Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hadislerin Kur'ana Arz Meselesi

A Çevrimdışı

Askalani

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
HADİSLERİN KURAN'A ARZ MESELESİ



بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ


Değerli Müslümanlar ! bilindiği gibi Teşri’de Kur’an’dan sonra ikinci kaynak olarak kabul edilen sünneti seniye hakkında – diğer bir ifadeyle – hadisi şerifler hakkında bir hayli ileri geri konuşmalar, geçmişte olduğu gibi zamanımızda da yapılmaktadır.

Bu yönlü gevezelik yapanlar, akla Uluhiyet makamı tanıyan ve her şeyde akla öncelik veren kişiler olması hasebiyle, Allah’ın tertemiz şeriatından olan bir çok hadisi şerifi inkara kalkışmışlardır…

Bu akılcı zihniyetin barbarlığını yapan hid’at ehli mezhep ve meşrepler, geçmişte olduğu gibi zamanımızda da arzı endam etmekte ve tahribatlarını da cahiller üzerinde korkunç bir şekilde sürdürmektedirler.

Bu bid”at ehli mezheb müntesipleri, zihinlerinde hükme bağladıkları bir hususa nasların aykırı gelmesi halinde, hemen icadettikleri bu çarpık metodla hemen red cihetine gidebilme imkanı elde etmişler ve önlerine gelen herhangi bir ayet ve hadisi böylece akılcı bir düşünceyle ya kabul etmiyorlar ya da bir te’vil yoluna başvurarak kabul ediyorlar.

Tabiki bu da, bir çok ayeti istek ve arzularına göre yoruma ve bir çok hadisi şerifleri de redde ve rivayetleri hakkında ileri geri görüşler öne sürmelerine sebep olmuştur.

İmam Şatibi’nin de dediği gibi : Bunlar ; kendi amaçlarına ve mezheplerine aykırı gördükleri hadisleri reddederek, bunun akla aykırı olduğunu, eldeki delillerin öngördüğü ölçüye uymadığını söyleyerek reddederler. Ve bunun da gerekli oIduğunu savunurlar. Mesela kabir azabını inkar etmeleri gibi. Hatta bunlar o derece ileri gidiyorlar ki, sahabe ve tabiin ravilerine dil uzattıkları gibi, adil olduklarında ve imametlerinde ittifak olunan muhaddisleri dahi dillerine hedef seçmişlerdir....”


Şatibi : el-İ’tisam


Hulasa bu insanlar, - ortaya attıkları bir takım uyduruk kurallarla - sünnetin etrafında bir hayli şüphe ve tereddütler oluşturulmaya çalışmışlardır.

Bunlardan birisi de, bu sohbetimizde bahsini edeceğimiz “ HADİSLERİN KUR’ANA ARZ MESELESİDİR”

Bu kimselerin ortaya attıkları ve sünnet hususunda cahil olanların kafasını bulandırdıkları iddialardan bir tanesi de ; bir hadisin kabul edilebilmesi için, o hadisin Kur’an’la karşılaştırılması ; şayet Kur’ana uyuyorsa kabul edilmesi, eğer uymuyorsa onun reddedilmesidir. Ve tezgahlarına malzeme olarakta şöyle bir hadis uydurmuşlardır :

“ … Benden size ulaşan hadisleri Allah’ın Kitabıyla karşılaştırın. Eğer Allah’ın Kitabına uygun düşerse onu ben söylemişimdir. Eğer Allah’ın Kitabına uygun düşmezse onu ben söylememişimdir, Alah, beni kitapla hidayete ulaştırmış iken ben nasıl olurda o kitaba muhalefet edebilirim. “

İşte uydurdukları bu sözle, akıllarına uymayan bir çok sahih olan hadisleri inkara kalkışmışlardır.

Adına hadis dedikleri bu uyduruk sözün ilim ehli nazarındaki yeri ve değerine geçmeden önce, peşinen hemen şunu ifade etmek gerekirki :

“... Resulullah s.a.v Kur’ana muhalif bir söz söylemeyeceği gibi, Kur’an’a muhalif sahih bir hadisin olması da mümkün değildir....”

Lakin - biraz öncede ifade ettiğimiz gibi - bu tip insanlar, sünnetin etrafında oluşturmaya çalıştıkları şüphelerin geçerliliği için güya sünnete önem verdiklerini ifade eden bu uyduruk sözlerle işlerine gelen hadisleri kabul, gelmeyenleri ise reddetme gayreti içerisine girmişlerdir.

Aslında, önünü arkasını düşünmeden uydurdukları bu hadis, kendi-lerine karşı büyük bir reddiye olmuştur.

Allah kendilerinden razı olsun ilim ehli ; böyle bir sözün Peygamber s.a.v’den sadır olmadığını, bunun uydurulmuş bir söz olduğunu ve adı geçen bu hadisin ifade ettiği mana gereği, onun kur’an’a arzedildiğinde ona uymadığını, ayrıyeten Allah’ ın Kitabında ;

“ Bir hadisi kabul etmek için onun Kur’ana arzedilmesi gerektiğini anlatan bir kuralın olmadığını “ aksine ;

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

“ Andolsunki Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’ı ve Ahiret gününü umar olanlar ve Allah’ı çok zikreden kimseler için pek güzel bir örnek vardır.)

AHZAB.21.AY.


وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

( ….. Resul size neyi verdiyse ,onu alın ; sizi neden nehyetti ise, ondan da sakının.Allah’tan korkun,şüphesiz Allah ın azabı çok çetindir.)


HAŞR : 7. AY.


Ayetlerine ters düştüğünü, dolayısıyle bu hadisin kendi ifadesine göre kendisinin reddedilmesi gerektiğini acıkça ifade etmişlerdir.

Mesela : Kurtubi r.h : Mes’ele iIe alakalı bir ifadesinde der ki : Peygamber s,a.v’in : “ Haberiniz olsun bana Kitab ve bir de onun bir misli verildi. “


EBU DAVUT : 5.C.4604.N


hadisi şerifi, sünnetin teşri de mustakile - yani bizatihi - hüccet olduğunu ve :

“ … Benden size ulaşan hadisleri Allah’ın Kitabıyla karşılaştırın. Eğer Allah’ın Kitabına uygun düşerse onu ben söylemişimdir. Eğer Allah’ın Kitabına uygun düşmezse onu ben söylememişimdir, Alah, beni kitapla hidayete ulaştırmış iken ben nasıl olurda o kitaba muhalefet edebilirim. “

sözünün ise, aslı astarı olmayan batıl bir söz olduğunu söylemektedir....”


KURTUBİ : CAMİ’ 1/ 38


İMAM BEYHAKİ : de şöyle der : Hadisi, Kur’ana arzetme hakkında nakledilen hadisin, sahih olmayıp batıl bir haber olduğunu ve o hadisin kendi kendini çıkmaza ve geçersizliye sürüklediğini beyan etmiştir. Ve devam ederek diyor ki :

Çünkü kur’anda, hadisin Kur’ana arzedilmesi gerektiğini ifade eden bir ayet yoktur. Hemde bu kişiler, hadisi kabul etmedikleri halde yine kendi sapık düşüncelerine hadis’ten delil getirerek bir çelişkiye düşmekte ve hem, davalarının hem de kendilerinin yalancı olduklarını ortaya koymaktadırlar….. “


KÜÇÜK MEDHAL


Ne kadar güzel tesbit etmiş. Gerçekten de İmam Beyhaki’nin dediği gibi ; Bu uydurma hadisi ellerine alanların geneli hadis inkarcılarıdır. Bunlar aslında, - defalarca dediğimiz gibi - Kur’anı bile hakkıyla okuyan ve onu hakkıyla anlayan insanlar deyillerdir. Bunlar, zihinlerinde oluşturmuş oldukları bazı hususlara hadis’lerin karşı gelmesi sebebiyle, çareyi hadisleri inkar etmekte bulmuşlardır. Bunun geçerliliği için de, en yakır te’villeri :

“ Hadislerin Kur’ana ters düştüyü ” iddasıdır.

İMAM ŞEVKANİ R .H : İRŞADUL FUHUL : adlı kitabında bu hususta şunları söyler : Bu hadisin bizden istediyi şeyi yaptık ; onu Kur’ana götürdük Fakat Kur’an’da :

وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

( ….. Resul size neyi verdiyse ,onu alın ; sizi neden nehyetti ise, ondan da sakının.Allah’tan korkun, şüphesiz Allah ın azabı çok çetindir.)


HAŞR : 7. AY.


Ayetine ve daha bir çok ayete ters düştüğünü gördük. İşte bu sebepten dolayı hadisin uydurma olduğunu ve Reslulullah s.a.v bu hadisi söylemekten beri olduğunu anladık.

SUYUTİ R.H : Bu konuyla alakalı en geniş bir şekliyle ilgilenen imam suyuti r.h, “ Miftahu’l Cenne “ isimli eserinde, hadislerin Kur’anla karşılaştırılması gerektiği iddasıyla ileri sürülen bir çok hadisler naklederek, bunların değerlendirilmesini yapıp, hiç birinin sağlam olmadığını ve bu manadaki bütün hadislerin hepsinin de uydurma olduğunu ifad etmiştir…. “

Hulasa değerli kardeşlerim ! kendi amaçlarına aykırı gördükleri. hadisleri inkar etmek için uydurdukları bu batıl söz, kendi lehlerine deyil aleyhlerine bir delil olmuştur.

Bir çok şirk ve küfrü bünyelerinde barındıran bu bid’at ehli mez’heb ve meşrep müntesiplerinin aslında gayeleri - başta da ifade ettiyimiz gibi - sağlıklı bir din yaşama gayreti değil, bilakis Allah’ın kitabını istedikleri şekilde kafalarına uydurmaktır. Yani ; heva ve arzularına göre bir din yaşamaktır, bunların gayeleri.

Çünkü aynı uyduruk sözlerle karşımıza çıkan bir çok hadis inkarcısının yaşantılarında bunu açıkça görmekteyiz. Hatta değerli kardeşlerim ; bunların sonradan Kur’an’dan dahi yüz çevirdiklerine şahit olmaktayız desek inanın mubalağa etmiş olmayız.

Bakarsınız ki bazen ellerinde bir hadisle gelerek : “ Bakın efendiler bu hadis Allah’ın kitabına uymamızı emrediyor ” Binaenaleyh, siz neden durmadan hadis,hadis diye ısrarla bunun üzerinde duruyorsunuz ? babından sözlerle, hakkında şüphe uyandırdıkları veya kabul etmedikleri bir kaynaktan delil getirmeye çalışırlar.

ÖyIe ya ! Mademki sadece Kur’ana sarılmamız gerekir. Sadece ondan delil getirmemiz gerekirse, öyleyse neden hala hadisler bu konuda delil olarak kullanılmaya çalışılıyorki ?..

Allah’ın gözlerini ve gönüllerini kör ettiği bu tip insanlar, ne yazık ki bu halleriyle ne kadar çelişkili bir duruma düştüklerini göremiyorlar.

Benim hiç sakınmadan şunu söylemem gerekir ki ; eğer bunlar hakkıyla Allah’tan korkan insanlar olmuş olsalar, İnanın Allah’u Azze ve Celle bunlara iyi ve kötüyü ayırdedecek bir anlayış lutfedecektir.

Çünkü Rabbimiz bir Ayeti celilesinde şöyle buyurmaktadır :

“ Ey inananlar, eğer siz Allah’tan hakkıyla korkarsanız, o size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir. “

ENFAL : 29. Ay


“ Eğer Allah onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, - yani görseydi - elbette onlara işittirirdi …… “

ENFAL : 23.AY.


İşte bu Ayet’lerin de ifade ettiği gibi insan, eğer rabbinden hakkıyla korkar ve samimi bir şekilde dinini dert edinirse, rabbisi ona mutlaka iyiği kötüden ayırt edecek bir anlayış ihsan edecektir…

Değerli Müslümanlar ! şunu asla unutmamak gerekir ki ; eğer Allah’ın indirmiş olduğu ve resulünün de berrak bir şekliyle beyan etmiş olduğu bu din’de hala bir karışıklık gördüğünü iddia edipte kitabı sünnet’ten ayırdeden bir takım insanlar mevcut ise, işte bunlar Allah’ın gözlerini ve gönüllerini kör ettiği insanların taa kendileridirler… Ve yine bunlar ; Allah’ın kitabından dahi haberdar olmayan kimselerdir…

Ey Kur’anı okuyup ta ona sarıldıklarını iddia edenler ! siz Allah’ın şu Ayet’lerini hiç okumaz mısınız ? :

… ٍ.. وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيماً

“ … Allah sana kitabı ve Hikmeti indirdi.Ve bununla sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın senin üzerindeki fazlu keremi çok büyüktür. “

NİSA : 113.AY.


كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولا مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

“ Nitekim kendi içinizden size Ayet’lerimizi okuyan, sizi arındıran,size Kitabı, Hikmeti ve bilmediğiniz şeyleri öğreten bir resul gönderdik.


BAKARA : 151.AY.


.... وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُواً وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَاأَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

"........ Allah'ın ayetlerini eğlence edinmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah herşeyi hakkıyla bilendir “


BAKARA :231.AY.


Eğer dikkat ettiysen, zikredilen bu Ayeti kerimelerde açıkça ifade ediliyor ki ;

Allah’u Azze ve Celle, insanların öğüt almaları için onlara tabi olacakları iki şey indirmiştir. Bunlardan birinin adı, kitap diğerinin adı ise, hikmet tir

Bununla beraber ; peki ey Kur’ana ters düşmeyen hadisleri kabul ettiğini iddia eden yalancılar ! siz şu hadisleri hangi Ayete dayanarak reddedersiniz ?


....عن المقدام بن معد يكرب ، عن رسول اللّه صلى اللّه عليه وسلم أنه قا ل : ألا إنِّي أوتيت الكتاب ومثله معه


“…. Resulullah s.a.v buyurdular ki : Dikkat edin ! Bana Kur'an ve bir de misli verildi ….. “

EBU DAVUD : 5.C.4604.N


….. عن أبي هريرة رضى الله تعالى عنه قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم إني قد تركت فيكم شيئين لن تضلوا بعدهما كتاب الله وسنتي ولن يتفرقا حتى يردا علي الحوض

{ … Ebu Hureyre r.a dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : “ Size, sarıldığınız müddetçe asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Biri, Allah’ın Kitabı, diğeri ise benim sünnetim. Bunlar havz’ın başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. }


MÜSTEDREK : 1.C.193.S - DARE KUTNİ : 3.C.4525.N - S . SAHİHA : 4.C.1761.N


Bu hadisi şerifler, biraz önceki zikredilen “ … Allah sana kitabı ve Hikmeti indirdi…. “ Ayeti celilesiyle eş anlamlı değil mi ?

Eğer bu Ayetler de zikri geçen Hikmet ibaresini gerçekten anlamak istiyorsan, Kur’anın diğer temiz sayfalarına neden bakmazsın ?



HİKMET’İN SIFATLARI


Rabbimiz bir Ayet’i celilesinde şöyle buyurmaktadır :

… ٍ.. وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيماً

“ … Allah sana kitabı ve Hikmeti indirdi. Ve bununla sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın senin üzerindeki fazlu keremi çok büyüktür. “


NİSA : 113.AY.


كَم أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

" Nitekim size, kendi içinizden Ayet’lerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitap ve hikmeti öğreterek bilmediklerinizi talim ettiren bir peygamber gönderdik "


BAKARA : 151.AY. - ALİ İMRAN : 164.AY.


Bu Ayeti kerimelere eğer dikkat edersen, kitapla beraber indirilen hikmetin, öğretilen ve talim ettirilen bir vasfı olduğu gayet açık bir şekilde sana anlatılmaktadır.

Yanı, Kur'an nasıl insanlara öğretilip ta'lim ettirilmiş ise,İndirilen Hikmet de aynen insanlara öğretilip ve talim ettirilmiştir.

Yine bir Ayet’i celile de şöyle buyrulmaktadır :

وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفاً خَبِيراً

" Sizin evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve bir de hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah, latiftir, habir'dir "


AHZAB : 34.AY.


Bu Ayet'i kerimede de görüldüğü gibi. indirilen öğretilen ve ta'lim ettirilen hikmet'in vasıflarından birisi de, okunmasıdır.

“ … Katade r.a der ki : Evlerinizde okunup duran Allah’ın Ayet’lerini ve hikmeti hatırlayın “ kavlindeki Allah’ın Ayetleri Kur’an, Hikmet ise Sünnet’tir. “


BUHARİ : 10.C.4668.S

Allah Resulü s.a.v in şu hadisi şerifleri de göz önünde bulundurulur ise, Hikmet'in, tabi olunması için Allah'tan resulüne vahyedilen şeriatın bir bölümü olduğu yine gayet açık bir şekilde anlaşılmış olacaktır.


....عن المقدام بن معد يكرب ، عن رسول اللّه صلى اللّه عليه وسلم أنه قا ل : ألا إنِّي أوتيت الكتاب ومثله معه


“… Resulullah s.a.v buyurdular ki : Dikkat edin ! Bana Kur'an ve bir de misli verildi ….. “


EBU DAVUD : 5.C.4604.N


“…. Ve yine bir hadisi şeriflerinde Allah Resulü s.a.v şöyle buyur-maktadır : Size kendisine sarıldığınız takdirde dalalete düşmeyeceğiniz iki şey bıraktım. Bunlar, Allah ın kitabı ve benîm sünetimdir "


HAKİM : 1. 93.S


Ayet ve hadislerin açık ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, insanların tabi olmaları için indirilen bu şeriat, resulün Allah'tan alarak insanlara öğrettiği, okuttuğu, talim ettirdiği ve sarılmalarını emrettiği kitap ve sünnet'ten ibarettir.

Artık bu konuda söylenecek son söz, Allah’u Azze ve Celle insanlara uymaları için Kur’an’ı ve bir de Sünnet’i indirmiştir.

Binaenaley “ ALLAH’IN İNDİRDİKLERİ “ denilince akla hemen “ KUR’AN ve SÜNNET “ gelmelidir.

Ve yine ey Kur’anı okuyupta ona sıkı sıkı sarıldıklarını iddia edenler, siz Allah’ın kitabında buyurmuş olduğu :

“ ALLAH SİZE EMANETLERİ EHLİ OLANA VERMENİZİ EMREDER “


NİSA : 58 Ay


Ayetine neden kulak vermezsiniz ?

Eğer üzerinde konuşulan bu mevzu, hadisle alakalı bir mevzu ise, işi neden ehline vermezsiniz ki ?

Kur’anın bize ulaşmasındı aracı oldukları gibi, hadislerin de bize ulaşmasında aracı olan bu insanların - yani, Adalet ve zabt ehli olan bu kimselerin - hangisinden böyle bir kaidenin olduğu bize ulaşmış ki ?

Yani hangisi ; bir hadisi kabul etmek için onun mutlaka Kur’ana arze-dilmesi gerekir, diyerek ona uyanı almış uymayanı ise terk etmiş ki ?... Daha doğrusu ; Kur’ana ters sahih bir hadis varmı ki ?

Böyle bir hadisin varlığından söz etmek mümkün olmayacağı gibi aksine, biraz önceki delillerle de ifade edildiği gibi durum tam iddia edilenin tersinedir. Yani, vahyin muhteviyatında birbirine çelişen bir şey olmaz. Ayrıyeten EhIi-Hadis nazarında böyle bir kaide de mevcut değildir.

Aslında bizim böyle bir sözden rahatsızlığımız da yoktur. Bizim bu mes’ele üzerinde ciddiyetle durmamızın sebebi ; “... Bazı asabi ruhların bu şekildeki hakka yakın ifaderin gölgesine sığınarak hadisleri inkar etmelerindendir.

Veya başka bir tabirle : ‘... Kur’ana ve Sünnete vukufiyetlerinin kısır oluşlarından, bazı anlayamadıkları hadisleri kur’ana muarız görüp te inkar ettiklerindendir..

Ey Müslüman ! unutmayasın ki ; Kur’an ve Sünnet vahye dayalı iki kaynaktır… dolayısıyle vahye dayalı olan bu iki kaynağın bünyesinde birbirine tezat bir şeyin olması mümkün değildir.
 
A Çevrimdışı

Askalani

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
KUR’ANA TERSTİR DİYE İNKAR EDİLEN HUSUSLAR




RECM BİR ZAMANLAR KUR’AN DA BİR AYET’Tİ DAHA SONRA HÜKMÜ



BAKİ KALDI AMA TİLAVETİ NESHOLUNDU


{ … Allah Resulü s.a.v şöyle buyurdular : Benden alın, benden alın. Muhakkakki Allah, zina yapan kadınlar için bir yol tayin etmiştir : Evlenmemiş olan evlenmemiş olanla zina ederse, bunların her birine yüz değnek ve bir senede sürgün cezası vardır. Evli veya dul olan evli veya dul olanla zina ederse, bunların her birine de yüz değnek ve recm cezası vardır. }


MÜSLİM : 5.C. 1690.N


{ ... Ebu Hureyre r.a şöyle demiştir : Bizler Rasullullahs.a.v’in huzurunda bulunduğunuz sırada birden bedevilerden bir adam ayağa kalktı ve ; -Ya Resulullah ! Benim için Allah’ın kitabı ile hükmet ! Dedi. Akabinde onun muhasımı olan kimsede ayağa kalktı ve : -Ya Resulallah ! Hasmım doğru söyledi. Sen onun için Allah’ın kitabı ile hükmet ve söz söylemek üzere bana izin ver ! Dedi. Peygamber s.a.v’de ona : - Sözünü söyle buyurdu. O da şöyle dedi : - Benim oğlum, bu Arabinin yanında asif, - yani ücretle çalışan - bir kimse idi. Oğlum bunun karısı ile zina etmiş. İnsanlar bana oğlum üzerine taşlanmak cezası olduğunu haber verdiler. Ben bu adama oğlum adına yüz koyun ve bir de cariyeyi fidye vererek oğlumu bu cezadan kurtardım. Bundan sonra ben bu meseleyi ilim ehlinden sordum. Onlarda bana onun karısı üzerine taşlama cezası düştüğünü, benim oğluma da ancak yüz değnek vurulma ile bir yıl gurbete sürgün edilmek üzere, ceza olduğunu haber verdiler ! Dedi . Resulullah s.a.v’de :

- Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben sizin aranızda elbette Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ile koyunları kendi sahibine geri veriniz. Senin oğluna gelince ; onun üzerinde yüz değnek cezası ve bir yıl gurbete sürgün edilme cezası vardır, buyurdu. Bundan sonra Eslem kabilesinden bir adam olan Uneys’e de : Sana gelince ya Uneys ! Sende bu adamın karısına git tahkikini yap, eğer kadın suçunu itiraf ederse onu recm et buyurdu. Ravi : Uneys o kadına gitti, kadının suçunu itiraf etmesi üzerine, Uneys ona taşlama cezası uyguladı demiştir. }


Buhari : 15.c 7107.S - Müslim : 5.c. 1697.N - Tirmizi : 3.c. 1457. N


{ … İbn Şihab şöyle dedi : Bana Ubeydullah İbn Abdillah İbn Utbe haber verdi ki kendisi Abdullah ibn Abbas’tan şöyle derken işitmiştir : Ömer İbnu’l Hattab Rasulullahın minberi üzerine çıkmış bir halde iken şöyle dedi : Hiç şüphe yok ki Allah, Muhammed’i hak peygamber olarak gönderdi. Ona indirilen bu kitabın içinde “ recm Ayeti de vardı ” Biz bu Ayeti okuduk ezberledik ve onu anlayıp belledik. Rasulullah s.a.v recm etti, bizde ondan sonra recm ettik. Böyle olduğu halde insanlara zaman uzayıpta onlardan birinin :
Biz Allah’ın kitabında recmi bulamıyoruz demesi ve böylece Allah’ın indirmiş olduğu bir farizayı, terk suretiyle dalalete düşmelerinden korkarım. Hiç şüphesiz ki Allah’ın kitabında evli erkek ve kadınlardan olupta zina eden ve zinasında beyyine bulunan yahut da gebelik ve itiraf bulunmasıyla zinası sabit görünen kimse üzerine recm bir haktır. }

Buhari : 14.C.6684.S - Müslim : 5.C.1691.N - Ebu Davud : 5.C.4418.N - Tirmizi : 3.C.1455.N

{ … Ömer b. El-Hattab r.a’dan rivayet edilmiştir. dedi ki : Resulullah s.a.v recm etti ; Ebu Bekr recm etti ; ben de recm ettim. Allah’ın kitabına ilave etmiş olmaktan çekinmemiş olsam onu muhakkak mushafa – önceden olduğu gibi - yazardım. Çünkü ileride bazı kavimlerin gelip de onu Allah’ın kitabında bulamayınca inkar edeceklerinden cidden korkuyorum.}


Tirmizi : 3.c / 1456.N


{ … Ömer İbnu’l Hattab, insanlara hutbe okumuş da Abdurrahman onun için şöyle dediğini işitmiş : Uyanık olunuz ; bazı kimseler : Recm de ne oluyormuş ? Allah’ın kitabında değnek cezası var diyorlar. Muhakkak ki Allah Resulü s.a.v Recmi uygulamış ve ondan sonra biz de uygulamışızdır. Şayet bazı kimseler : Ömer Allah’ın kitabından olmayan bir şeyi Allah’ın kitabına ziyade etti dememiş olsalardı, o Ayet’i nazil olduğu gibi Kur’an’a koyardım. }


Ahmed : 1 / 23-29-36-40-43-47-50-55 – Abdurrezzak : 7 / 8725 – 10 / 13329 -13364 İbn Kesir: 11.c.5687.s

{ ... Hafız Ebu Ya’la el-Mavsili derki : Bize Ubeydullah ibn Ömer el-Kovariri....Kesir İbn Salt’dan rivayet etti ki o şöyle anlatmış : Biz Mervan’ın yanındaydık, içimizde Zeyd de vardı. Zeyd : “ biz zina eden ihtiyar erkeği ve ihtiyar kadını mutlaka recm edin “ , diye okurduk, dedi. Mervan : onu mushafa yazmadın mı ? Diye sordu da, o şöyle dedi : Biz bunu zikretmiştik. Ömer İbnu’l Hattab da içimizdeydi. Size bu hususta yeterli bilgi vereyim mi ? Dedi, Biz : Nasıl ? Diye sorduk da, şöyle dedi : Bir adam Peygamber s.a.v’e ; Ey Allah’ın elçisi, bana recm Ayetini yazdır, dedi. Allah Resulü s.a.v : Şimdi yazdıramam veya benzeri bir söz söyledi. }

Beyhaki : 8 / 210 – 13 / 260 – İbni ebi Şeybe : 8825 – 8828 – 8829.n - Ebu Nuaym Hilye : 3 / 95 - İbn Kesir : 11.c.5687.s - Ebu Ya’la - Nesei


RECM’İN TEVRAT’TA DA OLDUĞU


{ … Abdullah İbn Ömer şöyle haber verdi : Resulullah’a zina etmiş bir Yahudi erkeği ile bir Yahudi kadını getirildi. Bunun üzerine Resulullah s.a.v Yahudilerin yanına kadar gidip : Sizler zina edenlerin üzerine Tevrat’ta ne cezası buluyorsunuz ? Diye sordu. Onlar : Biz zina eden erkek ile kadının yüzlerini karartır, onları bir hayvan üzerine yükler, yüzleri biri birinin aksine gelecek suretde oturtup ve böylece onları dolaştırıp teşhir ederiz dediler. Resulullah s.a.v : Eğer doğru söyleyenler iseniz Tevrat’ı getirin, buyurdu. Onlar Tevrat’ı getirdiler ve onu okumaya başladılar. Nihayet “ recm ” Ayet’inin üzerine elinin birini koydu da iki eli arasını ve arkasını okudu. O sırada Resulullah s.a.v ile beraber bulunan Abdullah ibn Selam Peyganber’e : ona emret de elini kaldırsın, dedi. Genç elini kaldırdı. Birde baktılar ki “ recm ” Ayeti elinin altındadır. Resulullah zina eden erkek ve dişi yahudilerin “ recm ” edilmelerini emretti. Onlar da “ recm ” olundular. }

Buhari :14.c.6670.S - Müslim : 5.c.1699.N


{ … İbn Abbas der ki : Kim recmi inkar ederse, Kur’anı kerimi de ummadığı bir yerden inkar etmiş olur. Daha sonra şu Ayeti celileyi okudu :

Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açık-layan ve bir çoğundan da vazgeçen elçimiz size geldi. MAİDE : 15

Ve bu Ayeti celilenin arkasından da şunları söyledi : Recm cezası da onların sakladıkları şeyler arasında idi. }

Hakim : IV / 359




RECM AYET’İNİN YAZILI OLDUĞU KAĞIDI KEÇİNİN YEME MESELESİ



- حدثنا عبد الله حدثني أبي ثنا يعقوب قال ثنا أبي عن بن إسحاق قال حدثني عبد الله بن أبي بكر بن عمرو بن حزم عن عمرة بنت عبد الرحمن عن عائشة زوج النبي صلى الله عليه وسلم قالت : لقد أنزلت آية الرجم ورضعات الكبير عشرا فكانت في ورقة تحت سرير في بيتي فلما اشتكى رسول الله صلى الله عليه وسلم تشاغلنا بأمره ودخلت دويبة لنا فأكلتها



تعليق شعيب الأرنؤوط : إسناده ضعيف لتفرد ابن إسحاق وهو محمد وفي متنه نكارة وبقية رجاله ثقات رجال الشيخين


{ … Aişe r.anha dan : O şöyle demiştir : Andolsun ki recm Ayeti ve yetişkin kişiyi on defa emzirme Ayeti indi. Ve andolsun ki bu Ayet’ler sedirimin altında bir yaprakta yazılı idi. Resululah s.a.v vefat edip te biz onun ölümü ile meşkul olurken, ev de beslenen bir keçi – veya koyun – girip o yazılı yaprağı yedi. }


Ahmed : 6 / 269 – 25784.n – İbni Mace : 5.c.1944.n


Bu rivayetle alakalı Şuayb el-Arnavudi ; ibni İshak’ın teferrüdünden dolayı isnadının zayıf olduğunu söylese de, Şeyh el- Albani bu hadisin hasen olduğunu zikreder.
 
A Çevrimdışı

Askalani

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
HADİS İNKARCILARININ BU HADİSİ İNKAR SEBEPLERİ


Akıllarına uluhiyet makamı tanıyan hadis inkarcılarının reddettiği hadis-lerden bir tanesi de, Aişe validemizden gelen şu hadisi şeriftir.

Bu hadisi inkar etmelerinin sebebi ise ; güya bu Ayet’in keçi tarafından yenildiğinden dolayı nesh olayının gerçekleştiğidir.

Halbuki resulullah s.a.v’in vefatından sonra nesh denilen bir şey asla söz konusu olamaz.

Kaldıki bu konudaki nesh, hükmün neshi değil tilavetin neshidir. Ve bu da Resulullah s.a.v hayatta iken olmuştur. Hadisi şerifte Aişe annemizin anlattığı ise ; tilaveti nesholunupta hükmü baki kalan bu Ayetin bir kağıt üzerinde yazılı olduğudur. Hadisin devamında da anlatıldığı gibi ; sedirin altında bulunan bu kağıt parçasını bir keçinin eve girerek yediğidir.

Art niyet taşımayan ve insaflı olan herkes çok iyi bilir ki ; burada anlatılan şey gayet normal olan bir şeydir. Neden ? Çünkü koyun ve keçileri iyi tanıyanlar çok iyi bilirler ki bu hayvanlar kağıt da yerler.

Durum bu ise, şimdi bu zavallırın dediği gibi diyebilir miyiz ? veya düşündükleri gibi düşünebilir miyiz ? Yani bir keçinin bu kağıdı yemesiyle recm Ayeti ortadan kalkmış ve nesholmuş diyebilir miyiz ? Acaba az da olsa aklı olan bir kimse bunu böyle düşünebilir mi ? Bu mümkün müdür ?

Kaldı ki Ömer r.a dan gelen rivayetlere bakanlar şunu açıkça göre-ceklerdir ki ; recm Ayeti zaten Ömer’in elinde de yazılı olarak var olan bir şeydi. Ömer’in ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, bu Ayetin sadece tilaveti neshedilmiştir. Çünkü kendisininde dediği gibi :

“ Allah’ın kitabına ilave etmiş olmaktan çekinmemiş olsaydım, onu muhakkak mushafa – önceden olduğu gibi – yazardım. Çünkü ileride bazı kavimlerin gelip de onu Allah’ın kitabında bulamayınca inkar edeceklerinden cidden korkuyorum. “


RİVAYETLERDEN ELDE EDİLEN İSTİNBATLAR


Şimdi konuyla ilgili zikredilen rivatlerden elde edilen istinbatlara şöyle bir göz gezdirecek olursak ;

Birincisi : Recm Ayeti sahabe tarafından zaten bilinen bir şeydi…

İkincisi : Bu Ayet bir zamanlar Kur’an da yazılı olan bir Ayet’ti …

Üçüncüsü : Bu Ayetin tilavetinin nesh olduğu bilinmese eğer, Ömer gibi bir insan onu tekrar yerine koymaktan neden korksun ki…

Dördüncüsü : Bilindiği gibi o zamanlar Ayetler yapraklar üzerine, kağıt üzerine ve deri üzerine yazılmakta idi…

Beşincisi : Birçok sahabenin yanında olduğu gibi Aişe annemizin de yanında bu Ayet yazılı bir şekilde saklanıyordu….

Altıncısı : Keçiler eğer kağıt yiyorsalar – ki yiyorlar – öyleyse bir keçinin Ayet yazılı bir kağıdı yiyemeyeceği söylenebilir mi ? ... Veya yediyse, keçinin yemesiyle bir Ayet nesholunur mu hiç ? .



TACUDDİN EL - BAYBURDİ
 
K Çevrimdışı

kelime-i şehadet

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kur'an'a arz olmazsa eğer her öne gelen hadis kabul etmek zorunda kalınabilir. Yahu korunmuş olan kitap korunmamış olan hadislerle nasıl nesh olabilir? Bakın size Kur'an'a arz olmazsa neler olabilir bahsedeyim; Şimdi yukarıda deniyor ki hadislerin de Allah katından indirildiği yani vahiy olduğu söyleniyor amenna. Hadisler de Allah katındandır fakat bu sefer şöyle bir soru geliyor akla; Eğer ki ayetler ve hadisler Allah katından indiyse neden vahiy olan Kur'an ayetlerinin senedi sorulup, mütevatir, zayıf vs. denmediği halde yine vahiy olan hadislerde böyle bir metod kullanılıyor? Eğer ki hadisler de vahiy olması itibariyle korunan "zikir" kapsamına giriyorsa neden senedleri soruluyor? Neden her hadis uydurma demeden "hadis" adı altında Kur'an ayeti gibi mutlak doğru kabul edilmiyor? Şu halde hadisleri Allah'ın indirdiği vahiy ve korunan "zikir" olarak değerlendirenler hadisleri tetkik ederek "Allah hadisleri koruyamamıştır" mı demek istiyorlar? anlayamıyorum yanlış anlamayın.
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
بســـم الله الرحمن الرحيم


Bazıları, mümteni olan şeyi bilmemenizin mümkün olduğunun söyleyerek, delil getirir. Nitekim zahir işlerin imtinaını bilmemiz, onların imtinaıdır.
Örneğin bir cismin aynı anda hem hareket etmesi hem de durması imkansızdır. Bu, bazılarının bu meselenin bedihi olmadığını söyleyerek delil getirmelerine benzer. Onlara göre bu meselenin dışındaki meselelerde olan açıklık daha belirgindir.
Bu delil zayıftır çünkü bedihi gerçekliği iki yönüyle düşündüğünde akıl onu kavrar. Düşünülen iki şeyin ikisi de bazen gizli olur. Bu durumda iki kariyye de tasavvur edilmeleri farklı olduğundan gizlilik olması sebebiyle farklılığın ortaya çıkması gibi...
Bunun zaruri olması konusunda kimse suçlanmaz ve imtinaı açığa çıkmadığı sürece bir şeyin mümkün olması vacip olmaz. Bunların görüşleri çok zayıftır. Çünkü bir şey, mutlaka gizli olması gereken işlerden dolayı bazen mümteni olur ve imtinaı zahir olmadığı sürece mümkün olması vacip olmaz. Bilakis onların sözleri çok zayıftır; çünkü bir şey, mutlaka gizli olan işlerden dolayı bazen mümteni olur ve bu zorunlu olan gizliliğin nasıl kaldırılacağı bilinmez, onun mümkün olduğunu kaldırmak da mümkün olmaz.
Buradaki muhal, zatından veya zatı dışından bir sebeple muhal olmaktan daha geneldir. Zihinsel imkanın hakikati (yani zihinsel olarak bir şeyin mümkün olduğunu bilmek) onun mümteni olmadığını bilmektir. İlim, harici imkanlarla (mümkün kılmalarla) gerekli olmaz. Zihni mümkün kılma işte budur.
Halbuki Allah Subhanehu ve Teala, öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu açıklarken sadece böyle bir delil getirmekle yetinmemiştir. Çünkü böyle bir delille ispatlanan şeyin bir başka şeyle de olsa mümteni olması mümkün olabilir. İsterse mümkün kılmada durum farklıdır. Çünkü bu yolla bir şeyin mümkün olduğu bilinirse onun mümteni olması batıl olur.
İnsan, harici mümkün kılmayı, bazen o şeyin varlığını bilmesiyle, bazen o şeyin bir benzerini bilmesiyle, bazen de o şeyden daha evla olan bir şeyi bilmesiyle bilir. Çünkü bir şeyin varlığı, mümkün olma yönünden o şeyden daha aşağıda olan şeylerin de var olmasına delildir.
Bir şeyin mümkün olduğu açığa çıktıktan sonra, o şeyi açıklamak şüphesiz Rab Tela'nın kudreti dahilindedir. Aksi takdirde bir şeyin varlığının mümkün olduğunu sadece bilmek, -eğer bu konuda Rabb Teala'nın kudreti bilinmiyorsa-, o şeyin gerçekleşme imkanı konusunda yeterli olmaz.
Allah Teala bütün bunları, şu gibi sözlerde açıklamıştır:
"Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın onların benzerlerini de tekrar yaratmaya Kadir olduğunu görmezler mi? Onlar için şüphe götürmeyen bir süre tayin etmiştir. Öyleyken zalimler inkarcılıkta hala direnirler." (İsra: 17/99)
"Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerlerini yaratmaya Kadir olmaz mı? Elbette olur; Çünkü O, yaratan ve bilendir." (Yasin: 39/81)
"Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de Kadir olduğunu görmezler mi? Evet O her şeye Kadirdir" (Ahkaf: 46/33)
"Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir" (Mü'min: 40/57)
Malum, her akıl sahibi açık ve kesin olarak bilir ki, göklerin ve yerin yaratılması insanoğlu gibi mahlukların yaratılmasından daha büyüktür. Yer ve göklerin yaratılması için daha büyük bir kuvvet gerekir. Öyleyse daha kolay olan şey, imkan ve kudret açısından diğerinden daha kolay bir şekilde yaratılabilir.
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
بســـم الله الرحمن الرحيم


Bu İşlerin Nehyinde Sünnetin Kitab'a Uygunluğu

Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti Allah'ın Kitabıyla uygunluk içindedir. Örneğin Peygamber'den rivayet edilen şu meşhur hadis gibi:
Bir bölümünü Müslim'in Abdulah b. Ömer'den rivayet ettiği diğer bölümü İbn Hanbel'in Müsned'inde ve diğer kitaplarda Amr b. Şuayb hadisi olarak bilinen (Amr hadisi babasından o da Amr'in dedesinden rivayet etmiştir) şöyle buyurulur:
"Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabının yanına çıkmıştı. Baktı ki onlar kader hakkında tartışıyorlardı. Bir adam:
"Allah şöyle demiyor mu? diyordu. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüzü kıpkırmızı kesildi. Onlara dedi ki:
"Siz bununla mı emrolundunuz? "Sizden öncekiler ancak bu yüzden helak olmuşlardı Onlar Allah'ın kitabının bazı ayetlerini bazı ayetleriyle vuruşturuyorlardı. Allah'ın kitabının ayetleri birbirini tasdik eder bir halde indirilmiştir, onlar birbirini nakzetmez. Size ne emredilmişse ona bakın ve onu uygulayın; hangi şeyden nehyedilmişseniz ondan uzak durun."
Bir başka hadis:
"Kur'an hakkında münakaşa eden küfre düşmüştür."
Buhari ve Müslim'in sahihlerinde Aişe'den (r.a.) rivayet edilmiştir:
"Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitab'ın temeli olan kesin anlamlı ayetler (muhkem) vardır, diğerleri de çeşitli anlamlıdır (müteşabih). Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar" ayetiniokudu ve şöyle dedi:
"Eğer Kur'an'ın müteşabihine uyanları görürseniz bilin ki işte onlar Allah'ın isimlendirdiği kimselerdir; onlardan uzak durun."
Kitap ve Sünnet'in, usulu'd-din'den olmaya hak kazanmış bir meselenin bilinmesini nehyetmesi caiz değildir. Allah'ım affet! Bazı durumlarda bazı kimseler nehyedilmiştir.
Örneğin anlamakta acze düşülen meselelerle uğraşmak kişiye yasaktır, çünkü yolu şaşırabilir.
Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir:
"Bir kavme, onların aklının ermediği hadisleri anlatan birisi mutlaka, onlardan bazıları için fitnedir."
Ali (r.a.) şöyle demiştir:
"İnsanlara, oların anlayışları kadarıyla konuşun (veya hadis rivayet edin) Onların (akıllarının) reddedeceği şeyleri bırakın Allah'ın ve Rasulu'nun yalanlanması hoşunuza gider mi?"
Bu söz de konumuza örnektir:
"Fesada yol açan doğruyu yapmak, terketmekten daha kötüdür."
Rasululah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözü konumuzla ilgilidir.
"Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin; eğer gücü yetmezse diliyle, eğer ona da gücü yetmezse, kalbiyle... bu imanın en zayıfıdır."
Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
" (Mezkur meselenin) caiz olduğu söylenirse, o zaman onun vacip olduğu söylenebilir mi? Onun vucubiyetini gerektiren Rasûlullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis nakledilmiş midir?" sorusuna gelince:
Onun için denilir ki:
Şüphesiz, Rasululah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği şeylere genel olarak inanmak her müslüman üzerine farzdır.
Yine şüphe yok ki, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği şeyleri bilmek farz-ı kifayedir.
Bu bilgiyi Allah'ın, Rasulune bildirdiği şeylerin tebliği, bilgisi dahildir. Ayrıca bu bilginin içinde Kur'an'ı anlamak, onun ayetleri üzerinde düşünmek de vardır. Kitap, Hikmet, zikri korumak, hayra dua etmek, emr-i bi'l ma'ruf ve nehyi an'l münker, Rabb'in yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmak, en güzel bir şekilde mücadele etmek ve Allah'ın kullarına farz kıldığı daha birçok şey müslümanlar üzerine farz-ı kifaye olan şeylerdir.
Farz-ı ayn olan şeylere gelince; bu insanların güçleri, ihtiyaçları ve bilgilerine göre çeşitlilik belirtir. Her insan her şeyle emrolunmuş değildir. Aciz olan kişi bilmeyene bir şey gerektirmeyen şeyleri dinlemek, onları ayrıntılarıyla bilmek zorunda değildir. Ama fetva makamında olan ya da muhaddis veya aciz kimselere vacip olmayan şeyleri öğrenmek için çaba gösteren kimselere bu ilimler farzdır.
"Müctehidin bir konuda galip kanaata sahip olması yeterli midir yoksa mutlaka kesin kanaata mı sahip olmalıdır?" sorusuna gelince:
Cevaben denilir ki:
Bu konuda doğru olan ayrıntılı açıklama yapmaktır. Her ne kadar ehl-i kelamdan bazıları heberi meselelerin -onlar bu meselelere "El-Usul" derler- tamamen katiyyet olması gerektiğini iddia ederler. Onlara göre yakin ifade etmeyen deliller, delil gösterilemez. Usul konularında kesinliği herkes üzerine farz kabul ederler. Mutlaka ve genel olarak söyledikleri bu görüşleri hatalı olup, Kitap'a, Sünnet'e, îcma'ı selefi ümmete ve ümmetin imamlarına terstir.
Sonra onlar bununla birlikte bazı şeyleri vacip kılma konusunda en uzak kimselerdir. Çünkü onlar, kati saydıkları deliller hüccet gösterirler. Halbuki kullandıkları deliller yanlış şeyler olup zan ifade eden şeylerden bile sayılmazlar. Bu yüzden onlardan biri bir konuda, kati bir şekilde sahih olduğunu söylediği bir delil sunar, bir başka meselede ayın şeyin bu defa batıl olduğunu ispatlar. Zaruri ilim münakaşası edenlerin her biri bir başkasının iddiasını çürüten şeyleri ispatlamaya çalışır
 
K Çevrimdışı

kelime-i şehadet

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kur'an hakkında münakaşa etmek gibi bir niyetim yok. Kur'an'ı anlama gibi bir niyetim var. Ben Kur'an'daki tüm ayetlerin lafzına iman ediyorum çünkü bunlar Allah'ın koruması altındadır. Ancak her hadise "kayıtsız şartsız" iman etmem mümkün değil. Bu peygamberin dindeki rolünü inkar değildir. Bu sadece bir güvenlik meselesidir. Ben insanların korumaya çalıştığı hadislere korunmuş Kur'an muamelesi yapamam. Hele ki bu hadislerin Kur'an'ın önüne geçirilmesini ve ayetleri nesh etmesini de kabul edemem. Eğer ki ayet ve hadisleri karşılaştıracak olursak ayetler Hak'tır, hadisler ise zandır. Peygamberin sözleri de Haktır ama Allah tarafından korunmamış ve insanlara bırakılmışsa ne kadar mütevatir de olsa içinde zan barındırır. Bu yüzden, hadisler ancak Kur'an'a uygunluğu ölçüsünde değer kazanır. Bu yüzden ben derim ki; Peygamber Kur'an'daki hükümlerin içeriklerini açıklar ve Kur'an'a aykırı olmayan Kur'an dışı hükümler koyar ama korunmamış olan hadis korunmuş olan ayeti neshedemez. Kur'an sünnet dahil herşeyi nesheder. Sünnet ise Kur'an hariç herşeyi nesheder. Allahu alem
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ASAGIDAKI YAZILARI DIKKATLI OKUDUGUNUZDA BIR COK SORUNUZA CEVAP ALACAKSINIZ..SELAMETLE

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla


Nimetlerine karşılık Allah'a hamd ederim. Arzında ve semasında eş ve ortağı olmayan Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığına ve Rasulullah'ın (s.a.v.) O'nun kulu, elçisi ve peygamberlerin sonu bulunduğuna şahadet ederim. (Allah (c.c.) kıyamete kadar devamlı olarak ona, aline ve ashabına salat ve selamda bulunsun.)
Müslümanlar üzerine, Allah ve Rasulü'nü sevip onlarla dost olduktan sonra Kur'an-ı Kerim'in ifade buyurduğu gibi diğer müminleri ve bilhassa alimleri sevmek ve onlarla dost olmak vaciptir. Bu alimler peygamberlerin varisidir. Al-laı. (c.c.) onları yıldızlar gibi yaratmıştır. Onlara uyulduğu takdirde, karanlık denizlerde ve karalarda doğru yola ulaşılır. Bütün müslümanlar bu alimlerin ehliyet ve hidayet üzere bulunduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Zira Rasulul-lah'ın (s.a.v.) gönderilmesinden önce bütün ümmetlerin en şerlileri, alimleri olmuştur. Bundan müslümanlar müstesnadır. Çünkü bunların alimleri en hayırlılarıdır. Rasulullah'ın (s.a.v.) ümmetine bıraktığı halifelerdir. O'nun ölen sünnetini dirilten kişilerdir. Kitap onlarla ayakta durmuş, onlar kitapla, kitap onlardan sözetmiş, onlar da kitaptan.
Bilinmelidir ki, bütün ümmet tarafından kabul edilmiş imamlardan hiçbiri kasten Rasulullah'ın (s.a.v.) küçük veya büyük bir sünnetine aykırı hareket etmez. Çünkü onlar kesinlikle Rasurullah'a (s.a.v.) uymanın gerekli olduğuna, bunun dışmda'hemen herkesin sözünün alınır da terk edilir de olabileceğine ittifak etmişlerdir.
Şu halde bu imam (müçtehid)lerden birinin sahih hadise aykırı bir sözü bulunursa, o hadisi terketme hususunda mutlaka geçerli bir mazereti olması gerekir. Bütün bu mazeretleri üç kısımda toplamak roijmkündür.
1- Rasulullah'm (s.a.v.) o sözü söylediğine inanmaması,
2- Bu sözle anlatılan meseleyi kastetmiş olduğuna inanmaması.
3- Bu hükmün neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) olmasına inanması,
Bu üç kısımdan da bir çok mazeret sebepleri doğmaktadır.[2]


Birinci Sebep:


Hadis-i Şerifin müctehide kadar ulaşmamış olmasıdır. Hadis kendisine ulaşmamış olan müctehid ise, onun gereğini bilmekle yükümlü değildir. Böylece hadis kendisine ulaşmamış olunca, onunla ilgili konuda ya bir ayetin zahir manasıyla, ya başka bir hadisle ya kıyas veya istihabin gereğine göre hükmetmiş olacaktır. Bu hüküm de bazen söz konusu hadise uygun olabileceği gibi bazen de aykırı olabilir.
Selefin bazı hadislere aykırı olarak söyledikleri sözlerinin çoğunda bu sebebe rastlanılır. Zira Rasulullah'in (s.a.v.) bütün hadislerini tamamıyla bilmek bu ümmetten hiçbir kimseye nasip olmamıştır.
Rasulullah (s.a.v.) bir söz söyler fetva verir, yahut hükmeder veya bir şey yapardı. Bunu o mecliste bulunanlar görür ve işitirler, sonra da hepsi veya bir kısmı başkalarına ulaştırırlardı. Böylece bu ilim, sahabe, tabiin ve daha sonra gelen alimlerden Allah'ın (c.c.) dilediklerine ulaşırdı. Sonra Rasulullah (s.a.v.) başka bir mecliste yine söz söyler fetva verir, hükmeder veya bir şey yapar, bunu da diğer mecliste bulunmayanlardan bir kısmı duyar, onlar da başkalarına imkanları ölçüsünde ulaştırırlardı. Böylece bazılarında bulunan ilim diğer bazılarında bulunmaz, bunlarda bulunan, ötekilerde olmazdı. Ashap ve onlardan sonra gelen alimler, bilgilerinin çokluğu veya parlaklığı sayesinde birbirlerinden üstün olurlardı.
Ancak; Rasulullah'ın (s.a.v.) bütün hadislerini bilgisi altına toplamış olduğunu iddia etmek hiçbir kimse için asla mümkün değildir. Buna örnek olarak; Rasulullah'ın (s.a.v.) bütün işlerini, sünnet ve davranışlarını herkesten daha iyi bilen olarak Halefa-i Raşidin'i (4 büyük halifeyi) gösterebiliriz. Özellikle; Ebu Bekir (r.a.), Rasulu İlah'tan ne seferde ve ne de hazerde ayrılırdı. Hemen her zaman onunla beraber olurdu. Müslümanların işleriyle meşgul olmak üzere bazı geceler birlikte sabaha ererlerdi. Ömer'de (r.a.) böyleydi. Rasulullah (s.a.v.) çoğu defa şöyle buyurmuştur:
"Ben, Ebu Bekir ve Ömer beraber girdik... Ben, Ebu Bekir ve Ömer beraber çıktık."
Bütün bunlara rağmen Ebu Bekir'e (r.a.) "Büyük annenin mirası" sorulunca; "Allah'ın kitabında sana bir şey yok, Rasulullah'ın (s.a.v.) sünnetinde de sana ait bir şeyin olduğunu bilmiyorum, ancak başkalarına sorayım" şeklinde cevap vermiş ve durumu ashaba sormuştur. Muğire b. Şu'be. ve Muhammed b. Mesleme gelerek; "Rasulullah'ın (s.a.v.) büyük anneye altıda bir hisse verdiğini" söylemişlerdi.[3] Ayrıca bu hadis, îmran b, Huseyn tarafından da ona ulaştırılmıştır.
Halbuki bunların üçü de Ebu Bekir (r.a.) ve diğer Halifelerin derecesinde değildir. Bununla beraber sonradan ümmetin ittifakla tatbik ettiği bu sünneti bilmek bu üç zata ait olmuştur.
Ömer'de (r.a.) istizan (Bir eve v.s... girmek için izin isteme) sünnetini Ebu-Musa el-Eş'ari'nin haber vermesi ve Ensar'ın da buna şahitlik etmesine kadar[4] bilmemiştir. Halbuki Ömer (r.a.) kendisine bu sünneti haber veren kişiden daha alimdir.
Yine Ömer (r.a.), kadının kocasının diyetine (tazminatına) varis olduğunu bilmiyordu. Bu diyetin tamamen "Aki-leye" (Baba tarafından akraba olanlar)a ait olduğu görüşünde idi. Bazı kabilelere Rasulullah (s.a.v.) tarafından vali tayin edilen Dahhak b. Süfyan el' Kilab kendisine şöyle yazdı:
"Rasulullah (s.a.v.) Eşyem ed'Dababi'nin eşini, kocasının diyetine varis kılmıştır,[5]Bunun üzerine Ömer (r.a.) kendi görüşünü terketti ve bunu duymasaydık başka türlü hükmederdik" dedi.
Keza; Mucusilerle ilgili cizye hükmünü de bilmiyordu. Abdurrahman b. Avf (r.a.), Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğunu ona haber verdi:
"Onlara ehl-i kitap gibi davanınız.[6]
Yine Ömer (r.a.) Surg[7] mevkiine geldiği zaman kendisine Şam'da taun (veba) salgını olduğu haber verildi. Önce ilk muhacirler, sonra Ensar ve daha sonra Mekke'nin fethi sırasında Müslüman olanlarla istişare etti. Bunların hepsi kendi görüşlerini söylediler, bu konuda hiçbir sünnet nakledemediler. Nihayet Abdurrahman b. Avf (r.a.) gele-rek Rasulullah'm (s.a.v.) konu ile ilgili şu sünnetini nakletti.
"Bulunduğunuz yerde bir veba salgını olursa, ondan kaçıyoruz diye, o yerden çıkmayınız. Bir yerde veba salgım başladığını haber alınca da oraya gitmeyiniz.[8]
Ömer (r.a.) ile İbni Abbas (r.a.) namaz kılarken rekatların sayısında şüphe eden kişinin durumunu müzakere ettiler. Bu konudaki sünnet de onlara ulaşmamıştı. Nihayet Abdurrahmanb. Avf (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.v.) rivayet edilen şöyle bir hadisi nakletti:
"Şüpheyi atar, kesin olduğuna kanaat getirdiği tarafı alarak ona göre bina eder, namazını tamamlar.[9]
Bir sefer esnasında fırtına çıkmış, Ömer (r.a.): "Bize fırtına hakkında haber verecek kim var?" diye sormuştu. Ebu Hüreyre (r.a.) der ki: "Ben kafilenin gerisinde bulunuyordum. Bu haber bana ulaşınca, hayvanımı sürdüm, Ömer'e (r.a.) yetiştim ve fırtına çıktığında Rasulullah'ın (s.a.v.) ne buyurduğunu kendisine söyledim.[10]
Bunlar Ömer'in (r.a.) bilmediği ve kendi derecesinde olmayan bazı kişilerin kendisine öğrettiği serler ve konulardı.
Daha nice yerler de vardır ki ilgili sünnet kendisine ulaşmadığı için başka bir şekilde hükmetmiş veya fetva vermiştir. Mesela:
Parmakların diyeti konusunda faydalarına göre diyetlerinin de değişik olacağına hükmetmiştir. Halbuki ilim bakımından onun derecesinde olmayan Ebu Musa ile İbn-i Ab-bas (r.a.) Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu biliyorlardı:
"Şu ve Şu-Şehadet ve küçük parmak eşittir.[11]
Bu sünnet, emirliği zamanında Muaviye'ye ulaşmış, o da buna göre hükmetmiş, bütün Müslümanlar da buna uymuşlardır.
Mezkur hadise aykırı hükümde bulunması Ömer (r.a.) için bir eksiklik sayılmaz. Çünkü söz konusu hadis kendisine ulaşmamıştır.
Bunun gibi gerek Ömer (r.a.), gerekse oğlu Abdullah ve bazı büyük Sahabiler, Hacca niyet eden kişinin hem ihrama girmeden önce, hem ds Akabe Cemresini attıktan sonra Mekke'ye avdetinden önce güzel koku sürünmesini haram saymışlardı. Kendilerine Aişe'nin (r.a.) Rasul-i Ekrem'den (s.a.v.) rivayet ettiği şu Hadis-i Şerif ulaşmamıştır.
"Rasulullah (s.a.v.) ihrama girmek istediğinde ihramdan önce-, ihramdan çıkmak istediğinde de son tavafı yapmadan Önce güzel koku sürünürlerdi.[12]
Yine Ömer (r.a.) mest giymiş bir kimseye mesh müddetini vakitle sınırlamaksızın mestlerini çıkarıncaya kadar abdest alırken mesh edebileceğini söylüyordu. Bu konuda seleften birçokları da kendisine uymuştu. Mesh müddetini sınırlayan sahih hadisler; ilim bakımından kendilerinin derecesinde olmayan kişiler tarafından bilindiği halde bu hadisler onlara ulaşmamıştı. Halbuki bu husus, muhtelif yollardan sahih olarak Rasulullah'tan (s.a.v.) rivayet edilmiştir.
Osman da (r.a.) kocası vefat eden bir kadının, ölü evinde iddet bekleyeceğini bilmiyordu. Ebu Said'el Hudri'nin kız kardeşi Furuya b. Melik, kendi kocası vefat edince Rasulul-lah'ın (s.a.v.) verdiği hükmü haber verdi. Rasulullah (s.a.v.) ona şöyle buyurmuşlardı:
"İddet zamanı doluncaya kadar evinde bekle.[13]
Yine Osman'a (r.a.) - kendisi için avlanmış olan- bir av hediye edilmiş, o da yemek istemişti. Ali (r.a.): "Rasulul-lah'ın (s.a.v.) kendisine hediye edilen bir eti reddettiğim" haber verdi. [14]
Bunun gibi Ali (r.a.) şöyle derdi:
"Ben Rasulullah'tan bir hadis işitince Allah'ın (c.c.) faydalanmamı dilediği kadar ondan faydalanırdım. Bir başkası Rasulullah'tan (s.a.v.) bana bir hadis naklederse yemin teklif ederdim. Yemin ederse kabul ederdim. Ebu Bekir (r.a.) bana hadis nakletti ve Ebu Bekir (r.a.) doğru söyler sözlerine böylece başlayan Ali (r.a.) meşhur "Tevbe namazı" ile ilgili hadis-i şerifi anlatmıştır.[15]
Ali (r.a.), İbni Abbas ve daha başkaları "Eşi vefat eden bir kadın, şayet hamile ise iki müddetin en uzununu bekler" diye fetva vermişledi. Bunlara Rasulullah'ın (s.a.v.) "Sü-bey'at'ül-Üseylime" hakkındaki sünneti (emri) ulaşmamıştı. Rasulullah (s.a.v.) adı geçen kadın için kocası Sa'd b. Havle vefat ettiğinde:
"Beklenmesi gereken müddet çocuğunu doğurmasıyla sona erer."[16] buyurmuşlardır.
Ali (r.a.), Zeyd, İbn-i Ömer ve daha niceleri "Mufevvida (mihir tesmiye edilmeksizin nikahlanan kadm)ın kocası vefat ederse kendisine mihir düşmez.[17]
diye fetva vermişlerdir. Onlara Rasulullah'ın (s.a.v.) va-şık kızı Buru hakkındaki sünneti ulaşmamıştı.
Bu geniş bir konudur Rasuîullah'ın ashabından nakledi-le gelen bu gibi fetvalar gerçekten büyük bir sayı tutar.
Ashabın dışındakilere gelince onları zaptetmek, saymak mümkün değildir. Çünkü binleri bulur.
Bunlar, ümmetin en alim, fakih, muttaki ve faziletli kişileridir. Bunlardan sonra gelenler ise bu saydığımız vasıflarda onlardan eksik durumdadırlar. Bazı sünnetlerin bunlara da gizli kalmış olması gayet tabiidir. Bu husus beyana muhtaç değildir. Sahih olan her hadisin bütün imamlara (müctehidlere) veya muayyen bir imama ulaştığını iddia eden kimse büyük hata İşlemiş olur.
Hiçbir kimse: "Hadisler toplandı ve kitaplara yerleştirildi. Onların müctehidlere bilinmemesi düşünülemez," diyemez.[18]


Çünkü:


Meşhur hadis mecmuaları mezhep imamlarının, vefatlarından sonra toplanmıştır. Bununla beraber Rasulullah'ın (s.a.v.) bütün hadislerinin muayyen hadis kitaplarından toplanmış olduğunu iddia etmek de doğru değildir.
Şayet Rasulullah'ın bütün hadisilerinin muayyen hadis mecmualarında toplanmış olduğu farzedilse bile kitaplarda olan bu hadislerin hepsini bir alim bilemez. Bu hemen hiçbir kimse için mümkün olmamıştır. Bazen bir kişinin yanında birçok hadis mecmuaları bulunuyor da kendisi onların içindekileri bile tamamiyle ihata edemiyor. Hatta hadis mecmualarının toplanmasından önce yaşamış olanlar sonra gelenlerden daha çok hadis biliyorlardı. Çünkü onlara sahih senetle ulaşan birçok hadisler, bize ya meçhul, ya mün-kati bir senetle gelmiş veya hiç gelmemiştir. Onların kitapları, kalpleri ve hafızaları idi. Kitaplardakilerin kat kat fazlasını zihinlerine yerleştirmişlerdi. Durumu bilenler bundan şüphe etmezler.
Hiçbir kimse; "Hadislerin tamamını bilmeyen mücte-hid olamaz" diye bir iddiada bulunmasın. Çünkü müçtehi-din Rasulullah'ın (s.a.v.) ahkamla ilgili bütün söz ve fiillerini bilmesi şart kılımrsa, o taktirde ümmet içerisinde tek bir müçtehid yok demektir. Alimin erebileceği derece (bunların hapsini değil) çoğunu bilmekten ibarettir. Öyleki onun bilmediği ancak teferruat ve tafsilatla ilgili az bir miktar olmalıdır. İşte müçtehitlerin sünnete muhalif içtihatları bu kısımda meydana gelmektedir.[19]


İkinci Sebep:


Hadis müçîehide ulaşmış bulunur da ancak aşağıdaki sebeplerden dolayı kendisi onu sabit ve sahih bulmaz.
Bunun da sebepleri vardır.
1- Hadisi kendisine nakleden veya daha önceki ravİ, veya raviler senedinden (zincirinden) başka birisi müçtehitçe meçhul (tanınmaz) olur.
2- Yahut yalancılıkla itham edilmiş veya hafızası sağlam olmayan biri tarafından rivayet edilmiş olur.
3- Müttesü bir senetle değil de münkati' (arada isimlen atlanmış kişilerin bulunduğu) bir senetle rivayet edilmiş olur.
4- Hadislerin lafızları (Rasulullah'ın (s.a.v.) ağzından çıktığı gibi) zaptedilmemiş olur.
Halbuki aynı hadis başka bir müçtehid tarafından sahih ve sabit kabul edilebilir.
Bunun da birtakım sebepleri vardır:
1- Bu müçtehide hadisi rivayet edenler müttasü senetle rivayet etmişlerdir ve raviler sika (güvenilir) kişilerdir.
2- Birinci müçtehidin tanımadığı (meçhul) raviyi ikinci müçtehid tanıyabilir.
3- Birinci müçtehide rivayet eden mecruh (itimad edilmeyen) kişiler yerine ikincisine mutemet kişiler rivayet etmiş bulunur.
4- Bir başka cihetten muttasil olabilir.
5- Hadisin lafızları diğer bazı hadis hafızlan tarafından zaptedilmiş ofabilir.
6- Hadisin sahih olduğunu gösteren ona yakın başka rivayetler ve deliller bulunur.
Bu (ikinci) sebeple meydana gelen birbirine aykırı fikirler çoktur, özellikle tabiinler ve onların tabüerinden başlı-yarak meşhur imamlara kadar bu ihtilaf birinci asırdakilerden daha çok olmuştur. Çünkü zamanla hadisler daha geniş yerlere yayılmış ve şöhret bulmuştur. Bu hadisler bazı alim-Iere sahih senetlerle gelirken, bazılarına zaif yollardan gelmiştir. Bu sebeple de birinin yanında hüccet (hüküm kaynağı) olurken, diğerine aynı vasıfta gelmemiş olur. Bunun için birçok müçtehid, "Bu meselede benim görüşüm şudur. Bu konuda öyle bir hadis de rivayet ediliyor. Eğer o hadis sahih ise benim görüşüm de odur," demek suretiyle ha-dısin sahih olması halinde hükmün ona göre verilmesinin gerektiğini ifade etmişlerdir.[20]


Üçüncü Sebep:


Bir müçtehidin sahih saydığı bir hadisi başka bir müçte-hidin kendi içtihadına göre zayıf saymasidir.
Bu durumda müçtehitlerden hangisi haklı olursa olsun -hatta her müçtehid isabet etmiştir görüşüne sahip olanlara göre - her ikisi de haklı olsa bile mesele değişmez. Birisi ha-dîse aykırı içtihadda bulunmuş olur. Bunun da birkaç sebebi vardır:
1- Hadisi rivayet edenlerden birini bir müçtehid zaif, diğeri ise sika (güvenilir) kabul eder. Hadis ravilerinin durumlarım bilme işi geniş bir ilimdir. Bu durumda bazen ra-viyi zayıf talakki eden kimse hükmün cerhini gerektiren sebebe muttali olduğu için haklı olabilir. Bazen de bu sebebin cerhi gerektirmediğini iddia ederek raviyi güvenilir telakki eden haklı çıkabilir. Bu da ya sebebin cerhi (ravinin itimada şayan olmamasını) mucip olmaması veya cerhi engelleyen bir mazeret bulunmasından ileri gelebilir. Bu da geniş bir konudur. Diğer ilim ehli gibi hadis ravilerinin durumlarını tetkik eden alimlerin de ittifak ve ihtilaf ettikleri hususlar vardır.
2- Müçtehid lerden biri kendisine rivayette bulunan mu-haddisin söz konusu hadisi üstadından duymadığına, diğer müçtehidin İse duyduğuna kail olabilir. Bunun da belli sehepleri vardır.
3- Muhaddisin iki zıt hali olabilir: Normal (istikamet) hali; bozuk hal (ızdırap hali) buna misal olarak, zekasının zayıflaması ve kitaplarının yanması gösterilebilir. Normal halinde rivayet ettikleri sahih bozuk halinde rivayet ettikleri ise zayıftır. Müçtehidlerden biri, hadisin muhaddisin hangi halinde rivayet edilmiş olduğunu bilmez. Diğeri ise normal halinde rivayet ettiğini bilebilir.
4- Muhaddis önceden rivayet ettiği hadisi bir daha hatırlamamak üzere unutur veya rivayet ettiğini inkar eder. Müçtehidlerden biri bu durumun hadisi zayıf kıldığın hadisi almamak için aksini iddia ederek hadisle delil getirmenin sahih olacağına kail olur. Bu meselede malumdur.
5-Hicaz'hlann çoğu kendilerinde aslı bulunmadıkça Şam veya Iraklıların hadislerini hüccet kabul etmezler. Hatta onlardan birisi "Irak'hlann rivayet ettikleri hadisleri kitap ehlinin haberleri gibi sayınız, ne doğrulaymız, ne de yalanlayınız." Bir başkasına da şöyle dendi: "Süfyan, Man-sur'dan, O İbrahimden, oda Alkama'dan, o da Mesud oğlu Abdullah'tan rivayet etiğine göre bir hacc..." Bunu dinleyen bir Hİcaz'h şöyle dedi: "Bunun asıl, kaynağı Hicaz ekolünde yoksa kabul etmem." Onların böyle düşünmelerine sebep: Sadece kendilerinin sünneti zaptettiklerine, dikkatlerinden hiçbir şey kaçmadığına, Irak'lıların naklettikleri hadislerde ise düşünmeyi gerektiren ıztırap (bozukluk) ve hatalar bulunduğuna inanıyorlardı.
Bazı Irak'lılar da Şam'lılann hadislerini hüccet kabul etmezler. Halbuki çoğunluk bu sebeple hadisin zayıf olduğunu kabul etmemişlerdir. Senet iyi (sahih) olduktan sonra hadis delil kabul edilir. Hicazlı, Iraklı, Şamlı olması önemli değildir. Sicistanlı Ebu-Davud, bazı şehirlere has hadisler hakkında bir kitap tasnif etmiştir. Bu kitapta: Medine, Mekke, Taif, Dimeşk, Hıms, Küfe, Basra v.s. gibi şehirlere has sünnetleri açıklamaktadır. [21]


Dördüncü Sebep:


Müçtehid'in, hafızası sağlam ve ahlakı mazbut bir kişi tarafından rivayet edilen hadisi (Haberu'l-vahid) kabul etme hususunda başkalannınkine uymaya birtakım şartlar ileri sürmesi.
Mesela: Bazıları böyle bir hadisi kabul edebilmek için Kur'an ve sahih hadisle karşılaştırmayı şart kılar.
Bazıları da hadis, fıkıh usulünün kıyasına uymuyorsa ravisinin fakih olması şarttır der.
Hadis herkesi ilgilendiren bir konuda ise onun bir kişi tarafından rivayeti yerine, yaygın olmasını şart koşanlar vardır.[22]


Beşinci Sebep:


Hadis müçtehide ulaşır ve onun nezdinde sahih ve sabit olur da sonradan bu hadisi unutur. Bu hal kitap ve sünnet hakkında varit olmuştur. Mesela; Ömer'e (r.a.), "Yolculuk halinde cünüp olan ve su bulamayan kimse ne yapar?" diye sorulduğunda:
Suyu buluncaya kadar namaz kılmaz diye cevap verir.
Yasir oğlu Ammar (r.a.):
Ey müminlerin emiri, hatırlamıyor musun? Seninle ben deve üzerinde (seferde) idik. İkimiz de cünüp olduk. Ben hayvanın yuvarlandığı gibi yerde yuvarlandım, sonra namazımı kıldım. Sen ise namaz kılmadın. Ben bu durumu Rasu-lullah'a (s.a.v.) anlattım. Şöyle buyurdular:
"Sana şöyle yapman yeterdi..."
ellerini yere dokundurdu yüzünü ve kollarını meshetti.
Ömer (r.a.):
Allah'tan kork ya Ammar!
İstersen bu hadisi nakletmem?
Hayır, istediğini yapmakta seni serbest bırakıyoruz.
İşte, bu örnekte görüldüğü gibi Ömer (r.a.) şahidi[23] olduğu bir sünneti unutuyor ve ona aykırı fetva veriyor. Ara-mar'm (r.a.) hatırlatmasına rağmen hatırlamıyor. Fakat Am-mar'ı da yalanlamıyor, ona hadisi nekletmesini emrediyor.
Bundan daha yerinde bir örnek de şudur: Ömer (r.a.) halka hitabederek şöyle demişti: "Her kim Rasulullah'ın (s.a.v.) zevcelerine ve kızlarına verilenlerden fazla mehir verirse kabul etmem." Bunun üzerine bir kadın kalktı ve şöyle dedi: "Ey müminlerin emiri Allah'n verdiği bir şeyden bizi niçin mahrum ediyorsun." Sonra şu ayeti okudu:
"Bir kadından boşanıp diğeriyle evlenmek istediğin zaman kadına kantarla altın vermiş olsanız bile hiçbir şeyi almayınız." (Nisa: 4/20)
Bunun üzerine Ömer (r.a.) kendi görüşünden vazgeçerek kadının görüşünü kabul etti. Ömer (r.a.) bu ayeti biliyordu. Ancak hitabeti sırasında unutmuştu.
Yine rivayet edildiğine göre, Cemel savaşında Ali (r.a.), Zübeyr (r.a.) Rasulullah'ın (s.a.v.) her ikisine ait bir ahdini (sözünü) hatırlatmış, bunun üzerine Zübeyr (r.a) savaştan vazgeçmişti.
Bu gibi hadiseler selef ve halefte çok defa vuku bulmuştur.[24]


Altıncı Sebep:


Müçtehidin elindeki hadisin incelemekle uğraştığı hükme delaletini biimemesi. Bunun da değişik sebepleri vardır.
1- Hadisteki hükümle ilgili kelime müçtehide göre garip (manası kapalı) olur. Mesela: Muzabene, Muhabere, Muha kale, Mulamese, Münabeze Garar kelimeleri gibi... Alimler bu kelimelerin manalarını açıklamada çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir.
Buna örnek olarak şu merfu hadis gösterilebilir: "İğlak halinde yapılan boşanma ve köle azad etmenin hükmü yoktur." Bu hadisteki İğlak kelimesini bazı alimler zorlamak İkrah manasında açıklamışlardır. Bazıları ise bu manayı bilmediklerinden ötürü muhalefet etmişlerdir.
2-Müçtehid hadisteki bit kelimeyi kendi zamanındaki lügat ve örfte kullanılan manasına göre alır. Halbuki Rasulul-lah (s.a.v.) onu başka bir manada kullanmıştır. Müçtehid ise asılolan lügat manasının alınmasıdır, düşüncesiyle kelimenin sözlük manasından anladığı üzere hareket eder.
Nitekim bazı alimler "Nebiz içmeye ruhsat veren bazı haberleri duyunca, bunu kendi sözlüklerinde kullandıkları manada anlayarak sarhoş eden içki türlerinden biri sanmışlardır. Halbuki bir çok sahih hadislerde bu kelimeninmana-sı: "Suyu tatlandırmak için içine (hurma, kuru üzüm vs.) atılan ve köpük atmadan, sarhoş edecek bir hale gelmeden içilen şerbet diye açıklanmıştı.
Bunun gibi bazıları da kitap ve sünnette geçen hamr kelimesini lugattaki manasına göre ele alarak özellikle: "Köpük atıp sarhoş edici hale gelmiş üzüm şüyu şarap" sanmışlardı. Halbuki birçok sahih hadislerde hamr, sarhoşluk veren bütün içkiler için kullanıldığı açıklanmıştır.
3- Bazen kelime müşterek (eş anlamlı) veya mücmel (manası zor anlaşılan) yahut hakikat ve mecaz manaları arasındaki bağlantı çok ihtimalli, çok yönlü olur. Müçtehid kelimeyi kendince en yakın manasına alır fakat maksat diğer mana olabilir. Nitekim orucun yeni farz olduğu sırada ashabdan bir cemaat Kur'andaki "Beyaz ip ve siyah ip" tabirlerini -fecir anlamında değil de- bilinen maddi ip anlamında sanmışlardı.
Bazıları da "Yüzlerinizi ve ellerinizi mesnediniz" ayetindeki "Elleriniz..." sözünü, omuza kadar eller mana-sın-da anlamışlardı.
Bazen de bunun sebebi sözün manaya delaletinin gizli olmaşıdır. Çünkü sözlerin manalara delalet şekil ve yolları gerçekten çoktur. Bu sözleri anlama hususunda insanlar Allah'ın vergi ve lutfuna göre farklı derecelerde bulunurlar.
Sonra bir kimse sözü genel olarak bilir de muayyen bir şeyin o genel hükmün şümulü altına girdiğini bilemez.
Bazen önce anladığını sonradan unutur. Bu konu Allah'tan başkasının ihata edemeyeceği kadar geniştir.
Bazen de adam yanılır. Söze Rasulullah'ın (s.a.v.) gönderildiği Arapça'nın izin vermediği manadan başka bir mana anlar.[25]


Yedinci Sebep:


Müçtehidçe hadisin kastedilen manaya delaletini kabul etmemek. Bununla daha Öncekinin farkı şudur: Önceki, sözün kastedilen manaya delalet cihetini (şeklini) anlayamamıştır. İkincisi ise delalet şeklini anlamakla bereber böyle bir delaletin sahih olmadığına inanır. Çünkü kendi içtihat usulü bakımından bu delaleti reddedecek bir görüşe sahip bulunur. Müçtehid, bu görüşünde ister isabetli olsun ister hatalı.
Örnek: Tahsis edilmiş (şümulü daraltılmış) amm'ın (genel anlamı sözün) muteber delil olmamasına, mebni herhangi bir, sebep gelmiş bulunan umumi hükmün yalnız o sebep hakkında delil olacağına, mücerret (tek başına) emir sığasının vücubu gerektirmediğine ve böyle bir emrin fevri (gereğinin hemen yerine getirilmesini) gerekli kılmadığına, elif-lam ile marife yapılmış olan lafzın umum ifade etmediğine, menfi (olumsuz) fiillerin kendi zatlarını veya bütün hükümlerini olumsuz yapmadığına, iktizade, müzmer ve manalarda umumilik olmadığına v.s... inanmak gibi fıkıh usulü ilmindeki ihtilaflı meselelerin yarısı bu kısma girmektedir. Yine de mücerret usul kaideleri bütün ihtilaflı delilleri içine almamıştır.
Muayyen bir delaletin belli bir delalet çeşidi içine girip girmediği hususundaki ihtilaf da buraya dahildir. Müşterek (eş anlamlı) bir lafzın muhtemel olduğu iki manasından hangisinin kastolunduğunu belirleyen bir karine olmadığından ötürü o lafzın mücmel olduğuna inanmak gibi.[26]


Sekizinci Sebep:


Bir delaletin, mananın karşısında bunun kastedilmediği-ni gösteren bir başka delilin bulunduğuna müçtehidin inanması. Buna amme ile hassın, mutlak ile mukayyedin, mutlak emirle vücubu ortadan kaldıran delilin, hakikatla mecaz delaleti v.s.'nin karşılaşmaları örnek teşkil etmektedir. Bu da geniş bir konudur. Çünkü sözlü delaletlerin birbiriyle karşılaşması, bunlardan bazısını diğerine tercih etmek hususu geniş bir denize benzer.[27]


Dokuzuncu Sebep:


Müçtehid, bir hadisin ya zayıf, ya mensuh, ya da tevili kabil ise tevil edilmiş olduğunu gösteren ve ittifakla bunu teyit eden ayet, hadis ve icma gibi başka bir delille çatışmış bulunduğuna inanması. Bu da iki türlüdür:
1- Yukarıda zikredilen üç ihtimalden birinin kuvvetli bulunduğuna inanır. Ancak bunlardan hangisi olduğunu tayin edemez.
2- Üç ihtimaldan birini tayin eder. Şöyle ki; hadisin mensuh veya tevil edilmiş olduğuna inanır. Fakat bazan sonra geleni önce gelmiş, zannederek mansuhta yanılır. Bazan tevilde ise hadisi lafzının muhtemel olmadığı bir manada tevil ederek ve bu tevili önleyen bir delilin mevcut olduğunu bilmeyarak yanılabilir.
İlk nazarda iki delil arasında çatışmış görüldüğü halde de şu ihtimaller bulunabilir.
a- Hadisin karşısında bulunduğunu sandığı delilde bu zıt delalet olmaz,
b- Zıt görünen hadis isnad veya metin yönünden birinci hadis kadar kuvvetli olmaz.
c- Birinci hadis hakkında bundan önce sayılan sebeplerden birisi bahis mevzu olabilir,
d-İddia edilen icmaın sebebi ekseriya icmaca muhalif olanların ileri sürdükleri görüşlerini bilmemekten meydana gelmektedir. Biz birçok meşhur alimler biliyoruz ki, bazı konulardaki iddialarının dayanakları, aynı konuda farklı düşünenleri bilmemektedirler. Ellerindeki deliller ileri sürdüklerinin aksini gerektirdiği ve herkesin onun görüşüne muhalif olduğunu bildiği halde hiç kimsenin söylemediğini söylemiş olmak gibi bir tutum içine girmemişlerdir. Hatta onlardan bazıları sözü askıya alarak, "Eğer bu meselede icma varsa uyulmaya en layık görüş odur. Şayet icma yoksa benim görüşüm şöyle ve şöyledir," demişlerdir. Örnek olarak bunlardan bazıları şöyle der: "Kölenin şahitliğini caiz gören bir kimsenin var olduğunu bilmiyorum." Halbuki kölenin şahitliğinin caiz olduğu görüşü Ali (r.a.), Enes, Şüreyh gibi zatlardan nakledilmiştir.
Bir kısmı da, "Kısmen azad edilmiş kölenin varis olamayacağında icma ve ittifak edilmiştir," derler. Halbuki böyle bir kişinin varis olacağı, Ali (r.a.) ve îbn-i Mesud'dan (r.a.) menkuldür. Kaldı ki, bu konuda Rasulullah'tan (s.a.v.) gelen bir hasen hadiste mevcuttur.
Diğer birisi şöyledir: "Namazda Rasulullah'a (s.a.v.) salat okumayı vacip kılan bir kimsenin bulunduğunu bilmiyorum." Halbuki bunun farz olduğu görüşü Ebu Cafer el-Ba-kır'dan nakledilmiştir.
Bunun sebebine gelince; alimlerden çoğunun bilgi kaynağı kendi yetiştikleri ülkelerindeki ilim ehlidir. Bunların dı-şındakilerinin görüşlerini bilmezler.
Nitekim mütakaddimin (öncekiler)den çoğunun yalnız Medinelilerin ve Kufelilerin görüşlerini bildiklerini, mute-ahhirin (sonra gelenîer)den çoğunun ise uydukları, iki veya üç imamın görüşlerinden başkasını^ bilmediklerine şahit oluyoruz. Çünkü bunların dışındaki görüşleri aykırı kabul ederler. Çünkü bunlar aynı konuda görüş ileri sürmüş kimseleri bilmektedirler. Bu sebepten böyle bir kimse kendi bildiğine uymayan bir hadisle kerşılaştığında içmaa aykırı olacağından korktuğundan veya icmaa aykırı olduğuna inandığından böyle bir hadisle hükmetmeye yanaşmaz. Ona göre icma, delillerin en büyüğüdür. İşte bazıları hadise göre hükmetmemektedir. Ulemadan bazılarının mazeretleri bundan maydana gelmektedir. Bu konuda bazıları gerçekten mazurdur, bazıları ise gerçekte mazur olmadıkları halde kendilerini mazur göstermektedirler. Bundan önceki ve sonraki sebeplerin çoğunda durum böyledir.[28]


Onuncu Sebep:


Hadisin; zayıf, mensuh veya tevil edilmiş olduğuna delalet eden bir başka delille karşılaştığına bir başkası inanmadığı halde diğer bir müctehit inanabilir. Bazan muayyen bir hadis değil de cinsi (onun şümulüne girdiği nevi) çatışmış sayılır. Bazan da gerçekte böyle bir çatışma olmaz da müçtehid, Öyle zannetmiş olabilir. Nitekim Kufeli alimlerden çoğunun sahih hadisi Kur'an'ın zahiri ile çatışmış görmeleri gibi... Onlar Kur'an'ın zahirinden anlaşılan ve umum manayı ifade eden ve benzeri ayetlerini hadisin kesin hükmüne takdim ve tercih etmişlerdir. Bazan da sözün birçok manaya delaletini düşünerek, aslında zahir olmayanı zahir (Kur'an'ın lafzından anlaşılır) saymışlardır. Çünkü sözlerin manaya delaletlerinin pek çok çeşitleri vardır. Bu sebepten "Şahid ve yemin hakkındaki hadisi reddetmişlerdir. Halbuki başkaları Kur'an'dan şahid ve yeminle hükmetmeyi men eden açık bir ayet olmadığını bilmektedirler. Kaldı ki böyle bir ayet dahi olsa yine bir çatışma söz konusu değildir. Çünkü böyle bir durumda sünnet ayeti tefsir etmiş olacaktır.
Bu kaide ile ilgili olarak İmam-ı Şafii'nin söyledikleri malumdur. İmam Ahmed b. Hanbel'in Kur'an'ın zahir manaları ile yetinip, onu Rasululîah'in (s.a.v.) sünnetince tefsir etmeye lüzum görmeyenlere yazdığı meşhur bir reddiyesi vardır. Bu risalede getirdiği delilleri burada sıralamaya yer bakımından imkan yoktur.
Bazı hadislerle amel etmeyelerin gösterdikleri sebepleri arasında şunlar da vardır:
a- Kur'an-2 Kerim'in umum ifade eden bir ayetini tahsis eden, mutlakını kayıtlayan veya onun manasına ilavede bulunan hadisleri kabul etmemek.
b- Buna kail olanların görüşleri: Mutlak bir ayeti kayıtlamak gibi, nass üzerine yapılan ilave nassın hükmünü nas-hetmek, (yürürlükten kaldırmak) demektir. Amm olan bir ayeti tahsis etmek (özelleştirmek) te keza onun hükmünü kaldırmaktır.
Diğer bazı örnekler:
a- Medine alimlerinin bir kısmı; sahih hadisin Medine ehlinin uygulamasıyla çatışması halinde onların hadise uymayan uygulama tarzlarını icma kabul ederek hadisle amel etmezler. Bu hadise uymamak konusundaki ittifaklarını bir hüccet sayarak hadise tercih ederler. Ahş-verişte "Meclis" (akün yapıldığı yer) muayyerliği ile ilgli hadis-i şerife muhalefetleri işte bu esasa dayanmaktadır. Halbuki ulemanın çoğu Medine'lilerin bu meselede ittifak değil- ihtilaf ettiklerini isbat etmişlerdir. Kaldı ki, ittifak bile etmiş olsalardı, bunlara başkaları muhalefet edince şüphesiz sünnetin delil olması gerekir.
b- Her iki Şehir (mensubu) birçok kişi bazı hadislerin kıyas-ı celi ile çatıştığı görüşünde bulunarak hadisle amel etmezler. Bunlara göre umum-i kaideler bir habere bakılarak bozulmaz.
İşte hadisle amel etmemeye sebep olan bu ve buna benzer çeşitli karşılaşma ve çelişmeler vardır. Bu çelişmeleri tesbitte isabet de edüebilJvhata da edilebilir.
Müçtehitlerin bazı hadislere aykırı hareket etmeleri hususunu bu on sebep açıkça ortaya koymaktadır. Birçok hadisler de vardır ki alimlerin onları almamalarında bizim muttali olmadığımız delilleri olabilir. Çünkü ilmin elde ediliş yollan geniştir. Biz alimlerin gönüllerindeki bütün bilgileri bilemeyiz. Alim istinat ettiği delili bazen açıklar, bazen de açıklamaz. Açıkladığı takdirde de bazen bize ulaşır, bazen de ulaşmaz. Ulaştığı zaman bazen dayandığı delil haddi zatında doğru olsun, yahut olmasın durum böyledir.
Biz bunu böylece kabul ettikten sonra; sahih bir hadise dayanarak delili açık seçik olan ve bazı ilim ehli tarafından da kabul edilen bir görüşü; elinde bu delili reddedecek bir şey bulunan fakat bizce açık olmayan bir alimin görüşü karşısında terkedemeyiz. Çünkü delili bizce bilinmeyen bu alimin bilgisi ne kadar çok olursa olsun, onun yanılma ihtimali, şer'i deliller (kitap ve sünnet delilleri) Allah'ın (c.c.) bütün insanlara emri ve hüccetidir. Alimin görüşü ise böyle değildir. Şer'i delil (kitap, sünnet)e dayanan delil kendisi gibi başka bir delille çatışmadıkça hatalı olması mümkün değildir. Alimin ise görüşü böyle değildir.
Eğer hadisi bırakıp alimin sözüne dayanarak amel etmek caiz olsaydı, elimizde bu gibi delillerden hiçbir şey kalmazdı. Bizim maksadımız hadisler terkedilir demek değil, müçtehitlerin bazı hadislerle amel etmemelerinde mazur olduklarını ifade etmektir. Onlar bunda mazur oldukları gibi biz de onların delilsiz terkettiklerini terkederek hadisle amel etmede mazuruz,
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Onlar bir ümmeti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınızda size aittir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara: 2/134)
Başka bir ayette de:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz - Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasul'e götürün.,. (Nisa: 4/59)
Bir kimsenin sözüne dayanarak, Rasulullah'tan (s.a.v.) gelen sahih hadise muhalefet etmek, hiçbir kimsenin hakkı değildir. Nitekim İbni Abbas (r.a.) kendisine sual soran kişiye hadisle cevap vermesi üzerine adam: "Ebu Bekir ve Ömer şöyle diyorlar", deyince İbn-i Abbas (r.a.): "Üzerinize gökten taş yağmasından korkarım; ben Allah Rasulu şöyle buyurdu diyorum, siz ise Ebu Bekir ve Ömer'in sözlerinden bahsediyorsunuz."
Müçtehidlerce bir hadisi terketmenin bazı sebepleri olduğu malum olunca; içinde helal veya haram hükmü bulunan bir hadise rastlanır ve terk sebeplerini anlattığımız a-lim-lerden birinin de bu hadisi terkettiği (amel etmediği) görülürse, haramı helal veya helali haram kıldığı veyahut Allah' m indirdiğinden başka bir şeyle hükmettiği için o alimin ceza göreceği inancına kapılmamalıdır.
Yine bir hadiste; bir fiil hakkında lanet, Allah'ın gada-bı, veya azabı gibi bir tehdit bulunur, yukarıda izah edilen sebeplerden dolayı bir alim de o fiili mubah görür veya yaparsa o tehdidin şümulüne girdiği s anılmamalıdır.
Bu hususlar da Bağdat mutezilelerinden "Bişr'el-Muray-si" ve benzerleri dışında ulema arasında bir ihtilafın mevcut olduğunu bilmiyoruz. Bunlar (Bişr vb.) içtihadlarında hata eden müçtehidlerin ceza göreceğine kail olmuşlardır. Bu görüş sakattır. Çünkü haram işleyen kimsenin ceza tehdidinin şümulüne girebilmesi için ya o şeyin haram olduğunu bilmeli veya bilme imkanına sahip bulunmalıdır. İslam diyarından uzak yerlerde yetişen veya yeni Müslüman olan kimse, haram olduğunu bilmediği yasaklardan birini işlerse günahkar olmaz ve kendisine had (şer'i ceza) uygulanmaz. Durum böyle olunca; bir işi haram kılan hadis kendisine ulaşmadığından ötürü onu mubah sayan ve bu hususta şer'i bir delile de dayanan kimsenin mazur kabul edilerek ceza görmemesi akla daha uygundur. İşte bunun içindir ki içtihadında yanılan kimse övgü ve sevaba layık görülmüştür. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Bir zaman Davud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (fetvayı) Süleyman'a biz anlatmıştık. Biz onların herbirine hüküm ve ilim verdik."
(Enbiya: 21/78-79)
Bu ayeti celilede Cenab-ı Hak, doğru anlayış ve hükümde isabeti yalnız Süleyman'a (a.s.) verdiğini ifade buyurmakla beraber, her ikisini de hüküm ve ilim bakımından öğmek-tedir.
Buhari ve Müslim'de Amr b. As'dan (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"Hakim içtihadıyla hüküm verir ve isabet ederse kendisine iki ecir (sevap) içtihadında hata ederse bir ecir vardır."
Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki müçtehid hata bile etse ecir kazanmaktadır. Bu ecir içtihadından dolayıdır, hatası da affedilmiştir. Çünkü her olayla alakalı hükümlerde doğruyu bulmak ya imkansız yahut da çok güçtür. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de Allahü Teala:
"Allah dinde size güçlük kılmadı. (Hacc: 22/78)
"Allah sizin için kolaylık olsun ister, güçlük istemez." (Bakara: 2/185) buyurur.
Buhari ve Müslim'de RasuluİIah'm (s.a.v.), Hendek Savaşı yılında ashabına şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir. "Hiçbiriniz Ben'i Kurayza'ya varmadan ikindi namazını kılmasın."
Ashap yolda iken ikindi namazının vakti geldi. Bazıları: "Ben'i Kureyza'ya varmadan kılmayınız", dediler. Bir kısmı da Peygamberimizin maksadı bu değildir, diyerek yolda ikindi namazını kıldılar. Rasulullah (s.a.v.) bu iki guruptan hiçbirini suçlamadı. Bunlardan birinci gurup peygamberimizin hitabını umumi (her halükarda) olarak almışlardı, onlara göre ikindi vaktinin geçmesi de buna dahildi. İkinci gurup ise ileri sürdükleri bir delille namaz vaktinin geçirilmesini bu emrin şümulünden hariç tutuyorlardı. Çünkü bunlara göre Peygamberimizin maksadı: Bir an önce Rasulullah tarafından muhasara edilen yere gitmekten ibaretti.
Bu konu fakihlerin meşhur ihtilaflarına yol açan: "Genel hitap kıyasla tahsis edilir mi?" meselesidir. Mamafih namazlarını yolda kılanlar daha doğru hareket etmişlerdir.
Bilal (r.a.) iki sa'lık hurmayı bir sa' karşılığında satın aldığında Rasulullah (s.a.v.) bunu geri vermesini emretmiş[29] fakat kendisine faiz yemenin gerektirdiği cezayı uygulamamış; azarlamamış; lanet ve fisk kelimelerini kullanmamıştır. Çünkü Bilal (r.a.) bu işi yaparken onun haram olduğunu bilmiyordu.
Bunun gibi Adiy b. Hatim ile sahabeden bazıları, oruçla ilgili olan:
"Fecrin beyaz ipi, siyah ipten ayirdedüinceye kadar yiyip içiniz. (Bakara: 2/187)
ayetindeki Beyaz ve siyah" ipin bildiğimiz maddi ip olduğunu sanmışlardı. Bu sebepten yanlarında bir beyaz, bir de siyah ip bulundurur, bunları birbirinden ayırt edecek aydınlığa sahip oluncaya kadar yer ve içerlerdi. Rasulullah (s.a.v.) bu durumdan haberdar olunca, Adiy'e şöyle buyurdu:
"Şu halde senin kafan kalın, bunlar güdüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı anlamındadır.[30]
Bu sözüyle soğuk bir günde başından yaralanmış ve boy abdesti alması gereken bir kişiye (teyemmüm yerine) gusül etmesinin gerekli olduğunu söyleyerek ölümüne sebep olanlar için Rasulullah (s.a.v.):
"Allah onları öldürsün, adamı öldürdüler, madem bilmiyorlar bir bilene sorsalar ya? Aczin, bilgisizliğin çare ve ilacı sormaktır.[31]
Bu kişilerin Rasulullah'ın (s.a.v.) itabına uğramalarının sebebi, içtihada ehliyetli olmadıkları halde fetva verip hataya düşmüş olmalarıdır.
Keza; Useme b. Zeyd Hurekat Savaşında "Lailahe illallah" diyen birisini öldürdüğünde Rasulullah (s.a.v.) ona kısas, diyet ve kefaret cezası vermedi. Çünkü Usame, onun imanında samimi olmadığına, korktuğu için kelime-i şehadet getirdiğine ve (savaşta) böylelerinin öldürüleceğine kani bulunuyordu. Halbuki bu hareket dinen haramdır.
Selef ve cumhur-u fukuha bu hadise ile istidlal ederek, ehl-i hakkın kanlarının akıtılmasını kendilerince şer'i sandıkları bir delile dayanarak helal sayan ve onlara kılıç çeken bağilerin (eşkiyaların) kısas, diyet ve kefaret cezalarına çarptırılmamalarının gerektiğine kail olmuşlardır. Halbuki onların yaptıkları bu iş haram kılınmıştır. Şer'i bir delile aykırı bir davranış içerisinde olan kişinin gerekli cezaya layık olabilmesinin şartını yukarıda anlattık. Artık her hitapta bunu zikretmeye gerek yoktur. Çünkü bu mesele zihinlerde iyice yerleşmiştir.
İslam'ın emirleriyle amel eden bir kimsenin Allah'ın (c.c.) va'd buyurduğu mükafata nail olabilmesi için amelini yalnız Allah (c.c.) için yapmış olması ve sonradan dinden dönerek yaptıklarını boşa çıkarmamış bulunması şartları vardır. Bu şartlar da içinde mükafat va'd edilen her hadiste söylenmemiştir.
Bir nasla amel etmeyen kimsenin ceza göreceği düşünülse bile bu cezayı önleyecek engeller vardır. Bu engeller tevbe, istiğfar, günahları silip götüren iyi ameller, çekilen bela ve musibetler, şefaati makbul olanın şefaati, ve nihayet en büyük merhamet sahibinin rahmeti...
Bir insanda bu sebep ve manialardan hiçbiri yoksa ki bu ancak Allah'a (c.c.) açıktan isyan eden ve ona karşı direten birisi hakkında düşünülebilir, işte o zaman o kimse cezaya müstehak olur. Bundan o fiilin cezayı gerektirdiği ve dola-yısiyle haram ve çirikin olduğu anlaşılır. Ancak; bu işi yapan her şahsın muhakkak ceza göreceğine hükmetmek kesinlikle batıldır. Çünkü cezaya müstehak olabilmek için onu gerektiren şartın bulunması (yani onu mazur kılan sebeplerin bulunmaması) ve yukarıda zikredilen suçu affetti-rici maniaların da bulunmaması gereklidir.
Bunun izahı şudur:
Bir hadisle amel etmeyen kimseleri üç kısma ayırabiliriz:
1- Bütün Müslümanların ittifakıyla caiz görülen terk. Buna örnek olarak: Kendisine hadis ulaşmayan bu konuda fetva veya hükme ihtiyacı olduğu halde onu araştırmada kusur etmeyen kimsenin terki (hadisle amel etmemesi) gösterilebilir. Nitekim daha önce gerek Hülefa-i Raşidin ve gerekse başkalarından söz ederken bu hususa değindik. Böyle bir kimsenin hadisi terk etmek gibi bir kusur işlemesinden dolayı ona bir ceza terettüp etmeyeceği hususunda hiç-'bir Müslüman şüphe etmez.
2- Caiz olmayan terk. Bu çeşit kusurun müçtehidlerden ve imamlardan sadır olmayacağı hemen hemen kesin olarak söylenebilir. Ancak; bazı alimlerden aşağıda açıklayacağımız şekilde meydana gelmiş olmasından korkulur:
a) Nazar ve içtihadına dayanarak görüş beyan eder fakat mesele ile ilgili hükmü anlamakta kusurlu olduğundan hükmün bütün sebep ve şartları bulunmadan söylemiş olur.
b) Bir delile istinaden görüşünü ortaya koyar. Yalnız meselenin derinliğine nüfuz edememiştir.
c) Bir delile dayanarak görüşünü ifade etmiş olmakla beraber, adeti veya başka bir maksadı dolayısiyle konuyu daha derinden inceleyip, kendi sözüyle karşılayan bir hadisin bulunup bulunmadığını tam manasıyla araştırmamıştır.
İşte bu sebepten alimler, üzerinde çalıştıkları meselede muteber olan içtihadı yapamamanın korkusu içinde olurlardı.
Bu kusurların günahları vardır, ancak bu günahların cezasının sahibine ulaşması için onun tevbe etmemiş olması gerekir. Bazen de bu günahı; tevbe, istiğfar, iyilik, bir belaya uğramak, şefaat ve rahmet yok eder.
Nefis ve hevasına uyup, batıl olduğunu bildiği şeyi müdafaa eden, bir de bir söz ve görüşün, müsbet veya menfi delillerini bilmeden onun doğru veya yanlış olduğu hakkında kesin hüküm verenler bu aftan ve rahmetten yararlanamazlar. Bunların her ikisi de cehennemdedir.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Kadılar (hakimler) üç kısımdır; bunlardan ikisi ateşte biri cennette olacaktır. Cennetlik olan: Hakkı bilen ve onunla hükmeden hakimdir. Ateşte olanlar ise; bilmediği halde hüküm verenle, hakkı bildiği halde ona aykırı hükmedendir.[32]
Müftüler de böyledir. Ancak muayyen bir şahsın ceza görmesinin yukarıda açıkladığımız gibi bazı engelleri vardır. Yine bu hatalardan bir kısmının büyük imamların bazılarında vaki olduğunu farzetsek bile -ki bu gibi şeyler onlardan uzaktır veya vaki olmamıştır- ümmet tarafından sevilmiş ve kabul edilmiş bulunan bu ulu kişilerin dayandığı sebeplerde yok değildir. Onlardan bazı hataların vaki olması imamet ve büyüklüklerine zarar vermez; çünkü biz onları zaten masum (günahtan korunmuş) kabul etmiyoruz. Onlar da günah işleyebilirler. Bununla beraber kendilerinin en yüksek derecelere erdiklerini umarız. Çünkü, Cenab-ı Hak, onlara başkalarına vermediği iyi ameller ve güzel haller ihsan buyurmuştur. Kaldı ki bunlar hiçbir günah ve hata üzerinde de İsrar etmemişlerdir. Sonra bunlar sahabeden üstün bir derecede de değillerdir. Halbuki ashab-ı ki-ram'ın içtihad ederek verdiklei fetvalar, hükümler ve aralarında cereyan eden kanlı vak'alar hakkında da söz budur.
3- Biz bir taraftan kendince bir delile dayanarak herhangi bir hadisle ameli terketmiş olan müçtehidin mazur ve sevaba nail olacağını söylemekle beraber, diğer yandan sahih hadisler buldukça ve bunlarla çelişen başka bir nasa da raslamadıkça bu hadislerle amel ederiz. Müçtehitler hakkındaki inancımız bizim hadisle amel etmemize mani olamaz. Hatta bu hadislerle bütün ümmetin amel etmesinin farz olduğuna, bunları ümmete duyurmanın da yine önemli bir görev olduğuna inanmamız gerekir. Bu hususlarda alimler arasında ittifak vardır.
Bu sahih hadisler de iki kısma ayrılır:
1- Delaleti kafi (kesin) olan. Bu Rasulullah'ın (s.a.v.) söylediğinde ve belli bir manayı kastettiğinde şüphe ve tereddüt etmediğimiz sened ve metni kesin olan hadislerdir.
2- Delaleti açık fakat kesin olmayan hadisler
Birinci kışıma giren hadislerin ilim ve amel konularında kesinlik ifade ettiklerinde bütün islam alimleri ittifak etmiştir.
Bu hadisler üzerinde de aşağıdaki şu hususlarda ihtilaf etmişlerdir.
a) Hadisin senedi kafi midir değil midir?
b) Şu veya bu manaya delaleti kesin midir değil midir? Buna örnek olarak haber-i vahid gösterilebilir:
Ümmetin kabul ve tasdikle karşıladığı veya amel hususunda ittifak ettiği haber-i vahid (bir iki kişinin rivayet ettiği mütevatir ve meşhur olmayan hadis), bütün fakihler ve kelamcılann çoğuna göre (ilim) ifade eder ve ifade ettiği bilgi kesin kabul edilir. Bazı kelamcılara göre ise ilim ifade etmez.
Birbirini doğrulayan birkaç yoldan ve belli kişilerden rivayet edilen haber de böyledir. Bu haberlerin rivayet yollarını, ravilerinİn durumlarını ve taşıdığı karineleri ve işaretleri bilen kişi için bu haber kesin ilim ifade eder. Bu hususları bilmeyene göre ise ilim ifade etmez.
Bunun içindir ki hadis iliminin mütahassısları ve derin bilginleri yanında bazı hadislerin kesin bilgi verdiği kabul edilirken diğer bazı alimlerce kesin bilgi verdikleri bir tarafa sahih olmadıkları bile zannedilmiştir.
Hadisin kesin bilgi fade etmesinin çeşitli sebepleri vardır:
a) Haber veren ve rivayet edenlerin çok olması.
b) Haber verenlerin vasıfları.
c) Haberi sunuş biçimi,
d) Haber verenin verdiği haberi anlayışı.
e) Haber verilen şeyin durumu ve mahiyeti...
Bazen az kişinin verdiği haber, bunların dindarlık ve hıfz bakımından üstünlükleri, yalan ve yanılmadan uzak olmaları hususunda emniyet telkin eder ve bunların verdiği haber kesin ilim ifade eder. Halbuki sayıca bunlardan kat kat fazla olanların verdiği haber kesin ilim ifade etmez. Bu ü-zerinde şüphe edilmeyecek bir gerçektir; fukaha, hadisçiler ve çoğu kelamcılarm bir kısmı da bu görüşü kabul etmemişlerdir.
Bazı fakih kelamcılar ise şu görüşü ileri sürmüşlerdir:
Herhangi bir meselede verdikleri haber kesin ilim ifade eden kişiler miktarındaki sayı ile verilmiş her haber kesinlik ifade eder. Bu görüş (belli bir sayıyı kesin ilim ifadesinde ölçü almak) kesin olarak yanlıştır. Ancak bu hususu açıklamanın yeri burası değildir.
Haber verenlerle ilgili olmayıp, veriîen haberin ilim ifade etmesine tesir eden karineleri de burada zikretmedik. Çünkü bu karineler sözü edilen haberden ayrı bulundukları zamanda bazen kesin bilgi ifade eden bu karineler habere tabi kılınmamıştır; nitekim haber de onlara tabi kılınmamıştır. Bunlardan herbiri bazen kesin bilgi bazen de zanna götüren birer, yol ve vasıtadır. Her ikisi de kesin bilgiyi gerektirir veya biri kesin bilgiyi diğeri zannı gerektirir bir şekilde birleştiklerinde; haberler hakkında daha çok bilgili olan bir kişinin de olmayanın böyle kabul etmediği de olur.
Bazen de haberlerin şu veya bu manaya delaletinin kesin olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları olur. Bunun da sebebi; söz konusu hadisin nass mı, zahir mi, zahir ise mercuh ihtimalleri ortadan kaldırılacak karineler var mı yok mu gibi hususlardaki görüş farklılıklarıdır. Bu da geniş bir konudur. Bazı alimlerin, bir kısım hadisler için delaletleri kesindir dedikleri halde, bazılarının kesin görmedikleri olabilir. Hadisin şu veya bu manaya delalet ve ifadesi kesindir diyenler, ya hadisin ancak o manaya gelebileceğini veya başka bir manayı vermeğe hadisin müsait olmadığını yahut da başka delilleri bildikleri için böyle davranırlar.
İfade ve delaleti zahir fakat kesin ojmayan hadislere gelince:
Şer'i hükümlerde bunlarla amel etmenin vacip olduğu hususunda, muteber alimler ittifak etmişlerdir. Bir ceza v.s.'yi haber vermek gibi ilmi (itikadi) bir hükmü ifade ediyorsa, bu hususta görüş ayrılıkları vardır.
1- Fakihlerden bazıları şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Tek fakat adil olan kişinin rivayet ettiği hadis, eğer bir fiille ilgili vaid (dünyevi ve ahrevi ceza) ifade ediyorsa, bu hadiste geçen o fiilin haram olduğuna hükmetmek ve bununla amel etmek gerekir. Ancak, ilim ve itikad bakımından mesnet olabilmesi için kesin olması lazımdır.
Keza senet kesin (Peygambere ait olduğu sabit) olmakla beraber, ifadesi kesin olmazsa durum aynıdır. Aişe (r.a.) Eb'i İshak es'Sabii'nin hanımına söylediği şu sözünü böyle tatbik etmişlerdir. "Zeyd'e söyleyin, tevbe etmediği takdirde, Rasulullah'la (s.a.v.) beraber yaptığı cihadı boşa gitmiş ve zayi olmuştur."
Bu haberin izahında derler ki: Aişe (r.a.) Zeyd'in işlediği suçun böyle bir cezayı gerektirdiğini bildiği için böyle söylemiştir. Biz onun bu haberini - bir fiili - haram kılma hususunda tatbik ederiz.
Ancak, bu vaid ve tehdidin tahakkukuna kail olmayız. Çünkü bize göre hadis tek kişinin haberi ile sabit olmuştur.
Bunların dayandığı delili de şudur: Vaid, itikad mevzuuna girer. Bunun ise ancak ilim ifade eden yolla sabit olması gerekir. Bunun gibi bir fiili içtihad konusuna girerse, onu işleyene ceza gerekmez.
İşte bunların görüşüne göre; vaid hadisleriyle ancak o fiillerin haram olduğuna hükmedilir, fakat delalet ve ifade kesin olmadıkça vaid (ceza) gerekmez.
Bunun bir örneği de, Osman'ın (r.a.) mushafmda yer almadığı halde bazı ashaptan sahih olarak gelen kıraatlerle bir kısım alimlerin amel etmeleri ve bunları delil olarak ileri sürmeleridir. Hem ilim hem de amel gibi iki yanı bulunan bu kiraetler sahih, haber-i vahid (tek kişinin rivayeti) ile nakledile gelmiştir. Bu kıraetlere amel etme (okuma) hususunda zikredilen hadislerle amel etmişler, ancak Kur'an-ı Kerim'e dahil etmemişlerdir. Çünkü bunların Kur'an'dan olması ancak kesin bilgi ile sabit olabilecek ilmi meselelerdendir.
2- Fukahanın çoğunluğu ise - ki bütün selefin görüşü de budur.
Şu görüştedirler:
Bu gibi hadisler, ifade ettikleri vaid hususunda da delil ve kaynaktırlar. Çünkü ashap ve tabiin; bu hadislerle amel ettikleri gibi devamlı olarak bunların ifade ettiklerivaidin gerçekleşeceğini ve hadiste geçen işi yapan kişinin, mezkur cezayı göreceğini genel olarak açıklamışlardır.
Bu husus onların hadis ve fetvalarında yaygındır. Bunlara göre:
Vaid de şer'i hükümlerden sayılmıştır. Bu şer'i hükümler ise bazen kesin, bazen de zahir (gizli anlamına gelmekte) delillerle sabit olur. Çünkü matlup olan vaid'in tahakkuk edeceğine tam inanç hasıl etmek değil, ister kesin ister zan-nı galip derecesinde olsun bir inanç elde etmektir. Nitekim ameli hükümlerde de durum aynıdır. Bir insanın Allah'ın (c.c.) bir fii'li haram kıldığına ve o fi'li işleyeni de tam belirlenmemiş bir ceza ile tehdit ettiğine inanması ile aynı fiili Allah teala'nın haram kıldığına ve işleyeni muayyen bir ceza ile cezalandıracağına inanması arasında bir fark yoktur. Her ikisi Allah'tan (c.c.) verilen haberdir. Herhangi bir delille birinci şekilde haber vermek caiz olduğu gibi ikinci şekilde de haber vermek caizdir. Hatta birisi, bu çeşit haberlerle vaid hususunda amel daha kuvvetli bir harekettir dese daha uygun olur. Bu sebepledir ki ulema tergib ve terhip hadislerinde gösterdikleri müsamahayı ahkam hadişlerinde göstermemişlerdir.
Çünkü ceza ve tehdidin tahakkukuna inanmak insanları bazı fiilleri terketmeye sevkeder. Eğer bu.vaid gerçek ise insan kurtulmuş olur. Eğer ceza biraz daha hafif ise, bu cezanın daha ağır olduğuna inanmak suretiyle meydana gelen hata kişinin kötü bir fi'li terketmesine sebep olduğu için ona zarar vermez. Çünkü aynı kişinin mezkûr cezanın daha hafif olduğuna inanması veya hiç inanmaması halinde de hata edebilir. Bu hata ise insanın gözünde o yasakfiili küçüm-seteceğinden onu işlemesine sebep olacak, dolayısıyla eğer ceza onun inancından daha fazla idiyse ona çarpılacak veya müstahak olacaktır. Şu halde cezanın varlığı veya yokluğu inancında hata eşittir. Halbuki cezanın varlığına inanmakla kişinin azaptan kurtulması daha mümkündür. Bundan inanmanın daha iyi bir yol olduğu anlaşılmaktadır.
İşte bu delile dayanarak alimlerin çoğu haram kılan delili mubah kılan delile tercih etmişlerdir. Fakihİerden birçoğu da buna dayanarak birçok hükümlerde ihtiyat güzel olduğu hususu bütün akıl sahipleri arasında ittifakla kabul edilmiş gibi bir şeydir. Bir kimsenin vaid'e inanmaması halinde hataya düşmesinden korkması karşısında vaid'in varlığını kabul ettiği takdirde de hata yapacağı korkusu bulununca, inanmasını gerektiren delil ile inancından dolayı meydana gelecek olan kurtuluş birbiriyle çelişmeyen iki sağlam delil olarak kalır.
Hiçbir kimse vaid'in varlığına kesin delilin bulunmaması vaid'in de bulunmadığına delildir diyemez: Mesela; bazı zaid kıraetler hakkında mütevatir haberin olmadığı gibi.
Böyle bir iddia sakattır. Çünkü delilin bulunması delille isbat edilmek isitenen (Medlulün aleyh olan) şeyin de bulunmadığını göstermez. Her kim kesin bir delil yoktur diye ilmi meseleden birini inkar ederse ki bu bazı kelamcıların tuttuğu yoldur açıkça hata işlemiş olur. .
Ancak; bir şeyin varlığı, onun delilinde varlığını gerektirdiğini ve delilin olmadığını bilince onu gerektiren şeyin olmadığını biliriz. Çünkü lazımın yokluğu melzumun da yokluğunu gösterir. Biliyoruz ki, Allah Teala'nin kitabını ve dinini nakletmeye sevkeden sebepler pek çoktu. Umum için delil ve hüccet olacak hususlar da nakline ihtiyaç duyulanları ümmetin gizlemesi caiz değildir. Bu sebeple, bize tevatür yoluyla altıncı bir namazın veya başka bir süre nakledil-mediği için bunların (altıncı bir namazın 114'ten başka sürenin) olmadığını kesin olarak bildik. Fakat vaid mevzuu bu kabilden değildir. Çünkü her fiil hakkında varit olan vaid ve tehdidin tevatür yoluyla nakledilmiş olması gerekmez. Nitekim bu gereklilik bizzat o fiilin kendisi için söz konusu değildir. Şu halde sabit oluyor ki vaid ifade eden hadislerin mucibiyle amel etmek ve o fiili işleyenlerin tehdit ve cezaya uğrayacaklarına inanmak gerekir. Ancak bu cezanın bil-fiil kişiye ulaşabilmesinin bazı şartları ve cezayı Önleyen bazı engeller bulunmaktadır.
Bu kaide bazı Örneklerle daha iyi anlaşılacaktır.
Rasulullah'tan (s.a.v.) sahih olarak şu hadis rivayet edilmiştir:
"AHah (c.c.) faiz yiyene ve yedirene, şahitlerine ve katiplerine lanet etsin, veya eder."
Çeşitli yollarla yine ondan şu hadisler rivayet edilmiştir: Peşin olduğu halde iki ölçeği, bir ölçek karşılığında satan için şöyle buyurdular:
"Hah işte bu ribanın ta kendisidir![33]
"Buğday ile buğdayı satmak peşin ve müsavi olmadıkça ribadır.[34]
Bu hadisler: Faizin her iki çeşidinin (riba el Fadl ve ri-ba en'Nesİe'nin) riba faiz sayıldığını gösterir.
Ayrıca Rasuhıllah'm (s.a.v.):
"Riba ancak nesiede olur.[35]
hadisi kendisine ulaşmış olan bazı kimseler: îki ölçeği bir ölçek karşılığında peşin olana satmayı riba kabul etmeyerek helal saymışlardır. Bunlar İbn'i Abbas (r.a.) ve kendisine tabi olanlar: Ebu'ş Susa, Ata, Tavus, Said b. Cübeyr, ikrime ve benzeridir. Bunlar Mekke'nin ileri gelenleri, ilim ve amel bakımından ümmetin seçkin kişileridir. Hiçbir Mtislümanm bunlar hakkında veya bunları caiz olacak biçimde- taklid edenler için faiz yiyenlere mahsus lanetin bunlara da ulaşacağına inanması, caiz ve helal olmaz. Çünkü bunlar kendi bilgileri çerçevesinde ve içtihatları neticesinde böyle bir görüşe sahip olmuşlardır.
Bunun gibi bazı Medineli büyük alimlerden, kadınlara gayrımeşru yoldan yaklaşmanın caiz olduğuna dair rivayetler vardır. Halbuki Eb'u Davud, Rasulullah'tan (s.a.v.) şu hadisi rivayet eder:
"Kim bir kadına meşru olmayan yoldan yaklaşırsa Allah'ın Muhammed'e indirdiğini inkar etmiş olur.[36]
Yine Rasulullah'tan (s.a.v.) içki ile ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerifde:
"Üç kişiye lanet etmiştir. Üzümü sıkana, sıktırana ve içene.[37]
Yine birçok yollardan: Rasulu Ekrem'in (s.a.v.):
"Her sarhoş eden içki şarap gibidir.[38]
Ömer (r.a.) Muhacirlerle Ensar'ın bulundukları bir sırada Rasulullah'ın (s.a.v.) minberi üzerinde şöyle hitap etmiştir:
"Hamr aklı gideren bir içkidir.[39]
Hamn yasaklayan ayet indiği zaman, bunun nüzulüne sebep, Arapların Medine'de içtikleri içki olmuştur.
O zaman Medine'de hurma şarabından başka içki yoktu. Üzüm şarabı onlarda bulunmazdı.
İlim ve amel bakımından ümmetin üstün ve fazileti şahsiyetlerinden bir kısım küfe alimleri; şarabın (hamrin) ancak üzümünden alacağına, hurma ile üzüm şarabından başkasının sarhoşluk veren miktarından azının haram olmadığına inanıyor ve helal gördükleri bu gibi içkileri içiyorlardı.
Bu alimler hatalı da olsa mezkur inanç ve amellerini bir tevile dayandırdıkları için veya daha başka manialar bulunduğu için, bu anlayışlarından dolayı onları mazur görmek gerektiği gibi şarap içenler hakkında varid olan cezaya müstehak oldukları da söylenemez. Keza bunların içtikleri içkinin lanetlenmiş şaraptan olmadığı da söylenemez.
Çünkü Umumi bir sözün içine onun cüzlerinin girmesi gerekir. Ayrıca o zaman Medine'de üzüm şarabının olmadığı da bir gerçektir.
Yine Rasulullah (s.a.v.) Hamr (şarap) satanı da la-netle-miştir. Halbuki Sahabeden bazıları şarap satmışlardır. Bu haber Ömer'e (r.a.) ulaşınca "Allah filanın hakkından gelsin, onlar Rasulullah'ın (s.a.v.):
"Allah Yahudileri lanetledi. Çünkü onlara hayvan yağı yemek haram kılınmıştı, onlar ise satıp parasını yediler"
buyurduğunu bilmiyorlar mı?" diye buyurmuştur.[40]
Şarabı satan sahabi şarap satmanın haram olduğunu bilmiyordu. Ama bu bilmeyiş gerek onun, gerekse diğerlerinin bu haram olan satıştın vazgeçmeleri için Ömer (r.a.) bu suçun cezasını açıklamadan çekinmedi.
Rasulullah (s.a.v.) şarap sıkan ve sıktıranı da lanetle-miş-tir. Halbuki fakihlerden çoğu başkası adına şarap yapacağını bile bile üzüm sıkmasını (şarap çıkarmasını) caiz görmüşlerdir. Şarap yapmak için üzüm suyu çıkarmanın lanetlenmiş olduğuna dair nass mevcut olduğu halde, bir engel do-layısıyle mazeret sahibi olan kişinin bu hükmün şümulüne girmemesi mümkündür.
Yine Rasulullah (s.a.v.) birçok sahih hadislerinde vasile ve mevsuleyi (Takma saç - peruka - takan ve taktıranı), lanetlemiştir.[41]
Bazı fakihler ise bunu mekruh saymışlardır.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Gümüş kaptan içen kimse karnına ancak cehennem ateşi yuvarlar.[42]
Halbuki bazı fakihler bunu tenzihen mekruh görürler.
Keza Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar:
"İki Müslüman birbiriyle karşı karşıya gelince ölen de öldüren de ateştedir.[43]
Bu hadise göre, haksız yere müminlerin birbiriyle savaşmalarının haram olması gerekir. Halbuki biz Camel ve Sif-fin savaşlarına katılan kimselerin ateşte olmadıklarını biliyoruz. Çünkü onların savaş konusunda mazeretleri ve tevilleri vardı. Ayrıca yaptıkları işin cezasının kendilerine verilmesini engelleyecek birçok iyi amelleri mevcuttur.
Rasulullah (s.a.v.) sahih bir hadisinde şöyle buyurdular:
"Üç kimse vardır ki Allah kıyamet günü onların yüzüne bakmaz, kendileriyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz."
1. Yanında fazla su bulunduğu halde onu yolcudan esirgeyen. Allah ona şöyle der. Senin elinin emeği olmayan lutfu, onlardan esirgediğin gibi ben de senden lüt-fumu esirgiyorum.
2. Devlet başkanına ancak dünyalık için bey'at eden (rey veren) kimse; istediğini verirse razı olacak, vermezse kızacak.
3. İkindiden sonra vakit darahnca:
"Bir mal için yalan olarak telif edilen fiattan daha fazlasını verdiler diye yemin eden kimse.[44]
Bu hadis-i şerif, elindeki fazla suyu başkalarından esirgeyen kimse için büyük bir tehdittir. Halbuki bazı alimler bunu caiz görürler. Alimlerin bu muhalif görüşleri hadisi delil olarak gösterip bu işin haram olduğuna hükmetmemi-ze engel olmadığı gibi, böyle bir hadisin bulunması kendi içtihadına dayanarak tevil yapan alimin mazeretli bulunduğuna ve bu tehdidin ona şamil olmadığına inanmamıza da engel olmaz.
Rasuluilah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Allah hülleciye ve kendi için hülle yapılan kocaya lanet etsin.[45]
Bu Rasuluilah (s.a.v.) ve ashabından sayısız yollardan rivayet ediîmiş sahih bir hadistir. Halbuki bazı alimler mutlak olarak bazıları da akit sırasında şart koşulmadiği takdirde hüllecinin nikahını sahih kabul etmişlerdir. Onların bu hususta bilinen mazeretleri vardır. Zira birincilere göre usul kaidelerinden ortaya çıkan kıyas, nikah: îki bedelden birinin bilinmemesiyle batıl olmadığı gibi ileri sürülen şartlarla da batıl olmaz. İkincilere göre ise; akit esnasında ileri sürülmüş şart yoksa, akitlerin hükmü değişmez. Bu görüşe kail olanlara mezkur hadis uluşmamıştır, anlaşılan budur. Çünkü onların eski kitaplarında bu hadis yer almamıştır. Eğer bu hadis onlara ulaşmış olsaydı ya hadisi alarak veya almadıklarının sebebini açıklayarak ondan söz ederlerdi. Hadis onlara ulaştığı halde, tevil etmiş olmaları, yahut mensuh olduğuna inanmaları veya onunla çelişen başka delillerin bulunması da muhtemeldir.
Biz biliyoruz ki herhangi bir kimse bu şekilde hüllenin helal olduğuna inanarak hülleyi yapsa bile böyle kimseler mezkûr tehdide dahil olmayacaktır. Bazı şahıslar hakkında şartı bulunmadığından veya bir engelden dolayı tehdidin gerçekleşmesi hüllenin bu tehdide sebep olduğuna inanmamamıza da bu durum mani değildir.
Anası, El'Haris b. Kilde ile nikahlı iken doğmuş bulunan "Ziyad b. Ebih" i Ebu Sufyan "Bu bendedir" dediği için Mu-aviye onu nüfusuna geçirmiştir. Halbuki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kim kendisine babası olmadığını bile bile bir kimseye nisbet eder, babam budur derse, cennet ona haramdır.[46]
"Her kim babasından başkasına kendisini nisbet, efendisinden başkasını sahip edinirse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Allah onlardan ne fidye ne de şefaatçi kabul eder.[47]
Bunlar sahih hadislerdir. Rasulullah (s.a.v.) çocuğun yatak sahibine (nikahlı kocaya) ait olduğuna hükmetmiştir. Bu üzerinde ittifak edilmiş hükümlerdendir. Biz biliyoruz ki çocuğun yatak sahibi olan babasından başkasına nisbet ederek ona baba diyen Rasulullah'ın (s.a.v.) sözündeki tehdide dahildir. Bununla beraber değil sahabe onlardan başkalan için bile-şahis belirterek-bu tehdit ona şamildir diyemeyiz. Zira Rasulullah'ın (s.a.v.) hükmü onlara ulaşmamış olabilir, çocuğun annesini kim hamile bırakmışsa oria ait olacağına inanabilirler. Zeyyad'm anasını Ebu Sufyan'ın gebe bıratığma inanabilirler. Çünkü bu hüküm özellikle sünnetin yayılmasından önce pek çok insana Örtülü kalmış olabilir. Aynı zamanda cahiliye devrinde adet de böyle idi. Bu ihtimallerden başka yapılan iyi amellerin, tehdidi önleyici manialar olarakta düşünülebilir.
Bu geniş konudur. Çünkü kitap ve sünnette haram kılı-nıpta, bazı müçtehitlerce haram delilleri kendilerine ulaşmadığı için helal saydıkları veya bu delillere karşı kendi akıl ve bilgileriyle içtihad ederek helal delillerini tercih ettikleri için böyle bir görüşe sahip oldukları meseleler buraya girer. Bir şeyi haram kılmanın bazı hükümleri vardır. Bunlar günahkar saymak, yermek, ceza ve fasık olma v.s. fakat bunların şartları ve manileri de vardır. Bazen haram kılma sabit olduğu halde ya şartları bulunmadığından veya bir engel bulunduğu için diğer hükümleri bulunmayabilir. Yine aynı sebeplerle bir şahıs için haram olmayan bir başkası için olabilir.
Sözü tekrar ettik ve uzattık, çünkü bu meselede iki görüş var:
1- Bütün selef ve fukahanın görüşü Allah'ın hükmü birdir. Kim usulünce yapılmış, fakat hatalı bir içtihatla buna muhalefet ederse, mazereti makbuldür, ecir de alacaktır. Buna göre; içtihadına dayanarak tevil eden bir müçtehidin işlediği fiil haram olur. Ancak Allah (c.c.) affettiği için haramın neticesi ona dokunmaz, Çünük Allah (c.c.) insanları güçlerinin yetmediğiyle mükellef kılmaz.
2- Her ne kadar başkası hakkında haram ise de haram kılan delil kendisine ulaşmadığı için onun hakkında haram değildir. Bunun neticesi o şahsın işlediği fiil haram olmaz. Bu konudaki değişik görülen fikirler birbirine yakındır. Daha ziyade bir ifade değişikliğine benzemektedir.
Bir işin yapılmasının haram olup olmadığı ihtilaflı olan bir yerde rastlanılan vait (tehdit) hadisleri hakkında böyle söylenilmesi mümkündür. Çünkü ulema -bir işin yapılmasının yasaklanmış olduğuna ister ittifak edilsin, isterse ihtilaf edilsin- bu hadislerle tehdit edilen fiilin yasaklanmış olduğuna delil getirileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta en fazla ihtilaflı konularda bu hadislerle delil getirmeye ihtiyaç duymuşlardır. Ancak yukarıda da izah ettiğimiz gibi hadislerin sübutu kesin olmazsa o zaman bu hadislerle istidlal edilip edilmeyeceği hususunda alimler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Soru: Vait (tehdit) hadislerinin şümulüne, sadece haram olduğuna ittifak edilmiş fiillerle, faili lanetlenmiş, gazap veya ceza ile tehdit edilmiş olan fiilleri de haram olduğuna ittifak edilmiş fiiller gibi kabul ederek soksaydınız, haram olan bir fiili helal itikat ederek işleyen bazı müçtehidler sözko-nusu tehtidin şümulüne girmemiş olurlardı. Çünkü haram olan bir fiilin helal olduğuna inanan bir kimse sadece o haramı işleyenden daha tehlikeli bir iş yapmıştır. Çünkü o bizzat fiilin yapılmasını emretmektedir. Şu durumda müç-tehid dolayısıyla lanet veya gazabın neticesine maruz kalmaz mı?
Bu soruya birkaç yönden cevap verilebilir.
1- Bir fiili yasaklayan delilin şümulü altına giren fiillerin yasaklanmış olduğu hususunda bir ihtilaf vardır veya yoktur... Eğer ihtilaf mevcut değilse; o fiilin haram olması gerekir. Haram olduğuna ittifak edilmişse haram, ihtilaf edilmişse helaldir, şeklindeki bir görüş icma'a aykırı olduğu gibi zorunlu olarak islam dininde batıl olduğu açıktır.
Şayet herhangi bir şekilde ihtilaf mevcut ise müçtehidlerden haram olan o fiili helal itikad edenler veya işleyenler, o fiilin sonucu olan kınama veya cezaya uğrayacaklar mıdır?
Bu soruyu yukarıda ittifakla sabit olan hadisleriyle ihtilaflı bir şekilde sabit olan tehdit hadislerini işlerken uzun uzadıya izah etmiştik.
Tehdidin fail hakkında tahakkuk ettiğine, halbuki haramı helal itikat edenin cezasmın onu helal itikad etmeden işleyenden daha ağır olduğuna gelince; bir işin yapılmasının haram olduğu hakkında ihtilaf varsa, müçtehide hadiste bahis mevzu edilen haramı helal kıldığından ötürü ceza gerekmez; çünkü mazeretlidir. Bunun gibi o fiili işleyen de cezaya müstehak olmaz. Müçtehid bu haram kılmaya bağlı olan kınama, ceza, v.s. hükmü altına girmediği gibi, tehdidin hükmü altına da girmez. Çünkü tehdit de kınama ve cezanın bir çeşididir. Bir şeyin şümulünün altına giren bazı nevilerine verilen cevap, diğer kısmına da verilmiş demektir.
Kınamanın azı ile çoğu, cezanın hafifi ile ağırı arasında bir fark yoktur. Bu konuda çoğundan sakmdırıldığı gibi azından da sakmdınlmıştir. Ancak; müçtehide (içtihadından dolayı) bunların ne azı ne de çoğu ulaşmaz; belki bunların zıddı olan ecir ve sevaba nail olur.
2- Bir fiil üzerine tereddüp edecek hüküm hakkında ittifak veya ihtilaf edilmiş olması o fiilin kendisinin ve özelliklerinin dışında birtakım izafi (değişebilen) meselelerdir ki, bazı alimler bunu bilmemişlerdir. Mesela amm (genel) bir lafızdan has (özel) bir mana kastediliyorsa o genel olan lafzın tahsis edildiğini gösteren bir delilin bulunması gerekir. Bu delil, ya lafızla birlikte mevcuttur ve bazılarına göre hemen açıklanması gerekir, veya bu açıklama ihtiyaç duyulan bir zamana kadar tehir edilebilir. Cumhur-i ulema bu görüştedir.
Şüphesiz Rasulullah (s.a.v.) zamanında böyle bir lafza muhatap olanlar o lafzın gerektirdiği hükmü hemen bilmeye muhtaçtır. Şöyle ki; faiz yiyenler, hülleci, v.s.'ye lanet eden hadisi şerifin umumi lafzından ne kastedildiğini anlamak icmaya bağlı olsaydı, bu lafzın anlamı Rasulullah'ın (s.a.v,) vefatından ve ümmetin bu umumi lafzın tek tek bütün fertleri hakkında konuşmalarından sonra ancak anlaşılmış olacaktı. Bu takdirde Rasululİah'm (s.a.v.) sözünün açıklanmasını topyekün ümmetin o sözle ilgili fikirlerini beyan etmesine kadar tehir etmek gerekirdi ki bu da caiz değildir.
3- Böyle bir sözle (hadisle) ümmetin muhatap olmasındaki sebep, haramı bilip kaçınmaları, icmalarında (sözbirliği ettikleri yerlerde) ona dayanmaları ve ihtilafa düştüklerinde de onunla delil getirmeleri içindir. Eğer hadisten kas-tolunan mananın ne olduğunu bilmek ve anlamak sadece ic-ma'a bağlı olsaydı, o zaman icmaa bilinmeden hadisle delil getirmek doğru olmazdı. Ve böylece hadis icmanın dayanağı olmamış olurdu. Çünkü icmanın dayanağının kendinden önce bulunması gerekir, sonra gelmesi caiz değildir. Bu durum batıl bir devre (kısır bir döngüye) müncer olur. Şöyle ki, hadisten kastolunan manayı bilmedikçe icma ehlinin o hadisle istidlal etmeleri mümkün olmaz. İcma yapılmadıkça da hadisten kastolunan mana bilinmez. Şu halde hadisle istidlal kendinden önce icmaya, icma da kendinden önce istidlale bağlanmış olur. O zaman bir şeyin varlığı kendine bağlanmış olur ki bu da caiz değildir, ihtilaflı konularda hüccet olamaz. Çünkü böyle bir şey varit değildir. Bu durum gerek üzerinde ittifak edilen ve gerekse ihtilaf edilen fiillerde hadis bir hükme delalet etmekten uzaklaştırmak demektir. Bu hal, içinde bir fiil hakkında tehdit bulunan hiçbir nassm o fiili yasakladığını bize ifade etmemiş olur ki bu da kesinlikle batıldır.
4- Yukarıda (üçüncü maddede) izah edilen bu durum (yani hadisten ne kastedildiğinin bilinmesinin icmaya bağIı olduğu) herhangi bir konuda İcmanın olup olmadığını bilmeden hiçbir hadisle istidlal edilemeyeceğini gerektirir. Bu taktirde birinci asırda yaşayanlar, hatta hadisi Rasulullah'ın (s.a.v,) bizzat ağzından duymuş olanlar bile o hadisle delil getirmeleri caiz olmazdı. Böyle bir hadis duyup, ulemadan bir çoğunun da onunla amel ettiğini gören ve muariz birisine de rastlamayan kimse, acaba yeryüzünde buna muhalif kimse var mıdır, yok mudur diye araştırma yapmadan o hadisle amel etmemesi icab eder. Nitekim herhangi bir meselede tam bir araştırma yapmadan icma ile delil getirmek de caiz olmaz. Bu durum karşısında müçtehidlerden yalnız bir kişinin muhalefetiyle Rasulullah'ın (s.a.v.) sözü ile istidlal etmek batıl olmuş olur. Bu da bir kişinin muhalefeti ile Rasulullah'ın (s.a.v.) sözünün boşa çıkarılmış olması, yine bir kişinin muvafakati ile Rasulullah'ın (s.a.v.) sözünün gerçekleştirilmiş olması demektir. Bu kişi yanıldığı zaman onun hatası Rasulullah'ın (s.a.v.) sözünü hükümsüz kılmış olur ki böye bir görüş zaruri olarak batıldır.
İcma bilindikten sonra delil getirilir denilse o zaman nassların delaleti icmaya bağlanmış olur ki bu da icmaya terstir. Çünkü bu takdirde nassların (manaya) delaleti kalmaz, muteber olan icmadır, nass ise tesirsizdir.
Şayet muhalif bir görüşün varlığı bilinmediği zaman hadisle delil getirilir denilirse; o zaman da ümmetten birinin sözü (ihtilafı) da yine icmaya terstir ve böyle bir iddianın İslam dininde zaruri olarak batıl olduğu açıktır.
5- Lafzın (hadisteki umumi lafzın) şümulüne yasaklanmış fiillerin girmesi hususunda bütün ümmetin inanıp bağlanması mı şarttır? Yoksa alimlerin inanması ile yetinile-bilir mi?
Birinci şekilde; bütün ümmetin, hatta İslam merkezinden uzak yerlerde yaşayanların ve İslamiyete henüz girmiş olanların tehdit hadislerinin şümulüne giren fiillerin yasaklanmış olduklarına inandıklarını bilmeden o hadislerle delil getirmek caiz olmaz.
Hiçbir Müslüman, hatta aklı başında hiçbir kimse böyle bir iddiada bulunamaz. Çünkü böyle bir şeyi bilmek mümkün değildir.
İkinci şekilde ise (yani alimlerin inanmasıyla yetinmek) bir fiilin yasaklanmış olduğunda bütün aîimlerin ittifak etmesinin şart kılmmasmdaki sebep içtihadında yanılan bazı müçtehidleri, tehdidin şümulüne sokmamak içindir. Alim hakkında böyle olduğu gibi avamdan fiili yasaklayan delili duymayanlar hakkında da durum aynıdır. Birinin ümmetin büyüklerinden ve fazıllarından olmasıyla diğerinin avamdan olması arasında bu hususta bir fark yoktur. Bunların bir yönden birbirlerinden ayrılmaları hükümde birleşmelerine mani değildir. Allahü Teala içtihadında yanılan müçtehidi bağışladığı gibi yanılan ve öğrenme imkanı da bulamayan cahil kişinin irtikap ettiği o haram fiilin meydana getirdiği mefsedet, şariin (şeriat sahibinin) haram kıldığını helal sayan bazı imamların meydana getirdiği mefsedete göre daha çok azdır. Çünkü cahil o fiilin haram olduğunu bilmemiş ve öğrenme imkanı da bulamamıştır.
Bu sebepten "Alimin hatasından sakınınız; çünkü onun hatasıyla bütün alem hata eder" denilmiştir.
İbn-i Abbas da (r.a.) şöyle demiştir: "Vay o alimlere uyanların haline!"
Bu kadar ağırlığı ile birlikte alimin hatası affediliyorsa, cahilinki gayet tabii affedilir. Evet alimle cahil bir yönden ayrılıyor. Şöyle ki, alim içtihat etmiştir ve içtihadına göre hükmetmiştir. Onun ilmi yayması, sünneti yaşatması içiti-hadındaki hatasından kaynaklanan mefsedeti kapatmıştır. Bu yönden alimle cahil arasında Allahü Teala fark yaratmıştır. Müçtehide içtihadından, alime ilminden ayrılan bu iki zümre afva uğramada müşterektirler. Ceza ister az olsun, ister çok olsun- layık olmayana tereddüp etmez.
6- Bazı kesin hüküm bildiren tehdit hadisleri vardır ki, a-limler bunların ifade ettiği manada ihtilaf etmişlerdir. Mesela "Adına bir kısım ulema birinci akitte hülle rükün (şart) olarak ileri sürülmediğinden bunu yaptıran kimse hiçbir durumda günahkar olmaz, lanete uğramanın sebebi ise hülleyi (yani nikahtan soma boşamayı) yerine getirmenin vacip olduğu inancından ötürüdür şeklinde izah etmişlerdir. Şu halde bir kimse birinci nikahın sahih ve şartın (nikahtan sonra boşamanın) batıl olduğuna inanırsa, zevce ikinci koca için helaldir. Günahtan da uzaktır. Hüllecinirt lanetlenmesi ise ya hülle yaptığından veya yalnız akitte ileri sürülen şartın (hüllenin) yerine getirilmesinden vacip olduğuna; ya da her ikisini birden (yani hem hülle yaptığından, hem de nikahta şart olarak ileri sürülen hüllenin mutlaka yerine getirilmesinin vacip olduğuna) inanıp itikat ettiğinden dolayıdır.
Birinci, ikinci ve üçüncü şekilde maksat hasıl olmuştur.
îkinci şekilde ise lanete uğramaya sebep mücerred itikat (yani nikahtan sonra boşama şartının yerine getirilmesinin vacip olduğu inanci)dır. Hülle ister yapılsın ister yapılmasın.
Bu durumda hadis şerifte geçen hülle yapmak ve adına hülle yaptırmak fiili lanete sebep olmamış ve lanetin sebebine dokunulmamış olur ki bu da batıldır.
Sonra nikahta şart koşulan hülleyi yerine gitirmenin vacip olduğuna inanan kimse eğer cahil ise lanete uğramaz. Eğer böyle bir şartın yerine getirilmesinin gerekmediğini biliyorsa şu halde onun vacip olduğuna itikat etmesi mümkün değildir. Ancak; Rasulullah'a (s.a.v.) rağmen böyle bir inanç besliyorsa o zaman kafir olur ve hadisin manası da kafirlere lanete dönüşmüş olur. Halbuki küfrü böyle cüzi bir hükmü inkara bağlamanın bir manası yoktur. Bu aynen şöyle demek olur: Rasulullah'ın (s.a.v.) buyurduğu: "Nikahta boşanmayı şart kılmak batıldır[48]
hükmünü yalanlayan kimseye Allah lanet etsin.
Sonra, hadis gerek lafız ve gerekse mana bakımını: umumidir ve umumi olarak başlamaktadır. Bu gibi umul sözleri nadir manalara hamletmek caiz değildir. Çükü bu Hal sözü manasından çıkarır. Tıpkı bazıların, Rasulullah (s.a.v.): "Herhangi bir kadın velisinin izni olmadan evlenir onun nikahı batıldır[49]
hadisini tevil ederek buradaki kadından maksadın kita batı kesilen cariye olduğunu iddia etmeleri gibi.
Bu şekilde bir yorumun nadir olduğunun izahına gelince; cahil bir Müslüman zaten hadisin şümulüne girmez. Nikahta ileri sürülen hülle şartının yerine getirilmesinin vacip olmadığını bilen bir Müslüman ise, böyle bir şartı ileri sürmez. Ancak kafir ise müstesna... Halbuki kafir de Müslümanlar gibi evlenmez. Şayet kafir olduğu halde Müslümanlar gibi evleniyorsa o kimse münafık demektir. Şu halde bu tarzda bir nikahın yapılması çok nadirattandır.
Eğer nikahta şart koşulan hülle konusu kimsenin kalbine gelmez, şayet böyle bir şeyi kalbinden geçirseydi, o zaman bunları söyleyen doğru olabilirdi denilirse, buna cevap olarak deriz ki: Bir çok yerlerde delilleriyle birlikte anlattık ki, hadisteki "Hülleci" den maksat akitte boşamayı şart kılmasa bile o niyetle nikahlanandır.
Bunun gibi bazı fiiller hakkında lanet, ateş vs. özel tehditler ifade eden hadisler vardır ki, birçok yerlerde açık ve kesin oldukları halde bazı alimler bunlarda da ihtilaf etmişlerdir. Mesela; İbn-i Abbas'ın (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.v.) rivayet ettiği bir hadiste:
"Allah kabirleri ziyaret edenlere, onların üzerine cami yaptıranlara ve kandil yakanlara lanet etsin[50]
buyurulmaktadır. Halbuki alimlerden bazları da mekruh demişlerdir. Haram diyen hiç olmamıştır.
Buna bazı örnekler Ukbe b. Amir'in (r.a.) rivayet ettiği hadiste:
"Kadınlara meşru olmayan yoldan yaklaşan erkeklere Allah lanet etsin."
Enes'in (r.a.) rivayet ettiği hadiste "Müşteri çeken rızikanmıştir; ihtikarlık yapan melundur", buyurmaktadır.
Keza yukarıda geçen bir hadiste:
"Allah üç kimseyle konuşmaz... Bunlardan biri de yanında fazla su bulunduğu halde onu ihtiyacı olana vermeyendir."
Yine bir hadiste Rasulullah fs.a.v.):
"Şarap satana lanet etmiştir."
Halbuki seleften bazıları şarap satmışlardır.
Rasulullah'tan (s.a.v.) sahih olarak gelen bir hadis-i şerifte:
"Kibirlenerek yürürken eteğini çeken kimseye Allah (c.c.) kıyamet günü rahmet nazarıyla bakmaz"
buyurulmaktadır. Bir başka hadiste de:
"Ve kimseyle Allah (c.c.) kıyamet günü konuşmayacak, onlara rahmetiyle bakmayacak ve onları paylama-yacaktır. Bunlar için büyük azap vardır. (Kibirlenerek) eteğini yerde süründüren, (yaptığı bir iyilikte) başa kakan ve yalan yere yemin ederek eşyasını satan" buyurulmuştur.
Halbuki fakihlerden bazıları böbürlenerek elbiseyi çekmeyi ve yerde süründürmeyi haram görmemişler, sadece mekruh saymışlardır.
Rasulullah'ın (s.a.v.) en sahih hadislerinin birinde: "Saçını tepesine toplayan ve toplattıran kadına Allah (c.e,) lanet etsin" buyurulduğu halde fakihler arasında haram olup olmadığı ihtilaflıdır. Keza bir hadiste:
"Gümüş kaptan su içenlerin karınlarına cehennem ateşi doldurulur"
Duyurulmuştur. Ulemadan gümüş kaptan su içmeyi haram görmeyenler de vardır.
7- Hadisteki umumiliği gerektiren sebep mevcuttur. Bunun karşısındaki yukarıda anlatılan zıd görüş İse hadisin umumiliği ile çatışır durumda değildir. Çünkü bunun varacağı sonuç hadisdeki bu umumiliği üzerinde ittifak ve ihtilaf edilmiş bütün fiillere tatbik edip lanete layık olmayan bazı kişileri lanetin şümulüne sokmayı gerektirir.
Kaide ve prensibe aykırı olarak yapılan tahsis (genel bir hükmün şümulünü daraltmak) yine kaide ve prensibe aykırı olarak çoğaltılmış olur.
Netice; bu umumi hükümden cehaletinden, içtihadından veya taklidinden dolayı mazeretli olanlar çıkarılır. Halbuki hükmün, üzerinde ittifak edilen fiillerle, mazeretli olmayanlara şamil olduğu ifade edilseydi daha az tahsis (özelleştirme) yapılmış olurdu ve daha tabi olurdu.
8- Tehdit ifade eden sözü bu şekilde tatbik ettiğimiz zaman lanetin sebebi ifade edilmiş olur ve bir engelden dolayı haklarında hüküm tahakkuk etmemiş olanlar bundan istisna edilmiş olur.
Zıt bir görüşten dolayı haklarına va'd (müjde) veya vait (tehdit) gerçekleşmemiş olanları şüphesiz bu müjde ve tehdidi yapan istisna edemez. Böylece söz doğru bir yola girmiş olur.
Lanete uğramaya sebep olarak ya haram olduğunda icma yapılmış olan bir fiili işlemek, veya icmaya aykın itikat taşımak şeklinde ifade edersek; bu durumda lanete uğramanın sebebi hadiste anlatılmamış olur, Bu taktirde yukarıda olduğu gibi, umumu tahsis etmek gerekir. Bu tahsisi iki taraftan biriyle yapmak, icab ederse birinci tarafı tutmak (yani haram olduğunda ittifak edilmiş fiili irtikap) daha uygun olur. Çünkü bu, sözün lafzına daha münasip ve açıktır.
9- Bu şekildeki açıklamayı gerektiren sebep, mazeretli olanları lanetin şümulüne sokmamaktır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, tehdit hadislerinden maksat; bunların yasakladığı fiilleri işlemenin lanete uğramaya sebep olduğunu beyan etmektir. Şu halde: Şu fiil lanete sebep olur diye-bili-riz. Ancak, her şahıs hakkında bu hükmün tahakkuk etmesi gerekmez. Sebep bulunur da hüküm ona tabi olmaz. Bunda bir mahzur yoktur. Zira yukarıda da izah ettiğimiz gibi müçtehide (içtihadından ötürü) kınama, ceza ulaşmaz. Hatta haramı işleyenden ise, harama helal diyenin daha büyük günah işlediğini söylediğimiz halde, bu konuda makbul mazereti olanlar mazur sayılmışlardır.
Şayet denilse ki, haramı işleyen ya müçtehiddir veya onu taklid eden kişidir. Her ikisi de cezanın dışında kaldığına göre, cezaya kim uğrayacaktır? Buna birkaç türlü cevap verebiliriz,
a) Tehdit hadislerinden maksat, muayyen bir fi'lin cezayı icap ettirdiğini açıklamaktır, İster o fi'li işleyenler bulunsun isterse bulunmasın.
Farzedelim ki, o fi'li işleyen var da, ancak onun hakkında cezayı gerektiren şartlar mevcut değil, veya cezayı engelleyici haller var; bu durumlar o fi'lin haram kılınmış olmasına zarar vermez, (onu helal yapmaz). Bilakis biz onun haram olduğunu bildiririz ki herkes kendisini bu gibi fiilleri yapmaktan sakındırsın. Böyle bir fi'li makbul bir mazeretinden ötürü işleyenler, Allah'ın rah'metine uğrar. Nitekim küçük günahlar da haram kılınmıştır. Fakat büyük günahlardan sakınıldığı takdirde affedilmiş olurlar. Bütün fiillerde durum böyledir.
Herhangi bir fi'Iin haram olduğu belli iken, müçtehid veya onu taklid edenin mazeretlerinden ötürü onu işlemeleri bizim o fi'li haram itikad etmemize engel olamaz.
b) Bir fiille ilgili hükmün açıklanması o fi'le terettüp de-cek cezayı engelleyici görülen şüphenin kalkmasına sebeptir. Çünkü istenilen şey müctehidin inancından ötürü meydana gelen mazeretinin devam etmesi değil, aksine imkanlar ölçüsünde mazeretinin ortadan kalkmasıdır. Eğer böyle olmasaydı, ilmi açıklamak vacip olmaz, insanları cehaletleri üzerine terketmek ve şüpheli meselelerin delillerini araştırmamak onları açıklamaktan daha hayırlı olurdu.
c) Bir fiile ilgili hüküm, tehdit ve cezanın açıklanması; o fi'li işlemekten çekinenlerin bu durumlarını devam ettirmelerine sebep olur. Aksi halde o fiilleri işlemek yaygınlaşır.
d) Bir mazeretin, makbul mazeret sayılabilmesi için onu ortadan kaldırmada da kişinin aciz olması lazımdır. Yoksa hakkı bilme imkanına sahip olupta onu araştırmada kusurlu davrananlar, mazeretli sayılmazlar.
e) insanlar içerisinde bazen Öyle kimseler vardır ki; haram olan bir fi 'li mubah kılacak ne bir içtihadda bulunmuşlardır ne de taklitte. Böyle kimseler hakkında cezayı engelleyici hiçbir özel durum olmadığı gibi ceza ve tehdit sebebi de mevcuttur. Bu gibi insanlar, tehdidin neticesine uğrayacaklardır. Ancak; tevbe, günahları silip süpüren hayır ve hasenet v.s. onlara cezanın ulaşmasına engel olabilir. Sonra (anlatacağımız) karışıktır şu durumda. Bazen insan kendi yaptığı içtihadının veya bir müçtehidi taklid etmenin, bir fi'li yapmayı mubah kıldığını zanneder. Bu konuda bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır. Fakat araştırdiğı, heva ve hevesi onu Hakk'a uymaktan alıkoymadığı müddetçe affedilir. Çünkü; Allah insanları gücünün yetmediği şeylerle mükellef kılmaz.
10- Tehdit İfade eden bu hadisleri gerektirdiği hükümler üzerine bıraktığımız takdirde de, çıkardığımız takdirde de (her iki halde) bazı müçtehidler tehdide dahil olmuş olurlar. Her iki durumda da vaziyet bu olunca, hadis zıt görüşten uzak, sağlıklı bir şekilde kalmış olur ve amel etmek gerekir.
Bunun izahı şudur: Müçtehidlerden birçoğu; üzerinde ihtilaf edilen fiilleri işleyenleri lanetlemişlerdir. Bunlardan biri de Abdullah b. Ömer'dir (r.a.). O'na; kadın ve eşinin bilgisi olmadan, hülle yapmak maksadıyla kadınla nikahlanan kimsenin durumu sorulduğunda:
"Bu zinadır, nikah değildir, Allah hülle yapana ve kocası için hülle yaptırana lanet etsin"
buyurdu. Bu şekilde rivayet, başkalarından da bize gelmektedir. Örneğin; Ahmed bin Hanbel, "Hülle yaptırmak isteyen - yanı hülle niyetiyle nikahlanan - kimse hüllecidir ve lanetlenmiştir", buyurmuşlardır. İçki, faiz v.s. hakkında da birçok ihtilaflar olmakla beraber imamlardan pek çoğu bunları yapanları lanetlemişlerdir.
Eğer tehdit hadislerinde geçen şer'i lanet v.s. sadece haram olduğu hususunda üzerinde ittifak edilen fiillere şamil olsaydı; o zaman (yukarıda isimleri geçen) bu zevat, lanetlenmeleri caiz olmayan kişileri lanet etmiş olduklarından ötürü kendileri lanete ve tehdide layık olmuş olurlardı. Nitekim bu mevzuda bir hadis mevcuttur. Örneğin, "Müslümana lanet etmek, oıju öldürmek gibidir.[51]
İbn-i Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edilen bir hadisi şerifte ise Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümana sövmek fısk (günah) onunla savaşnıaksa, küfürdür[52]
Ebud'derda (r.a.) Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle dediğini duyduğunu bildirmektedir:
"Ta'n edenler, kötüleyenler ve lanet edenler için kıyamet günü ne şefaatçılar ve ne de şahitler olacaktır.[53]
Ebu Hüreyre'den (r.a.) Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Sıddık doğru insanlara lanet etmek yakışmaz."
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)şöyle buyurdu:
"Mümin kötüleyen lanet eden olamaz.[54]
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle denilmiştir:
"Bir kimseye layık olmadığı halde lanet edilirse o lanet sahibine lanet edene döner."
Lanet hususunda Rasulullah'tan (s.a.v.) gelen tehditler bunlardır. Hatta denilmiştir ki
"Layık olmayan kimseye lanet edenin kendisi lanetlenmiş olur. Bu lanet onu fa sık yapar. Doğruluktan, şefaatten ve şehadetten çıkarır."
Bu tehdit layık ve müstehak olmayanlara, lanet eden kimseleri içine almaktadır. Ancak üzerinde ihtilaf edilen bir fı'li işlayan kimse, nass'ta geçen tehdide dahil olmadığı taktirde lanete de layık olmaz. O halde, böyle bir kimseye lanet eden kimsenin kendisi, bu tehdide maruz kalmış demektir. Bu durumda, üzerinde ihtilaf edilmiş fiillerinde tehdit hadisine dahil olduğu görüşünde olan müçtehitlerde bu tehdide layık olmuş olurlar.
İhtilaflı hükümleri hadisin şümulünden çıkardığımız zamanda da bıraktığımız zamanda da söz konusu mevzu sabit ise böylece hadisle istidlal etmeye bir engel yok demektir. Ve mahzur ortadan kalkmıştır. Bunun izahı şudur: iki şey arasında lazım ve melzum (gerekli ve gerekli kılınan) münasebeti (yani) ihtilaf bulunduğu zaman müçtehidlerin tehdit hadisine dahil olmaları; ihtilaf bulunmadığı zamanda da yine tehdit hadisine dahil olmalarını gerektiriyorsa bu durumda iki şeyden birisi mevcut demektir.
a) Melzum ve lazımın bulunması, bu bütün müçtehitlerin tehdidin altına girmesi demektir.
b) Lazım ve melzumun bulunmaması, yani tehdidin altına girmemeleri demektir.
Çünkü melzum bulunmadığı zaman lazım da bulunur. Lazım bulunmadığı zaman melzum da bulunmaz. Bu suali boşa çıkarma (iptal etme) hususunda bu kadarı kafidir. Ancak biz inanıyoruz ki her iki takdirde de gerçek olan bir şey varsa o da müçtehidlerin tehdide girmemeleridir.
Çünkü tehdidin altına girmek için yaptığı işte mazeretli olmamak şartı vardır. Şer'i yönden makbul bir mazereti olan kimse hiçbir durumda tehdidin şümulüne girmez. Müç-tehit mazurdur: Hatta içtihadından dolayı sevap işlemiştir. Tehdit hadisine girmeyi gerektiren şart onun hakkında yoktur.
İster hadisi zahiri manasına göre alsın isterse onu mazeretli kılacak zıt bir görüşe sahip bulunsun tehdide dahil Bu kesin ve susturucu bir cevaptır. Bundan ayrılma yoktur. Ancak konunun bir tek yönü vardır. O da şudur: Suil diyebilir ki; ben ihtilaf konusu olan fiillerin tehdit ifade eden nas (kesin Jıükümlerjlerin şümulüne girdiklerine inanan ve bu inançlarına dayanarak, tehditte bulunanlar örneğin: Bu fiilleri işleyenleri lanetleyen müctehid alimlerin bulunduğunu kabul ediyorum. Fakat, bu müçtehidler inançlarında yanılmışlardır. Bu yanılmalarında mazeretlidirler ve sevapta alırlar. Bunlar haksız yere lane't edenler hakkında gelmiş bulunan tehdide dahil olmazlar. Çünkü bana göre lanet edenler, hakkında gelen tehdit hadisine, ittifakla lanetlemeleri haram olanlara lanet edenler girmektedir. Böyle ittifakla lanetlenmesi yasaklanmış olan kimselere lanet edenler, hadisteki söz konusu tehdide uğrayacaklardır. Yapılması ihtilaflı olan laneti işleyen kimse, bu konuda varit olan tehdit hadislerine dahil olmaz. Nitekim failinin lanetlenip lanetlenmeyeceği ihtilaflı olan, bir fiili işleyen kimse de tehdide dahil olmaz.
Birinci tehditten ihtilaflı olan fiiller çıkarıldığı gibi, ikinci tehditten de yine ihtilaflı olanlar çıkarılır. Ben her iki tarafta da tehdit hadislerinin ihtilaflı konulara şumil olmadığına inanıyorum. Yani bu hadislerin, yasakladığı fiilleri işlemenin ister caiz olduğuna isterse caiz olmadığına ve yine failini de lanetlemenin caiz olmadığına inanıyorum...
Her iki durumda da ben ne fiilleri işleyenleri lanetlemeyi ve ne de bunları işleyenleri lanetleyenlerin kendilerinin lanetlenmeye layık olduklarını caiz görmüyorum. Ne bu fiillerin failleri, ne de bunları lanetleyenler haklarında gelmiş olan, tehdit hadislerine bunlar dahil olmazlar. Bu fiillerin faillerini lanetleyenlerin cezaya maruz kalacağı görüşünde olanlar, gibi ağır bir ithamda da bulunamam. Bana göre yapılması haram veya helal olduğu hususunda ihtilaf edilen bir fiilin failini lanetlemek içtihadi bir meseledir. Ben müctehidin bu hususta yanıldığına inanıyorum. Nitekim üzerinde tartışılmış bulunan bir fi'li helal görenler için de aynı inancı taşımaktayım.
Bu konuda üç görüş vardır.
a) Lanetin caiz olduğuna hükmetmek.
b) Haram olduğuna ve bunu yapanların cezaya uğrayacaklarına hükmetmek...
c) Haram olduğuna, ancak bunu yapanfn şiddetli bir cezaya uğramayacağına hükmetmek. Ben üçüncü görüşü
tercih ediyorum. Çünkü; hem fi'Ii hem de böyle bir fi'li işleyene lanet etmeyi yasaklayan delil mevcuttur. Bununla beraber, gerek fail ve gerekse faile lanet eden haklarında gelen tehdit hadislerinin bu iki zümreye şamil olmadığına inanıyorum.
Bu suale cevap olarak denilebilir ki:
a) Üzerinde tartışılan bir fiili işleyene lanet etmek, iç-tihadi meselelerden olduğu için caiz görülüyorsa o zaman nassın zahiriyle delil getirmek te caizdir. Bu takdirde tehdit hadislerinden ihtilaflı hükümleri murat etmekten başka çare yoktur. Böyle bir şeyin murat olduğunu gerektiren sebep mevcuttur ve bununla amel etmek gerekir. Şayet söz konusu lanet etmenin içtihadi meselelerden olduğu kabul edilmiyorsa o zaman lanet etmek kesinlikle haramdır. Bu durumda lanet etmek kesin haram olduğu halde müçtehide lanet eden kimse te'viline dayanarak bile olsa-te'viline dayanarak bazı selef-i salibine lanet edenler gibi- lanet edenler hakkında varit olan tehdit ve cezaya uğrayacaklardır. Bu durumda ihtilaf konusu olan fiilleri işleyenlere lanet etmek ister kesinlikle haram olsun, isterse caiz görülsün devir (kasır döngü) kaçınılmazdır. Her iki halde de senin izah ettiğin şekilde taşıdığın inanç, tehdit hadislerinin ifade ettiği nass (kesin hükümleri) reddedemez. Bu açıktır.
b) Bizim konunun bu yönünü ele alışimizdaki maksadımız tehdit hadislerinin ihtilaflı hükümlere şamil olduğunu ispat etmek değildir. Bizim maksadımız, ihtilaflı hükümler hakkında tehdit hadisleriyle delil getirilebileceğini ispat etmektir. Söz konusu tehdit hadisleri iki hükmü ifade etmektedirler: Fiili haram kılmayı ve cezayı gerektirmeyi. Burada maksut olan bu hadislerin o fiilleri haram kıldığına delalet ettiklerini açıklamaktan ibarettir. Şayet lanet edeni tehdit eden hadislerin lanetlenmeleri ihtilaflı olardan içine almadığı kabul edilirse, o zaman böyle bir laneti yasaklayan delil yok demektir. Halbuki bizim konumuz üzerinde ihtilaf edilen lanetle ilgilidir. Bu lanet haram olmazsa caiz olur.
c)Yahut denilebilir ki; bir fi'lin haram olduğuna delil yoksa onun haram olduğuna inanmak caiz değildir. Halbuki böyle bir inancın caiz olduğunu gerektiren delil vardır. O da bu fiilleri işleyenleri lanetleyen hadislerdir. Ancak ulema bu lanetin caiz olup olmadığında ihtilaf etmişledir. Bu durumda lanetin yasaklanmış olduğuna delil yoktur. Şu halde lanetlemenin caiz olduğunu gerektiren ve muarızı bulunmayan sağlıklı bir delille amel etmek gerekir. Bu cevap sorulan suali iptal etmiştir. Failin ifadeleri diğer bir yönden de devri gerekir. Bunun sebebi şudur: Lanet etmeyi yasaklayan bütün nasslar tehdit ifade etmektedir. Bu nass'larla tartışma konusu olan fiillerin yasaklanmış olduğuna delil getirmek caiz görülmüyorsa, yukarıda anlatıldığı gibi o zaman lanet edenler hakkındaki tehdit ifade eden hadislerle de delil getirmek caiz olmaz.
Birisi kalkıpta ben bu lanetin yasaklanmış olduğuna icma ile delil getiririm diye bir ifadede bulunursa, ona, muayyen bir kişiye lanet etmenin yasaklanmış olduğu hususunda üstün ve faziletli zatlar tarafından icma yapılmıştır deriz. Bu sıfatlan taşıyanlar hakkındaki ayrı ayrı görüşlerin bulunduğu malumdur. Yukarıda izah edildiği gibi bu sıfatları taşıyanlar hakkındaki varit olan lanetin, fertlerden her birine tek tek dokunmasını gerektirmez. Ancak laneti gerektiren şartlar bulunur ve engellerde ortadan kalkarsa o müstesna. Burada ise iş böyle değildir.
Yine denilir ki, tehdit ifade eden hadisleri sadece üzerinde ittifak edilmiş fiillere tatbik etmenin doğru olmadığını gösteren deliller, bu konuda da varittir. Bu cevap (yukarıdaki) sualin aslını iptal ettiği gibi, bu suali de iptal etmiştir. Bu ifade bir delili, bir başka delilin mukaddimesi yaparak onun konusuna sokmak değildir ki. Bir delili bu kadar uzatılmış olmakla, beraber izah edilen tek bir delilden ibarettir denilsin. Bundan maksadımız, her iki halde de gerekli sandıkları mahzurun olmadığını ve nass'lardan ihtilaflı olan hükümlerin murad edildiğini, bir delille göstermiş olmayı beyan etmektir. Bir başka delilin neticesi içerisinde, bir mukaddimenin neticesine delil getirmek, (lazım-melzum bile olsalar) garipsenecek bir şey değildir.
11-Ulema, bir fiili yasaklamayı gerekli kılan tehdit hadisleri ile amel etmenin gerekli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak haberi vahid ravisi tek olan ile sabit olan tehdit hadisleri ile amel edilip edilmeyeceği hususunda bazı alimler arasında görüş ayrılığı vardır. Bu hadislerle bahis mevzuu edilen fiillerin yasaklanmış olduğunda bir ayrılık yoktur.
Sahabe, tabiin, fakihler ve bunları takip eden neslin alimleri (r.a.) hitabelerinde ve kitaplarında bu hadisleri kaynak ve delil göstermişlerdir. Hatta içinde tehdit bulunan bir kalplerde alışageldiği üzere hadisle fi'li yasaklama bakımından daha tesirli olur. Yukarında bu hadislere, itikadi yönden inanıp ameli yönden tatbik edenlerin görüşlerinin daha kuvvetli olduğunu izah ettik. Bu görüş cumhurun görüşüdür. Şu halde ulema topluluğunun üzerinde ittifak ettiği bir konu da muhalif sual soranların sualleri makbul değildir.
12- Kur'an ve hadiste tehdit ve ceza ifade eden nass'lar gerecekten çoktur. Bunların icabettirdikleriyle genel olarak, herhangi bir şahıs tayin etmeden hükmetmek gerekir. Muayyen bir şahıs;için (şu lanetlenmiştir) veya şu (gazaba uğramıştır) yahut (ateşe müstehaktir) şeklinde hükümde bulunmak caiz değildir. Özellikle o şahsın birtakım faziletleri ve sevapları varsa... Zira peygamberlerin dışında kalan herkesten küçük ve büyük günahların sadır olması caizdir.,Bu insanlar sıddık, şehit veya salih te olabilirler. Yukarıda da ifade edildiği gibi, tevbe, istiğfar, günahları silip süpüren iyi ameller, musibetler, şefaat veya Allah'ın (c.c.) dilemesi ve rahmeti bu günahların gerektirdiği cezayı kaldırabilir.
Örneğin: Allah-ü Teala şöyle buyurur:
"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler karınlarına ancak ateş tıkamış olurlar. Zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır." (Nisa: 4/14)
Yine bir ayette:
"Ey inananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıkla rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder. Bunu kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu Allah'a kolaydır. (Nisa: 4/29-30)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"İçki içenlere, annesine ve babasına asi olanlara, yerin sınırını değiştirenlere Allah lanet etsin.[55]
Diğer hadislerde:
"Hırsıza Allah lanet etsin"
"Allah faiz yiyene, vekil olana, şahitlerine ve katibine lanet etsin[56]
"Allah sadakada eğrilik yapanlara ve aşırı gidenlere lanet etsin"[57]
"Her kim Medine'de yeni bir şey bid'at icad ederse, veya böyle bir kimseyi barındırirsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun."
"Her kim böbürlenerek yürürken elbisesini yukarı doğru çekerse Allah kıyamet günü ona bakmayacaktır.[58]
"Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremeyecektir.[59]
"Aldatan bizden değildir.[60]
"Her kim babasının dışında başka bir babanın soyundan geldiğini iddia ederse veya köle efendisinden başkasına kendisini nesbet ederse cennet ona haramdır.[61]
"Her kim haksız yere bir Müslümanm malını elinden almak için yalan yere yemin ederse, Allah ona gazaplanmış olduğu halde huzuruna çıkacaktır.[62]
"Yalan yere yemin ederek Müslümanın malını kendine helal etmek isteyen kimseyi Allah eteşe müstehak kılar ve cenneti ona haram eder[63]
"Akrabalarıyla ilişkisini kesen cennete giremez[64]
Bu ayet ve hadislerde geçen fiilleri yapan bir kimse İçin, bu şahıs bu fiilleri işlediğinden ötürü cezaya uğrayacaktır demek ve lanet etmek caiz değildir. Çünkü tevbe v.s...bu cezalan düşürmüş olabilir. Yine bu filleri işlemek Müslümanlara, ümmet-i Muhammed'e, sıddiklara ve salih kişilere lanet etmeyi gerektirmez. Zira bu çirkin fiillerin bir kısmı siddık ve salih bir kişiden de sadır olabilir. Ancak, ceza ve tehdidin onlara ulaşmasına engel bir sebep bulunduğu için onlar bu tehdide maruz kalmazlar.
İçtihadına dayanarak veya bir müçtehidi taldid ederek, bu fiilleri mubah sayanlara da içtihad ve taklid gibi bir engel bulunduğundan sıddıklar gibi tehdit onlara ulaşmayacaktır.
Nitekim tevbe ve iyi işlerin tehdit ve cezaya uğramaya engel olduğu ifade edilir.
BİL Kİ: Uyulması gereken yol budur. Bunun dışında iki kötü yol vardır:
1-Tehdidin muayyen her bir ferde ulaşacağına hükmetmek ve böyle bir hükmün nass'larının gereğiyle amel olduğunu iddia etmek. Böyle bir iddia, günah işleyenlerin kafir olduklarını söyleyen haricilerden, mutezilerden v.s.'den daha kötüdür. İslam dininde zaruri olarak bunun yeri yoktur.
2-Bu hadislerin gerektirdikleriyle hükmetmenin bunlara muhalefet edenleri yermeyi gerektirdiğini sanarak, hadislerle hüküm ve amel etmeyi terketmek. Bu terk, kişiyi delalete götürür ve Allah'ı bırakıp papazların, ruhbanların ve Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen kitap ehlinin durumuna sokar. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Onlar, bunlara- ruhbanlara- tapmadılar, ancak onlar,- ruhbanlar- haramı helal kıldılar. Onlar da buna uydular."
Yine bu terk, Allah'a isyan edip kula itaat etmeye ve kişiyi fena bir akıbete götürür. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve Rasulune ve sizden olan emir sahiplerine -idarecilere- itaat ediniz. Eğer birşey hakkında ayrılığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah ve Rasulune havale ediniz. Bu sizin için hayırlıdır ve sonucugüzeldir." (Nisa: 4/59)
Sonra alimler çok farklı görüşler ortaya koymuşlardır: İçinde tehdit bulunan haberlere birisi muhalif bulundu diye, o haberdeki tehditle hükmetmemek veya hiç amel etmemek küfür ve dinden çıkmakla vasıflandırılacak büyük sakıncalar doğurur. Bu sakmcalar biraz önce anlattıklarımızdan daha büyük değilse de onun altında da değildir.
Kitabın hepsine inanmamız ve Rabb'imizin bize indirdiklerinin hepsine uymamız gerekir. Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmeyelim. Kalplerimiz sünnetin bir kısmına yanaşıp adet ve hevaya uyarak bir kısmından uzaklaşmasın. Bu doğru yoldan çıkıp gazaba uğramış ve delalete gitmiş olanların yollarına girmek olur.
Allah bizi ve bütün Müslümanları hayır ve afiyet içerisinde sevdiği ve razı olduğu sözlere ve amele muvaffak kılsın Hamd alemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. (Amin)[65]

[1] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 3-9.

[2] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 10-11.

[3] Ebu Davud, Feraiz: 5.

[4] Buhari, İstizan: 17.

[5] Ebu Davud, Feraiz: 18; Tirmizi, Feraiz: 18.

[6] Muvatta, Zekat: 42.

[7] Surg, Şam hududunun sona erip Hicaz hududunun başladığı bir yerdir ki Mağisa ile Tebük arasında bulunur. Aynı zamanda Şam hacıları burada konaklamaktadırlar. Medine-i Münevvere'ye 13 konaklık mesafede bulunur.Mucem' el-Btildan.

[8] Buharı, Tıbb: 27.

[9] Tirmizi, Salat:291.

[10] Müslim, istiska: 14; Tirmizi, Fiten: 65; İbn Mace, Edeb: 29.

[11] Buhari, Diyat: 20; Tirmizi, Diyat: 4; Ebu Davud, Diyad: 20; Nesai, Kaseme: 42

[12] Buharı, Hacc: 18,143; Libas: 73-89-91; Müslim, Hacc: 31, 33.

[13] Buhari, Tefsir Bakara: 41; Talak: 50; Ebu Davud, Talak: 42-45; Nesai, Talak: 60.

[14] Ahmed.

[15] Tirmizi, Tefsir Al-i İmran; Ebu Davud, Salat: 361; İbn Mace, İkamet: 193.

[16] Buhari, Talak: 39; Tefsir Talak: 2; Müslim, Talak: 57; Muvatta, Talak: 83; Tirmizi, Talak: 17; Nesai, Talak:56.

[17] Ebu Davud, Nikah: 32; Tirmizi, Nikah: 44; İbn Mace, Nikah: 18; Nesai, Nikah: 68.

[18] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 11-17.

[19] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 17-18.

[20] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 18-19.

[21] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 19-21.

[22] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 21.

[23] Müslim, Hayr. U0;EbuDavud, Taharet: 123; Nesai, Taharet: 202.

[24] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 21-22.

[25] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 22-24.

[26] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 24-25.

[27] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 25.

[28] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 25-27.

[29] Buharİ, Vekalat: 11; Müslim, Müsakat: 96; Nesai, Büyü: 41.

[30] Buhari, Tefsir Bakara: 2-28; Müslim, Siyam: 33.

[31] Ebu Davud, Taharet: 127; İbn Mace, Taharet: 93.

[32] Ebu Davud Akdiye: 2

[33] Buhari, Vekalet: J1; Müslim, Musakat: 96; Nesai, Büyü: 41.

[34] Buhari, Büyü: 54-74-76; Müslim, Musakat: 79; Ebu Davud, Büyü: 12; îbn Mace, Ticaret: 50; Muvatta, Büyü: 38; Tirmizi, Büyü: 24.

[35] Buhari, Büyü: 40; Müslim, Büyü; 102; Nesai, Büyü: 50.

[36] Tirmizi, Taharet: 102; İbn Mace, Taharet: 122.

[37] Tirmizi, Büyü: 59; îbn Mace, Eşribe: 6.

[38] Buharı, Eşribe: 1; Müslim, Eşribe: 73; Muvatta, Eşribe: 11; Ebu Davud, Eşribe: 5; Tirmizi, Eşribe: 1; Nesai, Eşribe: 22-46.

[39] Buhari, Eşribe: 2-5; Tefsir Maide: 10; Müslim, Tefsir: 32; Nesai, Eşribe: 20; Ebu Davud, Eşribe: 1; Tirmizi, Eşribe: 8.

[40] Buhari, Büyü: 112; Meğazi: 50; Müslim, Musakat: 71; Ebu Davud, Büyü: 66; Tirmizi, Büyü: 61.

[41] Buhari, Libas: 83-85; Müslim, Libas: 115; Nesai, Zinet: 71.

[42] Buhari, Eşribe: 28; Müslim, Libas: 1.

[43] Buhari, Şirb: 2, Hiyel: 12.

[44] Müslim, İman: 173; Ebu Davud, Büyü: 62; Nesai, Büyü: 6.

[45] Nesai, Zinet: 25.

[46] Buharı, Müslim, Ahmed, Ebu Davud.

[47] Müslim, İman: 114.

[48] EbuDavud,Talak:7.

[49] Ebu Davud, Nikah: 20; Tirmizi, Nikah: 14.

[50] Müslim, Cenaiz: 94; Ebu Davud, Cenaiz: 76.

[51] Buharı, Müslim

[52] Buhari, Eyman: 7; Müslim, İman: 176.

[53] Müslim, Birr: 85; Ebu Davud, Edeb: 53.

[54] Tirmizi, Birr: 48.

[55] Müslim, Edahi: 43; Nesai, Dahaya: 34. (44)Nesai, Zineî:25.

[56] Buharı, Hudud: 13; Müslim, Hudud: 7; Nesai, Sarık-. 1.

[57] Nesai, Zinet: 25.

[58] Buhari, Libas: 1-2-5; Fedail: 5; Edeb: 55; Müslim, Libas: 42; Muvatta, Libas: 11; Tirmİzi, Libas: 8; Nesai, Zinet: 102.

[59] Müslim, İman: 147; Ebu Davud, Edeb: 29; Tirmizi, Birr: 61.

[60] Müslim, îman: 164; Tirmizi, Büyü: 74; Ebu Davud, Büyü: 52; İbn Mace, Ticaret: 36.

[61] Buharİ, Fdiraiz: 29; Meğazi: 56; Müslim, İman: 114; Ebu Davud, Edeb: 119.

[62] Buhari, Eyman: 17; Müslim, İman; 234; Ebu Davud, Eyman: 2; Tirmizi Tefsir AI-i İmran.

[63] Müslim, İman: 218; Muvatta, Akdiye: 11; Nesai, Kada: 29.

[64] Buharı, Edeb: 13.

[65] İmam İbn Teymiyye, İctihad Risalesi, Tevhid Yayınları: 27-70.
 
K Çevrimdışı

kelime-i şehadet

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Yazının tamamını okudum. Bazı konularda bilgilenmeme vesile oldu. Lakin hadislerin Kur'an'a arzı konusundaki sorularıma cevap vermedi. Şunu hala anlayamıyorum;

“Muhakkak ki Kur’anı biz indirdik ve hiç şüphesiz onun koruyucusu da biziz”(Hicr, 15/9) ayetine rağmen;

Hz. Aişe anlatıyor: “Recim ayeti ve büyüklerin on defa süt emmeleri konusunda ayet inmişti. Bu ayet, karyolamın altında bir sahifede yazılıydı. Resulullah (a.s.m) vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir hayvan (keçi) gelip onu yedi”(İbn Mace, Nikah, 36).

Müslim’in İbn Abbas’tan yaptığı rivayete göre Hz. Ömer şöyle demiştir: “Allah, Muhammed’i hak ile gönderdi. Ve ona Kitabı vahiy etti. Ona vahiy edilen şeylerden biri de recim ayetidir. Biz bu ayeti okuduk, anladık. Aklımıza koyduk. Hz. peygamber recmetti. Ondan sonra biz de recmettik. Korkarım ki, uzun bir zaman geçtikten sonra, birileri kalkıp ta; biz Allah’ın kitabında recim ayetini görmüyoruz, diyecek ve böylece Allah’ın vahiy ettiği bir farizayı/yapılması gereken bir görevi ihmal ederek dalalete düşecekler. Halbuki, zina eden evli her erkek ve kadının recmedilmesi hususu Allah’ın kitabında vardır. Yeter ki bu fiil, şahitlerle veya gebelikle yahut da suçu itiraf etmekle sabit olsun” (Müslim, Hudud, 4).

böyle hadislerden bahsediliyor. Eğer ki zikr (Kur'an) Allah tarafından korunmuş ise bu hadisler hem Aişe'ye hem Ömer'e -ki Allah onlardan razı olsun- ve en önemlisi Allah'a iftira niteliğindedir. Bunun anlamı Allah Kitab'ını bir keçiden dahi koruyamamış demektir. Buradan aynı zamanda Kur'an'ı peygamber tarafından uydurulduğu ve sahabelerin de peygamberin ölümünden sonra Kur'an'ı kendi menfaatlerince düzenledikleri anlamı çıkabilir, insanların Kur'an'a olan güvenleri sarsılabilir. Böyle birşeye kim, nasıl inanabilir? Eğer ki bunlara inanan varsa o halde Şii'lerin Velayet Suresi dedikleri sureye (?) de inanması gerekir. Bu yüzden ben hadislerin Kur'an'ı neshini kabul edemem. Eğer ki ben Kur'an'ın Allah tarafından korunduğuna inanıyorsam ki ayet ile sabittir. O halde mevcut Kur'an'ın eksiksiz ve fazlasız %100 Allah katından olduğuna inanıyorum. Ve bu korunan kitap ise zanni delil olan hadislerle nesh edilmesini kabul edemem. Peygamberin sözüne itibar ederim ancak Kur'an'a muhalif olmamak şartıyla. Eğer ki Allah ben kütüb-i sitteyi, buhari, müslim ve diğer hadis kitaplarını da koruyorum deseydi o zaman o hadisleri de gözüm kapalı kabul eder, boyun eğerdim ama şu halde korunmamış olan zanni delillerin Kur'an'a arz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Allahu alem.


Ekleme: Recm hadislerini Nur 2 ayetinin evliler için detaylandırılmış hükümler olarak kabul etsek bile bu hadisler adeta sahabe ve en önemlisi Allah'a iftira niteliğindeyse bu hadisleri kabul etmek mümkün gözükmüyor. Ömer gibi Faruk yani hakkı batıldan ayıran cevval birisinin Allah'ın kitabı konusunda insanlardan çekindiğini ve daha da önemlisi Allah'ın Kitab'ını bir keçiden koruyamadığını söylemek atılabilecek en büyük iftiralardandır ve daha önce de dediğim gibi kabul edilmesi mümkün gözükmüyor. Allahu alem.
 
K Çevrimdışı

kelime-i şehadet

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
kardeş ben mütevatir hadislerin de Kur'an'a arz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mütevatir olması yetmiyor. Sonuçta hadisler Kur'an gibi korunmuş değildir, değil mi? Eğer evet dersen bu buhariyi, müslimi Kur'an'a şirk koştuğun anlamına gelebilir. Eğer ki hadisler de korunmuş vahiy dersen ve birbirine çelişik bir ayet ve hadis aynı anda hadis sırf mütevatir diye kabul edersen bunun anlamı şudur ki Allah çelişkili vahiyler indirmiştir demek olur ki bu da mümkün değil ki ayet ile sabittir; "Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı." Belki Kur'an'a uygun bir halde tevillerle hadisleri kabul etmek mümkün olabilir ama bu her hadisi ayet gibi kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmez. Bu yüzden her hadis öncelikle ya zahiren Kur'an'a uyumlu olmalı ya da tevillerle Kur'an'a olan muhalefeti ortadan kaldırılabilmelidir. Böyle muhalif mütevatir hadisleri red etmesem de tevili yapılana kadar da mesafeli dururum. Allahu alem.
 
A Çevrimdışı

abdullah11

Guest
Biraz hadis usulu öğrenirsek kafamızda süpheler kalmayacaktır . hadislerin sadece hz peygamberden alınıp hemen insanlara ulaştığını yada ulaştırıldıgını düşünürsek alkımızda şüpheler olabilir ama hadis usulunü öğrenip hadıslerin bize hangi merhalelerle geldiğini anlarız. nasıl bir titiz calışma yapılmıs görururz . birde bence hadis usulu bilmeyen kardesler bu konuda yorum yapmasa daha iyi olur . yoksa nesh-tedlis-mütevatir derken birilerinin kafasını karıstırabılırız
 
K Çevrimdışı

kelime-i şehadet

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
611 kardesim kusura bakma ama öyle uc bes kirinti sagdan soldan derme catma bilgi ile ilim sahibi oldugumuz "zan"ni ile
ve haddimizi de asan sozler sarf ederek ve cümlenin sonuna da isin icinden sigrilip Allah-u alem diyerek bir yere varamayiz.
Bu cin olmadan adam carpmaya benziyor. Herkes biraz haddini bilecek.
Üzerine alinma uc bes kirinti ilim derken kendimi de bundan müstagni görmüyorum onuda belirteyim.

Bu kadarını söyleyebilmek için ilim sahibi olmaya gerek olmasa gerek. Bunun haddi aşmayla alakası yoktur ve ben her cümlemin sonuna her daim kendimi en bilgili gördüğüm konuda dahi herşeyin en doğrusunu Allah'ın bileceğini düşünerek Allahu alem derim ve demeye de devam edeceğim. Ben haddimi yeterince biliyorum, Allah da beni biliyor.


Mütevatir haber konusunda bu zamana kadar benim bildigim tek bir alim dahi ihtilaf etmemistir ki sana bana ne oluyor.
Süphecilik bir hastaliktir Allah muhafaza bu ne yaa ona suphe ile yaklas buna süphe ile yaklas ...nerede dur diyecegiz.
Biraz teslimet ins.

kardeş alimlerin görüşleri, kanaatleri vahiy değildir. benimkisi şüphe değil halis dini aramaktır. ha sana göre şüpheyse şüphe de ve sırf dinime karşı hassasiyetimden ve titizliğimden ötürü böyle yaftalara maruz kalacaksam da hamd olsun derim, ne diyim?

Kuran'a muhalif mütevatir hadis mis. Nerede? Hangi hadisleri inceledin de Kurana'a aykiri olanini tesbit ettin?
Subhanallah yau insan biraz insaf eder.

Kur'an'a aykırı mütevatir hadis var dedim mi ben kardeş? ama olabilir ve ben de bu olasılıktan bahsediyorum. Sana soruyorum Kur'an ile kütüb-i sitteyi bir tutabilir misin? Bak ben kuraniyyuncu kuradakidincilerden, hanifdostlardan falan değilim onlar hadisleri tamamen red ediyor ama ben her öne gelen hadisi Kur'an'a arz etmeden kabullenmeye karşıyım.
Ben Allah'ın sözünden başka hiçbir söze körükörüne itibar etmem, edemem. Bunun dışında peygamberin sözüne de ancak Allah'ın sözüne uygunsa itibar ederim -ki zaten peygamberin Allah'ın sözüne aykırı bir sözü olması mümkün değildir. Eğer ki böyle birşey çıkıyorsa bu peygambere ait değil Allah'a karşı yalan uyduran, hadis uydurucusu zalimlere aittir. Bu yüzden peygamber adına Allah'a karşı uydurulmuş yalanlara itibar etmem.
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
hadisi seriflerin sahih olanlari ve mutevatir olanlari gunumuz dili yada teknigi ile cok profesyonel denilecek sekilde capraz sorgulama yontemi ile gelmistir.dolayisi ile irdelemek degil iman etmek duser nasihati alan aliralmayan almaz(alamaz)..takdir ALLAH celle celauhu nundur selametle...
 
K Çevrimdışı

kelime-i şehadet

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
redvekabul, ben önce Allah'ın, sonra da Allah'ın yolunda olan (uydurma hadislerle Allah yoluna muhalif gösterilmeyen) peygamberin ve yine bu iki yola tabi olan ashab ve müslümanların yolunda olmaya çalışıyorum. Sen kimlerdensin? Bir de seni tanıyalım. Her korunmamış olan hadisi sırf mütevatir diye neredeyse korunmuş ayete denk tutanlardan, Kur'an'a iman ettiği ve Kur'an'a muhalif olmamak şartıyla hadislere yani Allah ve Rasülü yoluna talip olduğu halde (ehl-i kıble olan) birine tekfiri ima edecek sözler sarf edenlerden misin? eğer öyleysen bizzat sen yanlış yoldasın. Bilmediğimiz konularda alimlere danışırız da o "zikir ehli"nden kasıt sakın kitap ehli olmasın? Tavsiyem felsefe diyip de iman etmeyi cehaletle karıştırma. Yunan filozoflarını ve akıllarını Allah yaratmıştır. Onların tek eksiği vahiysiz olmalarıydı. Allah bilir belki de onların birçoğu fetret devrine yaşamıştır. Belki tebliği ulaşsaydı senden benden mümin olabilirlerdi. Hem unutma ki; "Akıllarını güzelce kullanmayanları Allah pislik içinde bırakır!"
 
Üst Ana Sayfa Alt