Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü İbn Teymiyye ve Mecaz?

M Çevrimdışı

Muvahhidun

Üyeliği İptal Edildi
Banned
İbn Teymiyye mecazı sadece Allah'ın isim, sıfat ve fiilerinde mi kabul etmiyor, yoksa tamamen mi kabul etmiyor?

Geçenlerde bir İslamî sitede şöyle söyleyen birini dinledim; ''Allah'ın izniyle biz, İbn Teymiyye'nin kelamını harf harf, cümle cümle biliriz...''

Aynı zat, mecaz için tağut ve bidat diyor! Onun için merak ediyorum, acaba İbn Teymiyye mecazı tamamen mi reddetmiş diye?

Bilen varsa yazsın Allah rızası için!
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Sorunuza tam istediğiniz gibi cevap olamayabilir fakat konu hakkında biraz fikriniz olabilir diye aktarmayı uygun gördüm.

MECAZ ve İbn Teymiyye

Bir ilgi ve karine ilegerçek anlamı dışında kullanılan kelime veya terkibi ifade edenbelagat terimi.

Sözlükte "bir yeri yürümek suretiyle geçmek, yol katetmek" anlamındaki cevz (cevaz) kökünden isim veya masdar olan mecaz kelimesi "asıl mânasından alınıp ilgili bulunduğu başka bir mânaya nakledilen lafız" demektir.
Mecaz masdarı İsm-i fail anlamında "asıl mânasından başka anlama geçen lafız" veya ism-i mef ûl anlamında "asıl mânasından başka mânaya nakledilen lafız" olarak iki şekilde yorumlanmıştır.
Mecaz ile hakikat hem sözlük hem terim anlamları bakımından birbirinin karşıtı durumundadır. Çünkü hakikat sözlükte "kendi yerinde duran veya sabit bırakılan nesne (kelime)" mânasına geldiği gibi terim olarak da gerçek anlamında kullanılan lafzı ifade eder.


Mecazın tam tanımı, "hakikat mânası ile nakledilecek mâna arasında bulunması gereken bir alâka ve hakikat anlamının kastedilmesine engel olan bir karinenin bulunması halinde ortak bir iletişim dilinde konulduğu anlamının dışında kullanılan lafız" şeklinde olmalıdır. Tanımdaki "ortak iletişim dilfnden maksat lugat, örf veya din dillerinden biridir.
Hakikatle mecazın belirleyicisi kullanımdır. Bir kelime yahut ifade bir kullanım içinde konulduğu anlama delâlet edip etmemesine göre hakikat veya mecaz adını alır.
Meselâ "salât" kelimesinin din dilinde konulduğu (hakikat) anlamı "belli erkân ve şartlarla eda edilen ibadettir. Kelime dinî literatürde bu anlamıyla kullanılırsa hakikat, aynı literatürde "dua" anlamında kullanılırsa mecaz konumunda bulunur. Buna karşılık salâtın sözlükte konulduğu anlam "dua" olduğundan bu literatürde "ibadet" mânasında kullanılırsa mecaz olur.


İslâm âleminde mecaz ve hakikat üslûplarının İlk farkedilişi Kur'an metnindeki mecazi ifadeler hakkında ve kelâm âlimleri arasında görülür. Mu'tezile kelâmcıları, muhtelif âyetlerde yer alıp Allah'a yaratılmışlara özgü nitelikler nisbet eden ifadeleri mecazi yoruma tâbi tutmak suretiyle zât-ı ilâhiyyeyi bunlardan tenzih etmeye çalışmışlardır. Aklî mecaz uslûbuna ilk dikkat çeken âlim Hasan b. Muhammedb. Hanefiyye'dir.(ö. 100/ 718 |?|).

İbn Hanefiyye, er-Risâle u'r-red cale'I-Kaderiyye adlı eserinde Kur'an'da Allah'a ait bir fiilin sebep alâkasıyla mahlûka isnat edildiğine işaret etmiş ve bunun aklî / isnadî bir mecaz uslûbu oluşturduğunu belirtmiştir.
Tesbitlere göre mecaz uslûbunu ilk yorumlayan ve bu konuda terim ortaya koyan dil âlimi Sîbeveyhi'dir (ö. 180/796). Sîbeveyhi mecazi uslûblar için "el-ittisâ" fi'1-kelâm, el-îcâz ve'1-ihtisâr" terimlerini ortaya koymuş, mecaz uslûbunun ifadedeki temel fonksiyonunu açıkça belirtmiştir.


Muhyiddin İbnu'1-Arabî ile Selefi düşünceyi yeniden canlandıran Takıyyuddin İbn Teymiyye, Kur'an'da gerek Allah'ın zâtı ve sıfatları gerekse diğer konularla ilgili olarak kullanılan ve mecaz olduğu iddia edilen lafız ve tabirlerin mecaz olmadığı görüşündedir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Cemâleddin el-Kâsımî, Muhammed Emîn eş-Şankitî de mecaza karşı benzer görüşler ileri sürmüşlerdir. Çeşitli eserlerinde konu üzerinde duran İbnu'l-Arabî'ye göre bir lafız ancak hakikatine hamletmek muhal olduğunda mecazi mânada kullanılır.
Dilde mecazın varlığını kabul eden İbnu'l-Arabî'ye göre Kur'an'da Allah'a nisbet edilen yed. kabza, vech gibi isimler ve istiva, "denâ ve tedellâ", "câe" gibi fiiller hakikianlamlarında kullanılmış olup bu kelimelere mecazi mânalar yüklenmesi ve Kur'an'da mecazın varlığının kabul edilmesi Allah'ın kullarıyla gerçek anlamda ilişki kuramadığı, ancak mecaz ve istiare yoluyla kendini tanıttığı sonucunu doğurur. Kur'an'da yer alan ifadelerin benzerleri hakiki mânada Araplar'ın edebî metinlerinde ve günlük konuşmalarında da vardır. Meselâ Necm sûresinin 8. âyetinde yer alan, "Sonra ona yaklaştı ve sarktı..." cümlesindeki yakınlığı ifade eden kullanım "kralın yakınında olmak" söyleyişinde de mevcuttur.
Araplar, kendisiyle manevî yakınlık kastedilen bu ifadeyi "itibar yüksekliği" anlamında hakiki mânada kullanırlar. (el'Futuhât, II, 68)
İbnu'l-Arabî'nin mecâzu'l-Kur'ân'la ilgili bu çizgisi Takıyyuddin İbn Teymiyye tarafından aynen sürdürülmüştür. Onun delillerinden biri Allah'ın kendisine iki el nisbet etmesidir. Tekil kelime çoğul, çoğul kelime tekil anlamında mecaz olarak kullanılabilir. Tesniyeler için tekil veya çoğul kullanımı söz konusu değildir. Böyle olunca âyette kelime hakiki anlamındadır. Bundan başka Kur'an'da mecazi mânaya geldiği söylenen kelimelerin tamamı Araplar'ın kullanımında vardır, bunların hakiki anlamda değil mecazi anlamda kullanıldığını tarihen ispat etmek mümkün değildir ve dil nesilden nesile öğrenilerek aktarılır. (İbn Teymiyye, VI, 301 -374; XX, 400-499; ayrıca İbrahim Ukaylî, s. 131-148; Arpa, s. 165-178)


Mecaz kelimesinin terim olarak ortaya çıkmasının IV. (X.) yüzyıla kadar uzandığını ileri süren İbn Teymiyye'ye göre Kur'an lafızlarını hakikat-mecaz ayırımına tâbi tutanlar arasında ilk dönem tefsir, hadis, fıkıh, dil ve nahiv âlimlerinden hiçbiri yer almamaktadır; mecaz kelimesi İlk defa Kur'an'la ilgili olarak Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsennâ tarafından kullanılmıştır.

Kur'an'ın mecazla yorumunun kelâm, mezhepler tarihi, tasavvuf ve fıkıhla İlişkisi vardır. Kur'an'daki mecazların yorumuyla ilgili ilk tartışmalar kelâm ilmi çer;çevesinde olmuştur. Başta Mu'tezile olmak üzere Hâriciyye, Bâtıniyye-İsmâiliyye, Karmatiyye gibi kelâm mezhepleri delillerini ve temellerini Kur'an mecazları üzerine oturtmuştur. Ehl-i sünnet kelâm-cılarıyla Selefîler arasında yed, ricl, kabza gibi kelimelerle bazı fiillere verilen anlamlar tartışılmış, Ehl-i sünnet bunların mecazi olduğunu söylerken Selefîler hakiki mânada alınması gerektiğini ifade etmişlerdir. Kur'an mecazlarını kendi amaçları doğrultusunda kullanan en belirgin fırka Bâtıniyye'dir.
Bâtıniyye mensupları Kur'an âyetlerinin zahir ve bâtın mânalarının bulunduğunu, bunları öz olan bâtın mânalarına göre ele almak gerektiğini söyler. Gazzâlî, Kur'an lafızlarının herhangi bir nassa dayanmadan ve aklî bir dayanağı olmadan zahirî anlamlarından soyutlanması halinde onlara yüklenen yorumlara güvenilemeyeceğini belirterek Bâtıniyye'nin bu yolla dini temelinden yıkmayı amaçladığını vurgular. (Abdulazîm İbrâhîm Muhammed el-Mut'inî, 11, 892, 900)


İbn Teymiyye, muteşabihatı mecazi anlamlarıyla tefsir eden kelamcıları sert bir uslupla tenkit etmesine rağmen, Kur’an-ı Kerim ve hadislerde adı geçen cennet nimetlerinin tamamını “mecazi” kabul eder.

İbn Abbas (r. Anhuma)Cennette olan nimetlerin dünyada sadece adlarının olduğunu’ söylemektedir.
Allah Teala cennette şarap, süt, su, ipek, altın, gümüş ve diğer nimetlerin olacağını haber vermektedir. Bunların, dünyadaki karşılıkları ile bir takım benzerlikleri olmakla beraber büyük farklılıkları da vardır. ” Nitekim cennette kendilerine nimet verilenler “Bu tıpkı daha önce dünyada iken bize verilen rızık gibidir” dediklerinde “Bu rızık onlara dünyadakine benzer olarak verilmiştir.” (Bakara 25) denilecektir. Cennet nimetleri dünyadakilere benzeseler de onların aynıları değillerdir. Tıpkı belli açılardan bazı unsurlar birbirlerini çağrıştırdıkları gibi bazı nimetlerin isimleri de birbirlerine benzemektedirler.” (İbn Teymiyye, el-İklil fi’l-Muteşabih ve’t-Te’vil, Kahire, 1367, s. 12)

Sonraki dönem alimleri tarafından kaleme alınan tefsirlere bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerin mecazi anlamları çerçevesinde anlaşıldıkları görülmektedir.
Buna göre “istiva” kelimesine kurulmak, galebe çalmak, güç sahibi olmak, “vech”e zat, “el”e güç, kuvvet, “gelmeye” Allah Teala’nın emrinin gelmesi, “semada/üstte olmaya” derece ve mekan itibariyle yüksekte bulunmak gibi anlamlar verilmiştir.

Mecaz, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında o derece önemsenmiştir ki ulema, “Eğer mecaz, Kur’an-ı Kerimden gitmiş olsaydı, Onun güzellik ve i’cazının yarısı da kaybolurdu.” demiştir
(Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut, 2003, s. 287)

İbn Teymiyye; Sıfatlar ve muteşabihatın, zahiri anlamları çerçevesinde anlaşılmalarında ısrar etmiş , aksi bir anlama usulune (mecazi) dair ne sahabe ne de tabiundan nakledilen bir rivayet olmadığını, akılla bu işi yapmaya kalkışmanın ise onu, nasslar üzerinde bir otorite olarak kabul etmek anlamına geleceğini söylemiştir.
(Muhammed Ebu Zehra, İbn-u Teymiyye, Kahire, 2000, s. 218.)

İbn Teymiyye ; Muteşabihatı, mecazi manada anlamayı aklın nasslar üzerinde hakimiyet kurması olarak algılamakta ; cennet nimetlerini kıymetlendirme babında İbn Abbas’tan yaptığı rivayeti ise aklıyla Ahiret Hayatı’nın belli bir konusuna tahsis etmekten geri durmamıştır.
Sahabe, sıfatlar hususunda sessiz kalmış, muteşabihata mecazi mana verilmeyeceğine dair de bir kanaat belirtmemiştir. Onlar muteşabih ayetlerin anlamlarını Allah Teala’ya havale etmişlerdir.


Selef, “Şari’nin kelamından neyi kastettiğinin kullara gizli olması” anlamına gelen “muteşabihat”ı anlarken iman ve tasdikle yetinmeyi yeterli görmüş, keyfiyeti beyan etmekten uzak durmuştur. Nitekim İmam Malik kendisine “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.” (Ta ha 5) ayetindeki “isteva” kelimesinin tefsirini soran kişiye, “İstiva malumdur. Keyfiyeti ise bilinmemektedir. Bu konuda soru sormak bidattır. Zannederim ki sen kötü niyetli bir adamsın.” dedikten sonra çevresindekilere “Onu yanımdan çıkarın” diye emretmiştir. (Muhammed Abdulazim ez-Zurkani, Menahilu’l-İrfan, Beyrut, 2001, II, 231)

İmam Malik, mucessime meşrebinden olduğunu düşündüğü kişiye “istiva” kelimesinin Arap dilinde hangi anlamlara geldiğinin bilindiğini, fakat Allah Teala’nın ayetten neyi kastettiğinin meçhul olduğunu, bu noktada sorular sormanın ise sapık akidelere bilgi toplama anlamına geleceğini ihsas etmiştir.
İmam Malik örneğinde de görüldüğü gibi selef, muteşabih ayetlerin manalarını Allah Teala’ya havale etmek anlamına gelen “tefvîz” usulünü kullanmıştır. Bunu yaparken ayetlere, insanın uzuv ve hareketlerinin karşılığı olan zahir anlamları vermekten şiddetle kaçınmışlardır.


İbn Teymiyye'nin kendi eserinden incelersek :

Sıfatlarla İlgili Nasslar Mecaz mı?
Beşinci esas:
Biz Allah'ın bize haber verdiklerinin bir yönünü bilip bir diğer yönünü bilemeyebiliriz.
Nitekim Allah Teâlâ:
"Hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer O, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı O'nda bir çok tutarsızlık bulurlardı" (Nisa 82);
"Onlar bu sözü (Kur'ân'ı) hiç düşünmediler mi?" (Mu'minûn 68);
"Sana bu mubarek Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik" (Sâd 29);
"Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" (Muhammed 24) buyurarak bütün Kitab'ı derinlemesine düşünmeyi emretmiştir.
Ve yine:
"Sana Kitab'ı indiren O'dur. O'nun (Kitab'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde zeyğ (eğrilik) olanlar, fitne çıkarmak (yaymak) ve O'nu te'vil etmek için O'ndaki müteşabih âyetlerine uyar (peşine düşer) ler. Halbuki O'nun te'vilini ancak Allah bilir (Allah'tan başkası bilmez), ilimde derinleşenler (yüksek payeye erişenler) ise: O'na inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp öğüt alır." (Âl-i İmrân 7) buyurmuştur.

Ümmetin selef ve halefinin çoğunluğu:
"O'nun te'vilini ancak Allah bilir. (Allah'tan başkası bilmez)" ibaresinde vakıf (durak) olduğu kanaatindedir.
Ubeyy b. Ka'b, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve diğerlerinden rivayet edilen görüş budur.
İbn-i Abbâs'ın:
"Tefsir dört şekilde olur:
1 - Araplar'ın kendi dilleri sayesinde bildikleri tefsir;
2 - Kimsenin bilmemekte mazur görülemeyeceği tefsir;
3 - Ancak âlimlerin bildiği tefsir ve
4 - Allah'tan başka kimsenin bilmediği tefsir ki kim bunu bildiğini iddia ederse, yalan söylemektedir" dediği rivayet olunur.
Mücahidve bir grup âlimin de:
"İlimde derinleşmiş (râsihûn) olanlar (yüksek payeye erişenler) Kitab'ın te'vilini bilirler" dedikleri rivayet edilir. (Mucahid b. Cebr (v. 103/721), tabiîlerdendir.)
Nitekim Mucahid demiştir ki:
"Mushafı başından sonuna kadar İbn Abbâs'a arz ettim (okudum). Her âyette durup tefsirini soruyordum".
İyice düşünüldüğünde iki görüş arasında tezat (çelişki) bulunmadığı görülür.

Te'vil'in Anlamı

Zira "te'vil" kelimesi, çok sayıda ıstılah olduğu için üç manâda kullanılır olmuştur.

1 – Birincisi: Fıkıh ve fıkıh usûlünde söz sahibi olan müteahhirînin pek çoğunun görüşüdür ki buna göre te'vil "bir delil sebebiyle, lâfzı râcih (tercihe şâyân) olan manâdan mercûh (tercih edilmeyen zayıf) manâya çekmektir".
Sıfatlara ilişkin nassların te'vili veya te'vilin terk edilmesi, bunun iyi mi kötü mü, hak mı yoksa bâtıl mı olduğu konusunda görüş beyan eden müteahhirînin çoğunluğu da te'vil ile bunu kasteder.

2 – İkincisi: tefsir anlamındaki te'vildir. İbn Cerîr ve tefsir konusunda eser veren diğerlerinin "te'vil âlimleri bu konuda ihtilâf etmişlerdir" derken kastettikleri, "tefsir" dir. (Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd et-Taberî (v. 310/922). İslâm tarihçisi ve mufessir.)
Kur'ân'ı tefsir edenler ile müfessirlerin öncüsü olan Mucahid'in ıstılahlarına hâkim olan manâ budur. Sevrî:
"Mucahid'den bir tefsir geldiğinde, bu sana yeterlidir" demiştir.
(Ebû Abdullah Sufyân b. Sa'îd es-Sevrî (v. 161 /778). Hicrî II. asrın meşhur kelâm âlimi, muhaddis ve sûfîsidir.)
Şâfi'î, Ahmed ve Buhari ve daha başka kimseler O'nun tefsirine itimat ederler. O'nun, müteşabihin te'vilini bildiği söylendiğinde bununla kastedilen tefsirini bildiğindir.
3 - Te'vilin üçüncü anlamı: Sözün sonuç itibariyle işaret ettiği (sözün kendisine döndüğü) hakikattir.
Nitekim Allah Teâlâ:
"Onun (Kitab) te'vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Te'vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimiz'in elçileri gerçeği getirmişler." (A'râf 7/53) buyurmuştur.
Buna göre Kur'ân'daki meâdla (âhiretle) ilgili haberlerin te'vili, Allah'ın meâdda olacağını haber verdiği kıyamet, hesap, ceza, Cennet, Cehennem ve benzeri hususlardır.
Nitekim Allah Teâlâ:
"Yusuf kıssasında, ebeveyni ve kardeşleri O'na secde ettikleri zaman" (Hz. Yusuf'un) "Ey babacığım! işte bu daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur." (Yûsuf 100) dediğini buyurmuştur.
Görülüyor ki O, hakikatte vuku bulan şeyi rüyanın yorumu olarak değerlendirmiştir.
(Yukarıda geçen) ikincisi sözün tefsiridir ki bu, manâsının bilinmesi veya illeti ve delilinin anlaşılması için lâfzın tefsir edildiği ifadelerden ibarettir.

Üçüncü tür (ıstılahî anlamıyla) te'vil: Bizzat dış dünyada (hariçte) mevcut olan şeydir. (Pratikleri vakıadır).
Hz. Aişe'nin şu sözü bu kabildendir:
"Rasûlullah (s.a.v.) ruükû ve secdesinde, "Ey Rabbimiz olan Allah! Seni tesbîh ve sana hamdederiz. Allahım, bana mağfiret et!" der ve bununla Kur'ân'ı te'vil ederdi".
(Buhari, "Ezan", 123,139; "Meğâzî", 51; "Tefsîru sûre 110", 1; Müslim, "Salât", 2,6, 217, 223; "Musâfirîn", 187; Tirmizî, "Salât", 79; Nesâ'î, "İftitâh", 77; "Tat-bîk", 9, 25, 63,86; İbn Mâce, "İkâmet", 20; Ahmed b. Hanbel, V, 283, 284, 289; VI, 35, 43, 94; Ebû Dâvûd, "Salât", 147,148.)
Hz. Aişe'nin kastettiği:
"Rabbin'e hamdederek O'nu tesbîh et ve O'ndan mağfiret dile" (Nasr 3) âyetidir.
Sufyân b. Uyeyne'nin sözü de böyledir:
"Sünnet, emir ve nehyin (yasağın) te'vilidir".
Zira emredilen fiilin kendisi, emrin te'vilidir; haber verilen varlığın kendisi, haberin te'vilidir. Söz ise ya haber ya da emirdir.
Bu sebeple Ebû Ubeyd ve diğer bazıları, "es-samma" sarınması (اشتمال الصماء)" nın tefsiri konusunda ifade ettikleri gibi "fakîhlerin te'vili dilcilerden daha iyi bildiğini" söylerler.
Zira Hipokrat ve Sîbeveyh'in tabileri bunların sırf lügatle bilinemeyecek maksatlarını nasıl biliyorlarsa, fakîhler de Rasûlullah (s.a.v.)'in maksadını (ne demek istediğini) bildikleri için emir ve nehyedilen şeylerin tefsirine vâkıftırlar.
Ancak şu da var ki, emir ve nehyin te'vilinde, haberin te'vilinin aksine (maksadın) bilinmesine ihtiyaç vardır.
(Sufyân b. Uyeyne (v. 198/813). Etbâu't-tâbiînden mufessir.)
(Ebû Ubeyd Alî b. el-Hüseyn b. Harb el-Kâdî el-Bağdâdî (v. 319/931). Şafiî muctehididir.)
(Pek çok hadiste, Hz. Peygamber'in sammâ' sarınmasını yasakladığı ifade edilmektedir. Örneğin Buhari, "Salât", 10; "Mevâkît", 30; "Libâs", 20; Tirmizî, "Libâs", 24; "Edeb", 20; Nesâ'î, "Zînet", 106,107; Ibn Mâce, "Libâs", 3; Dârimî, "Salât", 100; Ahmed b. Hanbel, II, 496,503, 510, 529; III, 6,13, 46, 66,95, 293, 297, 322, 331, 344, 349.)

Sammâ', vücudun, el, kol çıkacak bir aralık bırakılmadan sarılmasıdır. Kişi gerektiğinde elini kullanamayacağı gibi, zarar ihtimalinin de söz konusu olması sebebiyle bu tarz bir giyinme yasaklanmıştır.
Dilciler, sammâ'ı "vücudun, kollardan birini kaldıramayacak ve elin de çıkmasına imkân tanıyan bir delik bulunmayacak şekilde sarılması" diye tarif etmişlerdir. Bu tarz giyinmeye sammâ' denmesi, "bütün menfezlerin kapanması sebebiyle hiçbir çatlağın bulunmadığı kayaya benzemesi" ile açıklanmıştır. Zira sammâ'ın kelime anlamı "sert kaya"dır.
Fakîhler ise sammâ'ı, "kişinin bir kumaşla sarındıktan sonra bunun bir tarafını kaldırıp omuzlarına koyması ve fercini açık bırakması" olarak tarif etmiştir.
Dilcilerin açıklama tarzına göre kişinin ihtiyaç anında elini çıkarması mümkün olmayıp zarara uğraması muhtemel bulunduğundan sammâ' mekruh olurken, fakîhlerin açıklama tarzına göre ise, avret yeri açıkta kalacağı için haramdır. Hadîsin Buhârî'de geçen şekli, fakîhlerin açıklama tarzının daha doğru olduğunu göstermektedir:
"Rasûlullah, sammâ' sarınmasını ve kişinin avret yeri üzerine başka bir örtü almadan tek bir elbise içine ayaklarını toplayıp oturmasını yasakladı".

İmdi bu böyle bilinince; Allah Teâlâ'nın hakikî isim ve sıfatlarla muttasıf mukaddes zâtı hakkında haber verdiği hususların te'vili, hakikî sıfatlarla muttasıf mukaddes zâtı için sabit bir hakikattir. O'nun va'd ve va'îd (cennetin nimetleriyle cehennem cezaları) hususunda haber verdiği şeylerin te'vili, bizzat vukû bulacak va'd ve va'id (mükâfat ve cezanın kendisi) dir.
İşte bu sebeple, hadîsin bildirdiği hususlardan muhkem olanlarla amelde bulunur, muteşabih olanlara da iman ederiz. Çünkü Allah'ın zâtı ve ahiret günü hakkında verdiği haberlerde, anlamı bizim dünyada bildiklerimize benzeyen müteşabih lâfızlar söz konusudur. Nitekim O, Cennet'te et, süt, bal, şarap vb. bulunduğunu haber vermiştir. Bunlar lâfız ve manâ olarak dünyadakilere benzemektedir. Fakat onlar bunlar gibi değildir ve hakikatleri de bir değildir.
(Cennetteki bu şeyler dünyadakinin aynı olmadığına göre) Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatları için, bu daha öncelikli olarak geçerlidir. Bunlarla kulların isim ve sıfatları arasında benzerlik olsa bile bu sebeple Yaratıcı yaratılmışlara, bunların hakikatleri de birbirine benzemez. (ne Yaratan yaratılan gibidir, ne de O'nun hakikati, onların hakikati gibidir.)
Gayb hakkında verilen haberler de, görünür âlemdeki anlamı bilinen isimlerle ifade edilmezse anlaşılmaz. Aralarındaki fark da göz önünde bulundurularak, görünür âlemdekilere dair bilgi vasıtasıyla gaybda olanlar bilinir. (Ama hiçbir zaman onların biribirlerinin aynı olduğunu söyleyemeyiz.)
Yine bilinir ki, Allah'ın gayb âlemi hakkında haber verdiği hususlar, görünür âlemde bilinenlerden daha yücedir. (çok daha muazzamdır). Gayb âleminde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler vardır. Biz de Allah kendisine mahsus kıldığı -Cennet ve Cehennem gibi- gayb hakkında bir şeyi bize haber verdiği zaman, bunun manâsını biliriz, bu hitapla bizden anlamamız istenen şeyi anlarız ve bunu tefsir ederiz. Henüz vuku bulmamış, fakat ancak kıyamet gününde meydana gelecek şeyler gibi haber verilen hususun hakikatine gelince, bu yalnızca Allah'ın bildiği te'vil nev'indendir. (Onun hakikati ancak Allah'ın bildiği bir şeydir).
Bu yüzden İmam Mâlik ve diğer Selef âlimlerine Allah Teâlâ'nın:
"Rahman Arş'a istiva etti." (Tâhâ 5) âyeti hakkında soru sorulduğunda onlar:
"İstiva malûmdur (bilinen bir şeydir), bunun nasıl olduğu bilinmez (keyfiyeti meçhuldür), buna iman etmek vaciptir, bunun hakkında soru sormak ise bid'attir" cevabını vermişlerdir.
Aynı şekilde İmam Mâlik'in hocası Rabîa b. Abdurrahmân da daha önce:
"İstiva malûmdur (bilinen bir şeydir), bunun nasıl olduğu bilinmez (keyfiyeti meçhuldur); bunu açıklamak (beyân) Allah'a, bize bildirmek de Rasûl'e aittir. Bize ise iman etmek düşer" diyerek istivanın bilindiğini, nasıllığının ise meçhul olduğunu (keyfiyetinin bilinemediğini) ifade etmiştir.

Selef ve (muctehid) imamların sözleri arasında buna benzer pek çok şey bulunur. Onlar kulların Allah'ın sıfatlarının keyfiyetini bilmesini reddeder ve Allah'ın keyfiyet ve mahiyetini ancak kendisinin bileceğini ifade ederler. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Ben seni sena edemem; sen kendini sena ettiğin (övdüğün) gibisin" buyurmuştur ki bu hadîs Muslim'in Sahîh'i ve diğer eserlerde geçmektedir.
(Muslim, "Salât", 222; Tirmizî, "Da'avât", 75, 112; Ebû Dâvûd, "Salât", 148; "Vitr", 5; İbn Mâce, "Duâ", 3; "İkâmet", 117; Nesâ'î, 'Taharet", 119; "Tatbik", 47, 71; "Kıyâmu'l-leyl", 51; Ahmed b. Hanbel, I, 96,118,150; VI, 58, 201; Muvatta', "Messu'l-Kur'ân", 31.)

Yine bir başka hadîste:
"Allahım senden,kendini isimlendirdiğin, Kitab'ında indirdiğin, yarattıklarından herhangi birine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine seçip ayırdığın (başkasına bildirmediğin) bütün isimlerinle istiyorum." buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, I, 391, 452.)
Bu hadîs de, İbn Mes'ûd'dan naklen Ebû Hâtim'in Musned'i ve Sahîh'inde yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hadîste Allah'ın gayb ilminde kendine ayırdığı isimlerinin bulunduğunu ve bu isimlerin manâlarını kendisinden başka kimsenin bilmediğini haber vermektedir.
Bütün eksiklerden munezzeh olan Allah Teâlâ kendisinin alim, kadîr, semî', basîr, ğafûr, rahim ... olduğunu haber vermiştir. Biz bunların manâsını anlarız; ilimle kudreti, rahmetle sem' ve basarı birbirinden ayırt ederiz. Çeşitli manâlara sahip olsalar da bütün isimlerin ittifakla Allah'ın zâtına delâlet ettiğini biliriz. Bunlar zât bakımından müşterek, sıfatlar açısından ise birbirinden ayrıdırlar. (Yâni zât yönünden müttefik ve birdirler, sıfat yönünden farklıdırlar.)
Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Muhammed, Ahmed, el-Mâhî, el-Haşir, el-Âkıb gibi isimleri, Kur'ân'ın Kur'ân, el-Furkân, el-Hudâ, en-Nur, et-Tenzil, eş-Şifâ vb. isimleri de böyledir.

(İbn Teymiyye, Cubeyr b. Mut'im'den rivayet edilen şu hadîse atıfta bulunmaktadır:
"Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed'im ve Ahmed'im; ben Mâhî'yim, Allah benimle küfrü yok edecektir; ben Hâşir'im, kıyamet günü insanlar arkamdan gelerek haşrolacaklardır ve ben Akıb'ım".

Buhârî, "Menâkıb", 17, "Tefsiru sûre 61", 1; Muslim, "Fedâ'il", 124.
Hadiste geçen Akıb kelimesi de, "kendisinden sonra peygamber gelmeyen kimse" şeklinde açıklanmıştır.)


İnsanlar bu isimlerin -zât bir olduğu için- müteradif kabilinden (eşanlamlı) mi yoksa -sıfatlar birden fazla olduğu için- birbirinden ayrı mı oldukları hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Nitekim, (kılıca) "seyf (سيف)", "sârim (صارم)" ve "muhenned (مهند)" denilir.
Fakat "sârim" denilirken keskinlik (sarm, صرم ), "mühenned" denilirken de Hind ülkesinde yapılmış olma kastedilir. (Gerçek şu ki: bunlar zât açısından bir, ama sıfat yönüyle biribirlerinden farklıdır.)
Muhkem – Muteşâbih:
Bunu açıklayan başka bir misal de şudur:
Allah Kur'ân'ın tamamını muhkem ve müteşabih olarak vasıflamıştır. Başka bir yerde ise, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih olan kısımlarının bulunduğunu bildirmiştir. Bu durumda Kur'ân'ın tamamına şamil olan ihkâm ve teşabuh ile bazı kısımlarına mahsus olan mezkûr sıfatların bilinmesi gerekir. Allah Teâlâ,
"Elif. Lâm. Râ. (Bu sana indirilen) ... âyetleri sağlamlaştırılmış / muhkem kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır" (Hûd 1) buyurarak tüm âyetleri muhkem kıldığını haber verdiği gibi,
"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ( مُّتَشَابِهاً ) ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi." (Zumer 23) buyurarak Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu haber vermiştir.
"Hüküm": iki şeyin arasını ayırmak demektir;
"Hâkim" de: iki hasmı birbirinden ayıran (iki hasım arasında karar veren) kimsedir.
Müteşabihleri ilim ve amel bakımından birbirinden ayırmak, hak ve bâtılı, doğru ve yalanı, yararlı ve zararlıyı birbirinden ayırmak da "hükümdür."
Yararlı olanı yapıp, zararlı olanı terk etmek de "hüküm" kapsamındadır.
Fiilde bulunmaktan men ettiğin zaman (Saçıp savuran, dengesiz (sefih) kişiyi bu davranışlarından alıkoyup onu kontrol altına aldığın zaman):
(حكمت السفيه و أحكمته )
"Sefîhe hükmettim"
Yine hayvana gem vurduğunda:
(حكمت الدابة و أحكمتها)
"hayvana hükmettim" denir.
"İhkâm", "bir şeyi mükemmel ve eksiksiz (sağlam) yapma" demektir.
Sözün muhkem olması ise: haber söz konusu olduğunda doğruyu yalandan, emir söz konusu olduğunda da isabetli olanı yanlıştan ayırması suretiyle sağlam ve mükemmel olmasıdır. Kur'ân'ın tamamı bu manâda muhkemdir. Allah:
"Elif. Lâm. Râ. işte bunlar hikmet dolu Kitâb'ın âyetleridir" (Yûnus 1) âyetinde Kur'ân'ı "hakîm" olarak isimlendirmiştir.
"Hakîm", hâkim anlamındadır. Benzer şekilde O'nu:
"Doğrusu bu Kur'ân, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır." (Neml 76) âyetinde "anlatmak" la:
"De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta ... size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)" (Nisa 127) âyetinde de "hükmü ortaya koymak (muftî olmak)" la tavsif etmektedir.
"Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir (hidâyet ettirir) ; iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler" (İsrâ 9) âyetinde ise Kur'ân'ı "doğru yola ileten (hidâyet ettiren)" ve "müjdeci" olarak nitelemektedir.
Kur'ân'ın tamamına şamil olan teşabühe (muteşâbih olduğu mes'elesine) gelince bu:
"Eğer O (Kur'an), Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı O'nda bir çok tutarsızlık (biribirini tutmaz çok şey) bulurlardı." (Nisa 82) âyetinde reddedilen "tutarsızlığın (biribirini tutmamanın)" zıddıdır.
Söz konusu olan,
"Siz çelişkili (biribirini tutmayan) sözler söylüyorsunuz. Ondan ancak döndürülebilen döndürülür." (Zâriyât 8-9) âyetinde zikredilen "tutarsızlık (biribirini tutmama)"tır.
Burada teşabüh (benzeme), sözün bir kısmı diğerlerini tasdik edecek (doğrulayacak) biçimde ahenkli ve birbirinin benzeri olmasıdır.
Dolayısıyla, bir şeyi emrettiğinde bir başka yerde onun zıddını emretmez, bilâkis aynı hususu, benzerini veya bunun gereği bir başka hususu emreder. Bir şeyi yasakladığında da başka bir yerde bunu emretmez, (Birşeyi reddediyorsa başka bir yerde onu kabul etmez) aksine -nesih söz konusu olmadığı müddetçe- aynı hususu, benzerini veya buna bağlı diğer hususları yasaklar.
Aynı şekilde bir şeyin varlığını haber verdiğinde, başka bir yerde bunun zıddını haber vermez, ancak yine bunun veya bunun gereği olan sair şeylerin varlığını haber verir. Bir şeyi reddettiğinde bunu isbat etmez, yine aynı hususu veya buna bağlı başka hususları reddeder. Kendi kendini nakzeden tutarsız sözde ise bunun aksi geçerlidir; bir şeyi bazen isbat bazen de reddeder ya da bir şeyi aynı anda hem emreder hem de yasaklar; birbirinin benzeri olan iki hususu ayrı tutup birini methederken diğerini kötüler.
Burada bahsi geçen tutarsız sözler birbirinin zıddı olanlar, müteşabih sözler ise birbirine uygunluk arz edenlerdir. Bu teşabüh, lâfızlar farklı olsa bile manâda carîdir. Şayet manâlar birbirine uygunluk sergiliyor, birbirini destekliyor, birbiriyle tutarlılık arz ediyor, birbirini tasdik ediyor ve birbirini gerektiriyorsa kendi içinde tezat gösteren tutarsız sözün aksine söz müteşabihtir.
Bu genel teşabuh, genel muhkemliğe ters değildir, bilâkis onu destekler. Zira muhkem ve eksiksiz söz, parçaları birbirini tasdik eden ve birbirini nakzetmeyen sözdür. Bundan farklı olarak özel muhkemlik ise özel teşabuhun zıddıdır. Özel teşabüh, bir şeyin bir başka şeye bir yönden benzeyip diğer yönlerden farklı olmasıdır. Bazı insanlara bu ikisi aynıymış veya birbirinin benzeri imiş gibi gelir ki aslında böyle değildir. Muhkemlik, bu iki şeyi, ikisi birbirine karışmayacak biçimde birbirinden ayırmaktır.
Söz konusu teşabüh bazen iki şeyi birbirinden ayıracak bir husus var olmasına rağmen başka bir noktada birbirine benzemeleriyle olur. İnsanlardan bir kısmı bu ayırımı fark edemez ve bu ikisini birbirine karıştırır. Bir kısmı da bu ayırımın farkına varır.
İki şeyin ayırt edilemediği bu teşabüh bazen de nisbî ve izafî olur ki bazı kimseler için (iki husus) benzerlik arz ederken başkaları için böyle değildir, ilim sahipleri bu benzeşmeyi izale edecek şeyi bilirler. Meselâ bazı insanlara ahirette vaat edilen şeyler dünyada gördüklerinin benzeri gibi gelir ve onların bunlara benzediğini zannederler. Oysa, bazı yönlerden benzerlik sergileseler bile bu ikisinin birbirinin benzeri olmadığını âlimler bilirler.
Bazı insanları yanlışa düşüren şüpheler de yine bu kabildendir. Zira bu gibi hususlarda hak ile bâtıl birbirine karışmıştır. Bu yüzden de bazı insanlar bunları ayırt edemezler. Bu ikisi arasındaki ayırımın bilgisine sahip olanlar için ise hak ile bâtıl birbirine karışmaz.
Kıyas-ı fasit de bu tür şüphelerdendir. Zira bu, bir şeyin bazı yönlerden, aslında kendisine benzemeyen başka bir şeye benzetilmesidir. İki şey arasındaki farkı bilen kimse, bu benzerlik ve kıyas-ı fasidi ortadan kaldıran ayrımı bulabilir. Bir hususta birleşip bir başka hususta birbirinden ayrılan iki şey arasında bir yönden benzerlik bir yönden de ayrılık vardır, iki şey arasındaki bu benzerlik insan için yanıltıcı olabilmektedir. Zaten kıyas-ı fasit de sağlam ve düzgün bir kıyas değildir.
Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:
"İnsanlar en çok te'vil ve kıyas açısından hataya düşerler. Te'vil naklî delillerde, kıyas ise aklî delillerde olur."
Aslında dediği doğrudur. Hatalı te'vil muteşabih (benzeşen) lâfızlarda, hatalı kıyas ise müteşabih manâlarda söz konusu olur.
İnsanlar burada söz konusu olan yanlışlıklara (hatalı te'vil ve fasit kıyas) düşmüşlerdir. Hattâ tahkik, tevhîd ve irfan iddiasında bulunan bazılarının durumu öyle bir noktaya varmıştır ki, bunlar Rabb'in varlığını diğer bütün varlıkların varlığıyla karıştırmış ve ikisinin aynı olduğunu zannetmişler, yaratılmışların varlığını Yaratıcının varlığıyla bir ve aynı görmüşlerdir. Oysa, Yaratıcı'nın yaratılmışa benzemesi, o olması, onunla birleşmiş veya ona hulul etmiş olması kadar imkânsız bir şey yoktur.
Yaratıcının varlığıyla tüm yaratılmışların varlığını birbirine karıştıran -ve hattâ onların varlığını Yaratıcının varlığı zanneden- kimseler, insanların bu benzerlik yönünden en büyük yanlışlığa sapanlarıdır. (karıştırma yönünden insanların en sapıklarıdır.)
Bunlar, varlıkların varlık ismini taşımakta müşterek olmaları sebebiyle varlığı bir zannetmişler ve bizâtihî bir ve aynı olan (vâhid bi'l-'ayn, özdeş) ile nevi bakımından bir ve aynı olanı (vâhid bi'n-nev', türdeş) birbirinden ayırmamışlardır.
Diğer bazı insanlar, "Varlıklar müşterek olarak varlık ismini taşırlar" denildiğinde, teşbih ve terkîb (Bir şeyin bir başkasına katılıp görünüş itibariyle bir ve aynı hale gelmeleri.) ortaya çıkacağı vehmine kapıldılar ve "varlık" lâfzının bir müşterek lâfız (İki veya daha fazla birbirinden farklı hakiki (mecazî olmayan) manâya delâlet eden tek lâfız.) olarak kullanıldığını söyleyerek, -her ne kadar bir kısmı karşı çıksa da- akıl sahiplerinin ittifak ettiği "Varlığın kadîm ve hadis (sonradan olma) gibi kısımlara ayrıldığı" hususuna muhalefet ettiler.
Bir başka grup, varlıklar müşterek olarak "varlık" ismini aldığında, zihnin dışındaki haricî âlemde müşterek bir varlık bulunması lâzım geldiğini zannetmişler ve zihinde bulunan külli mefhumların haricî âlemde de aynen var olacağını, meselâ "mutlak bir varlık", "mutlak bir hayvan", "mutlak bir cismin" var olacağını iddia etmişlerdir. Bu şekilde, hem duyulara, hem akla hem de nassa aykırı düşmüşlerdir. Zihinde var olan hususları görülür âlemde de (dış dünyada, a'yanda) var kabul etmişlerdir. Bunların tamamı kafa karışıklığına sebep olan şeyler nev'indendir. (Bütün bunlar bir nevi karıştırma (iştibah) dır.)
Allah'ın doğruya ulaştırdığı (hidâyet bahşettiği) kimseler ise: her ne kadar bazı yönlerden müşterek olsalar da bu hususları birbirinden ayırırlar ve ikisi arasındaki müştereklik ve ayrılığı, benzerlik ve farklılığı bilirler. Bunlar müteşabih ifadelerle hataya da düşmezler. Çünkü onlar, müteşabih ifadelerle, iki husus arasındaki farklılık ve ayrılığı açıklayan muhkem ifadeleri bir arada mütalâa ederler.
Meselâ (biz anlamına gelen) "innâ" ve "nahnu" gibi çoğul sıygaları hem yaptığı işte ortakları olan tek kişi tarafından hem de her sıfatı bir diğerinin yerine kaim olan sıfatlara sahip yüce zât tarafından kullanılır; bunun ise ortaklan değil kendisine tâbi olan yardımcıları vardır. Bir Hristiyan, ilâhların birden fazla olduğu hususunda Allah Teâlâ'nın:
"OZikri (Kur'ân'ı) kesinlikle biz indirdik" (Hicr 9) sözüne dayandığında, ancak tek anlama ihtimali bulunan:
"İlâhınız bir tek Allah'tır" (Bakara 163) gibi muhkem âyetler buradaki müteşabihliği ortadan kaldırır. Söz konusu çoğul sıygası da, O'na lâyık olan azamet, isim ve sıfatlar ile melekler ve diğer yaratılmışların O'na itaatinin bir açıklaması olur. Bunun delâlet ettiği isim ve sıfatlar ile fiillerinde kullandığı yardımcılarının hakikatini ise ancak Allah'ın kendisi bilir:
"Rabbin'in ordularını / askerlerini ancak kendisi bilir." (Muddessir 31)
Bu, te'vilini Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabihat nev'indendir. Bunun aksine, insan olan bir hükümdar "Sana bir ihsan (da bulunulmasını) emrettik" dediğinde, onun ve kâtibi, hâcibi, hizmetkârı gibi yardımcılarının emrettiği bilinir. Bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan kanaatler, istekler vs. de bilinir.
Allah Teâlâ, haber verdiği sıfatlarının ve ahiret gününe dair hususların hakikatini kullarına bildirmez; onlar da Allah'ın bu yaratması ve emriyle gözettiği hikmetin ve bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan irade ve kudretin hakikatini bilmezler.
Böylece ortaya çıkmaktadır ki, muteşabihlik, aynı anlamı taşımayan müşterek lâfızlarda olabileceği gibi, mutevâtı' (şekil ve manâ bakımından bir ve aynı olan) lâfızlarda da olabilir. Şu kadarı var ki, iki husustan birini diğerinden ayıran izafet veya ta'rîf (marife kılma) gibi bir şeyle müteşabihlik ortadan kalkmamış olsun. Meselâ:
"İçinde sudan ırmaklar vardır." (Muhammed 15) sözünde Allah Teâlâ bu suyu Cennet'e mahsus kılmış ve bununla dünyadaki su arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Ancak bu suyu diğerinden ayıran hususların hakikati bizim tarafımızdan bilinmez. Bu, Allah'ın sâlih kulları için hazırladığı hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiç kimsenin aklına gelmeyen (hiçbir insanın tahayyul edemediği) diğer şeylerle birlikte ancak Allah'ın bildiği te'vil kabîlindendir.
Allah'ın, kendisine mahsus ve hakikatini ancak O'nun bildiği isim ve sıfatlarının delâlet ettiği anlam da bunun gibidir.
Bu sebeple İmam Ahmed b. Hanbel gibi imamlar, sözü tahrif eden Cehmiyye ve diğerlerinin, Kur'ân'da kendilerine müteşabih görünen hususları yanlış biçimde te'villerini reddetmişlerdir.
Nitekim, Ahmed b. Hanbel, zındıklar ve Cehmiyye'yi, Kur'ân'ın şüpheye düşüp yanlış biçimde te'vil ettikleri müteşabih âyetleri hususunda red amacıyla yazdığı (er-Red 'ale'z-zenâdıka ve'l-Cehmiyye.) eserinde bunu dile getirmiş ve onları yanlış tefsirler yapmakla eleştirmiştir.
Bu eserde, başkalarına öyle gelmese bile kendilerine manâsı müteşabih görünen hususları zikretmiş, mutlak "te'vil" lâfzını reddetmeyerek, onları yanlış tefsirlerde bulunmakla eleştirmiştir. Oysa daha önce geçtiği üzere "te'vil" lafzıyla Allah'ın maksadını açıklayan tefsir kastedilir ki bu ayıplanmaz, bilâkis methedilir. Te'vil sözüyle ayrıca, Allah'ın bilgisini kendine sakladığı hakikat kastedilir ve bunu da O'ndan başkası bilmez. Bunu başka yerlerde genişçe ele aldık.
"Te'vil bâtıldır, lâfzın zahiri üzere bırakılması gerekir" diyen ve te'vilin iptali için:
"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez. (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 7) âyetini delil getiren grup gibi bunu bilmeyen kimselerin sözleri çelişkili olacaktır. Bu onların bir çelişkisidir; zira bu âyet, Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir te'vilin bulunmasını gerektirir. Onlar ise te'vili mutlak olarak reddetmektedirler.
İşin hataya düşülen yönü şudur:
(Yanıldıkları husus, bunu mutlak olarak tüm te'villere teşmil etmeleridir.) Allah'ın, bilgisini kendine sakladığı te'vil, O'ndan başka kimsenin bilmediği hakikattir;
Yerilen ve bâtıl olan te'vil ise; nassı te'vil edilmesi gerekenden farklı biçimde tefsir eden tahrifçi ve bid'atçilerin yaptığı te'vildir. Bunlar, lâfzı -bunu gerektiren herhangi bir delil bulunmadığı halde- delâlet ettiği manâdan delâlet etmediği bir başka manâya çekerler. Lâfzın zahirinin, kendilerinin akılla isbat ettikleri hususta ortaya çıkan mahzura benzer bir sakınca teşkil ettiğini iddia ederek, lâfzı Allah hakkında reddettikleri manâlara benzeyen başka manâlara çekerler. Böylelikle reddettikleri şey isbat ettikleri şey cinsinden olur ve dolayısıyla şayet var olan husus gerçek ve mümkin ise, reddedilen husus da bunun gibi olur; reddedilen husus bâtıl ve imkânsız ise var olan husus için de aynı şey geçerlidir.
Te'vili mutlak olarak reddedip; "Onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 7) âyetini de buna delil getiren bu kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'de hiç kimsenin anlamadığı veya bir anlamı olmayan ya da kendisinden hiçbir şey anlaşılmayan şeylerle bize hitap olunduğunu zannetmektedirler. Bu -bâtıl olmakla birlikte- kendi içinde de çelişkilidir. Çünkü Kur'ân'dan hiçbir şey anlamıyorsak, (zahirin) doğru bir manâsının bulunması imkân dahilinde olduğundan:
"Bunun zahire uygun düşmeyen ve ona muhalif olan bir te'vili vardır" dememiz caiz olmaz. Bu doğru manâ bizce bilinen zahire muhalif değildir. Onların dediğine göre bunun zahiri yoktur ve bu manâya delâleti de ne zahire muhalif bir delâlet ne de te'vil olur. Bu durumda, bizim bilmediğimiz bir takım manâlara delâleti de caiz olmaz. Onun delâlet ettiği bu manâları biz bilemeyiz, zira lâfzı ve bunun delâlet ettiği mefhumu anlamıyorsak, lâfzın delâlet etmediği manâları haydi haydi anlayamayız. Çünkü lâfzın kendisiyle kastedilen şeyi bildirme yönü, kendisiyle kastedilmeyen bir hususu bildirme yönünden daha kuvvetlidir.
Dolayısıyla şayet lâfzın herhangi bir manâyı bildirmesi söz konusu değilse ve ondan hiçbir manâ anlaşılmıyorsa, o halde kendisiyle kastedilen mefhumu bildirmiyor demektir ve kendisiyle kastedilmeyen bir manâyı bildirmemesi ise daha kuvvetle muhtemeldir. Te'vil ile yaratılmışlara verilen zahire muhalif olan şeyin kastedilmesi hali dışında:
"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez" demek bir yana, -tercihe şâyân olan manâdan, tercih edilmeyen zayıf manâya çekildiği anlamında- "bu lâfız te'vil edilmiştir" demek bile caiz değildir. Zahir ile bunu kasteden kimsenin, zahirden farklı bir te'vilde bulunmasının gerekliliği şüphe götürmez. Ancak bunlar:
"bunun zahirden farklı bir te'vili yoktur" veya "bu zahiren ifade ettiği manâ üzere bırakılır" dediklerinde kendi içlerinde çelişkiye düşmüş olurlar. Şayet zahir ile herhangi bir açıklamada bulunmaksızın farklı bağlamlar içinde farklı manâlar kastederlerse bu da bir aldatmaca olur.
Eğer zahir ile manâsı anlaşılmaksızın görünen mücerred lâfzı kastederlerse, te'vili iptal veya isbat etmeleri bir çelişki olur, zira te'vili isbat veya inkâr eden kimse muhtemel manâlardan birisini anlamış demektir.
Bu taksim ile sıfatları inkâr veya isbat eden pek çok kimsenin tenakuzları (çelişkileri) ortaya çıkmıştır.
(Şeyhul İslam İbn teymiyye; Tedmuriye akidesi)

Ayrıca şu esere de bakabilirsiniz :

muskil_ayetlerin_tef-large.jpg


Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye'nin (r.h.) tefsir alanında yazdığı kıymetli eserlerden biri de "Müşkil Ayetlerin Tefsiri" isimli kitabıdır ki bu eserinde, bir çok müfessirin tefsirinde hata ettikleri gördüğü, bazı Kur'an ayetlerinin tefsirini yazmıştır. Müellif (r.h.) bu eserinde, müfessirlerin üzerinde ihtilaf etmelerinden dolayı, anlaşılması zorlaşan bu ayetleri, ilmi olarak tartışmış ve anlaşılmadaki zorluk ve kapalılığı gidermiştir. Şeyh Ebu Abdullah b. Reşik, Ondan tüm Kur'an surelerini ihtiva eden bir tefsir yazmasını rica ettiği zaman, Şeyh'ul-İslam (r.h.) bu mevzunun önemine işaret ederek şöyle demiştir:
"Kur'an bir kısmı hiçbir açıklama gerektirmeyecek şekilde açıktır. Bir kısmı ise müfessirler tarafından yazılan çeşitli tefsirler ile açıklanmıştır. Fakat bazı ayetler vardır ki bunlar müfessirler tarafından gereği gibi açıklanamadığından, insanlara kapalı ve manası zor anlaşılır kalmıştır. Bu sefer, Cenab-ı Hak bana Kur'an'ın anlamlarını açtı ki, bu bir çok alimin temennisidir. Vaktimin çoğunu Kur'an'ın anlamları dışındaki ilimlerle harcadığım için pişman oldum."
 
Üst Ana Sayfa Alt