Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Duyuru İsmailağa lideri Mahmut Ustaosmanoğlu vefat etti

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Alketa Çevrimdışı

Alketa

2024 Resmi Kitap Sponsoru
İslam-TR Üyesi
Müslümana buğz etmek değil, onu sevmek esastır. Seleften bazı imamların bidatçılarla ilişkiyi kesmesi kendi içtihatlarıdır, doğru da olabilir hatalı da. Sahabe'ye bakarsak onlarda böyle bir tutum olmamıştır. Hz. Ali Haricilere bizimle savaşmadıkları müddetçe camilerimize gelebirler, ganimete feye ortak olurlar demiştir. Sapık düşüncelerine rağmen.
Selef dönemi bizim dönemimizden farklı, onlar halifenin idaresi altında yaşıyordu, siyasi birlikleri vardı. Siz bidat ehli gördüğünüz insanlarla ilişkiyi keserseniz, nasıl siyasi bir birlik oluşturabilirsiniz?

Bir kardeş ıslah olmayacaklarsa dağılmalarını isterim demiş. Bu insanların var olması, ateistlerin, Kemalistlerin, milliyetçilerin varlığından daha iyi değil midir? Onlara karşı İslam'a güç katmaz mı? Bir de böyle düşünün.

İkincisi, getirdiğiniz ayet Hristiyanlar için inmiştir.

Yukarıda Vasat kardeşin ve la tesubbu ayetini getirmesini de anlayamadım. İsmail Ağa Cemaati Allah'a mı söver?

Üçüncüsü, Mahmut Hoca'yı değerlendirirken kendi söz ve fillerinden hareket etmek gerekir. Adam felç ve uzun yıllardır konuşmuyor. Bu durumda onun adına söz söyleyen çıkabilir, ve buna engel olamaz. Örneğin duyduğuma göre zamanında onun adına Özal için oy toplayanlar olmuş, o da sorulması üzerine kızmış bunu desteklemediğini söylemiş. Tabi tevessül ve rabıta hakkında görüşleri aynı, ancak müritler bu gibi konularda konuşurken daha aşırıya kaçabilirler.

Nijerya başta olmak üzere sair beldelerde Selefilerin ve Sufilerin İslam için birleştiği gibi biz de Anadolu'da müminler olarak birleşmeliyiz, Kemalistler'e ve ateistlere karşı ortak cephe oluşturmalıyız. Yeterince düşmanımız var dünyada, daha fazlası kaldırılmaz.

Çok guzel ifade etmissin bende boyle düşünüyorum.
Kemalistler zıvanadan çıktı bugün mesela.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
"Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren, Allah için vermeyen kimsenin imanı tamamlanmıştır."
(Ebu Davud sahih senedle)

Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
"İmanın en sağlam kulpu; Allah için dost olmak, Allah için düşman olmak, Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir."
(Ahmed sahih senedle)
 
Vasat Çevrimdışı

Vasat

Üye
İslam-TR Üyesi
Yukarıda Vasat kardeşin ve la tesubbu ayetini getirmesini de anlayamadım. İsmail Ağa Cemaati Allah'a mı söver?
Burdakiler eleştiri yaparken öfkelerine hakim olsun diye uyarı amacıyla yazmıştım. Bu şirk ehlini çok kızdırırlarsa bu şirk ehli bize söver. Bize yani Allah'ın dinine uyanlara sövmeleri Allah'ın dinine sövmeleridir. Allah'ın dinine sövmek de Allah'a sövmekle eşdeğerdir. Anlaşılmayacak bir şey yok ama burdakiler şirk ehline kızmak yerine savunacak duruma gelmiş ona şaşırdım. Ömrünü şirki yaymaya adamış birini müslüman kardeşimiz yaptınız ya ona şaşırdım. Birinin şirk işleyip işleyip müslüman kalabilmesi nasıl oluyor? Zorlama yok cehalet yok tevilleri komple çürük olup, şirk işleyen biri yine de müslüman kalabiliyor mu? Bu dini bu kadar ılımlı bilmezdim baya bir genişmiş.
 
Vasat Çevrimdışı

Vasat

Üye
İslam-TR Üyesi
Mahmud Hocanız

Mahmud Hoca Kimdir?

Mahmud Hoca: Peygamber Söyledi Bende Tefsiri Yazdım

Mahmud Hoca: Allah , Kendine Namaz Kılar. Allah, Hem Âbid, Ham Mâbud'dur!

Mahmud Ustaosmanoğlu: Azab Meleklerine 'Nakşıbendi Tarikatının Halidi Kolundanım' Dersen Bırakırlar




Mahmud Hoca'nızın yetiştirdiği Sapık:





***


Mahmud Hocanızın Kitablarındaki Şirk, küfür ve Bid'at İtikadları!
Tasavvuf Büyüklerinin Kendi Eserlerinden Küfür Akideleri !
MAHMUT USTAOSMANOĞLU (Efendi hazretleri !)

Allah razı olsun.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kendisini tekfir eden,
mucahid Talibana karşı kâfir İngilizlerin savaşı kazanabilmesi için ücretli Ajanlık yapabilmeye uygun Cübbeli Zındığının akidesini aldığı hocasının cenazesine tâziye yayınlamada İsmailağa tarikatını detaylı tanımadığından Taliban cehâletinden ötürü mâzur olabilir. Bu durum tıpkı Mısır'lı Yusuf el Karadavi'nin öncülüğünü yaptığı (Dünya Müslüman âlimler Birliği) Kurumun İsmailağa tarikatının kurucusu Mahmud Hocanın akidesini araştırmadan ve yanlış yönlendirilerek "asrın muceddidi" ilan etmesi gibidir. Zira Yusuf el Karadavi, eserlerinde Mahmud hocanın akidevi meselelerini sapıklık ve şirk olarak zikretmektedir. Taliban'ın taziyesi de bu minvalde değerlendirilmelidir.


***


***
Yusuf el Karadavi'nin konuşma metninde anlaşılıyor ki; etrafındaki kimselerin Cübbeli bayraklı Ahmed'in hocası Mahmud h. hakkında Kendisine yanlış bilgiler verilmiş; bu kişi ve cemaatinin bidat ve hurafeden uzak olduğunu, Kuran ve sunnet üzere amel ettiği aktarılmıştır. Kendisi de bu sebeble O vasıfları saymıştır.
Halbuki hepimizin de bildiği gibi şirk , hurafe ve bidat bulunmakta, Yusuf el Karadavi de eserlerinde, rabıta, vahdeti vucud, hulul, kabirden yardım , uydurma hadis peydahlayanlar hakkında çok şiddetli reddedip İslamda yeri olmadığını vurgulamaktadır.

Yıllarca, sapık, mezhebsiz, vahabi diye reddetikleri Yusuf el Karadavi ve benzeri alimler, kendilerini hataen onayladı diye, dünyadaki şu kadar Alim! bizi onayladı diyerek, reddettikleri Vehhabi(!) alimlere sarılmışlardır.

Kardeşlerim , bir alimden bu tarz hatalar görülebilir.
Şunu bilin ki Yusuf Karadavi'ye bizler görüşüp tek tek durumu anlatsak eminim bu görüşünden (sözünden) vaz geçecektir. Ama farklı zihniyetteki kişilerle görüşülüp, her sapığın kendisini Kuran ve sünnete uyan hak üzere görmesi gibi hatalı tanıtılması üzere; bunun sonucunda pek çok eserlerinde kendilerini reddetmesine rağmen muvahhid muslumanlar gibi tanıtılıp öyle açıklama yapmasına sebeb olunmuştur.

Bu sebeble, sırf bu konuşmayı ele alarak Yusuf el Karadavi hakkında sofiler ve şirkleri hakkında böyle konuşuyormuş gibi anlayıp karşı çıkmayalım. Bununla birlikte Yusuf el Karadavi'nin karşı çıktığımız daha başka yanlışları da yok değildir.

Demek istediğim; sofiler bu meseleyi kendi lehlerine kullanmak isteyebilirler. Bu kişilere " Yusuf el Karadavi'ye sizdeki şirklerden bahsedilmemiştir. Bu sebeble böyle hatalı konuşmuştur. Oysa sizin falanca şirkleriniz için sizlere kitablarında şöyle ağır eleştirileri vardır" diyerek bu saptırmalarının önüne geçiniz.

Yusuf el Karadavinin Sofi, İsmail ağa cemaatinden olduğuna inanmıyorum. Bu onun hakimiyet noktasında hatalarını gizlediğim veya çeşitli hatalarını normal gördüğüm anlamına gelmez. benim sözüm Sapkın sofiye ödül verilmesiyle ilgilidir. Ve bu konuda eğer kitablarında yazanları inkar ediyor veya bu inancından döndüğünü ispatlarsanız bende onun bu konudaki sözlerin hatalı olduğunu, bu yaştan sonra Mahmud hocanın muridfliğine geçtiğini kabul ederim . Ayrıca Yusuf el Karadavi denilen kişinin normal zamandayken dahi hatalı görüşleri olduğunu biliyorduk ama sofiyyeyi övüp ödül verecek kadar sapıttığına şahid olmamıştık. Çünkü benim sözlerim tasavvuf hakkındaki evvelki konuşmalardır.

İşte buna örnek:


Tasavvufun İç Yüzü

Soru:

Sofilik ve tasavvufun iç yüzü, hakkikatı nedir? Tasavvufun islam'daki yeri nedir? Duyuyoruz ki sofilerden bazıları ilmiyle, ameliyle İslam'a hizmet etmektedir. Bununla beraber sofilerin diğer bir kısmının da İslamı bid'at ve dalaletlerle yıktığını duyuyoruz, bunlarla öbürlerinin arasındaki fark nedir?

Cevap:

Tasavvuf bir çalışma metodudur. Hemen hemen bütün dinlerde bulunur. Daha çok ruhani tarafa dalmayı esas alıp bu konularla fazla ilgilenmekten ibarettir.
Bu şekil bir çalışma diğer bir çok dinlerde bulunur.
Hintliler'de bu şekil bir çalışma vardır. Hindistan'da fakir insanlar güya kendilerine göre ruhlarını terbiye edip terakki (yükselme) amacıyla kendilerine türlü eziyetler ediyorlar. Hıristiyanlıkta da bu tür çalışma vardır. Rahiplik sisteminde ise daha çoktur.
Fârisilerde ruhu yüceltmek için Maniy mezhebi vardır. Yunanlılar da bu amaçla Revakiler mezhebi ortaya çıkmıştır. Daha birçok memleketlerde de insanların fiziki yapılarına verdikleri önemi ruhi yapılarına da vermeleri gerektiği konusunda bir sürü çekişmeler yaşanmıştır.
Ama İslam gelir gelmez ruh ile beden, akıl ile vücut hayatlarını eşit bir şekilde ölçüye koymuştur.
İslam'ın tasavvur ettiği manada insan: Beden, akıl, ve ruhtur. O halde bu cüzlerden her birinin hakkını vermek müslümanın görevidir.
Zira Peygamberimiz (sav) ashabı arasında bu cüzlerden birine daha fazla önem verenleri ikaz etmiştir.
Nitekim devamlı oruç tutup hiç yemiyen, devamlı ibadet edip hiç uyumayan ailevi ilişkilerini tamamen askıya alan Abdullah bin Amr İbni As'ın haberi Peygamberimiz'e ulaşınca Peygamber (sav) kendisine şöyle buyurmuştur:
"Ey Abdullah, şüphesiz gözlerinin, ailenin ve vücudunun senin üzerinde hakkı vardır, o halde her hak sahibine hakkını ver."
Aynı şekilde sahabelerden bir kısmı, Peygamber (sav)'in hanımlarına onun ibadetinden sorduktan sonra sanki azımsayarak birbirlerine şöyle dediler: "Rasulullah (sav) nerde biz nerde. Zira onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir." Bunun üzerine içlerinden bir tanesi; "Ben bundan sonra devamlı oruç tutacağım. Bir günümü dahi yiyerek geçirmeyeceğini." Diğeri, "Ben de geceleri hep ibaretle geçireceğim, kesinlikle uyumayacağım." Bir başkası da, "Ben de kadınlardan kaçınacağım, kesinlikle evlenmeyeceğim" diyerek belli ibadetlere nezrettiler.
Onların bu sözleri Peygamber (sav)e ulaşınca, onları derhal toplayarak şu konuşmayı yaptı: "Dikkat edin, içinizde Allah'ı en çok bileniniz, ondan en çok korkanınız benim. Buna rağmen ben gecenin bir kısmında kalkıp ibadet ediyor, diğer bir kısmında da uyuyorum. Bazen oruç tutuyor, bazen yiyorum, hem ben kadınlarla da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir."
İşte İslam'ın hayat ölçüsü bu noktadan hareketle başlamış ve her cüze kendi hakkını vermiştir. Ancak tasavvufçular insanların madde ve akla ehemmiyet verdikleri sırada kendilerini göstermişlerdir. İnsanların maddeyi önemsemeleri de fetihlerin yaygınlaşması neticesinde bazı insanların zenginleşmesi ve insanların iktisadi hayatlarının güllük gülüstanlık olması neticesinde ortaya çıkmıştır. Maddeye aşırı derecede ağırlık veren insanlar her şeyi akıllarıyla halletmeye başladılar. Bunun neticesinde iman adeta felsefeye, kelam ilmine ve münakaşaya dönüşmüş gibi bir hal ortaya çıktı. Bunlar da ruhu doyurmuyorlardı. Hatta Fıkıh ilmi bile sanki azalarla yapılan ve insanın dış yüzüne ait kalple alakası bulunmayan, ibadetlerin zahiri görünümüyle ilgilenen bir ilimden ibaret olmaya yüz tutmuştu.
İşte tam bu sırada tasavvufçular bu boşluğu doldurmak ve ne fıkıhçıların ne de kelamcıların beceremediği bu işi becermek istediler. İnsanların dıştan önce iç yüzlerini temizlemeyi, kendilerini nefislerinin hastalıklarından kurtarmayı amaç edindiler. Kalp amellerine öncelik tanıyan ruhi ve ahlaki terbiye ile meşgul oldular, var güçleriyle parlak düşünceleriyle ruh ve ahlaki yapılarını temizlemeye yönelten tasavvufçular ortaya çıktı. Hatta bazı sofiler, "Tasavvuf ahlaktır, kim ahlakını artırırsa tasavvufunu artırmış olur", demişlerdir.
İlk sofiler kitap ve sünnete bağlı, Allah'ın belirlediği sınırlar önünde duran düşüncede ve sülükte bidat ve uydurukları kaldırıp atan insanlardır.
Tasavvuf önderlerinin eliyle bir çok insan İslama girmiş bir çok insan, hatta sayılmayacak sayıda günahkar tevbe etmiştir. Onlar ancak taassup ve kendini beğenenlerin inkar edebileceği, Ruhi marifet ve tecrübeler servetini geride bırakmışlardır.
Ne var ki tasavvufçulardan da bir çoğu bu konuda çok aşırı giderek işi aslından ve doğru yolundan çıkarttılar. Öyle ki bazılarının İslami olmayan sözler söyledikleri herkesçe bilinmektedir. Mesela, hakikat ve şeriat mefhumlarını ortaya atmaları gibi... Buna göre mahluka da kim şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur. Kim hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür. Tasavvufçuların bazılarına göre vicdanlar ve gönüller hükmün kaynağını oluşturabilmektedir. Yani kişi bir hükmü çıkartmak için kalbine ve vicdanına danışabilir. Yine bunların bazıları hadisçilerin, "bana filanca şahıs falanca şahıstan aktardı" dedikleri gibi, "bana Rabbimden aktarıldı" veya şöyle derler: "Siz ilminizi ölülerden alıyorsunuz, bizse ilmimizi hiç ölmeyen diriden (Allah'tan) alıyoruz" yani kendilerine göre direkt semadan vahiy almaktadırlar.
Bu taşkınlığın bir çeşididir. Yine buna benzer bir başka çeşidi de, terbiye yönüyle müridin şahsiyetini yok sayacak şekilde taşkınlık yapmaktır. Onların şu sözleri buna örnektir: "Şeyhinin huzurunda mürid, gasilin önündeki ölü gibi olmalıdır. Kim şeyhine "Niçin?" derse felah bulamaz, kim itiraz ederse dergahtan kovulur."
Bu tür hareketler müslüman çocuklarının bir çoğunun azimlerini katletmekte ve onlara olumsuz teslimiyet ruhunu oluşturmaktadır. Mesela onların: "Kullarına dilediğini yapıyor. Mülkünü sahibine bırak, yaratılanı yaratanla başbaşa bırak" vs. sözleri buna örnektir.
Yani böyle demekle tüm değişimin fesat, zulüm ve diktatörlüğün önünde elpençe durulması gerektiğini ifade etmektedirler. Bu düşüncede öbürleri gibi sofilerin sayesinde ortaya çıkan bir uyduruktan ibarettir.
Fakat şunu ifade edelim ki, ehli sünnet ve selef ulemasının çoğu, tasavvuf ilimlerini kitap ve sünnetle tashih ederek onlarla bağdaşmayanları ortaya koymuşlardır. Özellikle selef ulemasının araştırmacıları bu konu üzerinde uyarıda bulunmuşlardır. Mesela İbni Kayyim gibi bir alimin, ne ifrata ne de tefride kaçmadan tasavvuf ilimlerini itidal içerisinde kitap ve sünnet terazisiyle tarttığını görüyoruz. Bu ölçü dahilinde tasavvuf konularını içeren değerli bir eser yazmıştır. Bu eserin adı "Midracussalikin İlame-nazilissairin"dır. Bu eser Hanbeli mezhebine mensub Şeyhülislam İsmail el-Harevi'nin "Menazilussairin ila mekamati iyyake nebudu ve iyyake nestein" adlı kitapçığının şerhi (açıklamasıdır.) Bahsettiğimiz kitap üç ciltten ibaret olup konuları tamamen kitap ve sünnet ışığı altında işlenmiştir. Biz bu kitabı rahatlıkla okuyup istifade edebiliriz.
Meselenin özü şudur: Her insanın söyledikleri doğru olacak, diye bir şey yok, söylediklerinin bazıları alınıp bazıları terkedilebilir. Hüküm hatadan masum olan, kitab ve sünnetten ibaret olan nastadır.
Dolayısıyla biz; tasavvufçuların, Allah (cc)'a itaat etmek insanların birbirlerini sevmeleri, nefsin kusurlarını, şeytanın tuzaklarını ve bunların ilacını öğrenmek ve kalpleri yumuşatacak ahireti hatırlatacak metodlarına önem vermek gibi aydınlatıcı taraflarını alabiliriz.
Biz kendimize lazım olan çoğu ilimleri onların kötü ve aşırı taraflarından sakınarak, kitap ve sünnet terazisiyle tartan bazı tasavvufçulardan (İmam Gazali gibi) öğrenebiliriz. Tabii bunu yapabilmek için ilim ve marifet ehli olmak lazım, yoksa herkesin bu işe gücü yetmez.
Allah (cc) muvaffak etsin. 612

Tasavvuf

Soru

Biz, kültür ve meşrepleri değişik olan insanlar biraraya gelerek oturmuş bazı dini konularda tartışıyorduk. Bu sırada laf lafı açarak konuşma bizi tamamen görüş farklılığı içinde olduğumuz bir konuya getirdi.
İhtilaf içinde olduğumuz konu tasavvuf onun kitapları tarikatları fikri ve terbiyevi metotlarıdır.
Kimimiz tasavvufu tamamen silip atarak onu esas İslam'ın zıddı kabul ederken kimimiz de tasavvufun marifet zevk ve suluk bakımından islam'ın özüne ulaştıran tek yol olduğuna itibar ederek onu kayıtsız şartsız kabul etti.
Her birimizin düşünce yolunu çizen kültür yapısı değişik olduğu için hiç birimiz bu konuda ortak ve kesin bir görüşe varamadık.
Bu yüzden bizim sizden istediğimiz tasavvufun çerçevesini doğuşunu amacını, seçkin ve ayıp taraflarını açık ve net bir şekilde açıklamanızdır ki, biz de bu sayede lehine ve aleyhine hiç bir taassuba kapılmadan bir delile dayanarak tasavvuf konusunda tavrımızı belirleyelim.
Allah istediğiniz her konuda sizleri muvaffak etsin ve ilimlerinizle müslümanları faydalandırsın. 613

Cevap

Biz bundan önceki fetvamızda bu konuyu arz etmiştik. Ancak gerek övenlerin gerekse yerenlerin ifrat içinde olmaları; bu nedenle meselenin hakikatini ortaya koyamamaları sebebiyle, ehemmiyetine binaen konuya bir defa daha dönmemize bir mani yoktur. Zaten yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü konu biraz daha açıklamaya muhtaçtır.
Tasavvufa bilinçli bir şekilde yönelmek isteyenlerin yolunu biraz daha aydınlatmamızda bir beis görmüyorum.
Sahabe ve onların terbiyesi altında yetişen tabiin devrinde müslumanlar, İslam'ın tümünü kendi ölçüsünde eşit bir şekilde ifrata tefrite kaçmadan gerektiği kadar detay ve derinliğe dalarak hem öğreniyor, hem de öğretiyorlardı. Onlar bir tarafı diğer taraf üzerine tercih etmiyor. Hepsine eşit ölçüde değer veriyorlardı. Bedenin batınıyla (iç yüzüyle) ilgilenirken dış yüzünden gafil kalmıyor, dış yüzüyle ilgilenirken de, iç yüzünden gafil kalmıyorlardı. Bilakis onlar, akıl, ruh ve bedenle toptan ilgileniyor, aynı ehemmiyeti gösteriyorlardı. Toplumu fertle beraber değerlendiriyor, dünya ve ahiret maslahatlarını daima gözetiyorlardı. Fıkıhçıların: "Kulların maslahatları hem dünyada hem de ahirettedir" sözlerinin en güzel örneği idiler. Ama dahili veya harici nedenlerle hayat gelişip zor şartlarla karşılaşılınca İslam toplumunda kimileri (Kelamcılar gibi) tüm maksadlarını akıl tarafına sığdırdı. Kimileri de, mesela fıkıhçılar gibi, büyük bir ağırlıkla zahiri amellerle ilgilendi. Bu arada kimilerini de dünyanın değersiz hayat ve madde sevgisi meşgul ederek onları madde ve geçim derdine boğdu. Örneğin zengin yöneticiler ve onların kafilesinde yürüyen dünyanın diğer talipleri gibi. Bu sırada tasavvufçular ortaya çıkarak çok önemli ve ihmal edilen, ne fıkıhçıların ne de kelamcıların dolduramadıkları boşluğu doldurmak ve insanlığı dünyanın eşya ve süslerinden kurtarmak için İslam hayatında ruh ve nefis taraflarını ilgilendiren tasavvuf mefhumunu gündeme getirdiler.
Selef uleması yukarda belirttiğimiz gibi İslam'ı bir bütün olarak kabul ediyor, dini oluşturan İslam iman ve ihsan mefhumlarını eşit ölçüde yaşıyorlardı. Daha sonra fıkıhçılar İslam'ın zahiri hükümlerini öğrenmekle tanındılar ve yalnızca bu tarafla ilgilendiler. Kelamcılarda itikadi konular ve bu konuların etrafında ihtisas yaptılar. Hal böyle iken geride yalnızca ihsan mefhumu kalmıştı, tasavvufçularda gelip biz de ihsan konusunda ihtisas sahibiyiz dediler. Tasavvuf insanı her şeyden çekip yaratılışın son gayesine ulaştırmaya çalışmaktadır. O gayede nefisle mücadele ve lüks hayatı terketmek yoluyla insanı, Allah'ın gazabından ahiretin azabından kurtarıp şeriatın edebiyle edeplemek ve ona Allah'a saygıyı öğretmektir. Sonraları tasavvuf alimlerinden nefis terbiyecilerinden bazıları Allah'tan (korkmak ve korkutmak) tarafında çalışmıştır. Örneğin Hasan-i Basri Hazretleri gibi daha sonra bu mefhum yerini yavaş yavaş, hubbi ilahi (Allah'ı sevmek) adı altında yeni bir unsur almıştır. Bu unsur Rabiatu'l Adviyye (ö. hic. 180)'nin şiirinde, Ebu Süleyman ed Derani (ö. hic. 210)'nin Zinnu'l Mısri (ö: Hic. 245)'nin, Ebu Yezid el-Bestami ve diğer tasavvufçuların sözlerinde görülmektedir. Bu alimler Allah'a itaati ve farzları yerine getirmeyi ne cehennem azabı korkusuyla ne de cennet isteğiyle yapmadıklarını bilakis Allah'ı sevdikleri ve ona yaklaşmak istedikleri için yaptıklarını serahaten (açıkça) söylüyorlardı.
Hatta bu konuda Rabia'nın şu sözü, şöhret kazanmıştır: "Onların hepsi ateş korkusundan ibadet ediyorlar, ondan kurtulmayı büyük bir pay görüyorlar, veya cennet bahçelerine girip nimetlerden nasiplerini almak ve selsebil adındaki cennet çeşmesinden içebilmek amacıyla ibadet ediyorlar. Benimse cennet ve cehennemde payım yoktur, çünkü ben sevgimin yerine geçecek bir şey aramıyorum."
Daha sonra tasavvuf ruhi ve ahlaki terbiye olmaktan çıkıp İslam'ın temel prensiblerinden tamamen uzak garip kavramlara sahne olan bir felsefe halini almıştır. Bunun en bariz örneği, hulul ve vahdetü'l vücud mefhumunu savunmaktır. (Hulul ve vahdetü'l vücud, Allah'ın kainattaki tüm eşyanın suretine girmesi ve onda zuhur etmesi anlamında bir kavramdır, dileyen konuyu akaid ve kelam ilmine ait kitaplardan detayıyla öğrenebilir). Evet tasavvuf aldatıcının aldatmasına uğrayıp, ben Allahım diyen Hallacı Mansur'un eliyle epeyi bir değişiliğe uğramıştır ve bu söz yaratıcının (Allah'ın) yaratılanın suretine hulul ettiğini söyleyen bir mezhebin görüşüne göre söylenmiştir.
Hıristiyanlar da Mesih (İsa a.s.) hakkında böyle söylemişlerdi. Hallac'ın bu değişimi tüm fıkıhçıların gazabını kazanmasına neden oldu ve hicretin 309. senesinde katledildi tasavvufçuların bir çoğu kendilerinin Hallac'ın düşüncesinden uzak olduğunu söylemektedirler.
Daha soma "vahdeti vücud" felsefesinin bu değişiminin Muhyiddin Arabi'nin kendi mezhebi üzerine telif ettiği eserlerden anlaşıldığına göre, daha da arttığını görüyoruz. Muhyiddini Arabi (ö. Hic. 638) ve onun gibi, Allah'tan başka hiç bir varlığın olmadığını kainatta ikiliğin düşünülemiyeceğini iddia edenlere göre tasavvuf tamamen değişmiştir. Bunlara göre yaratan ve yaratılan Rab ve merbub olayı ortadan kalkmıştır.
Ahlakın direği olan mesuliyeti tamamen ortadan kaldırıp iyilerle kötüler, muvahidlerle putperestler arasını eşit kabul eden bu felsefeye göre, her şey hakkın (Allah'ın) ekranıdır.
İbni Arabi bu amaçla şöyle demiştir:
"Andolsun ki benim kalbim her şekli kabul eder hale geldi. Benim kalbim rahiplere manastır, geyiklere mera (otlama yeridir) putlara ev, Kabe'ye örtü, Tevrat ve Kuran mushaflarının kabıdır."
Gerçekte bu mezhep viraneler mezhebinden ibarettir.
Bu tasavvufi akımların ardından insanlar, tasavvuf konusunda farklı görüşleri taşımaya başladılar. Kimisi onların lehinde taassuba dalmış, onların daima iyiliklerini dile getirmiştir. Her konuda onların düşünceleri doğrultusunda kendini yönlendirerek hata bile olsa, onları himaye etmiştir. Hatta onların hata ile hükmedebileceklerini hiç bir zaman düşünmemiştir. Kimisi de tasavvufçuların aleyhinde bir taassuba kapılmış ve her konuda onları kötüleyerek, tasavvufun İslam'la alakası olmadığını hatta Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve diğer dinlerden alınıp İslam'a sokulduğunu iddia etmiştir.
Ama insafın gereği şunu söylememiz lazımdır ki; tasavvufun İslam'da inkar edilmiyecek kökü, kimseye gizli kalmıyacak derecede genel prensiplerini içeren özü vardır. Biz bu hakikati Kur'an'da, sünnette, Efendimizin ashabının sade hayatlarında müşahade ediyoruz. Örneğin Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra), Selmani Farisi (ra), Ebu Zer Gıfari (ra) ve daha birçok sahabi.
Kur'an ve sünneti okuyan herkes, bu iki kaynağın birçok kere dünya hayatının fitne ve süslerinden sakındırıp tüm arzuları Allah'a ve ahirete yönlendirdiğini, kalpleri cennete ve içinde olan Allah'ın rızasına, O'nun yüce cemaline bakmaya teşvik için tahrik ettiğini, cehennem ve içinde olan maddi ve manevi azaptan korkuttuğunu müşahade edecektir. Bununla birlikte Allah'ın kullarını sevdiğini ifade eden ayetlere de rastlayacaktır. Örneğin Allahu Teala'nın şu sözleri: "O, onları seviyor onlar da onu seviyor." "İman edenler Allah'ı herşeyden daha çok seviyorlar." "Allah ihsan sahiplerini sever." "Allah sabredenleri sever." "Şüphesiz Allah, onun yolunda tek bir sıra olarak kurşunla dökülmüş bina gibi sağlamca savaşanları sever." Bütün bunlarla birlikte Kur'an ve birçok hadiste, Züht, tevekkül, tevbe, şükür, yakın, (tam teslimiyyet) takva, murakabe (yaptıklarını kontrol etmek) ve benzeri dini değerlerin varlığım görecektir. Bu değerlerle ilgili açıklanılan, yorumlan kendi aralarındaki düzenleme ve fazilet sıralamalarını tasavvufçuların haricinde kimsenin gerektiği kadar yapmadığını görüyoruz.
İşte bu yüzden tasavvufçular, ümmetin taifeleri içinde nefsin ayıplarını daha iyi tanıyor, kalb hastalıklarını şeytanın tuzaklarını daha güzel biliyorlar. Aynı şekilde tasavvufçular suluk (tarikatte ilerleme) ve saliklerin (ilerleyenlerin) hallerine ve onları terbiye edilme metoduna daha çok yardımcı oluyorlar. Bu sayede nice isyankarlar onların yol göstermesiyle tevbe etmiş, nice kafirler de müslüman olmuştur. Fakat tasavvuf ilk devirde dini ibadetlerde ahlakı terbiye etmek ve ibadetleri yalnızca Allah'a yapmak amacını taşıyordu. İbnu'l Kayyim'inde dediği gibi, kıvamı kişinin iradesi altında idi. Ama daha sonra İslami ahlakın ilmi olmaktan çıkmış bir marifet nazariyesine dönüşmüş, nefsi temizleme yolundan yürüyerek keşif ve feyzi ilahi olmaya koşmuştur. Daha sonra da bildiğimiz değişiklikler meydana gelmiştir.
Bu yüzden yabancı etkenlerden bazı şeylerin tasavvufa sızdığını inkar etmek, kişiyi ifrat ve tefritin ortası olan İslam'da itidal vasfından çıkartıp rahiplerin uğradığı katılık gibi katılığa, Budistlerin uğradığı aşırılık gibi aşırılığa götüren mukaberet (büyüklük taslamak)tan ibaret olur.
Sofilerin yanında meydana gelen değişim görüntülerinin bazıları şöyledir:
1- İyiyi kötüden, doğruyu yalnıştan ayırabilecek bir seviyede şahsi zevk, vicdan veya ilhamın varlığına itibar etmek, hatta bu konuda tasavvufçuların bazıları daha da aşırı giderek, hadis ulemasının, "Falan hadisçi filancadan, o da Resulullah'tan bize aktarmıştır" sözlerine karşılık, "Kalbim bana Rabbim'den aktarmıştır" gibi sözler sarfetmelerine sebep olmuştur..
2- Şeriat ile hakikati birbirinden ayırmaları ve şu sözleri: "Kim mahlukata şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur, kim de hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür." Bu söze göre ne kafirle harbedilir ne de inkar eden yadırganabilir.
3- Kur'an ve sünnetin metoduna uymayan bir tarzda dünya işini aşırı bir biçimde hakir görmeleri. "Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver." "Ey Allahım kurtuluşumun bağlı olduğu dinimi güzelleştir. (Yani kurtulmamın temelini oluşturan dini konularda beni başarılı kıl) İçinde yaşadığım dünyamı da iyileştir (yani geçimimi güzelleştir)." Onların bu tutumu sahabenin metoduna da muhaliftir. Nitekim sahabenin tutulan ve diğer sahabilerce benimsenen şu sözü bu metodu ifade etmektedir. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."
4- Müslümanların genelini etkisi altına alan ve onlara, "insan belli bir yolda yürütülendir, seçenek hakkı yoktur" fikrini aşılayan, "yapılan yıkımlara karşı durmanın, batılla savaşmanın hiçbir faidesi yoktur," fikrinin temeli olan ve tasavvufçuların bir çoğunda bulunan iradesizlik ve zorunluluk fikri... Bu fikre göre Allah (cc) kullarını dilediği doğrultuda götürür kulların seçenek hakları yoktur. Hatta bu fikre binaen aralarında şu söz meşhur olmuştur: "Mülkünü sahibine, yarattığını halikine bırak." Bu fikir müslümanların bir çoğunda hezimet ve sürünmek ruhunun galip olmasına sebep olmaktadır.
5- Suluk ve düşünce terbiyesiyle müridin şahsiyetini inkar, itiraz bir yanda dursun, onun münakaşasını bile yapmayacak. Yok demek bir tarafta kalsın, "niçin" bile diyemeyecek derecede hiçe saymak. Bu fikre dayanarak şu kelimeleri sarf etmektedir ler: "Şeyhinin huzurunda mürid yıkayıcının önündeki ölü gibi olmalıdır" "Şeyhine "niçin?" diyen felah bulamaz."
Son zamanlarda bu tür fikirler yaygınlaşmış ve samimi olmalarına rağmen birçok müslüman da bu fikirleri kabul etmiştir. Bu yüzden müslüman ülkelerde yeniden İslami kalkınma hamlesinin sabahı yaklaşınca, birçok kültürlü insan bu olumsuz fikirlerin İslam olduğunu zannederek İslam'ın asıl evrensel hükümlerini bilmedikleri için ondan yüz çevirmiş çok azı geri dönmüştür.
Hem burada şunu da eklemeliyiz ki, ifrat ve tefritten uzak olan ve itidal içindeki ilk sofiler haktan uzaklaşmanın ve değişimin çok tehlikeli olduğunu belirterek, şeriatın yanılmaz ve sarsılmaz prensiplerine bağlı kalmanın gerekliliğini vurgulamışlardır.
İbnu'l Kayyim, değişime uğrayan bu sofilerin şeyhlerinden bu konuda birçok sözler nakletmektedir. Bunların arasında bu taifenin şeyhlerinden ve büyüklerinden olan Cüneydi Bağdadi de vardır (ö. hic. 297). Mesela Cüneydi Bağdadi şöyle diyor: "Mahrukata bütün tarikatlar kapalıdır. Ancak Resulullah (sav)'ın izlerini takip edenler hariç." Başka bir sözünde: "Kim Kuran ezberlemiyor, hadis yazmıyorsa bu yolda imam olamaz, çünkü bizim ilmimiz kitap ve sünnete bağlıdır."
Ebu Hafs şöyle der: "Kim hal ve hareketini kitap ve sünnetle tartmaz kötülüklerini yermezse divani ricalden (meşayihten) sayılmaz."
Ebu Süleyman Ed-Derani der ki: "Bazen günlerce kalbime kavmin başına gelen nükteler düşmektedir. Ama ben bunları yalnız iki adil şahitle kabul ediyorum. O şahitlerde Allah'ın kitabı, Resulü'nun sünnetidir."
Ebu Yezid el-Bestami der ki: "Kendisine havada uçacak kadar keramet verilen bir adam görseniz onun Allah'ın emir ve yasaklarına karşı tutumuna, sınırları korumasına, ve şeriatı harfiyyen yaşamasına bakmadan kerametlerine aldanmayın."
Umuyorum tasavvufçular hakkında yapılan yorumların en adaletlisi bir soru üzerine İbni Teymiye'nin verdiği cevaptır. Onun cevabı arasında şu cümleler yeralmıştı: "Onların tarikatları konusunda insanlar çekişmişlerdir. Bir taife sofilik ve tasavvufu kötülemiş ve şöyle demiştir: "Onlar sünnetin dışına çıkan bidat ehlidirler." İmamlardan bir taifenin onları kötüleme konusunda malum sözler sarfettikleri, kelam ve fıkıh ulemasından da bu taifenin görüşünü paylaşanlar olduğu nakledilmiştir. Başka bir taifede onları övme noktasmda ileri gitmiş ve onların peygamberlerden sonra mahlukatın en faziletlileri olduklarını iddia etmişlerdir. Ama her iki tarafta kötüdür."
Doğru olan şudur: Tasavvuf alimleri de diğer alimler gibi Allah'a itaat için içtihat etmektedirler. Dolayısıyla içlerinden kimileri içtihadına göre ilerlemiş ve hakikate yaklaşmıştır. Kimileri de yine cennet ehlinden olmakla birlikte iktisatta kalmıştır. Her iki sınıfla da içtihad edip hata yapan günah işleyip tevbe eden veya etmeyen insanlar olabilir.
Bunlara intisab edenlerden de nefsine zulmeden, Rabbine isyan edenler vardır. Nitekim kendilerine bidat ve zındık ehlinden intisab eden taifeler vardır. Fakat araştırmacılara göre bu tür insanlar tasavvufçulardan değillerdir. Mesela Hallacı Mansur'u tarikatının efendisi Cüneydi Bağdadi gibi bu tarikatın birçok meşayihi, yadırgamış ve onu tarikattan çıkarmıştır.
Allah (cc) herşeyi daha iyi bilendir

(Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar)


 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Müslümana buğz etmek değil, onu sevmek esastır. Seleften bazı imamların bidatçılarla ilişkiyi kesmesi kendi içtihatlarıdır, doğru da olabilir hatalı da. Sahabe'ye bakarsak onlarda böyle bir tutum olmamıştır. Hz. Ali Haricilere bizimle savaşmadıkları müddetçe camilerimize gelebirler, ganimete feye ortak olurlar demiştir. Sapık düşüncelerine rağmen.
Selef dönemi bizim dönemimizden farklı, onlar halifenin idaresi altında yaşıyordu, siyasi birlikleri vardı. Siz bidat ehli gördüğünüz insanlarla ilişkiyi keserseniz, nasıl siyasi bir birlik oluşturabilirsiniz?

Bir kardeş ıslah olmayacaklarsa dağılmalarını isterim demiş. Bu insanların var olması, ateistlerin, Kemalistlerin, milliyetçilerin varlığından daha iyi değil midir? Onlara karşı İslam'a güç katmaz mı? Bir de böyle düşünün.

İkincisi, getirdiğiniz ayet Hristiyanlar için inmiştir.

Yukarıda Vasat kardeşin ve la tesubbu ayetini getirmesini de anlayamadım. İsmail Ağa Cemaati Allah'a mı söver?

Üçüncüsü, Mahmut Hoca'yı değerlendirirken kendi söz ve fillerinden hareket etmek gerekir. Adam felç ve uzun yıllardır konuşmuyor. Bu durumda onun adına söz söyleyen çıkabilir, ve buna engel olamaz. Örneğin duyduğuma göre zamanında onun adına Özal için oy toplayanlar olmuş, o da sorulması üzerine kızmış bunu desteklemediğini söylemiş. Tabi tevessül ve rabıta hakkında görüşleri aynı, ancak müritler bu gibi konularda konuşurken daha aşırıya kaçabilirler.

Nijerya başta olmak üzere sair beldelerde Selefilerin ve Sufilerin İslam için birleştiği gibi biz de Anadolu'da müminler olarak birleşmeliyiz, Kemalistler'e ve ateistlere karşı ortak cephe oluşturmalıyız. Yeterince düşmanımız var dünyada, daha fazlası kaldırılmaz.
Ayetin Hristiyanlar için inmiş olması sadece Hristiyanları kapsadığı bu ümmetten şirk ve bidat ehlini kapsamadığı anlamına mı geliyor? Tefsir alimlerinin bu konudaki sözlerini biliyorsunuzdur eminim.Buna rağmen ayetin sadece Hristiyanları ilgilendirdiği zannınıza şaşırdım.

Sahabenin böyle bir tutumu yok muydu? Ömer radıyallahu anh döneminde müteşabihler hakkında sürekli soru soran adama yaptığını araştırdığımızda bunun sizin zannınız olduğunu anlıyoruz.Zira Ömer radıyallahu anh adamı sürdürmüş ve kimsenin onunla konuşmamasını söylemişti.

3- Birleşme itikadi birleşmeyle olur.İtikadi bir birleşme yoksa o kişilerin bedenleri bir arada olsa da kalpleri bir arada değildir.İtikadlarında bidat, şirk olan insanlarla birleşmek bizim dinimizde söz konusu değildir.Zaten Allah yardımını müminlere vadediyor.Bidatçı ve müşriklere değil.Biz Tevhid etrafında birleşmekle bir bina gibi olmakla mükellefiz.Tuğlaları eşit olmayan kimisi yamuk, kimisi yumuşak, kimisi kırık, kimisi düz olan tuğlaların bir bina oluşturmaları o binanın da ayakta durması düşünülemez.

4- Ayetlerde Allah Subhanehu ve Teala münafıklar cihada katılsaydı, cihadı bozacaklarını, fitne ve fesat yayacaklarını bundan dolayı da cihadın sağlıklı olmayacağını bizlere bildiriyor.Tevbe suresini açıp bakabilirsiniz.Kitapları şirk dolu olan insanları Tevhide değil şirke, bidata, batıla davet eden bu kişilerle birarada olmayı nasıl aklınız alır anlamıyorum.

5-Allah bizlere az da olsak ayrılığa düşmememizi Tevhid etrafında birleşmemizi emrediyor.Ayrılığa düştüğümüzde yardımın zaferin gelmeyeceğini hepimiz biliyoruz.O halde içinde bidatler, şirkler barındırmayan azlık her ne kadar çok görünüp insanın kalbini okşasa da itikatlarına şirk ve bidat inançlar bulaştırmış olanlarla oluşturulan çokluktan hayırlıdır.

6-Mahmud'un kitapları hakkında birçoğunun cübbelinin uydurması olduğunu biliyoruz.Yine birçoğunun da kendi itikadı olduğunu Abdulmuizz abi paylaşmıştı.Ayrıca Cemaatin itikadı birebir hocayla ilişkilidir.Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz.
 
Vasat Çevrimdışı

Vasat

Üye
İslam-TR Üyesi
Kendisini tekfir eden,
mucahid Talibana karşı kâfir İngilizlerin savaşı kazanabilmesi için ücretli Ajanlık yapabilmeye uygun Cübbeli Zındığının akidesini aldığı hocasının cenazesine tâziye yayınlamada İsmailağa tarikatını detaylı tanımadığından Taliban cehâletinden ötürü mâzur olabilir. Bu durum tıpkı Mısır'lı Yusuf el Karadavi'nin öncülüğünü yaptığı (Dünya Müslüman âlimler Birliği) Kurumun İsmailağa tarikatının kurucusu Mahmud Hocanın akidesini araştırmadan ve yanlış yönlendirilerek "asrın muceddidi" ilan etmesi gibidir. Zira Yusuf el Karadavi, eserlerinde Mahmud hocanın akidevi meselelerini sapıklık ve şirk olarak zikretmektedir. Taliban'ın taziyesi de bu minvalde değerlendirilmelidir.


***


***
Yusuf el Karadavi'nin konuşma metninde anlaşılıyor ki; etrafındaki kimselerin Cübbeli bayraklı Ahmed'in hocası Mahmud h. hakkında Kendisine yanlış bilgiler verilmiş; bu kişi ve cemaatinin bidat ve hurafeden uzak olduğunu, Kuran ve sunnet üzere amel ettiği aktarılmıştır. Kendisi de bu sebeble O vasıfları saymıştır.
Halbuki hepimizin de bildiği gibi şirk , hurafe ve bidat bulunmakta, Yusuf el Karadavi de eserlerinde, rabıta, vahdeti vucud, hulul, kabirden yardım , uydurma hadis peydahlayanlar hakkında çok şiddetli reddedip İslamda yeri olmadığını vurgulamaktadır.

Yıllarca, sapık, mezhebsiz, vahabi diye reddetikleri Yusuf el Karadavi ve benzeri alimler, kendilerini hataen onayladı diye, dünyadaki şu kadar Alim! bizi onayladı diyerek, reddettikleri Vehhabi(!) alimlere sarılmışlardır.

Kardeşlerim , bir alimden bu tarz hatalar görülebilir.
Şunu bilin ki Yusuf Karadavi'ye bizler görüşüp tek tek durumu anlatsak eminim bu görüşünden (sözünden) vaz geçecektir. Ama farklı zihniyetteki kişilerle görüşülüp, her sapığın kendisini Kuran ve sünnete uyan hak üzere görmesi gibi hatalı tanıtılması üzere; bunun sonucunda pek çok eserlerinde kendilerini reddetmesine rağmen muvahhid muslumanlar gibi tanıtılıp öyle açıklama yapmasına sebeb olunmuştur.

Bu sebeble, sırf bu konuşmayı ele alarak Yusuf el Karadavi hakkında sofiler ve şirkleri hakkında böyle konuşuyormuş gibi anlayıp karşı çıkmayalım. Bununla birlikte Yusuf el Karadavi'nin karşı çıktığımız daha başka yanlışları da yok değildir.

Demek istediğim; sofiler bu meseleyi kendi lehlerine kullanmak isteyebilirler. Bu kişilere " Yusuf el Karadavi'ye sizdeki şirklerden bahsedilmemiştir. Bu sebeble böyle hatalı konuşmuştur. Oysa sizin falanca şirkleriniz için sizlere kitablarında şöyle ağır eleştirileri vardır" diyerek bu saptırmalarının önüne geçiniz.

Yusuf el Karadavinin Sofi, İsmail ağa cemaatinden olduğuna inanmıyorum. Bu onun hakimiyet noktasında hatalarını gizlediğim veya çeşitli hatalarını normal gördüğüm anlamına gelmez. benim sözüm Sapkın sofiye ödül verilmesiyle ilgilidir. Ve bu konuda eğer kitablarında yazanları inkar ediyor veya bu inancından döndüğünü ispatlarsanız bende onun bu konudaki sözlerin hatalı olduğunu, bu yaştan sonra Mahmud hocanın muridfliğine geçtiğini kabul ederim . Ayrıca Yusuf el Karadavi denilen kişinin normal zamandayken dahi hatalı görüşleri olduğunu biliyorduk ama sofiyyeyi övüp ödül verecek kadar sapıttığına şahid olmamıştık. Çünkü benim sözlerim tasavvuf hakkındaki evvelki konuşmalardır.

İşte buna örnek:


Tasavvufun İç Yüzü

Soru:

Sofilik ve tasavvufun iç yüzü, hakkikatı nedir? Tasavvufun islam'daki yeri nedir? Duyuyoruz ki sofilerden bazıları ilmiyle, ameliyle İslam'a hizmet etmektedir. Bununla beraber sofilerin diğer bir kısmının da İslamı bid'at ve dalaletlerle yıktığını duyuyoruz, bunlarla öbürlerinin arasındaki fark nedir?

Cevap:

Tasavvuf bir çalışma metodudur. Hemen hemen bütün dinlerde bulunur. Daha çok ruhani tarafa dalmayı esas alıp bu konularla fazla ilgilenmekten ibarettir.
Bu şekil bir çalışma diğer bir çok dinlerde bulunur.
Hintliler'de bu şekil bir çalışma vardır. Hindistan'da fakir insanlar güya kendilerine göre ruhlarını terbiye edip terakki (yükselme) amacıyla kendilerine türlü eziyetler ediyorlar. Hıristiyanlıkta da bu tür çalışma vardır. Rahiplik sisteminde ise daha çoktur.
Fârisilerde ruhu yüceltmek için Maniy mezhebi vardır. Yunanlılar da bu amaçla Revakiler mezhebi ortaya çıkmıştır. Daha birçok memleketlerde de insanların fiziki yapılarına verdikleri önemi ruhi yapılarına da vermeleri gerektiği konusunda bir sürü çekişmeler yaşanmıştır.
Ama İslam gelir gelmez ruh ile beden, akıl ile vücut hayatlarını eşit bir şekilde ölçüye koymuştur.
İslam'ın tasavvur ettiği manada insan: Beden, akıl, ve ruhtur. O halde bu cüzlerden her birinin hakkını vermek müslümanın görevidir.
Zira Peygamberimiz (sav) ashabı arasında bu cüzlerden birine daha fazla önem verenleri ikaz etmiştir.
Nitekim devamlı oruç tutup hiç yemiyen, devamlı ibadet edip hiç uyumayan ailevi ilişkilerini tamamen askıya alan Abdullah bin Amr İbni As'ın haberi Peygamberimiz'e ulaşınca Peygamber (sav) kendisine şöyle buyurmuştur:
"Ey Abdullah, şüphesiz gözlerinin, ailenin ve vücudunun senin üzerinde hakkı vardır, o halde her hak sahibine hakkını ver."
Aynı şekilde sahabelerden bir kısmı, Peygamber (sav)'in hanımlarına onun ibadetinden sorduktan sonra sanki azımsayarak birbirlerine şöyle dediler: "Rasulullah (sav) nerde biz nerde. Zira onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir." Bunun üzerine içlerinden bir tanesi; "Ben bundan sonra devamlı oruç tutacağım. Bir günümü dahi yiyerek geçirmeyeceğini." Diğeri, "Ben de geceleri hep ibaretle geçireceğim, kesinlikle uyumayacağım." Bir başkası da, "Ben de kadınlardan kaçınacağım, kesinlikle evlenmeyeceğim" diyerek belli ibadetlere nezrettiler.
Onların bu sözleri Peygamber (sav)e ulaşınca, onları derhal toplayarak şu konuşmayı yaptı: "Dikkat edin, içinizde Allah'ı en çok bileniniz, ondan en çok korkanınız benim. Buna rağmen ben gecenin bir kısmında kalkıp ibadet ediyor, diğer bir kısmında da uyuyorum. Bazen oruç tutuyor, bazen yiyorum, hem ben kadınlarla da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir."
İşte İslam'ın hayat ölçüsü bu noktadan hareketle başlamış ve her cüze kendi hakkını vermiştir. Ancak tasavvufçular insanların madde ve akla ehemmiyet verdikleri sırada kendilerini göstermişlerdir. İnsanların maddeyi önemsemeleri de fetihlerin yaygınlaşması neticesinde bazı insanların zenginleşmesi ve insanların iktisadi hayatlarının güllük gülüstanlık olması neticesinde ortaya çıkmıştır. Maddeye aşırı derecede ağırlık veren insanlar her şeyi akıllarıyla halletmeye başladılar. Bunun neticesinde iman adeta felsefeye, kelam ilmine ve münakaşaya dönüşmüş gibi bir hal ortaya çıktı. Bunlar da ruhu doyurmuyorlardı. Hatta Fıkıh ilmi bile sanki azalarla yapılan ve insanın dış yüzüne ait kalple alakası bulunmayan, ibadetlerin zahiri görünümüyle ilgilenen bir ilimden ibaret olmaya yüz tutmuştu.
İşte tam bu sırada tasavvufçular bu boşluğu doldurmak ve ne fıkıhçıların ne de kelamcıların beceremediği bu işi becermek istediler. İnsanların dıştan önce iç yüzlerini temizlemeyi, kendilerini nefislerinin hastalıklarından kurtarmayı amaç edindiler. Kalp amellerine öncelik tanıyan ruhi ve ahlaki terbiye ile meşgul oldular, var güçleriyle parlak düşünceleriyle ruh ve ahlaki yapılarını temizlemeye yönelten tasavvufçular ortaya çıktı. Hatta bazı sofiler, "Tasavvuf ahlaktır, kim ahlakını artırırsa tasavvufunu artırmış olur", demişlerdir.
İlk sofiler kitap ve sünnete bağlı, Allah'ın belirlediği sınırlar önünde duran düşüncede ve sülükte bidat ve uydurukları kaldırıp atan insanlardır.
Tasavvuf önderlerinin eliyle bir çok insan İslama girmiş bir çok insan, hatta sayılmayacak sayıda günahkar tevbe etmiştir. Onlar ancak taassup ve kendini beğenenlerin inkar edebileceği, Ruhi marifet ve tecrübeler servetini geride bırakmışlardır.
Ne var ki tasavvufçulardan da bir çoğu bu konuda çok aşırı giderek işi aslından ve doğru yolundan çıkarttılar. Öyle ki bazılarının İslami olmayan sözler söyledikleri herkesçe bilinmektedir. Mesela, hakikat ve şeriat mefhumlarını ortaya atmaları gibi... Buna göre mahluka da kim şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur. Kim hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür. Tasavvufçuların bazılarına göre vicdanlar ve gönüller hükmün kaynağını oluşturabilmektedir. Yani kişi bir hükmü çıkartmak için kalbine ve vicdanına danışabilir. Yine bunların bazıları hadisçilerin, "bana filanca şahıs falanca şahıstan aktardı" dedikleri gibi, "bana Rabbimden aktarıldı" veya şöyle derler: "Siz ilminizi ölülerden alıyorsunuz, bizse ilmimizi hiç ölmeyen diriden (Allah'tan) alıyoruz" yani kendilerine göre direkt semadan vahiy almaktadırlar.
Bu taşkınlığın bir çeşididir. Yine buna benzer bir başka çeşidi de, terbiye yönüyle müridin şahsiyetini yok sayacak şekilde taşkınlık yapmaktır. Onların şu sözleri buna örnektir: "Şeyhinin huzurunda mürid, gasilin önündeki ölü gibi olmalıdır. Kim şeyhine "Niçin?" derse felah bulamaz, kim itiraz ederse dergahtan kovulur."
Bu tür hareketler müslüman çocuklarının bir çoğunun azimlerini katletmekte ve onlara olumsuz teslimiyet ruhunu oluşturmaktadır. Mesela onların: "Kullarına dilediğini yapıyor. Mülkünü sahibine bırak, yaratılanı yaratanla başbaşa bırak" vs. sözleri buna örnektir.
Yani böyle demekle tüm değişimin fesat, zulüm ve diktatörlüğün önünde elpençe durulması gerektiğini ifade etmektedirler. Bu düşüncede öbürleri gibi sofilerin sayesinde ortaya çıkan bir uyduruktan ibarettir.
Fakat şunu ifade edelim ki, ehli sünnet ve selef ulemasının çoğu, tasavvuf ilimlerini kitap ve sünnetle tashih ederek onlarla bağdaşmayanları ortaya koymuşlardır. Özellikle selef ulemasının araştırmacıları bu konu üzerinde uyarıda bulunmuşlardır. Mesela İbni Kayyim gibi bir alimin, ne ifrata ne de tefride kaçmadan tasavvuf ilimlerini itidal içerisinde kitap ve sünnet terazisiyle tarttığını görüyoruz. Bu ölçü dahilinde tasavvuf konularını içeren değerli bir eser yazmıştır. Bu eserin adı "Midracussalikin İlame-nazilissairin"dır. Bu eser Hanbeli mezhebine mensub Şeyhülislam İsmail el-Harevi'nin "Menazilussairin ila mekamati iyyake nebudu ve iyyake nestein" adlı kitapçığının şerhi (açıklamasıdır.) Bahsettiğimiz kitap üç ciltten ibaret olup konuları tamamen kitap ve sünnet ışığı altında işlenmiştir. Biz bu kitabı rahatlıkla okuyup istifade edebiliriz.
Meselenin özü şudur: Her insanın söyledikleri doğru olacak, diye bir şey yok, söylediklerinin bazıları alınıp bazıları terkedilebilir. Hüküm hatadan masum olan, kitab ve sünnetten ibaret olan nastadır.
Dolayısıyla biz; tasavvufçuların, Allah (cc)'a itaat etmek insanların birbirlerini sevmeleri, nefsin kusurlarını, şeytanın tuzaklarını ve bunların ilacını öğrenmek ve kalpleri yumuşatacak ahireti hatırlatacak metodlarına önem vermek gibi aydınlatıcı taraflarını alabiliriz.
Biz kendimize lazım olan çoğu ilimleri onların kötü ve aşırı taraflarından sakınarak, kitap ve sünnet terazisiyle tartan bazı tasavvufçulardan (İmam Gazali gibi) öğrenebiliriz. Tabii bunu yapabilmek için ilim ve marifet ehli olmak lazım, yoksa herkesin bu işe gücü yetmez.
Allah (cc) muvaffak etsin. 612

Tasavvuf

Soru

Biz, kültür ve meşrepleri değişik olan insanlar biraraya gelerek oturmuş bazı dini konularda tartışıyorduk. Bu sırada laf lafı açarak konuşma bizi tamamen görüş farklılığı içinde olduğumuz bir konuya getirdi.
İhtilaf içinde olduğumuz konu tasavvuf onun kitapları tarikatları fikri ve terbiyevi metotlarıdır.
Kimimiz tasavvufu tamamen silip atarak onu esas İslam'ın zıddı kabul ederken kimimiz de tasavvufun marifet zevk ve suluk bakımından islam'ın özüne ulaştıran tek yol olduğuna itibar ederek onu kayıtsız şartsız kabul etti.
Her birimizin düşünce yolunu çizen kültür yapısı değişik olduğu için hiç birimiz bu konuda ortak ve kesin bir görüşe varamadık.
Bu yüzden bizim sizden istediğimiz tasavvufun çerçevesini doğuşunu amacını, seçkin ve ayıp taraflarını açık ve net bir şekilde açıklamanızdır ki, biz de bu sayede lehine ve aleyhine hiç bir taassuba kapılmadan bir delile dayanarak tasavvuf konusunda tavrımızı belirleyelim.
Allah istediğiniz her konuda sizleri muvaffak etsin ve ilimlerinizle müslümanları faydalandırsın. 613

Cevap

Biz bundan önceki fetvamızda bu konuyu arz etmiştik. Ancak gerek övenlerin gerekse yerenlerin ifrat içinde olmaları; bu nedenle meselenin hakikatini ortaya koyamamaları sebebiyle, ehemmiyetine binaen konuya bir defa daha dönmemize bir mani yoktur. Zaten yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü konu biraz daha açıklamaya muhtaçtır.
Tasavvufa bilinçli bir şekilde yönelmek isteyenlerin yolunu biraz daha aydınlatmamızda bir beis görmüyorum.
Sahabe ve onların terbiyesi altında yetişen tabiin devrinde müslumanlar, İslam'ın tümünü kendi ölçüsünde eşit bir şekilde ifrata tefrite kaçmadan gerektiği kadar detay ve derinliğe dalarak hem öğreniyor, hem de öğretiyorlardı. Onlar bir tarafı diğer taraf üzerine tercih etmiyor. Hepsine eşit ölçüde değer veriyorlardı. Bedenin batınıyla (iç yüzüyle) ilgilenirken dış yüzünden gafil kalmıyor, dış yüzüyle ilgilenirken de, iç yüzünden gafil kalmıyorlardı. Bilakis onlar, akıl, ruh ve bedenle toptan ilgileniyor, aynı ehemmiyeti gösteriyorlardı. Toplumu fertle beraber değerlendiriyor, dünya ve ahiret maslahatlarını daima gözetiyorlardı. Fıkıhçıların: "Kulların maslahatları hem dünyada hem de ahirettedir" sözlerinin en güzel örneği idiler. Ama dahili veya harici nedenlerle hayat gelişip zor şartlarla karşılaşılınca İslam toplumunda kimileri (Kelamcılar gibi) tüm maksadlarını akıl tarafına sığdırdı. Kimileri de, mesela fıkıhçılar gibi, büyük bir ağırlıkla zahiri amellerle ilgilendi. Bu arada kimilerini de dünyanın değersiz hayat ve madde sevgisi meşgul ederek onları madde ve geçim derdine boğdu. Örneğin zengin yöneticiler ve onların kafilesinde yürüyen dünyanın diğer talipleri gibi. Bu sırada tasavvufçular ortaya çıkarak çok önemli ve ihmal edilen, ne fıkıhçıların ne de kelamcıların dolduramadıkları boşluğu doldurmak ve insanlığı dünyanın eşya ve süslerinden kurtarmak için İslam hayatında ruh ve nefis taraflarını ilgilendiren tasavvuf mefhumunu gündeme getirdiler.
Selef uleması yukarda belirttiğimiz gibi İslam'ı bir bütün olarak kabul ediyor, dini oluşturan İslam iman ve ihsan mefhumlarını eşit ölçüde yaşıyorlardı. Daha sonra fıkıhçılar İslam'ın zahiri hükümlerini öğrenmekle tanındılar ve yalnızca bu tarafla ilgilendiler. Kelamcılarda itikadi konular ve bu konuların etrafında ihtisas yaptılar. Hal böyle iken geride yalnızca ihsan mefhumu kalmıştı, tasavvufçularda gelip biz de ihsan konusunda ihtisas sahibiyiz dediler. Tasavvuf insanı her şeyden çekip yaratılışın son gayesine ulaştırmaya çalışmaktadır. O gayede nefisle mücadele ve lüks hayatı terketmek yoluyla insanı, Allah'ın gazabından ahiretin azabından kurtarıp şeriatın edebiyle edeplemek ve ona Allah'a saygıyı öğretmektir. Sonraları tasavvuf alimlerinden nefis terbiyecilerinden bazıları Allah'tan (korkmak ve korkutmak) tarafında çalışmıştır. Örneğin Hasan-i Basri Hazretleri gibi daha sonra bu mefhum yerini yavaş yavaş, hubbi ilahi (Allah'ı sevmek) adı altında yeni bir unsur almıştır. Bu unsur Rabiatu'l Adviyye (ö. hic. 180)'nin şiirinde, Ebu Süleyman ed Derani (ö. hic. 210)'nin Zinnu'l Mısri (ö: Hic. 245)'nin, Ebu Yezid el-Bestami ve diğer tasavvufçuların sözlerinde görülmektedir. Bu alimler Allah'a itaati ve farzları yerine getirmeyi ne cehennem azabı korkusuyla ne de cennet isteğiyle yapmadıklarını bilakis Allah'ı sevdikleri ve ona yaklaşmak istedikleri için yaptıklarını serahaten (açıkça) söylüyorlardı.
Hatta bu konuda Rabia'nın şu sözü, şöhret kazanmıştır: "Onların hepsi ateş korkusundan ibadet ediyorlar, ondan kurtulmayı büyük bir pay görüyorlar, veya cennet bahçelerine girip nimetlerden nasiplerini almak ve selsebil adındaki cennet çeşmesinden içebilmek amacıyla ibadet ediyorlar. Benimse cennet ve cehennemde payım yoktur, çünkü ben sevgimin yerine geçecek bir şey aramıyorum."
Daha sonra tasavvuf ruhi ve ahlaki terbiye olmaktan çıkıp İslam'ın temel prensiblerinden tamamen uzak garip kavramlara sahne olan bir felsefe halini almıştır. Bunun en bariz örneği, hulul ve vahdetü'l vücud mefhumunu savunmaktır. (Hulul ve vahdetü'l vücud, Allah'ın kainattaki tüm eşyanın suretine girmesi ve onda zuhur etmesi anlamında bir kavramdır, dileyen konuyu akaid ve kelam ilmine ait kitaplardan detayıyla öğrenebilir). Evet tasavvuf aldatıcının aldatmasına uğrayıp, ben Allahım diyen Hallacı Mansur'un eliyle epeyi bir değişiliğe uğramıştır ve bu söz yaratıcının (Allah'ın) yaratılanın suretine hulul ettiğini söyleyen bir mezhebin görüşüne göre söylenmiştir.
Hıristiyanlar da Mesih (İsa a.s.) hakkında böyle söylemişlerdi. Hallac'ın bu değişimi tüm fıkıhçıların gazabını kazanmasına neden oldu ve hicretin 309. senesinde katledildi tasavvufçuların bir çoğu kendilerinin Hallac'ın düşüncesinden uzak olduğunu söylemektedirler.
Daha soma "vahdeti vücud" felsefesinin bu değişiminin Muhyiddin Arabi'nin kendi mezhebi üzerine telif ettiği eserlerden anlaşıldığına göre, daha da arttığını görüyoruz. Muhyiddini Arabi (ö. Hic. 638) ve onun gibi, Allah'tan başka hiç bir varlığın olmadığını kainatta ikiliğin düşünülemiyeceğini iddia edenlere göre tasavvuf tamamen değişmiştir. Bunlara göre yaratan ve yaratılan Rab ve merbub olayı ortadan kalkmıştır.
Ahlakın direği olan mesuliyeti tamamen ortadan kaldırıp iyilerle kötüler, muvahidlerle putperestler arasını eşit kabul eden bu felsefeye göre, her şey hakkın (Allah'ın) ekranıdır.
İbni Arabi bu amaçla şöyle demiştir:
"Andolsun ki benim kalbim her şekli kabul eder hale geldi. Benim kalbim rahiplere manastır, geyiklere mera (otlama yeridir) putlara ev, Kabe'ye örtü, Tevrat ve Kuran mushaflarının kabıdır."
Gerçekte bu mezhep viraneler mezhebinden ibarettir.
Bu tasavvufi akımların ardından insanlar, tasavvuf konusunda farklı görüşleri taşımaya başladılar. Kimisi onların lehinde taassuba dalmış, onların daima iyiliklerini dile getirmiştir. Her konuda onların düşünceleri doğrultusunda kendini yönlendirerek hata bile olsa, onları himaye etmiştir. Hatta onların hata ile hükmedebileceklerini hiç bir zaman düşünmemiştir. Kimisi de tasavvufçuların aleyhinde bir taassuba kapılmış ve her konuda onları kötüleyerek, tasavvufun İslam'la alakası olmadığını hatta Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve diğer dinlerden alınıp İslam'a sokulduğunu iddia etmiştir.
Ama insafın gereği şunu söylememiz lazımdır ki; tasavvufun İslam'da inkar edilmiyecek kökü, kimseye gizli kalmıyacak derecede genel prensiplerini içeren özü vardır. Biz bu hakikati Kur'an'da, sünnette, Efendimizin ashabının sade hayatlarında müşahade ediyoruz. Örneğin Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra), Selmani Farisi (ra), Ebu Zer Gıfari (ra) ve daha birçok sahabi.
Kur'an ve sünneti okuyan herkes, bu iki kaynağın birçok kere dünya hayatının fitne ve süslerinden sakındırıp tüm arzuları Allah'a ve ahirete yönlendirdiğini, kalpleri cennete ve içinde olan Allah'ın rızasına, O'nun yüce cemaline bakmaya teşvik için tahrik ettiğini, cehennem ve içinde olan maddi ve manevi azaptan korkuttuğunu müşahade edecektir. Bununla birlikte Allah'ın kullarını sevdiğini ifade eden ayetlere de rastlayacaktır. Örneğin Allahu Teala'nın şu sözleri: "O, onları seviyor onlar da onu seviyor." "İman edenler Allah'ı herşeyden daha çok seviyorlar." "Allah ihsan sahiplerini sever." "Allah sabredenleri sever." "Şüphesiz Allah, onun yolunda tek bir sıra olarak kurşunla dökülmüş bina gibi sağlamca savaşanları sever." Bütün bunlarla birlikte Kur'an ve birçok hadiste, Züht, tevekkül, tevbe, şükür, yakın, (tam teslimiyyet) takva, murakabe (yaptıklarını kontrol etmek) ve benzeri dini değerlerin varlığım görecektir. Bu değerlerle ilgili açıklanılan, yorumlan kendi aralarındaki düzenleme ve fazilet sıralamalarını tasavvufçuların haricinde kimsenin gerektiği kadar yapmadığını görüyoruz.
İşte bu yüzden tasavvufçular, ümmetin taifeleri içinde nefsin ayıplarını daha iyi tanıyor, kalb hastalıklarını şeytanın tuzaklarını daha güzel biliyorlar. Aynı şekilde tasavvufçular suluk (tarikatte ilerleme) ve saliklerin (ilerleyenlerin) hallerine ve onları terbiye edilme metoduna daha çok yardımcı oluyorlar. Bu sayede nice isyankarlar onların yol göstermesiyle tevbe etmiş, nice kafirler de müslüman olmuştur. Fakat tasavvuf ilk devirde dini ibadetlerde ahlakı terbiye etmek ve ibadetleri yalnızca Allah'a yapmak amacını taşıyordu. İbnu'l Kayyim'inde dediği gibi, kıvamı kişinin iradesi altında idi. Ama daha sonra İslami ahlakın ilmi olmaktan çıkmış bir marifet nazariyesine dönüşmüş, nefsi temizleme yolundan yürüyerek keşif ve feyzi ilahi olmaya koşmuştur. Daha sonra da bildiğimiz değişiklikler meydana gelmiştir.
Bu yüzden yabancı etkenlerden bazı şeylerin tasavvufa sızdığını inkar etmek, kişiyi ifrat ve tefritin ortası olan İslam'da itidal vasfından çıkartıp rahiplerin uğradığı katılık gibi katılığa, Budistlerin uğradığı aşırılık gibi aşırılığa götüren mukaberet (büyüklük taslamak)tan ibaret olur.
Sofilerin yanında meydana gelen değişim görüntülerinin bazıları şöyledir:
1- İyiyi kötüden, doğruyu yalnıştan ayırabilecek bir seviyede şahsi zevk, vicdan veya ilhamın varlığına itibar etmek, hatta bu konuda tasavvufçuların bazıları daha da aşırı giderek, hadis ulemasının, "Falan hadisçi filancadan, o da Resulullah'tan bize aktarmıştır" sözlerine karşılık, "Kalbim bana Rabbim'den aktarmıştır" gibi sözler sarfetmelerine sebep olmuştur..
2- Şeriat ile hakikati birbirinden ayırmaları ve şu sözleri: "Kim mahlukata şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur, kim de hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür." Bu söze göre ne kafirle harbedilir ne de inkar eden yadırganabilir.
3- Kur'an ve sünnetin metoduna uymayan bir tarzda dünya işini aşırı bir biçimde hakir görmeleri. "Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver." "Ey Allahım kurtuluşumun bağlı olduğu dinimi güzelleştir. (Yani kurtulmamın temelini oluşturan dini konularda beni başarılı kıl) İçinde yaşadığım dünyamı da iyileştir (yani geçimimi güzelleştir)." Onların bu tutumu sahabenin metoduna da muhaliftir. Nitekim sahabenin tutulan ve diğer sahabilerce benimsenen şu sözü bu metodu ifade etmektedir. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."
4- Müslümanların genelini etkisi altına alan ve onlara, "insan belli bir yolda yürütülendir, seçenek hakkı yoktur" fikrini aşılayan, "yapılan yıkımlara karşı durmanın, batılla savaşmanın hiçbir faidesi yoktur," fikrinin temeli olan ve tasavvufçuların bir çoğunda bulunan iradesizlik ve zorunluluk fikri... Bu fikre göre Allah (cc) kullarını dilediği doğrultuda götürür kulların seçenek hakları yoktur. Hatta bu fikre binaen aralarında şu söz meşhur olmuştur: "Mülkünü sahibine, yarattığını halikine bırak." Bu fikir müslümanların bir çoğunda hezimet ve sürünmek ruhunun galip olmasına sebep olmaktadır.
5- Suluk ve düşünce terbiyesiyle müridin şahsiyetini inkar, itiraz bir yanda dursun, onun münakaşasını bile yapmayacak. Yok demek bir tarafta kalsın, "niçin" bile diyemeyecek derecede hiçe saymak. Bu fikre dayanarak şu kelimeleri sarf etmektedir ler: "Şeyhinin huzurunda mürid yıkayıcının önündeki ölü gibi olmalıdır" "Şeyhine "niçin?" diyen felah bulamaz."
Son zamanlarda bu tür fikirler yaygınlaşmış ve samimi olmalarına rağmen birçok müslüman da bu fikirleri kabul etmiştir. Bu yüzden müslüman ülkelerde yeniden İslami kalkınma hamlesinin sabahı yaklaşınca, birçok kültürlü insan bu olumsuz fikirlerin İslam olduğunu zannederek İslam'ın asıl evrensel hükümlerini bilmedikleri için ondan yüz çevirmiş çok azı geri dönmüştür.
Hem burada şunu da eklemeliyiz ki, ifrat ve tefritten uzak olan ve itidal içindeki ilk sofiler haktan uzaklaşmanın ve değişimin çok tehlikeli olduğunu belirterek, şeriatın yanılmaz ve sarsılmaz prensiplerine bağlı kalmanın gerekliliğini vurgulamışlardır.
İbnu'l Kayyim, değişime uğrayan bu sofilerin şeyhlerinden bu konuda birçok sözler nakletmektedir. Bunların arasında bu taifenin şeyhlerinden ve büyüklerinden olan Cüneydi Bağdadi de vardır (ö. hic. 297). Mesela Cüneydi Bağdadi şöyle diyor: "Mahrukata bütün tarikatlar kapalıdır. Ancak Resulullah (sav)'ın izlerini takip edenler hariç." Başka bir sözünde: "Kim Kuran ezberlemiyor, hadis yazmıyorsa bu yolda imam olamaz, çünkü bizim ilmimiz kitap ve sünnete bağlıdır."
Ebu Hafs şöyle der: "Kim hal ve hareketini kitap ve sünnetle tartmaz kötülüklerini yermezse divani ricalden (meşayihten) sayılmaz."
Ebu Süleyman Ed-Derani der ki: "Bazen günlerce kalbime kavmin başına gelen nükteler düşmektedir. Ama ben bunları yalnız iki adil şahitle kabul ediyorum. O şahitlerde Allah'ın kitabı, Resulü'nun sünnetidir."
Ebu Yezid el-Bestami der ki: "Kendisine havada uçacak kadar keramet verilen bir adam görseniz onun Allah'ın emir ve yasaklarına karşı tutumuna, sınırları korumasına, ve şeriatı harfiyyen yaşamasına bakmadan kerametlerine aldanmayın."
Umuyorum tasavvufçular hakkında yapılan yorumların en adaletlisi bir soru üzerine İbni Teymiye'nin verdiği cevaptır. Onun cevabı arasında şu cümleler yeralmıştı: "Onların tarikatları konusunda insanlar çekişmişlerdir. Bir taife sofilik ve tasavvufu kötülemiş ve şöyle demiştir: "Onlar sünnetin dışına çıkan bidat ehlidirler." İmamlardan bir taifenin onları kötüleme konusunda malum sözler sarfettikleri, kelam ve fıkıh ulemasından da bu taifenin görüşünü paylaşanlar olduğu nakledilmiştir. Başka bir taifede onları övme noktasmda ileri gitmiş ve onların peygamberlerden sonra mahlukatın en faziletlileri olduklarını iddia etmişlerdir. Ama her iki tarafta kötüdür."
Doğru olan şudur: Tasavvuf alimleri de diğer alimler gibi Allah'a itaat için içtihat etmektedirler. Dolayısıyla içlerinden kimileri içtihadına göre ilerlemiş ve hakikate yaklaşmıştır. Kimileri de yine cennet ehlinden olmakla birlikte iktisatta kalmıştır. Her iki sınıfla da içtihad edip hata yapan günah işleyip tevbe eden veya etmeyen insanlar olabilir.
Bunlara intisab edenlerden de nefsine zulmeden, Rabbine isyan edenler vardır. Nitekim kendilerine bidat ve zındık ehlinden intisab eden taifeler vardır. Fakat araştırmacılara göre bu tür insanlar tasavvufçulardan değillerdir. Mesela Hallacı Mansur'u tarikatının efendisi Cüneydi Bağdadi gibi bu tarikatın birçok meşayihi, yadırgamış ve onu tarikattan çıkarmıştır.
Allah (cc) herşeyi daha iyi bilendir

(Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar)


Allah affetsin önde gidenlerin sorumluluğu çok büyük keşke bilmedikleri kişiler hakkında sussalar işimiz daha kolay olurdu. Attıkları bir taşı milyonumuz bir araya gelse yerinden çıkaramıyoruz.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Allah affetsin önde gidenlerin sorumluluğu çok büyük keşke bilmedikleri kişiler hakkında sussalar işimiz daha kolay olurdu. Attıkları bir taşı milyonumuz bir araya gelse yerinden çıkaramıyoruz.
Onlar kâfirlere o kadar taş atmışlar ki belki buradaki bir hatadan bile niyetlerinden ötürü ecr kazanacaklardır. Fakat onların bu zellelerini bile, kendi şirk akidelerine payanda olması için "bak Taliban da bizi onayladı" manasında sarılanlara fitne olarak yetecektir.

Bugüne kadar nice tevhid ehli âlimlerimiz, ilim talebelerimiz vefat etti. Hiç birinin cenazesinde bulunmayan, taziye yayınlamayan sofileri nedense kendilerini muvahhid lanse edenler ülkede taziye yarışına girişmekte. SubhanAllah , kitablarında şirkten , bidattan geçilmez....
 
Vasat Çevrimdışı

Vasat

Üye
İslam-TR Üyesi
Onlar kâfirlere o kadar taş atmışlar ki belki buradaki bir hatadan bile niyetlerinden ötürü ecr kazanacaklardır. Fakat onların bu zellelerini bile, kendi şirk akidelerine payanda olması için "bak Taliban da bizi onayladı" manasında sarılanlara fitne olarak yetecektir.

Bugüne kadar nice tevhid ehli âlimlerimiz, ilim talebelerimiz vefat etti. Hiç birinin cenazesinde bulunmayan, taziye yayınlamayan sofileri nedense kendilerini muvahhid lanse edenler ülkede taziye yarışına girişmekte. SubhanAllah , kitablarında şirkten , bidattan geçilmez.
Aynen öyle hocam.
 
Ummu Aişe Çevrimdışı

Ummu Aişe

حسبي الله ونعم الوكيل
Site Emektarı
Güne bir mani bırak:

Bahçedeki iğde midir
Dalları yerde midir
Her gördügünü seversin
Sendeki mide midir...

Bir de ayet bırak:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile 'Allah'a ve Peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini' görmezsin.

İşte Allah, imanı bunların kalblerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir."

Mucadele Suresi 22. ayet

Bir de tanım bırak:


Screenshot_20220625-090203_Samsung Internet.jpg


Bak bak, beğenmediğiniz "Milliyet" yazıyor. Şirk işleyene "Müşrik" denirmiş! (Tekfire mani engeller çokça yazıldı, bu kişide engel kalmadığı da malumdur)

***

Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olun. Allah'ın dostuna düşman, düşmanına dost gibi davranırsanız ahirette bunun altından kalkamazsınız. Uyarmadı demeyin.
 
Ummu Aişe Çevrimdışı

Ummu Aişe

حسبي الله ونعم الوكيل
Site Emektarı
Günümüz Tasavvuf dünyasının şirklerini hala öğrenememiş olanlara:


Şu an ne okuyorsanız onları bırakın önce bunları okuyun. Nitekim okuya okuya doğru bulunur ama sizin okuduklarınızda bir tuhaflık var belli ki.
 
Tevhid yolunda Çevrimdışı

Tevhid yolunda

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Onlar kâfirlere o kadar taş atmışlar ki belki buradaki bir hatadan bile niyetlerinden ötürü ecr kazanacaklardır. Fakat onların bu zellelerini bile, kendi şirk akidelerine payanda olması için "bak Taliban da bizi onayladı" manasında sarılanlara fitne olarak yetecektir.

Bugüne kadar nice tevhid ehli âlimlerimiz, ilim talebelerimiz vefat etti. Hiç birinin cenazesinde bulunmayan, taziye yayınlamayan sofileri nedense kendilerini muvahhid lanse edenler ülkede taziye yarışına girişmekte. SubhanAllah , kitablarında şirkten , bidattan geçilmez....


Bu yarışa Abdullah Yolcu ve Ebu Zerka diye bilinen Yılmaz Şahin de dahil oldu. Yılmaz Şahin zaten uzun süredir sofi sevici olmuştu. Abdullah hoca ise zaten ne olursan ol gel modunda takılıyor.

29590


29589
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Anlamadığım sofiler kadar net olamıyorlar ya yazık. Adamlar utanmadan arlanmadan selefi kesime demedik laf bırakmazlar bunun gibi kaypaklarda yaranmak için küçük fırsatları kaçırmazlar.

Müşrik müşriktir. Sen istediğin kadar kitap yaz sohbet yap. Müsrigin babasına bile müşrik diyemedikten sonra o kitaplar yeri gelir senin yüzüne çarpar.
 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Şirk ve bidat ehlinden beri olmayı, onları sevmemeyi, onların batıllarını söyleyip onlardan sakındırmayı aşırılık olarak görenler kendi kalplerini kontrol etsinler.Kuranı baştan sona tefsiriyle bir okusunlar.Nefsin ayıp ve kusurlarını bilenler, şeytanların insanları saptırmak için hangi yollarla geldiğini iyice fehmetmiş olanlar bu şekilde bu sofileri güzellemez, onlarla birlikte olmayı hoş görmez.Bu hem delillerle sabit olan hem de kendimde ve çevremde gördüğüm bir şeydi.Yani bir günaha düştüğümde günaha ve günahı işleyenlere, onu savunanlara olan buğz zayıflıyordu.Bidat ve şirk ise bundan daha beterdir.

İmam İbn Kayyım rahimehullah şöyle der: "Bil ki 'La İlahe İllallah' kelimesinin ışığı, günah sisi ve pasından ışığın zayıf veya kuvvetli olması ölçüsünde sıyrılır.Bu kelimenin nuru vardır.Tevhid ehli sadece Allah'ın bilebileceği bu nurun kuvvet veya zayıflığı nispetinde farklılık gösterir.Bazı insanlar var ki, kalbinde bu kelimenin nuru güneş gibi parlar.Bazılarının kalbinde bu nur parlak bir yıldız gibidir.Diğer bazılarının kalbinde büyük bir aleve benzer.Bazılarının kuvvetli bir ışık gibi, bir kısmının da zayıf bir ışık gibi olur.Kıyamet gününde bu nurlar, Müslümanların sağ taraflarında ve önlerinde, kalplerindeki bu kelimenin nuru ölçüsünde, ilim, amel, marifet ve yaşayışlarının yansıması olarak ortaya çıkar.

Bazı kişiler kelimeleri süsleyerek bunun bir alakası olmadığını çok basit ve gerekli bir şey olduğu izlenimi veriyor.Bu kişilerin sözlerini Kuran ve Sünnet'le tarttığınızda sihirbazlar gibi insanları sözleriyle büyülediğini anlarsınız.Rabbim ayaklarımızı sabit kılsın.

Bu kelimenin nuru ne kadar büyür ve kuvvetlenirse, şüphe ve şehvetleri o ölçüde kırar.Bazen öyle bir hale gelir ki artık onda ne şehvet ne de günah görülür, bütün bunları yok eder.Tevhid'inde samimi olan, yani Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayanın hali böyledir.Hangi günah, şehvet veya şüphe bu nura yaklaşırsa onu yakar.Bu kişinin imanının seması iyiliklerini çalacak şeylere karşı yıldızlarla korunmuştur.Hırsız ancak, her insanın başına gelebilecek dalgınlık ve gafletten istifade ederek yaklaşabilir.Fakat nur sahibi uyanıp kendisinden çalınanı öğrenince ya hırsızın elinden bunları kurtarır ya da çalışarak bunun kat kat fazlasını elde eder.Cin ve insanların bu tür hırsızlık teşebbüsleri için de böyledir.Nur sahibi bunlara hazinelerini açan ve kağısına sırtını çeviren gibi değildir.(Sarimul musallin ; 518-522)
 
Ummu Aişe Çevrimdışı

Ummu Aişe

حسبي الله ونعم الوكيل
Site Emektarı
Bu yarışa Abdullah Yolcu ve Ebu Zerka diye bilinen Yılmaz Şahin de dahil oldu. Yılmaz Şahin zaten uzun süredir sofi sevici olmuştu. Abdullah hoca ise zaten ne olursan ol gel modunda takılıyor.

Ekli dosyayı görüntüle 29590

Ekli dosyayı görüntüle 29589
Telegramda bir hanımlar için sohbet grubu var, hatta önceden whatsapp grubu da vardı, bilmiyorum whatsapp grubu hala duruyor mu... Bundan 3-5 yıl önce gruplarında bulundum, öneri üzerine katılmıştım, ne var ne yok kısa bir gözlemin ardından mürcielik belirtisi görünür oldu. Grup yöneticilerinden ikisi ile konuştum, burayı da bilirlermiş, bize tekfirci dediler. Oysa ki bizim yol orta yol, tekfirciler bizim ilerimizde olanlar. Kendileri ise komple tekfiri hayatlarından çıkaranlar...

Neyse, grupta çok durmayıp çıktım tabi ama o grupta 2 uhtimi kaybettim, onlardan oldular yani. Geçen bilmeden o gruba ait bir görseli paylaşmışım, bir başka uhti beni onlardan sanıp yazdı, dedim sadece ayete ve görsele binaen paylaşmıştım, ben de başkasının durumundan görüp almıştım. Her neyse, bunların görselleri etrafımdaki uhtilerde dolanıp duruyor ve bende bile onlar vesilesi ile bilmeden bulunabiliyor. Bu vesile ile bunları da istemeden reklam etmiş oluyoruz. Ben bu resim paylaşımı ile bile bunlara benzemek istemezken, karartılarını çoğaltmak istemezken, her neyse, dün durumlarımdaki tekfiri görüp "abla müslümana kafir denmez" diye çıkışan hoop bir başka uhti beliriverdi.

Bu grubun kaynağı bu hocalar mıdır, bir benzeri midir bilmiyorum ama bunlar pıtırık gibi çoğalıyorlar. Hele insanlara ayet ve hadislerle bir şey açıklıyorum da "ama hocamız dedi ki" diye bir karşılık vermeleri yok mu, öldürüyor.

Bu dinin temeli ayet ve hadislerdir ve bu ilim herkese farzdır. En azından itikadı doğrultacak kadarı, şirkten koruyacak kadarı farzdır. Farzdır çünkü, insanların alim dedikleri bizi saptırıyor mu saptırmıyor mu, yolunda birlik olalım mı, olmayalım mı diye anlayıp uzak durmamız veya onlarla bir olmamız için farzdır. Yoksa bizi "alimlerini Rabler edinenlerden olmaktan" koruyacak olan nedir? Bu din alimlere mi inmiştir? Yoksa dağdaki çobana varana kadar herkese mi?

Bu din cahil cuhelanın bile anlayabileceği kadar saf ve temiz, kolay anlaşılır değil midir? Öyledir. Bu din nedir ki, en açık ayet ve hadisleri anlamak için bile alim de alim diye tutturuluyor? (Bu arada bana alim gibi dayattıkları kişilerin alimlikle alakası yok, sadece "hoca"lar; daha aradaki farkı bile bilmiyorlar) Fıkhi bir konu vardır, ilgili hadisleri bilmezsin gider alime (hocaya) sorarsın ayrı. Güncel bir mesele vardır, haram mı helal mi karar veremezsin, alime (hocaya) danışırsın ayrı. İslamın temel itikad konularında, tevhid ve şirkle ilgili konularda gözünüz görmüyor mu ayetleri de daha alim de alim diye tutturuyorsunuz? (Siz dememe bakmayın, bu bana sataşan kişilere hitaben yazıyorum)

Tekfirde cehalet mazeret mi, değil mi konusunda ikilemde kalıp alim kapısı aşındıranı da anlarım. (Bana göre çok karışık bir konu olmasa da anlarım) Ama tekfirin var olduğu Kur'an'da apaçık ortada iken, tekfiri komple yok sanmak neyin, hangi zihnin eseri?

Yani açıkça söylüyorum, tekfirde aşırı gidenlerdeki hakka isabet etme olasılığı, mürcielerden fazla. Zararına rağmen tekfirciden fayda gelme olasılığı, yine mürcielerden fazla. Zararsız demiyorum, onlar da ayrı zarar ancak kıyaslarsak hiç değilse gerçek bir şirkten sakındırma var. Mürcielerin sofilerden farkı ne? Ümmeti şirkten sakındırma adına nasıl bir etkileri olmuş, yoksa tam tersine ılıta ılıta şirki mi sevdirmişler?

Matematikte toplamada 0'ın etkisi ne ise mürcielerin şirkle savaşta etkileri odur. Adamın ne cehaleti, ne başka bir tekfire engeli kalmış, yine de müşrik denmiyor; e öyleyse biz neden sakınıyoruz bu şirklerden, keyfimize bakardık? Ne diye toplumun zıttına zıttına gidiyoruz, ne diye tebliğ tebliğ tebliğ diye yırtınıp duruyoruz, bırakın herkes şirkiyle yaşasın, nasılsa kimse ne yaparsa yapsın müşrik falan olmuyor?

Vallahi biraz akıl, biraz mantık, bizleri çokça cümle sarfetmekten korurdu. Ne olur, az mantıklı şekilde düşünün veya burda sofiliğinizi ilan edin, nitekim kişi sevdiği ile beraberdir ve siz seviyorsunuz.

Sert konuştu isem de kimse kusuruma bakmasın ama bu şirk konusu öyle ılıtmaya falan gelecek bir konu değil. Hüsn-ü zan yapacak başka şeyler bulun; avamın cehaletten ötürü mazereti gibi, merhamet edecekseniz onlara edin ama küfre rıza küfürdür, bunu da unutmadan. Onlar cehaletten mazeretli diye belki ahirette kurtulacak ama siz küfrü gördüğünüz ve sustuğunuz sürece kurtulamayacaksınız. Cahiller, biz onlara tebliğ yapalım diye varlar; şirkleriyle ömür boyu yaşayıp, yine müslüman olarak(!) ölmeleri için değil. İnsan insana sınavdır, bunu anlayın. Gördüğünüz kötülüğü düzeltmeyecek iseniz, sizin kötülükten rahatsız olduğunuz da yoktur, tam tersine o kötülüğün bir parçasısınızdır. Karşısında sustuğunuz şirklerden size de pay vardır, cidden diyorum: Allah'tan korkun.
 
عبد الرحمن Çevrimdışı

عبد الرحمن

قُل آمَنتُ بِاللهِ ثُمَّ استَقِم
İslam-TR Üyesi
Burdakiler eleştiri yaparken öfkelerine hakim olsun diye uyarı amacıyla yazmıştım. Bu şirk ehlini çok kızdırırlarsa bu şirk ehli bize söver. Bize yani Allah'ın dinine uyanlara sövmeleri Allah'ın dinine sövmeleridir. Allah'ın dinine sövmek de Allah'a sövmekle eşdeğerdir. Anlaşılmayacak bir şey yok ama burdakiler şirk ehline kızmak yerine savunacak duruma gelmiş ona şaşırdım.

Bu çok tehlikeli bir yaklaşım. Size söven neden Allah'a sövmüş olsun? Siz haşa Allah'ın temsilcisi misiniz? Hiç bir insan, hiç bir mezhep, hiç bir içtihat din ile eşit değildir. Kâdının hükmüne razı gelmeyen bir kimse bile, Allah'ın şeriatıyla değil, o kadıyla muhataptır. Bu tür kıyaslardan sakınmak lazım. Osmanlı'da da buna benzer bir anlayış hakimdi maalesef. Bu istismara da açıktır. İmam Alusi bunu tefsirinde güzel anlatıyor.
Ömrünü şirki yaymaya adamış birini müslüman kardeşimiz yaptınız ya ona şaşırdım. Birinin şirk işleyip işleyip müslüman kalabilmesi nasıl oluyor? Zorlama yok cehalet yok tevilleri komple çürük olup, şirk işleyen biri yine de müslüman kalabiliyor mu? Bu dini bu kadar ılımlı bilmezdim baya bir genişmiş.

Şehadet getirende asıl olan İslam'dır. Adamı kafir yapan sizsiniz. O yüzden tekfirinize katılmayanları kınamaya hakkınız yok. Biz en ihtiyatlı yolu takip ediyoruz. Tekfirden kaçınmak, galip ulemanın yoludur. İstigase'nin bidat olduğunu açıklayan, şirke benzediğini anlatan ulema dahi muayyen şahısları bunun üzerinden tekfir etmemiştir. Şeyh Karadavi ve İhvani Müslimin'in yolu da böyledir.

Aşağıdaki videoda İsmailağalı bir hocanın istigasenin manasına dair getirdiği tevili dinleyin:

************

Videodaki İstiğase'se Reddiye
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt