Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Hz Muaviye Hz Ali'ye Sövmüş ve Sövdürtmüş müdür?

Ahadun Ahad Çevrimdışı

Ahadun Ahad

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
EsSelamu Aleykum

hz Muaviye hz Ali'ye sövmeyi emretmiş midir? Bu konuyla ilgili gelen rivayetler var. Bu rivayetler zayıf mıdır sahih midir?


Muaviye Hz. Ali’ye lanet etti.

(İkd’ül Ferid İbn-i Abdu Rabbih’in c.4, s.366 / İbni Ebil Hadit' in "Şerhu Nehc'ül Belağa"c.1, s.356; c.3, s.258 – 1.Baskı-Mısır)

Muaviye Hz.Ali’ye sövdü.

(İbn' ül Esir' in "Üsd' ül Gabe" c.1, s.134 / el-İsabe c.1, s.77 / El-Kamil İbn’ül
Esir c.3, s.302 / el-Suyuti' nin "Tarih'ül Hulefa" s.190 / İbn-i Abdurabbih’in
“el-İkd’ül Ferid” c.2, s.144 / İbni Hacer el-Heytemi' nin "Sevaik' ul Muhrika"
s.33 / Nehc'ül Hak ve Keşf'üs Sıdk s.310)


Muaviye namaz kıldığında Ali'ye, Hasan’a, Hüseyin’e, İbn-i Abbas’a Kays bin Sa’d bin İbadet ve Eşter’e lanet etti.
(Şeyhülislam Süleyman el-Kunduzi el-Hanefi el-Belhi'nin "Yenabi'ul Mevedde"
s.162)

Muaviye Hz. Ali’ye sövmeleri için emir verdi.
(Sahih-i Müslim c.2, s.360 / Sahih-i Tirmizi c.5, s.301, Hadis No: 3808 /el-Hakim Nişaburi'nin "Müstedrek alas-Sahihayn" c.3, s.109 /Hasais en-Nisai s.48, 81 Haydariye Bas. /el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt Talib" s.84,86 Haydariye Bas./İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.1, s.206, Hadis No: 271,272 / ez-Zerendi el Hanefi'nin "Nazım Dürer es-Simtayn" s.107 /Menakib-i Hüvarezmi s.59 /İbn-i Esir'in "Üsd'ül Gabe" c.1, s.134; c.4, s.25-26 /el-Askalani eş-Şafii’nin “el-İsabe fi Temyiz es-Sahabe” c.2, s.509 / İbn-i Mezahim’in “Vak’it Siffiyn” s.82, 92 /
İbn-i Abdu Rabbih’in “İkd’ül Ferid” c.4, s.29 / İbn-i Ebil Hadit'in "Şerhu Nehc'ül Belağa" c.1, s.256, 361, Mısır 1. Bas. / Sıbt İbn-i Cevzi’nin “Tezkiret’ül Havas” s.63 / el-Emini’nin “el-Gadir” c.1, s.257; c.3, s.200)

burda da kötülemek diye geçmiş

jlp7b.jpg


ilgili konunun başlıkları şurda

https://www.islam-tr.org/konu/hz-ali-a-s-mi-yoksa-muaviye-a-s-mi.29291/

https://www.islam-tr.org/konu/neden-muaviye-ye-hz-diyorsunuz.14258/

ikiside hemen hemen aynı şeyleri yazmış. ibn esir tarihinde muaviye(ra) ali(ra)'ye sövdü diye geçiyor.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Aleykum selam we rahmetullah;

Seb; Birisi hakkında kötü konuşmak, ona dil uzatmak, kesmek, şetmetmek, aşağılamak, tahkir, terzil, kötü anmak, yermek, küfür, küfran, sövüp saymak gibi manalara gelir. (Heyet, Büyük Lugat, s. 862; Bilmen, Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, s. 79; Sarıcık, Dört Halife ve Emeviler Döneminden İlginç Problemler, s. 97; el-Mu’cemu’l-Vasit, s. 411; Rağıb, el-Mufredât, sf: 220)

Şetm ; yine seb anlamındadır; sövme, sayma, sebbetme ve azarlama gibi manalara gelir. (Heyet, Büyük Lugat, s. 913)

Muaviye (r.anh) hakkında, Ali’ye sebbi, şetmi emrettiğine dair tarih kitablarında (İbnu Abd-i Rabbih, Ahmed b. Muhammed, el-Ikdu’l-Ferîd, IV, 28-29; Ahmed, Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, I, 614-615; 707-709, 717; İbnu’l-Esir, el-Kamil, III, 405) bazı bilgiler yer alsa da -ki bunların da gerçek olup olmadığı hep tartışmalıdır- kendisinin ona bizzat sebbettiği konusunda bir bilgimiz yoktur.


Soruda bu soruyu soran tarafından kaynak gösterilen, Tirmizi, Muslim ve İbn-i Asakir’in Tarih-i Dımaşk’ında sövme emri verdiği iddia edilen cilt ve sayfalarda ve Tirmizi’de 3808 nolu hadiste sövme emri bulamadık.


Şu kadar var ki, tarih kaynaklarından İbnu’l-Esir’in el-Kamil’inde bu konuyla ilgili bazı açıklamalar bulmak mümkündür. İbnu’l-Esir’e göre, Hasan, Muaviye ile sulh yapıp, hilafeti ona verirken bazı şartlar koşmuştu:

Bu şartlara göre, “Muaviye ona, Kufe Beyt'ul mal'ından beş bin dirhem ödeyecek, Fars topraklarından olan Dâr-ı İbcîrd’in haracını verecek, ayrıca Ali’ye şetm etmeyecekti. (“Ve enlâ yeştume ‘aliyyen” İbnu’l-Esir, el-Kamil, III, 405) Fakat o (Muaviye), Ali’ye şetimden el çekme konusunda ona cevab vermedi (icabet etmedi). Bunun üzerine o (Hasan), duyduğu halde ona şetmetmemesini istedi. O da buna icabet etti, ama sonradan bu konuyu da onun için yerine getirmedi.
Ve dâr-ı İbcird’in haracına gelince, Basra'lılar onu (Hasan’ı) bundan men ettiler ve şöyle dediler: “O bizim feyimizdir (Allah’ın bize döndürdüğü maldır). Onu kimseye vermeyiz. O (Hasan) onları Muaviye’nin emriyle men ettiği halde (böyle dediler)(İbnu’l-Esir, el-Kamil, III, 405)

Ayrıca Emevi taraftarları Ali taraftarlarını “Ebu Tûrab şiası/taraftarı” diye anıyorlardı. (İbnu’l-Esir, el-Kamil, III, 460)

Yine aynı kaynağa göre, hicri 41. Yılında Muğire b. Şube’yi Kufe’ye vali tayin edince – ki burası Hz. Ali taraftarlarının bol olduğu bir yerdi – kendisine şöyle demişti:
“… Ali’nin şetmi (sebbi) ve zemmini, Osman’a terahhumu (ona ‘rahimehullah = Allah ona rahmet etsin’) demeyi (Luis Ma’luf, s. 253) ve ona istiğfarı terk etme, ayrıca Ali’nin ashabının ayıplarını, onlara uzaklaştırmayı ve Osman taraftarlarının ıtrayı (aşırı övgüyü) onlara (halkı) yaklaştırmayı terk etme.” (İbnu’l-Esir, el-Kâmil, III, 472)
Muğire bunu yapacağını belirtti ve Kufe’ye gelince setm-i Ali ile birlikte, Osman’a dua ve istiğfarı da bırakmadı. (İbnu’l-Esir, el-Kâmil, III, 472)

Ali şiasından (taraftarlarından)
Hucr b. Adiy, onun bu yaptıklarını duyunca, kendisiyle görüşüp “bel iyyâkum zemmellâhu ve le‘ane = Aksine Allah size zem ve lanet etsin” dedi.
Ardından da; “Ben şehadet ederim (Allah’ı şahid tutarak derim) ki, sizin zemmettiklerinizi fazla (üstünlüğe) daha layıktır, tezekki ettiğiniz de zemme daha evladır” dedi. (İbnu’l-Esir, el-Kâmil, III, 473)

Görüldüğü gibi el-Kamil’e göre, Muaviye, Ali’ye şetmi (hakkında kötü konuşmayı, sebbi tenkid ve eleştiride bulunmayı ve zemmi) emretmiştir. Zem; “birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek, kötülemek, yermek, ayıplamak” gibi manalara gelir. (Heyet, Büyük Lugat, zem kelimesi) Buna göre herhalde Muaviye, insanları Ali’den uzaklaştırmak için şetm ve zem ettirmeyi, siyasi bir râkib olarak gördüğü Ali’ye yaptırmayı uygun görmektedir.

Diğer yandan el-Kâmil’de görüldüğü üzere, Ali (r.anh) taraftarları da, “Allah size zem ve lanet etsin… Sizin tezekki ettikleriniz (ayıplardan azade tuttuklarınız) zemme daha evladır” diyebilmekte, onlar da Osman ve Muaviye (r.anhuma) taraftarlarına zem ve lanette bulunabilmektedirler. Herhalde tarafgirlik ve siyasi rekabet gibi konular, zamanımızda rakip siyasi parti liderleri ve tarafları gibi, insanları rakiplerine karşı bu duruma sürükleyebilmektedir.

O dönemde sebbin iki tarafça karşılıklı yapıldığına dair başka bilgiler de vardır. Ali (r.anh) halife iken bir gün onun taraftarlarından biri Ali’nin huzurunda “Osman cehennemdedir” deyince Ali, ona karşı çıkarak “bunu nereden biliyorsun?” dedi.
Adam görüşünde ısrarlıydı. “Çünkü o yeni şeyler (bid’atlar) ihdas etti” dedi. Bunun üzerine Ali (r.anh) haddini aşan bu adama şöyle cevap vermişti:
“Sen ne diyorsun, bir kızm olsa, onu (herhangi bir kimseye) danışmadan böyle bir kimseyle (cehennemlik biriyle) evlendirir miydin?”
“Hayır”
“Öyleyse senin görüşün, Rasulullah’ın (s.a.v.) kendi kızı hakkındaki görüşünden daha mı hayırlı?”
Adam bir yandan Osman’ın cehennemlik olduğunu iddia ederken, diğer yandan kızını cehennemlik biriyle evlendirmeyeceğini söylüyordu. Bu durumda iki kızını Osman’a veren Rasulullah’ın (s.a.v.) kararı hatalıydı.
Ardından Ali (r.anh)tekrar sordu: “Rasulullah bir şey yapmak istediği zaman, Allah’a istihare eder miydi, yoksa ona istihare etmez miydi?”
“Hayır, bilakis o istihare ederdi.”
“Peki, Allah ona hayır verir miydi (ilham edip doğruyu gösterir miydi), yoksa vermez (göstermez) miydi?”
“Evet, ona hayır verirdi.”
“O zaman bana Rasulullah’tan (a.s.v.) haber ver: Allah ona Osman’la evlendirme konusunda onun için (hayır) istedi mi, istemedi mi?”
Adam bir cevab veremeyince Ali (r.anh) şunları söylemişti:
“Vallahi boynunu vurmak için kılıcımı çıkarmıştım, ama Allah buna imkân vermedi. Vallahi, başka türlü konuşsaydın, (cevap verseydin), boynunu vuracaktım.”
(Kandehlevi, II, 454; el-Muntehab, V, 18’den; Sarıcık, Ali, İlk Üç Halife İle Kavgalı mıydı, s. 295-296)

Görüldüğü gibi, Ali (r.anh) taraftarlarından da, siyasi rekabet ortamı içinde, Ali’ye karşı ve taraftarlık hissiyatıyla Osman (r.anh)’a çok ağır seb ve şetmde bulunanlar olabiliyordu. Hatta bu durum seb ve şetm sınırlarını da aşma durumuna ulaşabiliyordu.

Muğire emaretinin (valiliğinin) sonuna kadar Ali ve onun hakkında dediklerini demeyi devam etti. Yine bir gün Kufe Mescidinde aynı şeyi yapınca Hucr, ona karşı çıkarak: “kad asbahte muli‘an bi zemmi emiri’l-mûminîn = mutlaka sen, Emiru’l-mûminin’i zemmetmekle, (köpek gibi) dişledin (onu eza ve sebbettin)” demişti. (İbnu’l-Esir, el-Kamil, III, 473)

Suyuti’nin Tarihu’l-Hulefa adlı eserine bakılırsa, henüz Hasan (r.anh) hayatta iken, Medine valisi Mervan b. Hakem, “her Cumua minberde Ali’ye zemmederdi.” (Suyûtî, Tarihu’l-Hulefa, s. 190: “Fekâne yesubbu ‘aliyyen kulle cum’atin ‘ale’l-minberi”)

Hasan ise buna şahid olduğu halde bu konuda herhangi bir tepki vermezdi. O sebbe seble karşılık vermek istemiyor, bu durumda gerekeni Allah’a bırakıyordu.(Suyûtî, Tarihu’l-Hulefa, s. 190)

İbn-i Abdirabbih’in pek güvenilen bir kaynak olmasa da kitabı “el-Ikdu’l-Ferîd”de anlattığına göre, bir gün Muaviye’nin huzurunda ve yanında halkın ileri gelenleri de bulunduğu halde, Şamlı bir adam ayağa kalkıb konuştu ve “onun sözünün sonu Ali’ye lanet etmesi oldu ama (oradaki) insanlar sustular (buna göz yumdular).” Ama orada olan Ahnef b. Kays, o sırada konuşarak; “bu adamın Muaviye’nin lanete rızası olduğunu bilmeksizin, Ali’ye lanet edemeyeceğini söyledi.
Muaviye ikisinin karşılıklı konuşmaları üzerine Ahnef’i orada Ali’ye lanete (hakkında kötü konuşmaya) emretse de, o ancak “Allah’ım sen, meleklerin, nebilerin ve bütün yarattıkların; bu ikisinden (Ali ve Muaviye) sahibine (arkadaşına) isyan edene lanet et” diye lanette bulunabileceğini söylemiş, ölse de bundan başkasını yapmayacağını belirtmişti.
Bunun üzerineMuaviye: “Ey Ebu Bahr , o zaman seni (bu işten) affedelim” dedi. (İbnu Abdirabbih, IV, 28-29)

Osmanlı döneminin önemli klasiklerinden olan Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sına göre, “Umeray-ı Beni Umeyye ise minberde Osman’a dua ettikten sonra Ebu Turab’a (Ali) sebbeyler (söğer) ve Alevilere ‘Turâbiler’ tabir ederlerdi. Ehl-i Şam’ın avamı (halkı) Ebu Turab’ın kim olduğunu bilmezlerdi. Hatta bir gün bir kimse ehl-i Şam’dan birine: ‘Hatiblerinizin minberde sebbeyledikleri Ebu Turab kimdir?’ diye sual ettikte, ‘zannederim bir haydut olmak gerektir’ diye cevab vermiş olduğu mervidir.” (Ahmed Cevdet Paşa, I, 614-615)

Turab diye açıkça adını vermeden sebbediyorlardı. Ali’ye Ebu Turab ünvanı Peygamber tarafından verilmiş bir ünvandı. Gerçekte Ali de Rasulullah kendisine bu unvanı verdiği için böyle anılmaktan hoşlanırdı.(Ahmed Cevdet Paşa, I, 614)

Emeviler ona Ebu Turab (Toprak Babası) diye sebbettiklerine göre bu kelimeyi hakaret ve yergi anlamında kullanmış olmalıdırlar.

Kufe valisi Muğire de daha önce belirttiğimiz gibi aynı şekilde Ali’ye Ebu Turab unvanıyla minberde Cuma günleri sebbedince Hucr b. Adiy ve arkadaşları buna karşı çıkardı. Yine böyle bir karşı çıkışta o ve on üç arkadaşı kelepçelenip Şam’a gönderilmiş Hucr ve altı destekçisi gelişmeler sonrası idam edilmişti.(Ahmed Cevdet Paşa, I, 615)
Cevdet Paşa bunları “Emevilerin Bazı Mezalimi” başlığı altında nakleder ve ardından Hasan-ı Basri’den rivayetle Muaviye’nin dört işinin “muhlike (helak edici)” olduğunu da kaydeder. Bunlar hilafeti kılıçla alması, Yezid’i veliaht etmesi, Ziyad b. Ebihi nesebine ilhakı ve Hucr b. Adiy’i katlidir.(Ahmed Cevdet Paşa, I, 615)

Ahmed Cevdet Paşa’ya göre Ancak Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz Ebu Turab’a (Ali) sebbi kaldırmıştır.(Ahmed Cevdet Paşa, I, 707 - 708) Muaviye’nin hilafetinin (h. 41-60/m. 661-680) yılları içinde başladığı ve Ömer b. Abdulaziz’in (99-101/717-720) yıllarında olduğu düşünülürse, (Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi, I, 351) seb işinin elli yedi elli sekiz yıl kadar devam ettiği anlaşılır.

Yine Kısas-ı Enbiya’ya göre, Ömer b. Abdulaziz’den sonra halife olan Emevi halifesi Hişam’ın (105-125/724-743) Emevi emirlerinden birinin seb adetini yeniden ihya etmesini istemesine karşılık, Hişam bu sözden sıkılıp: “Biz buraya (Mekke’ye) ancak hac için geldik, kimseye şetm ve za’an için gelmedik” dediği aktarılır. (Ahmed Cevdet Paşa, I, 717)

Hadis ilmi ile meşgul alimler “Muaviye’nin, Ali’ye karşı ne hayatında, ne de şehadetinden sonra seb ve lanet ettiğine dair ihtiyaca salih (uygun) bir rivayet” (Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 80) olmadığına kanidirler. Buna, Muaviye’nin verdiği, hutbeler ve nutukları delil getirirler.

Ömer Nasuhi Bilmen, Muaviye’nin Ali’ye seb ve lanette bulunduğunu asla kabul etmez ve bu konuda yazdığı eserinde bunun gerçek olmadığına dair deliller sunar ve bunları dört madde halinde arz eder:

  1. Bu konuda delil ve huccet olmaya uygun “ihticaca salih bir rivayet yoktur.” (Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 80 - 81)
  2. Onun sebbettiğine dair kanaatler ancak ona su-i zandan ibarettir.
  3. Muaviye son derece halim selim hakim ve fatin (zeki) biriydi, adab-ı şeriate riayet ederdi. O zamanlar binlerce sahabe-i kiram ve tabiin hayattaydı. Böyle bir manevi muhitte/çevrede bunu yapması aklen tasavvur edilemez. Bunu değil dahî bir yönetici, ufak bir idareci bile akla uygun bulmaz.
  4. Muaviye farklı konularda vürud eden seb ve lanetle ilgili hadisleri bizlerden daha iyi bilir. Onlara bizden daha riayetkardır. Ve buna nasıl curet edebilir? “O kadar fazil (faziletli), o kadar durbîn (uzak görüşlü) bir zat, uhrevi mesuliyeti ve millet-i islamiyenin nazar-ı nefretini kazanacağını hiç düşünmez mi?” (Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 81) ayrıca bu konuda İbn-i Cerir et-Taberi’nin aktardığı bir kıssayı da kendisini desteklediği için bize aktarır.
  5. Ömer Nasuhi bilmen’e göre zaten ne Ali ne de Muaviye hakkında sahabe olmalarından dolayı seb câiz değildir. Rasulullah s.a.v. de: “Ashabıma sebbetmeyiniz, kim ashabıma sebbederse, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların laneti onun üzerine olsun” buyurmuştur. Burada “ashab”mutlak olarak anılmıştır. (“Lâ tesebbu ashâbî, men sebbe ashâbî la’netullâhi, ve’l-mesâiketu ve’n-nâsu ecma’îne”, Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 81 - Savâik, s. 156’dan)


İbn Teymiyye’nin Konuya Yaklaşımı:

İbn-i Teymiyye ise konuya şöyle yaklaşır:
“Ali ile Muaviye’nin taraftarları arasında muharebe vaki olduğu gibi, telâun da vaki olmuştur. Bu iki taifeden her biri, diğerinin ruesasına (reislerine) dualarında lanet okumuşlar imiş.”
“Denilmiştir ki, Bu iki taifeden her biri namazlarda diğerinin aleyhine kunutta bedduada bulunmuştur. El ile kıtal ise dil ile telâundan daha büyüktür. Bunların bu mütekabil hareketleri, ister günah olsun, ister bir ictihad neticesi olarak hata ve sevab bulunsun, tövbe etmiş, mağfiret-i ilahiyeye ermiş olduklarına mani değildir. Yahut evvelce yapmış oldukları hasenat sebebiyle veya uğramış oldukları mesâib (musibetler) dolayısıyla bu hareketlerinin mesuliyetinden kurtulmuş olmaları melhuzdur.” (Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 79 - Minhacu’s-Sunne, II, 225’den)

Dikkat edilirse, İbn-i Teymiyye bu konudaki açıklamalarında birkaç noktaya parmak basar:

  1. Bir taraf değil, her iki taraf arasında telâun (lanetleşme/sövüşme, birbiri hakkında kötü konuşma, tenkit eleştiri, beddua) cinsinden şeyler olmuştur.
  2. O, karşılıklı bedduanın namazlarda kunutta yapıldığını da ifade eder.
  3. Evet, onun yukarıda ifadeettiği gibi, “el ile kıtal (savaşma) dil ile telâundan daha büyüktür”. Öyleyse aslında Ali ile Muaviye arasındaki olaylar söz konusu olunca, “bunların taraftarları birbirlerine niye sebbetti?” diye değil, önce “bunlar birbirlerine karşı niye savaştı?” diye sormalı ve bunun cevabı alınmalıdır. Çünkü savaşma, sebleşmeden ve bedduadan daha büyük bir iştir.
  4. Bunların birbirlerine mütekabil/karşılıklı hareketleri ister günah, ister ictihad neticesi olan bir hata olsun; bunlar hatalarına tövbe etmiş ve Allah’ın mağfiretine erişmiş olabilirler. Meselenin bu tarafını da akıldan çıkarmamak ve göz önünde bulundurmak gerekir.
Çünkü sahabeler de insandırlar, büyük veya küçük günah ve hataları olabilir. Onlar da hataları için tövbe edip diğer insanlar gibi Allah’ın affına mazhar olabilirler. Zira Allah en büyük günah olan şirkten ve küfürden dönüp tövbe edenlerin bile günahlarını affettiğine göre, onların günahlarını da afvedebilir.

Bu takdirde Allah’ın affına, mağfiretine mazhar olanlara karşı bizim tavrımız ne olmalıdır? Onun affettiği kişiler, diğer insanlar tarafından suçlanabilir mi? Biz bir günah işleyip ondan dönsek ve tövbe etsek; başkalarının bu hata ve günahımızı yaymasını, arkamızdan kötü konuşmasını nasıl karşılarız? Bu durumda kendimiz için ne istiyorsak; sahabeler ve diğer insanlar için de onu istemeli değil miyiz? Zira Rasulullah ancak böyle insanların kamil mûminler olduğunu açıklamıyor mu? Değil sahabeler, diğer müminlerin elimizden ve dilimizden gelecek kötülüklere karşı salim olmasını buyurmuyor mu?

Bir başka açıdan, Allah insanlar hakkında iyiliklerinin ve kötülüklerinin çokluğuna göre hüküm verir; bir insanın iyilikleri kötülüklerine galipse o Allah katında iyidir. Bu takdirde sahabelerin (ve diğer insanların) kötülüklerine günahlarına bakarken; bir de onların hasenatlarına, iyiliklerine bakmak gerekmez mi? Eğer onların hasenatları seyyiatlarına galipse ve kemiyeten veya keyfiyeten daha çoksa – ki bu konuda iyiliklere sebep olma bakımından sahabelerin durumu iyi düşünülmelidir - (Sarıcık, Sahabe Modeli, s. 189 vd) onlar iyi insanlar değil midirler?

İbn-i Teymiyye’nin de dediği gibi, “evvelce yapmış oldukları hasenatları” veya uğradıkları musibetler; onları sebleşmeden doğan hatalarının mesuliyetinden kurtarabilir.

Nasıl çok zengin bir adam, bir alış veriş ve ticarette zarar edip biraz mal kaybetse, onun önceki kazandıkları bu zararı telafi eder, nasıl bir sınavda çok yüksek puan alan bir talebe, bir başka sınavda notunu düşürürse de, ilk imtihanı onu dersten kalmaktan kurtarır. Dünya birinciliği için güreşen bir güreşçi, birkaç eksi puanı da olsa; birincilik kürsüsüne çıkar. 100 tam notla sınıfını geçemeyen bir öğrenci, puanı 70 de olsa, yani otuz puanlık hatası da olsa o dersten geçmeyi hak eder.

Bu açıdan sahabelerin hataları söz konusu olunca, bir de dönüp sevap ve ecir hanelerine bakmalıdır; eksileri yanında artılarını da görmelidir. Zararları yanında iman ve İslam’ın yargılamasında ilk sebeb olmalarının getirdiği kârlarına da nazar edilmelidir. Kim iyi bir çığır açarsa, açanların kendilerinden sonra da bu çığıra uyanların aldıkları sevabı aynen alacağı da düşünülmelidir. Bir iş merkezi bin kalem maldan kar ederken üç beş kalem maldan edilen zararı hiç hükmüne getirir.

İbn-i Teymiyye dikkate değer bir şey daha söyler:

“Garibi şudur ki, Rafiziler, Ali’ye sebbedilmesini munker gördükleri halde (Ehl-i Sünnet de böyle görür) kendileri Hazret-i Sıddîk’a (Ebu Bekir’e), Ömer’e, Osman’a ve daha bir çok sahabe-i kirama ve onlara muhabbet edenlere seb ve şetm etmekten geri durmazlar. Muaviye ve onun fırkası, Ali’yi asla tekfir etmemişlerdir, bu fazihayı Hariciler irtikab etmişlerdi. Rafiziler ise daha birçok zevatı tekfir ederek Haricilerden şerir (pek şerli/kötü) bulunmuşlardır. (Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 79 - Minhacu’s-Sunne, II, 225’den)

Şu halde sebbi tenkit ve eleştirirken, bu kez onu başka Müslümanlar hakkında biz yapıyorsak bu bir tezat ve çelişki değil midir? Sebbin yersizliğini savunurken özellikle bunu sahabelere karşı yapmak ne büyük hatadır. (Bu konudaki tartışmalar ve sahabeye sonradan gelenlerin seblerinin mezhep imamlarında hükmü için: Heytemi, Savâik, s. 254-259)

Burada hemen kaydedelim ki, Emevilerden bazılarının Ali ve taraftarlarına sebbi; sövüp sayma anlamında değildi; Ali’nin harekatını tenkid, kendilerine karşı yaptığı savaşların yerinde olmadığı, Osman’ın katillerine karşı gerekeni yapmayıp musamaha gösterdiği gibi şeylerdir.(Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 80)


Mu'min Mu'minle Savaşabilir

Değil seb, beddua, şetm; mûmin, mûmin kaldığı halde bir başka mûmini öldürebilir de. Her ne kadar bir mûmini ve insanı haksız yere öldürmek büyük günah ise de, mûminler ve sahabeler, seb ve şetmden daha büyük olan bu günahı da işleyebilirler. Ama Rasulullah hem mûmine sebten, hem onu haksız yere öldürmekten şöyle nehyeder:
“Sibâbu’l-mûmini fırkun ve kıtâluhû kufrün = Mûmini sibab (ona iftira) fırk, onu öldürmek ise küfürdür” (Ömer Nasûhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 82)

Şu kadar var ki, kufre girmek için; onun Müslüman olduğundan dolayı katlini helal addetmek gerekir.
Ayrıca mûminlerden olan iki grup, mûmin oldukları halde farklı sebeblerle savaşabilirler. Nitekim Hucurat suresinin dokuzuncu ayetinde şöyle buyrulur:
Mûminlerden iki grup (taife) birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa (bağy ederse) Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran (bağyeden) tarafla savaşın. Ve eğer bu (grup) Allah’ın emrine dönerse aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın…”(Hucurat 9)

Şu halde seb ve şetm işinden daha büyük olan “kıtal/savaş ve karşılıklı vuruşma”dan dolayı mûminler kâfir olmazlar. Ayet de onları mûminlerden iki grup olarak anmaktadır. Bu açıdan sahabeler arasında geçen veya geçtiği iddia edilen nahoş durumlardan dolayı onları tekfir büyük hatadır.

Ali’ye Cemel Savaşı sonrası kendisine bağy/isyan edenlerin durumu sorulunca “onlar din kardeşlerimiz olub üzerimize bağy/isyan ve huruç ettiler” demiş ve onları tekfir etmemişti. (Sarıcık, Dört Halife, s. 384)
Ayrıca, bağilerle ilgili fıkhî hükümlere uygun olarak, kaçanları tâkib etttirmedi, mallarını geri verdi, onları kâfir değil, isyankar mûminler olarak gördü. (Sarıcık, Dört Halife, s. 384)

28610
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt