratılışlarından ve nefislerin yaratılışından bahseden ayetler arasında her birinin kendi kelamı ve mukaddes sıfatı olması arasında bir fark kalmazdı.



Kur'an-ı Kerim'deki Mahluklara Ait Sözler Yaratılmıştır :

Allah Teala'nın kelamı yaratılmış değildir. Musa aleyhisselam ve diğer yaratıkların sözleri ise yaratılmıştır. Kur'an, Allah Teala'nın Kelamıdır, onların sözü değildir.
Mahlukatın sözleri, kendileri gibi yaratılmıştır. Zira sıfat mevsufuna, yani sahibine tabidir. Ancak şöyle denilebilir. İbranice tanzim edilen sözler Tevrat'tır. Arabca sözlerle tanzim edilen nazım da Kur'an'dır. Kur'an Allah Teala'nın kelamıdır. Çünkü Kur'an'ın kelimeleri, ayetleri Allah'ın kelamının delilleri ve maksadının alametleridir. Ve Kur'an'ın ibaresinin başlangıcı Allah Teala'ya dayanır. Görmüyor musun ki sen bir hadis-i şerif okuduğun zaman bu okuduğun hadis benim sözüm değildir, diyorsun. Belki Rasulullah sallellahu aleyhi vesellem'in sözüdür, diyorsun. Çünkü bu sözün başlangıcı Peygambere dayanıyor. Onu ilk söyleyen Peygamberdir. Aşağıdaki ayet-i kerimeler de bu manaya delalet etmektedir:
Ey mûminler! Yahudilerin size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir zumre vardır ki, Allah kelamını (Tevratı) dinlerlerdi de gerçeği anladıktan sonra onu bile bile değiştirirlerdir.” (Bakara 75)


Eğer muşriklerden biri aman dilerse ona aman ver, ta ki Allah'ın kelamını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır.” (Tevbe 6)

Bil ki İmam Azam ve diğer alimlerin sözlerinde geçen, Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmedenin kâfir olacağı fetvası kufran-i nimet manasına hamledilmiştir. İslam milletinden, dinden ve imandan çıkmak manasında kafir demek değildir.
Mutezile bu meselede ise değişik düşünüyor. Belki doğrusu bu meselede bir çekişme bahis konusu değildir. Zira kelam-ı lafzi'nin yaratılmış olduğunda Ehl-i Sünnet'in ihtilafı yoktur. Kesin delil ile sabit olsa Kelam-ı Nefsi'nin ka
dim olduğunda da Mutezile'nin ihtilafı yoktur. Kur'anı yaratılmıştır, diyen kafir olur, sözü sabit değildir. Bu söz ahad yolu ile intikal etmiştir ve maksadını açıklamakta tevile ihtiyacı olan bir sözdür. Kur'an mahluktur diyen kafir olur, ifadesinde mahluk sözünden maksad, iftira, yalan manası kasdedildiğini söylesek de bununla beraber hiç bir kimse için, Kelam-i lafzi mahluktur, demek câiz değildir. Zira bu sözde küfrü gerektiren bir düşünce vardır.
Kur'an-ı Kerime ait bazı tabirler itibarı ile hadd-i zatında bu söz her ne kadar doğru olsa da, küfre sebeb olacak vehim ve düşünceyi bulundurduğu için, bir kimsenin, Kur'an'ın lafzı yaratılmıştır, demesi caiz değildir. Zira Kur'an sözü Kıraat için de söylenir. Mesela Sabah Kur'an'ı demek olan “Kur'an'ul-Fecr” sözünde olduğu gibi.
Mushaf içinde söylenir. “Kur'an'la düşman topraklarına sefer etmeyin” sözünde olduğu gibi. Bazen okunan kelama da söylenir, ki bu okunan, kelam O Allah'ın kadim olan kelamıdır.
Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Kur'an okuduğun zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş bulunan şeytan'dan Allah'a sığın.” (Nahl 98)

Allah kelamı, hadis (Yaratılmış) olmaya delalet edecek bir karine ile zikredildiği zaman, Mesela, abdestsiz adamın Kur'an'a yapışmasının haram olması gibi bu söz mushafa dokunmak ve kıraat manasına hamledilir. Mutlak olarak zikredildiği zaman ezeli sıfat olan kelam manasına hamledilir. Mutlak olarak Kur'an yaratılmıştır, demek caiz değildir.


Musa (a.s.)'ın Allah (c.c.) ile Konuşması:

Musa aleyhisselam, Allah Teala'nın kelamını işitmiştir.
Bu konuda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu.” (Nisa 164)

Kelamı mecazi manaya hamletmek için bu ayette mastar olan Teklim kelimesini tekitli olarak getirdi. Yani Allah, Musa ile muhakkak konuştu ve ona kelamım musaddak (doğrulanmış) olarak işittirdi. Bu ayetin manası şöyledir:
Musa aleyhisselam, Rabbu'l-Alemin olan Allah Teala'nın kelamını vasıtasız olarak işitti. Ancak bu işitme olayı bir perde arkasından oldu. Bu sebebden Musa Aleyhisselam:
Musa, kendisiyle konuşacağımızı vaad ettiğimiz vakitte gelince, rabbi ona kelamını söyledi. Musa şöyle dedi: Rabbim! Cemalini bana göster, sana bakayım. (A'raf 143)


Bu konuda şöyle bir açıklama yapılmıştır:
Musa aleyhisselam, Allah kelamını bir bulut içinden işitiyordu. Bu bulut direk gibi idi. Bu. bulut, Musa aleyhisselam'ı kaplıyordu.
Musa aleyhisselam, çok kerre Allah kelamım ateşin içinden işitirdi. Yahut Cebrail aleyhisselam ve meleklerden başka elçiler göndermek suretiyle konuşurdu.
Son iki görüşte bozukluk vardır. Çünkü bu iki tarzda Allah kelamını dinlemekle Musa aleyhisselam için bir hususiyet hasıl olmamakta, diğer peygamberlere nazaran bir meziyete sahip bulunmamaktadır, Allah Teala, Musa aleyhisselam ile vasıtasız konuşmadan evvel, muhtelif vakitlerde, değişik durumlarda Allah Teala ile aralarında konuşma vaki olmuştur. Yoksa ilk vaki olan konuşma ancak Allah Teala'nın haber verdiği gibi, Musa'nın ateş zannettiği mubârak ağaçtan kendisine nida edilmiş değildir, O ağaç yalnız, nurların kaynağı, sırların menbaı, ağaçlardaki meyvelerin neticesi idi.
Musa aleyhisselam var olmadan evvel de Allah Teala, ezelde konuşma sıfatına sahib idi. Mahlukatı yaratmadan evvel de Cenabı Allah yaratıcı idi.
Mânası şudur:
Gerçekten Allah Teala, mahlukatı yaratmadan evvel de yaratıcı idi.
Bir nushada da şöyle yazılıdır: Allah Teala, mahlukatı yaratmadan evvel de gerçekten bizim yaratıcımız idi. Bu sıfat, yani yaratma sıfatı Allah Teala'da mecazi olarak değil hakikat olarak var idi demektir.
İbn-i Ebi Şerif Allah Teala'nın ezelde yaratıcılığının bilkuvve var olduğuna kail olanlardandı.
Bu görüş, Allahı Teala'nın yaratmasının imkan dahilinde olduğunu, zamanlar içinde vuku' bulma, yahut bulmama ihtimali içinde bulunduğunu hatıra getirir. Halbuki durum böyle değildir. Zira Cenabı Allah, yaratmaya başlamayı murad ettiği vakitte vukuu gerçekleşir. İlim adamlarına göre Kelam ve yaratılma işinin Musa'dan ve diğer yaratıklardan, sonraya kalışı kelamın sıhhatini ve yaratmanın Allah'tan nefyedilmesini gerektirmez. Zira her şey önce bil-kuvve olur, sonra kuvveden fiile çıkar. Fiil ise sonradan var olduğu için hadistir. Çünkü varlığı mümkün olan, kendi kendine var olmayan her varlık yaratılmıştır.
Yine yazı yazmaya gücü yettiği halde bu gücünü, yazmak istediği zamana kadar tehir eden kişi ile bilkuvve yazabildiği halde şimdiki halde yazmaktan aciz olan ve gelecek zamanlarda ise yazması muhtemel olan kişi arasında açık bir fark, görünen bir mesafe vardır.
Hulasa, İmanı Tahavi'nin de dediği gibi, Cenabı Allah, yaratıkları yarattığı zamandan beri yaratıcı, berayayı (mahlukatı) yarattığından beri Bari adını almış değildir. Merbub (Terbiye edilen yaratıklar) var olmadan Allah Rab, mahluk (Yaratılanlar) var olmadan Halık (Yaratıcı) idi. Allah ölüleri dirilttikten sonra Muhyi (Diriltici) adıyla isimlendiği gibi, ölüleri diriltmeden evvel de bu ad ile adlanmıştı. Bunun gibi yaratıkları yaratmadan evvel Allah Teala, Yaratıcı ismini almıştır. Çünkü Yüce Allah her şeye gücü yetendir, her şey Allah Teala'ya muhtaçtır ve her şey Allah için kolaydır.



Allah'a Hiç Bir Şey Benzemez:

Allah Teala'ya benzeyen hiçbir şey yoktur. Allah, işitici ve görücüdür.
Bu metinde “hiç bir şeye benzemez” sözü, Allah Teala'yı yaratıklara benzeten Muşebbihe taifesini red için söylenmiştir. İşitici vs görücüdür, sözü de Allah Teala'yı bir iş yapmamakla tatil eden “Muattıla” taifesine reddiye vardır.

Buhari'nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzai şöyle diyor:
Zat veya sıfat bakımından herkim Allah Teala'yı yaratıklardan herhangi birine benzetirse kafirdir. Kim Allah Teala'nın kendisine vasfettiği sıfatlarını inkar ederse, yani Allah Teala'nın zati ve fili sıfatlarını inkar ederse yine kafirdir.”
Bu konuda İmam Tahavi de şöyle diyor:
Kim sıfatları reddetme ve Allah'ı yaratıklara benzetme hastalığından korunmazsa doğru yoldan kayar ve Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmede isabet etmez.”
Sonra Cenabı Allah'ın:
Hiçbir şey Allah gibi değildir.” (Şuara 11)
buyuruğunun tefsiri konusunda ilim adamlarının söylediklerinin hulasası şudur:
Bu ayetle mubalağa kasdedilmiş değildir. Yani benzeri farz edilecek olsa Allah Teala'nın misli gibi bir misil yoktur. Nerde kaldı ki kendi benzeri olsun.
Sonradan olma varlıkların AllahTeala'nın ezeli ve ebedi olan zatı ile kaim olmasının muhal oluşu akli ve şer'i delillerle bilinmektedir. İşte bu sebeble Allah Teala'nın Kelam sıfatı kadimdir. Yaratma sıfatı da yine kadimdir. Fakat bu sıfatların taalluk ettikleri yaratıklar ise hadistir, kadim değildir.
Bir nushada “Allah mutekellim idi” sözü, “Allah Yaratıcı idi” sözünden sonradır. Yaratmaya taalluk eden cümle itiraziyedir. Musa aleyhisselamın yaratılmasının mahlukatı yaratma esnasında meydana geldiğini bildirmek içindir. Durum böyle olunca söz konusu durum nasıldır?
Cenabı Allah; Musa aleyhisselam ile konuşunca, ezelde kendisinin sıfatı olan Kelam ile konuşmuştur!
Yani Allah Teala, Musa aleyhisselam ile kadim, ezeli ve akdes olan kelamının mazmunu ile konuşmuştur. Nitekim buna dair kelimeleri Levh-i Mahfuz-i Enfes'te yerleri, gökleri ve canlıları yaratmadan evvel nakş etmiştir. Sonradan bu kelimelere uygun olarak onunla konuşmuştur. İşte sonradan meydana gelen bu yazılmış kelimeler ve Musa aleyhisselam'ın o meşhur ağaçtan işittiği sözler ise yaratılmıştır. Ancak bu sözler, Allah Teala'nın hakiki, ezeli sıfatı olan kelamının delilleridir.
“Akidet'ut-Tahavi” adlı kitabın şarihi şöyle diyor:
İmam Azam'ın: “Musa, kendisiyle konuşacağımızı vaad ettiğimiz zamanda gelince Rabbi ona kelamını söyledi.” (A'raf 143)

İmam Azam'ın yukarıdaki sözü, Allah'ın kelam sıfatının kendisi ile kaim bir mana olduğunu, Allah kelamının işitilmesinin tasavvur edilemiyeceği, Ebu Mansur el-Maturidi'nin de dediği gibi, Allah Teala ancak sesi havada yaratır, diyen arkadaşlarına red olduğu anlaşılmaktadır.
Yine imam Azam'ın: “Kelam sıfatı Allah Teala'nın sıfatlarındandır.” sözü Allah Teala, mutekellim sıfatı ile vasıflanmış değilken sonradan bu sıfat kendisi için meydana gelmiştir, diyenlere bir red ce
vabıdır.
Hulasa, Mutezile'nin delil olarak ileri sürdüğü Allah Teala'nm meşiet ve kudreti ilgili kelam üzerine delalet eden ve Allah dilediği zaman konuşur, zaman zaman konuşur, tarzında ileriye sürdüğü delil doğrudur; kabul edilmesi lazımdır; onunla hükmetmek gerekir. İşte her iki taifenin doğru olan ve şeriata da akla da uygun olan sözlerini kabul etmek lazımdır. Bu gerçek sözdür.
Peygamber (s.a.v.) şöyle duada bulunmuştur:


أَعُوذُ بِكَلِماَتِ اللهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ ماَ خَلَقَ
Yarattıklarının şerrinden, Allah’ın noksansız kelimelerine sığınırım.”
(Muslim, 4 / 2080 , 2708 ; Tirmizi , 3437; Nesai , Kubra , 10394; İbn Mace, 3547; Ebu Davûd, Tıb, 19; Dârimî, İsti'zan, 48; Muvatta, İsti'zan, 34; Ahmed b. Hanbel, 4/430)


Halbuki Peygamber yaratılmış bir şeye sığınmamıştır. Belki o söz: “Senin rıdana sığınırım, Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım.” sözü gibidir.
Hanefilere ait muteahhirin'in (sonradan gelen alimlerin) çoğunluğu, Kelam sıfatının tek bir mana olduğu, çoğunluğu, parçalanma ancak delaletlerde meydana geldiği, medlulda (manada) meydana gelmediği düşüncesindedirler. Bu ibareler yaratılmıştır. Bu ibarelere Allah kelamı adı verilmesinin sebebi, Allah kelamına delalet ettiği içindir. Allah kelamına delalet eden ibareler eğer Arabca ile ifade edilirse Kur'an'dır. İbranice ile anlatılırsa Tevrat'tır, ihtilaf ibarelerdedir, kelamın kendisinde değildir. Adı geçen alimler, bu ibarelere mecazi olarak Allah kelamı söylenir, demişlerdir. Bu söz ise yanlıştır. Çünkü bu sözün gereği şudur: Allah Teala'nın:
Zinaya yaklaşmayın.” sözünün manası “Namazı dosdoğru kılın.” ayetinin manası olur; Ayet'el Kursi'nin manası da Mudayene ayetinin manası, İhlas suresinin manası ise Tebbet Yeda suresinin manası olması lazım gelir.

İmam Azam hazretleri sonra şöyle demiştir:
“Bir kimse, Mushaflarda yazılı olan sözlerin Allah kelamından ibaret olduğunu, yahut Allah kelamını hikaye ettiğini söyleyip Allah kelamı olmadığını söylerse Kitaba, Sünnet'e ve Selefe aykırı hareket etmiş olur. Tahavi'nin sözü, “Allah kelamı bir manadır, onu. Allah'tan işitmek tasavvur edilemez, işitilen, okunan ve yazılan sözler ise Allah kelamı değildir, ancak bir manadan ibarettir.” diyenlere reddiyedir.
Zira Tahavi diyor ki: “Allah'ın kelamı kendindendir, keyfiyetsiz başlamıştır. Yani Allah'ın nasıl konuştuğunu biz bilemeyiz.
Tahavi'nin dışındaki selefilerden bu şekilde söyleyenler de vardır:
Allah kelamı kendinden başlamıştır, kendine döner. Kendinden başlar tabirini kullanmalarnın sebebi şudur:
Mutezile taifesinden Cehmiye ve diğerleri şöyle diyorlar: “Allah Teala, kelamı bir yerde yaratmış, onu yine bu yerde takdir etmiştir. İşte bu sebeble Selef alimleri: “Kelam sıfatı Allah'dan başlamıştır” demişlerdir. Yani Allah Teala kelamı ile konuşur, kelamı kendinden başlamıştır, bazı yaratıklardan başlamış değildir. Nitekim Cenabı Hak bu konuda şöyle buyuruyor:
Bu Kur'an, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussilet 2)

Kur'an Allah'a dönecektir, sözlerinin manası hadis-i şeriflerde de beyan buyurulduğu gibi, kalblerden ve mushaflardan kaldırılacaktır. Bana göre, doğrusu, Kur'an Allah'a dönecektir, sözünün manası şudur:
Kelamının keyfiyyetinin tafsilatı ile ilgili bilgi ona dönecektir; maksadının hakikatinin kunhu de ona dönecektir.
Musa aleyhisselam; Allah'ın kelamını işitmişse, O'nun hepsini, yahud bir kısmını duymuştur, şeklinde tasavvur edilemez.


Allah'ın Sıfatları Kullar Gibi Vasıtalı Değildir:

Allah'ın bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların sıfatları böyle değildir. Allah bilir, fakat bizim bilgimiz gibi değil. Allah'ın gücü yeter, fakat bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, fakat bizim gördüğümüz gibi değil. Allah, konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Bizler aletler, uzuvlar ve harfler yardımı ile konuşuruz. Allah Teala ise aletsiz ve harfsiz olarak konuşur. Harfler yaratılmıştır. Allah Kelamı ise yaratılmış değildir.
Allah Teala'nın bilgisi bizim bilgimiz gibi değildir. Bizler eşyayı aletler yardımıyla ve anladığımız kadarıyla zihinlerimizde meydana gelen şekilleri tasavvur etmek suretiyle biliriz. Allah Teala ise, eşyanın hakikatlerini bütünü ile, parçası ile, açığı ve gizlisi ile, zati olan samedi ve ebedi olan ilmi ile bilir. Allah Teala'nın kudreti bizim gücümüz gibi değildir. Çünkü Allah'ın kudreti kadimdir. Alet yardımı ve bir şeyin ortaklığı ile değildir. O, her şeye gücü yetendir. Bizler ise ancak bazı eşya üzerine muayyen bir ölçüde güç yetirebiliriz. Bu da yine aletler ve yardımcılar aracılığı ile oluyor. Amma Allah Teala, fail-i muhtardır (dilediğini yapandır.) Kadirdir, hakimdir, kudret ve ihtiyarı ile her şeyi yerli yerinde idare edendir.
Allah'ın görmesi bizim, görmemiz gibi değildir. İşitmesi de bizim işitmemiz gibi değildir. Zira bizler, muhtelif şekilleri ve renkleri, değişik kelimeleri, kendi fiilimiz olmaksızın, Allah'ın göstermesine uygun biçimde teşekkül ettirilmiş bulunan azalarda yaratılmış aletler aracılığı ile görürüz. O'nun göstermesi ile görürüz, işittirmesi ile işitiriz.
Nitekim bir duada da şöyle deniliyor: “Allahım! Bizi yaşattığın müddet, gözlerimizden ve kulaklarımızdan faydalandır.”
Cenabı Allah, şekil ve renkleri, muhtelif heyetleri kendi sıfatı olan görme kuvveti ile iktidar sıfatı füzerine görür; sesleri, gerek tek, gerekse mürekkeb kelimeleri kendi sıfatı olan işitmesi ile görür. Allah’ın görmesi herhangi bir alet yardımı ile, yahut kainattan başka bir varlığın ortaklığı ile değildir. Her ne kadar görülenler ve işitilenler yaratılmış ise de, Allah Teala'nın görülecekleri görmesi, işitilecekleri duyması bizzat kadimdir. Yukarıda da geçtiği üzere, sonradan yaratılan mutaallakın (yani sıfatın taalluk ettiği varlığın) sonradan meydana gelmesi kadim olan mutaallikin (sıfatın) önceden var olmasına aykırı değildir. Görmüyor musun ki; sen rüyanda dimağının kuvve-i batınesi ile çeşitli şekiller ve renkler görürsün, çeşitli sesler işitirsin! Halbuki esasta ne renk vardır, ne de şekil. Sonradan uyanık halde iken aradan zaman geçer. O renkleri ve şekilleri görürsün, işittiğin o sesleri işitirsin.
Sonra uykuda gördüğün ve işittiğin o ses ve renkleri aynen uyanıklık halinde de eksiksiz olarak, gelecekte görürsün. Bununla beraber, kemal sıfatları ile vasıflanmış, melik-i müteal olan Allah Teala'nın eşyayı yaratmadan, renk ve şekillerini nasıl gördüğü, seslerini nasıl işittiğini acayib karşılıyorsun; kelime ve sesleri nasıl işitir? diyorsun. Halbuki Allah uyku halinde iken sana o şekil ve renkleri gösteren, vukuundan önce o kelime ve sesleri işittiren yüce Allah'tır. Allah Teala'nın konuşması, boğaz, dil, dudak ve dişler yardımı ile değildir. Kelimeler ve sesler, harflerin mahreçlerine muhtaç değil.

Harfler ve sesler yaratılmıştır. Allah Teala'nın kelamı ise yaratılmış değildir, belki bizzat kadimdir.

İmam Tahavi diyor ki: “Kim Allah kelamını işitir de onun beşer sözü olduğuna inanırsa kafir olur. Allah Teala böylelerini Cehennem ateşi ile korkutmuştur.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Ben muhakkak onu Cehennem'e sokacağım.” (Muddesir 26)

Cenabı Allah, “Bu Kur'an, ancak bir beşer sözüdür.” (Muddesir 25) diyeni cehennem ateşi ile korkutunca, kesinlikle bildik ki Kur'an, beşerin yaratıcısının sözüdür. Dolayısıyla beşer sözüne benzemez.”



Kur'an Mahluk mudur ? Allah Kelamı mıdır?


Cehmiye, Mutezile Kur'an'ın mahluk olduğuna inanmakta ve bu konuda ehl-i sünnete muhalefet etmektedir.

Yüce Allah'ın ilmi ve kelamı hadistir. Bu konuda şöyle söylerler:
Allah'ın, herhangi bir şeyi yaratmadan önce bilmesi câiz değildir. Yani ilim ve yaratma onlarca eşittir. Çünkü, şayet Allah önce bilip sonra yaratsaydı, bu durumda Allah'ın ilmi ya olduğu üzere bâki olmuş olurdu, ya da olmazdı. Eğer olduğu üzere bâkî olmuş olursa, yani ilk olduğu, ilk hali üzere devam ederse ve herhangi bir ilâve olmamış olursa, Allah câhil olmuş olurdu. Çünkü, ilim sahibinin ilmi daima gelişmeli ve artmalıdır. Eğer olduğu gibi bâki olmamış olup, ilk hali üzere devam etmez ise o zaman da Allah'ın ilmi değişmiş demektir. Değişen şey ise mahluktur, kâdîm değildir, hâdisdir. Böylece Allah'ın ilmi hadis olmuş olur.
Bu izah Allah'ın ilmi için yapılmıştır. Kelâmı ise aynı şekilde bunlara göre hâdisdir. Dolayısıyla Kur'an mahluktur" derler.


Mûtezililerin (Cehmiyye, Cebriyye) Kur'an'ın yaratılmış olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esasa dayanır:

1 — Allah'dan başka her şey mahluktur. Sonradan yaratılmıştır. Şubhesiz Kur'an da, Allah'dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.


2 — Kur'an, insanlar tarafından okunan (telaffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur'an var olamaz. Bu da, onun ancak yaratılmış olduğunu gösterir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.

3 — Kur'an'ın mahluk olmadığı farz edilince kadim olması gerekir. Çünkü yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak kâdim olabilir. Kur'an'ın kâdim olduğu kabul edilirse kadim olan varlıklar birkaç tane olur. Bu da Hıristiyanların İsa (a.s.) hakkında ileri sürdükleri görüşe benzer.

İşte bu konuda Mûtezililerin, Cehmiyye'nin görüşleri bundan ibarettir. Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel'in görüşü nedir?

Allah (c.c.) Kur'ân'da: «Eğer muşriklerden birisi senden eman dilerse ona eman ver, ta ki Allah'ın kelamını dinlesinve «Bilesiniz ki yaratma (halk) da, emir de O'na mahsustur.» buyurmuş ve emrin de, yaratmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yaratmadan başka bir şey olduğunu haber vermiştir.!


İşte yukarıdaki mektupta yer alan bu ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kur'an'ın Allah'ın emrinden, kelam ve ilminden olduğunu, yaratmasından olmadığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur'an'ı mahluk saymamaktadır.

Yine söz konusu mektupta şöyle denilmektedir:

«Geçmişlerimizin (selef) birçoğundan rivayet edildiğine göre onlar; Kur'an Allah kelâmıdır; mahlûk değildir, demişlerdir. Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı lüzumsuz görüyorum. Ancak Allah'ın Kitabında, Peygamberin Hadisinde, Sahâbî ve Tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları anlatıyorum. Bunların dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz


Kur'an Kadim midir?, Değil midir?

Bu soruyu Kur'ân'ın 2 yönü üzerinde durarak cevaplayalım :

1 — Kur'an'ın manaları:
Bunlar, Allah'ın ezelî ilmine taalluk etmektedir. Yani Allah'ı» ilmine dahildir. Allah'ın ilmi de kadimdir.

2 — Kur’an'ın lafzı ve harfleri:
Bunları Allah, Peygamber'ine Ruhu'l-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail, bunları Peygamber'e okumuş, Peygamber de sahabîlere okuyarak öğretmiştir. Sahabiler de, aynı şekilde onu tabiilere öğretmiştir. Böylere Kur'ân tevatur yoluyla okunup öğretilmiştir. İşte bize göre Kur'ân, bu yönüyle mahluktur.

Böyle bir anlayış Kur'an'ın Allah katından gönderilişine ve Peygamber (s.a.v.)'in bir mu'cizesi oluşuna aykırı düşmez. Kur'an, Peygamber'in öyle bir mu'cizesidir ki, bütün muşriklere meydan okumuş; eğer Kur'an, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya 10 suresini, yahut da bir tek suresini getirmelerini söylemiştir. Fakat muşrikler, bundan aciz kalmışlardır. (İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/383-387)

Ahmed b. Hanbel: "Kim Kur'an'ı okumanın yaratılmış olduğunu düşünürse o bir Cehmîdir ve Cehmî de bir kâfirdir" demiştir.
(İbn Ebî Ya'la, Tabakâtu'l-Hanâbile Kahire 1952, I,142)


Yine ilk devir âlimlerinden el-Âcurrî (ö. 360/970) ru'yet ile ilgili yazdığı eserini bir nevî Cehmiyye'ye cevap olarak ortaya koymuş ve bir yerde "Her kim kitab ve sünnete muhalefet eder, Cehm, Bişr el-Merîsî ve benzerlerinin görüşlerine razı olursa, o, kâfirdir" demekte ve bunu sık sık tekrarlamaktadır.
(el-Âcurrî, Tasdîku'n-Nazar bi'n-Nazar İlallâhi Teâla fi'l-Âhireti, Beyrut 1988, 34).


Kuran'a yine 2 farklı yönden bakacak olursak:

1- Kur’an'ın maddi ve mahluk olan yönü ki, şu anda elimizde mevcut olan Kur’an’ların kağıdı, mürekkebi, kabı, sesi, mahreci ve kılıfı gibi gözle görülüp, kulakla işitilen ve elle tutulan şeylerdir.

2- Kur’an'ın manevi ve İlahi bir sıfat olan Kelam ile ilgili olan yönü. Bu yönüyle kur’an mahluk değildir.
Çünkü madem Allah mahluk değil ve ezelidir. Elbette sıfatları dahi mahluk değildir. Sıfatlarından biri de kelam sıfatıdır. Ve Kur’ana biz “ kelamullah” deriz. Kelamullah yani Allah'ın(c.c.) kelamı bir sıfat-ı ilahidir. Bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Bir sıfat-ı ilahidir ve Allah'ın bizden isteklerini anlamak için tecelli etmiş Allah'ın bir lutfudur.


Kur’an-ı Kerim, Allah'u tealanın kelamıdır, mahluk yani, sonradan yaratılmış değildir.
Zat-ı ilahinin sıfatıdır. Kur’an-ı Kerim, bu kelimelerden, seslerden çıkan manalardır. Kelimeler, sesler, kelam-ı ilahi değildir. İnsanın kelamı da kalbdedir. Sözlerimiz bunu meydana çıkaran tercümandır.
Her dirinin kemali, üstünlüğü, kelam sıfatı iledir. Kelam sıfatı olmazsa, kusurlu olur. Allahu teala da, diri olduğu için, kelam sahibi olması gerekir.
Bütün peygamberler, bütün kitaplar, Allahu teâlânın kelam sıfatı vardır, dedi. Musa aleyhisselamın ağaçtan işittiği kelime ve ses, kelam-ı ilahi idi.
Hafızın sesi ise kelam-ı ilahi değildir. Bu sesin sadece manaları, kelam-ı ilahidir. Allahu teala, mahlukların sözünü harfsiz, sessiz işitir. Harfsiz, sessiz olan kendi kelamını, Arabi dil ile indirdi. Kelam-ı ilahide bir değişiklik olmadı. (Emali şerhi)


Mutezile şöyle demektedir: “İnsan, ihtiyari, yani istekli hareketlerini kendi yaratır. Allahu teâlâ, kullarına faydalı işler yapmaya mecburdur. İyilere sevab, kötülere azab vermesi gerekir. Allah’ın sıfatları yoktur. Kur’an, harf, kelime ve sestir. Bunlar ise, mahluk, sonradan yaratılmıştır. İnsan iyi, kötü, bütün işlerini kendi yaratır. Allahu teâlâ, kötü şeyleri, günahları yaratır demek, doğru değildir.”

Mutezilenin bu sözleri yanlıştır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
Sizi de işlerinizi de yaratan Allahu teâlâdır.” [Saffat 96]
İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan mahluk olduğu gibi, küfrü, imanı, ibadeti ve isyanı da mahluktur. [Milel ve Nihal]


Bilindiği gibi Allah'ın kelamı, O'nun yüce sıfatlarından biridir ve kendisi (zatı) gibi bu sıfata da "yaratılmış" denemez.

İmâm Ahmed, Mûtasım zamanında 28 ay hapsedildi. Elleri bağlandı, kamçı ile dövüldü, en şiddetli eziyetler tatbîk edildi. Vâsık'ın devrinde de bu mihnette İmâmu Şâfiî'nin arkadaşı Yusuf İbnu Yahya el-Buveyti de eziyet ve işkenceye tâbî tutulanlardandır. Halîfe'nin, Bağdâd kadısı olan İbnu Ebî Dâvud, Mısır kadısına bunu imtihân etmesini yazmıştı.
Buveyti, Kurân'ın mahluk olduğunu söylemekten imtina etti ve: "Eğer Vâsık'ın huzûruna da çıksam doğruyu söyleyeceğini ve bu zincirlerin içerisinde öleceğim, tâ ki arkadan gelenler bilsin ki bu meselede zincirler arasında ölenler de olmuştur" dedi.

Mısır'dan Bağdad'a götürüldü. 231 yılında hapishânede zincirleri arasında öldü. Allah rahmet ve rıdâsını ondan esirgemesin.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Bu Mihnetin Râvi ve Muhaddis Saflarında, Cerh ve Tâdîl Kitablarında Meydana Getirdiği Têsîrler


İmâm Ahmed'e işkence edilmesine sebep olan ve bir çok âlimin de başını yiyen bu fitne ateşinin sönmesinden sonra bu mesele husûsî, şenî bir vasıf kazandı.
Bu vasıfla Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenlerle söylemeyenler derhâl tanınıyordu. Birçok ehl-i ilim arasında geniş ihtilâf ve şikâk vesîlesi oldu. İsnâd ve hadîsleri zayıflatan diğer cerh ve tâdîl sebebleri arasına geçti. Bu töhmetle pek çok sika ve sağlam âlim, muhaddis, fakîh, kâdı ve râvî, bu husûsta tevakkuf edip hiç bir şey söylemedikleri veyâ ifrâd ve tefrîde düşmeksizin doğru olanı söyledikleri için cerh edildiler. Bu cerhler cerh ve ta'dîl kitâblarında yaygın şekilde görülmektedir.
Bu mesele, bir başka cihetten de intikâm ve ezâ vesîlesi yapılmıştır. Bir kısım insanlar hasımlarına, zulüm ve düşmanlık gâyesiyle onlardan intikâm almak için bununla iftirâ etmişlerdir. Kim bir âlime kin beslemişse onu: "Kur'ân mahlûktur" demekle ithâm etmiştir. O, bununla âlimi cerhetmek ve nâsın ona olan güvenini o asırda ehl-i sünnet nazarında mûteber olan mikyâs ve ölçülerle yıkmayı düşünmüştür.
Bu mesele ile cerh dâiresi o kadar genişledi ki, İmâmu Buhârî ve onun şeyhleri olan Yahyâ İbnu Ma'în, Aliyyubnu'l-Medînî, Yezîd İbnu Hârûn, Züheyr İbnu Harb vs. gibi sünnet-i mutahharanın hıfzında ve hadîs ilimlerinde imâmetlerinde icmâ edilen büyük imâmları bile yakaladı.
Hâfız İbnu Hacer, Hedyü's-Sârî'de şunu nakleder:
Hâkîm Ebû Abdullâh en-Nîşâbûrî, Târihi Nîşâbur da der ki: "Hâtim İbnu Ahmed İbni Mahmûd der ki: "Muslîm İbnu Haccâc'ın şöyle dediğini işittim: "Muhammed İbnu İsmâîl -Yani Buhârî- Nîsâbur'a geldiği vakit Nîsâbur halkının gösterdiği ilgiyi oradaki vâli ve âlimler de aynen gösterdi. Kendisini beldelerinden iki üç, merhâle uzakta karşıladılar. Muhammed İbnu Yahyâ ez-Zuhlî -asrında Nîsâbur'un şeyhidir-, meclisinde dedi ki: "Yarın isteyen Muhammed İbnu İsmâil 'i karşılasın. Şahsen ben karşılamaya gideceğim".
Ertesi gün Buhârî'yi Muhammed İbnu Yahyâ başta bütün Nîsâbur âlimleri karşıladılar.
Şehre geldi ve Buhârâlıların yanına misâfir indi. Muhammed İbnu Yahyâ bana dedi ki: "Ona kelâm mevzûunda bir şey sormayın. Zirâ, eğer O, bizim kabûl etmiş bulunduğumuz görüşe muhâlif bir görüşle cevap verirse onunla aramıza soğukluk girer. Üstelik Horâsan'da ne kadar Nâsibî, Râfızî, Cehmî, Murci'î varsa bize karşı şamataya kalkar".
Halk Muhammed İbnu İsmâil'in etrâfını sardı, ev ve damlar doldu. Gelişinin ikinci veya üçüncü günü idi ki, cemâatten birisi kalkarak Halku'l-Kur'ân meselesini sordu.
Buhârî "Bütün fiillerimiz mahlûktur sözlerimiz de fiillerimizdir " dedi.
Bunun üzerine nâs arasında ihtilâf çıktı. Bir kısmı: "Benim Kur'ân'ı telâffuzum mahlûktur" dediğini, bir kısmı ise böyle söylemediğini ileri sürdü. Birbirleriyle kavga edecek derecede bu meselede ihtilâfı büyüttüler. Mahalle halkı toplanıp Buhârî'yi oradan sürüp çıkardı.

Buhârî der ki: "Ubeydullah İbnu Sa'îd'i yani Ebû Kudâme es-Sarahsî'yi dinledim. Diyordu ki: "Dâimâ arkadaşlarımın şöyle söylediklerini duyuyordum: "Kulların efâli mahlûktur".
Muhammed İbnu İsmâil el-Buhârî de şöyle diyordu: "Kulların hareketleri, sesleri, kesbleri, yazıları mahlûktur. Fakat sayfalarda tesbît edilen, kalblerde ezberlenmiş bulunan Kur'an-ı Mübîn ise kelâmullahtır ve mahlûk değildir. Cenâb-ı Hakk der ki:
"Fakat O (Kur'ân), kendilerine ilim verilmiş kimselerin kalplerinde duran apaçık âyetlerdir".

Ebû Hâmid İbnu'ş-Şarkî der ki: "Muhammed İbnu Yahyâ ez-Zühlî'nin şunları söylediğini işittim:
"Kelâmullah olan Kur'ân mahlûk değildir. Kim "Kur'ânî telâffuzum mahlûktur" sözünün doğruluğuna zûmederse o, bidatçıdır, onunla oturulmaz, konuşulmaz.
Bu sebeple İbnu Ebî Hâtim'in, Buhârî'yi el-Cerh ve't-Tâdîl kitabında cerhettiği görülür. Buhârî'nin tercemesinde der ki: "250 senesinde Rey'e geldi. O'ndan babam ve Ebû Zur'â hadîs dinlediler. Sonra her ikisi de, Muhammed İbnu Yahyâ en-Nîsâbûrî kendilerine: "Yanlarında Kur'ân'ın mahlûk olduğuna dâir kanaat izhâr ettiğini" yazdığı andan itibâren Buhârî'yi terkettiler".

İmâmu Buhârî'yi, Kitâbu'z-Zu'afâ ve'l-Metrûkîn'de zikrettiği için Allah, Hâfız Zehebî'yi affetsin. O der ki: "Lafz meselesi sebebiyle tenkitten sâlim olamadı. Aynı sebepten dolayı her iki Râzî de onu terketti". Râzî'lerden Murâd Ebû Zu'r'a ve Ebû Hâtim'dir.

Buhârî'nin şeyhi, İmâm Ali İbnu'l-Medînî'ye gelince, -ki Buhârî, bu zâtın merviyyâtı ile Sahîh'ini doldurmuştur- İbnu Ebî Hâtim el-Cerh ve't-Tâdîl kitâbında onu da zikreder ve der ki: "O'ndan babam ve Ebû Zür'a hadîs yazdılar. Fakat bilâhare Ebû Zür'a, Mihnet meselesindeki tutumu sebebiyle -Yâni Halku'l-Kur'ân meselesindeki icâbeti- ondan rivâyeti terketti.

Hâfız İbnu Hâcer, "Tehzîbu't-Tehzîb" de şu rivayeti kaydeder:
Abdullah İbnu Ahmed İbni Hanbel el-Müsned'de babasından, o da Ali'den bir hadîs rivâyet ettikten sonra der ki: "Mihnet'ten sonra babam, ondan hiç birşey rivâyet etmedi". "Talk İbnu Alî'nin Müsned'inde de şu rivâyet nakledilir:
"Babam dedi ki: "Âli İbnu Abdillah -ki İbnu'l-Medînî'dir- bize imtihân olunmazdan önce hadîs rivâyet etti." Derim ki, yani İbnu Hacer:
"Hakkında, Ahmed ve ona tâbi olanlar daha önce zikredilmiş olan mihnet'e icâbet sebebiyle tenkîdlerde bulunmuşlardır. Fakat bu zât, bu hareketinden dolayı özür dileyip tövbekâr oldu ve yeniden dönüş yaptı".

et-Takrîb'de Ahmed İbnu Mansûr er-Remâdî'nin tercemesinde denir ki: "Hakkında, Ebu Dâvut tân'da bulundu. Sebebi de Halku'l-Kur'ân mevzûundaki tevakkufu idi".
Ukeylî, tehevvüre kapılarak, Ali İbnu'l-Medîni'yi lâfz meselesi sebebiyle, Kitâbu'z-Zuafâ'da zikretti. Hâfız Zehebî, bu davranışı sebebiyle onu zemmederek tenkîd eder, son derece şiddetli tevbîh ve azarlamalarda bulunur.
El-Mizân'da der ki: "Ey Ukeylî sende hiç mi akıl yok? Kimin hakkında konuştuğunu bilmiyor musun?..."
İmâm Yahyâ İbnu Ma'în'e gelince, Zehebî'nin "Mîzânu'l-İ'tidâl'daki tercemesinde denir ki: "Ahmed İbnu Hanbel dedi ki: "Mihnete icâbet edenlerden hadîs yazmaktan nefret ederim, Yahyâ ve Ebû Nasr et-Temmâr gibi". Sonra Zehebî, el-Mîzân'da zikrinin sebebini beyân sadedinde, der ki: "Ben bunu büyük bir hâfız hakkında söylenen her sözün onun hakkında her hangi bir şekilde mûteber olmadığının bilinmesi için zikrettim. Fakat Yahyâ, köprüyü aştı yâni Şeyhen'in ondan rivâyeti sebebiyle hakkında söylenenlere iltifât edilmez- Hattâ O, şark cânibinden garb cânibine adadı- yâni tâ'dîl ve tevsikin en üst mertebesindendir-, Allah rahmetini ondan eksik etmesin".

İbnu Ebî Hâtim, el-Cerh ve't-Tâdîl de, Ali İbnu Ebî Hâşim el-Leysî el-Bağdâdî'nin tercemesinde der ki:
"Babam ondan Reyy ve Bağdad'da hadîs yazdı. Babamın şöyle dediğini işittim: "Ben onu ancak sadûk olarak biliyorum. Kur'ân meselesinde tevakkûf etti, nâs da hadîsini terketti. Babama artık hadîsi okunmadı. Devamla dedi ki: "O, Kur'ân meselesinde bizden tevâkkuf etti, biz de rivâyette ondan tevakkuf ettik, böylece hadîslerini ithâm ettiler".

Hâfız İbnu Hacer et-Takrîb'de şöyle der: "Sâduktur, Kur'ân meselesinde tevakkuf ettiği için hakkında cerh vâki olmuştur. Kendisinden Buhârî Sahîh'inde bir rivâyette bulunmuştur. Hedyu's-Sârî de şunu der: "Bu, yâni Kur'ân meselesindeki tevâkkufu rivâyetini kabûl etmeye mânî değildir."

İmâmu Ahmed İbnu Hanbel ile, ilmi İmâm Şâfiî'den intikâl ettirenlerden biri olan Hüseyin İbnu Alî el-Kerâbîsî arasında sadâkat ve kuvvetli bir sohbete dayanan arkadaşlık vardı. Mezkûr mihnet geldiği zaman araları açıldı. Mâbeynlerinde mevcût sadakat ve sağlam kardeşlik, katılık ve şiddetli adâvete döndü.
Hâfız İbnu Abdilberr, el-İntikâ'da, Kerâbîsî'nin tercemesinde, ilmi, itkânı ve tasnîfleri husûsunda medh u senâdan sonra şunları söyler: "Onunla Ahmed ibnu Hanbel arasında kuvvetli bir sadâkat vardı. Fakat Kur'ân meselesi'nde ona muhâlefet edince bu sadâkat adâvete döndü. Bunlardan her birisi arkadaşını ithâm ediyorlardı. Bu durum da Ahmed İbnu Hanbel'in şu sözlerinden ileri geliyordu: "Kim Kur'ân mahlûktur derse o, cehmîdir, kim de "Kur'ân kelâmullah" der de "mahlûk değildir" demezse o da vâkıfı (tevâkkuf eden) dir. Kim de: "Kur'ânî telâffuzum mahlûktur derse o, mübtedî (bidatcı) dır."


Kerâbîsî, Abdullah İbnu Küllâb, Ebû Sevr, Dâvud İbnu Alî ve bunların tabakasında olanlar şöyle diyorlardı: "Allah'ın tekellüm etmiş bulunduğu Kur'ân, O'nun sıfatlarından birisidir, binâenaleyh, ona yaratma fiilini izâfe etmek câiz değildir. Fakat bir tilâvetçinin tilâveti ve Kur'ân'dan olan kelâmı onun bir kesbi, bir fiilidir, bu ise mahlûktur, kelâmullahtan bir anlatmadır, o, bizzât Cenâb-ı Hakk'ın tekellüm etmiş bulunduğu Kur'ân değildir. Bunu Allah için yapılan hamd ve şükre teşbîh ettiler, bu ise Allah'ın gayrıdır. Hamd, şükr, tehlîl ve tekbîrden dolayı sevâp verildiği gibi Kur'ân tilâveti sebebiyle de sevâp verilir.
Binnetice Ahmed İbnu Hanbel'in ashâbı olan Hanbelîler, Hüseyn el-Kerâbîsî'yi terkettiler. Onu bid'atle ithâm ettiler. Onu ve bu konuda onun sözünü tekrâr edenlerin hepsini ta'nettiler".
Hâfız İbnu Hacer, "Tehzibu't-Tehzîb'de Kerâbîsî'nin tercemesinde yukarıda zikrettiğimiz İbnu Abdilberr'in sözlerini naklettikten sonra der ki: "Ebû't-Tayyîb el-Mâverdî şunları söyler:
"Kerâbîsî: "Kur'ân mahlûk değildir, benim onu telâffuzum mahlûktur" derdi. Ona, Ahmed İbnu Hanbel'in kendisini inkâr ettiği haberi ulaşınca dedi ki: "Bu gençle ne yapmalı bilmiyoruz. "Mahlûktur" desek "bidat"tır diyor, mahlûk değildir desek, yine "bidat'tır diyor".

Hâfız Zehebî ise el-Mizân'da Kerâbîsî'nin tercemesinde şunu söyler: "Eğer Kerâbîsî "Kelâmullah olan Kur'ân mahlûk değildir, benim onu telâffuzum mahlûktur" sözü ile telâffuzu kastediyorsa buna bir diyeceğimiz yok, yerinde bir sözdür. Zirâ fiillerimiz mahlûktur. Fakat melfuza, yâni telâffuz olunan şeye mahlûktur demek istiyorsa işte Ahmed ve selef bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Bu görüşü cehmî'lik addetmektedirler. Kerâbîsî 245 yılında vefât etti".

Hâfız İbnu Hacer, Tehzibu't-Tehzîb'de Nuaym İbnu Hammâd el-Mervezî'nin tercemesinde der ki: "Mesleme İbnu Kâsım şunu söyler: "Onun Kur'ân husûsunda fenâ bir görüşü vardı. O, iki tâne Kur'ân kabûl ediyordu. Biri Levh-i Mahfûz'da bulunan Kelâmullah olan Kur'ân, diğeri de insanların elindeki mahlûk Kur'ân". Sonra Hâfız İbnu Hacer bunu tenkîdle der ki:
"Sanki o, "insanların elindeki" ile dilleriyle tilâvet ettiklerini kastediyor gibi. Şurası her çeşit şek ve şüpheden ârîdir ki mürekkep, kâğıt, kâtip, tilâvet eden ve onun sesi mahlûktur. Fakat Allâh'u Teâlâ'nın kelâmı kesîn olarak mahlûk değildir".

Abdulfettâh der ki: "Şu ta'n'da bulunanın nazarındaki darlığa bakın! Hadîs âlimlerinden mâdûd olan bu zât elle kâğıt üzerine yazılıp mahlûk ve çürümeye mahkûm lisanların okuduğu ile kelâmullah arasında tefrik kabul etmiyor!"
Hâfız İbnu Abdilberr "el-İntikâ"da İmâm Şâfiî'nin arkadaşı ve ilminin nâşiri olan İmâm Muzenî'nin tercemesinde diyor ki: "O... muttakî, ehl-i verâ, dindar, çile ve yoksulluklar karşısında sabûr bir kimse idi. Mısır halkı arasında ona adâvet besleyip, onunla rekâbete kalkan kimseler kendisine: "Kur'ân mahlûktur" dedi iftirâsını atıyorlardı. Hakîkat-ı halde bu ithâm hakkında sahîh değildir. Buna rağmen Mısır halkından pek çoğu onu terketti. Öyle ki, mescidin bir direği dibinde on kişiyle ders yaptığı çok olmuştur. Bir ara Mısır ehlinden sâlih birisi Müzenî ile ilgili güzel bir rüyâ gördü -bu rüyâyı İbnu Abdilberr zikreder- ve onu nâs'a anlattı. Bunun üzerine tekrâr onu dinlemek üzere etrâfında toplandılar. Böylece, içlerinde hakkında besledikleri töhmet de zâil oldu."

Aynı töhmet İmâm Ebû Hanîfe'ye de intikâm almak niyetiyle yapılmıştır. Bunu Allâme Kevserî merhûmun kalemiyle Te'nîbu'l-Hatîb'in muhtelif yerlerinde açıklamış ve reddiyesi de yapılmış olarak görmek mümkündür. Bu maksatla 4-6, 52-66. sayfalara bakılabilir. Aynı sebeple İmâm Buhârî de cerhedilmiştir.
İmâm Tâcuttîn Subkî Kaidetun-Fi'l-Cerh ve't-Tâdil'de der ki: "Cerh esnasında araştırılması gereken bir husûs cârih ve mecrûhun akâid durumu ve bu husûsdaki ihtilâflarıdır. Zira cârîh, mecrûha akîde cihetiyle muhâliftir ve bu yüzden onu cerhetmiştir.

Bu husûsa bir misâl bâzılarının Buhâri hakkındaki şu sözleridir:
"Ebû Zur'a ve Ebû Hâtim onu lâfz meselesi sebebiyle terkettiler". Müslümanlar! Allah aşkına söyleyin, bir kimseye: "Buhârî metruktur" demek câiz midir? O ki hadîs ilminin bayraktarı, Ehl-i sünnet ve'l-Cemâat'ın önderidir. Ey müslümanlar, Allah aşkına söyleyin onun vesile-i medih olan faziletleri vesile-i zemm ve tenkîd yapılabilir mi? Zirâ meseletu'l-Lâfzda hak onun cânibindedir. Zira hiçbir akıllı mahlûk, telâffuzunun kendisinin sonradan meydana gelen hâdis fiillerinden biri olduğundan ve bunun da Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğinden şüpheye düşmez. Bunu İmâmu Ahmed (radıyallahu anh), lâfzının çirkinliği sebebiyle inkâr etmiştir.

Muhakkîk Kevserî merhûm, Hâzimî'nin "Şurutu'l-Eimmeti'l-Hamse" sine yaptığı tâlikte der ki: "Zehebî, Tezkiretu'i-Huffâz'da Hâfız Ebu'l-Velîd Hasân İbnu Muhammed en-Nîsâbûrî'nin tercemesinde şunu söyler: "İbrâhim dedi ki: "Ebû'l-Velîd'i dinledim diyordu ki: "Babam: "Hangi kitâbı cemediyorsun?" diye sordu. Cevâben: "Buhârî'nin Kitâbı'na tahriçte bulunuyorum" dedim.
Dedi ki: "Sana Muslim'in kitâbını tavsiye ederim, çünkü o, daha mübârektir. Zira Buhârî lâfz'a nisbet ediliyordu". İbnu'z-Zehebî der ki: "Müslim'de lâfz'a nisbet edilmiştir. (Beyhâkî el-Esmâ ve'S-Sifât s. 267). )

Binnetice bu mesele müşkil bir meseledir. Buhârî ile şeyhi Muhammed İbnu Yahyâ ez-Zühlî arasında cereyân eden vakıaya da işaret edilir. Buhârî Nîsâbur'a geldiği zaman ona lafzdan sordular.
Cevâben "Kur'ân kelâmulllahtır, mahlûk değildir, amellerimiz mahluktur" dedi.
Ebû Hâmid İbnu'ş-Şarkî der ki: "Zühli'den şöyle söylediğini işittim: "Kur'ân kelâmullahtır, mahluk değildir, kim Kur'ân'ın telâffuzuna mahlûk derse o, mübtedî (bidatcı) dır. Bizim meclisimize gelmesin. Bundan böyle Muhammed İbnu İsmâil el-Buhârî'ye gidenle de konuşmayız."


İki kişi hâriç bütün nâs Buhârî'yi terketti. Terketmeyen bu iki kişi de Muslim İbnu'l-Haccâc ve Ahmed İbnu Seleme idi. Müslîm, Zühlî'ye kendisinden yazmış olduklarını hamallarla yolladı. Zühlî ayrıca: "Muhammed İbnu İsmâil benim bulunduğum şehirde oturmamalıdır" dedi.
Bunun üzerine Buhârî, hayâtından endişe ederek oradan başka yere göç etti.
Bu hadîselerden sonra Muslîm, ne Buhârî'den ne de Zuhlî'den tahrîcde bulunmadı. Fakat Buhârî, aralarında cereyân eden tatsızlıklara rağmen Sahîh'inde Zuhlî'den -İbnu Hallikân'ın Müslîm'in tercemesinde kaydettiğine göre otuz yerde- rivâyette bulunmuştur. Ancak Buhârî, bu rivâyetleri yaparken (Haddesena Muhammed b. Halid) veyâ (Haddesena Muhammed) diyerek ceddine nisbet eder. Böylece ilmini almış oluyor ve ismini zikrettiği takdîrde akla gelebilecek olan şeyhinin ta'nda haklı olacağına dâir tevehhümü de reddetmiş oluyor."
Mesele aslında içinden çıkılmayacak kadar müşkîl değildir. Zirâ lâfz meselesinde hak şeyheyn cânibinde idi. Öbürleri, bunlara karşı olan taassublarında haksız idiler. Meselenin İmâm Ahmed'in marûz kaldığı mihnetten sonraki seyrini inceleyen kimse, ihtilâfın muhtevâdan ziyâde kullanılan kelimelerde kalan (lâfzî) meseleler yüzünden râvîlere revâ görülen işkencelerin derecesini anlar. Bu ihtilâfın lâfzî olmayıp hakîki olduğunu farzedecek olsak, bürhân-ı sahîh nazarıyla yine kusur açık olarak Şeyheyn'e cephe alanlar cânibindedir. Keşke onlar kendilerini ilgilendirmeyen şeylere burunlarını sokmayıp, rivâyetlerden tahsîn ettikleriyle uğraşsalardı.
Eğer böyle yapsalardı cerh kitaplarının çoğunun içi hiçbir değeri olmayan cerhlerle dolmazdı.
Şu sözler bu çeşit cerhlerdendir:
"Falanca melûn vâkifi zümresindendir."; veyâ "...sapık lafziyye zümresinden"; veya "O, Allah'dan haddi nefyederdi, biz de ondan nefyettik" veya "İmânda istisnâ tanımaz, binâenaleyh mürciîdir, sapıktır" veya "cebr, hulûd vs. meseleleri dışında cehmîdir" yâhut "O, imân, kavl ve ameldir demiyordu biz de onu terkettik", veyâ "kelâmî meselelerde sırf muhâkeme ve reyle hareket ettiği için felsefeye veyâ zındıkaya nisbet edilir" gibi.
İlimlerin en muhâtaralısı cerh ve tâdîl ilmidir. Bu sâhada yazılmış kitapların pek çoğunda son derece mübâlağa ve aşırılıklar vardır. Bu ölçüsüzlüklerin menşeini İbnu Kutaybe, el-İhtilâf fi'l-Lafz'da ortaya koymaya çalışır. İmâm Ahmed'in mihnet'inden sonra ricâl husûsunda yazılan kitaplar bir kısım hatâlardan hâli değildir. Bu husûs, mezkûr kitapları dikkatle inceleyenlerin gözünden kaçmaz".

İbnu Kuteybe (213-276 yıllarında yaşamıştır). El-İhtilâf Fi'l-Lafz kitâbında, asrındaki ehl-i ilmin, ilmi, ilim için tahsîlden uzaklaşıp, geçmiş imâmları reddetmek ve onları, Allah'ın dinînde bid'at çıkarmış olmakla itham etmek ve her çeşit ihlâstan uzak, sırf bencil hislerini tatmin etmek düşüncesiyle ilmî meselelerde münâzara yapmak için ilim talebetmeye geçişleri gibi kendine ulaşan hallerini beyânla mukaddemesine başladıktan sonra 9-11. sayfalarda der ki: "İhtilâf olarak en son vukûa gelen şey, Ashâb-ı Hadîs arasında cereyan etmiştir. Ashâb-ı Hadîs, sünnete yardımcı, bid'ayı ezici, her memlekette kendilerine âdavet beslendiği halde adâvete yer vermeyen, kendilerinden bir kısım inançlar gizlendiği halde inançlarını gizlemeyen, gerçeği nâs'a açıktan açığa söyleyip, gizlemeyen kimselerdi. İlimde ancak onların tevsîk edip yükselttiği kimseler yürürlerdi, ve onların taz'îf edip alçalttığı kimseler alçalırdı. Atlılar ancak onların zikrettiği kimseyi görmek arzusuyla yükselirdi. Bu durum şeytanın onları Allahu zülcelâl'in dînînin fürû ve usûlünden kılmadığı bir mesele ile aldatmasına kadar devâm etti. Dini uzaktan ve yakından ilgilendirmeyen bu meselenin bilinmemesinde bir mahzûr bulunmadığı gibi bilinmesinde de cüzi bir fayda vardır.

Bu meselenin şerri büyüdü, ehemmiyeti arttı. O kadar ki muhaddisleri parçalayıp, çeşitli fikirler ortaya attırdı. Böylece onların durumlarını zayıflatarak hasedcileri neşeye boğdu ve düşmanlarını kendi dilleri ve elleriyle karşılarına dikti. Bu düşman, onların birbirlerini tekfîr ve tel'în ettiklerini, aslında müttefik oldukları halde birbirlerine düştüklerini, bir cemaat teşkil ettikleri halde paramparça olduklarını gördükten, kendisini de onlarla artık harb halinden kurtulup, sulhâ kavuşmuş bulduktan sonra mütemâdiyyen onlara gülüp alay etti.
(Kevseri bu meseleye şu sözleriyle tâlikte bulunmuştur: Musannıf –yâni İbnu Kuteybe- asrında bu kâbilden cereyân eden şeylere görgü şâhitliği etmektedir. Her kim Harb Seyrecâni'nin Essünne ve'l-Cemâa'sını ve bunun mesâilinden olan el-Câmi kitâbını ve İbnu Sa'îd es-Siczî'nin Nakz'ını, Huşeyş İbnu Asram'ın el-İstikâmet'ini -Ebû Abdillah el-Buhari'ye mensûb Halku Esfâlu'l-İbâd ve Abdullah İbnu Ahmed'in Kitâbu's-Sünne'si hâriç- mütâlâa ederse -ki bunların hepsi müellifin (yâni İbnu Kuteybe) çağdaşı olan kimselerdir- onlar da birbirlerini tekfire, şiddetli tâbirler bulacaktır: Bunlarla musannıfın burada ifâde etmek istediği şeyi, yâni, o asır insanlarının, büyük bir kısmını, lafta ve kısırda kalan nizâlara ircâsı mümkün meselelerde birbirlerini tenkit ve tenzil etmede müzmin bir hastalık derecesini bulan aşırılıklarını anlamakta gecikmez. Münâkaşayı lâfzi değil de hakiki farzedecek olsak, durum tepeden tırnağa ters döner ve zâhirde mubtıl olan muhik durumuna geçer)

Ehl-i nazarın bu mesele karşısındaki tutumu ise şâyan-ı teessüftür. Onlar, bu mesele çıktığı günden beri hakkında söz etmekten kaçınmış, ilk günden müessir bir çâre ile karşısına çıkarak halletme cihetine gitmemiş, cemiyette iyice yayılıp umumî bir hal aldığı zaman da üzerinden esrar perdesini kaldırmaktan tekâsül etmiştir.
O kadar ki meydânı boş bulan fitne, cemiyette kök salıp, yerleşebilmiştir. Gençler kötü alışkanlıklarla ona kapıldılar, çocuklar o atmosferde yetişti. Böylece alışkanlığın sevkiyle iyice kökleşip tabiî bir hâl vasfını kazanmış olan fitneyi kalblerden çıkarıp tedâvi etmek isteyenler çok büyük bir zorlukla karşılaştılar.
Allah beni ilimle müşerref edince karşılığında üzerime vâcib kıldığı vazifeden kaçmak için bir mâzeret bulamadım. Mesele, ihmalcilerin terki yüzünden, bir hayli ehemmiyet ve nezâket kesbetmişti. İlmî kapasitem ve tâkâtimin imkân verdiği nisbette meseleyi göğüsledim. Ümidim bâzı hakikatların gayretimle ortaya çıkmasıdır, olur ki Cenâb-ı Hakk bu hizmetimden ümmet-i Muhammed'i müstefîd kılar.
Zirâ ancak O'nun dilediği şey faydalı olur. Dili ile Allah'ın rızasını arzu ettiğini söyleyen kimseye bunu nâsdan istemesi gerekmez. Ona düşen gözünü açmaktır, kolaylaştırmak Allah'a aittir".
Sonra İbnu Kuteybe merhûm, bu meselede te'vîlde bulunanların düştükleri hâtayı göstermek gâyesiyle pek çok misâller verir ve bu husustaki kendi görüşünü izhâr eder. Sonra nazarında bunun ifâde ettiği gerçek ve sahîh mânâyı beyân eder. Bütün bu izahlardan sonra 50-52 ve 62-63. sayfalarda der ki:
"Sonra söz, bizi bu kitâptan maksadımızın ne olduğunu, Ehl-i Hadîs'in Kur'ân-ı telâffûz meselesindeki ihtilâflarını, aralarındaki ayıplamaları ve birbirlerini tekfir etmelerini anlatmaktan gayemizin ne olduğunu beyâna getirdi. Hakkında ihtilâf ettikleri şey aralarındaki ülfeti koparacak cinsten olmadığı gibi nefret ve uzaklaşmayı gerektirecek cinsten de değildir. Çünkü hepsi tek bir esâsta birleşmektedir. Bu esâs ise: "Kur'ân'ın, gayr-i mahlûk kelâmullah olduğudur.
Onların ihtilâfları, mânâsı gâmız ve ince olduğu için anlayamadıkları fer'î bir meseledir. Onlardan her bir fırka bu meselenin bir cihetiyle alâka kurmuş olmakla berâber hiçbirinde ne temyîz âleti ne dikkatli kimselerin yaptığı araştırma ne de ehl-i lügatin ilmi mevcuttur.

Bir şey iddia eden, bir görüş benimseyen herkes zannediyor ki mutlak hakîkat kendi iddia ettiği ve benimsediği görüştedir. Bu taassuba sâdece mütevakkıf davranan şüpheciler düşmemiştir. Çünkü onlar, hatâ yapabilecekleri ihtimâline yer veriyorlardı. Zira biliyorlardı ki, hakîkat, üzerinde durdukları iki meseleden birindedir, sâdece birinde değildir. Gerçeği arayan (müstebsîr ve müsterşid) kimse -bununla mütevakkıf davranan şüpheciyi kasteder- iki müfrit fırka tarafından imtihâna tâbi tutuldular. Bu müfrîtler kendilerine muhâlefet edenlere tahammül fersâ şiddet ve kabalığı revâ görüyor, onları tekfir etmekle kalmayıp tekfir ettiklerinin küfründen şekke düşenleri bile tekfir ediyorlardı. (Abdulfettah der ki: "Onların gerçeği arayan şüpheci karşısındaki tutumu" Onun tekfiri, hattâ küfründen şüphe edenlerin bile tekfiri "olursa açıktan açığa kendilerine muhâlefet edenler karşısındaki tutumu ne olur? Buradan mezkûr mihnet'teki ihtilâfın ulaştığı şiddeti, ruhlarda ve muhâliflere karşı verilen hükümlerde bu ihtilâfın meydana getirdiği tesirin şiddetini anlayabilirsin" )

Bazan yaşlı bir kimse de şehre iner ve hadîs için halkaya otururdu. Halbuki çoğu kere bu kimse, adaptan ve duyduğunu yeterince tefrik ve temyîzden bile yoksundu. İlim ve irfânla ilgisi, yaşının ileri olmasından öte geçmiyordu.
Böyleleri, bâzı kere, İbnu Uyeyne, Ebû Muâviye, Yezîd İbnu Hârûn ve benzerlerini de dinlerdi. Onlar kendisine kitâbı öğretmekten önce onu Halku'l-Kur'ân meselesinde imtihana çekerlerdi.
Onların istediği cevâbı vermezden önce ağırdan alır, yâhut duraklar veyâ öksürür veya kekelerse vay başına geleceğe. Bunu bildiği için o davranışıyla kendisini cerh ve iskât edecekleri korkusu onu sarar. Bu korku, o kimseyi, onları memnûn etmeye sevkeder. Bilmeden, anlamadan konuşur ve böylece kalplerini kazanarak yakınlaşmayı ümîd ettiği mecliste Allah'tan uzaklaşır. Eğer o, onların muhâlif fikirlerine inânıyor idiyse onların hoşlarına gidecek fikir izhâr etmek de nefsine ağır geliyordu, çünkü söylediğini yazıyorlardı.
Eğer hakîkat arayan bir genç veyâ ilim talebeden bir kimse görseler hemen ona sorarlardı. Eğer o, bunlara: "Ben bu meselenin hakîkatını öğrenmek istiyor, ondan sual ediyorum, henüz bu konuda hiçbir hükme varmadım" dese ve bu sözüyle de gerçeği ifâde etmiş olsa ve ayrıca "Allah doğru söylediğimi biliyor" diye özür de beyân etse, onlar, Allah'ın, onu sâdece bilmediği şeyi öğrenmesi için sorup araştırmakla mükellef kıldığını bilmelerine rağmen onu tekzîb ederler, eziyette bulunurlar ve derlerdi ki: "Bu bir habîstir. Onu terkedin, onunla düşüp kalkmayın."
Onların bağlandıkları bu mesele, bilinmemesi hiç kimseye câiz olmayan tevhîdin aslına taalluk etse ve bizzât Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ağzından işitilmiş olsaydı, "Bu meselede bu kadar aşırı olmak gerekmez" denince iftirâ edilmiş olurdu".
Kevserî, bu sözlere şunu ilâve eder: "Musannıf -İbnu Kuteybe- bu bâbta anlattıklarına görgü şâhitliği yapmaktadır. Bu bahîs kitâbın en güzel bahislerinden biridir, araştırıcıya cerh ve tâ'dil kitaplarında, musannıfın -İbnu Kuteybe- işâret ettiği bu asrın ricâli vâsıtasıyla, rivayet edilen cerhler husûsunda tesebbüt ve tahkîke dâvet etmektedir.
Ebû Tâlîb el-Mekkî, şu sözleriyle bir gerçeği ifâde etmektedir: "Huffâz'ın bir kısmı büyük bir cüret ve gözüpeklikle konuşup cerhte haddı tecâvüz etmişler, halku'l-Kur'ân meselesinde ölçüyü kaçırmışlardır. Öyle ki çoğu kere hakkında söz edilen söz edenden daha efdâl olmakta ve ârif kimseler nezdinde daha yüksek bir yer işgal etmektedir".
İmâm İbnu Kuteybe geçen sözleriyle Mihnet asrını tasvîr etmektedir. Bu tasvîr, o devri bizzat yaşayıp, şiddet ve huzûzunu ayrı ayrı tadıp, müşâhede etmiş bir kimsenin tasvîridir. Burada Mihnet'in ortaya çıkardığı mühîm ve ciddi bir cihete işâret etmektedir ki, bu husûs Halku'l-Kur'ân Meselesi'nde evet diyen veyâ tevakkufta bulunanlara karşı herhangi bir özür tanımaksızın gösterilen şedîd ve sert tutumdur.
Geçmişe ait bu kısa gezinti ve bâzı misallerin ışığı altında mihnet'in, ulemâ, ruvât ve muhaddîsler safında, ve mihnetten sonra tedvîn edilen seleften halefe intikâl ederek bize kadar gelen cerh ve tâ'dil kitaplarında sarfedilmiş olan birçok sözlerde husûle getirdiği izleri açık bir şekilde görebilmekteyiz.
Bu aydınlatıcı lemhalardan sonra İmâm Buhârî'nin ve onun talebesi İmâmu Muslîm'in gerçek durumları ortaya çıkmış oluyor. Çünkü herbirinin "Sahîh"inde bu çeşit cerhedici ithâmlara mâruz kalmış bir kısım ricâlden rivâyetten imtinâ etmediklerini göstermekteyiz.
Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî'de Yirmi Üçüncü Nev kısmının ortalarında "Fâide" unvânı altında kendilerine muhtelîf bid'â ithâmı yapılan büyük bir grubun isimlerini verir. Buhârî ve Muslîm bunlardan sadece biri o kimselerden tahrîcde bulunmuşlardır. Bu kimselerin sayısı onun nezdinde 78'i bulur. Bunların dışında birçoğu da onun nazarından kaçmıştır. İstersen oraya mürâcaat et.

Hâfız İbnu Hacer de "Hedyu's-Sârî'de Buhârî'nin ricâl'inden ta'na mâruz kalanların ismi üzerinde ayrı bir bâb yaparak orada bid'a ithamına maruz kalanları zikreder. Müellif burada müessir bid'a ile müessir olmayan bid'a arasını tefrîk ettikten sonra bu dokuzuncu bölümün sonlarında isimleri hurûfu hecâ ile sıraladıktan sonra ayrı bir bölüm yazarak bu bölümde Buhârî'nin ricâl'inden îtikâda râci ve fakat gayr-ı müessîr olan bu husûsla ta'nedilmiş olan kimselerin isimlerini kaydeder. Bunların sayısı 69 kişiye ulaşmaktadır. Bu meselede düşünceler için büyük bir ibret vardır. Bu sözleri yazıp bitirdikten sonra şeyh Cemâluddi'n-el-Kâsımî merhûmun 'Kitâbu'l-Cerh ve't-Tâdîl'ini okudum. Bu, 39 sayfalık küçük bir risâledir. Bu risâlede daha önce işâret etmiş bulunduğumuz merdûd cerhlerin birçoğunun genişçe nakline yer verilmektedir. Bunların illetleri ve noksanlıkları en güzel şekilde belirtilir. Hiçbir sûrette 'Halku'l-Kur'ân Meselesi'ne dokunulmaz. Arkadan da onun Târihû'l-Cehmiyye ve'l-Mûtezîle'sini okudum. Burada "Halku'l-Kur'ân Meselesi"ne temâs ettiğini, gerek bu sebeple, gerekse benzeri ithâmlarla bir kimsenin cerh edilmesini reddettiğini gördüm. Reddi mâkul esâsata dayandığını söyleyebilirim.(Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/374-386)
 
S Çevrimdışı

soru işareti

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Merhaba sayın Abdulhak arkadaşım,

"Allah'ın Kelam sıfatı ezelidir ancak Kur'an/Kitab mahluktur" görüşüne ne dersiniz?
Eğer Kur'an mahluk değilse neden Tevrat, İncil ve diğer önceki kitablardan sonra inmiştir? Eğer mahluk değilse neden nesh vardır?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
soru işareti;203788' Alıntı:
Merhaba sayın Abdulhak arkadaşım,

"Allah'ın Kelam sıfatı ezelidir ancak Kur'an/Kitab mahluktur" görüşüne ne dersiniz?
Eğer Kur'an mahluk değilse neden Tevrat, İncil ve diğer önceki kitablardan sonra inmiştir? Eğer mahluk değilse neden nesh vardır?

Allah'ın (c.c.) kelam sıfatı ezeli ise, Kur'an-ı Kerim niçin mahluk olacak mış? Yukarda sayfalarca yazı neyi anlatıyor, delillendiriyor? Kuran-ı kerim Allahın kelimeleri yani "kelimetullah"dır. Kur'an-ı kerim senin benim yazdığımız yazılar, sözler değildir ki mahluk olsun! Yaratılanın değil, yaratıcının, Allah'ın c.c. kelamıdır.

Tevrat , İncil Allah'ın ilmi gereğince vaktiyle, sırasıyla inmiştir. Bunlarda orjin haliyle Allahın kelamı olduğu hakkında ehlisunnet arasında ihtilaf yoktur. Fakat şu anki haliyle bu kitaplar muharref kitaplardandır.
Allahu (c.c.) u Teala; vahiylerini sırasıyla toplumlara, kavimlere Peygamberler çıkararak iletmiştir. Son dinin vahiylerinin de en son gelmesi, O'nun (c.c.) hikmeti gereğidir. Allah (cc.) dilediği zaman konuşur, vahyeder ise bu kelam değildir de mahluk mudur? Subhanallah,

Allah c.c. kavimlerin , insanların dönem dönem, alıştıra alıştıra tedrici bir merhale ile insanlara vahyetmesi, ve insanların iman ile hazır hale geldikten sonra meselenin son halini vahyetmesi ve buna "dini tamamlayıp razı olduğunu" bildirmesi dinin ve aklın kabuludür.
Ayrıca Kur'anda Neshi kabul etmeyenlerden Abdulaziz Bayındır dahi, "Kur'an Allah kelamıdır" demektedir.

Ehl-i sunnetin; "Kelimetullah"ın (Kur'an) Allah'ın Kelimesi olduğuna, mahluk olmadığına delillerinden biri olan şu sahih hadisi tefekkure davet ediyorum:


أَعُوذُ بِكَلِماَتِ اللهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ ماَ خَلَقَ
Yarattıklarının şerrinden, Allah’ın noksansız kelimelerine sığınırım.”
(Muslim, 4 / 2080 , 2708 ; Tirmizi , 3437; Nesai , Kubra , 10394; İbn Mace, 3547)

Rasulullah (s.a.v.)'in devamlı dua ettiği hadislerden biri olan bu Hadis, Kelimetullah'ın Mahluk olmadığına delildir. Çünkü "Mahlukata sığınmak şirktir!"
 
S Çevrimdışı

soru işareti

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sayın arkadaşım,

Kur'an'da ayet yerine ayet getirmekten bahsedilir. Eğer Kur'an dahil Allah'ın kitabları ezeli ise neden ayetler değiştirilir? Her değiştirilen ayet yeni yaratılmış olmuyor mu? Yeni yaratılmış ayetleri barındıran bir kitab da yaratılmış (mahluk) olmuyor mu?

Allah'ın kelimelerine sığınmak şirk değilse İsa peygambere sığınmak da şirk değil midir?

"Meryem oğlu İsa Mesih, sadece ALLAH'ın elçisi ve Meryem'e gönderdiği kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur."
 
Muzzammil Çevrimdışı

Muzzammil

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Sayın arkadaşım,

Kur'an'da ayet yerine ayet getirmekten bahsedilir. Eğer Kur'an dahil Allah'ın kitabları ezeli ise neden ayetler değiştirilir? Her değiştirilen ayet yeni yaratılmış olmuyor mu? Yeni yaratılmış ayetleri barındıran bir kitab da yaratılmış (mahluk) olmuyor mu?

Allah'ın kelimelerine sığınmak şirk değilse İsa peygambere sığınmak da şirk değil midir?

"Meryem oğlu İsa Mesih, sadece ALLAH'ın elçisi ve Meryem'e gönderdiği kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur."


Bunlar hangi alimlerin ictihadleridir acaba :) ?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
soru işareti;203794' Alıntı:
Sayın arkadaşım,

Kur'an'da ayet yerine ayet getirmekten bahsedilir. Eğer Kur'an dahil Allah'ın kitabları ezeli ise neden ayetler değiştirilir? Her değiştirilen ayet yeni yaratılmış olmuyor mu? Yeni yaratılmış ayetleri barındıran bir kitab da yaratılmış (mahluk) olmuyor mu?

Allah'ın kelimelerine sığınmak şirk değilse İsa peygambere sığınmak da şirk değil midir?

"Meryem oğlu İsa Mesih, sadece ALLAH'ın elçisi ve Meryem'e gönderdiği kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur."

Ayet yerine ayet, kelam üstüne kelam, vahy üzerine vahydir. Allah c.c. nin vahyine, kelamına kota mı koyacaksın. "Allah'ın kelimeleri tükenmez.,." (Lukman, 27) Yaratıcının emirlerini buyurması, kelamıdır.
Sen Kur'an mahluk der isen , mahlukatın yaratılış anını ve vaktini nass ile delillendirmen de gerekir.

İsa peygamber Allaha(c.c.) ibadet eden kuludur, rasuludur. Kula sığınmak şirk değilse, sığındıklarının isimlerini sayabilir misin?

Nisa 171 ayetindeki meal ile mutezili hükmünü sahihlemeye çalışman bile itikadını ortaya çıkarıyor. Çünkü samimi olsan, İslam aleminin (ehli sunnetin) sapıklara(mutezile) verilmiş delilleri yukarıdadır. O yazıları okuyup yanlışları göstermeniz insaflı olandır. Aksi taktirde, mutezile fırkasının bile aklına gelmeyen delilsiz sapkın hezeyanlar peydahlamak art niyetin göstergesidir.
Nisa 171 e tekrar gelirsek ;

"Ey kitab ehli, dininizde aşırı gitmeyin. Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih yalnız Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin de: "(Allah) üçtür" demeyin. Kendi faydanız için (bundan) vazgeçin» Allah ancak bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter." (Nisa 171)

"Kelimesi" İfadesinin Anlamı :
Bu ayetteki "kelimesi" ifadesi; Mesih'in (Hz. İsa) (a.s.) normal bir Baba aracılığıyla bir doğma değil, Rabbin, Meryem'e ilka ettiği bir kelime yani, Kun" (Ol) kelimesi/cumlesi olarak meydana gelen veladettir. Yüce Allah, İsa'yı Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde sözünü ettiği doğrudan evrensel emriyle yaratmıştır. Bu emir "Ol... O da oluverirdi" şeklinde ifade edilmektedir. Yüce Allah bu kelimeyi Meryem'e sunmuş, Adem'in dışında insanların alışa geldikleri gibi bir babanın nutfesi olmaksızın onun karnında İsa'yı yaratmıştır. Yine buradaki "kelime"nin, ayet (alâmet) anlamında olduğu da söylenmiştir.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kur'ân'ın Yaratılmış Olup Olmaması Hakkında Ahmed b. Hanbel ve Mûtezilelerin Görüşleri

Bu mihnet hikâyesini burada bırakıp Ahmed b. Hanbel'in görüşüyle Mûtezilîlerin görüşlerinin hakîki mahiyetini anlatmamız daha iyi olacaktır.


Mûtezilîler, Kur'ân'ın yaratılmış olduğunu söylüyorlardı; onlara göre, Kur'ân'ın yaratılmış olması, onun Allah kelâmı ve Peygamber'in mûcizesi oluşuna engel teşkil etmez. Çünkü onu yaratan ve Peygamber'e vahiy suretiyle gönderen Allah'dır. O, Kur'ân'ı Peygamber'ine parça parça 23 senede, beşer kudretinin üstünde bir kitab olarak göndermiştir. Bütün insanlık birleşerek bu kitabın bir benzerini yapmak isteseler, bunu gerçekleştiremezler.

Mûtezilîlerin Kur'ân'ın yaratılmış olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esasa dayanır:

1. Allah'dan başka her şey mahlûktur. Sonradan yaratılmıştır. Şubhesiz Kur'an da, Allah'dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.

2. Kur'ân, insanlar tarafından okunan (telâffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur'ân var olamaz. Bu da, onun ancak yaratılmış olduğunu gösterir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.

3. Kur'ân'ın mahlûk olmadığı farzedilince kadim olması gerekir. Çünkü yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak kadîm olabilir. Kur'ân'ın kadîm olduğu kabul edilirse kadîm olan varlıklar birkaç tane olur. Bu da Hristiyanların İsâ (as) hakkında ileri sürdükleri görüşe benzer.
İşte bu konuda Mûtezilîlerin görüşleri bundan ibarettir. Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel'in görüşü nedir?


Allah Kur'ân'da: «Eğer muşriklerden birisi senden eman dilerse ona eman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin.» ve «Bilesiniz ki yaratma (halk) da, emir de O'na mahsustur.» buyurmuş ve emrin de, yaratmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yaratmadan başka bir şey olduğunu haber vermiştir!..

Ahmed b. Hanbel'in Halife Mutevekkile yazdığı mektubda yer alan ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kur'ân'ın Allah'ın emrinden, kelâm ve ilminden olduğunu, yaratmasından olmadığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur'ân'ı mahlûk saymamaktadır.

Yine söz konusu mektupta şöyle denilmektedir: «Geçmiş(selef)lerimizin birçoğundan rivayet edildiğine göre onlar; "Kur'ân Allah kelâmıdır; mahlûk değildir." demişlerdir. Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı lüzumsuz görüyorum. Ancak Allah'ın Kitabında, Peygamber (asv)'in hadîsinde, sahâbî ve tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları anlatıyorum. Bunların dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz.»

Ahmed b. Hanbel, bu mektubu mihnetten kurtulup huzura kavuştuktan sonra yazmıştır. Bu mektubdaki açık ifadeye göre Âhmed b. Hanbel, şubhesiz ki Kur'ân'ın yaratılmış olmadığını benimseyenlerin görüşlerinin doğru olduğunu söylemektedir.

Ahmed b. Hanbel'e ait.olduğu rivayet edilen bu iki görüşü birleştirmek için şu iki hakikati açıklamamız gerekir:

Ahmed b. Hanbel, hayatının sonuna doğru yukarıdaki görüşe sahip olmakla beraber bu mevzûda munâkaşa yapılmasını menederdi. el-Mêmun'a gönderdiği bir mektubunun başında Peygamber (asv)'den ve sahâbîlerden birçok rivayetleri zikrettikten sonra, Peygamber (asv)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

«Kur'ân üzerinde munâkaşalara girmeyiniz. Çünkü bu konuda münakaşa etmek küfürdür.»

Yine Ahmed b. Hanbel, bu mektubunda İbni Abbas'ın Kur'ân üzerinde münakaşa etmekten çekindiğini ve kendisine Emîru'l-Mûminîn (Ömer) bunun sebebini sorduğunda şöyle cevap verdiğini rivayet eder: Ey Emîr'ul-Mûminîn, insanlar ne zaman bu konuda münakaşaya girişirlerse herkes kendisinin haklı olduğunu iddia eder, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia edince birbiriyle çekişmeye başlar, birbiriyle çekişmeye başlayınca ihtilâfa düşer, ihtilâfa düşünce de kavgaya tutuşurlar.» Halîfe Ömer (r.anh.) de; «Babana rahmet, vallahi ben de bunu insanlardan gizliyordum, nihayet onu sen getirdin (söyledin).» dedi.

Kur'ân kadîm midir, değil midir? Bu soruya cevab verebilmek için Kur'ân'ın iki yönü üzerinde duracağız:

1. Kur'ân'ın mânâları: Bunlar, Allah'ın ezelî ilmine taallûk etmektedir. Yani Allah'ı» ilmine dahildir. Allah'ın ilmi de kadimdir.

2. Kur’an'in lâfız ve harfleri: Bunları Allah, Peygamber'ine Rûhu'l-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail (as), bunları Peygamber (asv)'e okumuş, Peygamber (asv) de sahâbîlere okuyarak öğretmiştir. Sahâbîler de, aynı şekilde onu tabiîlere öğretmiştir. Böylece Kur'ân tevatür yoluyla okunup öğretilmiştir. İşte bize göre Kur'ân, bu yönüyle mahlûktur.

Böyle bir anlayış. Kur'ân'ın Allah katından gönderilişine ve Peygamber (asv)'in bir mûcizesi oluşuna aykırı düşmez. Kur'ân, Peygamber (asv)'in öyle bir mu'cizesidir ki, bütün muşriklere meydan okumuş; eğer Kur'ân, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya on sûresini, yahud da bir tek sûresini getirmelerini söylemiştir. Fakat muşrikler, bundan âciz kalmışlardır.
(İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/383-387)
 
S Çevrimdışı

soru işareti

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Allah'ın Kelam sıfatının bir yansıması olan Kur'an mahluk değil ezeli ise,
Allah'ın Hâlik sıfatının bir yansıması olan evren de yoktan var edilmemiş (mahluk olmayıp) ezeli midir?
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
insanın yaratılmasının yansımalarından gelen imareleri beyinlerine yansıtamayanların evrenin yaratılış yansımalarından hiçbir yansımayı beyinlerine yansıtamayacakları o kadar açık ve netdirki....
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Allah'ın Kelam sıfatının bir yansıması olan Kur'an mahluk değil ezeli ise,
Allah'ın Hâlik sıfatının bir yansıması olan evren de yoktan var edilmemiş (mahluk olmayıp) ezeli midir?

Hakkatten tüm mutezile sapıklarında olduğu gibi senin beyninde virus var ya? Bu kadar da enaniyet olmazki? Madem Allah yarattı bir mahluksun, neden her şeyi yaratmış gibi aklını ilah edinerek, şeytanın verdiği vesveselerle delilsiz konuşuyorsun?

İnsanı da Allah yarattı diye sen de mi ezelisin ? Mutezile aklı esas alır diye sanılır ama, siz ayetlere muhalif konuşarak aklı değil karanlığı esas alarak körü körüne savunuyorsunuz!


"Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma! " (En'am 35)


"Bunlar, doğru yoldan sapmışlardır; hidayete erecek de değillerdir." (En'am 140)

"Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte böyle pislik içinde bırakır." (En'am 125)

"Allah kime hidayet ederse, o hidayete erer, kimi de dalalette bırakırsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileri olurlar." (A'raf 178)
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimdışı

Abdullah el Hanbeli

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
@Abdulmuizz Fida hocam kafam karıştı, şöyle mi itikad etmeliyiz? Kuran'ı okumamız (amel) mahluktur ama Kuran'da geçen kelimeler, harekeler, harfler ve Kuran okurken çıkan ses yaratılmış değil, Allah'ın kelamıdır. Ehli sünnetin itikadı bu mudur?
 
Üst Ana Sayfa Alt