Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kapitalizm Sosyalizm Ve Feminizm Üçgeninde Kadın

K Çevrimdışı

kunyem yok

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Kapitalizm Sosyalizm ve Feminizm Üçgeninde Kadın

Geçmişten günümüze her evre ve her toplumda kadın tartışma konusu olmuştur. Kadın, toplumda köleliğe mi mahkûm ediliyor? Kadın ikinci sınıf mı görülüyor? Kadın erkeklerin kölesi, daha hafifletilmiş bir dille hizmetçisi midir? Erkeğe bağımlı mıdır ya da bağımlı olmak durumunda mıdır? Ekonomik eşitlik, siyasi eşitlik, toplumsal eşitlik neden olamıyor? Din ve tabiat gereği kadın bu durumda kalmak zorunda mı bırakılıyor? Gibi bir sürü soru, farklı çevrelerce cevaplanma gayreti içinde.

Her fikir ve ideoloji kadını kendi prensiplerine göre bir yerlere oturtup, hakkını müdafaa gayretine girişir.. kapitalizm, kominizim, sosyalizm ya da feminizm.. Her izim kendi bakış açısıyla müdafaasına kalkıştığı kadını ve onun haklarını acaba tam anlamıyla müdafaa edebilmiş midir?
Ya da gerçekten bu söylemlerinde samimi ve doğru bir politika izleyebilmiş midirler? Sorunun kaynağından mı yoksa üstün körü bir çözüm önerisiyle rant kazanma yolunu mu seçmişlerdir?

1789-1799 (XVII) Fransız ihtilaliyle monarşinin yıkılması ve egemenliğin kralın mutlak otoritesi ve boyunduruğundan alınıp, halka verilmesi süreciyle başlayan ardından tüm Avrupa’yı etkisi altına alan bu devrim, peşinden İngiltere’de 18. yy. da sanayi devrimiyle birlikte Avrupa’nın yüzünü tamamen değiştirdi.

Özellikle bu devrimler arasında sanayi devrimi kadını en çok etkileyen ve onun yüzünü tamamen değiştiren devrimdir. Nitekim sanayinin gelişmesi, insan ve hayvan gücünden buhar ve makineleşme ve seri üretime geçilmesi, bununla birlikte gelişen ve artan sömürgecilik hareketleri, ucuz iş gücü bulma telaşı… Ve işte tüm bunların kaçınılmaz sonucu olarak kapitalizmin doğumu…

Oscar ödüllü Michael Moore’nin yazıp yönettiği “Capitalism: A Love Story” yani kaptalizm: bir aşk hikâyesi, adlı belgesel filminde Moree, kapitalizm’in geldiği son noktayı gözler önüne seriyor. Ve film’de kapitalizmin tanımını yaparken usta yönetmen şöyle diyor;

Kapitalizm, alma-vermeye dayalı sistem ama daha çok almaya. Bilmediğimiz tek şey isyanın ne zaman başlayacağıydı. Her şeyi denedik, banka soymak dışında. Ama şimdi bunu da düşünmeye başladık. Bu da birilerinin paralarını geri alabilmelerinin bir başka yolu. Bunu bana yapabiliyorlarsa neden aynısını bende onlara yapmayayım…
…Eğer bir şeylere sahipseniz, kolaylıkla başka şeylere de sahip olabilirsiniz. Çok hızlıca adamın biri diğerlerinden beş kat daha fazlasına sahip olabilir.
Kapitalizm; propaganda denen şeyin ürünüdür.
Kapitalizm; bir kötülüktür ve kötü bir şeye ayar çekemezsiniz.
Artık ortası yok, ya zenginsiniz ya da fakir!

Kapitalizmin yıkıcı ve sömürücü gücünü gösteren film bu yüzyılda Amerikan kapitalizmine ağır eleştirisel bir yaklaşımdır. Bu belgesel Amerikan kapitalizm bugün geldiği son noktayı gözler önüne seriyor.


Zira kapitalizm bir kölelik sistemidir. Kadın-erkek hatta çocuk demeden herkesin iş gücünden ucuza faydalanabilme çeşididir. Kapitalizm, acımasız bir ekonomik politikaya sahip bir sistemdir. Zengin her zaman zengin kalırken, fakir her zaman fakirdir. Zengin sermayenin esas sahibiyken, fakir o sermayenin elde edilişinde emek harcayan işçidir. Zengin yöneticiyken, fakir her zaman yönetilendir. Ve ülkelerin ekonomik kaderlerini tayin eden, ülkedeki bir avuç sermayedardır.

Kapitalizm, kendine ucuz iş gücü bulmak zorundadır. Yoksa varlığını sürdüremez, sürdürse bile ona %200 kar sağlamayacak her durum onu zarara uğratır.

Sanayi devrimiyle köylerden şehre göçler artmaya başlar. Erkeklerin ziraati terk edip fabrikalarda çalışmayı seçmeleri elbette ki onlara daha çok kazanç sağladığından ötürü değildir. Şehir hayatının cazibesi onları etkileyen en önemli faktördür. Sadece erkeklerin çalışması kapitalizmin sömürü çarkına aykırıdır. Çünkü kapitalizmin sınıfsal çizgilerini sadece zenginler ve fakirler oluşturur. Kadın ve erkek diye bir ayrım gözetmez. Onlara göre insanlar iki gruptan müteşekkildir. Zenginler ve fakirler!

Emperyalist batı, sanayi devriminden sonra, ucuz iş gücü olması hasebiyle kadınları fabrikalarda, üstelik erkeklerin aldıkları ücretin neredeyse yarısını vererek çalışmaya itti.

Yıllarca evinde kocasının getirdikleri ile yetinmeye çalışan kadınlar, çalışıp, ekonomik özgürlüğün! (safsata) ellerine geçmesini bir nimet sandılar.. Hatta o kadar ki, bunun müdafaasını “kadın-erkek eşitliği” adı altında savunmaya giriştirler. Her alan da eşitlik isteyen bu kadınlar, fabrikalarda, üç kuruş maaşla köleliğe bile eşitlik ister oldular.. “kadın-erkek eşitliği” o kadar gözlerini kararttı ki, olayın “kölelik” boyutunu göremez oldular.

Çünkü kapitalist sistem onlara, bu işi “kölelik” diye değil, “ekonomik özgürlük” diye yutturdu. Ve bu tüm dünyaya sanayi devrimin yayılmasıyla, yaygınlığını sürdürdü. Kadın asli vazifesini unutup, iş hayatında yer edinmeye başlayınca, tabi ki, kapitalist sistem boş durmadı. Kadının kazandığı parayı ellerinden almak için yeni sektörler piyasaya çıktı.

Her yerde “moda evleri” kurulup, kadınlar buralara çekildi. E tabi ki, bütün gün dışarıda, kadınlı erkekli ortamlarda bulunan kadının, elbette ki, güzel görünmesi icab etmekteydi. “moda sektörü” yeterli miydi? Hayır, bunun yanında kadınların kazançlarını sömürmek için yan kuruluşlar olmalıydı. Kıyafeti tamamlatıcı unsurlar başka bir deyimle, sömürüyü tam anlamıyla gerçekleştirici mekanizma kurulmalıydı.
Ve “kozmetik sektörü” baş gösterdi. Bu da yetmedi “bijuteri” sektörleriyle bu kozmik yapılanma tamamlandı. Artık kadın her haliyle, dışarıda çalışmaya mecbur edildi. Zira çalışmayan kadının sırf kocasının geliriyle tüm bunlardan gönlünce istifade etmesi olanaksızdı.

Her zaman sınıflaşmaların var olduğu batı toplumlarında, sanayi devriminden önce; asiller, rahipler, burjuvalar, köylüler diye sınıflara ayrılan Avrupa yeni bir sınıfla tanıştı. işçiler!

Friedrich Engels toplumdaki sınıflaşmalar için şöyle der;

Toplum şimdiye dek sınıf uzlaşmazlıkları içinde hareket ettiği için AHLAK daima bir sınıf ahlakı oldu; ya hakim sınıfın baskınlığını ve çıkarlarını doğrulamış yada ezilen sınıf yeterince güçlendiğinde, bu baskınlığa karşı isyanı ve ezilenlerin gelecek çıkarlarını temsil etmiştir.


Kapitalizm sömürüsünü hızla gerçekleştirirken ona tepki olarak bir başka fikir ortaya çıktı. Sosyalizm..
Sosyalizm ilk ortaya çıktığında sanki işçilerin ve ezilenlerin haklarını müdafaa ediyormuş ve adaleti tesis etmeyi ilke ediniyormuş gibi gözükse de durum göründüğü gibi değildi.

“İşçi hakları” sloganıyla ortaya çıkan bu akım, içinde var olduğu durumu kullanmaya çalışmış ancak ne yazık ki girdiği hiçbir ülkede varlığını uzun süre koruyamamıştır.
Çünkü girdiği ülkelere söylemlerini götürememiş, zaten bozuk olan söylemleriyle de hareket edemediği için kısa zamanda çökmeye mahkûm olmuştur.

Sosyalizm, kapitalizmin sömürü düzenine dayalı sistemini her ne kadar kullanmaya çalışıp, kapitalizm üzerinden varlığını sürdürmek istemişse de bunda muvaffak olamamıştır.
Çünkü sosyalizmin kurtuluş reçetesi kapitalizminkinden pek de farklı değildir.

Nasıl ki kapitalizm kadını fabrikada “köleliğe” itmiş ise, aynı şekilde sosyalizm de onu fabrikada “makine” haline getirmiştir. Sosyalizm ve kapitalizm arasında ki fark; kapitalizm de belli bir kesimin sömürüsü ve baskın gücü varken, sosyalizmde bu sömürü kişilerden alınıp devlete verilmek suretiyle sadece el değiştirir. İşçi yine işçidir! Kazanan ya bir avuç hissedar ya da devlettir, ezilen ve sömürülen her zaman halktır.

Sosyalizm, kapitalizmde ezilen ve erkekten daha düşük ücretle çalışan kadınlar içinde elbette ki sonsuz merhamet kucağını açmayı ihmal etmeyecektir.

‘Kadının ekonomik ve sosyal ezilmişliği’ kavramı tam olarak burada gündeme gelir. Birkaç sosyalist grubun kadının kurtuluş reçetelerini yazdıkları makalelere bakacak olursak ve olayı böyle örneklersek daha iyi olur ve aradaki farksızlık daha iyi görülebilir.
Dine karşı son derece ukala ve terbiyesizce tavırlar takınan sosyalist hareketler, kadının ezilmişliğini ve geri planda kalmışlığını her fırsatta dine yaftalamaya çalışmalarını, bağlı bulundukları kominizm akidesine borçludurlar. Bu nokta da birkaç şey söylemek gerekirse, nasıl ki, inanan insanların ilahı Allah (c.c.) ise, bunların da muhakkak bir ilahı vardır. O da makinedir! Makine ilahlarından aldıkları emir doğrultusunda, sosyalistler bakın nasıl da şeyler söylüyorlar:

Bu bugünkü burjuva toplumda çok açık ve kaba bir biçimde ifade edilmese de, sonuçta toplumsal değer yargılarının, geleneklerin, örf ve adetlerin, ve nihayet, bütün bunlara manevi bir koruma zırhı oluşturan dinin, kadını hep aşağıladığını, hep geride gördüğünü, onu aile ve toplum içinde ikinci sınıf saydığını, dahası bunun genellikle de sorun edilmediğini, tersine egemen kültür ve değer yargıları içinde olağan karşılandığını biliyoruz.

Öte yandan kadın insanoğlunun doğurgan cinsidir, insan neslinin çoğalması kadın sayesinde olanaklı olabilmektedir. Kadın anadır, çocuk doğuruyor, toplumun kendini sürdürebilmesinin çok temel bir koşulu böylece gerçekleşiyor. Çocuk doğurmak toplumun kendini sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu olduğu halde, çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi tümüyle kadına, daha doğrusu aileye ve aile üzerinden kadına ait bir sorun olarak kabul edilir. Tüm sınıflı toplumlara özgü bu kabulün kapitalist toplumda da esası yönünden değişmediğini görüyoruz. Toplumun analığı toplumsal bir işlev kabul etmesine ve çocuk bakımını toplumsal bir sorumluluk haline getirmesine yönelik adımlar kapitalizm koşullarında çocuk yuvaları, kreşler vb. olarak karşımıza çıkıyor.

Bu noktaya kadar sosyalizm, dini ve kapitalizmi eleştiriyor. Ve son bölümde kadının işlevselliğini kaybettirdiği veya düşürdüğü için, çocuk bakımının anneye yüklenmesini ve kapitalizm koşullarında ortaya çıkan çocuk yuvalarını ve kreşleri eleştiriyor. Ne komiktir ki, yine aynı makalenin devamında sosyalist fikir bakın ne diyor;

Çocuk bakımı son derece önemli bir temel toplumsal sorun. İnsan nesli çoğalmadan toplum varolamıyor, bunu ise ana olarak kadın gerçekleştiriyor. Bundan çıkan sonuç, analığın toplumsal bir işlev olduğudur. Bu nedenle çocuk bakımı ve yetiştirilmesi konusunda toplumun tam bir sorumluluk üstlenmesi gerekir. Buna yönelik olarak çok yönlü sosyal-kültürel kurumlaşmaların gerçekleştirmesi ve bunun tüm giderlerinin toplum tarafından karşılanması gerekir. Böylece çocuk bakımının kadının sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi yaşama özgürce katılmasını engelleyecek bir faktör olmaktan kesin olarak çıkartılması gerekir.


Yani çocukların anne ve babalarının gözetimi dışında ve onların sevgi ve merhametlerinden mahrum olarak yetişmeleri sosyalist düşünceye göre mühim değildir. Onun için mühim olan şey, bunun devlet eliyle yapılıp yapılmamasıdır. Var olan yozlaşma, çocukları aileden ve aile kavramından kopartan kreşler… Çocuk yuvalarının giderleri halk tarafından karşılanınca tüm bu sorunlar aşılmış olacak elbette. Çünkü onların derdi de zaten bu, aile mefhumlarını yıkmak.
Bakın devamında “halkın bekasını sağlamanın,” çocuk yetiştirmekten, “kadınların çalışıp, sosyal hayata katılmaları,” geleceklerini şekillendirmekten daha önemliymişçesine neler deniyor;
Burada sorun, gerici ve anti-komünist burjuva propagandasının en bayağı bir biçimde iddia ettiği gibi, çocuk ile anne, ya da ebeveynleri arasına mesafe koymak değil, fakat anne ve babalara iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel yaşama katılmalarına yeterli olanağı sağlamak, çocuk bakımından dolayı bütün bunların aksamasına olanak vermemektir. Dinlenmek, okumak, eğlenmek, her türden insani etkinliğe dilediğince katılabilmek için gerekli zaman ve olanakları sağlamaktır. Bunun için yeterli sosyal kurumlaşmaların örgütlenebilmesi ve bunun bütün giderlerinin de toplumsal fonlardan karşılanabilmesidir. Kapitalizmin böyle bir sorunu olmadığını görüyoruz. Kadına bu sorun üzerinden binen o müthiş ezici ve bunaltıcı yük, kadın sorunu ile kapitalizm arasındaki derin organik bağı ortaya koymaktadır.
Toplumun geleceğini oluşturan ve şekillendiren şey hiç kuşkusuz gelecek nesildir. Toplumda çalışan kadın, elbette ki, çocuğuyla ilgilenecek vakti bulamayacaktır. Çocukla annesi ilgilenemeyince, hemen kapitalist ve sosyalist sistem, sömürüsünü ve makineleştirmesini gerçekleştirmek için, “çocuk yuvaları, kreşler, ana okulları” açarak, var olan bu boşluğu hemen telafi etme çabalarını giriyor.

Kadın sorunu üzerine konferanslar, dizinde sosyalist grupların öne sürdükleri sözde çözüm önerilerinden sonra asıl niyetlerinin bakın ne olduğunu nasılda itiraf ediyorlar;

Kadın sadece mutfağın kölesi değil, aynı zamanda çocuk bakımının da esiridir. Bu onu çoğu durumda üretimi katılmaktan alıkoyar.

Yani dertlerinin ne olduğunu sadece bu cümleyle bile anlamak mümkün. İstedikleri şey kadını özgürleştirmek değil, kendilerinin de dediği gibi kadını üretim yapabilen bir makine haline getirmektir.

Böylelikle toplumun temel taşı olan aileyi; evvela kadını evinden çıkartıp, çalışmaya iterek bozuyor. Bu da yetmiyor, gelecek nesli şekillendirmek adına, onlardan çocuklarını da arsızca çalmayı, bakın kadına “sosyal hayata katılabilme olanağı” diye yutturuyor.

Kreşlerde, anaokullarında, yuvalarda yetişen bu çocuklar, tamamen sistemin müfredatlarıyla eğitilir hale geliyor. Üstelik annesinden uzakta kalan bu çocuklarda, aile kavramı, anne-baba kavramı, şefkat, sıla-ı rahim ve ahlak gibi bir takım mefhumların yerini, okul arkadaşları ve boyama kitapları alıyor. Kısaca makineleşmiş bir toplum, kendine buralarda makine üretiyor..

Kadına şunu aşılamayı ihmal etmeyerek tabi; “çocuk, sizin özgürlüğünüzü ve sosyal hayata katılımınızı engelleyen, her daim sırtınızda bir yük, ayağınızda bir bağdır. O yükten ve bağdan ancak çocuklarınızı kreşlere ve yuvalara vererek kurtulursunuz,” derken aslında şunu demek istiyor, “çocuklarınızı sosyalist düşüncenin kollarına teslim edin ki, ileride iyi yetişmiş bir komünist olsun!” Tabi kadınlarda evde oturup çocuk bakacağına, fabrikalarda makinelik rollerine daha rahat devam edebilsinler.

Çocuğun bir yük olduğunu ben değil, bilakis sosyalist zihniyet söylüyor;

“Örneğin ancak zorlu mücadelelerle kazanılabilen kreşler, çocuk yuvaları, ana okulları kadın üzerindeki çocuk yükünün azaltılması anlamına gelir.”

Kadının evinde oturup, çocuğuyla ilgilenmesini bir yük, kocasına hizmet etmesini kölelik olarak adlandıran sosyalist zihniyet, aynı kadının fabrikalarda sabahtan akşama kadar, ustanın, yöneticinin emri altında aralıksız onca saat çalışmasına ne diyor? Ekonomik ve sosyal özgürlük!!
Kapitalizm de kadın tüketici bir köle, sosyalizm de ise üretici bir makine. Kadının bunun dışında bir işlevselliği mevcut değil. Sosyalizm, kapitalist sistemde kadının metalaştırıldığını, sadece cinsel obje ve reklam malzemesi olarak kullanılıp, aşağılandığını söylerken, kominizmin kadına nasıl baktığından hiç bahsetmiyorlar. Kominizm de her şey ortaktır. Hatta kadınlar bile!! Böyle iğrenç, böyle nesli bozuk bir anlayışın sahipleri bir de kadın haklarından ve kapitalizm de kadının metalaştırıldığından bahsederse, gülmemek elde değil.
Aile ya da namus ya da temiz nesil gibi kavramların mühimsenmediği ve tüm bunların kadının dahası insanın özgürlüğünü kısıtlayıcı etken olarak görüldüğü bir ideoloji lütfen hak ve hukuktan bahsetmesin! Bunlar bu iki ideolojinin ortak noktalarıdır, diğer pek çok ortak noktaları gibi. Ama asıl birleştikleri en geniş payda, insan nasıl mutlu olur? Sorusuna verdikleri yanıttır.
Onlara göre insan, bütün uzvi ihtiyaçlarını ve içgüdülerini sınırsız bir doyuma kavuşturmakla ancak mutlu olabilir. İnsanın aklından fışkıran bir nizamdan bundan ötesi beklenemezdi zaten.

Kapitalizm de köle, sosyalizmde makine olarak kullanılan kadının acaba, kurtuluşu gerçekten bu düzenlerde midir?

Gelelim bir başka konuya. Böyle acımasız ve sömürücü düzenlerin etkisi altındaki toplumlarda, kadın her zaman ezilmeye, kullanılmaya ve sömürülmeye mahkûmdur. Zira bu sistem sadece kadını değil, kadın-erkek her insanı sömürmenin hukuksal yoludur. Tüm bunlar olurken, başka gruplar ve fikirlerde kendini göstermeye başladı elbette.. feminizm denen ve erkeğin egemenliğini reddeden bir akım.. Feminizme, sözde kadın haklarını müdafaa etme adına ortaya çıkan kadınlar birliği de denebilir. Kadının bu derece bu iki sistemin kölesi ve makinesi olmasını körükleyen en büyük faktörlerden biri aslında feminizmdir. Çünkü feminizm her ne kadar ortaya çıkışında kadının eğitim, çalışma ve siyasi haklarını müdafaa ediyormuş gibi gözükse de aslında yaptığı tek şey, köleleştirilen ve makineleştiren kadının, daha iyi şartlarda kölelik ve makinelik yapmasını sağlamak oldu… Sanırım bugün kadını en çok etkileyen feminizm anlayışıdır. Bu anlayış o kadar aldı başını gitti ki, Müslüman hanımlar bile, açıktan ya da gizliden bu görüşün savunuculuğuna soyundular.

“Kadın kendi ayakları üstünde durmalı. Her kadının bir altın bileziği olmalı, yani mutlaka bir zanaat sahibi olmalı. Kadın kocasının eline bakmamalı, çalışıp, kendi kazancını elde etmeli” gibi söylemleri feminist hareketlerden ve kimselerden sıkça duyabilirsiniz..

Hatta kadınları erkeklere düşman belleten, evliliği kölelik olarak gördüğünden evlenmeye karşı olan bu akımın asıl niyeti bizatihi, bu iki sisteme hizmet etmekti.
Bunun neticesinde, çağımızda sanırım evlilik kelimesinin karşılığına en iyi oturtulacak kelime, esaret oldu. Zira evlilik ve esaret günümüz insanlarına göre eş değer kelimeler.
Kadınları yuvalarından dışarı çıkarmak önce onlara yuvalarının bir hapis, onlarınsa bir mahkûm olduğu fikrini vermekle olurdu tabi. Nitekim en lüks şartlarda yaşanan mahkûmiyet bile insana cezp edici gelmez. Bu konuda özgürlük! Sloganı her zaman işe yaramıştır. Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok…
Bunun neticesinde kadınların hak ve hukuklarını temsil edecek, onları harekete geçirecek, içlerindeki dinamizmi ortaya çıkartacak ve onları hukuksal ve toplumsal açıdan savunup, destekleyecek örgütlerin olması muhakkak ki kaçınılmazdır. Ve işte! Feminizm hareketi kaliteli bir kölelik ve daha parlak bir makine olması için kadını kışkırtan örgütlenme aslında.

Dediğimiz gibi bunların işe yarar en etkili sloganı özgürlük! Ve bu slogan hangi alanda kullanılırsa kullanılsın cezp edici etkisini hemen göstermeye başlar. Nitekim Özgürlük! Her zaman etkileyici özelliğini korumuştur. İnsanları kandırmanın en etkili yönüdür onlara özgürlük vaad etmek.

Durum o kadar ileri boyuta gitti ki, kadınların bu hallerinden erkekler bile hoşnut olur oldu. Mesela, bir erkek evleneceği kadında aradığı özelliklerini sayarken “çalışan kadın istiyorum” diyebiliyorsa, gerçekten tehlikenin boyutu, yalnız kadınları değil, erkekleri de etkisi altına almış demektir. Hayat müşterektir! Anlayışı ile hareket eden bu erkeklerin, bu isteği tabii görmeleri, bozulan zihniyetimizin, ahlakımızın ve değer yargılarımızın tezahürleridir.

Bu aralar sık sık medyada olan “kadına şiddet ve kürtaj” tartışmalarında önde yürüyen gruplar yine feminist gruplardır.

Cinsel özgürlüklerini ve doyumlarını daha rahat ve sınırsız gerçekleştirmek adına, bir cana kıymayı önemli görmemekle birlikte, bunun bilakis kadınların en doğal hakkı olduğu mücadelesine girişiyorlar. Hangi vicdan sahibi kimse çıkıp, kendi özgürlüğü adına, başkalarının hayatını, hem de ölümü ve yaşamı kendi takdir edemediği halde, kayıtsız görebilme hakkına sahip olabilir? Kürtajın hakları olduğunu, bunun içinde birçok yerde küçük çapta gösterilere kalkışan bu kadınlar, cinayet işlemenin hakları olduğunu mu söylemeye çalışıyorlar? Başkalarının hayatlarında karar verme hakkına sahip olduklarını mı söylüyorlar? Hayatı kendileri vermedikleri gibi, vermedikleri şeyi alabileceklerini mi iddia ediyorlar?

Kadına şiddet vakıası da tam anlamıyla keşmekeştir. Neden acaba insanlar özgürleştikçe, hak ve hukuksal alanda yeni özgürlüklere kavuştukça, şiddet de bir o kadar artıyor?
Bunun neden olduğunu hiç düşündünüz mü acaba? Çünkü insan özgürleştikçe, mutsuzlaşıyor.. Mutsuzlaştıkça saldırganlaşıyor, ona verilen özgürlükler onun refahını değil, bilakis sonunu hazırlıyor. Sokak ortasında artan kadın cinayetlerinin asıl sebebi, acaba sistemin bu özgürleştirmelerinin sonucu olabilir mi? Bundan 200-300 yıl öncesine gittiğimizde, sokak ortasında gerçekleşen bir kadın cinayetine rastlayabilir miyiz? Nadir…
Çünkü bundan bir asır evvel her iki cins kendi hak ve sorumluluklarının bilinciyle yaşarken, birbirlerine bir yük değil de birbirlerini tamamlayan bir bütün olarak baktıkları ve iki cinsin birbirlerinin hayatlarını kolaylaştırmak için yaratılmış olduklarını düşündüklerinden ötürü bu durumların yaşanabilmesi çok zordu. Kadının kendi evinin işini yapmayı, kendi kocası ve çocuklarına hizmet etmesini kölelik olarak addeden bu düşünceler, kadının dışarıda bir sürü yabancı insana hizmet etmesini, onların emri altında çalışmasını ve ezilmesini nasıl da özgürlük olarak yutturmaya çalışıyorlar?

Gerçekten buradan bakıldığında çelişkilerinin toplamı insanı ikna etmeyi bırakın, ancak güldürebilir.

Ve gerçekten bu düzenler kadına kurtuluş sağlar mı diye sormak istiyorum?


Öncelikle her fırsatta dillerine doladıkları ve her platformda bas bas bağırıp, üzerinden rant kazanmaya çalıştıkları bir kelimenin üzerinde durmak istiyorum. Eşitlik!!!

Öncelikle kadın ve erkeğin eşit olup olmadıklarını tartışalım.. Gerçekten böyle bir eşitlik mümkün müdür? Yoksa sadece onların ağızlarıyla geveledikleri bir hayal midir?

Elma=Armut, dersek, her ne kadar elmayı armutta eşit saymış olsak da bu iki cins birbirine eşit midir? Tabi ki hayır! Çünkü her ikisinin dış görünüşünden tutun da, içeriğine, vitaminlerine varıncaya kadar her şeyi farklıdır. Onları ortak başlık altına koyan tek şey, her ikisinin de meyve cinsinden olmalarıdır. Yoksa başka bir eşitlikleri söz konusu değildir. Her ikisi de kendi ölçüsünde ayrı ayrı faydaları olan meyve çeşitleridir.

Kadın=erkek dediğimizde de aynı sonucu ortaya çıkartabiliriz. Gerek dış görüntüsü, gerek iç dünyası, duyguları, ruhuyla ikisi birbirinden farklıdırlar. Ve asla birbirine eşit olamazlar. Nasıl eşit olsunlar ki, kadının bedeni zayıftır, naiftir; erkeğinki ise daha güçlü ve daha serttir. Kadın daha duygusal ve yumuşak iken, erkek daha akılcıdır. Kadın annelik hissiyle döşenmiştir, erkek babalık hissiyle. Hormonlar farklı, bedenler farklı, duygular farklı ama bu iki farklı cins eşit!!
Kadın ve erkeği ortak başlık altında tutan şey onların insan cinsinden olmalarıdır. Bunun dışında bir eşitlik ve benzerlik söz konusu değildir.

Kadını evden alıp, dışarıda köle haline getirmek sadece yer değiştirmesinden başka bir şey değildir. (tabi kadının ev hizmetlerine kölelik olarak bakanlar için) kadın bu nazariyelerin gözünde ve gözetiminde hep köle olarak kalmaya mahkûmdur. Sadece yer değiştiren bir köle! Yani köleliğin bir başka çeşidi.
Kadını evinden başka her yerde köleliğe sürükleyen bu akımların kadın için kurtuluş olduğuna inanmak aklı selim her insan için imkânsızdır. Zira kadın için ev yaşantısının kölelik olduğunu öne sürerlerken, kadının köleliğine çözüm bulmak yerine, kölelikte ufak bir mekân değişimi yapmışlardır. Yani, -onların gözünden söylersek,- evde köle olmakla, fabrikada köle olmak arasındaki fark nedir? Ekonomik özgürlük mü? Peki, gerçekten kadın harcamalarında özgür müdür? Onu çepeçevre kuşatan çevrede bırakın kadının özgür olmasını, hiçbir insan tercihlerinde özgür olamıyor.

İzlediğim bir filmde “istemediğimiz işlerde çalışıp, gereksiz bir sürü şey alıyoruz.” Diyen oyuncu gerçekten son derece haklıdır. Çünkü kimse harcamalarında özgür değildir, herkes harcama yaparken o veya bu şekilde yönlendirilip, birilerinin istediği şeyleri almaya mecbur ediliyor. Burada fiziki bir müdahaleden bahsetmiyorum. Psikolojik bir müdahale söz konusu. Birileri sizin bilinç altınıza 24 saat boyunca kendi ürettiklerini tüketmeniz için telkinde bulunurken, insan nasıl harcamaların da özgür olabilir? Hele ki kadınlar…

Hiç kuşkusuz ki, tüketim denilince akla, dolup taşan alışveriş merkezleri, trafiğe kapalı tüketim caddeleri, rengarenk göz alıcı vitrinleri ile mağazalar ve bu mağazalardan kollarına astıkları alışveriş poşetleriyle bin bir ahenkle çıkan kadınlar gelir.. Hafta içi işyerlerinde çalışarak bin bir zahmetle üç kuruş kazanan kadınlar, hafta sonları soluğu alışveriş merkezlerinde alırlar. Ve bütün alın terlerini bu merkezlerde, yani kapitalizmin beşiklerinde bırakıp çıkarlar. Ve bu çark böylece devam eder..

Kadının evinde çalışması, eşine evde kolaylık sağlaması, çocuklarının bakımıyla ilgilenmesi nasıl olur da kölelikle denk tutulabilir? O halde durumu erkeklerin tarafından değerlendirirsek, erkekte eve, kadına ve çocuklarına harcama yaparken neden köle olarak görülmüyor da, kölelik söz konusu olduğunda hep kadın cinsi öne sürülüyor? Erkek bin bir eziyetle tüm gün, türlü şartlar altında kazandığı parayı ailesine harcayınca “fedakâr erkek, adam gibi adam” olurken, kadın kendi evinin işlerini ve kendi çocuklarının bakımını yüklendiği için köle sıfatının sahibi oluyor.
Bu hiç adil bir sıfatlama olmadı bence..


Kadın ve erkeğin öncelikle farklı türler olduklarını görebilmemiz gerekiyor. Siz süpürgeyle çamaşır yıkamaya kalkarsanız, yıkayamazsınız. Çünkü her ikisi farklıdır ve farklı şeyler için üretilmişlerdir. Aynı şekilde kadın ve erkekte farklı türlerdir ve farklı şeyler için yaratılmışlardır.
Kadını ve erkeği yaratan Allah azze ve celle, yarattığı kulu herkesten ve her şeyden iyi bildiği için kadın ve erkeğin görevlerini de taksim etme yetkisini kimseye bırakmamıştır. Bu konuda islam’ın kadına ve kadınlara tanıdığı haklar, onu değil köle, evinin efendisi kılmıştır. Ona zor görevler yüklememiş, ağır yükler omzuna koymamış, onu zora koşmamıştır. Ona en ulvi görev olarak anneliği vermiş ve onun üzerinde harcama yaptığı, onu koruyup kolladığı için erkeğe karşı hürmetkâr olmasını istemiştir. Hürmet edilen erkeğe de, kadını zora koşmamasını, ona ikramda bulunmasını ve kadına karşı iyi davranmasını emretmiştir. Allah Resulü (s.a.v.); “Sizin en hayırlılarınız, kadınlarına karşı iyi davrananınızdır.”
Ve yine aynı Resul (s.a.v.) ümmetini kadınlar konusunda uyarmış, “size kadınlar konusunda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim” buyurmuş ve kadını haksız yere döven kişiden “kıyamet günü davacı olacağını” söylemiştir.

İnanan müminler çok iyi bilirler ki, kadın kendi vazifelerini, erkek ise kendi vazifelerini yerine getirdiği sürece ancak, mutlu ve huzurlu bir yuva kurulabilir. Yoksa birinden biri görevlerinde ihmalkârlık ya da yer değiştirme yaparsa, tek kanatla bir kuş ne kadar uçabilirse, işte o evlilikte o kadar yürüyebilir.

Simone de Beauvoir ; “Yasalarını erkeklerin koyduğu toplum, kadının erkekten daha aşağıda olduğuna karar vermiştir. Kadın da bu aşağılığı ancak erkeğin üstünlüğünü yok ederek ortadan kaldırabilir.” Diyor.
Evet, eğer bir toplumda yasaları erkekler koyuyorsa, onda adalet aramak mümkün değildir. Eğer o yasaları kadınlar koysa idi, emin olun onlar da o kadar adil olmayacaklardır. Ancak bir toplumda yasaları yaratılan her iki cins değil de, onları yaratan Allah azze ve celle koyuyorsa, işte gerçek adalet budur! Bundan gayrisi, sözde adalet söylemleridir. İnanmış bir mümin ne kapitalizmin kan emiciliğine, ne sosyalizmin tasmalığına ne de feminizmin kısır anlayışına inanır. Zira bunların tümü erkek ya da kadınların ortaya koyduğu bozuk fikirlerdir. Ve her iki cinste ortaya fikir koyarken, karşı cinse hakkını tam olarak veremez. Bu yüzden adaleti kadın ya da erkekte aramıyor, bilakis onu esas sahibi Allah azze ve celle’de olduğunu söylüyoruz.

Çözüm, kadını evinden dışarı çıkarmak değildir. Kadını hak ettiği yere oturtturmaktır asıl çözüm. Ancak o zaman kadın gerçekten özgürlüğü ve gerçek huzuru bulabilir. Bunun dışında öne sürülen her çözüm, çözümsüzlük ve karmaşadan başka bir şeye sebep olmayacaktır.

وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِّتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُم مَّوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.
(RÛM /21)



24.09.2012
 
E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Guest
İnsanın ahlaki yönden fıtratında bulunan doğruluk anlayışı;hükümde ve mülkte ortak istemeyen ve zayıfları kendisine kul yada köle yapma anlayışı ile tarih boyunca gücü elinde tutanlar tarafından,kelimelere farklı manalar vererek,etkisiz hale getirme,içini boşaltma,ve yalanlama ve övgü yergi yöntemleri ile asıl alınması gereken mesajın değiştirilmesi suretiyle saptırılmıştır.Sapanlar daima mesajı doğru yerden okuyamadıkları için,kendilerini etkisinde kaldıkları öğretilerin dayatmasıyla kendilerini hep doğru yol üzerinde bulunduklarını zannetmişlerdir.Var olan ahlaki ve imani değerler yerini heva ve şeytani değerlere bırakmıştır.Var olan bu kokuşmuşluk günümüzde de her dönem yeni felsefi düşünce akımlarıyla başka başka etkileşimlere götürülmektedir.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt