Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hadis Terimleri Sözlüğü - M Harfi Ile Başlayan Terimler

H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
M
Mâ Akrabe Hadîsehu
Mâ Alâ Şarti Muslim
Mâ Alâ Şartihimâ
Mâ Alâ Şarti'l-Buhârî
Mâ A'lemu’ Bihî Be'sen
Ma'dinu'l-Kizb
Mahalluhu's-Sıdk
Mahfuz
Mahrec
Mahrecuhu Ma'rûf
Mahv
Makbul
Makbul Âhad
Maklûb
Maklûbu'l-İsnâd
Maklûbu'l-Metn
Makrûnen
Maktu
Ma'kûs
Ma'lûl
Ma’mûl Bih
Ma'nen Mütevâtir
Ma'nen Rivayet
Ma'nevî Tevatür
Ma'ruf
Masnû
Matrûh
Matrûhu'l-Hadîs
Mat'ûnun Fîhi
Mebde
Mebde'u's-Sened
Mecâlis
Mechûl
Mechûlu'l-Adâle
Mechûlu'l-Ayn
Mechûlu'l-Hâl
Mechûlu'z-Zât
Meçhulün
Meclis
Mecruh
Medhûl
Meğâzî
Me'hûz Bih
Me’mûn
Men Mislu Fulân
Menâkib Ve Mesâlib
Menba'ul-Kizb
Menferede Bihî Müslim
Men'ferede Bihi'l-Buhârî
Mensûh
Menşe'
Menşe'u's-Sened
Merâsîlu's-Sahâbe
Merâtibu'l-Cerh
Meratibu's-Sahîh
Merâtibu't-Ta'dîl
Mercûh Aleyh
Merdûd
Merdûd Âhad
Merdûd Şaz
Merdûdu'l-Hadîs
Merfû
Merfû' Hükmen
Merfû' Mürsel
Merfû'an
Mervî
Merviyyat
Merviyy Anh
Mesânîd
Mesmû'ât
Mesrûk
Mestûr
Me'sûr
Meşayih
Meşhur
Meşhur Âhad
Meşihat
Meşkûk
Meşyeha
Metâ'in-i Aşere
Metin
Metruk
Metrûku'l-Hadîs
Metrûkun
Mevâlî
Mevdû'u'l-İsnâd
Mevdu’u’l-Metn
Mevkuf
Mevlâ
Mevlâhum
Mevsûl
Mevzu
El-Mezîd Fi Muttasıli’l-Esânîd
Min Belâyâhu
Min...İlâ
Mine's-Sunne Kezâ
Misle Hadisin Kablehu Metnuhû Kezâ Ve Kezâ
Mislehû
Mislehû Sevâ'en
Mu’addil
Mu’allak
Mu'allel
Mu'allil
Mu'an'an
Mu’an'in
Mu'âsarat
Mubhem
Mubhemât
Mubhemu't-Ta'dîl
Mubtedî
Mubtedi'
Mubtedi'a
Mucâlese
Mucâz
Mucâz Leh
Mucâzât
Mu'cem
Mucevved
Mucîz
Mucma' Alâ Da'fıhî
Mucma' Alâ Terkihî
Muda'af
Mu'dal
Mudebbec
Mudelles
Mudelles Anh
Mudellis
Mudevven
Mudevvenât
Mûdih
Mudrec
Mudrecu'l-İsnad
Mudrecu’l-Metn
Mudric
Mu’en’en
Mu'ennen
Mufîd
Müfredat
Muhaddis
Muhadram
Muhalefet
Muhâlefetu's-Sikât
Muharref
Muharric
Muhbir
Muhkem
Muhmel
Muhtalak
Muhtelefu'l-Hadîs
Muhtelefun Fîhi
Muhtelifu'l-Hadîs
Muhtelit
Mukabele
Mukarebu'l-Hadîs
Mukaribu'l-Hadîs
Mukâtebe
Mukâtebe Makrûne Bi'l-İcâze
Mukâtebe Mücerrede Ani'l-İcâze
Mukill
Mukillîn-i Sahabe
Mukillûn
Muksirîn-i Sahabe
Muksirûn
Mumlî
Munâvele
Munâvele Makrûne Bi'l-İcâze
Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze
Munkatı’
Munker
Munkeru'l-Hadîs
Muntehâ-yı Sened
Muntezihu'l-İsnad
Murselu's-Sahâbî
Mursil
Murû’et
Mürüvvet
Musâ Leh
Musâfaha
Musahhaf
Musannef
Musannif
Musâvât
Muselsel
Müselsel Bi'l-Evveliyye
Müselsel Bi'l-Hilf
Müselsel Bi'l-Kavl
Mûsî
Musned
Musnid
Mustahrec
Mustahrecât
Mustahric
Mustalahu'l-Hadîs
Mustedrek
Mustefîz
Mustemlî
Muşebbeh
Muşeddid
Muşkilu'l-Hadis
Muştebih
Muştebih Maklûb
Mutâba
Mutâba' Aleyh
Mutâba'a Kasıra
Mutaba'a Nâkısa
Mutâba'at
Mutâba'at-ı Kasıra
Mutâba'at-ı Tâmme
Mutâbi
Mutarrahu'l-Hadîs
Mutarrah
Mutekaribu’l-Hadîs
Mu'telif Ve Muhtelif
Mutesâhil
Muteşâbîh
Mutkin
Muttasıl
Muttefekun Aleyh
Muttehem
Muttehem Bi'l-Kezib
Muttehem Bi'l-Vad’
Muttefekun Alâ Terkihî
Müttefik Ve Mufterik
Muvâfakat
Muvâfakati Mukayyede
El-Muvatta’
Muztarib
Muztarıbu'l-Hadîs
Müfesser Cerh
Mülakat
Mürsel
Mürsel-i Hafî
Mürsel-i Sahâbî
Mürsel-i Zahir
Müslim
Mütevâtir
Mütevatir-i Lafzî
Mütevatir-i Ma'nevî
Müzâkere

M
Mâ Akrabe Hadîsehu:
“Hadisi ne kadar (sahihe) yakındır” manasıyla bazı alimlere göre ta'dil lafızlarındandır. es-Sehâvî, ta'dilin altıncı mertebesine delalet ettiğini söylemiştir. Buna bakılarak mâ akrabe hadisehu denilerek adaletine hükmedilen ravinin hadisi, öteki altıncı mertebe lafızlarıyla ta'dil edilen ravi tarafından rivayet edilmiş hadisin hükmüne tabi olur.
Mâ Alâ Şarti Muslim:
Müslim'in sahihlik şartına uyan hadis manasına gelir. Müslim'in, Sahihinde rivayet etmediği ancak koyduğu sahihlik şartlarına uygun hadislere denir. Sahihin altıncı mertebesini oluşturur. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Mâ Alâ Şartihimâ:
İkisinin şartlarına uyan hadisler manasına sahih hadislerin dercelendirilmesinde kullanılan tabirdir. Buharı ve Müslim'in sahihlerine almadıkları ancak bir hadisin sahih sayılması için koydukları şartlara uyan hadisleri ifade eder. Bu kabil hadisler sahihin dördüncü derecesindedir. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Mâ Alâ Şarti'l-Buhârî:
Buhârî'nin sahihlik şartına uyan hadisler anlamında sahih hadislerin derecelendirilmesinde kullanılan tabirdir. Buhârî'nin, sahihine almadığı, ancak sıhhat için öngördüğü şartlara uygun olan hadisleri ifade eder. Böyle hadisler sahihin beşinci derecesindedir. (Bk. Merâtibu's-Sahih).
Mâ A'lemu’ Bihî Be'sen:
“Zararlı olduğunu bilmiyorum” manasına ta'dilin en zayıf derecesine yahutta cerhin en hafifine delalet eden lafızlardandır.
Cerh ve ta'dil lafızlarım ilk defa kategorilere ayıran İbn ebî Hatim ve ona tabi olan İbnu's-Salâhın zikrettikleri ta'dil veya cerh lafızları arasında mevcut olmayan bu lafız ercû en lâ be'se bihî ile birlikte kimi alimlere göre ta'dilin en aşağısıdır. Her iki lafzı cerh lafızlarından addedenler de vardır.
Bununla birlikte el-Irâki'ye göre ercu en lâ be'se bihî, ta'dilde daha yüksektir; çünkü bir ravinin zararsız olduğunun bilinmemesi onun zararsız olma ümidini gerektirmez. 611 Kaldı ki bir kimse için “umarım zararsızdır” demekte “zararlı olduğunu bilmiyorum” demekten ziyade iyiliğine şehadet vardır. 612
Ma'dinu'l-Kizb:
Yalan madeni demektir ve bazı alimlerce ravi' nin cerhedilmesinde kullanılan lafızlardandır, ruknu'l-kizbe denktir ve menba'u'l'kizb lafzı gibidir.
Mahalluhu's-Sıdk:
“Böylesine doğru denilebilir” manasına gelen ta'dil lafızlarındandır. Cerh ve ta'dil lafızlarını ilk defa kategorilere ayıran İbn ebi Hâtimun tertibine göre ikinci, ez-Zehebî'nin tertibine göre üçüncü, İbn Hacer'in tertibine göre ise dördüncü mertebesinde yer alır.
İbn Ebî Hatim, ta'dilin kendi tertibine göre ikinci mertebesinde yer alan bu ve benzeri lafızlarla adaletine hükmedilen ravinin hadisinin yazılabileceğini ancak gözden geçirileceğini söyler. 613
İbnu's-Salâh ise ona hak vererek şöyle der: “İbn Ebî Hatim, hakkında mahalluhu's-sıdk denilen ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir” derken haklıdır; zira ta'dilin (bu) ikinci mertebesine delâlet eden lafızlar, ravinin zabt vasfına işaret etmezler. Bu yüzden hadisleri, zabtının açığa çıkması için gözden geçirilir.” 614
Mahfuz:
Sözlükte hıfzedilen anlamına ismi mef’ul olan mahfuz, hadis usulünde Şazın karşılığına denir. Şâz maddesinde daha geniş şekilde açıklama yapılacağı gibi, kısaca, sika ravinin zabt ve rivayet çokluğu yönünden kendisinden daha üstün ravilerin rivayetine aykın olarak rivayet ettiği hadise şâz denir. Daha üstün ravinin rivayetine ise mahfuz adı verilir.
Misal olarak şu hadis üzerinde durulabilir:
“Sufyân b. Uyeyne-Amr b. Dinar, Avsece, İbn Abbas isnadiyle rivayet edildiğine göre, “Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında bir adam vefat etti. Arkasında azad etmiş olduğu bir köleden başka mirasçı bırakmadı. Allah Resulü (s.a.s) adamın mirasını kölesine verdi.”615
Bu hadisi, Amr b. Dinar'dan Sufyân b. ve Hammad b. Zeyd olmak üzere iki ravi rivayet etmiştir. Sufyân’ın rivayeti gösterilen isnadladır. Oysa Hammad b. Zeyd'in rivayeti Amr b. Dinar, Avsece isnadıyledir ve mürseldir. Bir başka deyişle Hammad b. Zeyd Sufyân’ın mevsul olarak rivayet ettiği bu hadisi İbn Abbas’ın ismini zikretmeksizin mürsel olarak rivayet ederek sika bir ravi olan Sufyan'a muhalefet etmiştir. Böylece Hammad'ın rivayeti şâz olmuştur. Aynı hadisin Sufyân tankından gelen mevsul şekli ise mahfuzdur.
Mahfuz hadis şaz olana nisbetle üstün ve tercihe layık kabul edilmiştir.
Mahrec:
Çıkmak manasına “harace” fiilinin ism-i zaman, ismi mekanı ve mimli masdarıdır. Çıkış yeri anlamına gelir.
Hadis tabiri olarak mahreç bir hadisin menşei yani çıkış yerine denir. Hadisin mahreci bir anlamda ravinin yetiştiği, yerleşdiği yerdir. Söz gelişi bu hadisin mahreci Basradır denildiği zaman o hadisi Basrali bir ravi rivayet etmiş ve oradan yayılmıştır demek olur.
Mahrecuhu Ma'rûf:
Çıkış yeri bilinmektedir karşılığı olup hadisin ilk olarak rivayet edilip yayıldığı yerin belli olduğunu gösteren tabirdir.
Mahv:
Sökükte silmek, mahvetmek manasına gelen “mahâ” fiilinin masdarıdır. Hadis Usulü ilminde hadisleri yazarken yanlış yazılan kelime veya ibarenin çeşitli şekillerde silinmesi mânâsına kullanılır.
Hadis yazanlann dikkat etmeleri gereken hususlardan biri hadis lafızları arasında olmadığı halde yanlışlıkla yazılan veya aksine olduğu halde yine yanlışlıkla yazılmayan kısımların silinmesi veya yazılarak düzeltilmesidir. Bu iş darb, hakk, nıahv şekillerinde yapılır. Bunlardan mahv, yanlış yazılmış olan bir kelime ya da ibarenin parmak ucuyla veya bez parçasıyla silinerek yahutta -hat sanatında çokça uygulanan usulle- dil ucuyla yalanarak yok edilmesidir.
Hadis metnine yanlışlıkla yazılıp da mahvı gereken kısımların kağıdı zedelemeden ve iz bırakmadan silinebilmesi için kağıt ve mürekkebin iyi cinsten olması gerekir. Bilhassa kağıdın saykal olması aranır. Bununla birlikte kağıt ve mürekkeb ne kadar iyi cinsten olursa olsun nıahv yoluyla silindiğinde iz bırakabilir. Bu ise kağıdın kirlenmesine, silinen kısmın üzerine yazılan doğru ibarenin okunamayışına yol açabilir. Hadislerin yazılışına gösterilen bütün dikkat ve itina doğru yazmak gayesine yönelik olduğundan bu kabil ihtimalleri gözönüne alan bazı hadis alimleri mahvı caiz görmemişlerdir.
Makbul:
Kabul ediliş manasına ism-i mef’ul olan makbul, hadis ıstılahı olarak önce İbn Haceri'l-Askalânî'nin tasnifinde haberlerin ilk bölümünü ifade eden bir terim olarak kullanılır. Onun taksimine göre gerek tek rivayet tarikından geldiği için ahâd, gerekse rivayet yollan çok olsun, makbul, umumiyetle, sıhhat şartlarını haiz olduklarından amel edilebilecek durumda olan haberlerdir. Bu tasnife göre, sahih ve hasen makbul haberlerin en önemlileridir.
Makbul, ikinci olarak altıncı mertebede yer alan ta'dil lafızlarındandır. Bu mertebede olan lafızlar ta'dilin en zayıfını gösterir ve cerh sınırına oldukça yaklaşır. Hatta bu mertebede mevcut bazı lafızların ta'dil lafzı değil tercih lafzı olup cerhin en hafifine delâlet ettiğini söyleyen alimler de vardır.
Makbul Âhad:
Bk. Âhad.
Maklûb:
Kalebe (kalbetmek, altını üstüne getirmek) kök fiilinden alınma bir ismi mef ûl olan maklûb, hadis ıstılahında isnadında bir veya birkaç ravinin isimlerini ve yahut metninde mevcut kelime ya da ibarelerin gerek yerlerini değiştirmek, gerekse yerlerine başka kelime ve ibareler koymak suretiyle rivayet edilen hadislere denir.
Bu tarifi biraz daha açmak gerekirse şunları söylemek yerinde olur. Bir hadisi rivayet eden ravi bazen onun senedini oluşturan ravi isimlerinin bazen de metnini teşkil eden kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirerek yahutta yerine başka kelime ya da cümleler getirerek rivayet eder. Eklediği şeyler başka hadisin ibareleri olabilir, yahutta hadisin isnadını bütünüyle kaldırıp başka bir hadisin isnadını getirebilir. Hadisin isnad veya metnini teşkil eden kelime ya da cümlelerin yerlerini değiştirme daha çok hata ile olur.
Hususi tabiriyle kalb denilen kısaca hadisin kelimelerinin yerlerini değiştirme işi tarifden de anlaşılacağı üzere, isnadda veya metinde yapılır. Hadis, eğer isnaddaki kalb yüzünden maklûb ise maklûbu'l-isnâd; metnindeki kalb sebebiyle maklûb hale gelmişse maklûbu'l-metn adını alır. 616
İsnadda kalb, Murra b. Ka'b ismini Ka'b b. Murra şekline getirmek misalinde olduğu gibi ravi ile babasının isimlerinin yerlerini değiştirmek, bir isnadla meşhur olan hadisi bir başka isnadla rivayet etmek, birkaç hadisin isnadlarını değiştirmek şekillerinde olur. Herbiri üzerinde ayn ayrı durarak misaller verelim.
Hadisin senedini teşkil eden ravinin kendi ismi ile babasının ismini takdim-tehir suretiyle rivayet etmekle oğul baba; baba oğul durumuna düşer. Hadisi rivayet eden ravi değişmiş olur. Eğer yer değiştirme sonunda hadisi rivayet edenin babası iken, ravi durumuna düşen kimse mechûl biri ise hadis cehalet yüzünden en azından zayıf durumuna düşer.
Bir isnadla meşhur olan hadisi, garâib arasında olması ve muhaddislerin ilgisini çekmesi için, bir başka isnadla rivayet daha çok aşın yalancı, zayıf ravilerin baş vurdukları yoldur. Böyleleri söz gelişi hadis Salim b. Abdillah'dan rivayetle meşhurken Nâfi'den rivayet edilmiş olarak veya Malikten rivayet edilmekle meşhur olanı Ubeydullah b. Ömer'den nakledilmiş gibi gösterirler. Hammad b. Amr en-Nasîbî, Ebu İsmail İbrahim b. Ebî Hayye, Behlul b. Ubeyd el-Kindî, bu işi yapanlardandır. İbn Dakîki'l-İyd hadisleri böyle rivayet etmenin hadis sirkati olduğunu söyler. Meselâ, Hammâd b. Amrı'n-Nasîbî, A’meş-Ebu Sâlih-Ebu Hureyre isnadı ile şu merfu hadisi rivayet etmiştir.
“Yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman onlara önce siz selam vermeyiniz.” Bu hadisin meşhur olan isnadı aslında Süheyl b. Ebi Salih - Ebu Salih - Ebu Hureyre şeklindedir. Hammâd b. Amr en-Nasîbi Süheyl yerine el-A’meş'i koyarak rivayet etmiştir. 617Böylece aslında sahih olan hadis maklûb hale gelmiştir.
İsnadda kalb bazen kasıtlı olarak değil de ravinin gaflet ve hatası ile meydana gelir. Bu halde de ravisinin gafleti yüzünden maklûb hale getirdiği isnadla rivayet ettiği hadis de maklûbu'l-isnâd sayılır. Şu hadis böyle maklûba misaldir:
“Namaz için ezan okunduğu zaman (veya kamet getirildiği zaman) beni (evimden çıkarken) görmedikçe ayağa kalkmayınız.”
Bu hadis esas itibariyle muhaddisler arasında Yahya b. Ebî Kesîr-Abdullah b. Ebî Katâde-Babası-Hz. Peygamber (s.a.s) isnadıyla meşhurdur. Nitekim Müslim ve Nese'î bu snadla rivayet etmişlerdir.618
Böyle iken Cerir b. Hâzim adındaki ravi aslında Haccâc es-Sawâf tan işittiği bahis konusu hadisi Sâbit'ten rivayet ettiğini zannederek ondan rivayette bulunmuştur. Bunu, Hammâd b. Zeyd şöyle anlatmıştır: Cerîr ile birlikte Sâbit'in yanında bulunuyorduk. Haccâc es-Savvâf da orada idi. Haccâc bize Yahya b. Ebi Kesîr'den Abdullah b. Ebî Katâde tarîki ile bu hadisi rivayet etti. Oysa Cerîr, sonradan hadisi Sâbit'in rivayet ettiğini sanarak ondan rivayette bulundu.” 619
Metin yönünden maklûba gelince, yukarda da değinildiği gibi, metni oluşturan kelime ya da cümlelerin yerleri değiştirilmek suretiyle maklûb olan hadisdir. Misal olarak şu hadisler üzerinde duralım.
Hubeyb b. Abdirrahman halası Uneyse bint Hubeyb'den merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir:
“(Sahurda) İbn Ummi Mektüm ezan okuduğunda yiyin, için. Bilâl ezan okuduğu zaman ise yemeyin, içmeyin.”620 Bu hadisin İbn Ömer ve Âişe rivayeti şöyledir.
“Bilal geceleyin ezan okur. Ezanı o okuduğu zaman, İbn Ummi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyin için.” 621
Ebu Davud ve İbn Mâce hariç tutulursa elde mevcut geçerli hadis kaynaklarında mevcut bu rivayetler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber Bilâl'ın geceleyin, yani erken ezan okuduğunu;-onun ezan okuması üzerine sahur yemeğinin kesilmemesini; İbn Ümmi Mektum ezan okuyasıya kadar yeme içme vaktinin uzatılmasını söylemiştir. Buradan anlaşıldığına göre İbn Ümmi Mektum ezanı geç okumaktadır ve o okuyuncaya kadar sahur yemeği devam edecektir. Oysa ilk rivayette kalb yapıldığı, yani Bilâl ile İbn Ümmi Mektum'un yerleri değiştiği zaman hadisin esprisi değişmiş, durum aksine olmuştur. Bununla birlikte İbn Hibbân ile İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektum'un sıra ile bazan önce biri sonra diğeri; bazen de aksine ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline göre tevile giderek iki hadisin arasını te'lif çalışarak Uneyse hadisinin maklûb olmadığını söylemişlerse de 622İslâm âlimlerinden bu yoruma katılan olmamıştır.
Hz. Peygamberin, kıyamet günü yedi sınıf insanın Cenâb-ı Hakk'ın (arşının) gölgesinde barınacağını bildiren veciz bir hadisi vardır. Bu hadisin altıncı fıkrası şöyledir.
“Sadaka veren; sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar (sadakasını) gizleyen kimse” şeklindedir. 623Bu kısmı Müslim ravilerinden birisi değiştirerek şu şekilde rivayet etmiştir:
“(Altıncısı) sadaka veren, sol elinin verdiğini, sağ eli bilmeyecek kadar sadakasını gizleyen kimse...” 624
Hz. Peygamber Mü’minlere bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmalarını, buna karşılık emrettiği bir şeyi güçleri yettiğince yapmalarını emrettiği şöyle bir hadisleri vardır.
“Size bir şeyi yasak kılmışsam ondan kaçınınız; emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiğince yerine getiriniz.” 625Bu hadisi et-Taberânî şöyle rivayet etmiştir:
“Size bir şeyi emrettiğim zaman onu yapınız. Bir şey yasakladığım zaman da ondan gücünüzün yettiğince kaçınınız.” 626Bu hadis de emir ve nehiy fıkralarının yer değiştirmesiyle maklub olmuş ve görüldüğü gibi sahih rivayetlerdeki emirlerin yerine getirilmesindeki güç yetmesi kaydı, nehylerden kaçınmaya bağlanmıştır.
Gerek isnadındaki gerekse metnindeki kalb sebebiyle meydana gelen maklûb hadisler, ravilerin zabt kusurundan doğar. Zabt kusuru ise ravinin cerh sebebleri arasında önemli bir yer tutan gaflet ve galatla alakalıdır. Her ne sebepten olursa olsun ravinin rivayet hatası sonucu meydana gelen maklûb hadisler, umumiyetle zayıf addedilirler, el-Hattâbî'ye göre maklûb, zayıf hadisler içinde ön sıradadır ve mevzudan sonra gelir. ez-Zerkeşî'ye göre de isnadında inkitadan başka sebeplerle zayıf sayılan hadisler yedi gruptur. Bunların en fenası mevzu, sonra mudrec, sonra da maklûbdur. 627Bununla birlikte isnaddaki sika bir ravi isminin sehv sonucu kalbedilmesiyle meydana gelen maklûbu'l isnad olan hadis hiç bir zaman sahih veya hasen olmaktan çıkmaz. Bu itibarla maklûb hadisin zayıf sayılması hükmü, denilebilir ki daha çok maklûbu'1-metn üzerindedir. Hadis metnindeki kelimelerin yerlerini değiştirmek bir bakıma Hz. Peygamber (s.a.s)'in kasdettiği mana dışında şeylerin onun ağzından söylenmesidir. Bu yüzden maklûbu'l-metnin asimi yani maklûb rivayetten önceki şeklini belirleyip onu esas almak gerekir.
Maklûbu'l-İsnâd:
Bk. Maklûb.
Maklûbu'l-Metn:
Bk. Maklûb.
Makrûnen:
Yakın olarak demektir. Bazı ravilerin, zayıf hadislerini sika olarak tanınmış bir ravinin hadisiyle birlikte zikrederek ona adeta kuvvet kazandırmak istemesi gibi bir uygulamaya denir.
Maktu:
Kesmek, kat etmek anlamına gelen “Kata'a” kök fiilinden ismi mefûl olup kesilmiş, kesik demektir. Hadis Usulünde sahâbe'den sonraki tâbi'î lerin sözleri veya fiilleridir. Bir diğer ifadeyle maktu hadis, isnadı tabiiye kadar uzanan, tâbi'îde kalarak daha ileri gidemeyen hadistir. Kısacası, tabiilerden gelen ve onlara ait sözlerden veya fiillerden ibaret haberlere umumiyetle maktu adı verilmiştir. Muhammed b. Sîrîn'in şu sözü maktû'ya güzel bir misaldir.
“Şu hadis ilmi yok mu, dindir din. O halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.” 628
İbnu's-Salâh'ın kaydettiğine göre, maktu. İmam Şâfi'î ve ed-Dârekutnî tarafından isnadı muttasıl olmayan munkatı manasına kullanılmıştır. Ne var ki her iki âlimin maktu' ıstılahını, hadis ıstılahlarının alimler arasında iyiden iyiye yerleşmeye başlamasından önce isnadı muttasıl olmayan munkatı' manasına kullandıkları anlaşılmaktadır; zira hadis istılahları istikrar kazanınca maktu yukarıda verilen mânâsına, munkatı ise Hz. Peygambere nisbet edilmekle birlikte isnadında inkıta bulunan hadisler manasına kullanılmıştır. Nitekim el-Hatîbu'l-Bağdâdi, el-Câmi isimli eserinde tâbi'ilere alt bazı rivayetleri naklettikten sonra “Bu maktu hadislerdendir” demiş, dit yerde de maktu hadisler, isnadı tabiîlerde kalanlardır” tarifini vermiştir.
Hadis ıstılahlarını istikrar kazanmış manalanyla tarif eden İbnu's-Salâh, maktu ile munkatı ıstılahlarının aynı olmadığına işaret etmekte; maktûnun Ayrıca ele alacağı munkatı'dan ayrı olduğunu açıkça belirtmektedir. 629
Ma'kûs:
Aksine döndürülmüş, tersine çevrilmiş manasına ism-i mefûl olan bu kelime el-Bulkînî'nin baş tarafı sonuna, son tarafı ise başa kalbedilmek suretiyle meydana gelen maklübu'1-metn hadise verdiği hususî isimdir. 630
Ma'lûl:
Hastalanmak manasına “aile” kök fiilinden ismi mefûl olan ma'lûl, el-Buhârî, et-Tirmizî, el-Hâkimu'n-Nisâbûrî ve ed-Dârekutnî başta olmak üzere bazı hadis alimleri tarafından mu'allel yerine kullanılmış bir ıstılahtır. 631
Görünüşte, sahih olan, ancak aslında sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusur taşıyan hadise ma'lul denmesinin isabetli olmayacağını söyleyen alimler vardır. Bunlara göre hadise sıhhatini kadh eden (kemiren, içinden göynüten) bir illetin isabetini ifade etmek için ma'lul tabirini kullanmak hatalı olduğu gibi yerinde de değildir. Onun yerine hiç değilse hadise illet isabet ettiğini dikkate alarak i'lâlin ism-i mefûlü olan mu'al tabirini kullanmak daha doğru olacaktır. Kaldı ki rubai mezid bir fiil olan “e'alle”nin ismi mefûlü kıyasen ma'lul değil, mu'all gelir. Lügat yönünden illetli hadisleri en iyi ifade eden ıstılah, bir şeyle oyalamak, avutmak manasına aynı kökten Tef’il babında ism-i meful olan mu'alleldir. 632Ayrıca ma'lul, sözlükte devenin tekrar suvarılması manasında kullanılan “aile” kök fiilinin ismi mef’ulüdür. Dolayısıyla illetli hadisler için kullanılması hatadır. 633
Ma'lul tabirinin illetli hadisler için uygun bir ıstılah olmadığını ileri sürenlere karşılık bu tabirin kullanılmasında mahzur olmadığı görüşünde olanlar ve kullandıkları bu tabirinin yerinde olduğunu söyleyerek savunmasını yapanlar da vardır. Bunlara göre “aile” fiili sözlükte bir şeye illet isabet etmesini ifade etmekte de kullanılır. Buna göre bazı rau-haddislerin illetli hadisi ma'lûl ıstılahı ile ifade etmeleri fiilin bu manasından alınmadır. Dolayısıyla hatalı değildir.
Ma’mûl Bih:
Kendisiyle amel edilen manasına gelen bir tabirdir ve özellikle Sahabe ve Tâbi'în dönemlerinde hükmü uygulanmış hadise denilmiştir.
Ma'nen Mütevâtir:
Bk. Mütevatir.
Ma'nen Rivayet:
Bk. Rivayet bi'1-Ma'na.
Ma'nevî Tevatür:
Bk. Tevatür.
Ma'ruf:
Pek çok hadis terimi gibi ismi meful ölçüsünde gelen bir kelime olan maruf bilinen nesne demektir. Hadis uisulünde terim olarak münker yahut şâz merdûd bahislerinde ayrıca tanıtıldığı gibi kısaca zayıf bir ravininin sika raviye aykırı rivayetidir. Münker bu olnuca onun karşılığı olan ma'ruf, zayıf ravinin aykırı olarak rivayet ettiği sika ravinin hadisi olmaktadır. Tarifi daha iyi anlayabilmek için misal üzerinde duralım.
İbn Ebî Hatim, Hubeyyib b. Habib-Ebu İshâk Ayzâr b. Hureys-İbn Abbas isnadıyle Hz. Peygamberden şöyle bir söz rivayet etmiştir:
“Kim namaz kılar, malının zekâtını verir, hacceder, Ramazan orucunu tutar ve misafirini ağırlarsa Cennet'e girer.” Bu hadis İbn Ebî Hâtim'e göre münkerdir; zira diğer sika ravilerin Ebu İshak tarîkından gelen rivayetleri mevkuf dur; yani İbn Abbas'ın sözüdür. Misalimizde Hubeyyib b. Habîbin isnadı Hz. Peygambere kadar ulaşan (merfu); rivayeti ise münker olduğuna göre. İbn Abbas'a ait mevkuf bir söz olarak Ebu İshak tarîkından gelen rivayet ma'ruftur.
Denilebilir ki ma'ruf bir bakıma kendisinde hadisin münker veya merdûd şâz oluşuna yol açan sebep bulunmayan sika ravinin rivayeti olarak da görülebilir.
Ma'ruf tabirinin az da olsa, bazı muhaddisler tarafından meçhul karşılığı olarak da kullanıldığı görülmektedir. Bir ravinin ma'ruf olması en özlü ifadesiyle, hadis alimlerince hadis rivayeti ile meşgul olan bir kimse olarak tanınmasıdır.
Masnû:
Yapma, yapmacık ve düzme anlamına gelen bu kelime, terim olarak tamamen mevzu yerine kullanılmıştır.
Matrûh:
Kelime olarak “atılmış” manasına ism-i mefûl'dür. Hadis terimleri arasında ez-Zehebî'nin zayıftan aşağı ve mevzudan yukarı olarak nitelediği bir çeşit zayıf hadis ismi olarak geçer. Anlaşıldığına göre metruk karşılığıdır.
Bununla birlikte aynı kelime kimi alimlerce cerh lafzı olarak da kullanılmıştır.
Matrûhu'l-Hadîs:
“Hadisi atılmıştır” anlamıyla ez-Zehebî'nin taksiminde cerh lafızları arasında yer alır. 634Metrûku’l-hadîse denktir.
Mat'ûnun Fîhi:
“Ta'anû fîhi tabiri ile birlikte aynı manaya gelir. İkisi de “hakkında ta'n edenler var” demektir ve cerh lafızlarındandır. Cerhin en hafifi olan birinci mertebe lafızlara el-Irâkî'nin eklediği lafızlar arasında yer alır.
Cerhin ilk mertebesi ta'dil sınırına oldukça yakındır. Hatta bazı âlimler ta'dilin altıncı mertebesindeki lafızları cerhin ilk mertebesinde sayarlar. Bu itibarla “ma'unun fihi” raviyi adaletten düşürmeyen hafif bir cerh lafzı kabul edilir.
Mebde:
Bk. Evvelu's-Sened.
Mebde'u's-Sened:
Bk. Evvelu's-Sened.
Mecâlis:
Bk. Meclis.
Mechûl:
“Bilinmeyen, meçhul” manasına ism-i mef’ûl olan mechûl tabiri hadis ıstılahı olarak iki ayn yerde kullanılır.
Bunlardan birincisi gerek kimliği, gerekse adalet durumu bilnmeyen ravilere denir. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre muhaddisler nazarında mechûl, kendisi ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis alimlerinin tanımadığı, hadisleri sadece bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. Söz gelişi Amr b. Zîmur, Cebbâru't-Tâî, Abdullah b. Eğari'l-Hemedânî, Heysem b. Haneş, Mâlik b. Eğar, Sa'îd b. Zî-Huddân, Kays b. Kerkem, Hamr b. Mâlik meçhuldürler; zira bütün bu zatlardan Ebu-îshak es-Sebî'îden başka hadis rivayet eden olmamıştır. Aynı şekilde Sem'ân b. Muşennec, el-Hezhâz b. Mizen de meçhullerdendir. Bunların da eş-Şa'biden başka ravileri olduğu bilinmemektedir. Bekr b. Karvâş, Hallâm b. Cezel de Ebu't-Tufeyl Amr b. Vâsile'den başka ravileri olmadığından meçhuldürler. Yezid b. Suhaym'dan Hilâs b. Amr'dan, Çeri b. Kuleyb'den Katâde b. Diâme'den başka rivayette bulunan olmamıştır. 635Bu sebeple onlarda meçhuldürler.
Görülüyor ki muhaddislere göre bir ravinin kendisinden rivayette bulunan bir tek ravisinin olması, onun meçhul kabul edilmesi için yeterli sebeptir.
Yine el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre böyle meçhul ravilerden cehaletin kalkmasının asgari şartı, Hadis ilminde şöhret yapmış iki ve daha fazla ravinin kendisinden rivayette bulunmasıdır. Nitekim Muhammed b. Yahya “bir raviden iki kişi rivayette bulunursa ondan cehalet kalkar” demiştir. Şu da var ki, meçhul bir raviden iki kişinin rivayette bulunması halinde o ravi meçhul olmaktan çıkarsa da cehaletten çıkmakla adalet hükmü sabit olmaz. 636
Bununla birlikte el-Hatîb'in devam ederek kaydettiğine bakılırsa aksine kail olanlar, yani iki ravinin rivayette bulunmasıyla cehaletten kurtulan ravinin adaletinin sabit olacağı görüşünde olanlar da vardır. Bu görüşte olanlar, bir raviden adaleti bilinen birinin rivayette bulunmasının onun adaletine hükmetmek olacağı görüşünden hareket etmişlerdir. Bu görüşün batıl olduğuna şüphe yoktur; zira adil olduğu bilinen ravinin hadis rivayet ettiği kimsenin adaletli olup olmadığını bilmemesi imkân dahilindedir. Buna göre ondan rivayette bulunmuş olması onun adaletine hükmetmek sayılamıyacağı gibi sadık olduğunu haber vermek manasına da gelmez. Aksine ondan çeşitli maksatlarla rivayette bulunmuş olabilir. Nasıl olmasın ki sika ve adil hadiscilerden bir grup kimi şeyhlerden öyle hadisler rivayet etmişlerdir ki, bunların bir kısmını naklederken durumlarının memnuniyet verici olmadığını bildikleri halde hallerini söylemekten çekinmişler; bir kısmında da rivayette yalan söylediklerine, görüşlerinin ve tuttukları yolun bozuk olduğuna şahitlik etmişlerdir.” 637Şu hale göre adil bir ravinin meçhulden hadis rivayet etmiş olmasını onun adaletine hükmetmek için yeterli sebep olarak görmeye imkân yoktur.
Bir rivayette münferid kalan, rivayetleri diğer bir tarîkdan kuvvet bulmayan mechûl üç kısımdır. Birincisi, adaleti meçhul olanlardır ki bunlara mechûlu'l-adâle denir. Adaleti meçhul olan ravinin hadisi ile ihticac edilmez.
İkincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde bâtınen adaleti meçhul olanlardır. Bunlara da mechûlu'1-hâl veya mestur adı verilir.
Üçüncüsü ise kendisinden rivayette bulunan tek raviden başka hiçbir muhaddis tarafından tanınmayanlardır. Böyle meçhullere de mechûlu'1-ayn veya mechûlu'z-zat denir.
Mechulün ilk kısmının hadisleri ile amel edilmeyeceği konusunda âlimler görüş birliğine varmışlardır. Mechulün son iki kısmının rivayetinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda ise, ihtilaf meydana gelmiştir. Bu manada meçhulün karşılığı, bazı hadis alimlerine göre, ma'ruftur.
İkinci olarak “mechulün” cerh lafızlarındandır. Cerhin üçüncü mertebesine delâlet eder. Hakkında meçhulün denilen raviler büsbütün terkedilmez. Hadisleri i'tibar için yazılırsa da ihticaca yarar kabul edilmez.
Mechûlu'l-Adâle:
Muhaddislerce tanınmadığı, kendisi ilim talebiyle meşhur olmadığı, hadis alimlerini bilmediği, hadisleri sadece bir tek şahıs cihetinden geldiği için meçhul addedilen ravilerin kısımlarındandır. (Bk. Mechul).
“Adaleti mechûl” manasından da anlaşılacağı gibi mechulu'l-adâle olan ravi önce adalet durumu bilinmeyen ravidir. Rivayeti ister tek hadise münhasır kalsın, isterse bir kaç hadis rivayet etmiş olsun adaletli olduğu bilinmeyen ravi mechulü'1-adaledir.
Adaleti meçhul bir ravi, Hadis ilminde şöhret sahibi olan en az iki ravinin kendisinden rivayette bulunmasıyle her ne kadar meçhul olmaktan kurtulursa da bununla adaleti sabit olmaz. Yine mechûlu'l-adale olarak kalır; zira kaide olarak bir ravinin adaleti kendisinden iki veya daha fazla kimsenin rivayette bulunmasından ziyâde, hadis imamlarının veya cerh ve ta'dil âlimlerinin adaletli olduğunu söylemeleriyle anlaşılır. 638
Mechûlu'l-Ayn:
Mechûlu'z-zât da denir. Her ikisi de kendisi meçhul manasınadır. Rivayette infirâd etmesi yüzünden mechûl sayılan raviye denilmiştir.
Meçhul maddesinde söz konusu edildiği gibi, sadece bir ravinin kendisinden rivayette infirad ettiği; bu sebeple mechül addedilen raviler üç kısımdırlar. Mechûlu'1-ayn bunlardan üçüncüsüdür ve tek ravisinden başka hiç bir ravi veya hadis âlimi tarafından bilinmeyen kimsedir.
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre Mechûlu'l-ayn hadis âlimlerince bilinmeyen, hadisi yalnızca bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. İbn Abdilber de aynı görüştedir. Ona göre de, kendisinden yalnız bir ravi hadis rivayet etmiş kimse hadis âlimlerince mechûlu'1-ayn dır.
Mechûlu'l ayn mubhem hükmünde olup, hadis âlimlerinin ve fakihlerin cumhuruna göre makbul değildir. Hadisleri alınmaz. Bununla birlikte rivayetin kabulü için müslüman olmayı yeterli görüp bundan başka şart aramayanlara göre mechûlu'l-aynın rivayetleri makbuldür. Bu konuda üçüncü bir görüş daha vardır. Buna göre ise mechûlu'l-aynın rivayetleri eğer Abdurrahman İbn Mehdî, Yahya b. Sa'id el-Kattân gibi yalnızca adalet sahibi kimselerden rivayet etmekle tanınan bir ravi kendisinden rivayette infirâd etmişse rivayetleri kabul edilir. Kendisinden rivayette tek kalan ravi bu özellikte değilse mechûlu'l-ayn’ın rivayeti makbul addedilmez.
İbn Hacer de en doğru görüş kaydıyla buna yakın bir görüş ileri sürer. O'na göre mechûlu'1-ayn'dan rivayette teferrüd eden ravi cerh veya ta'dile ehil birisi ise onun tezkiyesiyle, değilse onun dışında cerh ve ta'dile ehil olan birinin tezkiyesiyle mechûlul-ayn’ın rivayeti kabul edilir. Aksi halde edilmez. 639
Mechûlu'l-Hâl:
Sadece bir tek ravisi olduğu için (mukill) meçhul kalmış iken ismini açıklayarak iki veya daha fazla adalet sahibi ravinin rivvayette bulunduğu ancak ne kendisinden rivayette bulunanlar ne de başka kismeler tarafından terkiye ve tevsik edilmemiş raviye mechûlu'1-hal veya mestur denir.
Mechûl maddesinde söz konusu edildiği gibi, bir tek ravinin kendisinden rivayette infirâd ettiği ve bu yüzden meçhul addedilen raviler üç kısımdır. Bunlardan ikincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde gerçekte adalet yönünden meçhul kalanlardır. Böyle meçhul ravilere mechûlu'l-hâl veya mestur adı verilir.
Mechülu'l-hâl'in iki veya daha fazla ravi tarafından hadisleri rivayet edildiği halde mestur kalması adalet durumunun belli olmayışıdır.
Bir ravinin kendisinin veya halinin bilinmesi hadis ilminde farklı mütalaa edilir. Buna göre mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasında fark vardır. Bu fark ilkinin iki veya daha fazla kişinin rivayet etmesiyle meçhul olmaktan çıktığı halde adalet yönünden halinin meçhul kalması, ikincisinin ise kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunmasından ötürü hem şahsının hem de adalet durumunun meçhul kalması itibariyledir.
İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre mechûlu'1-hâl ravilerin rivayetleri merduddur; zira rivayetin kabulü için ilk şart ravisinin adaletli olduğu zannının bulunması gerekir.
Buna karşılık bir kısım İslâm âlimleri mechûlu'1-hâl veya mesturun rivayetinin kabul edileceği görüşündedir. İmam-ı A'zam, mesturun rivayetini kabul edenler arasındadır. İbn Hibbân ile Şafiî âlimlerden Selim er-Râzî de mesturun rivayetinin kabul edileceği görüşünde olanlardandır. Onlara göre bir ravinin adaletli olması için hiç bir kimse tarafından cerh edilmediğinin bilinmesi kafidir. Bununla birlikte raviler hakkında verilecek hüküm, haklarında cerhi gerektirecek bir durum açığa çıkmadığı sürece, kendilerini adaletli saymaktır. Herkes zahiri bilmekle mükelleftir. Hiç kimse cerhi gerektiren hali bilmekle mükellef değildir. Bu konuda Yüce Allah mealen “kimsenin kusurunu araştırmayınız” 640buyurmuştur. Kaldı ki bir ravinin adaletli olduğunu haber vermek kadar adaletsiz olduğuna hükmetmek de iyi zanna dayanır. Zannın bazıları ise günahtır. Ayrıca bir insanın adaletli olup, olmadığını bilmek ekseriya imkânsız olduğundan yalnız zahirdeki adaleti ile yetinmek gerekir. Cerh bulunmamakla birlikte bu adalet iyi zanna binaen mevcut addedilmek gerekir. Nitekim İbnu's-Salâh bu konuda “meşhur hadis kitablarının çoğunda hayli zaman önce ölmüş ve iç yüzlerini araştırmaya imkan kalmamış bir çok ravi hakkında bu görüşe göre hareket edilip dışardan görünüşleriyle yetinilmişe benziyor” demiştir.
Bazı alimlere göre İmam-ı A'zam mesturun rivayetini kabul etmesi, müslümanlann ekseriyetinin adalet sahibi olduğu devirde yaşamış olmasından dolayıdır. Sonraları ise insanlar arasında fısk galip geldiğinden mechûlu'1-hâl ile mesturun rivayetlerini tezkiyesiz kabul etmemek zaruri hale hale gelmiştir. Nitekim İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammedde şehadetin mesturun tezkiyesinden sonra kabulüne kail olmuşlardır.
Bu ihtilafın özü şuna varır ki, Sahabe, Tâbi'în ve Tebe'ut-tâbi'înden mestur olanların rivayetleri makbuldür. Ancak diğerlerinin rivayetleri tevsik ve tezkiye vaki olmadan kabul olunmaz.
Mechûlu'l-hâlîn rivayetlerinin kabulü konusunda üçüncü bir görüş daha vardır ki buna göre mestur raviden rivayet edenler şayet sadece adaletli ravilerden rivayet eden kimselerse mesturun rivayeti makbuldür; değilseler makbul addedilmez. 641
Mechûlu'z-Zât:
Bk. Mechûlu'1-Ayn.
Meçhulün:
Bk. Meçhul
Meclis:
Oturmak karşılığı “celese” kok fiilinden alınma ism-i mekândır ve oturacak yere denir. 642Çoğulu Mecâlis gelir.
Hadis terimi olarak, hadis okunan ve imlâ ettirilen oturumlara denilmiştir. Belli bir kitabın okunduğu, hadis meselelerinin öğrenildiği derslere denildiği de olur.
Mecruh:
Cerhedilmiş raviye denir. Cerh ve ta'dil alimleri tarafından cerhin herhangi bir mertebesinde yer alan lafızlarla hakkında tecrih hükmü verilmiş ravi mecruh addedilir.
el-Hâkimu'n-Nisâburî'ye göre mecruh ra-viler on tabakadır. En ağır cerhle mecruh olanlardan başlamak üzere şunlardır:
1. Hz. Peygamberin ağzından yalan uyduranlar: Hz. Peygamber (s.a.s) birçok sahabîden bazı âlimlere göre yüze yaklaşan tarîk ve vecih den rivayet edilen sahih ve meşhur hadisinde “benim ağzımdan yalan uyduranlar Cehennemdeki yerlerine hazırlansınlar” buyurmuş olmasına rağmen bu büyük günahı işleyenler olmuştur. el-Muğîre b. Sa'îd el-Küfî, Ebu Abdirrahim el-Kûfı, Muhammed b. Sa'îd (el-Maslûb) es-Şâmî gibi zındıklar bunlardandır. Bu âlim özentileri hadis uydurmuşlar; müslümanların kalblerine şüphe sokmak üzere uydurdukları sözleri halk arasında hadis olarak yaymışlardır. Öteki hadis uydurma sebepleriyle Hz. Peygamber (s.a.s)'in mübarek ağzından yalan uyduranlar da bu gruptandır.
2. Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait meşhur hadislerin bilinen isnadından başka isnad uydurarak kimsenin bilmediği hadisleri biliyor görünme sevdasında olanlar: Mekkeli İbn Hayye lakabıyla tanınan ibrahim İbnu'l-Yese'a gibi ki Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık, Hişâm b. Urve gibi meşhurlardan hadis rivayet eder birinin isnadını ötekine bindirirdi.
3. İlim sahiplerinden bir kısmı: Bunlar, İbrahim b. Hudbe misali kendileri doğmadan önce vefat etmiş kimselerden rivayette bulunarak rivayet ilmine büyük kötülükleri dokunmuş olanlardır.
4. Sahih olarak rivayet ettikleri sahabe sözlerini ‘mevkûf’ isnadını Hz. Peygamber'e ref ederek ona ait sözlermiş gibi (merfu) nakledenler; Muvatta ravisi ve İmam Mâlik ashabının en son vefat edeni olan Ebu Huzâfe Ahmet b. İsmail es-Sehmî gibi. “Şafak ufukta kızıllığın görünmesinden ibarettir” sözünü Mâlik'den Nâfi-İbn Ömer isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olarak rivayet etmiştir. Oysa aynı hadis el-Muvatta da İbn Ömer'e ait mevkuf bir hadis olarak zikredilir. Yahya b. Sellam el-Basrî de öyledir. O da Mâlik-Vehb b. Keysân -Câbir isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s) 'e ref ederek onun “Fatiha okunmayan bütün namazlar eksiktir. İmam arkasında olunduğunda müstesna” dediğini rivayet etmiştir. Oysa bu hadis de el-Muvatta'da Vehb b. Keysan tarikiyle rivayet edilmiş Câbir b. Abdillah'in sözü (mevkuf) olarak geçer. 643
5. Tâbi'îlerden rivayet ettikleri maktu hadisleri mürsel veya kendiliklerinden ekledikleri sahabi adıyla mevsul olarak rivayet edenler: Bu gruptakilere İbrahim b. Muhammed el-Makdisî misal verilebilir. Bu zât el-Firyâbi, es-Sevri, eî-A’meş, Ebu Zubyan, Selmân isnadiyle hadis rivayet eder. Oysa aynı hadis el-A’meş'in kitabında İbrahim en-Nehaî'nin mürseli olarak görülür.
6. Daha çok ibadete düşkün, sâlih, abid ve zahid kimseler oldukları halde hadis hıfzına, hadisde itkana önem vermeyerek rivayeti hafife alanlar: Bu tabakadan olanlar pek çoktur. Ekseriyetini zahidler ve abidler oluşturur. Sabit b. Musa gibi. Bir gün el-Müstemlî önde, Kadı Şerik b. Abdillah'ın meclisine gider. Şerik “haddesenâ'l-A’meş, an Ebî Sufyân An Câbir, Kale, kale Resulullah (s.a.s) dediği içeri girer. Şerik isnadını böylece zikrettiği hadisin henüz metnini söylememiştir. O anda Sabit b. Musa'ya bakarak “geceleri çokça namaz kılanın gündüzleri yüzü fazlaca nurlu olur” der. Bununla Sâbit'in zühd ve verasını kasdetmiştir. Oysa Sabit, Şerîk'in bu sözleriyle daha önce söylediği isnadla Hz. peygamber (s.a.s)'e ait merfu bir hadis rivayet ettiğini zanneder. Ona ait bu sözleri bu vecihdert başka aslı olmayan merfu bir hadis olarak rivayet eder. Aynı hadis sirkate maruz kalır ve Serik'ten rivayet edilir. Sabit gibi ravilerin iyi niyetlerine zühd ve takvalarına diyecek söz yoktur. Şu var ki, rivayetin kaideleri vardır. Hadis ilminde zan iyi bile olsa geçersizdir. Abdurrahman b. Mehdî “İki şeyde, hüküm ve hadiste iyi zan doğru olmaz der.” Nitekim Amr b. Muhammed en-Nâkıd'ın rivayetine göre Vekî, kendisine bir soru sorana
“Said b. Ubeyd et-Ta'î nin eş-Şa'bî'den rivayet ettiği, başkası yerine haccedip sonra kendi adına Kabe ziyareti yapan kimse hakkındaki hadisi biliyor musun?” diye sorar. Adam:
“kim rivayet etmiş” diye ravisini öğrenmek ister. Bu soruya Amr b. Muhammed, Vekî yerine
“Vehb b. İsmail rivayet eder” cevabını verir. Bu sefer Vekî,
“Vehb b. İsmail salih biridir, der; lakin hadisin ricale ihtiyacı vardır.”
7. “Mecruh ravilerin yedinci tabakasını ise hadis şeyhlerinden hadis işiten hem de fazlasıyla işiten sonra da işitmedikleri hadisleri onlara nisbet ederek rivayette bulunan (tedlis yapan) lar oluşturur. Bunlar şeyhlerden rivayet ettikleri ile etmediklerinin arasını ayırt etmezler. Horasan'a giderler, orada daha önce hadislerini yazdıkları bir şeyhten rivayet edilen bir hadis öğrenirler, hemen aşinrlar ve rivayet ederler. Zamanla bu, hadisleri arasında belli olur. Zamanımızda da garâib peşinde koşan pek çok ilim ehlinin aynı işi yaptıklarını gördük.” 644
El-Hâkim bundan sonra üç tabaka daha sayar. Bunlar da sırasıyla şunlardır.
Yetiştikleri şeyhten musannef kitapları rivayet eden ancak semâlarına esas olan nüshayı ihtiyarlayıncaya kadar yazmaya üşenenler; kendilerinden hadis talebinde bulunanlar olunca da rivayetlerinde doğru oldukları vehmine kapılarak satın aldıkları semai olmayan bir nüshadan hadis rivayet edenler;
Hadisden anlamayan, muhaddisin bilmesi lazım gelen on hususun birine bile dönüp bakmayan, hadislerini ezberleyen, ilim talibinin arayıp, bulup, elde ettiği, sonra da kendilerine okuduğu, aslında rivayet hakkına sahip olmadıkları hadisleri telkin sonucu bilmeden kendi hadisleri kabul ve bunu ikrar edenler;
Nihayet hadis için yolculuk yapıp gittiği yerlerde en meşhur şeyhlerden hadis yazan, yazdıklarını iyi bilen, ancak yangın, sel basması, çalınmak gibi sebeplerden dolayı kitabı telep olup hadis rivayeti talebini karşılamak için başkalarının kitaplarından veya tahminen ezberden rivayet edip sikalıktan düşenler... 645
Görüldüğü gibi mecruh ravilerin çoğunun başta yalan söylemek olmak üzere rivayet şartlarına uymamak yüzünden cerhedilenler teşkil etmektedir. Hadis usulü ve rical kitaplarında buna benzer sebeplerden cerhedilenlere de rastlanır. Ne olursa olsun bir ravi mecruh ise rivayetine ihtiyat gözüyle bakılır; Hadisleri cerhine sebep teşkil eden hale göre dikkate alınır.
Medhûl:
Sokulmuş anlamına gelen bu ism-i mefûl, bir ravinin, rivayet ettiği hadislerden olmadığı halde rivayetleri arasına sokuşturulmuş hadise denilmiştir.
Meğâzî:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in gazaları ile ilgili rivayetlere verilen isimdir. Böyle rivayetleri bir araya toplayan eserlere de aynı isim verilmiştir.
Siyerin bir kolu olan meğâzî konusunda hayli eser vardır. Musa b. Ukbe'nin ve İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin Kitâbu'l-Meğâzîleri ile el-Vâkidî'nin aynı isimdeki eseri, konunun örneklerini oluştururlar.
Me'hûz Bih:
Alınan, kabul edilen manasına bir tabir olup bazı hadis alimlerine göre sahih ve hasen gibi makbul hadislerin kısımlarından biridir ve muhkem olduğu için atılmayıp alman ve gereğince amel edilen hadisleri ifade eder.
Muhtelefu'l-hadis konusunda daha geniş olarak açıklandığı gibi bir makbul hadis kendisine zıd olarak varid olmuş bir diğer makbul hadisle aralarında aykırılık bulunmasından ya salim olur, ya olmaz. Eğer aykırılıktan salim ise muhkemdir. Hükmü de alınması ve gereğince amel edilmesidir. Değil ise, yine, makbul olan muhkemdir, diğeri gayri me'huzûn bih kabul edilir. İşte kendisine zıd olan diğer bir makbul hadisin muarazasından salim olduğundan muhkem sayılan ve kabul edilerek tereddütsüz gereğince amel edilen hadise aynı zamanda me'huzûn bih denilmiştir.646
Me’mûn:
Kelime olarak güvenilir, emniyetli, emin manasına gelen me’ınun, tadil lafızlarındandır. Ta'dîlin İbn Ebî Hâtim'in tertibine göre ikinci, ez-Zehebî'ye göre üçüncü, İbn Hacer'in tertibine göre ise dördüncü mertebesine delalet eden lafızlara el-Irakî'nin ilave ettikleri arasında yer alır.
Kaide olarak ta'dilin bu mertebesinde bulunan lafızlardan birisiyle adaletine hükmedilen ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir. Zira İbnu's-Sâlah'a göre bu mertebedeki lafızların hiç birine ravinin zabt durumunu gösterecek emare yoktur. Böylelerinin rivayeti ancak zabt sahibi hadis hafızlarının rivayetlerine uygunluğu ölçüsünde muteberdir. Bunun için hadislerinin araştırılması gerekir.647 Şu hale göre hakkında me’mun hükmü verilmiş olan ravinin hadisleri yazılır, zabt durumunu anlamak için gözden geçirilir.
Men Mislu Fulân:
“Falanca gibisi varmı” manasına tadil lafızlarındandır. Cerh ve ta'dil alimleri tarafından ta'dilin yüksek derecesini ifade etmek üzere kullanılmıştır, bu ve aynı mertebede olan diğer lafızlarla adaletine hükmedilen ravi her bakımdan güvenilir biridir.
Menâkib Ve Mesâlib:
Kısaca menkıbeler manasına gelen bir tabir olup cami türü hadis kitaplarının ihtiva ettiği ana konulardan biridir. Daha çok sahabîlerin menkibeleri hakkında hadisler bu bölümde yer alır.
Menba'ul-Kizb:
Bk. Ma'dinu'1-Kizb.
Menferede Bihî Müslim:
Müslim'in Buhârî'den teferrüd ettiği hadis manasına sahih hadislerin derecelendirilmesinde geçen bir tabirdir.
Müslim'in kitabına alarak Buhâri'den infirad ettiği hadisler sahihin üçüncü derecesini teşkil ederler. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Men'ferede Bihi'l-Buhârî:
Buhâri'nin rivayetinde Müslim'den teferrûd ettiği hadis manasına Buhâri'nin sahihine alıp Müslimin almadığı hadisler için kullanılan bir tabirdir.
Buhâri'nin Müslim'den infirad ederek sahihine aldığı hadisler sahihin ikinci derecesini teşkil ederler. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Mensûh:
Bk. Nesh.
Menşe':
Bk- Aslu's-Sened.
Menşe'u's-Sened:
Bk. Aslu's-Sened.
Merâsîlu's-Sahâbe:
Bk. Sahâbî Mürseli.
Merâtibu'l-Cerh:
Bk. Cerh Mertebeleri.
Meratibu's-Sahîh:
Sahîh li-aynihî (veya li-zâtihî) hadislerin dereceleri manasına bir tabirdir. Sahih olduğu belirlenmiş hadislerin derecelerini belirtmekte kullanılır.
İbnu's-Salâh’ın naklettiğine göre sahih hadisler yedi mertebededirler.
1. Muttefekkun aleyh: Buhârî ile Müslim'in ittifakla sahihlerine aldıkları sahih hadislerdir.
2. Me'nferede bihi'l-Buhârî: Buhâri'nin sahih görüp Sahihi'ne aldığı, Müslim'in almadığı hadisler. Bir diğer ifadeyle Buhâri'nin Müslim'den infirad ettikleri.
3. Me'nferede bihî Müslim: Müslim'in rivayetinde Buhâri'den infirad ederek sahihine aldıkları.
4. Mâ alâ Şartihima: Buhârî ile Müslim'in sahihlerine almadıkları, ancak sahihlik şartlarına uyanlar.
5. Mâ alâ Şarti'l-Buhârî: Buharinin koyduğu sahihlik şartlarına uyan sahih hadisler.
6. Mâ alâ Şarti Müslim: Müslim'in koyduğu sahihlik şartlarına uyanlar.
7. Sahîh inde gayrihima: Buhârî ve Müslim'den başka muhaddislerin sahih olduğuna hükmettikleri hadisler
Merâtibu't-Ta'dîl:
Bk. Ta'dil Mertebeleri.
Mercûh Aleyh:
Bk. Tercih.
Merdûd:
Reddedilmiş manasına gelen ism-i mefûl olan merdûd, makbûl'un mukabilidir. Hadis İlminde umumiyetle sıhhat şartlarını haiz olmadıklarından amel edilemiyecek nitelikteki zayıf hadisler için kullanılır.
İbn Haceri'l-Askalani mütevatir dışında kalan haberleri makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul, sahih ve hasen gibi sıhhat şartlarını taşıyan ve amel edilebilecek durumda olan hadislerdir. (Bk. Makbul). Merdûd ise bunun aksine senedinde ya da metninde bulunan kusurlar yüzünden zayıf addedilen ve amel edilemeyecek durumda bulunan hadislerdir.
Merdûd Âhad:
Bk. Ahad.
Merdûd Şaz:
Bk. Şaz.
Merdûdu'l-Hadîs:
Hadisleri merduddur manasına cerh lafızlarındandır. Cerhin dördüncü derecesini ifade eder. Bu derecede bulunan lafızlardan birisiyle cerhedilen ravinin hadisine yazılır, ne i'tibar için dikkate alınır; ne de istişhada yarar addedilir. Hakkında merdûdu'l-hadis hükmü verilerek cerhedilen ravinin hadisi de öyledir. Hiç bir şekilde itibar edilmez.
Merfû:
Kelime olarak yükseltilmiş, kaldırılmış şey manasına ismi meful olan merfu Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbet edilen söz, fiil ve takrirlerle -bazı alimlere göre- sıfatlara denir.
İsnadı ister muttasıl olsun ister olmasın, Allah Resulüne isnad edilen bütün nakiller merfu addedilir.
İbnu's-Salâh merfuyu, özellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'e izafe edilen rivayetler olarak tarif eder ve isnadı muttasıl veya munkatı olan rivayetlerle mürselin de merfu’ya dahil olduğunu söyler. 648el-Hatîbu'l-Bağdadî ise Sahabinin Hz. Peygamber (s.a.s)'den haber verdiklerini merfu addederek649 bir haberin merfu olabilmesi için onun sahabi tarafından Allah Resulüne isnad edilmesi gereğine işaret eder. Buna göre yalnızca bir sahabînin “Hz. Peygamber şöyle buyurdu. Hz. Peygamber şunları söyledi. Allah Resulü şunu yaptı” ve benzeri sözlerle ona nisbet ederek rivayet ettiği haberler merfudur ve bu takdirde, tabiî'nin sahabîyi zikretmeden Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği mürsel, merfu sayılmamak gerekir. İbnu's-Salâh, daha sonra da İbn Hacer, el-Hatib'in bu tarifini eleştirmişlerdir. İbn Salâh'a göre merfu hadisi mürsel karşılğı olarak gören hadis alimleri bu ıstılahlarıyla isnadı muttasıl olan merfu'u kasdetmişlerdir. 650İbn Hacer'e göre ise el-Hatîb, bir hadisin merfu olması için onu sahabî tarafından Hz. Peygambere izafe edilerek rivayet edilmesini şart koşmamıştır. Onun sözleri hadisi Hz. Peygambere nisbet edenin daha çok sahabi oluşuna göredir. 651
Anlaşılıyor ki hadis alimleri merfu ıstılahını daha çok isnadı Hz. Peygambere kadar ulaşan haberler için kullanmışlar ondan sonrasının muttasıl veya munkatı olmasına itina göstermemişlerdir. Merfû'nun yukarıdaki meşhur tarifi bu anlayışa göre vücut bulmuştur.
Merfu hadislerin bir kısım sarih merfû'dur. Bir kısmı ise hükmen merfudur. Bu iki merfu kısım hakkında sarih merfû ve hükmen merfû başlıkları altında yeterli bilgi verildiğinden burada Ayrıca üzerinde durulmayacaktır.
Merfû' Hükmen:
Hükmen Merfû.
Merfû' Mürsel:
Mürselin merfu olanı manasına birleşik bir terim olup, irsal yapılarak rivayet edilen, ancak merfu olarak Hz. Peygambere isnad edilen hadisleri ifadede kullanılır. Bazı muhaddisler irsali mutlak manada alarak ravilerinden birisi hazfedilen hadislere mürsel demişlerdir. Oysa mürsel denilince tabiînin sahabîyi atlayıp isnadını Hz. Peygambere kadar ref ederek rivayet ettiği hadis kasdedilir. İşte umumi manada isnadında irsal yapılarak rivayet edilen hadis ile mutlak manada tabiînden birinin sahabiyi atlamak suretiyle Hz. Peygamber (s.a.s) den doğrudan rivayet ettiği mürseli ayırmak isteyen bazı muhaddisler ikincisine merfu mursel demişlerdir. Aslında mürsel denildiğinde Hz. Peygamberden irsal yoluyla rivayet edilen hadis anlaşılır. Böyle iken onu isnadından irsal yapılan öteki hadislerden ayırmak isteyenler ona bir de merfu vasfı eklemişlerdir. Şu var ki mürsel, esas itibariyle merfu olduğundan bu yaygın olarak bütün Hadis Usulü âlimleri tarafından kullanılan bir ıstılah vasfı kazanmamıştır.
Merfû'an:
Bk. Refe'ahu
Mervî:
Bk. Merviyyat.
Merviyyat:
Sözlükte “ravâ” fiilinin ismi mefulu olan mervînin çoğuludur. Rivayet edilen şeyler manasına gelir. Hadis ilminde umumiyetle rivayet edilen hadis ve haberler manasına gelir ve herhangi bir muhaddisin şeyhlerinden rivayetlerini ifade eden bir tabir olarak kullanılır. Diğer taraftan icazet yoluyla rivayette merviyyat şeyhin icazetle aldığı hadisleri ifade eder. Misal vermek gerekirse şeyh, kendisinden rivayette bulunan talibe hadislerini başkalarına rivayet etmesi için icazet verirken eceztu leke cemî'a merviyyâtî dediği takdirde icazete esas olan hadisleri kendisinin de icazetle aldığını belirtmiş olur.
Merviyy Anh:
Kendisinden rivayette bulunulan kişi manasından da anlaşılacağı gibi tâlib denilen hadis ravisine hadis rivayet eden muhaddise denir. Bir başka deyişle merviyy anh, kendisinden hadis rivayet edilen şeyhtir. Rivayettte. rivayete esas teşkil eden Hz. Peygamberin hadisi; onu kendisine haber veren kimseye isnad edene nisbet ederek rivayet eden şahıs, bir de ondan alan ikinci şahıs olmak üzere üç unsur olduğuna göre, merviyy anh ikinci unsurdur ve hadisi kendisine haber verene isnad ederek talebesine nakleden ravidir. Yukarıda da söylendiği gibi daha çok şeyh tabir edilir.
Mesânîd:
Bk. Müsned.
Mesmû'ât:
Sözlükte işitmek manasına gelen semi'â fiilinin ism-i mefulu olan mesmû' kelimesinin çoğuludur. Hadis usulünde şeyhin çeşitli yollarla kendi şeyhinden rivayet etmiş olduğu hadisleri ifade eden bir tabir olarak kullanılır.
Bununla birlikte mesmu'at tabiri icazet yoluyla rivayette şeyhin icazetle aldığı hadisleri ifade eder. Açıklamak gerekirse Şeyh hadislerini rivayet eden talibe icazet verirken Eceztu leke cemî'a mesmuâtî dediği takdirde icazet verdiği hadisleri kendisinin de icazetle almış olduğunu belirtmiş olur.
Mesrûk:
Aşırılmış, çalınmış demektir. Hadis ıstılahında maklubu'l-isnâd hadislere bazı alimlerin verdikleri isimdir.
Sirkatu'l-hadîs bahsinde de söz konusu edildiği gibi, hadislerin isnadında kalb iki çeşittir. Bunlardan birincisi, bir hadis, bir ravinin rivayeti olarak meşhur iken garîb göstererek cazip hale getirmek ve muhaddislerin rağbetini çekmek üzere asıl ravisi yerine aynı tabakatan bir diğer ravi getirilerek rivayet edilir. Meselâ, Sâlim'in rivayeti olarak meşhur olan bir hadis Nâfi'den; Mâlik'in rivayeti olarak bilineni Ubeydullah b. Ömer'den rivayet edilir. Bazı âlimler, İsnadda böyle kalb yapmaya sirkat; bu türlü bir kalb ile rivayet edilen hadise ise mesrûk (çalıntı mal) demişlerdir.
Mestûr:
Bk. Mechûlu'1-Hâl.
Me'sûr:
Bk. Eser.
Meşayih:
Şeyh kelimesinin çoğuludur. Bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği âlimlere denir.
Meşhur:
Türkçedeki gibi meşhur, şöhreti yaygın, ünlü manalarına kullanılan meşhur, terim olarak hadis çeşitlerinden birinin adıdır.
Hadis Usulü âlimleri meşhur hadisi birbirlerinden az da olsa farklı tarif etmişlerdir. el-Hâkimu'n-Nîsâbûri'nin verdiği misallere bakılırsa meşhur, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözleri olarak meşhur olan hadislerdir. 652Öyle görünüyor ki İbnu's-Salâh da ona uymuştur. Bununla birlikte onun “meşhurun mütevatir olanları vardır. Ancak hadis âlimleri meşhuru manasını iş'ar eden hususi ismiyle zikretmemişlerdir.” dediği dikkate alınırsa 653 meşhurun tarifinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olarak meşhur olanın esas alındığı, daha sonraki Hadis Usulü âlimlerinin tariflerinde esas olan rivayet tarîki sayısının söz konusu edilmediği söylenebilir. Nitekim bazı usûl alimleri meşhur hadisi “önceleri, yani ilk asırda aslı olup ümmetçe kabul edilen sonradan şayi olan hadis” olarak tarif etmişlerdir. Bu tarife göre hicretin ilk asrında bir veya daha fazla ravi tarafından rivayet edilip hadis İstılahlarının yerleştiği ikinci ve üçüncü asırlarda nerdeyse mütevatir addedilecek dereceye varmış her haber meşhur olur. 654
Meşhurun en veciz tarifini İbn Haceri'l-Askalânî vermiştir. Ona göre ahadin ilk kısmı olan meşhur, tevatür derecesine varmamakla birlikte ikiden fazla tarîki bulunan habere denir. Fıkıh âlimlerinden bir kısmına göre aynı haber müstefîz adını alır. 655
Allah rahmet eylesin, İbn Hacer'in bu tarifinde haberin rivayet tanklarının sayısı esas alınmıştır. Öyle ki bu tarif pek tutulmuş ve “en az üç isnadla rivayet edilen ancak tevatür derecesine erişmeyen hadisler” şeklinde yerleşmiştir. 656Bu manada meşhur haber ile tevatür derecesine varmaksızın en az üç sahabi tarafından nakledilmiş bulunan müstefîz arasında bir yönden umum-husus münasebeti var demektir. Yani her müstefîz meşhurdur; fakat her meşhur mustefiz değildir. Aslında ikiden fazla ravisi olup ikinci ve üçüncü asırlarda mütevatir derecesine yükselen haberlere hem meşhur hern de müstefîz denir. Ne var ki aslında üç ravisi olup, mütevatir olmayana yalnız mustefiz denir; meşhur denmez. Aksine önceleri bir iki ravisi olup sonraları tevatür derecesinde çoğalan haberlere meşhur denir, mustefiz denmez. Söz gelişi hadisi öyledir. Önceleri sadece Hz. Ömer'den rivayet edilmiş olmakla ferd iken isnadında ondan sonra gelen üçüncü ravisi Yahya b. Sa'îd el-Ensârî'den Ebu İsmail El-Herevî'nin araştırmasına göre yediyüz kişinin rivayetiyle sonradan şöhret bulmuş ve meşhur haline gelmiştir. 657
Meşhur hadislerin bir kısmı sahihtir. Bir kısmı hasendir. Bir kısmı da zayıftır. Sahih olana misal Amr İbnu'1-As (r.a.)'ın rivayet ettiği şu hadistir:
“Allah ilmi kullarının göğüslerinden silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzederek yok edecektir. Nihayet hiç bir alim kalmayınca halk cahilleri reis edinir. Bunlara sorular sorulur. Onlar da ilimleri olmadığına bakmadan fetvalar verirler. Böylece hem kendileri sapıtırlar hem de halkı doğru yoldan saptırırlar. 658
Enes b. Malikten rivayet edilen şu hadis meşhurun hasen olanına misaldir.
“İlim aramak her müslümanın boynunun borcudur.” 659
Şu hadis de meşhurun zayıf olanlarına misaldir:
“Kulaklar başın parçası sayılırlar.”660
Ravisi olsun olmasın yahut aslı bulunsun, bulunmasın dillerde hadis olarak dolaşan haberlere de meşhur denir. Bir başka deyişle isnadı ister bir; ister birden fazla olsun, isterse hiç olmasın halk arasında hadis olarak bilinen rivayetler de meşhur adıyla bilinirler. Bu demektir ki bir hadis bazen alimler arasında, bazen özellikle hadis, fıkıh veya usûl alimleri nezdinde, bazen de halk arasında yaygın bir şöhrete sahip olur. Böyle hadislere meşhur denmesinin rivayet tarikları ile alakası yoktur. Rivayetin hadis olarak yayılmasına bağlıdır. Söz gelişi şu rivayet hadisciler arasında meşhurdur.
“Hz. Peygamber bir ay boyunca Ri'l ve Zekvâna beddua ederek kunut yaptı.”661
Şu hadis de hadisciler, alimler ve halk arasında meşhur olmuştur.
“Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden selamette kaldığı kimsedir. Muhacir de Allah'ın yasakladıklarından uzak kalandır.” 662
Fıkıh alimleri arasında meşhur olana da şu hadis örnek verilebilir:
“Allah katında en hoşa gitmeyen helal, kadın boşamaktır.”663
Fıkıh usulü alimleri arasında meşhur olan,
“...Ümmetimden hata, unutma ve zorlanma sonucu yapakları işlerin sorumluluğu kaldırıldı.”664
Tasavvuf ehli arasında meşhur olanı,
“Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım”
“Nefsini bilen rabbini bilir”; 665
Çoğu darb-ı mesel haline gelmiş ve halk arasında meşhur olanlardan birkaçı:
“Haber almak, gözle görmek gibi olmaz”
“İnsanların cefasına katlanmak, sadakadır”.
“Acele etmek şeytandandır.” Bu hadislerin çoğunun aslı yoktur. 666
Dillerde meşhur olan hadislere dair müstakil kitaplar yazılarak bu kabil nakillerin sıhhat durumu veya zayıf yahut uydurma oldukları açıklanmıştır. Böyle kitapların en meşhurları şunlardır:
1. el-Mekâsidul-Hasene: es-Sehâvî.
2. Keşfu'1-Hafâ: el-Aclûnî.
3. Esne'l-Metâlib: el-Hutûl-Beyrûti.
Meşhur Âhad:
Bk. Âhad.
Meşihat:
Meşyeha da denir. Bir muhaddisin mülaki olup da hadis aldığı veya mülaki olmayıp hadislerini rivayete izinli olduğu şeyhlerinin isimlerini, çok deafa hal, tercümelerini ihtiva eden yazılı eserlere verilen isimdir.
Meşihat bir ravinin görüştüğü ve hadis işittiği şeyhlerini tanıtmakla o ravinin isnadlarının tesbitinde geniş ölçüde yardımcı olur. Bu itibarla meşihat kitapları özellikle i'tibâr denilen ferd sanılan hadislerin başka rivayet yolları olup olmadığının tesbitinde büyük rol oynarlar.
Bilhassa dördüncü hicri asırdan itibaren pek çok muhaddis, şeyhlerinin isimlerini ve hayat hikayelerini anlatan meşihat kitapları tasnif etmişlerdir.
Meşkûk:
Şüpheli manasına ismi mef’ûl olup, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edildiği ne sabit olan ne de olmayan rivayetlere denilmiştir.
Bir haberin Allah Resulünden rivayet edildiği subuta ermişse buna sabitde denilir. Şayet edilmediğine dair herhangi bir delil yoksa o da sabit olmamış kabul edilir. Sabit olmakla olmamak arasında şüpheli kalan ve bu iki ihtimalden birine delil ağır basmayıp şüpheli kalan habere meşkûk tabir edilmiştir.
Meşyeha:
Bk. Meşihat.
Metâ'in-i Aşere:
Metâin, yaralamak manasına gelen “ta'ane” fiilinden alınma bir kelimedir. Metâin-i aşere ise hadis ravilerinin cerh ve kadhına sebep teşkil eden hallerdir. Bir başka deyişle ravilerin adalet ve zabt durumlarının tesbitinde göz önünde bulundurulan hallere denir.
Adından da anlaşılacağı üzere ravinin cerhine sebep olan haller on tanedir. Bunlardan beşi adaletiyle, beşi de zabtıyla ilgilidir. En ağırından en hafifine doğru sıralanmak üzere adaletle ilgili olanları Kizb (ravinin hadiste yalan söylemesi); töhmet-i kizb (yalan söylemek ithamına maruz kalması); Fısk (dinin yasakladığı hallere düşmesi); Bid'at (bidatçılık) ve cehalet (ravinin bilinmemesi) dir. Zabtla ilgili olanlar ise Gaflet (dikkatsizlik); Kesretul-Galat veya Fuhşu'l-galat (çok hata yapmak); Sû'ul-hıfz (kötü ezberlemek) vehm (hadisleri karıştırmak, ne rivayet ettiğini bilmemek) ve Muhâlefetu's-sikât (sika ravilere muhalif rivayetlerde bulunmak)tır.
Bir ravide ilk beş halden birisi bulunduğu takdirde o ravi adalet vasfını kaybeder, adalet vasfını kaybeden ravinin hadisi ise reddedilir. Zabtla ilgili hallerden birine sahip olması halinde ise ravi zabt vasfını yitirir. Gerek adalet, gerekse zabt vasfını kaybeden ravi ise cerhedilmiş demektir.
Metin:
Sözlükte fiil olarak kadına yaklaşmak, yemin etmek, sıkıca vurmak, bir semte gitmek, bir nesneyi sundurup uzatmak manalarına gelir. İsim olarak ise sırt tabir olunan yüksek yerlere, yazıyla yazılmış ifadelere, okun yeleğinden ortasına kadar olan kısmına, güçlü ve dayanıklı adama, sırtın iki gecesine denir. Masdar olarak da kullanılır ve koçun husyelerini burmak, birinin sırtına vurmak gibi manalar taşır.
Bu kadar mana zenginliğine sahip olan metn kelimesi hadis usulünde bir hadisin bölümlerinden ikincisidir ve isnadın son bulduğu yerden başlayan kısmıdır.
Bu kısım umumiyetle Hz. Peygamber (s.a.s)'le ilgili bir konuyu aktaran ifadelerdir. Hadisin tarifi açısından göz önüne alındığında metin, ya Hz. Peygamberin sözünü ya da fiilini, ya da ona ait bir işi, bir olayı bir hali veyahut özelliği anlatan ifadelerdir.
Hadisinde 667 “enne Resulallâhi sallallâhu aleyhi ve selleme kale” lafızlarına kadar olan kısım senettir. Senedin bittiği yerde başlayan ve Hz. Peygamberin bir sözünü aktaran “fevellezi...” den sonuna kadar olan kısım ise hadisin metnidir.
Hadis metinleri verilen misalde olduğu gibi Hz. Peygambere ait bir sözü ya da bir fiili veya onunla ilgili bir olayı bizlere aktarır. Böyle metinlere merfu tabir edilir. Bununla birlikte, metin, bazen sahabîlerle ilgili (mevkuf); bazen de sahabeden sonraki nesillerle ilgili (maktu) olabilir.
Metruk:
Pek çok hadis İstılahı gibi ismi mef ûl ölçüsünde gelen bir kelime olan metruk, terkedilmiş, bırakılmış manasına gelir. Hadis usulünde zayıf hadis çeşitlerinden biridir. Şöyle tarif edilmiştir: “Hadiste yalan söylemek ithamına maruz kalan yahut söz veya fiilinde fışkı açığa çıkan, yahutta çok yanılmaya da gafleti fazla olan zayıf bir ravinin tek başına rivayet ettiği hadise denir. 668Bu tarifte, rivayeti makbul ravilerin rivayetlerine muhalefet söz konusu değildir. Yani onlara aykırı olmak yerine ne şekilde rivayet edilirse edilsin, cerhin ağırlarına delalet eden töhmet-i kizb, fısk, kesretu'l-galat veya gaflet gibi sebeplerle mecruh bir ravinin teferrüdünün esas alındığı dikkati çeker. Bu nokta onu münkerden ayıran en önemli husustur.
Hadis Usulü âlimleri Sadaka b. Musa'nın Ferkad es-Sencî-Murra et-Tayyib Hz. Ebu Bekr; Amr b. Şemir'in Câbiru'1-Cu'fî-el-Hârisu'1-A'ver-Hz. Ali isnadıyla gelen hadislerini metruk adderler. Meselâ,
“Hiçbir hilekâr, hiçbir cimri ve emri altındakilere kötü muamele eden kimse cennete giremiyecektir” sözü metruktür; çünkü bu sözü yukarıda anılan tarîk ile Sadakadan başka rivayet eden olmadığı gibi Sadaka'nın kendisi de, şeyhi olan Ferkad es-Sencî de çok zayıf iki ravidirler. 669
Bazı muhaddisler metruk yerinde matrûh terimini kullanmışlardır.
Metrûku'l-Hadîs:
Kısaca metrukün da denir. Her ikisi de “hadisleri terkedilmiş” manasına cerh alfızlanndandır. Cerhin ağırına delâlet eden beşinci mertebesinde yer alırlar. Cerh ve ta'dilde kaide olarak dördüncü dereceden itibaren ağır cerh lafızları ile ta'n edilen ravinin hadisi ne yazılır; ne i'tibar için dikkate alınır; ne de istişhada yarayışlı sayılır. Bu itibarla rnetrûku'l-hadis veya kısaca metruk denilerek cerh edilen ravinin hadisi makbul olmadığı gibi kendisi de terk edilir.
Metrûkun:
Bk. Metrüku'l- Hadis
Mevâlî:
Lügat yönünden mevlâ’nın çoğuludur. Mevlâ, hem efendi hem de köle manasına gelir. Hadis Usulü ilminde mevâli konusu çok mühimdir. Bilhassa hadis ravilerinin kimliklerinin tesbitinde önem kazanır. Zira bir kimse hakkında mesela, “fulânu’l-kureşi” denilmişse bu iki anlamda kullanılmış demektir. Ya o kimse Kureyş kabilesindendir, ya da Kureyşlilerden birinin azadlı kölesidir. Haliyle bir ravinin Kureyş'ten olması ile Kureyşli birinin kölesi olması arasında fark vardır ve hangisi olduğunun açıklanması mühim bir konudur. 670
Hadis ravilerinin hal tercümelerine ayrılan eserlerde mevlâ denilince genelde azadlı köle kasdedilir. Bunlar çeşitli şekillerde anılır. Söz gelişi bir ravi hakkında bilgi verirken “Mevlâ li-beni fulân” veya “fulanu'l-fulani mevla lehum” denilmişse bu da o kimsenin kabilenin kölesi olduğunu gösterir.
Mevâlînin bir kısmı kaynak eserlerde kabilelere nisbet edilir. Bu takdirde onun kabileden birinin kölesi olduğu belirtilmiş demektir. Meselâ tabiilerin ileri gelenlerinden Ebu'l-Âliye Rufey' er-Riyâhi, Benu Riyâh kabilesinden bir kadının azadlısıdır.
Bazı mevaliler ise rical kaynaklarında kendilerini azad eden şahsa nisbetle anılırlar. Çoğunluğu da bunlar teşkil ederler. Meselâ İmam Mâlik'in şeyhlerinden Nâfi “Mevla Abdillah b. Ömer” olarak meşhurdur. Ebu Ubeyd, Mevlâ Abdillah b. Ezher; Eflah, Mevlâ Ebî Eyyûbi'l-Ensâri, Ebu Murre, Mevlâ Akil b. Ali b. Ebi Tâlib olarak bilinenlerdir. Her üçü de tabiîdirler.
Yine tabiînin önde gelen fakihlerinden olan Süleyman b. Yesâr, Ata b. Yesâr ve Abdulmelik b. Yesâr isimli üç kardeşin babaları Yesâr, Mevlâ Meymûne diye meşhur olmuştur.
Mevâliden bir kısmı ise eliyle müslûman oldukları kimseye nisbet edilerek anılır. Mesela Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el Buhari el-Cu'fi öyledir ve bazı kaynaklarda cu'felilerin mevlâsı olarak anılmıştır; zira dedesi İbrahim mecusî iken Yemân b. Ahres el-Cu'fi eliyle müslûman olmuştur. Abdullah İbnu'l-Mübarek'in kölesi el-Hasen b. İsa'l-Mâsercisî de öyledir. el-Mâsercisi vasıtasiyle müslûman olduğundan onun nisbesi ile anılmıştır.
Mevâlinin İslâm Dini'ne, bilhassa ilme büyük hizmetleri olmuştur. Asırlarca Kıraat, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Lügat gibi ilimlerde şöhret yapan âlimlerin büyük çoğunluğu mevâlidendir. İbnu's-Salâh’ın kaydettiğine göre meşhur tâbi'î İbn Şihab ez-Zuhrî, Emevi Halifesi Abdulmelik b. Mervan'la görüşmek üzere Şam'a gelir. Huzuruna çıktığında aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Nereden Geliyorsun?”
“Mekke'den.”
“Ardında Mekke'lilere ilimde yön verecek kimi bıraktın?”
“Atab. Ebi Rabâhı.”
“Ata Arap mı, meâliden mi?”
“Mevâliden”.
“Onlara ne ile yön verecek?”
“Dindarlık ve rivayetle.”
“Haklısın. Dindar ve rivayete ehil olanların yükselmeleri gerekir. İlmiyle Yemenlilere kim yön veriyor?”
“Tâvûs b. Keysân.”
“Arap mı mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“ Onlar arasında nasıl yüceldi?”
“Ata'yı yücelten neyse onunla.”
“Haklısın. Ona da bu yaraşır. Mısırlılara kim yön veriyor?
“Yezid b. Ebî Hubeyb.
“Arap mı, yoksa mevâliden mi?
“Mevâliden.
“Şam halkına ilmiyle öncülük eden kim?
“Mekhûl.
“Arap mı, yoksa o da mevâliden mi?
“ O da mevâliden. Huzeyl'den bir kadının azatlısı.”
“el-Cezîre halkına ilimde önderlik eden kim?”
“Meymûn b. Mihrân.”
“Arap asıllı mı, mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“Horasanlılara ilimde kim öncülük ediyor?”
“Dahhak b. Muzahim.”
“Arap mı, mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“Peki, Basralılara ilmiyle önderlik eden kim?”
“el-Hasen b. Ebi'l-Hasen.”
“Arap mı, yoksa mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“Yazıklar olsun! Peki, Küfe ehline ilimde önderlik eden kim?”
“İbrahim en-Nehâi.”
“Arap kökenli mi, yoksa mevâliden mi?”
“Arap kökenli.”
“Yazıklar olsun ya Zuhrî. Gözlerim yaşardı. Allah'a and ederim ki ilimde Araplara köleler öncülük ediyorlar. Arap asıllı olanlara minberlerden hitap ediliyor. Hitap edenler Arap olmayanlar. Arap asıllı olanlar, onlar ise dinliyorlar.”
“Ey Mü’minlerin emiri ilim Allah'ın emridir. Onu hıfzeden elbette üstün olur. Kaybeden ise düşer.” 671
Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem ise şöyle demiştir:
“Abâdile öldükten sonra her tarafta Fıkıh, Medine hariç, mevâlinin elinde idi. Yüce Allah Medine'yi öteki beldelerden ayırarak ona Kureyşli bir fakih nasib etti. Medine fakihi Saîd İbnu'l-Museyyeb tartışmasız Arap aslındandır.”672
Şu hale göre mevâlinin İslâm ilim hayatında büyük yeri olmuştur. Şüphesiz bu yeri biraz da İslâm'ın kişinin nesebine değil, ilmine ve faziletine değer verdiğine bağlamak yerinde olur.
Mevdû'u'l-İsnâd:
İsnadı mevzu hadistir. Bazı zayıf metinlere ilgi çekip rağbeti artırmak gibi kimi sebeplerle rivayet edildiği asıl senedi yerine sahih ber sened uydurularak rivayet edilmişlerdir. Bunlara senedinin uydurma olduğunu ifade etmek üzere mevdû'ul-isnâd denilmiştir.
Mevdu’u’l-Metn:
Bk. Mevzu.
Mevkuf:
“Vakafe” (durmak) kök fiilinden alınma ismi meful olan mevkuf, hadis ıstılahında sahabîlerden rivayet edilen sözler ve fiillere denir. Hz. peygamber (s.a.s)'in çevresini oluşturan Mü’minlerin sözlerine ve fiillerine mevkuf denilmesi, isnadının Allah Resulüne kadar ulaşmayıp sahabîde durması dolayısiyledir. 673Ebubekr ve İbn Abbas'ın şu içtihatları mevküfa misal olarak kayda değer: “dede (mirasta) baba yerine geçer.” 674el-Hakimu'n-Nisâbûri'ye göre sahabede mevkuf, hadisi irsal ve i'dâl olmaksızın sahabiye kadar rivayet etmektir. 675İrsal ve î'dal, genel anlamda isnadda ravi atlamak demek olduğuna göre bu ta-rifde isnadın ittisali esas alınmış demektir. Nitekim el-Hâkim misali isnadın ittisalini şart görenler olduğu gibi, mevkufda ittisal şartı aramayan âlimler de vardır. İbnu's-Salâh, şu sözleri ile buna işaret etmektedir:
“Mevkuf hadislerden isnadı sahabiye kadar muttasıl olarak gelenleri vardır. Bu takdirde Mevkuf, mevsûl olur. Bir kısım mevkuf hadislerin isnadı ise muttasıl değildir. Böyle mevkuflar da mevsul olmayanlardır.” 676
Burada şu Önemli noktaya da yer vermek gerekir. İsnadı sahabîde son bulan her hadis mevkuf değildir. Sahabiye kadar ulaşan isnadla rivayet edildiği halde mevkuf olmayan hadisler de vardır. Söz gelişi sahabenin “Biz Hz. peygamber (s.a.s) zamanında şöyle yapardık; Sununla emrolunduk; şundan men edildik” gibi ifadelerle rivayet ettiği hadisler mevkuf değil, hükmen merfudur. Bu itibarla isnadı Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşmayıp sahabîde kalan mevkuf hadisleri hükmen merfu olanlardan ayırmak gerekir.
Mevkuf tabiri mutlak manada sahabîye ait sözler ve fiiller için kullanılırsa da bazen bir kayıtla sahabe dışında herhangi tor ravi için de kullanılır. Mesela bazı hadisleri rivayet etükten sonra Hadisu keza ve kezâ vakkafehû fulânun alâ Atâ (veya alâ Tavus) şu hadisleri falanca Atâ ya da Tâvûs da mevkuf kıldı; veya mevkufun alâ Atâ (Bu hadis Atâ üzerine mevkufudur) ve benzeri sözler kullanılırsa isnadın Atâ'ya kadar geldiğine işaret eder. Bu durumda mevkuf tabiri ıstılah manasında değil, sözlük manasında kullanılmış demektir.
İbn Ebî Şeybe ile Abdurrezzak b. Hemmâm'in aynı isimde musannefleri İbn Cerîr et-Taberi'nin tefsiri, mevkuf hadislerin fazlaca bulunduğu kaynak eserlerden bazılarıdır.
Mevlâ:
Bk. Mevâlî.
Mevlâhum:
Onların mevlası yani azadlı kölesi manasına gelen bu tabire özellikle rical kitaplarında rastlanır. Bir ailenin veya kabilenin azad edilmiş kölesini gösterir. Söz gelimi İsmâ'il b. İbrahim b. Ukbe, Kureyş'in Benu Esed koluna nisbet edilerek mevlâhum kaydiyle anılmıştır. 677(Bk. Mevâlî).
Mevsûl:
Ulaştırmak anlamına gelen “vasale” kök fiilinden ismi meful ölçüsünde alman bir kelime olan mevsûl, herbiri kendi üstündeki ravi ile görüşüp ondan işitmek veya almak suretiyle rivayette bulunan ravilerden meydana gelen isnada denir. Bu özelliğe sahip isnadla rivayet edilen hadise dendiği de olur.
Senedi teşkil eden ravilerden herbirinin hadis rivayet ettiği şeyhi ile görüşüp ondan bizzat işitmek veya diğer hadis tahammül metodlarından biri ile almak suretiyle rivayette bulunması, isnadın kesiksiz olması, bir diğer ifadeyle isnad zincirinden ravi düşmemiş olması hadisin sıhhat şartlarından biridir. Bu itibarla mevsul isnadda o isnadla rivayet edilen hadisin sıhhat şartlarından birisi söz kbnusu olmaktadır.
Mevsûle muttasıl diyenler de vardır.
Mevzu:
Sözlükte koymak, bir kimseyi mertebesinden aşağı düşürmek, borcundan bir miktar eksiltmek, hakaret etmek, uydurmak manalarına gelen vada'a kök fiilinden alınma bir kelimedir. 678Birçok hadis ıstılahı gibi ismi mef’ul kalıbında gelmiştir.
Hadis ıstılahında uydurma manâsıyla alakalı olarak çeşitli maksatlarla uydurulup Hz. Peygamber (s.a.v.)'e iftira ve nisbet edilerek rivayet edilen sözlere denir.
Az ilerde söz konusu edileceği üzere İslâm düşmanlığı, fırka ve mezhep taassubu, kabile, dil, belde veya peşinden gidilen kişileri öğme düşüncesi, mevki ve dünyalık hırsı, cahillik gibi sebeplerle Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağzından hadis uydurulmuştur. İsnadsız hadis kabul görmeyeceği için de tamamen Hz. Peygamberin ağzından uydurulan bu sözlere rağbet sağlamak üzere düzme isnadlar ekleyerek halk arasında yayılmıştır. İşte bu şekilde Hz. Peygambere iftira edilerek onun ağzından uydurulan sonra da uydurma isnadlarla müslümanlar arasında yayılan rivayetlere mevzu hadis adı verilmiştir. Mevzu hadislere az olmakla birlikte aynı manada muhtalak denildiği de olur. Mevzu hadislerin Hz. Peygamberle hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden bunlara hadis denmesini doğru bulmayan âlimler vardır. Mevzu hadislerin Hz. Peygamber'e ait olanlara benzeyen tek yönü, onların da isnad ve metinden ibaret oluşudur. Ancak hadis diye uydurulmuş sözlerin isnadı da düzmedir ve Peygamberimizin ağzından uydurulan sözlerin derecesine yükseltmek için uydurulmuştur.
Mevzu hadislerin ne zaman ortaya çıktığını kestirmek güçtür. Ancak, Hz. Peygamber'in terbiyesi altında yetişmiş; varını yoğunu İslâm Dini uğruna feda etmiş bullunan Sahabenin bu kötü işi ilk defa başlatanlar olduğu düşünülemez; çünkü onların imanı Hz. Peygamber'in ağzından hadis uydurup uydurduklarını müslümanlar arasında yaymalarına engel teşkil eder. Ayrıca hepsi de Hz. Peygamber'in şu sözlerini bilen insanlardır.
“Şüphe yok ki benim ağzımdan yalan söylemek başka bir kimsenin ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim benim ağzımdan kasıtlı olarak yalan söylerse Cehennem'deki yerine hazırlansın”679 Ayrıca Sahabîlerin büyük çoğunluğu İslâm Dini'nin esasları olan Kur'ân-ı Kerim ve Sünneti yaymak konusunda olağanüstü gayret göstermişlerdir. Hepsi de bu iki aslın gereğince hareket etmişlerdir. Dolayısıyla onlara aykırı hareket ederek Hz. Peygamber'in ağzından asılsız şeyler uydurmuş olmaları akla yatkın değildir.
Sahabenin hadis uydurmuş olması ihtimali söz konusu olmayınca geriye İslâm düşmanları kalır. Bunlar, Hz. Peygamber zamanında Cenâb-ı Hak vahiy gönderip yalanlarını açığa çıkardığı için seslerini kısmak zorunda kalmışlardı. Hz. Peygamberin ölümüyle vahiy kaynağı kesilince kısa zamanda müslümanlar arasında ikilik çıkarmaya muvaffak oldular. Üçüncü Halife Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan olaylar İslâm birliğini parçaladı. Hz. Ali devrinde yapılan Sıffîn Savaşından sonra müslümanlar hariciler (havaric), Şi'a ve cumhur olmak üzere başlıca üç gruba ayrıldılar:
1. Hariciler (Havaric): Hz. Osman'ın şehid edilmesini; Sıffîn Savaşındaki hakem olayını bahane ederek Hz. Ali'ye karşı çıkanlardır. Bunlar Hz. Ali'yi tekfir edecek kadar ileri giderek sonunda onu şehid etmişlerdir.
2. Şi'a (Hz. Ali taraftarları): Hz. Ali Peygamber'in damadı, amcasının oğlu dindar, yiğit, âlim bir kimseydi. Bu meziyetleriyle sahabe arasında önemli bir yeri vardır. Bazı kimseler onun Kureyş'in haşim oğulları koluna mensup olmasını da hesaba katarak halife olmasını istediler. Sıffîn savaşından sonra İslâm Dinî'ni içinden yıkmak için çalışan münafıklarla Yahudilerin tesiriyle, bu isteği ileri götürenler oldu. Bunlar önce Hz. Ali'nin Hz. Peygamber tarafından vasi tayin edildiğini ileri sürdüler. Sonra daha ileri giderek onunla ilgili itikad esasları uydurdular. Hz. Ali adına uydurulan itikad esasları içinde onu uluhiyet derecesine yükselten sapık fikirler bile vardır. Zamanla Hz. Ali fikri etrafında toplananlara Şi'a denilmiştir.
Şi'aya mensup olanlar, aralarına sızmış bulunan İslâm düşmanlarının tesiriyle kendilerini destekleyecek yollara başvurarak hadis uydurma yoluna gittiler. Buna göre İslâm tarihinde ilk hadis uydurma işini Şi'a başlatmış oldu. Hz. Ali'yi olağanüstü vasıflarla öğen, Hz. Mu'aviye ve Emevîleri yeren hadislerin hemen hepsi Şi'a'nın uydurmasıdır. Bu çeşit hadislerden bir kaç örnek:
“Ben ve Ali aynı nurdan yaratıldık. Cenâb-ı Hak Adem'i yaratmadan iki bin yıl önce biz arşın sağında idik. Allah sonra Adem'i yarattı bizi de erlerin sulbüne koydu..” 680
“Ali insanların en üstünüdür demiyen (insanların en üstünü olduğuna inanmayan) kâfir olur..” 681
“Kalbinde Ali'ye karşı kin besleyerek ölen bir kimse Yahudi ve Hristiyan olarak ölmüş olur.” 682
“Mu'âviye'yi mimberimde gördüğünüz zaman hemen öldürünüz.” 683
Hz. Ali taraftarları onun lehine, Emevîler ve Hz. Mu'aviye aleyhine hadis uydurunca karşı taraf da aynı yola başvurmakta gecikmedi. Her iki tarafın uydurduğu hadislerin sayısı bir hayli fazladır.
Emevîlerden sonra İslâm âlemine hakim olan Abbasiler devrinde de hadis uydurma işi devam etti. Bu kısa bilgi bizi hadis uydurma işinin Şi'a tarafından başlatıldığı, diğerlerinin onların açtığı Çığırdan yürüdükleri sonucuna götürmektedir. Nitekim Şi'a taraftan bir alim bu gerçeği şöyle anlatır: “Bil ki fedâ'il (bir kimsenin faziletleri) konusundaki yalan hadislerin aslı Şi'a tarafından gelmiştir. Onlar başlangıçta imamları hakkında çeşitli hadisler uydurmuşlardır. Onları hadis uydurmağa iten sebep hasımlarının düşmanlığı idi. Diğerleri bu faaliyeti gördükleri zaman, Şi'anın uydurma hadislerine karşılık onlar da kendi imamları hakkında başka hadisler uydurdular.” 684
3. Cumhur (Tarafsız Müslümanlar): Çoğunlukla Hz. Ali veya Haricîler tarafını tutmayanlardır. Tarafsız olan bu grubun içinde başka sebeplerle hadis uyduranlar -az da olsa- çıkmıştır.
Şi'a tarafından başlatılan hadis uydurma işi yukarıda değindiğimiz gibi daha sonraları alabildiğine devam etti. Bu arada hadis uydurma sebepleri arttı. Başlangıçta yalnız siyası maksatla hadis uydurulduğu halde sonraları kabile, milliyet, dil, ülke, mezhep, mezhep imamları konularında da hadis uydurulduğu görüldü. Bütün bu sebeplere müslümanları ibadete teşvik etmek heyecanlı va'zlarla halkı coşturup dünyalık elde etmek; halife ve valilerin gözüne girmek gibi sebepler eklenince hadis uydurma faaliyeti daha yaygın bir şekil aldı.
Kim olursa olsun hadis uyduranları bu kötü işi yapmaya sevkeden bazı sebepler vardır. Bunlara esbâbu'1-vaz' denir. Hadis uydurma sebeplerinin belli başlıları şunlardır:
1. İslâm Düşmanlığı:
Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra kurulan İslâm Devleti kısa bir zamanda çok güçlenmişti. Bu devlet onun vefatı üzerinden çok geçmeden bütün Arabistanı kapladığı gibi İran ve Horasan içlerine kadar yayıldı. Yıkılan imparatorluklar, devrilen saltanatlar, bozulan menfaatlar kısa bir süre sonra İslâm düşmanlığına döndü. Öte yandan İslamiyeti yıkamayanlar, kuvvetlenmesine engel olamadıkları gibi onu içinden yıkmak için inanç esaslarına fesad sokmak; böylece, İslâm birliğini parçalamak yoluna gittiler. Çoğu müslüman olmuş görünerek birçok yabancı fikir ve hurafeleri hadis kılığında İslâm Dini'ne soktular.
2. Fırka, Mezhep, Kabile, Dil Ya da Beldeyi Yahut Mezhep İmamlarını Savunma İsteği:
Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, fikirlerin yayabilmek için iki kaynağa başvurdular: Kur'ân-ı Kerim ve hadisler... Yaptıkları iş şöyleydi: Kur'ân-ı Kerim'i kendi fikirleri doğrultusunda te'vll etmek; görüşlerini destekleyen hadisleri yaymak; görüşlerine uymayan hadisleri zoraki te'vil etmek; Nihayet fikirlerine uygun hadis yoksa uydurmak... Tevbe etmiş bir ihtiyar haricinin şu sözü bunu gösterir: “Dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin, çünkü biz bir şey istedik mi onu hadis şekline koyuverirdik.” 685
3. İslâm Dini'ne Hizmet Etmek Arzusu:
Müslümanları iyiye, doğruya, güzele yöneltmek; kötülüklerden uzaklaştırmak, böylece güya İslâm'a hizmet etmiş olmak için binlerce hadis uydurulmuştur. Amellerin faziletlerine, Kur'ân okumaya, nafile ibadete teşvik maksadıyla uydurulan sözler bu konuda tipik örnekler verir. Bir tanesini görmek yeterli bilgi verecektir.
“Her kim pazartesi günü dört rekat namaz kılar ve her rekatta Fatiha, Ayetu'l kursî, Kul huvallahu ahad, Kul e'ûzu bi'rabbi'l felak, kul e'ûzu bi'rabbi'n-nâs'ı birer defa okur; selam verdiğinde on defa istiğfar eder; on defa da salavât getirirse, bütün günahları affolunur. Allah Te'âlâ ona Cennette beyaz inciden yapılmış on odalı bir köşk verir. Her odanın uzunluğu ve genişliği üçer bin arşındır. Birinci oda beyaz gümüşten, ikincisi altından, üçüncüsü inciden, dördüncüsü zümrütten, beşincisi zebercetten, altıncısı iri incilerden, yedincisi parlayan bir nurdandır. Odaların kapılan anberden yapılmış olup her kapının önünde za'ferandan bin tane örtü vardır. Her odada kâfurdan yapılmış bir karyola; her karyolanın üzerinde bin yatak vardır...”
Bu maksatla hadis uyduranlar, gariptir ki, müslümanlara hizmet ettikleri inancı içindeydiler. Böyleleri yaptıkları işi mazur göstermek için de, Hz. Peygamber aleyhine, ona isnad ederek yalan uydurduklarını değil; lehine yalan söylediklerini iddia ediyorlardı.
4. Şahsî Menfaat Kaygısı:
Va'izlerin cami ve mescidlerde yaptıkları va'zları daha tesirli bir hale getirmek için baş vurdukları yollardan birisi halkı heyecanlandıracak hadisler uydurmaktır. Böyleleri halka hitaplarında onların dini duygularını ve heyecanlarını kabartarak dine karşı ilgilerini artırmak gayesi güderler. İçlerinde bu yolla meşhur olup şöhret ve servet elde etmek peşinde olanlar da vardır. Bunlara kıssacı anlamında kassâs denilir. Çoğulu kussas gelir. (Bk. Kussas). Kıssacı vaizlerden birinin meşhur iki muhaddis, Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'in ile olan macerası bu konuda önemli bir misal teşkil eder. Özellikle halkın dinî duygularını istismar ederek dünyalık elde etmek uğruna hadis uyduranların halini çok güzel belirten meşhur olay Kussas başlığı altında nakledilmiştir.
5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşmak Arzusu:
Kendisine bir çıkar sağlamak ümidiyle meşhur veya zengin adamlara yaklaşan, onların arzularına göre hareket edenler her devirde bulunur. Hadis uydurmaya başlanmasından itibaren müslümanlar arasında da böyleleri çıkmıştır. Halife veya emirlerin heveslerine göre fetva verenler, gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bu konuda Gıyâs b. İbrahim'in sahtekârlığı çok meşhurdur. Gıyâs bir gün Halife Mehdî'nin yanına girer. Onun güvercin yarıştırdığını görünce, hemen Hz. Peygambere kadar ulaşan bir sened söyler ve arkasından Peygamberimizin “Ok, deve, at ve kuş yarışlarından başkası için ödül almak helâl olmaz.” dediğini rivayet eder. Mehdi, Gıyâs'a hemen on bin dirhem verir; fakat hadisin aslında olmayan “kuş” kısmını uydurduğunu anlayınca
“Senin şu kafan yok mu? o bir yalancı kafasıdır!” diyerek huzurundan kovar. Hadis uydurmaya sebep oldukları için de güvercinleri kestirir.
İslâm Tarihinin ilk devirlerinde başlayan hadis uydurma hareketi muhaddisleri hadis uyduranlarla mücadele etmek zorunda bırakmıştır. Kasden yahut bilmeden yahut da iyiik yapıyorum düşüncesiyle uydurma sözleri hadis diye yayanlara karşı ciddî bir mücadele verilmiştir. Bu mücadele aynı zamanda Hz. Peygamber'e gerçekten ait olan hadislerin korunması için ne derece titiz dav-ranıldığını da gösterir. Hadis Vaz’ına karşı alimlerin aldıkları tedbirleri dört grupta incelemek mümkündür.
1. İsnad ve Sende Tenkidi:
Muhammed b. Sîrîn'in şöyle bir sözü vardır. “İlk zamanlar kimse isnad sormuyordu; fakat müslümanlar arasına fitne girince o zaman isnad sorulmağa başlandı. Ehl- Sünnetten olanların hadisleri alınma; bid'atçıların hadisleri terkedilme yoluna gidildi. 686Bu söz bize uydurma hadislerin ortaya çıkması üzerine hadisçilerin sahih hadisleri toplayabilmek için onlan rivayet eden kimselere isnad sorduklarını gösterir.
Gerçekten Hz. Osman'ın şehit edilmesi. Bunu takip eden Cemel ve Sıffîn harpleri, İbnu'z-Zubeyr'in halifeliğini ilan etmesi, Velid b. Yezîd'in öldürülmesi gibi olaylar üzerine ortaya bazı siyasi karışıklıklar çıktı. Bu karışıklıklar, hadis uydurma hareketini alabildiğine körükledi. Böyle bir ortamda meydana gelen fikir ayrılıkları zamanla siyasî ve itikadı mezhepleri oluşturdu. Bunlara daha sonraları amelî mezhepler de eklendi. Bu fırka ve Mezhepler herbiri kendi görüşlerine uygun hadisleri yaymaya başlayınca hadislerin sayısı bir hayli arttı. Bir yandan mevzu hadislerin sayıca çoğalması öte yandan her önüne gelenin her duyduğunu rivayet etmesi karşısında ise isnad mecburiyeti konuldu. Böylece hadis uydurmanın önüne az da olsa geçmek imkanı doğdu.
Bir hadisi değerlendirmek isteyen ilkin onun senedine bakar. Hadisin sahih veya zayıf oluşu konusunda ilk bilgiyi sened verir. Eğer hadisin senedinde hadis uydurmakla tenkid edilen biri varsa senedlerin eleştirilip sağlam olanların açığa çıkarılması aynı zamanda uydurma hadislerin tanınmasına yardım eder. İsnaddaki kusurlar da böyledir. “Eğer isnad olmasaydı isteyen istediği sözü hadis diye rivayet ediverirdi. Böyle birine “Sana bunu kim rivayet etti?” diye sorulacak olsa şaşırıp kalır” sözü bunu gösterir.
İlerde göreceğimiz gibi isnad ve sened tenkidi, İslâm âlimlerinin eseri olan Cerh ve Ta'dil, Târîhu'r-Ruvât gibi hadisle ilgili ilimlerin oluşmasını sağlamıştır.
2. Metin Tenkidi:
Tamamen müslüman alimlerin icadı olan hadisle ilgili ilimlerin bir tek hedefi ve gayesi vardır. Hz. Peygamber'e gerçekten ait olan hadisleri tesbit etmek. Bu hedefe varmak için konulan isnad ve ravileri eleştirmek gibi tedbirlerle yetinmeyen muhaddisler, elde edilen hadis metinlerini de eleştirmek yoluna gitmişlerdir; çünkü hadis uyduranlar uydurdukları hadislere en sağlam isnadlari eklemekten çekinmemişlerdir. Bu durumda bir hadisin sahih ve makbul sayılabilmesi için yalnızca isnad yeterli olmamıştır. Bir başka deyişle muhaddisler bir hadisi sahih kabul etmek için sadece isnadın ve senedin sahih oluşuyla yetinmişler; hadisin metnini bir de akıl süzgecinden geçirme yoluna gitmişlerdir. İbnu'l-Cevzî'nin “Allah atı yarattı, sonra koşturdu...” uydurmasını tenkid ederken söyledikleri bunu gösterir. Diyor ki:
“Böyle bir hadisin ravilerini araştırmaya hiç gerek yoktur; çünkü sika raviler imkânsız bir şey rivayet edip devenin iğne deliğinden geçtiğini haber verseler, sikalıklarının bir faydası olmaz. Eğer sen bir hadisi akla ve dini prensiplere aykırı bulursan, bil ki o hadis uydurmadır.”687
3. Muhaddislerin Mücadelesi:
Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi hadîs uyduranlara karşı girişilen mücadele sahih hadisleri toplamak için yapılmıştır. Böyle bir maksatla yapılan mücadele sahih hadisleri toplayıp yaymak onlan sahih olmayanlardan ayırmayı sağlayacak kaideler koymak ve hadis rivayet esaslarını tesbit etmek şeklinde yapılmıştır, ayrıca muhaddisler hadis uyduranlara karşı durmuşlardır. Meşhur muhaddis Buhârî uydurma hadis rivayet edenlerin iyice döğülüp uzun süre hapsedilmesi (darbı şedîd, habs-i medîd) gerektiğine fetva vermiştir. Muhaddislere ve mezhep imamlarına göre uydurma hadis rivayet eden kimse, başkalarının ibret alacağı bir şekilde cezalandırılır. Rezil edilir ve azarlanır. Yüzüne bakılmaz, selam verilmez. Kendisiyle bütün ilişkiler kesilir. Sufyân b. Uyeyne, böylesinin boynunun vurulması gerektiğini, Yahya b. Ma'în, kanının helal olduğunu söylemişlerdir. Demek oluyor ki hadisçiler, sünnetin koruyucusu olarak yalancıların karşısına çıkmışlar, onları yollarından çevirmek ve zararsız hale getirmek için maddî mukavemet usullerine başvurmuşlar; bazan da bir takım tehdit vasıtaları denemişlerdir. Şurası muhakkak ki, Sünnetin müdafaası uğruna yapılan mücadelede büyük bir başarı elde edilmiştir.
4. Mevzu Hadislerin Teşhiri:
Muhaddislerce, bir hadisin uydurma olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir, ancak onu uyduran raviye nisbetle verilecek hüküm, insanda hasıl olan galib zan yolu iledir. Kesinlikle değildir; çünkü çok yalancı olan bir kimsenin bazan doğru söylemiş olması mümkündür. Böyle bir kimse tarafından rivayet edilen hadis hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin rivayetinde doğru olabileceği ihtimali dolayısıyla zanna dayanır; ancak bu zan, ravinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyla da gerçeğe yakındır ve hadis hakkında sahih hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesinin sağlar. Diğer taraftan, bu hükmü verecek olan hadis imamları sahip oldukları kuvvetli meleke, parlak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere derin vukuf sayesinde, hadislerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte güçlük çekmezler. 688
Bazen de bir mevzu hadisin uydurma olduğu, onu uyduranın itiraf etmesiyle anlaşılır. Hadis uyduranların bir kısmı sonradan yaptıklarını itiraf etmişler; bir kısmı zor karşısında bir kısmı da pişmanlık duyarak yaptıklarını kendi ağızlarıyla söylemişlerdir. Buna dair pek çok misal vardır. Meselâ Meysere, Kur'ân'ın faziletleri konusundaki hadisi uydurduğunu bizzat kendisi itiraf etmiştir. Ömer b. Subh'un Hz. Peygamberin bir hutbesini uydurduğunu itiraf etmesi de bu konuda misal verilebilir.689
Bununla birlikte hadisin mevzu olduğuna delâlet eden bazı karineler vardır. Bu karineler bazen ravide olur, bazen de hadisin kendisinde bulunur. Ravide bulunan karinelerin önemlileri, ravisinin hadis uydurmakla tanınan bir kimse olması, hali, aşın mezhep taraftan oluşu gibi hususlardır. Bunlar hakkında kısa bilgiler verelim.
Mevzu hadisin ravilerinden biri en ağır cerh sebebi olan hadis uydurmakla tanınan birisi ise isnadında onun yer aldığı hadisin mevzu olduğuna kolayca hükmedilebilir. Meselâ: “Allah için ilmi talep eden biri ilmin herhangi bir babına (konusuna) göz atar atmaz alçak gönüllülüğü artar. İnsanlara karşı tevazuu, Allah korkusu, dünya işlerine gayreti fazlalaşır. İlminden faydalanan ilim öğrenmek için müracaat edilecek kkimse odur. İlmi dünya menfaati ve insanlar nazarında yüksek mevkii sahibi olmak sultanlara yakınlık kurmak için öğrenen kimse ise onun herhangi bir konusuna gelince nefsinde büyüklük duygusu, Allah'a karşı gururu; dininde cefası artar. İşte böylesi ilimden hiç bir fayda görmez. İlmi kendine hüccet olmaktan çıkar. Kıyamet günü ise pişmanlık ve aşağılık verir.” 690hadisinin ravisi Ömer b. Subh aşırı yalancı ve hadis uydurmakla bilinen biridir. 691Bu hadisin isnadında onun ismine rastlanması onun uydurma olduğunun açığa çıkmasına yardım eder.
Bazen hadisin mevzu olduğu ravisinin halinden anlaşılır. Buna misal olarak Me’mun b. Ahmed'in el-Hasenu'1-Basrî ile ilgili bir sözü verilebilir: Bir gün bu şahsın yanında el-Hasen'in Ebu Hureyre'den hadis işitip işitmediği konusunda ihtilaf söz konusu edilince Me’mun, hemen Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşan bir isnad söyleyerek şöyle demiştir: “El-Hasenu'l-Basrî Ebu Hureyre'den hadis işitti.” 692
Seyf b. Umer et-Temîmî anlatmıştır. Sa'd b. Tarifin yanında bulunuyordum. O sırada oğlu mektepden ağlayarak gledi. Ona neden ağladığını sorunca çocuk “hoca döğdü” cevabını verdi. Sa'd hemen “bu gün onu rezil edeceğim” dedi ve Haddesenî İkrime, an İbn Abbas isnadiyle Hz. Peygamberin “Çocuklarınızın hocaları en şerlilerinizdir. Yetimlere karşı en az merhametli, yoksula karşı en katı kalpli olanlar da onlardır” dediğini rivayet
etti. 693
Bir gün Me’mun b. Ahmed el-Hereviye,
“Görüyormusun Horasan'da İmam-Şâfiî'ye tâbi olanlar ne kadar çoğaldı” denilince hemen Hz. Peygambere kadar ulaşan bir isnad söyleyerek onun
“Gün gelir, ümmetimden Muhammed b. İdris isminde biri çıkar. O ümmetim için İblis'den daha tehlikelidir. Gün de gelecek, ümmetimden Ebu Hanîfe adlı biri çıkacak, o ümmetimin ışığı olacaktır” buyurduğunu rivayet eder. Şu rivayet de aynıdır: Muhammed b. Ukkaşe el-Kirmânî'ye “halk namazda rükua varırken ve rûkudan kalkarken ellerini kaldırıyorlar” denildi. O hemen bir isnad sevkettikten sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'den “rukuya varırken ellerini kaldıranın namazı olmaz” hadisini rivayet etti.” 694
Ravinin aşırı mezhep taraftarı oluşu da mevzu hadisin tanınmasında önemli bir karinedir. Böyle bir ravi mezhep veya mezhep imamı, yahutta mezhebin görüşü ile ilgili bir hadis rivayet ederse bu, hadisin mevzu olduğunu delâlet eden karine sayılır. Yukanda geçen Me’ınun b. Ahmed'in Şafiî'lerin Horasan'da yayıldıklarının söylenmesi üzerine hemen Îmam-Şafiî'yi yeren buna karşılık İmam-ı A'zam'ı öğen hadis rivayet edişi buna da misaldir. Me’munun mutaassıp bir hanefî oluşu rivayetinin mevzu oluşuna ayn bir karine olmuştur.
Bir hadisin mevzu olduğuna delâlet eden karinelerden hadisin metninde bulunanlara gelince, bunlar sırasıyla hadislerin lafzında ve manasında bozukluk olması; akla ve tecrübe ile kazanılmış bilgilere aykm olması; Kur'ân-i Kerim'e ve sahih hadislere aykınlık; tarihî olaylara aykınlık; elde mevcut güvenilir hadis kaynaklarında bulunmamak; birçok kimsenin görmesi gereken bir olayı bir kişinin rivayet etmesi gibi hususlardır.
Hz. Peygamber Arapların en güzel konuşanıydı. Bundan dolayı Onun sözlerinde ölçülü bir ifade güzelliği, açıklık, akıcılık, belagat gibi Arap dilinin kaidelerine uygun bir güzellik vardır. İşte bu noktadan hareket eden muhaddisler, sözünde veya manasında ölçüsüzlük, dil kaidelerine aykınlık bulunan hadislerin mevzu olduğunu söylemişlerdir. Gerçek de öyledir. Meselâ halkı hayırlı işlere teşvik etmek için uydurulan hadislerde aşırılık, özellikle sevap ve cezada ölçüsüzlük vardır. Dinsizlerin ve islâm düşmanlarının uydurdukları hadisler ise Müslümanlığın temel ölçülerine sığmayan bayağı ifadeler taşır. Bu belirtiler onların uydurma olduğunu hemen belli eder. Meselâ “Kim (he) harfini tek gözlü yapmadan besmele yazarsa Allah ona bir milyon iyilik yazar; derecesini bir milyon kere yükseltir.” 695
(Kim helâlinden kazandığı bir hurma ile iftar ederse kıldığı namaza 400 namaz ilave edilir.” 696
“Nisan ayının çıktığını bana müjdeleyenin Cennet'e girmesine kefil olurum.” 697
Hz. Peygamber'e gerçekten ait olan sözler akla, sağduyuya, tecrübe ile elde edilmiş bilgilere tamemen uygundur. Dolayısıyla bunlara aykırı olan sözler ona ait değildir. Meselâ, “Nuh'un gemisi Kabe'yi yedi kere tavaf etti; İbrahim makamının arkasında iki rekât namaz kıldı. Ana babasına iyilik etmek isteyenler şairlere para versin... İnsanoğlunun kalbi kışın yumuşar. Bunun sebebi, Allah'ın Âdem'i çamurdan yaratmış olmasıdır; çünkü çamur kışın yumuşak olur.” Uydurmaları gibi. 698
Allah Resulü Kur'ân-ı Kerim'i müslümanlara tebliğ etmekle kaimamış; aynı zamanda onu açıklamış ve uygulamıştır. Onun her sözü ve davranışı Kur'ân-ı Kerim'e uygundur. Buna göre, eğer bir rivayet Kur'ân-ı Kerim'e ve onun doğrultusundaki sahih hadislere aykırı ise onun uydurma olduğuna hükmedilir. Meselâ, “Kötü ahlaklı olmak affedilmeyecek bir günahtır.” uydurması “Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez. Bunun dışında dilediğini affeder,..” mealindeki âyete 699aykırıdır. Allah'ın adı Ahmed veya Muhammed olanları Cehennem'e koymayacağına; güzel yüzlü ve siyah gözlülere azap etmeyeceğine dair olan uydurma da öyledir;
“Allah sizin vücutlarınıza ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar” sahih hadisine aykırıdır. 700
Mevzu hadislerin uydurma olduklarını gösteren karinelerden birisi de hadiste anlatılanların tarihî olaylara aykırı olmasıdır. Buna göre, bir hadiste anlatılan olaylar tarihî gerçeklere uymuyorsa, o hadis uydurmadır.
“Soğuktan sakının; çünkü kardeşiniz Ebu'd-Derdâ'yı soğuk öldürdü.” 701Sözü gibi. Hz. Peygamberin böyle bir söz söylemesi mümkün değildir; çünkü Ebu'd-Derdâ Hz. Peygamberin vefatından 22 yıl sonra Hicretin 32. yılında ölmüştür. Şu uydurma da aynı şekildedir; “Hz. Aişe söylüyor:
“Peygamber (s.a.s)'in Fatıma'nın boynunu birçok defalar öptüğünü gördüm. Bunun sebebini öğrenmek istedim. Buyurdular ki,
“Yâ Humeyrâ! Bilmezmisin ki, Mi'raca çıktığımda Allah'ın emriyle Cebrail beni Cennet'e götürdü. Bir benzerini görmediğim kokusu hoş; mevyesi nefis bir ağacın yanında durduk. Cebrail'in soyarak bana ikram ettiği meyveleri yedim. Allah onlardan bende bir su yarattı. Dünyaya dönünce Hatice ile beraber oldum; sonunda Fatıma'ya hamile kaldı. İşte ben Cennet'teki o ağacın kokusunu özledikçe Fatıma'nın boynunu öper; o kokuyu alırım.” Bu hadisin uydurma olduğu da tarihî olaylara aykırı oluşundan bellidir; çünkü Hz. Fatıma Hz. Peygambere peygamberlik verilmeden 5 yıl önce doğmuştur. Ayrıca Mi'rac, Peygamberliğin 12. yılında ve hicretten bir; Hz. Hatice'nin ölümünden iki yıl sonra olmuştur. Halbuki hadise göre, Peygamberlikten önce doğan Hz. Fatıma'nın, Hz. Hatice'nin ölümünden iki yıl sonra dünyaya gelmiş olması gerekir. Böyle bir şey olmayacağına göre hadisin uydurma olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Nitekim İbnu'l-Cevzî bu hadisi tenkit ederken şunları söylemiştir: “Bu sözlerin uydurma olduğunda hadis mütehassısları bir yana, acemi hadisciler bile şüpheye düşmez. Bu sözleri uyduran kimsenin zerre kadar tarih bilgisine sahip olmadığı meydandadır; çünkü Hz. Fatıma, Hz. Peygamber'e Peygamberlik verilmezden önce dünyaya gelmiştir. Burada Mi'racdan bahsedilmesi ise ayrı bir rezalettir: çünkü Mi'rac, Hz. Hatice'nin ölümünden sonra ve Hicretten bir yıl önce olmuştur.” 702
Hz. Peygamberden rivayet edilen hadisler genellikle birinci hicri asnn sonlarından başlamak üzere derlenmiş, çeşitli metodlarla muteber eserlere geçirilmiştir. Öyle ki, bu eserlere girmeyen hiç bir sahih hadis kalmamıştır. Bu yüzden elde mevcut güvenilir hadis kitaplarında bulunmayan hadislerin uydurma olduğuna kanaat getirilir. es-Suyûtî bu konuda der ki: “Hadis kitaplarında yer almayan, muttasıl bir isnadı da olmayan hadislere yalnız bazı va'z, tefsir, siyer ve tarih kitaplarında rastlamaktayız. İlk devirlerdeki hadis imamları zamanında mevcut olmayan bu sözlerin çoğu sonradan uydurulmuştur.” 703
Mevzu hadisler arasında öyleleri var ki, birçok sahabî huzurunda söylendiği iddia edildiği halde ravisi tekdir. Bu husus o hadisin mevzu olduğuna mühim bir karine teşkil eder; zira birçok sahabî tarafından işitildiği ileri sürülen bir hadisin hiç değilse birkaç sahabî tarafından rivayet edilmesi beklenir. Veda Haccı dönüşünde Hz. Peygamberin Gadîru Hum denilen yerde mola vererek kendinden sonra Hz. Ali'yi halife tayin ettiğini ve fakat orada bulunan ashabın bu haberi gizlediklerini söyleyen ralizîlerin iddiası bu konuda güzel bir örnektir. Bu uydurmanın önce sahih bir isnadı yoktur. Öte yandan Hz. Peygamber şayet Hz. Ali 'yi halife tayin ettiğine dair böyle bir açıklama yapsaydı, hilafet konusunda o kadar anlaşmazlıkların çıktığı günlerde sahabîlerin bunu belirtmeleri gerekirdi. Oysa binlerce Sahabî huzurunda söylendiği iddia edilen sözleri rivayet eden sahabî çıkmamıştır. Buradan anlaşılır ki bu, rafizîlerin uydurmalarından biridir.
Hz. Peygamberin ikindi namazını kılmadığı bir gün, batmış olan güneşin onun namazını yetiştirmesi için geri döndüğünü, herkesin buna şahit olduğu bildirilen uydurma da böyledir. Herkesin şahit olduğu söylenen bir olay yalnızca Ebu Seleme'den rivayet edilmiş gösterilmektedir.
Ne maksatla uydurulmuş olurlarsa olsunlar, mevzu hadislerin İslâm Dini'ne ve müslümanlara çok büyük zararları olmuştur. Özetleyecek olursak;
a) Hz. Peygamberin Kur'an-ı Kerim'i tebliğ edip hükümlerini uyguladığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki o, yaşayış ve davranışlarıyla müslümanlara örnek olmuştur. Nitekim Allah, Kur'ân-ı Kerimde onun “en güzel örnek” olduğunu belirtmiştir. 704Ayrıca “Allah Resulünün size verdiklerini alın; men ettiklerinden sakının” buyurmuştur. 705Bu durumda Hz. Peygamberin sözleri ve davranışları İslâm Dini'nin özünü teşkil eder. Bir başka deyişle, gerçekten ona ait hadisler, İslâmiyet'in esasını oluşturur. O halde uydurma hadisler dinin özünü ortaya koymadıkları gibi yanlış anlaşılmasına sebep olurlar.
b) Hz. Peygamberin söylemediği bir sözü ona nisbet etmek veya onun ağzından yalan uydurmak dinin esaslarının değiştirilmesi demektir. Helâli haram; haramı helâl göstermeye kadar varabilir. Bu ise İslâm Dini'nde olmayan şeyleri var; olanları da yok göstermekle birdir. Bu açıdan bakıldığında uydurma hadisler her şeyden önce İslâmiyet'in yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Söz gelişi bir uydurma hadiste Hz. Peygamberin şunları söylediği iddia edilir: “Dünya ahiret ehline haramdır. Ahiret dünya ehline haramdır. Hem dünya hem ahiret Allah ehline haramdır.” 706Bu ve benzeri yüzlerce uydurma hadisin müslümanlann dünyadan el etek çekip tek taraflı bir zühd hayatı yaşamalarının başlıca sebepleri olduğu şüphesizdir. Oysa Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur:
“Allah'ın sana verdiği (nimetler) de ahiret yurdunu gözet; dünyadan da nasibini unutma.” 707
“Yer yüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur.” 708
“De ki Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar dünya hayatında Mü’minlerindir; kıyamet gününde de yalnız onlar içindir, de”709
Demek oluyor ki uydurma hadisler müslümanlara yanlış bir dünya görüşü aşılamıştır. İslâm âleminin ekonomik bakımdan geri kalmasının en önemli sebeplerinden birisi de bu eksik dünya görüşüdür, denilebilir.
c) Mevzu hadisler müslümanlar arasına tefrika ve düşmanlık girmesine yol açmıştır. Daha önce söz konusu ettiğimiz gibi Hz. Osman'ın şehit edilmesi üzerine müslümanlar arasına ayrılık girmiş ve bu ayrılık zamanla çeşitli fırka ve mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Bahis konusu fırka ve mezheplerin her biri, davasını kuvvetlendirmek ve müslümanları kendi tarafına çekmek için hadis uydurmaya başlamıştır. Sonunda bu hadislerin tesiriyle aynı dine bağlı, kitabı bir olan, aynı peygambere inanan müslümanlar birbirine düşman hale gelmiştir. İşi daha ileri götürenler karşısmdakileri küfürle itham etmiştir. Özellikle çeşitli Kelam ve Fıkıh mezheplerinin bir kısım cahil taraftarları uydurdukları hadislerle müslümanlar arasındaki ayrılığın artmasına sebep olmuşlardır.
d) Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamberin koyduğu ölçülere göre bütün Mü’minler eşittir. Birinin diğerine takvadan başka üstünlüğü yoktur. Hal böyle iken, aksine uydurulan hadislerle müslümanlar arasında ırk, milliyet ve dil üstünlüğü fikri yayılmıştır, arapların, Arapçanm, İranlıların, Farsçanın, Türklerin faziletlerine dair uydurulan hadisler bu konunun örneklerini teşkil ederler.
e) Uydurma hadisler İslâm Akaidine de tesir etmiştir. Bir takım din düşmanlarının uydurdukları yüzlerce hadis İslâm Dini ile bağdaşmayan birçok batıl itikat ve hurafenin İslâmiyet'e sokulmasına sebep olmuştur. Bu çeşit hadisler samimi müslümanların inancını sarstığı gibi dini gönlüne tam anlamıyla yerleştirememiş olanları ondan soğutmuştur. Bunun sonucu olarak zındıklık denilen dinden uzaklaşma artmıştır, Ayrıca özellikle Allah, kader, Ahiret Günü gibi itikat esasları etrafında meydana gelen çeşitli münakaşa ve sapmalarda mevzu hadislerin önemli tesirleri olmuştur.
f) Özellikle kıssacıların va'z ederken kullandıkları mevzu hadisler halkın cahil kalmasına ve tembelliğine yol açmıştır. Kıssacıları İslâm âlimi sanarak peşine düşenler İslâm Dini'nin gerçek yönünü hiç bir zaman öğrenemezler; çünkü kıssacı için asıl olan daha çok halka İslâm Dini'ni öğretmek değil kendini onlara kabul ettirmektir. Bunun için de çok kere asıl dini vazife ve sorumlulukları öğretecek sahih hadisler yerine duygulara hitap eden asılsız hikayeler anlatmayı tercih ederler. Aslında hadis uydurmanın en önemli sebeplerinden birisi, yukarıda gördüğümüz gibi budur. İşte bu yüzden halk cahil kaldığı gibi tembelliğe de itilmiştir. Ömür boyu ibadetle elde edebileceği sevabı iki rekatlık nafile namazla kazanacağına inananlar ikincisini tercih edebilirler. Dolayısıyle kıssacılar uydurma hadislerle halka bol keseden sevap dağıtırken asıl dinî vazifelerin ihmaline teşvik etmiş olurlar. 710
Mevzu hadisler hüküm yönünden iki kısımdırlar. Bunlardan birincisi Hz. Peygamberin ağzından uydurulanlar; ikincisi, başkalarının sözleri olduğu halde Hz. Peygamber'in sözü imiş gibi gösterilenlerdir. İkincisine Mevdû'u'l-Metn tabir edilmiştir.
Hangi kısım olursa olsunlar yalan, uydurma ve düzme olduklarından mevzu hadislere hiç bir şekilde itibar edilemez.
Mevzu hadis rivayet etmenin hükmüne gelince,
a) Bir mevzu hadisi Hz. Peygambere aitmiş gibi rivayet etmek haramdır. Hadis ahkama, kıssaya, tergib veya teşvike neye ait olursa olsun, farketmez.
b) Uydurma olduğunu bilerek, müslümanlann dikkatini çekmek için rivayet edilirse haram değildir; fakat bu durumda uydurma olduğunun söylenmesi şarttır.
c) Mevzu olduğunu bilmeden rivayet edenler bir günah işlemiş olmazlar; ancak dinî bir konuda titiz davranmadıkları için hata etmiş sayılırlar.
d) Mevzu hadisi uydurma olduğunu ispatlamak için rivayet eden bir âlim ise sevaba girmiş olur.
El-Mezîd Fi Muttasıli’l-Esânîd:
“İsnadların ittisalinde ziyadeleşen nesne” şeklinde manalandırılabilecek bu tabir ravinin yanlışlıkla eklediği ravi ismiyle meydana gelen isnadla rivayet edilen hadise denir. Açıklamak gerekirse ravinin kendisinden daha sika olan raviye muhalefeti üç çeşittir. Bunlardan üçüncüsü bir ravinin kendisinden daha mutkin olarak bilinen bir diğer ravi veya ravilerin zikretmediği bir raviyi isnad arasında yanlışlıkla ziyade etmesi ile meydana gelir. İsnadında böyle aslına göre fazlalık hasıl olarak rivayet edilen hadise el-Mezîd fi muttasıli'l-esânid adı verilir. Meselâ, Hz. Peygamber (s:a.s).
“Kabirlere (doğru dönerek) namaz kılmayınız. Kabirlerin üzerine de oturmayınız”711 buyurmuştur. Bu hadis, isnadıyla varid olmuştur. Halbuki senedin aslında Sufyan ile Ebu İdris el-Havlâni yoktur.712 Ebu İdris'in senede ilavesi Abdullah İbnu'l-Mubarek'in vehminden meydana gelmiştir. Nitekim Ebu Hatim er-Râzi “Busr'un Ebu İdris'ten rivayeti çok olduğu için İbnu'l- Mübarek burada yanılmış ve bu hadisi de ondan rivayet ettiğini zannetmiştir.” der. 713Tirmizî de aynı hataya şöyle işaret eder. “Muhammed dedi ki: İbnu'l-Mubarek'in hadisi yanlıştır. O hadiste İbnu'l-Mubarek hata ederek “an Ebi İdrîsi'l-Havlâni” lafzını isnada ilave etmiştir. İsnad aslında “Busr'ubnu Ubeydillah - an Vasile” şeklindedir. Abdurrahman b. Yezîd b. Cabir'den isnadında o ibare olmadığı halde bir kaç kişi rivayet etmiştir.” 714
İsnada Sufyân'ın ilave edilmesi ise Abdullah İbnu'l-Mubarek'ten sonra gelen ravilerden birinin vehmi sonucu olduğuna hükmedilmiştir; zira pek çok sika ravi hadisi Sufyân'ın ismini zikretmeksizin Abdullah İbnu'l-Mübarek İbn Câbir-Busr isnadiyle rivayet etmişlerdir. 715Bu yüzden isnada Sufyân'ın eklenmesi İbnu'l-Mubarek'ten sonra olmuş demektir.
İbn Haceri'l-Askalânî'nin açıkladığına göre el-Mezîd fi Muttasıli'l-esânidin hükmü şöyledir:
İsnaddaki bu ziyade yüzünden hadise ta'n edebilmek için isnadda ziyade etmeyen sika ravi, ziyade eden ravinin üst tarafındaki raviden hadis işittiğini tasrih etmiş olması gerekir. Bu sika ravinin rivayeti şayet “an” gibi semaa delalet etmediği gibi inkıta ihtimaline yol açan bir lafızla olmuşsa, ziyadeyi ihtiva eden rivayet tercih edilir. 716
el-Hatîbu'1-Bağdâdî bu konuda Temyîzu'l-Mezîd fi Muttasili'l-Esânîd isimli bir kitap yazmıştır. 717
Min Belâyâhu:
“Belalarından biri de (şudur)” manasına gelen bu cümlecik, bir rivayetin mevzu olduğunu gösteren karinelere işaret etmekte kullanılmıştır.
Min...İlâ:
Bk. Lâ... ilâ.
Mine's-Sunne Kezâ:
“Şu iş sünnettir” manasına bir tabir olup bir hadisin hükmen merfu olduğunu gösteren ifadelerdendir. Sahabîlerden biri bir şeyden bahsederken, böyle bir ifade kullanmışsa, o bahsettiği şeyin hükmen Hz. Peygambere kadar ulaştığı manasına gelir. Bu da o şeyin onun bilgisi altında işlendiğini gösterir.
Misle Hadisin Kablehu Metnuhû Kezâ Ve Kezâ:
Bk. Mislehû.
Mislehû:
“Onun benzeri” anlamını veren bu lafız, muhaddisin bir hadisi bir isnadla sevkettikten sonra aynı hadisi ikinci isnadiyle vermek istediğinde metni aynen zikretmeyip ikinci isnadı verdiği yerde kullanılan tabirlerdendir. Böyle aynı hadisi iki isnadla verip ikincide metnini tekrar etmeden bu ifadeyle yetinen muhaddis bu ifadesiyle “ikinci isnadın metni de öncekinin metninin benzeridir” demiş gibi olur.
Aynı yerde mislehû sevâ'en (ilk metnin tıpkı aynısı); nahvehu (ilk metnin tıpkısı) tabirleri de kullanılır.
Bazı muhaddisler bir metni sevkettikten sonra ikinci isnad ile aynı metni vermekte böyle bir tabir kullanmayı hoş görmezler. Nitekim Şu'be, “fulân an fulân mislehû demek yetmez” demiştir. Ayrıca aynı âlimin “ravinin nahvehu demesi şekdir” dediği de rivayet edilmiştir.
Bununla birlikte Sufyânu's-Sevrî'ye göre ravinin şeyhi eğer zabtı ve hıfzı tam, hadis lafızlarını birbirinden ayırmaya gücü yeten; rivayetinin sayısına dikkat ve itina gösteren bir de sika olarak tanınan biri ise böyle ikinci isnaddan sonra metni tekrarlamadan nahvehu gibi bir ifade kullanması caizdir. Değilse caiz olmaz.
Bu konuda üçüncü bir görüş daha vardır. Yahya b. Ma'în'e ait bu görüşe göre ravinin şeyhi Sufyânu's-Sevri'nin görüşündeki şartları haizse mislehû demesi caiz olursa da nahvehu demesi olmaz. el-Hâkimu'n-Nisabürî de aynı kanaattedir. Ona göre mislehû ile nahvehu arasındaki farkı gözetmek muhaddise gerekli olan zabt ve itkanın bir nevidir. Her iki isnada ait metinlerin aynı lafızlarla olduğuna kesinlikle emin olmadıkça ona mislehû demek helal olmaz. Ancak metinler lafız yönünden aynı olmayıp da yalnız mana yönünden bir iseler o zaman nahvehu diyebilir.
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre ise bu görüş hadislerin manasiyle rivayet edilmesini caiz görmeyenler nazarında bir ayırım mahiyetindedir. Manen rivayeti caiz görenler iki kelime arasında fark gözetmezler. Hadiscilerden hayli kimseler böyle iki isnadla aynı hadisi rivayet etmek istediklerinde ikinci isnadı zikrettikten sonra “misle hadisin kablehu metnuhû keza ve keza yani, daha önceki hadis gibi, metni şudur” diyerek hadis metnini sevketmişlerdir. Nahvehu lafzında da böyle yapmışlardır. Onun benimsediği görüş de budur. 718
Mislehû Sevâ'en:
Bk. Mislehû.
Mu’addil:
Sözlükte hakimin hak üzerine doğruca hükmetmesi, şahidi tezkiye etmek, terazi kefelerini aynı düzeyde tutmak, eğri bir nesneyi doğrultmak manalarına ta'dilin ismi failidir ve doğruluğuna hükmeden, adaletli olduğunu haber veren kimse demektir.
Umumi manada şahısları tezkiye eden kimse manasına kullanılan mu'adil, Hadis Usulünde ravinin adaletli olduğuna hükmeden âlime denir.
Muhtelif vesilelerle söz konusu edildiği gibi gerek az hadis rivayet ettiği, gerek kendisinden bir veya iki kişiden fazla hadis rivayet eden olmadığı, gerekse kimliği, dolayısıyla güvenilir olup olmadığı bilinmeyen ravilerin rivayetlerine itimat edilebilmesi için onların adalet durumunun ortaya konulması gerekir. Ta ki rivayet ettiği hadise güvenilebilsin; herhangi bir dini meselede o hadisle amel edilebilsin. Şu hale göre ravinin hadisine makbul gözüyle bakılabilmesi her şeyden önce onun adaletli oluşuna bağlıdır. İşte ravinin adalet sahibi olduğuna hükmeden alime mu'addil denilmiştir.
Mu'addilin sözüne güvenilir olması şarttır. Ayrıca duygularına kapılarak hareket eden bir kimse olmaması aranır. Aksi halde ravinin adaletli olduğunu söylemesi bir kıymet ifade etmez.
Bir ravinin adalet vasfına sahip olduğunu kabul edebilmek için o ravinin adaletine hükmeden muaddillerin sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Bazı Fıkıh alimleri, hadis rivayet eden muhaddis ile kullann hukuku ile ilgili meselelerde şahitlik eden şahit arasında hiç bir fark olmadığını ileri sürerek, gerek muhaddisin, gerekse şahidin en az iki mu'addil tarafından ta'dil edilmesini şart koşmuşlardır. Bunlara göre ikiden az mu'addilin ta'dil etmesiyle adalet sabit olmaz. Bununla beraber alimlerin çoğu şahidin en az iki mu'addil tarafından ta'dil edilmesini kabul etmişlerse de ravi için bir mu'addili yeterli görmüşlerdir. Bazılarına göre ise muhaddis ve şahidin her ikisinin de ta'dilinde tezkiyesi makbul bir mu'addil yeterlidir. 719
Mu'addilin kadın veya köle olması halinde de durum aynıdır. Adaletli bir kadının veya kölenin haberi makbul sayıldığına göre, hadis rivayet eden muhaddisin bir kadın veya köle tarafından ta'dil edilmesinin de makbul olması gerekir- Bununla birlikte Medine fakihlerinin çoğu kadını mu'addil olarak kabul etmedikleri gibi ikiden az erkeğin ta'dilinin de yeterli görmemişlerdir. 720Alimler, mu'addilin bir muhaddisin adaletine hükmederken kullandığı lafızlar ve bu lafızlarla adaletinin hasıl olup olmaması konusunda ihtilafa düşmüşlerdir, el-Hatîb'in müstakil bir bölüm halinde verdiği bilgilere bakılırsa bazı âlimlere göre bu konuda mu'addilin “Bu kimsenin benim lehime ve aleyhime şahitliği makbuldür” demesi geçerlidir. Diğer bazı âlimler ta'dil için mu’addilin “Adildir, razı olunur” bazıları ise “adaletlidir, makbuldür” demesinin makbul olduğu görüşündedirler. Bazı âlimler ise kişinin adaletine hükmedilebilmesi için hakkında mu'addilin “adaletlidir, makbuldür” demesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu konuda mu'addilin “şehadeti makbuldür” demesinin ta'dil için yeterli olacağı görüşünde olanlar da vardır. Bazı Irak âlimleri ise muaddilin “Onu yalnız hayırlı olarak biliyorum” demesinin ta'dil manasına geldiği görüşündedirler. 721
Hadis alimlerine gelince onlar bir şahsın adaletine hükmetmek için mu'addilin “bu adaletlidir” demesini kafi görmüşler; aynı zamanda şahitliğinin kabul edilmesine mani bir hali bulunmadığını ortaya koyacak bir tabirin eklenmesini ileri sürmüşlerdir; zira olur ki bir kimse adil ve fısktan uzak olsa bile gaflet, zayıflık, çok yanılma, şahitlik ettiği konu hakkında bilgisinin az olması yüzünden şahitliği makbul eddedilmez. Bu halleri emanetine gölge düşürmese de şahitliğini kabule mani olur. Nitekim rivayete göre Hz. Ömer şahabı Abdurrahman b. Avfa böyle demiştir. “Sen bize göre adil bir kimsesin. Hz. Peygamberden (bu konuya dair) ne işittin? 722
Hz. Peygamber (s.a.s) Abdurrahman b. Avf ile Hz. Ömer'e ikta yoluyla bir arsa vermiş. ez-Zubeyr b. Avvâm Hz. Ömer'in çocuklarına giderek onun hissesini satın almış; sonra da Hz. Osman'a giderek söz konusu araziyi Hz. Ömer'in evlatlarından satın aldığını, oysa Abdurrahman b. Avfın bu arazinin Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından kendisine verildiğini iddia ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Osman Abdurrahman b. Avfı tezkiye ederek onun Hz. Ömer lehine ve aleyhine şehadetinin caiz olduğunu ifade etmiştir.723
Her iki misal de göstermiştir ki iki Raşid halife bir şahsın adaletli olmasını rivayetinin kabulü için yeterli görmemişlerdir. Şu hale göre rivayet ilminin inceliklerine göre mu'addilin bir ravinin ta'diline dair söyledikleri yeterli görülemez. Rivayete mani halleri olup olmadığının ayrıca araştırılması gerekir.
Mu’allak:
Sözlükte bir nesneyi bir nesneye geçirip asmak, ne kabul ne reddedip bir işi askıda bırakmak, kapıyı kapamak manalarına gelen ta'lik dan ismi mefuldür. Hadis ıstılahı olarak isnadının baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonucu kişinin üst tarafındaki kişiden (ta'lik yoluyla) rivayet edilen hadise denir. 724
Muallakın en meşhur tarifi budur. Bununla birlikte bazı hadis alimlerine göre isnadın tamamını hazfederek Kale Resûlullah (s.a.s) kalebnu Abbâs, Kale Atâ gibi lafızlarla sevkedilen hadisler de mu'allaktır. 725
İbnu's-Salâh mu'allak isminin kale, fe'ale, emera, nehâ, zekera, hakâ gibi kesinlik ifade eden cezm sigasıyle rivayet edilen hadisler için kullanıldığını, buna karşılık yurvâ, yukalû, yuzkeru, yuhkâ gibi temriz sığaları ile rivayet edilen hadisler ile isnadının ortasından ve baş tarafından birkaç ravisinin ismi düşen rivayetler için kullanıldığına rastlamadığını söyler. 726Şu da var ki, bazı müteahhir âlimler, söz gelişi el-Mizî, Buhâri sahihindeki bu kabi rivayetlerin de muallak olduğunu söylemiştir.727
İbn Hacer'e göre mu'allak isnadın başından ravisi düşmüş olan haberdir.
Düşen ravi sayısı bir olsun, birden fazla olsun, farketmez. Bu bakımdan mu'allakla mu'dal arasında bir yönden umum-husus ilişkisi vardır. Bu fark mu'dalde isnaddan iki veya daha fazla ravinin düşerek muallakın bazı şekilleriyle birleşmesi, mu'allakta ise, musannifin tasarrufu olarak isnadın başından ravilerin düşmesi ve bu şekliyle mu'dalden ayrılması yönündendir.
Mu'allak’ın çeşitli şekillerinden biri, bütün isnadın hazfedilerek meselâ, “Hz. Peygamber şöyle buyurdu” denilmesidir. Bir diğer şekli, sahâbi müstesna diğerlerinin yahut sahâbi ve tabii müstesna diğer ravilerin hazfedilmesidir. Yahutta hadisi rivayet eden kimsenin hazfedilerek rivayetin onun üstündeki kimseye izafe edilmesidir. Eğer hazfedilen ravinin üstündeki kimse bu musannifin da şeyhi ise buna mu'allak denilip denilmeyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Fakat burada mühim olan, meselenin açıklığa kavuşturulmasıdır. Şöyle ki, şeyhin hazfeden musannifin müdellis olduğu hadis imamlarından birinin delilli ifadesiyle veya araştırma sonucu anlaşılacak olursa ona göre hükmü verilir. Yani hadise mu'allak değil, müdelles denir. Eğer müdellis değilse rivayeti mu'allaktir. 728
Şu hale göre mu'allak, merfû, mevkuf veya maktu olsun baş tarafından bir veya birkaç ravi veya bütün isnad hazfedilerek kesinlik bildiren cezm sigalarıyla rivayet edilen hadislere denilmektedir. Verilen misaller mu'allakın bu tarifine uygun düşecek şekildedir. Önce merfû muallak misali görelim.
“İbn Abbas dedi ki “Hz. Peygamber (s.a.s) bir deve üzerinde Kabe'yi tavaf etti.” 729Mevkuf mu'allaka misal:
“Cabir b. Abdillah bir tek hadis için Abdullah b. Uneys'in yanına gitmek üzere bir aylık mesafeye yolculuk yaptı.”730
Maktu mu'allak'a ise şu hadis misal verilebilir:
Mûcahid dedi ki “(Soru sormaktan) utananlar ile kibirliler asla ilim öğrenemezler.” 731
İster Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait merfû, ister sahâbiye ait mevkuf, isterse tabiîye ait maktu olsun, mu'allak’ın hadisler arasında özel bir yeri vardır. Kaynaklarımızda hadisleri ilk defa isnadını kısmen veya tamamen hazfederek mu'allak olarak nakleden hadis âliminin kim olduğuna dair açık bir malumata rastlanmaz. Ne var ki mu'allak hadislere musannef eserler içinde en çok Sahih-i Buharî'de rastlanır. Buhârideki mu'allak hadisler 1340 kadar olup daha çok unvan da denilen bab başlıkları ile birliktedir. Bunlar iki kısımdır. Bir kısmı başka yerde mevsûl olarak verdikleridir. Buhâri böyle mu'allaklan kaide olarak hadîsin mahreci (çıkış yeri) dar; metni de birkaç hükmü birden ihtiva ettiği takdirde tekrardan kaçınmak üzere isnadında tasarruf ederek vermiştir. Diğer kısım ise başka yerde mevsül olarak vermeyip mu'allak olarak kalanlardır. 732
Buhâri'nin mu'allak olarak verdiği hadisler isnad üzerinde titizlik gösteren âlimlerin tenkidlerine hedef olmuştur. Bununla birlikte sahihin mühim bir özelliğini teşkil eden mu'allak hadisleri müdafaa edenler de vardır. İbn Haceri'l-Askalânî bunlardandır. Bu konuda Ta'lîku't-Talîk isimli müstakil bir eser yazmış, bu eserinde Buhârî mu'allaklarını mevsul olarak rivayet edenleri birer birer göstermiş; ayrıca Buhârî şerhi mukaddimesinde vermiştir.733
Mu'allak hadisin hükmüne gelince, İbnu's-Salâh'a göre eğer hadisi ta'lik eden Şahıs sahabîden başkası ise muallak olarak verdiği hadisin sıhhat hükmü diğer sıhhat şartları ile birlikte kendisiyle sahabi arasındaki isnadın ittisaline bağlıdır. Şayet temriz sigasiyle ta'lik edilen bir hadis ise sıhhatine hükmedilemez; zira böyle lafızlar aynı zamanda zayıf hadisleri irad ederken de kullanılır. Bununla birlikte mu'allak hadisi sahihlerde irad edilmesi aslının sıhhatini gösterir. 734
İsnadı bilinen ve kabul şartlarını haiz olaraka hadisçiler arasında maruf olan mu'allak bir hadisin sahih veya hasen hükmünü taşıması tabiidir. Ancak, isnadın başından bir ve daha fazla ravinin hazfedilmesi, çok defa müellifin tasarrufundan olduğu cihetle, hazfolunan ravilerin bilinmemesi veya onları hazfeden kimsenin “hazfettiğim ravilerin hepsi de sikâttandır” demesi halinde, mu'allak hadis, zayıf hükmündedir; zira müellifin hazfettiği ravileri ta'dili mübhemdir ve hadis hakkında sıhhat hükmünü vermek için yeterli değildir. 735O hale göre mu'allak hadisle istidlal etmek isteyen müdekkik alimin hüccet olmaya elverişli olup olmadığını anlamak için ravilerine ve senedine bakması gerekir.736
Mu'allel:
Tef’il vezninde bir kimseyi bir nesne ile avutup eğlendirmek; illetini açığa çıkarmak manasında ta'lilden ism-i mefuldür. Hadis ıstılahı olarak dış görünüşü itibariyle sahih olmakla birlikte aslında gizli ve kadih bir illete sahip olan hadislere denir.
Bazı hadisler vardır ki ilk bakışta sıhhat şartlarına uygun görünür. Fakat hadis illetlerini iyi bilen bir alimin araştırması sonucu bu hadisin dışardan farkedilmeyen ve sıhhatini yok edecek nitelikte bir gizli kusuru olduğu açığa çıkar. Bu gizli kusura illet, böyle gizli kusur taşıdığı bir âlimin tetkiki ile anlaşılan hadise ise mu'allel adı verilir.
Mu'allel yerine Buhârî, Tirmizî, el-Hâkim ve ed-Dârekutni gibi meşhur hadis âlimlerinin bulunduğu bir grup aynı manada ma'lul terimini kullanmışlardır. (Bk. Ma'lûl). Şuna işaret etmek yerinde olur ki, ma'lûl yerine mu'allel ıstılahını tercih edenler, esas itibariyle, rubai mezid bir fil oln e'lle kelimesinin ism-i mefulünün kıyasen malul değil; mu'all geleceğini, oysa lügat yönünden illetli hadisleri en iyi ifade eden terimin aynı kökten Tef’il babında ismi meful olan mu'allel olduğunu hesaba katmış olmalıdırlar. 737
İllet bahsinde de söz konusu edildiği gibi hadis illetleri hadis ilminin en çetin ve ince konularından biridir. Dolayısıyla mu'allel hadisler konusu, Hadis Usulünün en önemli ve zor konularından birini teşkil eder. Hadis illetlerini ancak Allah'ın parlak bir zeka, güçlü bir hafıza, ravilerin dereceleri hakkında tam bir bilgi, isnad ve metinlerdeki kusurları sezebilecek kuvvetli bir meleke bahşettiği âlimler farkedebilirler. 738Bu bakımdan hadis âlimleri arasında çok az kimse mu'allel bahsindeki bilgisiyle şöhret kazanabilmiştir. Ali İbnu'l-Medînî, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Ya'kub b. Ebî Şeybe, Ebu Hatim er-Râzi, Ebu Zûrati'r-Râzî ve ed-Dârekutni mu'allel hadisler konusunda isim yapmış sayılı âlimlerden birkaçıdır.
İllet başlığı altında söz konusu edildiği gibi hadisin sihhatini zedeleyen illet, daha çok hadisin isnadında; bazen metninde bulunur. İsnadda olan illet, bazen isnad ve metnin sıhhatini ikisini birden kadh edebilir. 739
Buna göre bir muallel hadis daha çok isnad, bazen de metni yönünden mu'allel olur.
Hadisin sıhhatini yok ederek onu mu'allel hadis haline getiren illetlerin birçok çeşidi vardır. el-Hâkimu'n-Nîsâbûrî bunlardan on tanesine yer vermiş ve herbirinin misallerini vermiştir. “İllet” başlığı altında bunlar hakkında yeterli bilgi verilmiştir. Bu bakımdan burada ayrıca tekrar edilmesine lüzum yoktur.
Burada yeri gelmişken işaret etmek gerekir ki bazı muhaddisler kadih olmayan bir sebebe de illet derler. Meselâ Tirmizî, neshe illet demiştir. 740Söz gelişi sika ve dâbıt bir ravinin müsned olarak rivayet ettiği hadisi irsal ederek rivayet etmesi bu kabildendir ve hadisin sıhhatine mani teşkil etmez böyle rivayet edilen hadise bazıları ma'lul sahih tabir ederler. Misal vermek gerekirse, İmam Mâlik şöyle bir hadis rivayet eder:
“Malik'den rivayet edilmiştir. Ona Ebu Hureyre'nin “Hz. Peygamber şunları buyurdu” dediği ulaşmıştır: “Yiyeceği, adet üzere giyeceği köle için (sahibi üzerinde) bir haktır. Köleye gücü yeteceği işlerden başkası teklif edilmez.” 741
Dikkat edilirse hadis, “ennehu belağahu” lafızlanyla rivayet edilmiştir. Bu duruma göre İmam Mâlik ile Ebu Hureyre arasında en az iki ravi düşmüştür. Dolayısıyle mu'daldir. Oysa aynı hadisi Müslim mevsûl olarak Mâlikin isimlerini zikretmediği ravilere tekabül eden Bukeyr İbnu'l-Eşecc-Aclân, Ebu Hureyre isnadıyle rivayet etmiştir. 742Aynı isnadla Ahmed b. Hanbel de nakletmiştir.743 Şu da var ki bu hadis, hangi tarîkdan illetli ise sadece o tarîkdan mu'alleldir. O tarîkin illetli olması sahih tarîkları etkilemez. Şu halde İmam Mâlik'in o rivayeti her ne kadar isnadından ravi düşmesi sebebiyle illetli ise de başka muhaddisler tarafından sahih olarak rivayet edildiğinden o illeti kadih illet olmaktan çıkarmıştır.
Hüküm itibariyle mu'allel hadis, illet sıhhatini giderdiği için zayıf addedilir.
Mu'allil:
Tef’il vezninde ta'lilden ismi fail olan mu'allil, hadislerin illetlerini açığa çıkaran ilel alimi manasına kullanılan bir tabirdir.
Mu'an'an:
An'ane rubai mücerred fiilinden alınma ismi meful olan mu'an'an, ravinin isnadında hangi yolla almış olduğunu belirtecek lafızlar kullanmadan “an fûlânin” diyerek rivayet ettiği hadislere denir.
Ravi bazan hadisini rivayet ettiği isnadında semâa veya diğer hadis rivayet metodlarmdan biriyle rivayete delâlet eden semi'tu, haddesenâ, ahberanâ yahutta benzeri eda lafızlarından birini kullanmaz. Yerine sadece “an” lafzını kullanır. İsnadda “an” lafzı kullanarak rivayete an'ane; böyle rivayette bulunan raviye mu'an'in denir.
An'ane ravi ile şeyhi arasında mülakata delalet etmez. Şeyhinden “an fulân” diyerek rivayette bulunan ravi gerçekte onu görmemiş ve hadisi ondan almamış olabilir. Bu durumda isnadı munkatı olabileceği gibi tedlis yapmış da olabilir. Her iki halde de hadisi sahih addedilmez. Bu itibarla mu'an'an hadisin muttasıl sayılabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüştür. Bunlardan ilki “an” lafzı ile rivayette bulunan ravinin adaletli dolayısıyle sika olmasıdır. İkincisi ravinin tedlis yapan yani mülaki olmadığı şeyhlerden hadis rivayet eden biri (mudellis) olmaması, üçüncüsü ise hadis aldığı şeyhe mülaki olduğunun bilinmesidir. Bu şart üzerinde belli başlı iki görüş vardır. Birisi Buhârî'ye, diğeri Müslim'e aittir. Buhârî'nin görüşüne göre “an” lafzıyla hadis nakleden raviler arasında mülakatın sübutu şarttır. İbn Hacer, Buhârî'nin şartı da denilen bu şartın münakaşasını şöyle yapmıştır:
“Buhari'nin ittisal yönünden üstünlüğü, ravinin hadis rivayet ettiği kimseyle bir defa da olsa mülakatının sabit olmasını Şart koşması dolayısiyledir. Halbuki Müslim sadece mu'asaratla, yani ravi ile Şeyhinin aynı asırda yaşamış olmalarıyla yetinmiş, aynı zamanda Buhârî'nin, ortaya koyduğu mülakat şartı dolayısiyle an'aneyi kabul etmemesi lazım geldiğini ileri sürmüştür. Halbuki Müslim'in bu hususta Buhârî'yi ilzam etmesine gerek yoktur. Çünkü ravinin bir defa şeyhine kavuştuğu sabit olunca, naklettiği hadisi ondan işitmemiş olması ihtimali geçerli değildir. Aksi halde onun mudellis olması gerekir ki, üzerinde durduğumuz mesele, müdellisin dışında olup sahih hadis ravileriyle ilgilidir. 744
Mu'an'an hadisin muttasıl sayılabilmesi için Müslim'in ileri sunduğu şarta gelince “an” lafzı ile rivayette bulunan sika ravinin şeyhi ile muasır olması, bir diğer ifadeyle aynı asırda yaşamış olmasıdır. “Sika olan bir ravi kendisi gibi sika olan bir diğer raviden hadis rivayet ettiğinde her ikisinin aynı asırda yaşamış olmalarından dolayı birinin ötekine kavuşup ondan hadis işitmesi caiz ve mümkün olduğundan, buluştukları ve konuştuklarına dair bir haber varid olmasa bile ravinin rivayette bulunduğu şeyhe mülaki olmadığını ve ondan hiçbir hadis işitmediğini açıkça gösteren bir delâlet olması hariç rivayet sabittir. Böyle rivayet edilen (Mu'an'an hadis)in hüccet olacağı ise açıktır” 745sözleri bunu açıklamıştır.
Mu'an'an hadislerin muttasıl hükmünde olabilmesi için ileri sürülen ravi ile şeyhinin birbirlerine mülaki olmaları şartını aralarındaki sohbetin uzun olmasına bağlayanlar da vardır. Ne var ki bunlar gereksiz şiddet taraftarlarıdır. Öyle olduğundan bunlar, mu'an'an hadisin munkatı olduğunu ileri sürerek reddedilmesi gerektiğine kail olmuşlardır.
Kısacası isnadında şeyhinden rivayette delalet eden lafızlar ile buna kesinlikle delalet etmeyen “an” lafzını kullanarak hadis rivayet eden ravi adalet sahibi sika bir ravi ise, tedlis yapmakla tanınan biri değilse Buhârî'nin şartına uygun olarak rivayette bulunduğu şeyhi ile görüşmüş ve ondan hadis rivayet etmişse, yahut da Müslim'in şartına uygun olarak şeyhi ile aynı asırda yaşamışsa, aksini gösteren açık bir delil olmadığı sürece, rivayeti muttasıl hükmünde addedilir. Değilse, munkati, mürsel, nıüdelles çeşitlerinden birine girer. Mesela,
“... Dahhâk Nâfi'den; Nâfı, Abdullah b. Ömer'den; Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet etmişlerdir. Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına yanında mahremi olmadan üç günlük bir yere yolculuk yapması helal olmaz.”746
Dikkat edilirse hadisin isnadının baş tarafında an'ane vardır. Bu yüzden mu'an'an sayılır. Fakat Dahhâk ve Nafi, her ikisi de adaletlidirler. Tedlis yapmakla bilinen kimseler arasında yer almazlar. Abdullah b. Ömer de sahabî olarak adalet sahibi biridir. Ayrıca Dahhâk'ın Nâfi'den, Nâfi'nin Abdullah İbn Ömer'den; Abdullah b. Ömer'in ise Hz. Peygamber (s.a.s) 'den hadis rivayet ettikleri bilinmektedir. Şu hale göre bu isnaddaki an'ane muttasıl hükmündedir. Haliyle o isnadla rivayet edildiğinden mu'an'an addedilen hadis de muttasıl hükmüne girmiştir.
Mu’an'in:
Bk. An.
Mu'âsarat:
Bir işin iki veya daha çok kişilerce karşılıklı işlendiğini ifade eden mufâ'ale babından masdar olan mu'asarat, aynı asırda yaşama, çağdaş olma manasına gelir.
Hadis usulünde umumiyetle birbirlerinden hadis rivayet etsinler veya etmesinler aynı asırda yaşamış olan raviler için kullanılır. Özel olarak ise, an lafzı ile rivayet edilen hadislerin muttasıl addedilebilmesi için Müslim tarafından konulmuş bir şarttır. Ona göre sika olan bir ravi, kendisi gibi sika olan bir raviden an lafzı ile hadis rivayet etmişse bakılır. Şayet ikisi bir asırda yaşamışlarsa birinin ötekine mülaki olup ondan hadis işitmesi mümkündür. İkisinin bir araya gelip konuştuklarına dair herhangibir haber varid olmasa bile bu halde rivayet sabittir. Böyle rivayet edilen hadislerle ihticac zaruri olur. Ancak burada ravinin kendisinden rivayette bulunduğu şeyhine mülaki olmadığına, yahutta ondan hiç bir hadis işitmediğine delâlet eden açık bir delil varsa bu müstesnadır. 747Şu hale göre aksini gösteren açık bir delil olmadığı sürece muasarat mülakata hamledilir.
Bununla birlikte muasarat birbirlerinden hadis rivayet eden ravilerin görüşmüş olduklarına mutlak olarak delâlet etmez. Nitekim, muasırı olduğu halde hiç görüşmediği şeyhten rivayette bulunanlar, çağdaşı olduğu, hadis rivayet ettiği şeyhten işitmediği hadisi rivayet edenler vardır. Bu bakımdan biri diğerinden hadis rivayet eden talib ile şeyhin aynı asırda yaşamış olmaları aralarında mülakatın olduğunu kesinlikle göstermez. Fi'1-vaki muhadramlar da Hz. Peygamber zamanından yaşamışlardır. Ancak ondan doğrudan rivayetleri yoktur.
Diğer taraftan bir ravinin aynı asırda yaşadığı, ancak görüşmediği veya görüştüğü halde hadis rivayet etmediği şeyhten doğrudan rivayet ettiği hadise mudelles denir. Bunun yanısıra aynı asırda yaşadığı ancak aralarında mülakat olduğu bilinmeyen şeyhden rivayeti ise bazılarına göre mürsel'i hafidir. Her iki zayıf hadis çeşidi de rivayetin sıhhati için mu'asaratın yeterli olduğunun kabul edilmesi sonucu meydana gelen aksaklığı aksettirecek misallerdir. Şu halde bir ravinin, aralarında mu'asarat bulunan şeyhten doğrudan rivayeti hiç bir şekilde semaa hamledilemez.
Mubhem:
Sözlükte bir işin muğlak ve şüpheli olması, bir kimsenin bir işten alıkonulması, kapının kapatılması gibi manalara gelen İbhâmdan ismi meful olan mübhem, Hadis Usulü ilminde bir ravinin isnadında, ismiyle ve meşhur künyesiyle değil ibham ederek andığı şeyhine denir. Ravisi böyle ibham edilerek zikredilen hadise denildiği de olur. Mubhemin çoğulu mubhemât gelir.
“İbham” maddesi altında da açıklanıldığı gibi ravi bazan hadis rivayet ettiği şeyhini ismiyle anmayıp mübhem bırakır. İbhâmın belli bir tabiri olmamakla birlikte “ahberanî ba'duhum; ahberanî şeyhim, ahberanî raculun; haddesenâ sahibun lenâ; huddıstu an fulânîn, ahberanî ba'duhum ahberanî (haddesenî) es-Sikatu, ani's-sikati, haddesini men lâ ettehumu, an raculin” ve benzeri lafızlar ravinin mübhem olarak zikrinde en çok kullanılan lafızlardır.
Mübhem ravinin ismi, hadisin ismi söylenen başka isnadla rivayet edildiği öteki tarîklardan çıkarılır. Söz gelişi İmam Şâfiî’nin ani's-Sika ani'z-Zuhrî diyerek mübhem bıraktığı şahıs Sufyan b. Uyeynedir. Haddesenî men lâ ettehimu diyerek mübhem zikrettiği şeyh ise fıkıhta talebesi olan Ahmed b. Hanbel'dir. Bu isimler şeyhin mübhem bırakıldığı isnadlarla rivayet edilen hadislerin başka tarîktan nakledilen şekillerinden anlaşılmıştır.
Mübhem ravinin ismi ma'lum olduktan sonra hadis, hangi sınıfa mal edilmesi gerekirse o sınıfa dahil edilir.
Ravisi mübhem olduğu için mübhem addedilen hadis, ibham edilen ravisinin ismi ve adalet durumu belli olmadıkça kabul edilmez; zira bir hadisin kabul edilebilmesi için önce ravilerinin adaletli olmaları şarttır. Eğer mübhem ravinin ismi belli olmazsa, adalet durumu da belli değil demektir; zira ismi bilinmeyen ravinin adaletine hükmedilemez. Adaletine hükmedilmemeyen ravinin hadisine ise makbul gözüyle bakılamaz. Hatta sika bir ravinin “ahberani's-Sika” gibi bir lafızla ta'dil ettiği mübhem ravinin rivayeti -ki böyle ravilere mübhemu't-ta'dil denir- sahih olan görüşe göre kabul edilmez. Bunun sebebi, sikanın adaletine kail olduğu mübhem ravinin başka kimselerce mecruh kabul edilmiş olma ihtimalidir.
Bir diğer görüşe göre sika bir ravinin “ahberani's-sika” diyerek mübhem olarak zikrettiği ravinin hadisi kabul edilir; zira ravide asıl olan adalettir. Cerh ise beraeti zimmet aslına aykırıdır. Üçüncü bir görüşe göre şeyhini böyle mübhem bırakan ravi İmam Mâlik, İmam Şafiî gibi sika raviyi sika olmayandan hakkıyla ayırt edecek yeteneğe sahip bir müctehid ise adaletine hükmetmekle birlikte mübhem bıraktığı ravinin hadisi sadece kendi mezhebine uyanlarca makbuldür. Lakin bu görüş hadis alimleri ile ilgili bir konu değildir. 748
Mübhem konusu esas itibariyle ravinin senedinde şeyhini ibham etmesiyle ilgili bir konu olmakla birlikte bazen hadisin metninde de söz konusu olur. Nitekim metninde “racul, imre'e” gibi mübhem bırakılarak zikredilen şahısların bulunduğu pek çok hadis vardır. Bunların metni içinde mübhem bırakılmaları hadisin sıhhati ile ilgili olmayıp tamamen sahabeden rivayet edilen şekliyle alakadardır. Doğrudan doğruya hadisin sıhhatine tesir etmese de İslâm âlimleri metinlerde geçen bu mübhem şahısların kim olduklarını açıklamışlardır. Aynı zamanda yukarıda zikredilen mubhemin ismi hadisin başka tariklarından gelen şeklinden çıkarılabileceği meselesine de misal olabilecek bir kaç hadisle bu konuya son verelim.
“Enes b. Malik den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: “Bir gün mescid de Hz. Peygamberin (s.a.s) maiyetinde oturuyorduk. Derken mescidin avlusuna deve üstünde bir adam geldi. Devesini mecsid içinde ıhtırdı.” 749
Kabilesinde müslüman olan, İslâm esaslarını öğrenmek üzere devesine bindiği gibi Medine'ye ta mescidin içine kadar gelen bu adam Dimâm b. Sa'lebedir.
“... Benu Âmir'den bir adamdan rivayet edildiğine göre (Hz. Peygambere gelerek) Ya Resulallah demiştir; babam ihtiyarın biri. Ne Hacca ne umreye ne de yola dayanabilir (ne yapayım?) Hz. Peygamber
“Babanın yerine sen haccet, umre yap” buyurdu,” 750
Ebu Davud'un metninde “an Raculin min Beni Âmir” denilerek mübhem bırakılmış olan bu şahıs Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce rivayetlerin de açıklandığı üzere Ebu Rezîn el-Ukaylîdir.751
“... Abdullah b. Burayde babası Burayde'den rivayet eder. Burayde demiştir ki
“Hz. Peygamberin yanına bir kadın geldi ve
“Anam haccedemeden öldü. Onun adına ben haccedebilir miyim?” diye sordu. Hz. Peygamber
“evet” cevabını verdi; “Ananın adına haccedebilirsin” 752Bu hadisteki “İmre'e” denilerek mübhem bırakılan kadının kim olduğuna dair muhtelif rivayetler vardır.
Daha çok isnadında bazan da metninde mübhem bırakılarak rivayet edilen hadisleri ele alarak mübhem ravilerin kimler olduklarını izah eden müstakil kitaplar vardır. Bu kitaplara mubhemât denir. Mubhemât kitaplarının en mühimleri şunlardır;
1. Kitabu'l-Gavâmiz ve'1-Mubhemât: Abdulğani b. Sa'id b. Ali el-Ezdi'nin bu eseri, konusunda ilk ve en mühim olanıdır. Daha sonraki aynı konudaki çalışmalara esas teşkil etmiştir.
2. el-Esmâ'u'1-Mubheme: Ahmed b. Ali (el-Hatîbu'l-Bağdâdi)'nin bu eserinde 171 hadis zikredilmiş, bunun yanısıra mübhem şahısların isimleri alfabetik sıraya göre tertib edilmiştir, buna rağmen kitaptan faydalanmak oldukça zordur; zira hadisteki mübhem şahsın kim olduğunu bilenin zaten onu öğrenmek üzere kitaba baş vurmasına ihtiyaç kalamaz. Bilmeyen kimse de yerini bulamaz. 753
el-Hatibin bu kitabını en-Nevevî merhum kısaltmak, tertibe koymak ve bazı faydalı bilgiler eklemek suretiyle kullanışlı hale getirmiştir.
3. Kitabu'l-Gavâmiz ve'1-Mubhemât: Halef b. Abdilmelik (İbn Beşkuvâl). İbn Beşkuvâlin bu kitabı, konusunda en mühim ve en nefis olanıdır. es-Suyûti'nin kaydettiğine bakılırsa 321 hadisi bir araya getirmiş ve bu hadislerin sened veya metinlerinde mübhem olarak zikredilen kimselerin isimlerini açıklamıştır. Bununla birlikte tertibsiz olduğundan kitaptan faydalanmak zordur. 754Bu eseri İbn Mulekkin kısaltmıştır.
4. el-İşârât ilâ beyâni'l-Mubhemât: Yahya b. Şeref en-nevevî. en-Nevevî Merhum bu eserini el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin kitabını kısaltmak, tertibe koymak, bazı ilaveler ve faydalı bilgiler eklemek suretiyle meydana getirmiştir. Kitapda mübhem ravinin ismini bulmak kolaydır. Ne var ki bazen hadisde geçen bazı mübhem şahısların bu arada sahabîlerin isimlerini kaydetmediği ve çok eksiği bulunduğundan istifade güçleşmektedir.
5. el-Mustefâd min Mubhemâti'l-Metni ve'1-İsnad: Veliyyuddin Ahmed b. Abdirrahman el-Irâki. el-Hatîbu'1-Bağdâdî, İbn Beşkuvâl ve en-Nevevi'nin kitaplarını birleştirip eklemeler yaparak meydana getirdiği bu kitabı fıkıh bablarına göredir. Bu önemli eserlerden başka İbnu'1-Esir, Câmiu'l-Usûl'un sonunda, İbnu'l-Cevzi Telkih'inde, İbnu Haceri'l-Askalanî Buhâri şerhinin mukaddimesinde Buhârideki mubhemata dair kıymetli bilgiler vermişlerdir. Ayrıca Buhâri'deki mubhemata dair Abdurrahman b. Umer el-Bulkînî nin el-İfhâm bi-mâ vakaa fi'l-Buhârî mine'l-İbhâm isimli; Ebu zer Ahmed b. İbrahim el-Halebî'nin de Müslim'deki mubhemata ayrılmış birer kitabı vardır.
Mubhemât:
Bk. Mübhem.
Mubhemu't-Ta'dîl:
Bk. Îbham Ve Mübhem.
Mubtedî:
Bir işe yeni başlayan, hevesli manasına ismi mef’ul olup hadis ilmine yeni başlayan talibe denir.
Mubtedi':
Bk. Ehlul-Bid'a.
Mubtedi'a:
Bk. Ehlu'l-Bid'a
Mucâlese:
“Celese” (oturmak) kök fiilinden mufâ'ale babından masdardır. Bir arada oturmak, bir mecliste beraberce bulunmak manasına gelir.
Hadis ıstılahında, sözlük manasına uygun olarak hadis talibinin rivayette bulunduğu şeyhle karşı karşıya gelerek ondan hadis rivayet etmesine delalet eden bir tabir olarak kullanılır. Bir başka deyişle mücalese hadis ravisinin şeyhe mülaki olarak ondan hadis rivayet etmesini ifade eden tabirdir.
Tâlib ile şeyhin bir mecliste bile olsa beraber bulunmaları, kesinlikle mülakata delâlet eder. Bu itibarla şeyhten rivayetlerinde ittisal hükmü söz konusu olur. Tabiatıyle bu, ravinin tedlis yapan bir kimse olmamasına bağlıdır. Aksi halde olmaz; zira tedlis yapan ravi gerçekte mülaki olmadığı veya mülaki olduğu halde hadis rivayet etmediği şeyhten rivayette bulunan kimsedir.
Mucâz:
Sözlükte icazete konu olan manasına “ecâze” fiilinden ismi mef’uldür. Hadis rivayet metodlarından icazetle ilgili bir tabirdir. İcazet yoluyla rivayet edilen hadisleri ifade eder.
İcazet başlığı altında geniş bilgi verildiği gibi şeyh denilen muhaddis, rivayet hakkına sahip olduğu hadislerin rivayeti için talib denilen raviye çeşitli şekillerde icazet verir. Mucâz, rivayeti için talibe icazet verilen hadislerdir. Gayet tabii olarak icazete konu olan hadisler yazılı bir kitap halinde iseler o zaman kitaba da mucâz denir.
Mucâzın çoğulu olan mucâzât bazen şeyhin, kendi şeyhinden icazetle rivayet ettiği hadisler için de kullanılabilir. Söz gelişi şeyh hadislerinin yazılı olduğu kitabın rivayeti için talibe icazet verirken eceztuke mucâzâtî dediğinde kendisi şeyhinden icazetle almış olduğu hadislerin rivayetine icazet verdiğini belirtmiş olur. (Bk. Eceztuke mucâzâtî).
Mucâz Leh:
İcazetle ilgili bir tabir olup, kendisine icazet verilen manasına gelir. Hadis tahammül metodlarından icazet yoluyla şeyhden rivayette bulunan talibe denir.
Mucâzât:
Bk. Mucâz.
Mu'cem:
Sözlükte i'camdan ismi mef’ul olup harf sırasına göre tertib edilmiş manasına kullanılan bir kelimedir. Hadis ilminde muhaddisin, hadisleri rivayet ettiği şeyhinin ismine göre tertip ederek tasnif ettiği hadis kitabına denir.
Süleyman b. Ahmet et-Taberânî'nin el-Mu'cemu'l-Kebîr, el-Mu'cemu'1-Evsat, el-Mu'cemu's-Sağir isimli üç mu'cemi, mu'cem türü hadis kitaplarının en meşhur misalini teşkil ederler. Bunlardan el-Mu'cemu'l Kebir'de et-Tebarânî müsned tertibindeki kitaplarda olduğu gibi sahabe isimlerini alfabetik tertibe göre sıralamış, herbirinden şeyhleri vasıtasıyla rivayet ettiği hadisleri bir araya toplamıştır.
el-Mu'cemu'1-Evsat'ta şeyhlerinin isimlerini sıralayan et-Taberânî herbirinden rivayet ettiği hadisleri konularına bakmadan bir araya getirmiştir.
el-Mu'cemu's-Sağîr'de ise bin kadar şeyhten rivayet ettiği hadislerden birer ikişer adedini nakletmiştir.
Mu'cem tertibindeki eserler hadisleri konularına göre nakletmediklerinden aranan hadisi bulmak çok zordur.
Mucevved:
Sözlükte bir nesneyi güzelleştirmek, hoşça yapmak manasına gelen tecvidden ismi mefuldür. Hadis ıstılahında bazı alimler tarafından sahih karşılığı olarak kullanılan bir terimdir.
Hadis musannefâtmda sıkça görülen ceyyid bazı âlimlere göre sahihe denktir. (Bk. Ceyyid). Bu görüşte olan âlimler tamamen sahihe şamil olmak üzere mücevved kelimesini kullanırlar ki tamamen sahih yerindedir. 755Öyle olunca hüküm çıkarmaya elverişli sahih kabul edilmiş hadis demektir.
Mucîz:
Sözlükte icazet veren manasına gelir. Hadis rivayet metodlarından icazetle ilgili bir tabirdir. Hadislerini rivayet etmesi için talibe icazet veren ve şeyh de denilen muhaddise denir.
Mucma' Alâ Da'fıhî:
Zayıf olduğu konusunda birleşilmiş kişi anlamına gelen bu tabir ez-Zehebî'ye göre cerh lafızlarından biridir. İkinci mertebe cerhte kullanılan lafızlar arasında yer alır. Hükmü o mertebe lafızlarının hükmüdür.
Mucma' Alâ Terkihî:
Terkedilmesi hususunda görüş birliğine varılmış kişi anlamıyla ez-Zehebî'ye göre cerhin ikinci mertebesine delâlet eden lafızlardan biridir. 756Hükmü o mertebe cerhte kullanılan öteki lafızların hükmü gibidir.

Muda'af:
Sözlükte bir nesneyi zayıf bulmak, bir hadis veya sözü za'fa nisbet etmek yani zayıftır demek manasına ismi mefuldür ve kısaca zayıf bulunan demektir. Hadis Usulünde önce muda'afün şeklinde cerh lafzıdır. Cerhin birinci mertebesine delalet eden lafızlar arasında yer alır.
İkinci olarak bazı hadiscilere göre zayıf hadis çeşitlerinden biridir. Özellikle İbnu'l-Cevzî, kendisine gelinceye kadar Hadis Usulü alimleri tarafından bilinen zayıf hadis çeşitlerine bir tane daha eklemiş, adına da muda'af demiştir. Ona göre muda'af, zayıf olduğu hususunda ittifak edilmeyen, ya senedinde ya da metninde bazı muhaddislere göre zayıflık olduğu halde diğer bazıları nazarında kuvvet kazanmasına yol açacak herhangi bir durum söz konusu olan hadistir. Haliyle böyle bir zayıf hadis, zayıf olduğunda alimlerin birleştikleri zayıf hadise göre bir üst derecededir. 757
Mu'dal:
Bir işin karışık, müşkül, çetin ve zor olması manasına i'dalden ismi mef’ul olan mu'dal, hadis terimi olarak senedinden sahabîye varıncaya kadar iki veya daha fazla ravinin birbiri ardınca düştüğü hadise denir.
el-Hâkimu'n-Nîsâbûri'nin naklettiği bir habere göre Ali İbnu'l-Medînî ve daha sonraki bazı hadis imamları mu'dali, mürselden ayn olarak hadisi, ravisini atlayarak irsal eden ravi ile Hz. Peygamber (s.a.s) arasında birden fazla ravinin olması şeklinde anlamışlardır. 758Bu demektir ki isnadında hadisi irsal eden ravi ile Hz. Peygamber arasında iki ravisi düşen hadis mu'daldir. Ne var ki el-Hâkim düşen ravilerin peşpeşe olması kaydına dair herhangi bir açıklama yapmış değildir.
İbnu's- Salâh mu'dali munkatı'nın özel bir çeşidi olarak görür. Ona göre her mu'dal munkatı ise de her munkatı mu'dal değildir. Bir kısım muhaddisler mu'dale mürsel demişlerse de öyle değildir. Mürsel başka, munkatı başka, mu'dal yine başkadır ve isnadından iki veya daha fazla ravinin düştüğü hadistir.759
İbnu's-Salâh'ın bu tarifinde esas olarak mu'dalin isnadından ravi düşmesi yönünden munkatıya benzediği noktası üzerinde durulmuştur, isnadından ravi düşmesi hem munkatı, hem de mu'dalin ortak tarafıdır. Fakat aralarındaki umum-Husus ilişkisinin de gösterdiği gibi, mu'daldeki ravi düşmesi farklıdır. İşte bu farka işaret eden Hadis Usulü alimleri sonuç olarak mu'dali İsnadında peşpeşe iki ravisi düşen hadis olarak tarif etmişlerdir. Nitekim, el-Iraki, İbnu's-Salâh'ın mu'dali “isnadından iki veya daha fazla ravisi düşen hadis” olarak tarif ettiğini söylemiş, ravi düşmesinin bir yerde mi yoksa iki yerde mi olduğuna işaret etmediğini kaydetmiştir. Ona göre İbnu's-Salâh'ın bu tarifindeki iki veya fazla ravi düşmesi olsa olsa bir yerde olabilir. Bir yerde bir ravi düşmesi olur, daha sonra bir başka yerde bir başka ravi düşerse buna mu'dal değil, munkatı denir. 760
Yine İbnu's-Salâh'a göre tâbi'ut-tâbi'înin Kale Resulullah '(s.a.s); Tâbiu't-Tabi'î'den sonraki nesilden bir ravinin an Resulillah (s.a.s) diyerek naklettiği hadis de mu'daldir. Bununla birlikte Ebu'n-Nasr es-Siczî ravinin belağani lafzıyla rivayet ettiği hadisi de mu'dal addetmiştir. Anlaşıldığına göre bazı muhaddisler hadisin isnadından ravi düşmesini sıhhatine engel gördükleri gibi bir kaç ravi düşmesini de hoş karşılamamışlardır.
Şu hale göre isnadından birbiri ardınca iki veya daha fazla ravi düşen hadis mu'dal'dir. Meselâ;
“... Kıyamet günü adama “dünyada iken şunu şunu işledin” denir. Adam “hayır yapmadım” der demez ağzı mühürleniverir” 761Sözü mu'daldir; zira önce sözün Hz. Peygambere ait olduğu belli değildir. Kaldı ki eş-Şa'bî'nin hadisi rivayet etmiş olduğu şahabı Enes b. Mâlik de isnadından düşmüştür.
Şu rivayet de mu'dal hadise bir başka misaldir:
“... Amr b. Şuayb'dan rivayet edildiğine göre demiştir ki:
“Uhut Savaşında bir köle Hz. Peygamber (s.a.s)'in maiyetinde savaştı. Hz. Peygamber ona,
“Efendin savaşa girmene izin verdi mi?” diye sordu. Köle:
“Hayır vermedi” dedi. Hz. Peygamber
“Eğer öldürülseydin (efendinin izni olmadığı halde savaşa girdiğin için) muhakkak Cehennem'e giderdin” dedi. Bunun üzerine kölenin efendisi şunları söyledi:
“Onu azad ediyorum yâ Resulallah O, artık hürdür” O zaman Peygamberimiz (s.a.s)
“Şimdi oldu, dedi; artık savaşa (devam ede)bilirsin.” 762
Bu hadisi Amr b. Şu'ayb isnadında tabiî ve şahabı olmak üzere iki raviyi birbiri ardınca atlamak suretiyle rivayet etmiştir. Şu hale göre mu'daldir.
Mu'dal hadisler zayıf kabul edilirler. Ancak isnadında birbiri ardınca iki ravi düşmesi olduğundan mu'dal, munkatı'dan daha zayıf addedilir.
İsnadında peşpeşe iki ravi atlayarak mu'dal olarak hadis rivayet etmeye i'dal adı verilir.
Mudebbec:
Sözlükte dibâc denilen kıymetli bir kumaşla süslenmiş müzeyyen ve başı, hilkat ve bünyesi çirkin ve kabih olan insan ve hayvan manalarına ismi mef’uldür. Hadis ıstılahı olarak genelde akranın yani yaş ve isnad itibariyle birbirlerine yakın ravilerin birbirlerinden rivayetlerine denir.
el-Irâki'nin belirttiğine göre ilk defa ed-Dârekutni tarafından isimlendirilerek hakkında müstakil bir kitap te'lif edilmiş olan 763 müdebbec, el-Hâkimu'n-Nisâbûrî'ye göre Tâbi'în, Etba'u't-Tâbi'în ve sonra gelen İslâm âlimlerinden akran olanların birbirlerinden rivayet şekillerinden biridir. Ona göre akranın birbirlerinden rivayetleri üç çeşittir. İlki mudebbecdir ve birbirlerine yakın iki raviden birinin diğerinden onun da öbüründen rivayet etmesidir. Bu tarifi veren el-Hâkim sonra da Sahabe, Tâbi'în, Etbâ'ut-Tâbi'în ve daha sonraki tabakalardan ravilerin birbirlerinden rivayetlerinden misaller zikretmektedir. Ne var ki birbirlerinden rivayette bulunan yakın kimselerden maksadın yaşça ve isnadca birbirlerine yakın olanlar olduğunu tasrih ettiği halde mudebbecin tarifinde esas olan akranın yaşça birbirlerine yakın olanlar mı, yoksa isnad yakınlığına sahip raviler mi olduğunu açıklamamaktadır. Bununla birlikte birbirlerinden rivayette bulunanlara sahabeden Hz. Aişe'nin Ebu Hureyre'den, Tabi'înden Ömer b. Abdilaziz'in ez-Zuhrî'den, Etbâ'uttabi'inden Mâlik b. Enes'in el-Evzâ'îden, daha sonraki tabakalara mensup olanlardan ise meselâ, Abdurrazak’ın Ahmet b. Hanbel'den rivayetlerini misal verdiğine bakılırsa764, Mudebbeci isnadca birbirlerine yakın kimselerin birbirlerinden rivayetleri olarak gördüğü söylenebilir. Nitekim İbnu's-Salâh da “el-Hakim mudebbecin tanıtılmasında ihtimal, yaşça yakınlık olmasa da isnad yakınlığı ile yetinmiştir” diyerek buna işaret etmiştir. 765Âlimimize göre de müdebbec birbirlerine yakın olanların birbirlerinden rivayetleri cümlesindendir. Misalini sahabeden Hz. Aişe ile Ebu Hureyre'nin birbirlerinden, Tabi'înden Ömer b. Abdilaziz ile ez-Zuhri'nin karşılıklı olarak birbirlerinden, Etbâu't-Tâbi'înden Mâlik b. Enes'in el-Evzai'den, el-Evzâ'înin Mâlik'ten; Etba'ut-Etbâdan ise Ahmed b. Hanbel'in Ali İbnu'l-Medinî'den, Ali İbnu'l-Medinî'nin de Ahmed b. Han-bel'den karşılıklı rivayetleri teşkil eder.
İbnu's-Salâh bu görüşünde, misaller dahil, tamamen el-Hâkim'e uymuştur. Her ikisinin tarifine göre müdebbec isnad itibariyle birbirlerine yakın iki ravinin birbirlerinden rivayetleri olmaktadır. Nitekim gerek el-Hâkim'in gerekse İbnu's-Salâh'ın akranının rivayetleri arasında müdebbec olmayanlar olarak zikrettikleri rivayetler iki akrandan birinin diğerinden tek taraflı rivayetleridir.
Bununla birlikte el-lrâki mudebbecin bu tarifine itiraz ederek şunları söylemiştir:
“el-Hâkim'in ve ona tabi olan İbnu's-Salâh’ın mudebbecin iki yakının rivayetlerinden ibaret olduğunu söylemeleri doğru değildir. Doğrusu, mrudebbec akran olsun, biri diğerinden büyük olsun, iki ravinin birbirlerinden rivayetidir.
Böyle rivayette büyüğün küçükten rivayeti rivayetu'l-ekâbir ani'l-esâğir nevinden olur. Şu var ki el-Hâkim müdebbec ismini adını vermediği bir şeyhten nakletmiştir ki o şeyhden kasdi ed-Dârekutnî'dir; zira ed-Dârekutnî şeyhlerinden biridir. Bildiğime göre ise Müdebbec ismini ilk defa kullanan ve o konuda ilk olarak el-Mudebbec adında etraflı bir kitap yazan odur. Bu kitabın elimde sahih bir nüshası mevcuttur. Burada Müdebbec için iki ravinin akran olmalarını kayda bağlamış değildir. Kaldı ki ed-Darekutnî bu eserinde Hz. Ebu Bekr'in Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hz. Ebu Bekr'den, Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'den, Sa'd b. Ubâde'nin Hz. Peygamber (s.a.s)'den; Hz. Peygamber (s.a.s)'in Sa'd b. Ubâde'den rivayetlerini zikretmiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer'in Ka'bu'l-Ahbar'dan Ka'bu'l-Ahbar'ın Hz. Ömer'den; İbn Mes'ud'un Zirr b. Hubeyş'den, Zirr'in de İbn Mes'ud'dan; İbn Ömer'in Atıyye el-Avfî'den; Atıyye'nin İbn Ömer'den... rivayetleri gibi Sahabenin Tabi'înden rivayetlerine de yer vermiştir. Keza kitabında Abdullah b. Avn ve Yahya b. Saîd el-Ensârî'nin Mâlik'ten, Mâlik'in herbirinden rivayeti gibi Tabiîlerin Etbâ'ut-Tâbi'înden rivayetlerine de yer verilmiştir. Bundan başka aynı kitapta Ma’ıner'in Abdurrezzak'tan, Abdurrezzak’ın Ma’mer'den rivayeti misali Etbâ Etbâ'it-Tâbiînin Etbâ'u'l-Etbâ'dan rivayetleri de vardır. Bütün bunlar delâlet eder ki Müdebbec, birbirlerinden rivayet eden ravilerin karin olmasıyla kayıtlı değildir. Aksine mudebbecin hükmü daha umumidir.” 766
Görüldüğü gibi el-Irâkî mudebbeci daha şümullü görmekte, büyüklerin küçüklerden rivayetinin de mudebbece dahil olacağını ileri sürmektedir. Fakat bu itirazının kabule şayan görüldüğünü söylemek zordur; çünkü meşhur âlim İbn Hacer de akran olan ravi ile şeyhinin birbirlerinden rivayetine müdebbec denileceğini, şeyhin talebesinden hadis rivayet etmesi halinde bunun müdebbec değil büyüklerin küçüklerden rivayetine dahil olacağını söylemiştir. 767Böylece o, el-Irâkî'ye katılmamış, el-Hâkim ile İbnu's-Salâh'a uymuştur.
Mudebbecin sözlük manasını dikkate alanlar böyle birbirinden hadis rivayet edenlerin rivayetlerine ne yönden bu ismin verildiğine dair izahlar yapmışlardır.
el-Irâkî'ye göre müdebbec, müzeyyen manasına Arapçaya Farsçadan geçmiş dibâc kelimesinden alınmadır.768 Nitekim dibâcetu'1-vech yüz güzelliğine denir. İbn Mes'ud'un “hamim” le başlayan surelere Kur'ân-i Kerim'in dîbâcı demesi de aynı manasındandır. Bu manadan alınma bir terim kabul edildiği takdirde müdebbec, isnadda iki karin denilen akranın veya biri büyük diğeri küçük olmak üzere birbirinden rivayette bulunan iki ravinin bir araya gelmesi halinde olur. Böyle iki ravi daha çok ikisinin de alim yahut hafız olması; yahutta her ikisinde (veya sadece birisinde) tercih sebeplerinden birisi bulunması halinde bir isnadda bir araya gelir. Bunlardan biri söz konusu olup da birbirinin akranı iki ravinin bir isnadda bir araya gelmesi ise ravinin musâvât dolayısiyle uluvdan yahut aksine nuzûldan vazgeçmesine imkan verir. Böylece isnadda tahsin ve tezyin hasıl olur. Ahmed b. Hanbel'in Yahya b. Ma'inden; Yahya'nın da Ahmed'den rivayetleri böyledir. Dahası, akranın birbirinden rivayeti çok kere hadîs ilminin inceliklerine vakıf alimler arasında olur. Bu da isnad için süs mesabesindedir.
Mudebbece neden bu ismin verildiği konusunda şu da söylenebilir: Mudebbecde vaki olan iki karinin ikisi de bir tabakadan ve aynı derecededirler. Böylece iki yanağa benzerler; zira yüzdeki iki yanağa dibacetân denildiği vakidir. Bu mana el-Hâkim ile İbnu's-Salâh'ın, mudebbeci iki karinin rivayetlerine has görmelerine de uygun olur.
Mudebbece isnadın nazil oluşu dolayısıyle bu isim verilmiş de olabilir; zira müdebbec iki ravi birbirine karin iseler her birinin isnadı bir, eğer büyüğün küçükten rivayeti ise iki derece nazil olur. Yahya b. Ma'în'e göre nazil isnad yüz karasıdır. Ali İbnu'l-Medînî ve Ebu Avni'l-Mustemlî ise “nüzul uğursuzluktur” demişlerdir. Bu takdirde müdebbec öğme değil yermedir ve kelimenin çirkin yüzlü mânâsından alınmadır.
Bunlarla birlikte öyle görünüyor ki müdebbec ismi birbirlerinin akranı iki alim raviyi bir araya getirdiğinden öğmek için verilmiştir. Ancak ikinci ihtimale göre isnadda nüzul söz konusu olduğu için yermek üzere verilmiş de olabilir. 769
Mudelles:
Tef’il babından ismi mef’ul olan mudelles, bir ravinin isnadında tedlis yaparak yani mülaki olmadığı veya mülaki olduğu halde hadis rivayet etmediği şeyhten işittiği zarınım uyandıracak şekilde rivayet ettiği hadise denir.
Bir ravi bazen aynı asırda yaşamalarına rağmen bir şeyhle görüşmemiş olabilir. Aynı şekilde görüşmüş aralarında sohbet vaki olmuş; ancak ondan hadis rivayet etmemiş de olabilir. Bir de şeyhinden bir kaç hadis rivayet etmiş olması da mümkündür. İşte böyle bir ravinin aslında görüşmediği veya görüştükleri halde hadis almadığı, veyahutta hadis almış olsa bile almadığı bir hadisi ondan naklettiği vehmini uyandıracak şekilde rivayet etmesine tedlis; böyle tedlis yaparak rivayet ettiği hadise ise mudelles adı verilir. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere mudelles, bir anlamda ravinin şeyhim gizleyerek başkasından rivayet ediyormuşcasına naklettiği hadistir.
Verilen bu tarif mudellesin istikrar bulmuş tarifidir, daha önceleri yapılan mudelles tariflerinde az da olsa farklılıklar görülür. Nitekim İbnu's'-Salâh, önce tedlîsu'l-isnad ve tedlîsu'ş-şuyuh'un tariflerini vermiş; sonra tedlisin hükmünü ve mudellisin rivayetinin kabulü meselesini ele alarak tedlîsu'ş-şuyühun hükmen daha hafif olduğunu söylemiştir. Dolayısiyle mudellesin açık bir tarifini vermemiştir. 770en-Nevevî de aşağı yukarı aynı şeyleri söylemiş ve mudellesin tarifini ele almamıştır. 771Şu hale göre gerek İbnu's-Salâh da gerekse onu ihtisar eden en-Nevevi'de mudelles tarif edilmemiş, tedlis tarifi yapılmak ve hükmü açıklanmakla yetinilmiştir.
İbn Hacer'e göre mudelles, isnadından ravinin gizli düşmesiyle meydana gelir ve ravinin kendisine hadisi rivayet eden şahsı isimlendirmemesi yahutta kendisine hadis rivayet etmemiş olan kimseden hadis işittiği vehmini vererek rivayet ettiği hadistir. 772
İbn Hacer'in tarifi mudellesin yukarıdaki tarifine oldukça yakındır. Bu tarifteki mudelles, mursel-i hafiden az bir farkla ayrılır. Ona göre muasır olan fakat bir-birlerine mülaki olmadıkları bilinen iki kişi arasında işitme olmaksızın yapılan rivayettir. Oysa mudelles mülaki olduğu şeyhe mahsustur ve o şeyhten işitmeden rivayet edilen hadistir. 773
Mudelles hadise örnek göstermek gerekirse şu rivayetler üzerinde durulabilir:
“...Yahya şunları söylerken duydum: Hişâm b. Urve, babası (Urve İbnu'z-Zubeyr)den, Hz. A'işe'den naklederek
onun şöyle dediğini anlatırdı:
Hz. Peygamber (s..a.s) iki iş arasında seçme yapmak durumunda olduğunda (günah olmadığı sürece kolay olanını seçerdi) “... “O, hiçbir şeye (ne bir kadına, ne de bir hizmetçiye) asla eliyle vurmamıştır.”
Yahya diyor ki: “Hişâm b. Urve'ye hadisi (babasından) duyup duymadığını sordum. Bana:
“Babam, Hz. A'işe'nin “Hz. Peygamber (s.a.s) iki iş arasında seçme yapmak durumunda kaldığında (günah olmadığı sürece kolay olanının seçerdi)” dediğini haber verdi. Babamdan bundan başkasını duymadım. Hadisin geri kalan kısmını ondan işitmedim. O kısım ez-Zuhri'dendir” cevabını verdi.” 774
Hz. Peygamber (s.a.s)'in eşsiz ahlakından iki önemli görüntüyü dile getiren bu hadiste ravi Hişâm b. Urve ilk kısmı Babası -Hz. A'işe isnadıyla nakletmiştir. Ancak bununla birlikte babasından işitmemiş olduğu diğer kısmı ondan duymuşcasına rivayet etmiştir. Yahya'nın sorması üzerine de gerçekte ez-Zuhri'den nakledilen hadisi babasından işitmişcesine rivayet ederek tedlîs yaptığını açıklamak zorunda kalmıştır.775 Şu hale göre hadisin ikinci kısmı Hişâm'ın yaptığı tedlisle mudelles hale gelmiştir.
“...Bize Ebu Avâne tahdîs etti. el-A’meş'den- İbrahim et-Teymî'den - Babasından - Ebu Zer'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in “Falanca Cehennem'dedir. Yâ Hannân, Yâ Mennân diye bağırır” buyurduğu rivayet edilmiştir.
Ebu Avâne şöyle demiştir:
“el-A’meş'e dedim ki, “Bu hadisi İbrahim Et-Teymî'den işittin mi?”
“Hayır işitmedim, diye cevap verdi, onu bana ondan naklederek Hakim b. Cubeyr tahdis etti.” 776
Burada da açıkça görülmektedir ki el-A’meş Ebu Avâne'nin sorusu üzerine İbrahim et-Teymî'den rivayet etmiş görünen hadisi doğrudan değil de Hakîm b. Cubeyr vasıtasıyla ondan aldığını belirtmiştir. Onun Hakîm aracılığıyla aldığı hadisi İbrahim et-Teymî'den doğrudan almış gibi göstermesi tedlîstir. İsnadında tedlîs yapılarak rivayet edilen bu hadis ise mudelles olmuştur. Tedliste ravinin şeyhinin ismini söylememesi söz konusu olduğundan mudelles hadislerin hükmü zayıf hadislerin hükmüne tâbidir.
Mudelles Anh:
Hadis usulünde tedlis yapılarak rivayette senedden düşürülen raviyi ifade eden bir tabir olarak kullanılmıştır.
Mudellis:
Sözlükte deles maddesinin tef’il babından ismi fail'i olan mudellis, Hadis Usulü ilminde, rivayetin de tedlis yapan muhaddise denir. Açıklamak gerekirse bir ravi görüşmediği veya görüştüğü halde hadis almadığı bir şeyhten bizzat rivayet etmişçesine hadis rivayet ederse böyle rivayet etmesine tedlis, tedlis yaparak rivayet ettiği hadisi mudelles denilmiştir. (Bk. Mudelles ve tedlis). Rivayetinde tedlis yapan raviye de müdellis adı verilir. Çoğulu mudellisûn gelir.
Tedlis üzerinde uzun boylu duran ve bu konuyu enine boyuna araştırmış bulunan İbn Hacer'il-Askalânî'ye göre müdellisler beş derecedirler. Bunlardan birinci dereceyi Yahya b. Sa'îd el Kattan gibi tedlis yapmamakla tanınan veya çok ender olarak tedlis yaptığı tesbit edilenler teşkil eder.
İkinci derece, hadis imamlarının tedlis yaptığına ihtimal verdikleri muhaddislerdir. Bunlar, güvenilir oldukları ve rivayetlerinde çok az tedlis yaptıkları için sahih hadislerini rivayette beis görmemişlerdir. Sufyânu's-Sevrî gibi. İbn Hacer'e göre Sufyân b. Uyeyne gibi sadece sikadan rivayetinde tedlis yapan müdellisler de aynı dereceye dahildir.
Üçüncü dereceyi rivayetlerinde fazlaca tedlis yapanlar oluştururlar. Hadis imamları bunların hadisleri arasında sadece sema yoluyla aldıklarını tasrih ettikleriyle ihticac ederler. Aralarında hadisleri kesinlikle reddedilenleri olduğu gibi Ebu'z-Zubeyr el-Mekkî gibi kabul edilenleri de vardır.
Dördüncü derecedekiler, zayıf veya meçhul ravilerden rivayetlerinde tedlis yapanlardır ki böyle müdellislerin sema yoluyla aldıklarını tasrih etmedikleri sürece hadisleri ile hiçbir şekilde amel edilemeyeceğine ittifak vardır. Bakiyye İbnu'l-Velîd bu derecede olan müdellislere misâldir.
Beşinci derece müdellisler tedlisle birlikte başka bir sebepten dolayı cerhedilerek zayıf ravi durumuna düşenlerdir. Böyle müdellislerin hadisleri rivayetlerinde sema açıklamış olsalar bile kendilerini zayıf bulanlar tarafından tevsik edilmedikleri takdirde merduddur. İbn Lehi'a gibi.777
İbn Hacer'in müdellisleri böylece tasnif etmesinden anlaşılıyor ki hadis ilminde yüksek dereceleri almış hadis imamlarından bile az da olsa tedlis yapanlar vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'e göre Sa'îd b. Ebî Arûbe, el-Hakem b. Utbe ile Hammâd b. Zeyd ve Amr b. Dinardan; Hişâm b. Urve, İsmail b. Ebî Hâlid, Ubeydullah b. Ömer, Ebu Bişr, Zeyd b. Eşlem ve Ebu'z-Zinaddan bizzat görüşüp hadis almadıkları halde tedlis yaparak rivayette bulunmuşlardır. Ali b. Haşrem'in anlattığına göre İbn Hacer'in tasnifinde ikinci derece müdellisler arasında yer alan meşhur muhaddis Sufyân b. Uyeyne bir keresinde “Kale'z-Zuhri” diyerek ondan hadis rivayet eder. Kendisine rivayet ettiği hadisi ez-Zuhri'den bizzat işitip işitmediği sorulunca işitmediğini söyler ve şunları ekler: “Haddesenî Abdurrezzâk, an Ma’mer, ani'z-Zuhri.” 778Sufyân'ın bu sözleri onun sikadan rivayette de olsa, tedlis yaptığının ifadesinden başka bir şey değildir.
Hadis tarihinde tedlis yapan raviler en çok Kûfe'den çıkmıştır. Basra hadis ekolünün muhaddisleri arasında da müdellis vardır. Fakat bunlar Küfe ölçüsünde değildir. Bağdat, Hicaz, Mısır muhaddisleri içinde tedlis yapanlar fazla değildir. Şam muhaddislerinin müdellis olanları hayli fazladır.
Rivayetinde tedlis yapan müdellis, işitmediği bir hadisi rivayet ederken şeyhinden işittiğine delâlet eden Semi'tu, haddesena, ahberanâ, kale lî fulanun ve benzeri cezm sigaları kullanmaz. Kullandığı takdirde yalan ithamıyle ta'n edilir. Hadisi de tedlîs yaptığından dolayı değil, bu yalanla itham edilmesi yüzünden terkedilir. Bu itibarla müdellisler isnadlarında cezm ifadeleri değil, Kale, an fulânin gibi işitilmeden rivayete delâlet eden eda lafızları kullanmışlardır.
Müdellisin hadisinin kabul edilip edilmemesi konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Fakihlerden bir grup ile hadiscilere göre müdellisin rivayeti makbul değildir. Sebebi, müdellisin rivayetinde tedlîs yapmakla isnadında en azından bir ravi ismini zikretmemiş olmasıdır. Halbuki ismi zikredilmeyen ravi sika olmayabilir. Bununla birlikte bazı alimler müdellisleri yalancı raviler derecesinde görmemiş; bunun sonucu olarak tedlisi, ravinin adaletini zedeleyecek bir kusur olarak telakki etmeyip hadislerinin kabul edilmesine kail olmuşlardır. Diğer bazı alimlere göre müdellis, eğer hiç mülaki olmadığı kimseden rivayetinde tedlis yapan ve bunu adet haline getirirse ondan hadis alınmaz. Fakat tedlisi mülaki olduğu ve hadislerini işittiği şeyhten yaparsa o şeyhin sika olması şarüyle makbuldür.
el-Hatîbu'1-Bağdâdînin bu konuda itimada şayan gördüğü bir görüş de müdellisin hadisinin kabul edilmemesi yönündendir. Bununla beraber eğer müdellis haberini vehmi giderecek lafızla rivayet edecek olursa o haber ancak o zaman kabul edilir. 779
İbn Haceri'l-Askalânî de bu görüşe katılır ve “Tedlis yaptığı sabit olan müdellisin hükmü sahih olan görüşe nazaran adil olduğu takdirde hadislerinden isnadında tahdisi belirtecek lafızlar kullandıkları kabul edilir” der.780 Yukarıda müdellislerin derecelerini açıklarken umumiyetle sema yoluyla aldıklarını tasrih ettikleri ile sikadan tedlis yaparak rivayet ettikleri hadislerin makbul, semaini tasrih etmedikleri ile zayıf veya meçhul ravilerden tedlis yaparak rivayet ettiklerinin ise merdud olduğunu söylemiştir ki bu İbn Hacer'in görüşü olduğu kadar hadis alimlerinin görüşünün aşağı yukarı özetidir.
Mudevven:
“Toplanmış, tedvin edilmiş” manasına ismi mef’uldür. Hadis usulünde çeşitli konulardaki hadislerin yazılı olduğu kitaplara denir. Çoğulu mudevvenât gelir.
Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında hadisler daha çok ezberden rivayet edilmiştir. Onun ebedi aleme göç edişinden sonra sahabîlerin birer birer vefat etmesi ve fetihler sonucu İslâm ülkesine katılan yerlere göç etmesi karşısında hadisleri toplama faaliyeti başlamıştır. 781
İkinci hicri asır başlarından itibaren hadisler bir yandan ezberlenerek rivayet edilirken öte yandan yazılmaya başlanmıştır. Bu faaliyetlerin sonunda sahife, kitap gibi hadis müdevvenatı ortaya çıkmıştır. Kitaplar, sahife denilen küçük çaptaki yazılı hadis metinlerinden sonradır. Kitap çapında ilk hadis müdevvenatı Ma’mer b. Raşid'in el-Câmi'i, Abdurrezzak b. Hemmam'ın Musannefi ve İmam-Malik'in el-Muvatta'ıdır. Bu iki müdevven musannef veya cami denilen ilk tertipli eserlerdir. Belli konulardaki hadisleri aynı bölümlerde bir araya getirirler. Hadislerin yanısıra sahabî ve tâbi'î kavillerini de ihtiva ederler. En önemlisi daha sonraki müdevvenata esas teşkil etmişlerdir.
Üçüncü hicri asnn başlarına gelindiğinde tedvin faaliyeti hızlanmış ve hadisler çeşitli metodlarla ayrılarak yeni müdevvenat ortaya çıkmıştır.
Mudevvenât:
Bk. Müdevven.
Mûdih:
Sözlükte aşikar olmak, aydınlanmak, vuzuha kavuşmak anlamına gelen “vadaha” fiilinin ifal babından ismi faildir. Kelime olarak açıklayan, vuzuha kavuşturan, aydınlığa çıkaran demektir.
Hadis usulünde ravinin bilinmemesinden ibaret cehalete yol açan; aynı raviye ait değişik isim, künye, lakab veya nisbeleri açıklamak, bu konuda düşülen hataları izah etmek üzere kaleme alınan eserlere denir. 782
Bir ravinin ismi, künyesi, lakabı, sıfatı. nisbesi, bazen birkaç tane olur. Ravi bunların biri veya birkaçıyla tanınır. Böyle iken bir kaç künye veya lakabı olan raviden hadis rivayet edenler herhangi bir sebeple onun bilinen ve meşhur olan sıfatını bırakır ve meşhur olmayan sıfatlarıyla anarlarsa, işitenler onu bilinmeyen bir başka ravi zannederler. Bu yüzden o ravinin hali meçhul kalır. Mesela Muhammed İbnu's-Sâ'ib el-Kelbî'yi bazıları dedesine nisbet ederek Muhammed b. Bişr, bazıları ise Hammâd İbnu's-Sa'ib ismiyle zikretmişlerdir. Bunun gibi onu Ebu'n-Nadr, Ebu Sa'îd, Ebu Hişâm gibi değişik künyelerle ananlar da vardır. Böyle değişik isim ve künyelerle anılan el-Kelbî'nin rivayet ettiği hadis bir iken bilmeyenler ravilerini değişik kişiler zannetmişler; bunun sonucu olarak da ihtilaflara düşmüşlerdir.
İşte ravilerin değişik isim, lakab, künye, sıfat, nisbe gibi kimliklerini tesbite yarayan hususları bir arada toplayıp hangi ravinin hangi değişik isim künye ve lakabla veyahut sıfatla meşhur olduğunun, bunun yanısıra müşterek bir sıfatla meşhur olan ravileri konu alan ve bu konuda yapılan yanlışları anlatan eserlere müdih tabir edilmiştir.
Mûdih kitapların en meşhurları Abdulğani b. Sa'îd el-Mısrî'nin el-Mutelif ve'1-Muhtelif fi Muştebihi Esmâ'i'r-Ricâl isimli eseri ile Ebu Abdillah Muhammed b. Ali es-Sûrî'nin kitabı, nihayet el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin Mûdihu Evhâmi'l-Cem'i ve't-Tefrikidir. el Hatibin eseri bunların en ükemmeli sayılır.
Mûdih kitapların, değişik isim, künye ve lakabla ya da nisbelerle zikredilen aynı şahsı ayrı kişiler zannetmek hatasından hadiscileri kurtarmak gibi büyük bir faydası vardır. Bu kitaplar ravinin kim olduğuna açıklık getirdiğinden zayıf ravinin sika olduğuna veya aksine sika raviye zayıf deme kabilinden yanlışlıkların da önüne geçer. Şeyhini bilinen lakab ve künyesi ile anmayıp değişik lakab veya künye ile anarak tedlis yapanlarla herhangi bir maksatla celi veya hafi irsal yapanları da açığa çıkarır. 783
Mudrec:
Sözlükte dürmek, bükmek, bir şeyi bir şeye eklemek, bir nesneyi başka bir nesneye katmak ve sokmak manalarına idracdan ismi mefuldür. Terim olarak isnadında veya metninde idrac yapılarak, bir diğer ifadeyle senedine veya metnine ravilerinden biri tarafından aslında olmayan ve rivayet edenlerin hadisin aslında olduğunu zannettikleri bir veya birkaç kelime ya da cümle eklenerek rivayet edilen hadislere denir.
İdrac başlığı altında ayrıca görüldüğü gibi, bir hadisin ravilerinden biri onun senedine veya metnine herhangi bir maksatla ilave yapar. Hadisi o raviden rivayet edenler o ilaveyi Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait sanarak rivayet ederler. Böylece hadisin gerek isnadına gerekse metnine ilave yapılmış ve o ilave ile rivayet edilmiş olur ki böyle hadise mudrec adı verilir.
Bu tarif ve açıklamadan da anlaşılacağı gibi idrac, hadisin senedinde veya metninde olur. Bu duruma göre mudrec, müdrecu'l-isnad ve müdrecu'1-metn olmak üzere iki kısma ayrılır.
Mudrecul-isnad, isnadında yapılan ilaveden dolayı müdrec olan hadistir. İsnadda idrac, daha ziyade isnadda herhangi bir açıklama yapmak maksadiyle veya ravinin yanılmasıyla meydana gelir. Bununla birlikte ravinin değişik isnadlarla bir hadis işitmesi, bir başka ravinin ondan rivayet ederken o hadisin değişik isnadlarını zikretmeksizin bütün isnadlarını birleştirerek, daha doğrusu birbirine karıştırarak rivayet etmesiyle de meydana gelir. Bunun gibi ravinin iki ayrı senedle iki ayn hadis rivayet etmesi halinde ondan rivayette bulunan birinin o iki hadisi ayrı ayrı isnadlarıyla değil bir tanesinin isnadıyla rivayet etmesiyle de hadis mudrecu'l-İsnad olur. Saîd b. Ebi Meryem'in şu iki hadisi rivayeti bu konuda güzel bir misal teşkil eder.
“... Enes b. Malik'ten Hz. Peygamber (s.a.s)'in, “Birbirinize buğzetmeyin, birbirinize hased etmeyin. Birbirinizden sırt çevirip uzaklaşmayın. Ey Allah'ın kullan, kardeş olun” buyurduğu rivayet edilmiştir.”
“... Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) “Zandan kaçının; çünkü zan sözlerin yalanı en çok olanıdır. Birbirinize hased etmeyin. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizin özel hayatı üstüne düşmeyin. Birbirinizle sürtüşmeyin. Birbirinize hased etmeyin. Birbirine buğzetmeyin ve birbirinize sırt çevirip uzaklaşmayın.” 784buyurmuştur.”
Bu iki ayrı hadisi said b. Ebî Meryem tek isnadla ve şöyle rivayet etmiştir.
İki hadis karşıllaştırıldığı zaman görülür ki ikisi de isnadla rivayet edilmekle kalmamış, ikinci hadisin ve lâ tenâfesû fıkrası birinciye eklenmiştir. 785
Bazı alimlere göre şeyhin senedini söyleyip durması anında yaptığı açıklama veya söylediği sözün senedde idrac sayılacağından böyle hadisler mudrecu'l-isnad sayılır. Bunun misali idrac maddesinde verilmiştir. Oraya bakılabilir.
Mudrecu'1-metn ise, adından da anlaşılacağı gibi, metninde idrac yapılarak rivayet edilen hadise denir. Bir başka deyişle hadisin isnadına değil metnine bazı şeyler eklemek ve bu eklenen şeylerin hadisin asıl metninde olmadığını açıklamamak suretiyle rivayet edilen hadislere mudrecu'1-metn adı verilir. Hadis metnine aslında bulunmayan ilaveler yapan ravi bir anlamda sika ravilerinin rivayetlerine aykırı rivayette bulunmuş demektir.
Hadisin metnine yapılan ilave bazan metnin başında, bazan ortasında, bazan da sonunda bulunur. Mevkuf gibi sahabî sözünün yahut maktu denilen tâbi'î sözünün, yahutta daha sonraki nesillerden birinin sözünün, hiçbir ayırım yapılmaksızın Hz. Peygamber'in merfu sözüne eklenmesi dolayısıyla, idracm daha çok hadis metninin sonunda yapıldığı görülür. Metnin başında yapılan idrac ise ortasında yapılana nisbetle daha çoktur; Çünkü ravi çok kere bir söz söyler, bu sözüne kuvvet kazandırmak için Hz. Peygamber'in hadisini delil getirir; fakat kendi sözüyle sözüne delil olarak ileri sürdüğü hadisin arasını ayırmaz. Böylece kendi sözünün de hadis metninden olduğu zannını uyandırır. Ebu Hureyre'nin bir sözüyle birlikte rivayet edilen şu hadis buna güzel bir örnektir.
“Abdesti güzelce alınız... O topukların Cehennemde vay haline.”786
Bu hadisin ilk kısmı abdest alırken itina edilmesini tavsiye etmektedir ve Ebu Hureyre'ye ait bir sözdür. Ebu Hureyre yukarıda söylediğimiz gibi abdestin dikkatli alınması gereğine işaret etmiş ve arkasından sözünü kuvvetlendirmek için Hz. Peygamber'in bir hadisini getirmiştir. Buna göre hadisin ilk kısmı mevkuf, ikinci kısmı ise merfu yani Hz. Peygambere ait bir sözdür. Bununla birlikte bu hadisi el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin ravilerinden birisi aralannı ayırmadan her ikisi de Hz. Peygamber'e ait sözmüş gibi rivayet etmiştir.
Metin ortasındaki idraca misal olarak ilk vahyin gelişini anlatan Hz. Aişe'den rivayet edilen hadisi örnek gösterilebilir. Bu hadisin bir bölümü şöyledir:
“... Sonra ona (Hz. Peygamber'e) yalnız kalmak hoş gelmeye başladı. Artık Hira mağarasında yalnız kalır; bir kaç gün tahannüs ederdi. Tahannüs ibadet demektir...” 787
Hadisteki “ve huva't-te'abbudu” sözleri ravilerinden İbn Şihabi'z-Zuhrî'nin idracıdır. “fe-yetehannesu” kelimelerinin manasını açıklamak için söylenmiştir. Bu durumu bilmeyen onları hadisin asıl metnine ait lafızlar zanneder.
Son olarak metnin sonundaki idraca şu iki rivayeti örnek gösterebiliriz.
“Abdullah (b. Mes'ud)'dan şunları söylediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) “Allah'a şirk koşarak ölenler Cehennem'e girerler” buyurdu. (Ben de derim ki) “Allah'a şirk koşmadan ölenlerse Cennet'e giderler.”788
Bu hadisin ilk kısmı da Hz. Peygamber'e ait merfu bir hadistir. İkinci kısmı ise Abdullah b. Mes'ud'un sözüdür ve mevkuftur. Hadisin, bazı rivayetlerindeki “ben de derim ki” lafzını dikkate almadan rivayet edenler, her ikisini de Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet etmişlerdir.
Daha çok “teşehhüd hadisi” ismiyle meşhur olan bir hadisin aynı zamanda müselsel hadise de örnek teşkil eden Ebu Davud'daki şekli şöyledir.
“...Kasım b. Muhaymire'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Alkame elimi tuttu ve bana İbn Mes'udun elini tutarak Hz. Peygamber'in kendisine ellerini tutarak namazda teşehhüdü öğretmiş olduğu rivayetini talıdis etti ve el-A’meş'in hadisinde geçen duanın tıpkısını zikretti. “Bunu söylediğin yahut yaptığın vakit namazını kılmış olursun. Artık oturmak istersen oturur, kalkmak istersen kalkarsın.” 789
Bu hadisin, Hz. Peygamber'in İbn Mes'ud'un elini tutarak ona namazda otururken okunan “et-tahiyyâtu” duasını öğrettiğini bildiren kısmı merfudur. Hadiste “el-A’meş'in hadisine geçen duanın tıpkısını zikretti” tabiri onun rivayetindeki şekli tekrar etmemek için söylenmediğini gösterir. Bu kısım bu gün için ilk ve son kadelerde okunan duanın aynısıdır. Halbuki hadisin “bunu söylediğinde namazını kılmış olursun. Artık istersen oturursun, istersen kalkarsın” kısmı Abdullah b. Mes'ud'un kendi sözüdür. Senedinde ismi geçen Zuheyr b. Mu'aviye ile hadisi ondan rivayette bulunan bazı kimseler tarafından merfû hadise eklenerek rivayet edilmiştir.
Bir hadisin müdrec olduğu çeşitli şekillerde belli olur. Bu konuya idrac başlığı altında yer verilmiştir. Burada tekrar edilmesine gerek yoktur. Müdrecin hükmü ise idracın hükmüne tabidir.
Müdrec hadisler konusunda el-Hatîbu'l-Bağdâdî tarafından el-Faslu li'1-Vasli'l-Mudrec fi'n-Nakl isimli bir kitap kaleme alınmıştır. İbn Hacer bu kitabı kısaltmış, iki misli ilaveler yaparak yeni ve müdrec konusunda kaynak sayılan bir eser haline getirmiştir. Eserine Takrîbu'l-Menhec bi-Tertîbi'l-Mudrec admı vermiştir. es-Suyutî'nin de aynı konuda el-Mudrec ile'1-Derc isimli kısa bir risalesi vardır.
Mudrecu'l-İsnad:
Bk. Mudrec.
Mudrecu’l-Metn:
Bk. Mudrec.
Mudric:
Sözlükte bir şeyi bir şeye eklemek, bir nesneyi bir başkasına katmak manalarına “idrac”dan ism-i faildir. Hadisin isnadına veya metnine aslından olmayan sözler katarak idrac yapan ravi manasına kullanılır.
İdrac başlığı altında da açıklandığı gibi ravi kendisine göre bir sebeple rivayet ettiği hadisin isnadına veya metnine bazen hadisin aslından olmayan söz veya sözler ekler. Herhangi bir maksatla hadisin sened veya metnine aslından olmayan sözler katarak mudric denilen raviden hadisi rivayet edenler sanırlar ki ravi tarafından hadise eklenmiş olan sözler hadisin isnadını veya metnini teşkil eden lafızlar arasındadır. Bir başka deyişle isnadına veya hadisin ilk kaynağına ait sözlerdir. Dolayısıyle hadisi mudric tarafından eklenmiş sözlerle rivayet ederler. Böyle hadislerle müdrec adı verilir.
Örnek vermek gerekirse Hz. Peygamber (s.a.s)'e ilk vahyin gelişine dair Hz. Aişe hadisindeki “ve huve't-te'abbudu” cümlesi metindeki “fe-yetehannesu” cümlesinde (Bk. Müdrec), söz konusu edilen tehannus tabirinin manasını açıklamak üzere İbn Şihab ez-Zuhri tarafından eklenmiştir. 790Bu duruma göre İbn Şihab mudrictir.
Mudricin hadisin gerek isnadına gerek metnine kendiliğinden sözler ilave etmesine yol açan sebepler için idrac maddesine bakılabilir.
Mu’en’en:
Bk. Muennen.
Mu'ennen:
Mu'en'en ile birlikte sözlük manası bakımından “enne” edatı taşıyan “enneli” denilebilecek bir anlama sahipdir. Her ikiside hadis terimi olarak, ravinin isnadında, “Mâlik ani'z-Zuhri enne Saîde'bne'l-Museyyeb kale” misalinde olduğu gibi “enne fulanen kale” diyerek rivayet ettiği hadise denir.
Bir ravinin isnadında “enne” edatını kullanarak rivayette bulunması halinde şeyhi ile mülakatı sabitse bu edatın “an” gibi isnadda ittisale delalet edip etmeyeceği konusunda hadis alimleri arasında ihtilaf vardır. İmam Malik'e göre bir ravinin isnadında “an fulânin” demesi ile “enne fulanen” demesi arasında herhangi bir fark yoktur. Şu şartla ki şeyhinden “enne” ile rivayette bulunan ravinin ona mülaki olması ve tedlis yapmayan biri olarak tanınması gerekir. İbn Abdilber de alimlerin büyük çoğunluğunun “an” ile “enne” arasında bir fark görmediklerini nakletmişür. 791
İbn Abdilberr'e göre isnatta ittisale hükmetmek için rivayette kullanılan harflere ve lafızlara itibar edilmez. İttisal ancak mülakat, mücâlese, semâ ve müşahede iledir. Alimler, sahabîye kadar ulaşan muttasıl isnadın “an, enne, kale, semi'tu” lafızlarından hangisiyle gelirse gelsin muttasıl olduğu hususunda birleştikleri için sema'ın tebeyyün etmesinin şart koşulması anlamsızdır. 792
Şu hale göre alimlerin çoğu “enne” ile varid olan isnadın muttasıl sayılacağına kaildirler. Ancak anlaşıldığına göre bu görüşte olan alimler semâ'ın subutu olmasa bile mülakat ve ravinin tedlisden beri olmasını esas almışlardır. İsnadı teşkil eden ravilerin birbirlerinden semâ'ı sahih olunca inkıta açığa çıkmadığı sürece hangi lafızla varid olursa olsun isnad, ittisale hamledilir. 793
Öte yandan Ahmed b. Hanbel ile bazı âlimler “enne” harfinin “an” gibi olmadığı görüşündedirler. Onlara göre “enne” ittisale delalet etmez. Dolayısyle isnadında enne bulunan bir hadis muttasıl olarak rivayet edilmemiş demektir ve munkatı'dır. Şu var ki “enne” ittisale delalet etmezse de aynı hadisin başka tarîktan rivayetinde sema açığa çıkarsa ittisal ile hükmedilir.
İbnu's-Salâh İbn Abdilber'den naklen Ebu Bekri'l-Berdîcî'nin de bu görüşte olduğunu kaydettikten sonra Yakûb b. Ebî Şeybe'nin müsnedinde ayırıma delâlet eden bir misal gördüğünü söyler ve şöyle der:
Yakub b. Ebî Şeybe Ebu'z-Zübeyr'den, İbnul-Hanefiyye-Ammâr isnadiyle Ammar'ın şu hadisini zikreder:
“(Bir gün) Hz. Peygamber (s.a.s) namaz kılarken yanına vardım. Selam verdim. Bana selamımı iade etti. “Yakub bu haberi müsned ve mevsul kılmıştır. Oysa bir başka yerde aynı hadisin Kays b. Sa'd rivayetini Atâ b. Ebî Rabah an İbni'l-Hanefiyye isnadiyle Ammâr'dan şöyle rivayet eder:
“Ammar Hz. Peygamber (s.a.s)'in namaz kılarken yanına vardı.” Yakub b. Ebî Şeybe bu rivayeti mürsel olarak nakletmiştir; zira “enne Ammaren merre...” diye fiilî olarak nakletmiş “an Ammarin” dememiştir.”794
İbnu's-Salâh’ın bu misali “enne” nin “an” gibi ittisale delalet etmediği görüşünde olanları destekler gibi görünürse de el-Irâkî tarafından eleştirilmiştir. Âlimimiz şöyle der: “Musannif İbnu's-Salâh'ın “an” ile “enne” arasında fark olduğuna dair Ahmed b. Hanbel ve Yakub b. Ebî Şeybe'den naklettikleri, iksinin de sözlerinden anlaşıldığı gibi değildir. Aslında ne Ahmed b. Hanbel ne de Yakub b. Ebî Şeybe “an” ile “enne” arasını ayırmış değillerdir. Bunun bir başka manası vardır. O mana da şudur: Yakub b. Ebi Şeybe “enne” ile varid olan hadisi mürsel olarak nakletmiştir. O rivayetinin mürsel addedilmesi İbnu'l-Hanefiyye'nin kıssanın hikayesini Ammar'a nisbet etmeyişi yüzündendir. Yoksa İbnu'l-Hanefiyye “inne Ammâren Kale merartu bi'n-Nebiyyi (s.a.s)” diyerek kıssayı nakletseydi rivayet mürsel olmazdı. Hadisin mürsel kılınışının bir sebebi de İbnu'l-Hanefiyye'nin rivayet şeklidir. Şöyle ki, İbnu'l-Hanefiyye Ammâr’ın Hz. Peygamber'in yanına uğradığını görmemiştir. Öyle iken hadisi “enne Ammâren merre” lafzı ile nakletmiştir. Böyle yapmakla o, görmediği bir olayı anlatan kişi durumundadır. Böylece kıssayı nakli bu yüzden mürsel olmuştur. Bu açıktır ve İbnu'l-Hanefiyye'nin “inne Ammâren merra bi'n-Nebiyyi” demesi ile “enne'n-Nebiyye (s.a.s) merra bihi Ammar” demesi arasında fark yoktur; çünkü iki halde de rivayetin mürsel olacağında ittifak vardır. Öte yandan İbnu'l-Hanefiyye hadisi “an Ammar kale merartu...” veya “enne ammâren kale merartu..” diyerek nakletmiş olsaydı durum aksine olurdu; zira her iki ibare de Ammar'a isnad edilmiş olduklarından muttasıldırlar.” 795
el-lrakî’nin anlattıklarına bakılırsa Yakub b. Ebî Şeybe'nin zikrettiği hadis “enne” ile nakledildiği için değil; isnadında olayın kritiğine göre inkıta olduğu için mürseldir; zira “bir ravi bir kıssa veya olay rivayet ettiği zaman bakılır: Eğer Hz. Peygamberle bazı sahabeler arasında geçen bir olayı anlatıyorsa ve o olayın zamanına yetişmiş bir sahabî ise olaya şahit olduğunu bilmesek dahi rivayetinin ittisaline; eğer olayın geçtiği zamana yetişmediğini biliyorsak o takdirde de sahabî mürsel'i olduğuna hükmederiz. Şayet bu ravi tabiî ise o zaman da munkatı olduğuna hükmedilir. Eğer tabiî Sahabî den kendi yetiştiği zamana dair bir kıssa naklediyorsa muttasıldır. Aynı şekilde tabiî vaki olduğu zamana yetişmediği bir olayı sahabîye İsnad ile rivayet ediyorsa bu da muttasıldır.” 796
Yine İbnu's-Salâh'in kaydettiğine göre el-Hatîbu'l-Bağdadî, Ahmed b. Hanbel'in “an” ile “enne” arasında fark olduğu görüşüne şu iki hadisi misal vermiştir:
“Hz. Ömer'den, Hz. Peygamber'e “bizden biri cunub olarak uyuyabilir mi?” diye sormuş...” 797
İbnu's-Salâh bu iki hadisden birincisinin görünüşe göre Hz. Ömer'in İkincisinin ise İbn Ömer'in müsnedi olduğunu söyleyerek “enne” ile “an” arasında fark olduğu görüşünde olanlara katılmadığı intibaını uyandırmaktadır.
Son olarak şunu da söylemek gerekir ki es-Suyûtî'nin belirttiğine göre daha sonraki devirlerde şark alimleri “enne” yi icazet yoluyla alman hadislerin rivayetinde çok kullanmışlardır. Mağrib alimleri ise “an” ve “enne” lafızlarının ikisini de sema ve icazette birlikte kullanmışlardır. 798
Mufîd:
Çıkar ve menfaat anlamını veren “fâ'ide” kelimesinin kök fiilinden alınma bir kelimedir. Hadis Usulü ilminde hadiscilerin lakablarından birine denilmiştir. Muhaddis üzerinde bir mertebeye delâlet eder. Üçüncü hicrî asırda bazı hadiscilerce kullanılmaya başlanmıştır. Ancak sonraları diğer bazı lakablann ortaya çıkışı ile fazlaca kullanılan bir lakab olmaktan çıkmıştır. 799
Manası açıklanırken söylenenlere bakılırsa el-Mufîd muhaddisin bütün şartlarını kendisinde toplamış olan hadis alimidir. (Bk. Muhaddis). Daha çok hafız derecesine yükselmiş bir alimin hadis meclislerinde hazır olan talebelere işitmediklerini ulaştırmak, anlamadıkları yerleri anlatmak suretiyle faydalı olan kişidir. Bu da onun âlî ve nazil, bedel, musâfaha, muvâkat ve ilel konularında yeterli bilgi sahibi olmasiyle mümkün olur.
Kaynaklarda el-Mufîd lakabiyle anılan hadiscilere misal olarak, Muhammed b. Ya'kûb; İbrahim b. Evreme; Abdullah b. Muhammed b. Naciye; Ca'fer b. Muhammed en-Nîsâbûrî (Ca'ferek); Ahmed b. Amr b. Câbir et-Tahnân; Hafs b. Umer el-Erdebîlî; Muhammed b. Ya'kûb b. Yûsuf el-Ma'kılî (el-Esam); Muhammed b. Abdullah eş-Şâfi'î (el-Bezzâr); Umer b. Ca'fer b. Abdullah el-Verrâk ve Şehrdâr b. Şîreveyh ed-Deylemî gibi isimler verilmiştir. 800
Bunlardan Muhammed b. Ya'kûb yalancılıkla itham edilmiş bir ravidir. Şehrdâr b. Şîreveyh ise orta derecede bir hadiscidir. Diğerleri de Hadis ilimlerinde yüksek derecelere çıkabilmiş değillerdir. Buna göre denilebilir ki el-Mufîd, bazılarınca daha ziyade Hadis ilminde yükselmiş alimlere yardımcı olan kişilere verilmiş bir lakabdır. Bunun yanında bütün hadiscilerin üzerinde birleşerek kullandıkları bir lakab değildir.
Müfredat:
Ferd, yalnız, tek manasına mufredin çoğuludur. Hadis usulünde müfredat, rical ilmiyle ilgili olarak tek isim, tek künye veya tek lakabla bilinen başta sahabe ve tabiîler olmak üzere hadis ravileri ve hadis ilminin çeşitli dallarıyla meşgul olmuş alimlere denir.
Hadis ilminin en faydalı bölümlerinden biri olan Tarîhu'r-Ruvât veya Rical ilmi, kısaca, hangi mertebede olursa olsun, hadis ravilerini konu olarak alır ve onların rivayetlerine güvenilir kimseler olup olmadıklarını açığa çıkarır. Hadis ricalinden bahseden kaynak eserlerden umûmiyetle önce ismi müşterek denilen ve Ahmed, Muhammed, Abdullah gibi çok kullanılan isimlerden biri olan raviler zikredilir. Bundan sonra müfredat denilen ayrı bir bölümde isim, künye ve lakabı tek veya ender rastlanan bir kelime olan raviler sıralanır.
Müfredat, verilen bilgiden de anlaşılacağı gibi, isimlerde, künyelerde ve lakablarda olur.
1. İsimlerde müfredata şu misaller verilmiştir:
a) Sahabeden: Ecmed b. Ucyân: Babasının ismi Uceyyân olarak da zikredilmiştir.
Cubeyb İbnu'l-Hâris: Bazıları noktalı ha ile Hubeyb, bazıları da Cubeyr olarak zikretmişlerdir.
Şekel b. Humeyd: Abslıdir. Benû Huzeyfe heyetiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzuruna gelmiştir. Kufe'de yerleşmiştir. Sünen sahipleri hadisini rivayet etmişlerdir.
Sudeyyu'bnu Aclân, Ebu Umâme el-Bahilî; Sender; Sunâbih İbnu'l-A'ser; Kelede b. Hanbel; Vâbisatu'bnu Ma'bed; Nubeyşetu'1-Hayr; Ebu Reyhâne Şemğun; Hubeyb b. Muğfil, Lubey b. Lebâ.
b) Sahabeden başka kimselerden: Evsât b. Amr (tabiî); Tedûm (veya Yedüm); Cilan b. Ferve; Ebu'l-Celed; Duceyn; Zirr b. Hubeys; Su'ayr İbnu'1-Hıms, Vurdân; Mustemir b. er-Reyyân; Azvân b. Yezid er-Razî; Nevf el-Bikâlî, Durayb b. Nukayr b. Sumeyr.
2. Künyelerde müfredata da usul kaynaklarında şu isimlerin verildiği görülür.
Ebu'l-Ubeydeyn. İsmi Muaviye b. Sebre’dir.
Ebu'l-Mudille. İsmi belli değildir. Sadece Ebu Nuaym, isminin Ubeydullah b. Abdillah olduğunu söylemiştir.
Ebu Murâye: İsmi Abdullah b. Amrdir. Ebu Mu'ayd: İsmi Hafs b. Gaylandır.
3. Lakablarda müfredata ise şu lakablar örnek gösterilmiştir:
Sefine: Hz. Peygamber (s.a.s)'in azadlı kölesidir. İsminin Mihrân olduğu söylenmişse de başka isimler ileri sürenler olmuştur. Bu lakabla anılmasına gazalardan arkadaşları için fazlaca eşya taşıdığından Hz. Peygamberin “Sen bir sefine (gemi) sin” demesi sebep olmuştur. Allah Resulünün bu iltifatı üzerine lakabı meşhur olmuş, adı unutulmuştur.
Mindel: (Mendel) olarak da kaydedilmiştir. İsmi Amr'dır.
Suhnûn (veya Sahnûn): İsmi Abdus-selâm b. Saiddir.
Mutayyen: Ebu Ca'feri'l-Hadramî'nin meşhur lakabıdır.
Muşkdane: Bu da Abdullah b. Amr b. Ebân'ın lakabıdır. 801İbnu's-Salah’ın kaydettiğine göre Ebu Ca'fer'e Mutayyen (çamura bulanmış); Abdullah'a muşkdane (misk damlası veya misk kabı) lakablannı veren Buhârî şeyhi Ebu Nu'aym el-Fadl b. Dukeyn dir. 802es-Suyütî de telkib sebeplerini şöyle nakleder: Ebu Cafer çocukken arkadaşlarıyla çamurlar içinde oynar üstü başı çamur içinde kalırmış. Hatta arkadaşları yüzüne gözüne çamur sürerlermiş. Bir gün Ebu Nu'aym onu çamurlara bölenmiş durumda görünce “Ya Mutayyen demiş; hadis meclisine niçin gelmiyorsun (da böyle çamur içinde oynuyorsun)?”
Abdullah b. Amr ise hadis meclisine gelirken giyinir kuşanır ağır kokular sürünürmüş. 803Anlaşılan Ebu Nu'aym onu parfüm kabına benzeterek iltifatta bulunmuş olmalıdır.
es-Suyûtî bu üç müfredata bir de tek nisbetle (veya nesebinden bir kişi) bilinenlerin eklenmesi gerektiğini söylerse de misal vermez. 804
Tek isim, tek künye veya lakabla bilinen raviler konusunda Ahmed b. Hârûn el-Berdicî'nin el-Esmâ'ul-Mufrede isimli önemli bir eseri vardır. Ancak el-Berdicî'nin bu eserine bir çok alim i'tirazlarda bulunmuş, ilaveler yapmıştır. Bu itirazlardan biri, onun müfredattan saydığı pek çok isim, künye veya lakapla iki hatta üç kişinin hatta daha fazla şahsın bilindiği noktasındandır. İsimde müfred olarak zikrettiklerinin bir kısmının lakaba müfred olduğu da aynı şekilde el-Berdîcî'ye yapılan itirazlardandır. Söz gelişi onun verdiği müfredattan el-Eclanu'1-Kindî isimde müfred değil, lakabda müfreddir. İsmi Yahya'dır. Yahya isimli ravi ise pek çoktur. Suğdi b. Sinan da Berdîcî'nin eserinde isim müfredatı arasında zikredilmiştir. Oysa suğdi lakabdır. İsmi Ömer'dir.805
Muhaddis:
Tahdis den ismi fail olan muhaddis genel olarak hadis rivayet eden kimse manasına gelir. Bu manada ravinin müteradifi olarak kullanılır.
Muhaddisin tarifinde İslâm alimleri değişik ölçüler gozönüne almışlardır. Kimine göre muhaddis yukarıda anıldığı gibi ravi ile eş anlamlıdır. Buna göre her hadis rivayet eden ravi muhaddis sayılır. Ne var ki bu tarif eksiktir. Aslında ravi ile muhaddis arasında umum husus münasebeti vardır. Her muhaddis ravidir, ancak her ravi muhaddis değildir. Ravi, hadisleri isnadıyla rivayet eden kimse olduğu halde muhaddis onları rivayet etmekle kalmayıp garib lafızlarını, değişik vecihlerini, ravilerini ve diğer hususları iyi bilen kimsedir. Bu itibarla muhaddisin raviden üstün olduğunda şüphe yoktur.
Diğer taraftan hadis alimlerine göre muhaddis, senedleri ezberlemekle birlikte, isnadlan teşkil eden ravilerin ne dereceye kadar adaletli veya mecruh olduklarını bilen kimsedir. Fakihlere göre ise muhaddis sadece hadis işitmekle kalmayıp senetleri ezberleyen, ravilerin adalet veya cerh drumlanm bilen alime denir. İbn Adî, hadis ezberlemeyeni muhaddis saymaz. 806
Bazı alimler hadis alimlerini ezberledikleri hadis sayısına göre dercelendirerek yirmibin hadisi metinleriyle ve senetleriyle ezberlermiş, senetleri oluşturan ravilerin tercümelerini, cerh ve ta'dil noktasından hallerini bellemiş kimseye muhaddis denileceğini söylemişlerdir. Kabul etmek gerekir ki, bir kimsenin ne kadar hadis bildiğini kestirmek çok güçtür. Bu bakımdan bu tarif muhaddis sayılan bir hadiscinin aşağı yukarı ne kadar hadis bildiğine dair bir fikir verirse de tarif için kesin bir ölçü niteliğinde değildir.
es-Suyûtî'ye göre gerçek manada muhaddis, hadislerin isnadlarını, illetlerini, âlî ve nazil olanlarını, senedleri teşkil eden ravilerin isimlerini bilmekle beraber el-Kutubu's-Sitteyi, Ahmed b. Hanbel'in müsnedini, Beyhaki'nin sünenini, et-Taberani'nin mu'cemlerini öğrenmiş, bilgisine bin kadar cüz eklemiş kimsedir. Muhaddisin asgari ölçüsü budur. 807
Şu hale göre alimlerin muhaddis tarifleri az da olsa birbirinden farklıdır. Ne var ki bu tariflerin özünü, bir kimseye muhaddis denilebilmesi için, en azından onun hadis kaynaklarını bilmesi, hadislerin senedlerini teşkil eden ravileri tanıması, herbirinin adalet veya cerh durumları hakkında malumat sahibi olması gerektiği oluşturmaktadır. Buna bir de hadislerin sahihlerini, sahih olmayanlarından ayıracak yeteneğe sahip olmayı eklersek muhaddis denen alimlerin niteliği özlü hiçimde ortaya çıkmış olur. Muhaddisin vazifesi rivayet ettiği haberleri kendisinden sonrakilere değiştirmeden nakletmektir. Bunun için birtakım yeteneklere sahip olması gerekir.
Muhadram:
“Hadrame” dört harfli basit fiilinden ismi mef’ul olan muhadram sözlükte sünnet olmamış adam, acı mı tatlı mı olduğu bilinmeyen su, babası beyaz olduğu halde kendisi siyah çocuk, nesebi karışık insan, erkek davar eti mi yoksa dişi davar eti mi olduğu bilinmeyen et ve tadsız yemek manalarına gelir. 808Bu manaların hepsinde durumu belli olmamak ve karışıklık kavramları söz konusudur.
Hadis ilminde muhadram bu manayla ilgili olarak hem cahiliye devrinde hem de Hz. Peygamber zamanında yaşadıkları halde onu göremeyenlere denir. Bu tarife göre muhadram, şahabı mi yoksa tabiî mi olduğu belli olmayan kimse demektir; zira böyle birinin Hz. Peygamber zamanına yetiştiği için sahâbî sayılması akla yakın görünür. Ancak onu göremediği için sahabi değildir. Sahabî ile görüşmekle tabiî sayılması da mümkündür. Fakat Hz. Peygamber devrini idrak ettiğinden onun ebedî aleme göç etmesinden sonra dünyaya gelen öteki tabiîlerden farklı tarafı vardır ve bu fark yüzünden tabiîn sınıfına da girmez. İşte bu yüzden hem cahiliye denilen İslâm öncesi devrede, hem de Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında yaşayan ve fakat onu göremeyen şahsa hadisciler özel tabiri ile muhadram demişlerdir.
İbnu's-Salah muhadramı Tâbi'înden ayrı bir grup olarak cahiliye devrini ve Hz. Peygamber zamanını idrak ettikleri ve müslüman oldukları halde Hz. Peygamberle sohbeti olmayanlar olarak tanıtır.809
Bununla birlikte muhadram tabirinin başka tarifleri de yapılmıştır. Söz gelişi lügat alimlerine göre muhadram, ömrünün yansını cahiliyede, yarısını da sahabeyi ister idrak etmiş olsun ister olmasın, İslâm devrinde geçirmiş olan kimsedir. Bazı muhaddislere göre ise muhadram Mekke fethinden önce kendi kavmini ya da başkalarını küfür üzere idrak eden kimsedir: zira Araplar Mekke fethinden sonra tamamen müslüman olmuşlardır. Artık cahiliye diye bir şey kalmamıştır. Nitekim Müslim'in muhadramlar arasında zikrettiği Buseyr b. Amr hicretten sonra dünyaya geldiği için bu tarife göre muhadram sayılmıştır. 810
Müslim yirmi muhadram ismi zikretmiştir. 811es-Suyûtî, İbn Hacer'in el-İsâbede zikrettiği muhadramlarla bu sayıyı artırmıştır. Burada bir kaç muhadram ismi saymak yerinde olacaktır.
Ebu Amr (S'ad b. İyas) eş-Şeybânî, Suveyd b. Gafeletil-Kindi, Amr b. Meymûn el-Ûdi, Abdu Hayr b. Yezid el-Hayvânî, Ebu Osmani'n-Nehdî, Abdurrahman b. Mull, Ebu'l-Halâli'l-Atekî (Rebi'atubnu Zûrâre), Ebu Recâ'i'l-Utâridî, Uveys el-Karânî. 812
Muhalefet:
Türkçedeki manasiyle muhalefet ve aykırılık manasına gelen muhalefet Hadis Usulünde ravinin, zayıf ise sika ravilere, sika ise kendisinden daha sika olana aykırı rivayette bulunmasına denir.
Muhalefet cerh sebeplerindedir. Ravinin ta'n edilmesine sebep teşkil eden on ta'n noktasından (meta'in-i aşere) zabtla ilgili olanlardan biridir. Bu manada muhalefetu's-sikât terimi ile de bilinir.
Bir ravinin ister zayıf, isterse sika olsun kendisinden daha güvenilir ravilere muhalefeti çeşitli şekillerde olur. Söz gelişi ravi bazen, isnadın siyakını değiştirerek başka ravilere muhalefet eder. Bu takdirde muhalif olarak rivayet ettiği hadis mudrecu'l-isnâd adını alır. Bazen metnine hadisten olmayan sözler ilavesiyle muhalefet eder ki bu takdirde ise başka ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadise mudrecu'1-metn denir.
Muhalefet bazen ravinin isnaddaki isimleri veya metindeki ibarelerin yerini değiştirmesiyle meydana gelir. Bu takdirde de hadisine maklûb adı verilir.
Muhalefet bazen de ravinin muttasıl olan bir isnadın ortasına ravi ismi eklemesiyle meydana gelir. İdracdan farklı bu eklemeyi ihtiva eden isnadla rivayet edilen hadise el-Mezîd fi muttasili'l-esânîd denir.
Muhalefet şekillerinden biri de metin içinde geçen bir kelimenin yazılışındaki muhalefettir. Bu muhalefet harfin noktası sebebiyle meydana gelebileceği gibi harflerin yer değiştirmesi veya yerlerine başka harflerle yazılması şeklinde meydana gelebilir. Bu takdirde muhalif hadislere musahhaf ve muharref isimleri verilir.
Hadislerin gerek isnadlannda gerekse metinlerinde değişiklik yapılarak meydana gelen muhalefet ravinin vehminden veya hata etmesinden doğar. Fazlalaşması halinde zabtına dokunur. Haliyle ravinin rivayetlerinde ister kendisi gibi zayıf, ister sika olsun, isterse kendisinden daha güvenilir biri olsun başka raviye muhalefeti daima hadislerine şüpleri gözle bakmayı gerektirir. Hüküm bakımından ise muhalefet yüzünden ta'n edilmemiş ravinin hadisi tercih edilir.
Muhâlefetu's-Sikât:
Bk. Muhalefet.
Muharref:
Sözlükte değiştirmek bir şeyin yerine başkasını getirmek, bir nesnenin yerine diğerim koymak, bir nesneyi bir tarafa eğmek manalarını veren 813 “tahrif, babından ism-i mef’uldür. Kelime olarak verdiği tahrif edilmiş manası ile ilgili olarak hadis ilminde umumiyetle ibareleri değiştirilerek rivayet edilmiş hadislere denir.
Burada işaret etmek yerinde olur ki, hadislerde yapılan ibare değişikliği ya bir kelimeyi meydana getiren harflerdeki nokta değişikliği ya da kelimelerinde harf ve yazı değişikliği olmak üzere iki kısımda mütalaa edilebilir. İlkine yani harflerde nokta değişmesine tashîf, kelimelerinde harf, yazı ve şekil değişikliğine ise tahrif adı verilir.
İbn Haceri'l-Askalani'ye gelinceye kadar hadis alimleri umumiyetle tashif ile tahrifi ayırmamışlar gerek kelimelerini teşkil eden harflerinde nokta değişikliği, gerekse şekil değişikliği ile meydana gelen hadisleri tashif adıyla anmışlardır. Nitekim İbnu's-Salâh, kitabının 35. bölümünü musahhafa ayırmıştır. Burada verdiği bilgi ve misaller musahhafla olduğu kadar muharrefle de ilgilidir. en-Nevevi de bu konuda ona uymuştur. el-Irâki'nin başlığı da musahhaf ismini taşımaktadır. Verdiği izahlarla misaller ise her ikisini de kapsayacak şekildedir. İbn Haceri'l-Askalânî musahhafı ikiye ayırarak tashifle rivayet edilme sonucu meydana gelen hadise musahhaf; tahrif taşıyana ise muharref adını vermiştir. Onun bu ayırımına göre muharref, asıl metnine göre bir kelimesi şekil değiştirerek rivayet edilmiş olan hadise denir. 814
Tahrif hadisin isnadında olabileceği gibi metninde de olabilir. İsnadda hata daha çok tashif şeklinde olur. Bunlara musahhaf maddesinde misal verilmiştir. Ravinin rivayet hatası yüzünden kelime şeklinin bozulması sonucu muharref sayılan hadislere gelince şu misaller verilebilir.
“Zeyd b. Sabitten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) mescid içinde kamış ya da sazdan namaz kılacağı bir oda çevirdi. “
Buhâri ve Müslim'de bulunan bu hadisi815 İbn Lehi'a isimli bir ravi Musa b. Ukbe'nin Kitabu'l-Meğâzî isimli eserinden rivayet etmiş; ancak ilk kelimesi “ihtecera” yi tahrif yaparak “ihteceme” şeklinde nakletmiştir. Bu durumda haliyle hadisin manası değişmiş, “..kan aldırdı” şekline girmiştir.816
“Kim ramazan orucunu tutar sonra da ramazan orucunun ardından Şevval ayında altı günü oruçlu geçirirse bütün yıl (boyunca) oruç tutmuş gibi olur”
Müslim, Tirmizî, Ebû Davud ve İbn Mâce tarafından rivayet edilmiş bulunan bu hadis, Ebubekir es-Sûli adındaki ravi tarafından “sitten” kelimesi “şey'en” şeklinde getirilerek rivayet edilmiştir. 817Hadis, metnindeki bu kelime değişikliği yüzünden muharref haline gelmiştir.
“Cabir'den rivayet edildiğine göre Hendek savaşı günü Ubey b. Ka'b kol damarlarından yaralandı. Hz. Peygamber (s.a.) yarasını dağlattı.”
Müslim ve İbn Mâce'nin rivayet ettikleri bu hadisdeki “Ubey” kelimesini Gunder adındaki bir ravi “Ebî” şekline getirmiştir. 818
Hadis metinlerinde yapılan tahrif, yukarıda verilen misallerden de anlaşılacağı üzere, manasının geniş ölçüde değişmesine yol açmaktadır. Hadisin isnadındaki bir ismi yanlış okumak alimlerin zamanla doğrusunu gösterdikleri göz önüne alınırsa pek önemli değildir. Fakat metindeki kelimelerin yanlış okunup rivayet edilmesi mananın değişmesine, bazende tersine dönmesine yol açacağı cihetle son derece önemlidir. Son olarak vereceğimiz şu misallerden bunu anlamak bizim için zor olmayacaktır.
Bütün hadis kaynaklarının rivayet ettikleri sütre hadisi denilen bir hadis vardır. Bu hadisin metninde esas itibariyle Hz. Peygamber (s.a.) in önüne sütre olarak bir baston dikildiğinden, onun da bu bastona karşı durarak namaz kıldığından söz edilir. Böyle iken Benû Anze Kabilesinden Muhammed İbnu'l-Anezî, metni yanlış anlamış ve “biz şan şeref sahibi bir kabileyiz. Biz Anezedeniz. Hz. Peygamber bize dua etti” demiştir. Onun bu sözleri hadisteki “sallâ ile'Aneze” lafızlarını” Aneze kabilesine selam verdi” şeklinde anladığını göstermektedir. Bu ise tashifden başka bir şey değildir.
Meşhur müfessir Yahya b. Sellâm, Sa'id b. Ebi Arûbe tarîkıyla “size fasıkların yurdunu göstereceğim” manasına gelen ayeti açıklarken Katade'nin “Mısır'ı göreceksiniz” tefsirini rivayet eder. Ne var ki bu tefsir Ebu Zur'a'nın hoşuna gitmez. Sa'id'in Katâde'den naklettiği tefsirin gerçekte “mısr” olan kelimesi yerine “masirahum” kelimesini getirerek öylece rivayet eder. 819
Kısacası muharref hadisler hata sonucu yanlış okunarak kelime şeklinin değişmesiyle aslından farklı bir şekilde rivayet edilen hadislerdir. Ravilerinin sû'u'l-hıfzı (kötü ezberlemesi) ve dikkatsizlikleri sonucu karşımıza çıkmaktadır. Dikkatsiz, kötü ezberleyen, fazla hata yapan ravilerin hadislerde meydana getirdikleri yanlışlıklar yerine göre çok basittir. Ancak bu hatalar meşhur Türk şairi Fuzuli'nin deyişiyle söyleyelim, bazen “bir harf düşerek” nadiri “nar” kılacak, bazen de “bir nokta düşmesiyle “göz” ü “kör” edecek kadar mühimdir.
Muharric:
Bk. Tahrîc.
Muhbir:
Haber vermek manasına ihbar dan ism-i fail olan muhbir, hadis ilminde bir haberi, söyleyene isnad ederek haber verene denilmiştir. Hadisler umumi manada haber demek olduğundan onları nakleden raviler de bir anlamda muhbir olmaktadır.
Muhkem:
Sözlükte sağlam, muhkem manasına gelen bir ismi mef’uldür. Hadis ilminde Kur'anı Kerim'in muhkem ayetleri gibi kendisine zahiri de olsa aykırı manada herhangi bir rivayet bulunmayan, öyle olduğu için de hiç bir şüphe ve tereddüde yer vermeksizin alınıp, gereğince emel edilen sahih ve makbul hadisleri ifade etmekte kullanılan bir tabirdir.
Muhtelefu'l-hadîs başlığı altında geniş bir şekilde izah etmeye çalıştığımız gibi sayılan az bile olsa bazı hadisler birbirlerine mana yönünden zıt görünürler. Eğer hakkında sahih veya hasen hükümlerinden biri verilecek makbul hadisler arasında yer alan bir hadise zahiren de olsa mana yönünden zıt herhangi bir makbul rivayet yoksa bu hadis muhkemdir. Mana yönünden kendisine zıt bir başka makbul rivayet bulunmayan ve muhkem addedilen hadisin hükmü, alınarak icabiyla amel etmektir. Söz gelişi
“Allah sizden birinize hades vaki olduğu vakit abdest almadıkça namazını kabul etmez” hadisi 820manaca kendisine zıt herhangi bir makbul rivayet olmadığından muhkemdir.
Kendisine hadis vaki olan Mü’minin bunu gidermek için gusletmedikçe veya abdest almadıkça namaz kılamayacağını hükme bağlayan bu hadisle bütün fukaha uzun boylu izaha, tevile ve yoruma girmeksizin amel etmişler ve cenaze yahut bayram namazı bile olsa namaz şümulüne giren ibadetlerin abdestsiz veya cünupken yapılamayacağına hükmetmişlerdir.
Muhmel:
Sözlükte ihmal edilmiş, terkedilmiş manasına ismi mef’uldür. Şöyle tarif edilebilir. Bir ravi isim yahut bu isimle beraber baba, dede isimleri yahutta nisbetleri aynı olan iki şeyhten rivayette bulunur. Ancak bu ravilerin bilinen ve kendilerine mahsus bir sıfatla kim olduklarını belirtmez. İşte böyle isimleri birbirine benzeyen iki şeyhten rivayette bulunduğu halde isnadında kim olduklarını bilertleyecek açıklama yapmaksızın bırakılan ravilere mühmel denilmiştir.
İbn Hacer mühmele misal olarak Buhâri'nin Ahmed ve Muhammed isimli ravilerden rivayetini verir. Gerçekten Buhâri Ahmed ve Muhammed isimli ikişer şeyhden rivayette bulunmuştur. İsnadında baba veya dede ismine nisbet etmeksizin sadece Ahmed veya Muhammed dediği takdirde bunları mühmel bırakmıştır.
İbn Hacer'e göre mühmel şeyhlerin ikisi de sika ise onların isnadda kim olduklarını belirleyici bir vasıfla anılmamalarının zaran yoktur.
Mühmel bırakılan şeyhin kim olduğu ravinin o iki şeyhten birine yakınlığından anlaşılır. Söz gelişi Buhâri'nin Ahmed diye mühmel bıraktığı şeyhi İbn Vehb'den rivayetinde Ahmed b. Salih’tir; Muhammed adiyle zikrettiği şeyhi, rivayeti Ebu Muaviye, Mervânu'l-Fezâri gibi Iraklılardan olduğu takdirde Muhammed b. Selâm el-Bîkendî'dir. 821Yahya dediği şeyhi Yahya b. Musâ'l-Belkî'dir.822
Muhtalak:
Bk. Mevzu.
Muhtelefu'l-Hadîs:
Muhtelef, aykırı olmak manasına gelen “halefe” kök fiilinden ifti'âl babında ve İsmi meful ölçüsünde bir kelimedir. Muhtelefu'l-hadis terkibi ise dış görünüşü itibariyle birbirlerine aykırı manalar taşıyan iki hadis ile bunların arasını birleştirmek ve birleşmesi mümkün olmayanlardan birini tercih etmeye denir. Hadis ilim dallarından biridir. Bazı alimlere göre muhtelifu'l-hadîs bazılarına göre telfiku'l-hadîs de denir. Aynı manada muşkilu'l-hadîs, ihtilâfu'I-hadîs tabirlerini kullanan alimler de vardır.
İhtilâfu'l-hadîs maddesinde görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s)'den sahih olarak rivayet edilen hadisler arasında birbirlerine zıt manada varid olanları vardır. Nesh söz konusu olmadan böyle birbirine zıt manada rivayet edilen hadislere muhtelefu'l-hadîs adı verilmiştir.
Muhtelefu'l-hadîs, hadis ilminin en çetin konularından biridir. en-Nevevî bu konuda Şunları söylemiştir: “Muhtelefu'l-hadîs hadîs ilimlerinin en önemlisidir. Her âlim bu ilmi bilmek mecburiyetindedir. Bu ilim de zahiren birbirine zıt görünen iki hadisin varid olmasıdır. Bu durum da araları bulunur; bulunamazsa biri diğerine tercih edilir. Konuyu en mükemmel hale getirenler Hadis ile Fıkhı birleştiren imamlarla nasların manalarına hakkiyle vakıf olan usul alimleridir.” 823
Görünüşe göre birbirlerine zıt manada varid olup da aralarında zıtlık varmış hissini veren hadisler iki kısımda mütalaa edilirler:
Birinci kısma dahil hadislerin arasını bulmak mümkündür. İkinci kısım hadislerin telifi mümkün değildir. Böyle durumlarda alimler aralan bulunamayan hadislerden birini herhangi bir sebeple tercih ederler. Bu sebeplere tercih sebepleri denir. (Bk. Tercih). Aralarını birleştirmek mümkün olan hadislere misal olmak üzere şu iki hadisi ele alabiliriz: Hz. Peygamber bir hadisinde:
“Hastalığın (kendiliğinden) bulaşması yoktur. Eşyada ve kuşların ötmesinde uğursuzluk olmaz. Safer ayında da uğursuzluk yoktur” buyurmuştur. 824Halbuki buna aykın görünen bir diğer hadisinde ise şunları söylemiştir:
“Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç.” 825Bu iki hadisden ilkinin “hastalığın kendiliğinden bulaşması yoktur” fıkrası ile ikinci hadis birbirlerine görünüşe göre zıttırlar; Zira Hz. Peygamber birincide hastalığın kendiliğinden hastadan sağlam insana geçmesi diye bir şey olmadığını söylemiş, ikincide ise cüzzamdan aslandan kaçar gibi kaçmayı emretmiştir. Hastalık kendiliğinden bulaşmazsa hastadan niçin kaçılsın?
Birbirine zıt görünen bu iki hadis şöyle yorum1anmıştır: Ebubekri'l-Bakillâni'ye göre birinci hadiste “bütün hastalıkların bulaşması diye bir şey yoktur” gibi umumi bir nefy vardır. İkinci hadiste ise cüzzam bundan istisna edilmiştir. Buna göre iki hadisin manaları birlikte mütalaa edilirse “Cüzzam ve benzeri bulaşıcı hastalıklar hariç diğerlerinde hastalığın hastadan sağlam insana geçmesi diye bir şey söz konusu değildir” demektir. 826
İbnu's-Salah'a göre iki hadis birlikte şöyle mütalaa edilebilir: Hastalıklar kendiliğinden geçmezler. Yüce Allah, hastanın sağlam biriyle temasını hastalığın geçmesi için sebep kılmıştır. Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.s) ilk sözüyle hastalıkların kendiliğinden sirayet edeceğine dair ötedenberi var olan cahi-liye inancını yıkmıştır. İkinci sözüyle de sebebin olduğu yerde hastadan sağlam insana hastalık geçme tehlikesinin olduğunu belirtmiştir.” 827
Birbirine zıt görünen iki hadis bazen bir dinî hüküm de taşıyabilir. Şu hadisler de buna misaldir:
“Su iki külle ölçüsüne ulaşınca pislik taşımaz.”
“Allah suyu temiz yaratmıştır. Onu ancak tadını, rengini, yahutta kokusunu değiştiren bir şey kirletir.” 828
Bu iki hadisin birincisinde suyun iki külle ölçüsünde olması halinde tadı, rengi ve kokusu değişsin-değişmesin temiz olduğu bildirilmiştir. İkincisinde ise ister iki külle miktarı, isterse daha az olsun rengi, tadı veya kokusu değişmediği sürece aslındaki temizlik vasfı üzere kaldığı söylenmiştir. Bu durumda birinci hadisdeki umumî hüküm ikincide tahsis edilmiş demektir.
Muhtelefu'l-hadîs konusunda ilk defa İmam Şafiî bir kitap telif etmiştir. Bu eserinde daha çok birbirlerine zıt manada rivayet edilen hadislerin birleştirilme metodlarına dair bilgi vermiştir, es-Sehâvi'nin kaydettiğine göre İhtilâfu'l-Hadîs adiyle bilinen bu kitabı meşhur eseri el-Um arasındadır. İmam Şafiî'den sonra muhtelefu'l-hadîs konusunda eser verenler arasında Te'vilu' Muhtelîfi'l-Hadisi ile Abdullah b. Müslim b. Kuteybe; İhtilâfu'l-Âsar'ı ile Ahmed b. Muhammed b. Selâme et-Tahâvi anmaya değer olanlardır. 829
Muhtelefun Fîhi:
Sahih olduğu hususunda ihtilaf edilen hadis manasına İbnu's-Salâh'a göre sahihin kısımlarında ikincisidir. İlki Muttefekun aleyhdir ve sahih olduğu konusunda hadis alimleri arasında görüş birliği bulunan sahih hadistir.830
Muhtelifu'l-Hadîs:
Bk. Muhtelefu’l-Hadis.
Muhtelit:
Sözlükte karıştırmak manasına gelen “halata” kök fiilinden iftial babında alınmış ismi fail olup karışık demektir.
Hadis ıstılahı olarak kendisine yaşlılık, hastalık gibi sebeplerle ihtilat vaki olan raviye denir. Pek çok sika ravi ömürlerinin sonuna doğru daha çok yaşlılık yüzünden hafıza kuvvetinin zayıflaması veya aklını oynatmak ya da hastalık yüzünden muhtelit durumuna düşmüşlerdir. (Bk. İhtilat). Hadislerini kitaplarının yüzünden okuyarak rivayet edenler, sonradan kitapları yanar veya su baskınına uğrar yahut çalınır, ya da koybolursa muhtelit hükmüne girerler.
Sözgelişi meşhur muhaddislerden Abdurrezzak b. Hemmam'a ömrünün sonlarına doğru yaşlılıktan ihtilat arız olmuştur. Süheyl b. Ebî Salih kardeşinin vefatı üzerine üzüntüden, Abdurrahman b. Abdullah el-Mes'ud'î yeğeninin vefatı ve kölesinin parasını çalıp kaçması üzerine kederinden ihtilat vaki olmasıyle muhtelit olmuşlardır. İbn Lehia ise kitaplarının yanmasıyla muhtelit durumuna düşmüştür.
Muhtelit raviler hadiscilerce bilinirler. Rivayetleri sû'u'1-hıfz (kötü ezberleme) yüzünden makbul addedilmez. Bunda alimlerin ittifakı vardır. Ancak kendisine ihtilat arız olmadan önce sika olan muhtelitden rivayet edilen hadis, ihtilattan önce rivayet edildiği bilindiği takdirde makbul sayılır. İhtilattan sonra rivayet edilen hadislerinin merdud olduğundan ittifak vardır. İhtilattan önce mi sonra mı rivayet edildiği bilinmeyenler hakkında ise tevakkuf edilir, hüküm verilmez. Bu böyle olduğu gibi muhtelit olup olmadığı üzerinde tereddüt ve ihtilaf hasıl olan muhtelitin hadisi hakkında da hüküm verilmez.
Mukabele:
Sözlükte bir şeyi bir şeyle karşılaştırmak manasına mufâ'ale babından masdar olan mukabele, hadis usulünde şeyhten yazılan hadisleri ihtiva eden nüshayı semaa esas teşkil eden nüsha ve şeyhin nüshası ile karşılaştırmaya denir. Bu karşılaştırmanın hadisleri yazarken hata yapılmışsa düzeltmek ve sonunda tali nüshanın sağlamlığını sağlamak maksadıyle yapıldığını izaha ihtiyaç yoktur.
İbnu's-Salâh âdâbu't-tâlib arasında mukabeleyi önemli bir hususu olarak şöyle zikreder:
“Talibe düşen (bir diğer husus da) hadislerini yazdığı kendisine ait kitabı semama asıl olan nüsha ile icazet aldığı takdirde şeyhinin rivayette bulunduğu nüshasıyle karşılaştırmaktır.” 831 Buradan anlaşıldığına göre mukabele, hadis talebesinin, şeyhinden rivayet ettiği hadisleri yazarak meydana getirdiği kendi nüshasını rivayetine esas olan nüsha ile karşılaştırmaktan ibarettir. Haliyle mukabeleye esas teşkil eden nüsha, şeyhin asıl nüshası olduğu gibi şeyhten semanın esasını oluşturan bir başka nüsha da olabilir.
Mukabelede karşılaştırılan nüshanın yazılış şekli mühim değildir. Mühim olan Şeyhten yazılan hadislerin şeyhin asıl nüshasiyla karşılaştırılmasıdır. Şeyh kitapta yazılı hadislerin rivayeti için icazet vermiş bile olsa, mukabele etmeden rivayetleri caiz olmaz.
Bazı usul kaynaklarında mukabeleye muâraza denildiği dikkati çekmektedir. Gerek fazla kullanılan şekliyle mukabele denilsin, gerekse mu'araza, talibin kendi yazdıklarını şeyhin kitabı ile karşılaştırması varsa hatalarını düzeltmesi şeklinde yapıldığı gibi arz yani kendisi veya bir başkası tarafından şeyhe okunması şeklinde de yapılabilir. Şeyhin kitabı bir başkası tarafından şeyhe okunurken talibin kendi nüshasını takip ederek mukabelenin yapılması da mümkündür.
Hadis talibinin nüshasını şeyhin nüshası ile bizzat kendisinin mukabele etmesi şart değildir. Bunun gibi talibin nüshasını şeyhin asıl nüshasıyle karşılaştırması da şart değildir. Şeyhin asıl nüshası yerine onunla mukabele edilmiş güvenilir birine ait nüsha ile mukabele de yeterlidir.
Mukarebu'l-Hadîs:
Bk. Mukâribu'l-Hadis.
Mukaribu'l-Hadîs:
Mukarib, yaklaşmak manasına “karube” fiilinin mufâa'le babından ism-i faildir. İyi ile kötü arasına, orta anlamında kullanılır. Nitekim ucuz olan mala mukarib denir.
Aynı kelime yerinde bazı âlimler aynı kökten aynı babın İsm- i mefulü olan mukareb kelimesini kullanır ve mukarebu'1-hadîs derler.
İster mukaribu'l-hadîs şeklinde kullanılmış olsun, isterse mukarebu'l-hadîs densin her ikisi de aynı manaya gelen ta'dil lafızlarındandır. Ta'dilin altıncı mertebesinde yer alırlar. 832Bu mertebe ta'dilin en zayıfını gösterir ve cerh sınırına yakındır. Hatta bu mertebede olan bazı lafızları cerhin birinci mertebesinde sayanlar vardır.
Bazı cerh ve ta'dil alimleri her iki lafzın yerine aynı manaya gelen ve ta'dilin aynı mertebesinde yer alan mutekaribu'l-hadîs lafzını kullanmışlardır.
Mukâtebe:
Bk- Kitabet.
Mukâtebe Makrûne Bi'l-İcâze:
Bk. Kitabet.
Mukâtebe Mücerrede Ani'l-İcâze:
Bk. Kitabet.
Mukill:
Sözlükte kaile fiilinin if’al babından ismi faildir ve azaltan, az yapan manasına gelir. Istılahda, umumi olarak rivayeti az olan kimseye denildiği gibi sadece bir hadis rivayet eden raviye de denir.
Tek hadis rivayet etmiş bulunan mukill, rivayet ettiği tek hadisi kendisinden de sadece bir ravi rivayet ederse mechûlu'l-ayn sayılır. Böyle rivayet ettiği tek bir hadisi kendisinden yalnızca bir ravinin rivayet etmesiyle mechûlu'1-ayn sayılan mukillin cehaletten kurtulması için hadisin kendisinden en az iki ravinin rivayet etmesi gerekir. 833
İster tabiînden, isterse daha sonraki nesillerden olsun, tek ravisi bulunan mukillin ismi ravisi tarafından tasrih edilmiş bile olsa o mukill mechulu'1-ayn olmaktan kurtulamaz. 834
Mukillîn-i Sahabe:
Bk. Mukillûn.
Mukillûn:
Sözlük manasıyle azaltan, azaltıcı demektir. Hadis tarihinde Hz. Peygamber (s.a.s)'den nisbeten az sayıda hadis rivayet etmiş olan sahabiler için kullanılan bir tabirdir.
Kesin olmamakla birlikte umumiyetle kabul edilmiş bir ölçüye göre Hz. Peygamberden binden fazla hadis rivayet eden sahabilere muksirûn, binin altında rivayeti olanlara da mukillûn denilmiştir.
Mukillûn sayılan sahabilerin kimler oldukları ve herbirinin Allah Resulünden rivayet ettiği hadislerin sayısı için ashâbu'l-mi'în, ashâbu'l-mi'eteyn, ashâbu'1-mi'e başlıkları altında bilgi verilmiştir. Oralara bakılabilir.
Muksirîn-i Sahabe:
Bk. Muksirûn.
Muksirûn:
Sözlük manasıyle çoğaltanlar, fazla yapanlar demek olan bu tabir olup Hz. Peygamberden çok sayıda hadis rivayet eden sahabe için kullanılır. Kesin bir ölçü olmamakla birlikte binin üzerinde rivayeti olan sahabîlere muksirûn veya ekseru's-sahâbeti hadisen denilmiştir. Aynı tabir Osmanlıca kaynaklarda muksirin-i sahabe şeklinde geçer.
Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği hadisler binin üstünde olan ve böylece muksirûn grubuna giren sahâbîler Ebu Hureyre (5374 hadis), Abdullah b. Ömer (2630 hadis), Enes b. Mâlik (2286 hadis), Mü’minlerin Anası Hz. Aişe (2210 hadis), Abdullah b. Abbas (1660 hadis), Cabir b. Abdillah (1540 hadis), Ebu Saîdi'l-Hudrî (1170 hadis) olmak üzere yedi kişidir. (Bk. İksâr-ı hadis).
Mumlî:
Sözlükte imla ettiren, yazdıran manasına ismi fail olup, hadis meclislerinde hadis dinlemek veya yazmak maksadıyle toplanan taliblere hadis yazdıran ve adına şeyh denilen muhaddise denir.
Büyük ilim merkezlerinden nisbeten küçük şehirlere kadar çeşitli yerlerde uygun yerlerde toplananlara yazdırarak hadis rivayet etmek, İslâm tarihinin en eski devrelerinden itibaren uygulanarak gelenek halini almış rivayet usullerindendir.
Hadis meclislerinde toplanan ve sayılan bazen onbinlere varan hadis talihleri yazılarında gerekli yazı malzemesi getirirler, o gün için okunan hadisleri yazarlardı. Umumiyetle sabah namazından sonra mümli gelir, kendisine ayrılan yüksekçe yere oturur, hadislerini yazılı kitabından veya ezberden okur, yahutta kendisine okunurdu. Dinleyiciler okunan hadisleri yazarlar, böylece mumlî'nin hadislerini rivayet etmiş olurlardı.
Hadis meclisinin çok kalabalık olması halinde mumliden uzak düşenlere okunan hadisleri duyurmak üzere mustemlî denilen görevliler bulunur, bunlar hadis lafızlarını tekrar ederlerdi.
Mustemlî'den işitilen hadislerin mumlîye nisbet ederek rivayet edilmesi konusunda bilgi almak için mustemli maddesine bakılabilir.
Munâvele:
Sözlükte bir nesneyi eliyle vermek manasına masdar olan munâvele, hadis rivayet usullerinden biridir ve şeyhin rivayet ettiği hadislerin yazılı olduğu kitabı veya birkaç sahifelik metni talebeye elden vererek irvi hazâ annî (bunu benden rivayet et) gibi bir eda lafzı ile rivayete müsaade ettiğini bildirmesine denir.
İlmin her dalında her meseleye Kur'ân-ı Kerim veya sünnetten yahutta İslâm büyüklerinin görüşlerinden delil arayan islâm alimleri, munâvele yoluyla rivayeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir tatbikatını gösteren bir hadise dayandırmışlardır. Bu hadise göre Hz, Peygamber (s.a.s) bir seriyye kumandanına bir emirname yazmış, ona vererek “falan yere gelmeden bu mektubu okuma” demiştir. Kumandan o yere gelince Resulullahın mektubunu emrindeki askerlere okumuş; Hz. Peygamber (s.a.s)'in emirlerini haber vermiştir.” 835
Bazı âlimlere göre munâvele yoluyla rivayetin dayandığı delil, Hz. Osman'ın nıushaflar yazdırıp İslâm ülkelerine göndermesidir. Bazılarına göre ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Abdullah b. Huzâfe'ye Kisrâ'ya ulaştırılmak üzere bir mektup verip Bahreyn emirine yollamasıdır. 836Anlaşıldığına göre Hz. Peygamberin seriyye kumandanına mektup vermesi bazı İslâm alimlerine göre munâvelenin dayandığı ilk delil olmuştur. Nitekim Buhâri, Hicaz alimlerinin munâvelenin cevazı bahsinde bu rivayeti hüccet aldıklarını söylemiştir. 837es-Suyûtî'ye göre ise munâvele konusunda en sağlam delil, kisraya ulaştırılmak üzere Abdullah b. Huzâfe'ye verilen mektup hadisesidir. 838Bu konuda bir diğer rivayet daha vardır. O rivayete göre tabiilerden Yezîd b. Ebân er-Rakâşî şöyle demiştir. “Enes b. Malik (r.a)'dan çokça hadis sorduğumuz zaman kendisine ait bir mecmua getirip önümüze atar ve “bunlar Hz. Peygamber (s.a.s)'den işitip yazdığım sonra da mukabele ettiği hadislerdir” derdi.”839
İslâm âlimleri -delilleri bunlardan hangisi olursa olsun o kadar önemli değildir,- munâvele ile rivayeti caiz görmüşler ve tatbik etmişlerdir. Yine Buhârinin kaydettiğine göre Abdullah b. Ömer, Yahya b. Said el-Kattân, Mâlik b. Enes munâveleyi caiz görmüşlerdir. 840
Munâvele ya icazetle birlikte ya da ica-zetsiz olur. İcazetle olan munâveleye el-munâveletu'l-makrûne bi'1-icâze, icazetsiz munâveleye ise el-munâveletu'l-mucerrede ani'l- icaze adı verilir.
el-Munâveletu'1-makrune bi'1-icâze, şeyhin işittiği hadislerin ya elindeki asıl nüshasını ya da asılla mukabele edilmiş nüshasını talebesinin eline teslim ederek “hazâ semâ'î” (bu benim işittiğim hadislerdir) veya “hazâ rivayeti an fulan f ervihi anni” (Bunlar benim falandan rivayetimdir. Sen onları benden rivayet et) veya benzeri sözlerle munâvele ile birlikte icazet vermesiyle hasıl olur. Şeyhin talebesine kitabı onda kalmak üzere vermesiyle istinsah ve karşılaştırma yaptıktan sonra iade etmek üzere geçici olarak vermesi arasında fark yoktur. Her iki halde de munâvele hasıl olmuş demektir.
İcazete makrun munâvele şöyle de olur: Tâlib ya şeyhin aslını yahut onunla mukabele edilmiş fer'ini ona teslim eder, o da baktıktan sonra onun hadisi veya şeyhinden rivayeti olduğunu tasdikten sonra rivayet edilmesine icazet verir. Arzın başka bir tatbikatı olan bu çeşit icazete makrun munaveleye itiraz edenler olmuşsa da en-Nevevi “varsın ötekine arz-ı kıraat, buna da arz-ı munâvele densin” diyor. 841
Munâvele makrune bi'1-icaze bundan başka şeyhin hadislerini ihtiva eden kitabını talibe teslim edip rivayetine icazet vermesinden sonra kitabı derhal geri alıp yanında bırakmaması bir de talebenin şeyhine bir kitap getirip “bu senin rivayetindir. Onu bana munâvele ile ver. İcazet de ver” diyerek munâvele istemesi şekillerinde de olur. Ne var ki bu iki şekil diğerlerinin altındadır.
Munâvele mücerrede ani'l-icaze'ye gelince, munâvele'nin bu ikinci nevi icazet söz konusu olmadan munâvele ile rivayettir. Bu da şeyhin, icazetten bahsetmeksizin hadislerinin yazılı olduğu kitabı “hazâ semâ'î” (bu benim işittiğim hadislerdir) veya “hazâ min hadîsi” (Bunlar benim hadislerimden bir kısmıdır) demesiyle hasıl olur. el-Hatîbu'l-Bağdadî'ye göre bu şekillerde rivayet caizdir. Bununla birlikte munâvelenin bu şeklini muhaddislerin çoğunluğu caiz görmemiştir. Hatta bu mesele ihtilaflı olduğundan fakihler ve usul alimleri bu yolla rivayeti caiz gören muhaddisleri ayıplamışlardır. İbnu's-Salâh ise icazetten mücerred munâveleyi doğru bulmayıp o yolla rivayetin caiz olmadığını söyledikten sonra “bununla birlikte bu şekil munâvele ile rivayette bulunmak sırf şeyhin bu hadisler benim falandan rivayetimdir” diye ilamından daha iyidir; zira bunda munâvele vardır. Munâvele ise rivayete izni iş'ardan hali değildir” diyerek onu ilâmu'ş-şeyhten üstün görmüştür. 842
Munâvele ile rivayet edilen hadisleri eda ederken hangi lafızların kullanılacağı da ihtilaflıdır. Bazı âlimler munâveleyi sema mertebesinde görerek munâvele ile alınan hadislerin edası sırasında arzda olduğu gibi haddesenâ ve ahberanâ denilmesini caiz görmüşlerdir. Bununla birlikte âlimlerin çoğunluğu munâvelede bu iki eda lafzının yalnız başlarına kullanılmasını caiz görmemiş, bu lafızların icazeti ifade eden bir lafızla birlikte kullanılmasını öngörmüşlerdir. Müteahhir bazı âlimler ise icazette enbe'enî eda lafzını kullanmayı prensip olarak kabul ettiklerinden icazetle olan munâvelede de bu lafzı kullanmayı tercih etmişlerdir. Başka lafızların kullanılmasını savunanlar da vardır.
Munâvele Makrûne Bi'l-İcâze:
Bk. Munâvele.
Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze:
Bk. Munâvele.
Munkatı’:
Sözlük bakımından kesmek, kat etmek manasına gelen “kata'a” kök fiilinin infi'al babından ism-i faildir ve kesilmiş, koparılmış, kesik demektir.
Hadis terimi olarak umumiyetle ne şekilde olursa olsun, isnadında ittisal bulunmayan hadislere denir. İsnadda ittisalin olmayışı ya ravinin düşmesiyle veya mübhem şekilde ifade edilmesiyle meydana gelir. Ravi düşmesi senedin başında, ortasında veya sonunda bulunsun; sayısı bir veya iki olsun bir ya da peşpeşe olmamak şartıyle birkaç yerinde vuku bulsun farketmez. Bu umumi tarife göre isnadında ravi düşmesi yönünden mürsel de munkatı çeşitleri arasında yer alır.
Bununla birlikte Hadis Usulü alimlerinin çoğunluğuna göre munkatı, daha çok isnadda tabiînden sonra gelen ravisi düşmüş olan hadistir. Nitekim el-Hakimu'n-Nisâbûrî munkatı'in mürselden ayrı olduğunu ve ikisinin arasını ayırdedebilen hadiscinin az bulunduğuna işaret ettikten sonra üç şekilde meydana geldiğini söyler. Bunlar sırasıyle isnadda ravinin düşmesi; mübhem bırakılması ve irsal mevkii olan tabiîye varmadan rivayette bulunduğu kişiden işitmeyen bir ravinin rivayetinin olmasıdır. 843Buna göre denilebilir ki el-Hâkim munkatıyı isnadında şeyhinden tabiîye varmadan gerek ravi düşmesi gerek ibhâm, gerekse rivayette bulunmayan bir ravinin bulunması sonucu meydana gelen hadis olarak görmektedir.
İbnu's-Salah da el-Hâkim'in bu tasnifini naklederek misallerini vermiş böylece onun tarifine katılmıştır. 844
Munkatı hadisin en meşhur ve kabul gören tarifi el-Irâkî ile İbn Hacer'e aittir. Bu tarife göre munkatı, isnadında sahabîye varmadan bir ravisi düşen hadistir. 845
Bazı âlimlere göre ise munkatı, bir tâbi'ı veya tâbiu't-tâbi'i den kendi sözü veya fiili olmak üzere rivayet olunan haberdir. Fakat bu görüş zayıftır. 846
Meşhur Muhaddis Abdurrezzak’ın şu rivayeti munkatı hadise güzel bir misaldir:
“Sufyân-ı Sevri'den, o Ebu İshak'dan, o Zeyd b. Yusey'den, o da Huzeyfe'den rivayet etmiştir. Huzeyfe demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu:
“Hilafete Ebû Bekr'i geçirirseniz (iyi olur); Çünkü o kuvvetli ve güvenilir biridir. Hiç bir kınayıcının kınaması onu Allah yolundan alıkoymaz. Ali'yi geçirseniz (de olur); Çünkü o, yol göstericidir, doğru yoldadır. Sizi de sıratı müstakimde (doğru yolda)dir.” 847
Bu hadisin senedi, ilk bakışta muttasıldır, ancak iyice tetkik eden hadis alimleri onun iki yerinde inkıta olduğunu tesbit etmişlerdir. Bunlardan birincisi, Abdurrezzak'ın bu hadisi Sufyânu'(s-Sevrî)den değil, en-Nu’mân b. Ebî Şeybe'den işitmesiyle oluşmuştur. İkincisi ise Sufyân’ın Ebu İshâk'tan değil, Şureyk'ten rivayetiyledir. Bu duruma göre en-Nu’mân b. Ebî Şeybe ile Şureyk isnaddan düşmüştür. Dolayısiyle hadis munkatıdır. Şu hadis de isnadında ravi ismi mübhem bırakılan munkatıya misaldir:
“Ebu Âlâ b. Abdillah b. eş-Şihhîr'den rivayet edilmiştir. O iki kişiden (onlar) Şeddâd b. Evs'den rivayet etmişlerdir. Şeddâd demiştir ki: Hz. Peygamber birimize namazında (dua ederken) şöyle demesini öğretti. “Yâ Rabbi! Senden işler (im) de sebat (etmeme yardımcı olmanı) diliyorum.” 848Görüldüğü gibi bu hadisin senedinde “an raculeyni” diye isimleri açıklanmayıp mübhem bırakılan iki kişiden bahsedilmiştir. Bu ibham ınkita hükmündedir. Dolayısiyle hadis munkatıdır.
Munkatı hadisler Saîd b. Mansur'un Sûneninde; Abdullah b. Ebi'd-Dunyâ'nın kitaplarında bol miktarda mevcuttur, Hükmüne gelince isnadında ittisal olmayışı yüzünden zayıftır. Kaldı ki isnadından düşen veya mübhem bırakılan ravî yüzünden meydana gelen inkıta ne şekilde meydana gelirse gelsin, munkatı hadis zayıf grubuna dahildir.
Munker:
“Bilinmeyen, inkâr edilen, hoş karşılanmayan” gibi anlamlara gelen munker ifal babından masdardır.
Hadis ıstılahında munker, ravinin muhalefetinden doğan bir zayıf hadis çeşididir. Çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bazı muhaddislere göre şazla aynıdır.
Üçüncü hicri asır muhaddislerinden Ebu Bekr Ahmed b. Hârûn el-Berdîcî ye göre munker, metni yegane ravisinden başka tarikdan bilinmeyen ferd hadistir. 849Bu tarif Ebu Ya'la'l-Halîli'nin tarif ettiği şazla aynıdır. İbnu's-Salâh da şaz ile munkeri müteradif kabul ederek el-Berdîcî'ye uyar. Şu da var ki o, şaz manasına münkeri iki kısma ayırır. Bunlardan birincisi sikanın rivayetine muhalif ferddir. Misali de İmam Malik'in ez-Zuhri, Ali b. Huseyn, Ömer b. Osman, Usâme b. Zeyd, Hz. Peygamber isnadiyle rivayet ettiği “Müslim kâfire, kâfir müslim'e mirasçı olamaz” hadisidir. 850İmam Mâlik bu rivayetinin isnadında Ömer b. Osman ismiyle diğer sika ravilere muhalefet etmiştir. Halbuki Müslim'in dediğine bakılırsa hadisi ez-Zuhri'den rivayet eden bütün raviler isnadlarında bu şahsı Amr b. Osman olarak zikretmişlerdir. Hatta Malik, sanki diğer ravilerin bu isnadda kendisine muhalif olduklannı biliyormuş gibi eliyle Ömer b. Osman'ın evine işaret edermiş. Aslında Amr da Ömer de Hz. Osman'ın oğullarıdır. Ancak bu hadis Amr'dan rivayet edilmiştir. Müslim ve diğer bazı hadis alimleri İmam Malik'in bu muhalefetinde vehmine hükmetmişlerdir.
el-Irakî, İbnu's-Salâh'in bu misaline itiraz ederek şunları söylemiştir:
“Müslim'in Kitabu't-Temyizde zikrettiğine göre bu hadisi ez-Zuhri'den rivayet eden ravilerin hepsi isnadında Amr b. Osman demişlerdir. İbnu's-Salâh buna göre Malik'in bu hadisinin münker olduğuna hükmetmiştir. Oysa ben o hadise münker ismi veren bir tek kişi bilmiyorum. Kaldı ki onun isnadında bulunan Amr ismini Umer demede münferid kalması, metninin münker olmasını gerektirmez. O metni her iki hale göre de salihtir; zira Ömer de Amr da sikadırlar. Şu da var ki musannif (İbnu's-Salah), bu işaret ettiğim hususu kendisi zikrederek isnadında vaki olan illetin metne zarar vermeyeceğine, sika bir ravi olan Yala b. Ubeyd'in Suryanu's-Sevrî, Amr b. Dinar, İbn Umer isnadiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği ... “alıcı ile satıcı (alışverişin yapıldığı meclisten ayrılmadıkları sürece) muhayyerdirler” hadisini misal vermiştir. Daha sonra da şunları söylemiştir: “Bu, adil kişilerin adil kişilerden rivayet ettikleri muttasıl isnaddır. Ne var ki mu'alleldir ve sahih değildir. İsnadı sahih olmasa da metni her hale göre sahihtir. Şu halde bir sika ravi yerine diğerini zikretmek suretiyle vehme düşmek hadis metnini sahih olmaktan çıkarmaz.” 851
İbnu's-Salâh’a göre şazla aynı olan munkerin ikinci kısmı, ravisi sika ve mutkin olmayan ferd hadistir. Misalini de Ebu Zukeyr Yahya b. Muhammed b. Kays'ın Hişâm b. Urve, Babası Urve İbnu'z-Zubeyr, Hz. A'işe isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği şu hadistir:
“Yetişmemiş hurmayı olgun hurma ile birlikte yiyiniz; Çünkü Şeytan, hurmanın böyle yendiğini görünce gazaba gelir ve şöyle der: Ademoğlu eskisi ile birlikte yenisini yiyecek kadar yaşadı” 852Ebu Zukeyr, salih bir ravi olsa da bu hadisi rivayette tek kalmıştır. Müslim, Sahihinde hadisine mutâbi olarak yer vermiştir. Ancak tek başına rivayetine itibar edilecek derecede bir ravi değildir.853
Şu halde İbnu's-Salâh'a göre şâz ile munker arasında hiçbir fark yoktur. Munker, şaz gibi merdud ve gayri merdud olmak üzere iki kısımdır. Merdud, münker, ravinin, kendisinden hıfz ve itkan yönünden daha üstün olan ravilere muhalif olarak rivayet ettiği munker, merdud olmayan munker ise herhangi bir muhalefet söz konusu olmaksızın sika olan ravinin münferid olarak rivayet ettiği hadisdir.
İbn Haceri'l-Askalânî ravinin kendisinden üstün ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadisleri ikiye ayırarak sikanın hadisine şâz demiş, eğer muhalefet eden ravi zayıf ise rivayetine munker adını vermiştir. Ona göre gerek şâz olsun gerek munker ikisi de muhalefetten doğar. Buna göre İbn Hacer munkerde muhalefeti esas tutmuş, ravinin tereddüdünü göz önüne almamıştır. Hatta “bu farkı gözetmeyenler gaflet etmişlerdir” demiştir. Öyle olunca şâz ile munker arasında bir yönden umum husus ilişkisi vardır. Her ikisi de sikanın rivayetine muhalif oldukları halde şâz sika veya hiç olmazsa sadık olan raviden, münker ise zayıftan rivayet edilendir. 854
Şu hadis de munkere misaldir. Sünen sahipleri Ebu Davud, Tirmizî, Nese'i ve İbn Mace Hemmam b. Yahya tankından İbn Cureyc-ez Zuhri, Enes b. Mâlik isnadıyla şu hadisi rivayet etmişlerdir:
“...Hz. Peygamber (s.a.s) helaya girdiklerinde yüzüklerini çıkarırlardı.”855 Ebu Davud bu hadisi naklettikten sonra şöyle der: Bu hadis münkerdir. Maruf olanı İbn Cureyc, Ziyad b. Sa'd-ez Zuhri, Enes isnadı ile gelen
“...Hz. Peygamber (s.a.s) gümüşten bir yüzük edindiler” lafzı iledir. Vehm, Hemmam'dan gelmiştir. Hemmam'dan başka bunu öbür türlü rivayet edeni yoktur. 856
Munker hadisler hüküm bakımından zayıftır. Onunla değil karşıtı olan ma'rufla amel edilir.
Munkeru'l-Hadîs:
“Hadisleri münkerdir” manasına cerh lafızlarındandır ve cerhin üçüncü mertebesine el-Irâkî'nin eklediği lafızlar arasında yer alır.
Hakkında munkeru'l-Hadis cerh hükmü verilen ravinin hadisleri dinî konularda hüccet sayılmaz. Ancak büsbütün reddedilmez, itibar için yazılır.
Buhârî, diğer cerh ve ta'dil imamlarından ayn olarak münkeru'l-hadîs lafzını cerhin daha ağır olan beşinci mertebesinde yer alan metruku”l-hadîs lafzı yerine kullanmıştır. Buna göre onun munkeru'1-hadîs dediği bir ravinin hadisini rivayet etmek helâl olmaz.
Muntehâ-yı Sened:
Bk. Aslu's-Sened.
Muntezihu'l-İsnad:
İsnadı şüpheden uzak ve beri olmayan manasına bir tabir olup daha çok isnadında bir kusur bulunan; bu yüzden sahih kabul edilmeyen ve bu yönden tenkide tabi tutulan hadisleri ifade etmekte kullanılmış umumî bir tabirdir.
Murselu's-Sahâbî:
Bk. Sahâbî Mürseli.
Mursil:
Bk. İrsal.
Murû’et:
Bk. Mürüvvet.
Mürüvvet:
Sözlükte muûrü'e ve muruvve şeklinde görülen ve isim veya masdar olarak gelen bir kelimedir. Adamlık ve insaniyet manasına gelir. Bir insandan beklenen iş ve güzel hasletleri yerine getirmekten ibarettir. 857
Hadis ıstılahları arasında mürüvvet ravinin rivayetinin kabul edilebilmesi için onda bulunması gereken adaleti sağlayacak melekedir. 858
İslâm âlimleri şehadet ve rivayetin kabul edilebilmesi için ravinin önce adaletli olması gerektiği görüşündedirler. Adalet ise en azından takvayı bırakmamak, mürüvveti ihlal eden şeylerden kaçınmakla olur. Bunu göre mürüvvet, kişinin adaletli olmasına hükmetmekte esas olan bir haslet olmaktadır.
Mürüvvetin tarifinde değişik görüşler vardır.
Bazı fakihlere göre mürüvvet, nefsini kötülüklerinden korumak, halk nazarında insanı kötü gösteren davranışlardan sakınmaktır. İnsanın yaşadığı toplum içinde o toplumun örf ve adetlerine uygun yaşaması da mürüvvetten sayılır. Mesela bir erkeğin kadınlara mahsus elbise giyerek dolaşması yahut kadınlar gibi saçlarını omuzlarına kadar uzatması mürüvvetsizliğine delalet eder. 859Aynı şekilde insanların gelip geçtikleri yollarda birşeyler yemek de mürüvvete aykırı sayılır.
Bazılarına göre de mürüvvet, yiyip içmede, davranışlarında kendi emsalinin ve akranının ahlakını yaşamak, zaruret olmadıkça tabaklık, kan almak, dokumacılık gibi mürüvvete yakışmayan zenaatleri yapmamak ile yolda su dökmek, ahlaksız kimselerle arkadaşlık etmek, hamamda eğlenmek ve benzeri mürüvvete aykırı yakışıksız davranışlardan sakınmaktır. 860
Demek oluyor ki İslâm âlimleri, mürüvvetin halk nazarında hoş karşılanmayan davranışlardan kaçınmak gibi güzel ahlakın tamamlayıcısı olan davranışlarla gerçekleşeceği görüşündedirler. Denilebilir ki adaletin önemli bir görüntüsünü teşkil eden mürüvvvet, müslüman şahsiyetini en mükemmel seviyeye çıkaran ahlakî melekedir.
Mürüvvete aykın sayılan halleri görülen ravinin rivayeti makbul sayılmaz; zira mürüvvetin yokluğu, ya akıl noksanlığından ya dinin emirlerine ilgisizlikten ya da hayasızlıktan meydana gelir. Hangisi olursa olsun bu hallerin hepsi kişiye karşı güven duygusunu yok eder. Bu sebepledir ki hadisciler mürüvvetten yoksun kişilerin adaletine hükme dilemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Adaleti olmayan ravinin ise ne kendisi hadis rivayetine ehil kabul edilir; ne de rivayetlerine makbul gözüyle bakılır.
Musâ Leh:
Vasiyye (Vasiyet) yoluyla rivayette şeyhin özellikle kitabını vasiyet ettiği talibe denilmiştir. (Bk. Vasiyet).
Musâfaha:
Mufâ'ale babından masdar olup iki kişinin el sıkışması manasına gelir. Hadis usulünde uluvvu nisbînin bedel ve musavvattan sonra gelen üçüncü şeklidir.
İbnu's-Salah'a göre musafaha, bir ravinin söz gelişi Müslimin Sahihinde bulunan bir hadisi Müslim'in şeyhine-onunla Hz. Peygamber arasındaki ravi sayısından az olmayan raviden meydana gelen âli bir isnadla-ulaşarak rivayet etmesine denir. 861İbn Hacer'e göre ise bir musannifin talebesine, isnad bakımından onunla Hz. Peygamber arasındaki ravi sayısına eşit sayıda raviden oluşan âli isnadla ulaşarak rivayete denir. Bir başka deyişle bir musannifin talebesine ulaşmada isnad itibariyle müsavatın hasıl olmasıdır. Açıklamak gerekirse, Meselâ en-Neseî, kendisi ile Hz. Peygamber (s.a.s) arasında on bir ravi olan isnadla bir hadis rivayet etmiştir. Eğer bir başka ravi aynı hadisi Nesei'nin isnadından ayrı bir isnadla ve Hz. Peygamber (s.a.s)'le arasında onbir ravi olarak rivayet ederse- iki isnad müsavi olduğundan- buna musâvât adı verilir. (Bk. Musâvât). Şayet aynı musâvât Neseî'den hadis rivayet eden bir talebesine ulaşmakta olursa buna da musafaha denir. Böyle müsavata musafaha denilmesi karşılaşan iki kişi arasında çok kere el sıkışmanın adet oluşu dolayısıyledir. 862
Bu iki tarif arasında önemli bir fark yoktur; zira müsavatın bir ravinin şeyhi ile herhangi bir musannif veya musannifin talebesi arasında olması aynıdır. Söz gelişi bir ravinin şeyhi ile bir musannif arasında musâfahanın olması onun musannıfa mülaki olmasiyle birdir. 863
Burada şu hususu önemle belirtmek gerekir ki bir hadisin isnadının, güvenilir kitaplardan birinde yeralan isnadına nisbetle âlî sayılabilmesi için kitap müellifi ile musafaha hasıl olan ravi arasında uzun sayılan bir zamanın geçmiş olması gerekir. 864Aynı asırda yaşamış muhaddisler arasında uluv olabilirse de musafaha söz konusu olmaz. Meselâ es-Suyûtî üç hadiste kendisi ile Hz. Peygamber arasında on ravi bulunduğunu söyler. Neseî'de “Kul huva'llahu ahad (ihlas suresi) Kur’ân-i Kerim'in üçte birine denktir” hadisini altısı tabiînden olmak üzere on kişinin bulunduğu bir isnadla rivayet etmiş ve “bundan daha uzun bir isnad bilmiyorum” demiştir. 865es-Suyûtî ile Nese'î arasında vefat tarihleri itibariyle altı asırlık bir zaman farkı vardır, es-Suyûtî'nin üç hadiste, Nese'î gibi kendisiyle Hz. Peygamber arasında on ravi olması uluvda müsavattır. Şayet musâvât Nese'i den hadis almış bir kimse ile es-Suyûtî arasında veya es-Suyûtî'nin hadis aldığı şeyhi ile Neseî arasında olsaydı musafaha hasıl olurdu.
Musahhaf:
Tef’il vezninde sahifede hata etmek, yani yazılı bir kağıttaki kelime veya sözleri yanlışlıkla değiştirme manasına gelen tashifden ismi mef’uldür ve değiştirilmiş nesne demektir. Hadis terimi olarak muharref gibi isnad veya metninde bir kelimesinin değişmesiyle rivayet edilen hadise denir.
Muharref maddesinde de bahis konusu edildiği gibi hadislerin gerek isnadlarında gerekse metinlerinde değişme iki türlü olur. Bunlardan birincisi bir kelimeyi meydana getiren harflerde nokta değişikliğidir. İkincisi ise kelimelerde harf ve yazı değişikliği şeklinde olur. İlkine yukarıda açıklandığı gibi tashîf; ikincisine tahrif adı verilir. (Bk. tashif, tahrif). Musahhaf, söz gelimi “haber” kelimesini “hayır” okumak gibi kelimeyi teşkil eden harflerde nokta değişikliği ile rivayet edilen hadise denir. Sadece nokta hatasında meydana geldiği için muharrefden ayrı mütalaa edilmek gerekir.
Tahrif gibi tashif de hadisin senedinde veya metninde meydana gelebilir. Buna göre musahhaf tashifin senedi olşuturan isimlerde ya da metinde meydana gelişine göre isnadı veya metni yönünden musahhaf olarak iki kısımda mütalaa edilebilir. Senedindeki tashife misali Yahya b. Ma'in'in Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisin “İbn Murâcim” ismindeki ravisinin adını “cim” harfinin noktasını “ra” ya koyarak “İbn Muzâhim” şeklinde getirişi gösterilebilir.
Tanınmış bir muhaddis olan Şu'be, “Hz. Peygamber (s.a.s) dübbâ ve müzeffet denilen kaplarda üretilen şarapları içmekten men etti.” Hadisinin isnadındaki Halid b. Alkame’nin ismini yanlış okuması sonucu Mâlik b. Urfuta şekline getirişi de Ahmed b. Hanbel'e göre tashiftir.866 Dolayısıyle Şubenin isnadında tashif yaparak rivayet ettiği hadis musahhaf olmuştur.
“Ebu Sufyan'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) hutbeleri şiir okur gibi kelimelerini, harfleri çatlatarak okuyanlara lanet etti.” 867
Ed-Dârekutni'ye göre muhaddis Veki hadisdeki “el-Hutab” kelimesini noktasız have değişik hareke ile okumuştur. İbnu's-Salâh buna dair bir de fıkra nakleder. Hadisdeki tashifin iyice anlaşılabilmesi bakımından nakletmeye fayda vardır. İbn Şahin Şam'da Mansûr mescidinde bu hadisi “nehân'nebiyyu sallallâhu aleyhi ve selleme an teşkîki'l-hatab (Hz. Peygamber (s.a.s) odun yarmaktan men etti)” şeklinde okuyunca dinleyenlerden biri:
“Şimdi ne yapacağız? Oduna da çok ihtiyaç var” demiştir. 868
Nakledildiğine göre muhaddislerden birisi, Hz. Peygamber'in Enes b. Mâlik'in küçük kardeşine şaka ettiğini bildiren hadisinin bütün rivayet yollarını toplamış. Bir gün meclisinde hadis yazdırırken birden bu hadisi şeklinde okuyuvermiş. İlk hadis “Ebu Umeyr! Küçük serçe ne yapıyor?” manasına gelirken yanlış okuması sonucu” ...deve ne yapıyor?” haline gelince tabiatıyla etrafındakiler gülmekten katılırlarken muhaddis utancından kıpkırmızı kesilmiş!
Musahhaf konusuna usul kitaplarında rastlanmayan kendi tesbit ettiğimiz bir misalle son vermek istiyoruz. Misaldeki hadis her ne kadar mevzu ise de, tasnifi çok güzel aksettirecek niteliktedir:
“Birinizin köpek yavrusunu terbiye etmesi çocuk terbiye etmesinden daha hayırlıdır”. 869Bu mevzu hadis el-Fîruzâbâdî'nin meşhur eseri Sifru's-Sa'âdenin hatime bölümünde şöyle nakledilmiştir. 870
İki rivayet karşılaştmlırsa görülür ki ilk rivayetin metnindeki “yurabbiye” (terbiye etmesi) kelimesi “yezniye” (zina etmesi) haline gelmiştir.
Musahhaf hadisler muharref gibi zayıf addedilirler.
Musannef:
Sınıflandırmak, tasnif etmek, konularına göre tertiplemek manasına tasnifden ism-i rrıeful olup cami ile aynı manada kullanılır ve çeşitli konulardaki hadisleri bir araya toplayan hadis kitaplarına denir. (Bk. Câmî).
Hz. Peygamber (s.a.s) hadislerini rivayet eden ilk nesil olan sahabe zamanında Kur'ân-ı Kerim'e itina gösterildiğinden hadislere o kadar önem verilmemiştir. Bununla birlikte bazı sahâbiler hadisleri öğreniyor, müzakere suretiyle diğer sahâbîlere de naklediyordu. Hatta içlerinde az da olsa hadisleri yazanlar da vardı.
Birinci hicrî asır sona ererken hadisleri bilen sahabilerin birer birer dünyadan çekilmeleri üzerine hadislerin kaybolmasını önlemek üzere tedbir almak lüzumu hasıl oldu. Emevî Halifesi Ömer b. Abdilaziz bilinen hadislerin toplanması için bir emir çıkardı. Bunun üzerine hadisler derlendi ve yazılı metinler haline getirildi. Daha sonra da toplanıp yazılı metinlere aktarılan hadisler tasnif yoluna gidildi yani konularına bakılarak ayrılmaya başlandı. Her hadis konusuna göre tertibe konuldu. Birkaç ana konu etrafında ilk hadis kitapları meydana geldi. İşte bu hadis kitapları musannef veya cami denilen eserlerdir ve îman, ahkâm, âdâb, rikak, Tefsir, Târih, Şemail, Menakib gibi sekiz ana konudaki hadisleri bir araya getirir. Ma’mer b. Râşidin Camii ile Abdurrezzak b. Hemmâm'ın Musannefi ve İmam Mâlik'in el-Muvatta'ı ilk musannef eserler sayılır.
Ebu Tâlib el-Mekkî'ye göre musannef eserler hicri 120 veya 130 senesinden sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Tasnif edilen kitaplar arasında İbn Cureyc'in Tefsire dair hadisleri ihtiva eden kitabı, Ma’mer b. Râşid ve Sufyân es-Sevrî'nin Musannefleri bu devrede telif edilen eserlerdir.
İbn Hayr el-İşbili'nin Endülüs'e giren kitaplar arasında okuyup bize sahih rivayetlerini verdikleri arasında Veki İbnu'l-Cerrah’ın Musannefi, Sufyân es-Sevri'nin Camii, Hammâd b. Seleme ve Sufyân b. Uyeyne'nin Abdurrezzak b. Hemmâm'ın, Ebubekr Abdullah b. Ebî Seybe'nin ve Sa'id b. Mansur'un musannefleri vardır. 871
Bu eserlerden sonra musannef eserlerden el-Kutubu's-Sitte denilen eserler yazılmıştır. Cami Sahih diğerleri Sünen tarzından olan bu altı kitap da konularına göre tertip edilmiş hadisleri ihtiva ettikleri cihetle birer musannef sayılırlar.
Musannif:
“Bir nesnenin bazısını bazısından ayırarak sınıflandırmak manasına tasnifden ismi faildir. Umumi olarak kitap telif veya tasnif eden yazar için kullanılır.
Hadis usulünde bu mana ile-birinci derecede olmamakla birlikte- alakalı olarak hadisleri konularına göre tasnif edip kitaplarda toplayan hadis âlimine denir.
Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadisler umumiyetle kabul edilen bir görüşe göre hicri birinci asrın sonunda tedvin edilmiş yani toplanarak yazılı metinlere geçirilmiştir. İkinci hicri asır derlenen hadislerin tasnif çağıdır. Öyle ki çeşitli konulardaki hadisler konulan itibariyle ayrılmış ilk yazılı eserler meydana gelmiştir. İlk hadis kitapları hadisleri konularına göre ayıran eserlerdir. Bunu takip eden hadisin altın çağı denilen üçüncü hicri asırda hadisler sadece fıkıh konularına göre ayrılmamış, meselâ ravisinin ismine göre tertiplenmiştir. İşte bu eserleri meydana getiren hadis alimlerinin herbiri gerek umumi manasıyle gerekse hadis kitabı tasnif eden kimse, hususi manasıyle birer musannıftırlar.
Musâvât:
Sözlükte bir nesneyi bir nesneye denk kılmak, iki şeyin sayıca veya nitelik yönünden birbirlerine eşit ve benzer olması manalarına gelen 872 musâvât, Hadis Usulünde uluvvu nisbinin kısımlarından birine denir.
İbnu's-Salâha göre musâvvat bir ravinin bir hadisi, meselâ Müslim'in şeyhlerinden biri ile Hz. Peygamber arasındaki ravi asyısından az olmayan sayıdaki raviden oluşan âlî bir isnadla Müslim'in o şeyhine ulaşarak rivayet etmesine denir. 873
İbn Hacer'e göre musâvât, bir ravinin bir musannife ulaşan isnadmdaki ravi sayısının o musannifin Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar ulaşan isnadındaki ravi sayısına eşit olması halinde meydana gelen uluvdur. Açıklamak gerekirse Meselâ, Nese'î suneninde kendisi ile Hz. Peygamber arasında onbir ravi olan isnadla bir hadis rivayet etmiştir. Bir başka ravi aynı hadisi Neseî'nin isnadından başka bir isnadla ve Hz. Peygamberle arasında onbir ravi olduğu halde rivayet ederse iki isnad arasında eşitlik hasıl olmuştur ve buna musâvât adı verilir. 874
Musâvât böyle tarif edilmiş de olsa misali enderdir. Hatta İbnu's-Salâh yaşadığı asırda değil Müslim'in Şeyhine, şeyhinin şeyhine hatta sahâbî gibi uzak kişilere bile Müslim'le onun arasındaki ravi sayısına müsavi bir isnadla ulaşarak musâvât hasıl etmenin çok nadir vaki olacağını söyler. 875
Bununla birlikte es-Suyûtî kendisiyle Hz. Peygamber arasında on kişinin bulunduğu âli isnadla üç hadis rivayet ettiğini, Nesei'nin de
“Kul huvallahu Ahad (İhlas suresi) Kur’ân-ı Kerim'in üçte birine denktir” hadisini kendisi ile Hz. Peygamber arasında altısı tabiilerden olmak üzere on kişinin bulunduğu bir isnadla rivayet ederek sonunda “bundan daha uzun bir isnad bilmiyorum dediğini ifade etmiştir. 876Her ne kadar es-Suyûtî Hz. Peygamberle kendisi arasında on ravinin bulunduğu isnadla üç hadis rivayet ettiğinden bahsetmişse de bunlardan birinin Neseî'nin Hz.Peygamberle arasında on ravi olarak rivayet ettiği hadis olup olmadığını kaydetmez. Bu itibarla onun bu söylediklerini müsavata misal saymak imkânsızdır. Bununla birlikte müsavatın anlaşılmasına yardımcı olması açısından büsbütün faydasız olduğu da söylenemez.
Muselsel:
Selsele dört harfli basit fiilinden ismi meful olup, peşpeşe birbirini takip ederek, zincirleme gelen nesne manasına gelir.
Hadis terimi olarak muselsel, isnadını teşkil eden bütün ravilerin bir sözü veya hareketi, yahutta her ikisini birden devam ettirerek rivayet ettikleri hadise denir.
Bir hadisin senedini teşkil eden bütün raviler onun isnadında veya metninde bulunan bir sözü ya da hareketi yahut ikisini birden tekrar etmek suretiyle rivayet ederler. Bir başka deyişle muselsel, ravilerin rivayette sened ya da metnindeki sözü, fiili veya ikisini birden tekrarlamaları sonucu meydana gelir. Buna göre muselsel, bazen seneddeki bütün ravilerin aynı eda lafızlarını kullanmaları, bazen metninde bulunan bir sözü veya hareketi tekrar etmeleriyle oluşur. Muselsel en çok bu şekillerde rivayet sonucu ortaya çıkar.
İsnadında aynı sözü tekrar etmek suretiyle muselsel olan hadise muselsel bi'l-kavl de denir. Misal:
“Kalk bana su dök de sana Cebrail'in nasıl abdest aldığını göstereyim” demiştir. Bu hadisi talebesine rivayet eden ravilerin hepsi “kum fe subbe aleyye hatta urîke vudu'e...” lafızlarını tekrar etmişlerdir. Bu hadis şöyledir:
Tekrar edilen kısmının manasını yukarıda verdiğimizden bu hadisin tercümesine gerek yoktur. Yalnız son kısmının açıklanması yerinde olur. Burada hadisi rivayet eden sonuncu ravi Ebu Ca'fer'e teselsül eden abdest alma şeklini sormuş o da “abdest organlarını üçer kere yıkayarak” cevabını vermiştir. 877
Metindeki bir sözün tekrar edilmesiyle muselsel olan hadise de Ebu Davud ve Neseî'nin rivayet ettikleri şu hadis misaldir:
“... Ebu Hureyre şöyle dedi: “Ateş değmiş et yemekten dolayı abdest almak gerekir.” 878
Bu hadis görüldüğü gibi isnadında “semi'tu... yekûlu” lafızları tekrar edilerek rivayet edilmiştir,
Cebrail (a.s)'ın Hz. Peygambere abdes almasını öğrettiğine dair bir hadis vardır. Bu hadiste Allah Resulü İbn Mes'ud'a abdest alma şeklini öğretmek üzere ona
“Muaz, seni severim. Sen her namazın sonunda şöyle de: “Allah’ım, Seni zikretmek, Sana şükretmek ve güzelce ibadet edebilmek için bana yardım et.”879
Bu hadisi rivayet edenlerden her biri rivayet esnasında diğerine “seni severim” demiştir. Şu hadis de bir sözün tekrar edilmesiyle muselsel olan hadise misaldir. Ancak burada tekrarlanan söz sahabe sözüdür ve metni dışında tekrar edilmiştir.
“... Her kim bir gün, bir gece içinde (müekked sünnet olan) oniki rekat namaz kılarsa, bunlara karşılık Cennette kendisi için bir eve yapılır.” Ummu Habîbe dedi ki:
“Hz. Peygamber (s.a.s)'den bunları duyduğumdan beri bu sünnetleri hiç terk etmedim.” Anbese:
“Bunu Ummu Habîbe'den işittiğimden beri, artık o namazları hiç terketmedim.” Amr b. Evs:
“Anbese'den bunu işittiğimden beri o namazları hiç terk etmedim.” Nu’man b. Salim:
“Amr b. Evs'den duyduğumdan bu yana ben de bu sünnetleri hiç bir vakit terk etmemişimdir.” dediler,” 880
Muselsel hadislerin bir kısmı da metnindeki bir sözle bir hareketi beraberce tekrarlamaktan meydana gelir. Buna da şu hadis misal teşkil eder:
“Hz. Peygamber (s.a.s) “Bir kul kadere; kaderin acı ve tatlı tecellilerine iman etmedikçe imanın tadını bulamaz” buyurdu. Bunu söylerken sakalını tutan Peygamberimiz “Ben dedi, kadere; onun acı ve tatlı tecellilerine iman ettim” 881
Bu hadiste görüldüğü gibi Hz. Peygamber kadere imanın lüzumunu belirtmiş, kulların kadere, hayrın ve şerrin, insanın başına gelen acı tatlı her halin kaderin birer tecellisi olduğuna iman etmedikleri sürece imanın tadını bulamayacaklarını söylemiştir. Arkasından sakalını tutarak “ben kadere, hayrına ve şerrine tatlı ve acı tecellilerine iman ettim” buyurmuştur. Hadisi Hz. Peygamber'den nakleden Enes b. Mâlik metni rivayet ettikten sonra Hz. Peygamber'in yaptığı gibi sakalını tutarak “kadere, hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına iman ettim” demiştir. Sakal tutarak “kadere, hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına iman ettim” demek daha sonra hadisi rivayet eden her ravi tarafından tekrar edilmiştir. Böylece hadis hem bir söz, hem bir hareket tekrar edilerek rivayet edilmiş olduğundan muselsel hadis grubuna girmiştir. el-Hâkimu'n-Nisâbüri'nin şu rivayeti de bir hareketi tekrar etmek suretiyle rivayet edilen müselsele parlak bir örnektir.
“(el-Hakimu'n-Nisâbûri dedi ki) Ahmed b. el-Huseyni'1-Mukrî elinin parmaklarını elimin parmaklarına geçirerek şöyle dedi: Ebu Umer Abdul'aziz b. Umer b. Hasen b. Bekr b. eş-Şerûd es-San'âni parmaklarımı parmaklarıyla tutarak
“babam dedi: parmaklarını parmaklarıma geçirerek elimi tuttu ve babam parmaklarımı parmaklarına geçirerek tuttu ve şöyle dedi”:
“Sufyan elimin parmaklarını parmaklarına geçirerek tuttu ve şöyle dedi”;
“Eyyub b. Hâlid el-Ensârî elimin parmaklarını kendi parmaklarına geçirdi ve şöyle dedi”:
“Abdullah b. Râfi parmaklarımı kendi parmaklarına geçirdi ve Ebu Hureyre elimi tuttu ve “Hz. Peygamber (s.a.s) parmaklarımı parmaklarına geçirdi ve şöyle buyurdu dedi:
“Allah yeryüzünü cumartesi, dağları pazar, ağaçları pazartesi, mekruhu salı, nuru çarşamba, hayvanları perşembe, Adem'i cuma günü yarattı.” 882
Hz. Peygamber bu hadisinde Allah'ın cumartesi günü yeryüzünü, Pazar günü dağları, Pazartesi ağaçları, Salı mekruhu, Çarşamba nuru, Perşembe hayvanları ve Cuma günü de Adem (a.s)’ı yarattığını söylemiş, bunu söylerken Ebu Hureyre'nin elini, parmaklarını kendi parmaklarına geçirmiş olduğu halde tutmuştur. Ebu Hureyre aynı işi tekrarlayarak hadisi Abdullah b. Rafi'e, Abdullah b. Rafi Eyyûb b. Hâlid el-Ensâri'ye; Eyyûb b. Hâlid; Safvân b. Suleym'e; Safvân b. Suleym İbrahim b. Ebi Yahya'ya; İbrahim b. Ebi Yahya el-Hasen b. Bekr b. eş-Şerüd es-San'ânîye; el Ha-sen b. Bekr oğlu Ömer'e; Ömer oğlu Abdulaziz'e; Abdulaziz Ahmed İbni'l-Huseyni'l-Mukrî'ye; Ahmed ise el-Hâkimu'n-Nisâbûrî'ye rivayet etmişlerdir. Bu suretle aynı fiil hadisi rivayet eden bütün raviler tarafından tekrarlanmış, böylece teselsül hasıl olmuştur. Dolayısiyle hadis müselsel hale gelmiştir.
Müselsel hadislerin rivayeti esnasında tekrarlanan sözlerden biri de yemindir. Ravi isnadını söylerken “ahberanâ fulanun vallahi” rivayetini yeminle pekiştirir. Bu yemini isnadın başından sonuna kadar bütün raviler tekrar ederler.
Bütün bu sayılanların dışında da müselsel çeşitleri vardır. Söz gelişi senedi teşkil eden bütün ravilerin ismi Muhammed, hepsi Mekkeli veya Mısırlı, hepsi de fakih, hafız veya şair olabilirler. Teselsül böyle de meydana gelebilir. Dolayısıyle bütün ravileri aynı isimde yahut aynı şehirden, yahutta hafız, fakih, şair gibi aynı mesleğe mensup kimseler olan isnadlarla rivayet edilen hadisler de müselsel sayılırlar.
Bazı âlimlere göre müselsel hadisler, ravileri cerh edilmediği sürece tedlis ve senedinde kopukluk olmaktan kurtuldukları cihetle en sağlam hadisler sayılırlar. Bununla birlikte teselsülün hadisin sahih sayılabümesi için delil teşkil edemeyeceği unutulmamalıdır. Nitekim İbn Haceri'l-Askalânî teselsülü hadisin değil isnadın sıfatı olarak kabul eder. 883Hadisin merfu olması gibi özellikler metnin sıfatlarındandır; fakat sıhhat hem isnadın hem metnin sıfatı sayılır. Bu itibarla bir hadisin sıhhati hakkında verilecek hüküm hem isnad, hem de metin hakkında verilecek sahihlik hükmüne dayanır.
Yine İbn Haceri'l-Askâlâni'ye göre hafız olan ravilerin isnadda aynı sözleri veya hali tekrar etmeleri kesin ilim ifade eder.884
Bununla birlikte hadis alimlerinin çoğunluğuna göre müselsel hadisler, zayıftırlar. Ancak, açıklamak gerekir ki zayıflık hadisin kendisinde değil, teselsül denilen aynı hareketi yahut sözü, yahutta her ikisini birden tekrar etmektedir. Bu yüzden birkaç sahih hadis, az da olsa tenkide tabi tutulmuştur. Buna rağmen müselsel hadisler, ravilerin hadis rivayetindeki titizlik derecelerini gösterirler. Ayrıca hadis ravilerinin isnada ve rivayet esaslanna ne derece titizlikle riayet ettiklerinin belgesini oluştururlar. Öte yandan müselsel hadisler aynı zamanda hadis rivayetinin nasıl en küçük noktalara vanncaya kadar büyük bir dikkat ve itina ile yapıldığını gösterir. Bu yönleriyle hem teselsülün hem de müselsel hadislerin hadis ilminde önemli yerleri vardır.
Hadis ilminin çeşitli konulannda olduğu gibi müselsel hadisleri bir araya getiren çeşitli kitaplar yazılmıştır. En önemli bir kaçı şunlardır:
1. el-Muselselât: Ebubekr b. İbrahim b. Şazân el-Bağdadî.
2. el-Muselsel bi'1-Evveliyye: Ebu Tahir Ahmed b. Muhammed es-Silefi.
3. el-Cevheru'1-Mufassalât fi'I-Ahâdîsil-Muselselât: Ebu Kasım el-Kasım b. Muhammed (İbnu't-Taylasân).
4. el-Azbu'1-Muselsel fi'1-Hadîsi'l-Müselsel: Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî.
5. et-Tuhfetu'1-Medeniyye fi'1-Muselse-lâti'l-Veteriyye: Muhammed Ali b. Tâhir el-Veterî, (Kınm. 1906).
Müselsel Bi'l-Evveliyye:
İlklerin müselseli manasına alınabilecek bir tabirdir. Senedini oluşturan bütün ravilerin şeyhlerinden aldıkları ilk hadis olma sebebiyle müselsel sayılan hadisleri ifade eder.
Müselsel Bi'l-Hilf:
Yeminle müselsel manasınadır ve senedindeki bütün ravilerinin eda sırasında yemin etmeleriyle müselsel hale geldiği kabul edilen hadise denilmiştir.
Müselsel Bi'l-Kavl:
Sözlü müselsel karşılığı olan bu tabir, bütün ravilerin semi'tu fulânen yekûlu diyerek rivayet ettikleri müselsel hadise denir.
Mûsî:
Hadislerinin yazılı olduğu kitabını talebesine vasiyet eden şeyhe denilmiştir.
Musned:
Musnedn “senede” kök fiilinden alınmış bir kelimedir. İfal babından ismi meful olup isnad edilmiş, dayandırılmış manasına gelir. Çoğulu mesâniddir.
Hadis Usulü alimleri musned kelimesini terim olarak iki manada kullanmışlardır. Bunlardan birincisi tarifinde az da olsa farklılıklar görülen bir hadis çeşididir.
el-Hâkimu'n-Nisâbûrî'ye göre musned, nıuhaddisin yaşı dolayısıyle işittiği açık olan şeyhinden rivayeti, onun şeyhinden işitmesi, böylece isnadın meşhur bir sa-habiye ondan da Hz. Peygamber'e ulaşmasıdır. 885
el-Hâkim'in bu tarifine nazaran musned hadis, ilk ravisinden sonuna kadar senedi muttasıl ve aynı zamanda merfu olan hadistir. Bu durumda müsnedin tarifinde esas itibariyle ittisal edilen senette kopukluk olmaması ile isnadın Hz. Peygamber'e kadar ulaşması gibi iki önemli husus söz konusu olmaktadır. Adı geçen Hadis Usulü aliminin verdiği şu misal incelendiği zaman bahse konu olan husus açıkça ortaya çıkar.
“...Abdullah b. Ka'b b. Mâlik'ten rivayet edilmiştir. O da babasından rivayet etmiştir. Babası Ka'b bir gün mescitte İbn Ebî Hadred'den alacağını istemiş. Derken seslerini yükseltmişler. Hz. Peygamber (s.a.s) onların münakaşa ettiklerini işitince hücresinin perdesini açarak çıkmış ve (elile) yarı işareti yaparak,
“Ka'b alacağının bu kadarından vazgeç” demiştir. Ka'b bunun üzerine
“Olur” cevabını vermiş ve İbn Ebî Hadred borcunun yarısını ödemiştir.”
Görülüyor ki el-Hâkim'in musned anlayışına ittisal denilen senedde kesiklik olmaması ve isnadın Hz. Peygamber'e kadar ulaşmış bulunması, bir başka deyişle hadisin merfu olması gibi iki esas söz konusudur. Nitekim bu hususu el-Hâkim, yukanda verilen hadisin izahını yaparken şöyle açıklamıştır. “Bu hadisi benim Ebu Amr Osman b. Ahmed es-Semmâk'tan işittiğim zahirdir. Onun da el-Hasen b. Mukrem'den işittiğine şüphe yoktur. el-Hasen'in Osman b. Umer'derr, Osman b. Umer'in ailesi fertlerinden olan Yunus b. Yezid'den işitmeleri olmuştur. Yunus'un ez-Zuhrî ile ez-Zuhrî'nin Ka'b b. Mâlik'in oğullarıyla, bunlarında babalarıyla olan irtibatları bilinmektedir. Ka'b ise Hz. Peygamberin ashabındandır.
Bunlardan başka el-Hâkimu'n-Nisâbûrî bir hadisin müsned olabilmesi için başka şartların da bulunması görüşündedir. Ona göre bu şartların bir kısmı müsnedin mevkuf olmaması; mursel, mu'dal, mudelles gibi isnadında atlama yapılarak rivayet edilmemesi; isnadında uhbirtu an fulânin, huddistu an fulânin, belağanî an fulânin, refe'ahu fulânun, ezunnuhu merfu'an gibi senedin kopuksuz olmasında şüphe ve tereddüde yol açan tabirlerin kullanılmamış olması gibi önemli hususlardır. Eğer bir hadis bu şartları taşıyorsa musneddir. Bununla beraber bu şartlan taşıyan her hadis hakkında sahih hükmü verilemez. 886
el-Hatibu'1-Bağdâdî'ye göre ise musned, hadis ehli nazarında ilk ravisinden hadisin isnad edildiği kaynağına kadar isnadı muttasıl olan hadistir. Ona göre hadisciler musned tabirini daha çok Hz. Peygamber (s.a.s)'e isnad edilerek nakledilen rivayetler için özel bir tabir olarak kullanırlar. İsnadın ittisali ise sonuna kadar ravilerden her birinin kendisinden önceki raviden açıklanmamış dahi olsa, işitmiş olmasıdır. 887
el-Hatîb'in bu tarifinde sadece senedin muttasıl olması esas alınmıştır. Bunun yamsıra hadiscilerin musned ıstılahını özellikle Hz. Peygamber'e isnad edilerek nakledilen hadisler için kullandıklarına işaret etmekle yetinilmiştir.
Musned hadisin bir üçüncü tarifi vardır ve İbn Abdilberr'e aittir. Bu tarifte musned, isnadı, ister Malik, Nâfi, İbn Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s) isnadı gibi muttasıl olsun; isterse Malik, ez-Zuhri, İbn Abbas, Hz. Peygamber (s.a.s) isnadı gibi, ez-Zuhrî İbn Abbas'ı işitmediğinden mun-katı olsun, Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar ulaşan hadistir. 888
İbn Abdilberr'in tarifinde ise dikkat edilirse senedin muttasıl olması dikkate alınmamıştır. Buna göre de merfu olması halinde mursel, munkatı, mu'dal gibi isnadında kopukluk bulunan hadis çeşitleri de musned çerçevesi içinde alınmak icap eder. Bu ise imkânsızdır. Bütün bunlar göz önüne alınarak musnedin tarifinde el-Hâkim'in tarifi tercih edilmiştir.
İkinci olarak musned, ale'l-mesânîd denilen değişik bir metodla tertip edilmiş hadis kitabına denir. Böyle kitaplarda sahabe harf sırasına veya başka bir tertibe göre sıralanarak her birinden müellifine ulaşan hadisler konularına bakılmaksızın bir araya getirilir. Bilhassa ikinci asrın sonlarına doğru görülmeye başlayan müsnedler içinde Ebu Davud et-Tayâlisi'nin, Esed b. Musa el-Umevi'nin, Ubeydullah b. Musa el-Absî'nin, Ebubekr Abdullah İbni'z-Zubeyr el-Humeydî'nin, Musedded b. Muserhedi'l-Basrî'nin, Nu'aym b. Hammâd el-Huzâî'nin, Ebu Hayseme Zuheyr b. Harb en-Neseî'nin, Ebubekr b. Ebî Şeybe'nin, İshak b. Râhûye'nin, Osman b. Ebî Şeybe'nin, Ahmed b. Han-bel'in, Ahmed b. Menî'nin, Ebu Bekri'l-Bezzâr’ın ve el-Hasen b. Sufyân'ın müsnedleri anılmağa değer olan en önemlileridir. 889
Musnid:
İf’al babından ismi fail olan musnîd, kelime manasıyle isnad eden demektir.
Hadis Usulü ilminde musnid, hadis rivayetine yeni başlamış olan talibe denir. Bu manada ravi tabiri de kullanılır. Ravi olsun, musnid olsun yalnızca hadis rivayetiyle meşgul olan kimse olduğundan rivayet ettiği hadislerin metinleri ve isnadları hakkında bilgi sahibi değildir. Esasen müsnidde naklettiği hadislerin metinleri, isnadları ve senedlerini teşkil eden ravilerin isimleriyle durumları hakkında derin bilgi sahibi olması aranmaz.
Mustahrec:
Kelime olarak çıkarmak manasına istihracdan ism-i mef’uldür. Hadis ıstılahı olarak bir çeşit hadis kitabına denir. Tarifi Şöyle yapılmıştır. Bir musannif, kendinden önce tasnif edilmiş herhangi bir hadis kitabında bulunan hadisleri, şeyhinde veya daha yukarı şeyhlerden biriyle buluştuğu, kitap sahibinin tarîkından ayn kendi isnadı ile rivayet ederek meydana getirdiği hadis kitabına denir. 890Söz gelişi bir hadis alimi Buhâri'nin sahihini ele alarak içindeki bütün hadisleri onun isnadından başka kendi isnadlanyla rivayet eder ve bunları ayn bir kitapta toplarsa bu yeni kitaba mustahrec adı verilir. Mustahrecin çoğulu mustahrecât gelir. Bir kitap üzerine mustahrec tasnif eden musannıfa mustahric denildiği de olur. Mustahrec eserler aşağıda söz konusu edileceği gibi daha çok es-sahîhân üzerine tasnif edilmişlerdir. Ancak, onlara mahsus değildirler.
Mustahric, bazen kendi mustahrecine esas olan önceki alimin kitabındaki hadislerden bir kısmını vermez. Bu takdirde o hadisi razı olduğu isnadı ile rivayet etmemiş demektir. Bazen de bir hadisi musannifin isnadı ile nakleder. O zaman da ikisinin isnadlarmın bir olduğu anlaşılır.
İbn Hacer'in belirttiğine göre mustahrecin şartı, musannifin uluv veya önemli ziyâde gibi bir engel olmadıkça kendisini yakın bir şeyhe ulaştıracak senedi bırakıp daha uzaktaki bir şeyhe ulaşmamasıdır.
Ote yandan mustahreclerde lafız yönünden uygunluk şart değildir; çünkü mustahrec sahipleri hadislerini kendi şeyhlerinden rivayet etmişlerdir. Bunun sonucu olarak hadislerini istihraç ettikleri kitabın hadisleri ile kendi rivayet ettikleri hadisler arasında gerek lafız gerekse mana yönünden azıcık farklılıklar meydana gelebilir. Nitekim el-Beyhakî es-Sunenu'l-Kubra ve Ma'rifetu's-Suneni Vel-Asâr'da, el-Beğavî, Şerhu's-Sunnede öyle yapmışlar ve bir hadis kendi isnadlanyla naklettikten sonra “Revâhu'l-Buhâri ve Müslim (Bu hadisi Buhâri ve Müslim rivayet etti) demişlerdir. Oysa kendi naklettikleri metin ile Buhâri ve Müslim'deki metin arasında lafız ve mana yönünden farklar vardır. Buna göre bir hadisi naklettikten sonra kendi rivayetleri ile sahihan rivayetleri arasında fark olduğu halde, bunu Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir” demelerinden maksat kendi naklettikleri metnin aslının eş-Şeyhân tarafından rivayet edilmiş olduğunu ifade etmektir. Şu halde mustahrec kitaplardan “Buhâri ve Müslim'de böyledir” kaydıyla hadis nakletmek caiz olmaz. Ancak “ahrecâhu bi-lafzihî (Bu hadisi Buhâri ve Müslim kendi kitaplarındaki lafzıyle rivayet etmişlerdir) denilmesi bunun dışındadır. 891
Mustahreclerin hadis rivayet esaslan yönünden çeşitli faydaları vardır. Bunlardan ilki uluvdur. Şöyle ki meselâ es-Sahîhân'dan birinde bulunan bir hadisi kendi isnadıyle rivayet eden mustahric, yukanda nakledilen şarta göre o hadisi musannıftan daha yakın tarîkla nakletmektedir. Bu ise mustahricin isnadının âli olması demektir. Söz gelişi mustahrec musannifi rivayet ettiği hadisi Buhâri tankıyla vermiş olsaydı mustahrecde rivayet ettiği tanka nisbetle nüzul vaki olurdu. Meselâ, Ebu Nu'aym, Buhâri ya da Müslim tarîki ile Abdurrezzak'tan bir hadis rivayet etse ona arada dört ravi ile ulaşabilirdi. Halbuki aynı hadisi et-Taberânî-ed-Deberi tarikından rivayet ettiği takdirde Abdurrezzak'a iki ravi vasıtasıyla ulaşır. Aynı şekilde Müslim tarîkından et-Tayâlisî'nin Müsnedinden bir hadis rivayet etse ona ancak dört ravi ile ulaşabilir ki ikisi kendisi ile Müslim arasındadır. İkisi de Müslim ile şeyhidir. Oysa aynı hadisi İbn Fâris-Yunus b. Hubeyb tarîkıyla ondan rivayet etse ona iki ravi ile ulaşmış olur. 892
Mustahreclerin ikinci faydası bazı hadislerde sahih ziyade görülmesidir. Bu ziyadeler de sahilidir; çünkü es-Sahihân isnadi ile rivayet edilmişlerdir. Bununla birlikte İbn Haceri'l-Askâlani'ye göre bu, mustahricin isnadı ile asıl musannif isnadının birleştiği ravi ve ondan sonrası için geçerlidir. Mustahric ile o ravi arasında bulunan kimseler ise tenkide tabidir; zira mustahricin maksadı daha çok uluvdur. Uluv elde ettiği takdirde maksadı hasıl olmuş demektir. Bu sebeple çok kere isnadda sıhhati dikkate almaz. Bununla birlikte şayet mustahric isnadı ile asıl musannifin isnadının birleştiği raviden öncekilerle de isnad sahih olursa veya mustahric rivayetinde makbul bir ziyade varsa sıhhat hasıl olur; aksi halde mustahricin gayesi zaten sıhhat değildir.
Mustahreclerin bir başka faydası, hadislerin manalarında çatışma söz konusu olduğu takdirde rivayet tarîklarının çoğalmasıyle kuvvet kazanmasıdır. Bu da şöyle olur. Mustahric, sahih sahabînin hadisi rivayet ettiği şeyhi ile birlikte isnada bir veya birkaç ravi katar. Bazan Ebu Avâne'nin yaptığı gibi hadisi istihraç ettikten sonra onu sahabiye kadar ulaşan başka tanklarını sevkeder. Böylece o hadisin değişik tarikları zikredilmiş olur. Hadis de rivayet tariklarının çoğalması ile kuvvet kazanır. Bir hadisin tariklarının çoğalması ise ihtilâfu'l-hadîs konusunda önemli bir tercih sebebidir.
Mustahrecin bir diğer faydası da sahih musannifinin önce mi sonra mı olduğunu açıklamadan ihtilata maruız kalan bir raviden rivayet etmesi halinde görülür. Mustahric ya açıkça veya ihtilata uğramış raviden ihtilattan önce rivayette bulunan biri tankından rivayet et mek suretiyle açıklama yapmış olur.
Sahihte müdellis olan bir raviden an'ane ile rivayet edilen bir hadisin mustahric tarafından semaa delalet eden lafızlarla rivayet edilmeside mustahrecin faydalarındandır. Mustehrecâtın bunlardan başka şu faydalan da vardır. Asıl eser sahibinin “haddesenâ fulan “veya” haddesenâ racul” yahut haddesenâ fulan ve gayruhu, haddesenâ gayru vahid” gibi ibham lafızlarıyla mubhem raviden rivayet etmesi halinde mustahric mübhemin kim olduğunu tayin ederek hadisi mübhemlikten kurtarır. Yine önceki musannifin kim olduğunu açıklayacak bir ifade kullanmadan meselâ Muhammed isimli bir şeyhten rivayeti halinde sonraki mustahric onun kim olduğunu açıklar. Nihayet sahîhandan birinde bir yönden illetli olarak gelen bir hadis mustahrecte illetten salim olarak rivayet edilmiş olur.893
Yukarıda bir nebze bahsedildiği gibi mustahrec eserler daha çok es-Sahihandan biri üzerine tasnif edilmiştir. Buhari üzerine tertib edilen mustahreclerin en meşhurları, Ebu Bekr Ahmed b. İbrahim el-İsmâili el-Curcânî, Ebu Ahmed Muhammed b. Ahmed İbni'l-Huseyn el-Gitrifi, İbn Ebi Zuhl ismiyle meşhur Muhammed İbnu'l Abbas el-Herevî, Ebu-bekr Ahmed b. Musa (İbn Merdeveyh)'in mustahrecleridir.
Müslim üzerine te'lif edilen belli başlı mustahrecler ise şu muhaddislere aittir:
1. Ebubekr Muhammed b. Muhammed el-İsferâ'inî
2. Ebu'1-Fadl Ahmed b. Seleme el-Bezzâr.
3. Ebu Ca'fer Ahmed b. Hemdân el-Hîri.
4. Ebu Avâne Ya'kub b. İshak b. İbrahim el-İsferâini
5. Ebu İmrân Musa İbnu-'l-Abbas el-Cuveynî
6. Ebu Muhammed el-Kâsım b. Esbâğ el-Kurtubî.
7. Ebu Muhammed Ahmed b. Muhammed el-Belâzuri
8. Ebu'l-Velid Hassan b. Muhammed el-Kazvînî
9. Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Yusuf et-Tûsî.
10. Ebu Said Ahmed b. Ebibekr el-Hîri
11. Ebu Hamid Ahmed b. Muhammed el-Herevî
12. Ebubekr Muhammed b. Abdillah el-Cevzakî
Buhâri ve Müslim'in ikisi üzerine ayrı ayrı yapılan mustahrecler ise,
1. Ebu Abdillah Muhammed b. Ya'kub (İbnu'l-Ahrem).
2. Ebu Ali el-Hasen b. Muhammed el-Mâsercisî
3. Ebu Bekr Ahmed b. Hamdan eş-Şirâzî
4. Ebubekr Ahmed b. Muhammed el-Burkanî
5. Ebubekr Ahmed b. Ali (İbn Menceveyh) il'İsbehânî
6. Ebu Nu'aym Ahmed b. Abdillah el-İsbehanî
7. Abd b. Ahmed b. Muhammed (Ebu Zerri'l-Herevî)
8. Ebu Muhammed el-Hasen b. Muhammed (el-Hallâl)
9. Ebu Mes'ud Süleyman b. İbrahim el-Melîhî 894
Bunlardan başka Ebu Abdillah Muhammed b. Abdilmelik el-Kurtubî; Ebu Muhammed Kâsıin b. Esbağ el-Kurtubî ve Ebubekr Ahmed b. Ali (İbn Menceveyh) el-İsbehânî'nin Sünen Ebî Dâvud; Ebu Ali el-Hasen b. Ali et-Tûsî ile İbn Menceveyh'in Sünen Tirmizî üzerine mustahrecleri vardır. Ayrıca Ebu Nu'aym, İbn Huzeyme'nin Kitabu't-Tevhidî üzerine bir mustahrec telif etmiştir. Ebu'1-Fadl el-Irâkî ise el-Hâkimu'n-Nîsâbûri'nin el-Mustedreki üzerine bir mustahrec yazmaya başlamışsa da tamamlayamadan vefat etmiştir. 895
Mustahrecât:
Bk. Mustahrec.
Mustahric:
İstif’al babında istirhacdan ism-i fail olup çıkaran, istihraç eden manasınadır. Hadis Usulünde mustahrec denilen kitapları tasnif eden muhaddis için kullanılan tabirlerdendir.
İstihraç ve mustahrec maddelerinde ayn ayn ele alındığı gibi bir muhaddisin kendisinden önce tasnif edilmiş herhangi bir hadis kitabındaki hadisleri teker teker ele alarak o kitap musannıfmun tarîkından ayrı bir tariktan kendi isnadı ile rivayetine istihraç, bu yolla rivayet edilen hadisleri bir araya toplayan kitaplara mustahrec denilmektedir. Bu duruma göre mustahric böyle rivayette bulunan veya muüstahrec kitabı tasnif ve tertib eden muhaddistir.
Mustalahu'l-Hadîs:
Bk. Hadis Usulü.
Mustedrek:
Sözlükte bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla idrak etmek, hata olan görüşünü düzeltmek manasına gelen istidrakten ism-i meful olan müstedrek bir çeşit hadis kitabına denir. Umumiyetle sıhhat şartlarına uygun oldukları halde ibr muhaddisin kitabına almadığı hadisleri bir araya getiren eserlerdir.
Müstedreklerden en önemlisi Buhâri ve Müslim'in sahihlik şartlanna uyduklan halde sahihlerine almadıkları hadisleri ihtiva eden el-Mustedrek ale's-Sahîhayn kitabıdır. el-Hâkimu'n-Nisâbûrî'nin eseridir.
Mustefîz:
Taşmak, kabarmak manasına “fada” kök fiilinin istif al babından ism-i faili olan müstefiz, daha çok Fıkıh alimleri tarafından meşhur karşılığı olarak kullanılan bir terimdir. Meşhurun muhaddisler arasında en fazla rastlanan tarifi “ikiden fazla tariki olan fakat mütevatır derecesine ulaşmayan hadis” şeklinde olduğuna göre (Bk. Meşhur), bu vasfı taşıyan hadis fakihlere göre mustefizdir. Fakihlerin meşhura müstefiz deyişleri, kelimenin bir kapdan dökülen suyun etrafa yayılması manasından hareketle hadisin tarîklannın gittikçe çoğalmasını ifade etmek için olmalıdır.
Bununla beraber meşhur ile mustefizin ayn olduğu görüşünde olan alimler de vardır. Bunlardan kimine göre meşhur, ilk asırda aslı olup ümmet tarafından kabul edilen sonradan şayi olan hadis, mustefiz ise tevatür derecesine varmaksızın en az üç sahâbî tarafindan naklolunan hadistir. Bu mânâda meşhur ile mustefiz arasında bir yönden umum-husus münasebeti vardır. Her mustefiz meşhur ise de her meşhur mustefiz değildir.
Kimi alimlere göre de mustefiz, isnadının başında ve sonunda sayılan aynı olan raviler tarafından rivayet edilmiş olan hadistir. 896Meselâ üç sahabî tarafından rivayet edilmiş bir hadis, zamanla yine bu sayıda ravi tarafından rivayet edilirse mustefiz olur. Ancak baştan bir kaç sahâbî tarafından rivayet edildikten sonra zamanla rivayet tariklan çoğalan hadis ise meşhurdur. Bu tarife göre ise meşhur, mustefizden daha umumidir.
Mustemlî:
İstif’al babından ismi fail olan müstemli, aslında şeyhten kendisine hadis yazdırmasını isteyen talibe denir. Hadis rivayetine yeni başlamış olan biri tanınmış bir hadis şeyhinin ilim meclisine katılarak ondan hadis yazmaya başlarsa mustemlî sayılır.
Cami ve mescit gibi ibadethanelerde, açık havada veya uygun yerlerde meclisler akdedip bu meclislerde hazır olanlara imla suretiyle hadis rivayet etmek, İslâm tarihinin ilk devirlerinden itibaren görülegelen ilmi faaliyetler arasındadır. Hadis meclislerinde toplanan talebeye hadisleri yazdırarak rivayette bulunmak her devirde büyük ilim merkezlerinden nisbeten küçük yerlere kadar her yerde uygulanmış ve bu usul hadis rivayet metodlarından biri sayılmıştır. Bu meclislere katılıp şeyhin hadislerini yazmak isteyenler talip adıyla bilindiği gibi mustemlî diye de anılır.
Bununla birlikte mustemlî, daha çok hadis meclislerinde yüksekçe bir yere oturarak hadislerini yazdıran şeyhin sesini uzak yerlerde oturanlara duyurmak için tekrar edene denir.
İmlâ maddesinde söz konusu edildiği gibi, hadis meclislerinde bazen binlerce talib toplanırdı. Haliyle şeyhten uzak yerlerde oturanların onun sesini uzaktan işitmeleri imkansızdı. Bu durumda meclisin büyüklüğüne göre belli yerlerde gür sesli bir veya bir kaç kişi bulunur, şeyhin okuduğu yahutta kendisine okunan hadislerin lafızlarını tekrar ederek uzakta bulunanların duymalarını sağlardı. Kısacası günümüzde hoparlörün yaptığı İşi hadis meclisinde kişiler yapar, bunlara müstemli denirdi.
Mustemlî'nin şeyhin okunan hadis lafızlarını uzaktakilere duyurmak maksadıyla tekrar etmesine tebliğ denir.
Müstemlîlik vazifesinin hadis meclislerinin kalabalık oluşu ve şeyhden uzak düşenlerin sözlerini işitmemeleri üzerine ihdas edildiğine şüphe yoktur. Veda haccında Hz. Peygamber (s.a.s)'in Arafatta söylediği hutbenin Hz. Ali tarafından tekrar edilişi benzer tatbikatın Hz. Peygamber (s.a.s) zamanına kadar gittiğini gösterir. Kalabalık meclislerde şeyhin sesinin uzaktakiler tarafından işitilmemesi üzerine hadisleri yazanların duymadıkları yerleri yanındakilere sormaları yüzünden gürültü çıkmasının da mustemlî kullanmakta tesirli olduğu söylenebilir. Rivayete göre Sufyân b. Uyeyne hadis meclisinde Ebu Müslim el-Mustemlî
“Meclis çok kalabalık uzaktakiler işitmiyorlar” deyince
“Sen işitiyorsun değil mi?” diye sormuş o da
“Evet işitiyorum” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Sufyan
“Onlara sen duyur” demiştir. el-A’meş de şöyle demiştir:
“İbrahim en-Neha'î'nin hadis meclislerine devam ederdik. Bazen halka genişlerdi de uzakta olanlar söylediklerini duymazlar, birbirlerine sorarlardı. Sonra da ondan işitmeyip başkasından duydukları sözleri ona nisbet ederek rivayet ederlerdi.” 897
Her iki rivayet hadis meclislerinde kalabalık yüzünden şeyhe uzak düşenlerin onun rivayet ettiği hadislerin lafızlarını işitmemeleri halinde bir tedbir olarak birisinin tekrarladığını açıkça göstermektedir. İbrahim en-Nehaî birinci hicrî asır âlimlerinden olduğuna göre hadis meclislerinde mustemlî kullanmanın erken devirlerde başladığı söylenebilir. Ne var ki kesin tarih sınırı içinde başlangıcını kestirmek imkânsızdır.
Hadis meclislerine gösterilen rağbet şeyhin ilmî mevkii ile şöhretine bağlıdır. Her devirde isim yapmış hadis alimlerinin meclisleri diğerlerine nisbetle fazla kalabalık olmuştur. Bu durum ise meclisin büyüklüğüne göre birkaç mustemlînin birden görev yapmasını zorunlu kılmıştır. Rivayete göre Basra'lı meşhur muhaddis Ebu Müslim İbrahim b. Abdillah el-Kecci (el-Keşşî)'nin meclisinde aynı anda yedi mustemlî vazife yapmıştır.898
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin kaydettiğine göre mustemlî'nin mecliste yüksekçe bir yere veya kürsü üzerine oturması uygun olur. Böyle yüksek bir yer ya da oturacağı kürsü bulamayan ayakta durur. Tebliğ esnasında şeyhin lafızlarım aynen tekrar etmesi iyi olur. Özellikle raviler dirayetli ve rivayet esaslarını iyi bilen kimselerse bu lüzumlu hale gelir. Mustemlînin şeyhin sözlerini aynen tekrar etmemesi halinde isnadların hadis lafızlarına karışması ve yanlış yazılması tehlikesi vardır. Şu olay bunu gösterir: “Hârûnu'd-Dîk el-Basri, Dâvud b. Raşid'in müstemlîsi idi. Davud, Haddesenâ Hammâd b. Hâlid dese bunu kitabına “haddesenâ Hammâd b. Zeyd” diye yazar; istimla anında Hammâd b. Seleme diye okurdu. Sonra evine gider yazdıklarını okumak ister, doğru dürüst okuyamayınca da kalkar karısını döğerdi. Kadın da gelip Davud'a şikayet ederdi. 899
Mustemlînin vazifesi sadece şeyhin okunan hadislerinin sözlerini tekrar ederek mecliste bulunanlara duyurmak değildir. Yine el-Hatîb'in kaydettiğine göre bir hadis âliminin meclisinde mustemî olarak bulunan kimsenin görevleri arasında şu işleri yapmak da vardır:
İmlâya başlamadan Kur'ân okumak; Kur'ân okunduktan sonra cemaatı susturmak; besmele çekmek; hamdele edip Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salât ve selam okumak; daha sonra muhaddise dönüp dua ederken o gün okunacak hadisleri kimlerden rivayet ettiğini sormak,900 Bundan başka Hz. Peygamber (s.a.s)'in ismi her geçtiğinde (Sallallahu aleyhi ve sellem), sahabî ismi geçtiğinde (radiyallahu anh) demek de mustemlînin görevleri arasındadır.
Şeyhin sesini işitmeden mustemlîden duyulan hadisleri şeyhe nisbet ederek rivayet etmenin cevazı konusunda basit de olsa görüş ayrılığı vardır. İbnu's-Salâh’ın işaret ettiğine göre pek çok muhaddis mustemlînin söylediği sözleri mumlî denilen şeyhten rivayet etmeyi caiz görmüşlerdir. Ne var ki müstemlinin tekrar ettiği sözleri işitmeyip yanındakine sorup öğrendikten sonra şeyhe nisbet ederek rivayetin, hadis rivayetinde tesahül olduğunu söyleyerek bu cevaza katılmayanlar vardır. Sufyân b. Uyeyne caiz olduğu; Buhârî şeyhi Ebu Nuaym el-Fadl b. Dukeyn caiz olmadığı görüşünde olanlardandır. Sufyan b. Uyeyne'nin yukarıda nakledilen haberi onun hadis meclisi büyük olduğu takdirde şeyhin sözleri müstemliden işitip ona isnad ederek rivayeti caiz gördüğüne delil addedilmiştir. Rivayete göre el-Fadl b. Dukeyn pratikte el-A’meş, Sufyân gibi muhaddislerden dinlediği hadislerden bir harf, bir isim bile olsa, kulağıyla işitmeyip arkadaşlarından sorarak öğrendiği tek tük kelimeleri şeyhinden değil arkadaşlarından rivayet eder, başka türlü hareketi caiz görmezdi. 901Aynı konuda Halef b. Temim şöyle demiştir: “Sufyan es-Sevrî'den onbin kadar hadis işittim. Rivayet esnasında bazen bazı hadislerin lafızlarını iyice anlamak ister, yanımda oturandan sorardım. Bir gün de Zaide b. Kudâme'ye sordum. Bana “kalbinin hıfzettikleri ile kulağının duyduklarından başkasını sakın rivayet etme” dedi. Ben de hepsini kaldırıp attım.” 902
el-Irâkî ise şeyhin hadislerini mustemlînin sözlerinden rivayet etmenin ötedenberi uygulanageldiğini kaydettik den sonra mustemlînin, şeyhe hadislerini okuyup arzeden kimse hükmünde olduğuna işaret ederek şöyle der: “Ancak bu durumda hadîslerini imlâ ettiren şeyhin, hadislerini okuyan kârinin sesini işitmesi şart olduğu gibi mustemlînin sesini duyması da şarttır. Bu konuda ihtiyata uygun olan, İbn Huzeyme ve diğer bazı alimlerin yaptıklarını yaparak nakledilen hadisin veya kimi lafızlarının müstemlîden işitilmiş olduğunu edâ sırasında “ahberanâ fulânun bi-teblîği fulânin” diyerek açıklanmasıdır.” 903
Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadisde Câbir b. Semure şöyle demiştir:
“...Hz. Peygamber (s.a.s)'i “On iki emir gelir...” derken duydum. Allah Resulü bir şey daha söyledi ama ben onu işitemedim. Hz. Peygamberin burada ne dediğini babam haber verdi ve “hepsi de Kuteyş’tendir” buyurduğunu söyledi” 904Burada da Câbir b. Semure kendisi bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)'in mübarek ağızlarından duydukları sözlerle babası vasıtasıyla işitmiş olduklarının arasını ayırmıştır.
Hadis meclislerinde imlâ sistemi ile hadis rivayetinin gördüğü ilgi nisbetinde müstemlîlik de önem kazanmış ve zamanla bir meslek haline gelmiştir. Rical kitaplarında el-mustemlî nisbesi ile görülen pek çok kişi aynı zamanda bu işi görenlerdir.905 Bunlar yaptıkları işe karşılık ya belirli bir ücret alırlar; ya da şeyhin imlâ ettiği hadislerin yazılı bir nüshasına sahip olurlardı. Bu ikincisi, hadisle meşgul olan müstemlîler için paha biçilmez bir kazanç sayılırdı. 906
Muşebbeh:
Benzetmek anlamında teşbihden ismi mef’ul olan müşebbeh bazı muhaddisler tarafından hasen ve hasene yakın hadisler için kullanılmıştır. Öyle görünüyor ki hasenin sahihe benzemesi ve hüküm yönünden ona denk oluşu bu terimin kullanılmasında esas olmuştur.
es-Suyûtî'ye göre sahihe nisbetle ceyyid ne ise hasene nisbetle müşebbeh de odur. 907
Muşeddid:
Şiddet taraftan manasını veren bir tabir olup cerhte şiddet göstererek ufak bir kusurdan dolayı raviyi cerheden alime denildiği gibi, rivayette işi sıkı tutan ve kolayına kaçmayan şeyhe de denilmiştir.
Aynı manada ve yerde muteşeddid tabiri de kullanılmıştır.
Muşkilu'l-Hadis:
Bk. Muhtelefu'l-Hadîs.
Muştebih:
Kelime olarak şüphelenen manasına geldiği gibi şüpheli, hakkında şüpheye düşülen şey manasına da gelir. Terim olarak genelde yazılışları birbirine benzediği halde tashif sonucu birbirinden farklı oluşan kelimelere denilmiştir. İsimleri bir olduğu halde babalarının isim veya nisbeleri yazılış bakımından aynı, fakat okunuşu farklı olan isimleri konu olarak alan ilme de denilmiştir.
ez-Zehebi'nin el-Muştebih bi'r-Ricâl, Esmâ'ihim ve Ensâbihim isimli eseri ile İbn Haceri’l-Askalânî'nin Tebsîru'l-Muntebih bi-Tahrîri'1-Mutebihi konunun iki mühim kaynağıdır.
Bunun yanısıra bir de Muhammed b. Abdillah ve Abdullah b. Muhammed misâli yazılışları ve okunuşları aynı olmakla birlikte birinin baba ismi diğerinin oğul; birinde oğul ismi diğerinde baba olan muştebih isimler de vardır. Bunlara Muştebih Maklûb adı verilmiştir. (Bk. Mu'telif ve Muhtelif).
Muştebih Maklûb:
Bk. Muştebih.
Mutâba:
Kısaca Mutabiî olan hadîs demektir. İ'tibar ve mutabaat maddelerinde izah etmeye çalıştığımız gibi ferd sanılan bir hadîsin başka tarik ya da tarîklardan rivayet edilip edilmediği hadîs kitaplarından araştırılır. Bu araştırma sonucu rivayetinde tek kalan ravinin şeyhinden veya şeyhin şeyhinden bir başkası tarafından rivayet edildiği açığa çıkarsa ferd zannedilen hadîs artık ferd olmaktan kurtulur. İşte önceden tek rivayet tarîkinin bulunduğu sanılarak ferd kabul edilen bir hadîs, araştırma sonunda başka ravi tarafından rivayet edildiğinin anlaşılmasiyle fertlikten çıkıp tabiî ya da diğer tabiriyle mutâbii olan bir hadîs durumuna gelir ki artık fert değil mutâba veya mutâba'un aleyh adını alır.
Bu iki terim ferd zannedilen hadîsin, mutâbii olan diğer hadîs kimden rivayet edilmişse onun için de kullanılır. Konuya açıklık getirmesi bakımından mutabaat maddesinde de zikredilen şu misal üzerinde duralım.
İmam Şâfi'î Kitâbu'1-Um isimli eserinde Mâlik-Abdullah b. Dînâr-İbn Ömer isnadiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder.
“Ramazan ayı yirmi dokuz (veya otuz) gündür. O halde hilali görmeden önce oruca başlamayın. Hilali görmedikçe iftar (edip bayram) yapmayın. Eğer görüş ufkunuz kaplıysa oruç sayısını otuza tamamlayın,”
İmam Mâlik'ten İmam Şâfi'î'den başka rivayet eden olmadığı zannedilerek fert sayılan bu hadîs itibar sonucu, İmam Şafiî'nin şeyhi İmam-Mâlikten el-Ka'nebî'nin rivayet ettiğinin anlaşılmasiyle ferd olmaktan çıkmıştır. Artık onu ferd olmaktan çıkaran bir başka rivayet olduğundan mutaba veya mutâba'un aleyh durumuna gelmiştir. Aynı zamanda, İmam Şafii'nin ferd zannedilen hadîsini el-Ka'nebî'nin rivayette bulunduğu kişi olan İmam Malik de mutâba veya mutâba'un aleyh sayılabilir.
Mutâba' Aleyh:
Bk. Mutaba.
Mutâba'a Kasıra:
Bk. Mutâbaat-ı Kasıra.
Mutaba'a Nâkısa:
Bk. Mutabaat-ı Kasıra.
Mutâba'at:
Tabi olmak, ardından gitmek, izlemek manası veren tebi'a kök fiilinin mufâ'ale babından masdandır. Terim olarak hadîs usulünde ifade ettiği mana şöyle açıklanabilir. Ra-visi rivayette infirad ettiğinden ferd olduğu sanılan bir hadis, başka tarik veya tarîklardan rivayet edilip edilmediğini anlamak üzere çeşitli hadîs kitaplarından araştırılır. İtibar adı verilen bu araştırma sonunda o hadîsin bir başka ravi tarafından rivayetinde tek kalan ravinin şeyhi veya şeyhinin şeyhinden rivayet edildiği anlaşılırsa mutâba'at hasıl olmuştur. Bu manaya göre mutabaat, şeyhinden rivayetinde tek kalmış sanılan bir raviye bir başka ravinin tabi olarak ya o şeyhten veyahut o şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demek olur. 908Meselâ Hammad b. Seleme, Eyyubu's-Sahtiyânî- İbn Şîrîn, Ebu Hureyre isnadı ile bir hadîs rivayet etmiş olsun. Bu hadîs mütabiî olmayan bir hadîs olarak bilinsin, yani Hanımad b. Seleme'nin Eyyub'dan rivayette tek kaldığı zannedilsin. Zamanla bu hadîsin gerçekten ferd olup olmadığı anlaşılmak üzere itibar denilen araştırma yapılır ve Hammad'dan başka bir ravinin Eyyub'dan veya onun şeyhi İbn Sîrîn'den yahutta İbn Sîrîn'in şeyhi Ebu Hureyre'den rivayet ettiği ortaya çıkarsa Hammad'a mutabâ'at hasıl olmuş bir başka deyişle Eyyub'dan rivayete o ravi de katılmış olur. Eğer mutâba'at rivayetinde tek kaldığı sanılan ravinin şeyhinden rivayette hasıl olursa buna mutâbaat-ı tâmme, şayet şeyhin şeyhinden veya isnadın daha yukarısındaki şeyhlerden birinden rivayetle husule gelirse buna da mutabaat'ı kasıra veya mutâba'at-ı nakısa denir.
“... Ramazan yirmi dokuz gündür. (Ramazan) hilâli(ni) görmedikçe oruca başlamayın. Yine (Şevval) Hilâl(in)i görmedikçe orucu bırak(ıp bayram) yapmayın. Eğer görüş ufkunuz kapalı olursa oruç sayısını otuza tamamlayın.” 909
Bazıları bu hadîsi aynı lafız ve isnadla İmam Mâlik'den Şafii'den başka rivayet eden olmadığını zannederek Şâfî'i'nin rivayetini ferd sanmışlardır. Ne var ki sonradan aynı hadîsi İmam Mâlik'ten Şafi'î'den başka Abdullah b. Mesleme el-Ka'nebi'nin de rivayet ettiği görülmüş ve rivayette infirad ettiği sanılan İmam-Şafifye mutabâ'at hasıl olmuştur.910
Aynı hadîsin Müslim sahihinde Ubeydullah b. Ömer-Nâfi- İbn Ömer isnadiyle; 911İbn Huzeyme'nin Sahihinde ise Asım b. Muhammed Babası Muhammed b. Zeyd, Dedesi Abdullah b. Ömer isnadiyle benzer rivayetleri de varid olmuştur. Fakat bunlar İbn Ömer'den rivayet edildiklerinden mutâbaat-ı kasıra teşkil ederler.
Ferd olduğu sanılan hadîse mutabaatı olan ravinin hadîsi bir başka sahâbîden veya aynı lafızlarla değil de manasiyle rivayet edilmişse o hadîse şahid de denir.
Mutâba'at-ı Kasıra:
Mutâbaat-ı nakısa da denir. Her ikisi de noksan mutabaat manasına gelir. Rivayetinde tek kaldığı sanılan ravinin
şeyhinin şeyhinden veya daha yukarı şeyhlerinden birinden başka ravi tarafından rivayetin sabit olmasıyle hasıl olan mutabaattır. Şöyle ki bir hadîsin ravisinin rivayette tefeddüd ettiğinin zannolunması halinde gerçekten ferd olup olmadığı araştırılır. İ'tibar denilen bu araştırma sonunda aynı hadîsin aynı veya yakın lafızlarla rivayetinde ferd kaldığı sanılan ravinin şeyhinden bir başka ravi tarafından rivayet edildiği ortaya çıkarsa buna mutabaat-ı tamme, eğer şeyhinin şeyhinden veya daha yukarı şeyhlerinden birinden (mesela Sahabî veya tabiînden) rivayet edildiği görülürse buna da mutâbaat-ı kasıra denir.
Bu konuda fazla bilgi ve misal mutabaat maddesinde verilmiştir. Oraya bakılması iyi olur.
Mutâba'at-ı Tâmme:
Tam mutâba'at demektir. Mutabaatın kısımlarından biri olup rivayetinde tek kaldığı sanılan ravinin şeyhinden rivayetle hasıl olmasıdır. Bir başka deyişle ferd olduğu sanılan bir hadîsin araştırma sonucu ravisinin şeyhinden bir diğer ravi tarafından rivayet edilme halidir.
Fazla bilgi ve misal mutabaat maddesinde verilmiştir. Oraya bakılabilir.
Mutâbi:
Tebi'a kök fiilinden mufaale babında ismi faildir ve i'tibar sonunda ferd olduğu sanılan hadîsle aynı veya benzer lafızlarla başka ravi tarafından rivayet edildiği anlaşılan hadîse denir.
Tarifi açıklamak gerekirse, mutabâ'at bahsinde izah edildiği gibi ravisi rivayette tek kaldığı için ferd zannedilen bir hadîs başka tariklardan rivayet edilip edilmediği anlaşılmak üzere cami, müsned, mu'cem, cüz gibi büyüklü küçüklü hadîs kitaplarından araştırılır. Bu araştırmaya i'tibar denir. İ'tibar sonunda o hadîsin rivayetinde tek kaldığı sanılan ravinin şeyhinden veya şeyhinin şeyhinden bir başka ravi tarafından rivayet edildiği tesbit edilirse o bir başka ravinin rivayetine öbür hadîsin mutâbii adı verilir.
Mutabaat başlığında verilen misale göre söylersek Buhârî'nin, İmam Şâfi'î'nin başlangıçta İmam Mâlik'ten rivayette tek kaldığı zannedilen hadîsle aynı isnad ve aynı lafızla Abdullah b. Mesleme el-Ka'nebî tarîkıyla İmam Mâlik'ten rivayet ettiği hadîs İmam Şafii'nin hadîsinin mutâbii'dir.
Mutâbi, ferd zannedilen hadîsi ferd olmaktan çıkardığı gibi isnad sayısını arttığından onu kuvvetlendirmiş olur.
Mutarrahu'l-Hadîs:
Hadisleri matruhdur, kaldırılıp atılmıştır manasına gelen bir tabir olup cerh lafızlarındandır. Cerhin dördüncü derecesini ifade eder.
Cerhin dördüncü derecesini ifade eden lafızlardan biriyle cerhedilen ravinin hadisi, kaide olarak, ne yazılır; ne itibar için dikkate alınır; ne de istişhada yarar addedilir. Hakkında mutarrahu'l-Hadis hükmü verilerek cerhedümiş olan ravinin kendisi metruk, hadisleri merduddur.
Mutarrah:
Bk. Mutarrahu'l- Hadîs.
Mutekaribu’l-Hadîs:
Bk. Mukâribu'ı-Hadîs.
Mu'telif Ve Muhtelif:
Her ikisi de ismi fail veznindedir. İlk kelime ülfet ve imtizacı olan, ikincisi ise ihtilaf eden, farklı ve aykırı demektir.
Hadis Usulünde yazılışları aynı fakat okunuşları ayrı olan isim, lakab ve nisbetlere denir. Bunu konu olarak alan ilme de denildiği olur.
Hadis ravilerinin isim, lakab ve nisbetlerinin doğru olarak bilinmesi rivayet ettikleri hadîsleri hakkında verilen hüküm hatasız olması bakımından son derece önemlidir; çünkü isimleri, lakab veya nisbetleri aynı olan iki raviden biri sika olduğu halde öbürü olmayabilir. Dolayısıyle bunların rivayet ettiği hadîsler hakkında hüküm verilirken isimleri aynı yazıldığı için birinin rivayeti hakkında yanlışlıkla öbürünün rivayetiymişcesine hüküm verilebilir. Kaldı ki ravileri adalet ve zabt yönünden aynı mertebede değildirler. Mecruh ravilerin cerhedilmesine yol açan sebepler de aynı olamaz.
İsimleri veya lakab ya da nisbetleri bir yazılan mecruh ravilerden birisi hafif ve hadîsinin sıhhatine zararı dokunmayan bir sebeple, diğeri ise hadîsini büsbütün redde sebep olan ağır bir ta'nla cerhedilmiş olabilir. Bu durumda da yine yanlışlıkla birisinin rivayet ettiği hadîs hakkında verilecek hüküm öbürünün hadîsi hakkında verilebilir. Bu bakımdan isimleri, lakabları ve nisbetleri yazılış yönünden aynı fakat okunuşu farklı ravileri bilmek hadîs ilminde büyük önem taşır.
Mu'telif ve muhtelif isimler pek çoktur. Hadis alimleri bunların bir bölümünü tesbit ederek kısımlara ayırmışlardır. Bu taksime göre mu'telif ve muhtelif isimler umumi ve es-Sahîhân ile el-Muvattada geçen isimler olmak üzere iki kısımdırlar. İbnu's-Salâh, birinci kısma şu isimleri misal vermiştir:
Böyle yazılan isimlerin hepsi Sellâm okunur. Beş isim bunun dışındadır ve Selâm okunur. Bunlardan birincisi şahabı Abdullah b. Selâm el-İsrâ'ilî'nin babası, ikincisi Buhâri şeyhi Muhammed b. Selâm el-Bikendîdir. Her ne kadar bu İsmi Sellâm olarak okuyanlar olmuşsa da İbnu's-Salâh'a göre doğrusu Selâmdır; çünkü Guncâr'ın Târîhu Buhârâsında Muhammed b. Selâm diye zikrettiği şahıs odur. Tabii Ğuncâr, memleketinin adamını daha iyi bilir. Üçüncüsü, Selâm b. Muhammed b. Nâhidi'l-Makdisî; dördüncüsü Mu'tezile kelamcısı Muhammed b. Abdilvehhâb (Ebu Ali el-Cubbâi)'nin dedesi Selâm; beşincisi de Selâm b. Ebi'I-Hukayk’tır. Bazıları bunlara cahiliye devrinde şarapçılık yapan Selâm, b. Muşkem'i de dahil etmişlerdir. Ancak o Sellâm olarak bilinmektedir.
Bu isimler umumiyetle Umara şeklinde okunur. Ancak bir isim, sahâbî Ubey b. İmâra bunun dışındadır. Bu mu'telif ve muhtelif ismi Ammâra şeklinde okuyanlar da vardır.
Ebu Ali el-Gassânî'nin Takyidu'l-Muhmel isimli kitabında Muhammed b. Vaddâh'tan naklettiğine göre Huzâ'a kabilesinden olanlar Keriz, Abdu Şems kabilesinden olanlar ise Kureyz olarak okunur.
Kureyşli olanlar Hizam, Ensârdan olanlar ise Haram şeklinde okunur, 912el-Irâkî'ye göre İbnu's-Salâh’ın bu ifadesi Hizam şeklinde okunan kimselerin mutlaka Kureyşten, Haram okunanların ise Ensârdan oldukları manasına gelmez. Onun bu ifadesinden maksadı, böyle mu'telif ve muhtelif isimlerin Kureyşlilerce Hizam, Ensar arasında ise Haram şeklinde vaki olduğudur. Kureyş ve Ensar dışındaki kabilelerde her iki şekilde de vakidir. Haram şeklinde en çok Huzaa kabilesinde vaki olmuştur. 913
Bu nisbetlere mensup olanlardan Ayşî olanlar Basralı; Absî olanlar Kufeli; Ansı olanlar ise Şamlıdırlar.
Böyle yazılan bütün künyeler Ebu Ubeyde okunur, ed-Darekutnî “Ebu Abîde künyesi olan kimseyi bilmiyoruz” demiştir.
Fe harfinin sükûnu ile “es-Sefr” üstünü ile “es-Sefer” olarak okunur. Ebu's-Sefer” künyeli bazı isimler vardır.
Bu şekilde yazılan bütün isimler Basralı tarihçi Asel b. Zekvân hariç Isl b. Sufyân gibi “Isl” olarak okunurlar.
(Noktalar dikkate alınmadan) böyle yazılan mu'telif ve muhtelif isimlerin hepsi Assam b. Ali el-Âmini müstesna Ğannâm şeklinde okunur.
Mesrûk İbnu'l-Ecda'ı'n karısı Kamîr bint Amr hariç tutulursa bu şekilde yazılan isimler Kumeyr okunur. Mekkî b. Kumeyr isminde olduğu gibi.
İkisi de sahabî olan Musevver b. Abdilmelik el-Yerbû'î ve Musevver b. Yezîd el-Mâlikî dışında böyle yazılan diğer isimler Misverdir.
İbnu's-Salâh'a göre isim olarak değil sıfat olarak kendisine Hammâl denilen kişiler arasında Musa b. Harun'un babası Hârûn b. Abdillah el-Hammâl'dan başkası yoktur. Hârûn, bezci idi. Zühd hayatına başlayınca hammallık yapmaya başladı. Lakabı el-Cemmâl olarak okunanlar arasında Muhammed b. Mihrân el-Cemmâl vardır ki Buhâri ve Müslim ravilerindendir.
İbnu's-Salâh bu arada mu'telif ve muhtelif isimler arasında okuyanın nasıl okursa okusun hatadan emin olacağı isimler de olduğunu söyler. Buna misal olarak da nisbetini zikreder. Verdiği misal her üç vasıfla da meşhur olan İsâ b. Ebî İsa'dır. İsa, önceleri terzilik yaparken el-Hayyât nisbesi ile meşhur olmuştur. Daha sonra bu mesleği bırakmış, buğday ticareti ile meşgul olmuş, bu sebepten el-Hannât vasfiyle tanınmıştır. Daha sonra da bu mesleği terk ederek deve yemi satıcılığı yaptığından bu sefer de kendisine el-Habbât denilmiştir. ed-Darekutnî'nin naklettiğine göre Müslim el-Habbât da da her üç vasıfla meşhurdur.
Şu isimler de mu'telif ve muhtelifin ikinci kısmı olan isim, lakab veya künyelerden es-Sahihân ve el-Muvatta'da, yahutta bu üç kitapdan yalnızca birinde bulunanlardan birkaçının misalidir:
Ebu Ali el-Gassanî'nin Takyîdul-Muhmel kitabında naklettiğine göre Buhârî şeyhi Bundâr'ın babası Beşşâr “şm” ile okunur. Sadece es-Sahihân'da bulunan ve isimleri bu şekilde yazılanların hepsi Yesâr'dır.
es-Sahihân ve el-Muvattada bulunan böyle yazılı bütün isimler Bişr okunur. Sadece şu dört isim Busr'dür: Abdullah b. Busr el-Mâzeni, Busr b. Said, Busr b. Ubeydillah el-Hadramî, Busr b. Mihcen ed Dîlî. İbn Mihcen'in isminin Bişr olduğu söylenmişse de İmam Malik ve pek çok alim Busr olduğuna kaildirler.
Bu yazılıştaki isimlerin hepsi Buşeyr b. Ka'b el -Âdevi ve Buşeyr b. Ye-sar el-Hârisî hariç, Beşîr okunur. Aynı şekilde yazılan iki isim daha vardır ki onlar, Yuseyr b. Amr ve Kutn b. Nuseyr misallerinde olduğu gibi Yuseyr ve Nuseyr okunabilirler.
Üç isim müstesna bu şekilde yazılanların hepsi de Yeziddir: Bureyd b. Abdillah b. Ebî Burde, Muhammed b. Ar'ara b. Birind ve Ali b. Haşim b. Berid.
Bu hatla yazılan isimler umumiyetle el-Berâ okunur. Ebu Ma'şer Yusuf b. Yezid el-Berrâ, Ebu'l-Aliye Ziyâd b. Firûz el-Berrâ bunun dışındadır914; Çünkü bu ikisi ağaç yontmakla meşgul olanlardı. Yusuf b. Yezid Attar idi. Güzel kokulu ağaç kabuklarını, Ziyâd ise mızrak yapmak üzere sağlam ağaç dallarını yontmayı meslek edinmişlerdi.915
es- Sahihân ve el-Muvatta da mevcut bu şekilde yazılan mu'telif ve muhtelif isimlerin hepsi Harisedir. Câriye b. Kudâme bunun dışındadır.
Hariz b. Osman es-Rahabî ve Ebu Harîz Abdullah İbni'l-Huseyn dışında böyle yazılan isimlerin hepsi Cerîr okunur.
Böyle yazılan isimlerin hepsi hı harfinin esresi ile Hırâş okunur. Noktasız ha nın kesre harekesi ile Hiraş bundan müstesnadır.
Ebu Hasın Osman b. Âsim el-Esedî hariç tutulursa bu şekilde yazılan isimler umumiyetle Husayndır.
Bu şekilde yazılan isimler genelde noktasız ha ile Hâzim dir. Ancak, noktalı hı ile Ebu Muaviye Muhammed b. Hazım ed-Darir bundan müstesnadır.
Böyle yazılan isimlerin büyük çoğunluğu Hayyân okunur. Ancak Habbân b. Munkiz, Vâsinin babası Habbân, Muhammed b. Yahyanın ve Habbân b. Vâsi'nin dedeleri Habbân bunun haricindedir. Bu mu'telif isim Hibbân b. Atıyye isminde olduğu gibi ha harfinin esresi ile de okunur.
Bu şekilde yazılan isimler genelde Habîb okunur. Ancak Hubeyb b. Adî, Hubeyb b. Abdirrahman hı harfinin ötresiyle de okunur.
Hukeym b. Abdullah b. Zureyk hariç hepsi Hakîm okunur.
Bu şekilde yazılanların hepsi Rabâh okunur. Ne var ki Ziyâd b. Riyâh misalinde olduğu gibi Riyâh okunanları da vardır.
es-Sahihânda Zubeyd İbni'l-Hâris el-Yâmî'den el-Muvatta da ise Zuyeyd İbnu's-Salt'dan başka böyle mu'telif isim yoktur.
Selim b. Hayyân hariç bu hatla yazılan isimlerin hepsi Suleymdir.
Selm b. Zerir, Selm b. Kuteybe ve Selm b. Ebi'z-Zeyyâl isimleri hariç böyle yazılan isimlerin hepsi Salim okunur.
Sureye b. Yunus, Sureye İbnu'n-Nu’mân ve Ahmed b. Ebu Sureye. Bu üç isim cim harfi ve sinin ötresiyle, bunların dışındakiler ise Şureyh olarak okunurlar.
Amr b. Selime el-Cermî ismi ile Ensâr'dan bir kabile olan Benû Selime isminden başka bütün isimler Seleme okunur.
Böyle yazılan isimler, Abîdetu's-Selmânî, Abîde b. Humeyd, Abîde b. Sufyân ve Âmir b. Abîde el-Bâhilî olmak üzere dört isim hariç genelde Ubeyde okunur. Bu ismin sonunda te'nis tâ'sı olmaksızın Ubeyd ve Abîd şeklinde okunuşu da vardır. Aynı şekilde Ubâde ve Abâde isimleri de bu gruba girer.
Amir b. Abede ve Becâle b. Abede hariç tutulursa hepsi Abde okunur.
Kays b. Ubâd el-Kaysî müstesna genelde Abbâd dır.
Genelde Akîl okunur. Ancak Ukayl b. Hâlid el-İlî isminde ve Benu Ukayl kabilesinin isminde Ukayl şeklindedir.
Böyle yazılan mu'telif isimlerin hepsi kaf harfi ile Vâkid olarak okunur. Şu var ki fe ile Vâfid okunan isimler de vardır. Vâfid b. Selâme gibi.
Ravilerin nisbetlerinde de mu'telif ve muhtelif olanlarına rastlanır. İbnu's-Salâh bunlara da şu misalleri vermiştir:
Bu nisbe umumiyetle el-Eylî ise de bazen el-Ubullî nisbesi ile bilinenler de vardır. Meselâ Müslim'in Sahihinde hayli hadîs rivayet ettiği şeyhi Şeybân b. Ferrûh, Ubullî nisbesi ile tanınır.
Bu nisbetle bilinen pek çok ravi vardır. Hepsi de Basra'ya nisbet edilmiştir. Ancak Mâlik b. Evs İbni',1-Hadesân en-Nasrî ve Abdulvahid b. Abdillah en-Nasrî bunun dışındadır. Bunlar en-Nasrîî nisbesi ile meşhurdurlar.
es-Sahihân da Halef b. Hişâm el-Bezzâr ve el-Hasenu'bnu's-Sabbâh el-Bezzâr dan başka el-Bezzâr nisbesi ile tanınan ravi bilinmiyor. Bununla birlikte bu iki eserde hadîsleri mevcut Muhammed İbnu's-Sabbâh el-Bezzâz gibi pek çok râvi el-Bezzâz nisbesi ile bilinir.
Böyle yazılan mu'telif nisbetlerin hepsi es-Sevrî dir. Ancak Ebu Ya'lâ Muhammed İbnu's-Salt et-Tevvezî gibi bir İran Şehri olan Tevveze nisbet edilenler de vardır.
Said el-Cureyrî, Abbâs el-Cureyrî nisbetlerinde olduğu gibi bu hatla yazılan nisbelerin hepsi el-Cureyrî dir. Ancak Buhâri şeyhi Yahya b. Bişr gibi el-Harirî nisbesiyle bilinenler de vardır. Bununla birlikte aynı nisbe cim harfinin üstünü ile el-Cerîrî şeklinde de okunur. Yahya b. Eyyûb el-Cerîrî buna misaldir.
Böyle yazılan bir nisbe ile zikredilen râvi Ensârdan biri ise Benû Selime kabilesine mensup biridir. Câbir b. Abdillah es Selimi gibi. Şu var ki Arap filologları en-Nemeri ve es-Sadefi misallerinde olduğu gibi kesre ile de okurlar. Hadiscilerin çoğu sinin esresi ile es-Selimi derler. Ravi Benû Suleyme mensub biri ise o zaman nisbesi es-Sulemî'dir. 916
İbnu's-Salâh'ın verdiği bu misaller el-mu'telif ve'1-muhtelif isim, lakab ve nis-betlerin en meşhur ve en çok rastlananlarıdır. Tabiatiyle daha başkaları da vardır.
el-Mu'telif ve'1-Muhtelif konusunda tertip edilen kitapların en meşhur birkaçı şunlardır:
1. Muştebihu'1-Esmâ: Abdulğanî b. Said.
2. Muştebihu'n-Neseb: Abdulğanî b. Said.
3. el-İkmâl: (İbn Mâkûlâ)
4. el-Muhtelif ve'1-Mu'telif: et-Taberâni.
5. el-Muhtelif ve'1-Mu'telif: Ali b. Osman (İbnu't-Turkmâni).
6. el-Mu'telif ve'1-Muhtelif: Ebu Sa'd el-Mâhiri. 917
Mutesâhil:
Kolaylık taraftarı, işin kolayına kaçan anlamını veren bu kelime, muşeddid veya muteşeddidin aksine, ravilerin cerhi konusunda aşırılığa kaçmayan alime denilmiştir. Aynı kelime, rivayette işi gevşek tutanlar için de kullanılmıştır.
Muteşâbîh:
Benzemek manasına gelen “şebihe” kök fiilinin tefa'ul babından masdan olan müteşabih hadîs ilminde mu'telif ve muhtelif ile müttefik ve mufterik ikisinin birleşmesinden meydana gelir. Daha ziyade iki ayrı şahsın isim veya neseblerinin yazılış yönünden aynı, okunuş yönünden ayrı veya aksine şahıs isimlerinin ayn, baba isimleri aynı olmasıdır.
İbnu's-Salâh bu kısma muteşâbih dememekle birlikte bu tarifi biraz daha geniş olarak vermiştir. Ona göre iki veya daha fazla şahsın isimleri veya meşhur oldukları künyeleri aynı, nesebi veya nis-beti yazılış yönünden aynı fakat lafız ve okunuş cihetinden farklı olur. İsimleri mu'telif ve muhtelif isim veya künyeleri ya da nesebleri aynı olmak suretiyle aksi de olabilir. Böylece bu konu el-Mu'telif ve'1-muhtelife katılır.
Muteşâbihin ilk kısmına Musa b. Ali ile Musa b. Uley isimleri misal verilebilir.
İsimleri ve baba isimleri aynı olduğu halde nisbetleri aynı yazılan ancak değişik okunanlara da Muhammed b. Abdillah el-Muharrimî ile Muhammed b. Abdillah el-Mahremî misal teşkil eder. Bunlardan birincisi Bağdatta bulunan bir mahalle olan ve noktalı “hı” ile yazılan Muharrime, diğeri ise Mahreme b. Nevfele nisbetle Mahremi nisbeti almıştır. İmam Şafiî'den rivayetleri vardır.
Künyeleri müttefik, nisbetleri mu'telif ve muhtelif olanlara ise Ebu Amr eş-Şeybâni ile Ebu Amr es-Seybâni misal verilebilir. Her ikisi de tabiî olan bu iki zattan ilkinin ismi Sa'd b. İyas'dır. İkincisi ise Yahya b. Ebi Amr es-Seybâni'nin babası Zur'a dır.
Aksine baba isimleri müttefik, şahsın kendi ismi mu'telif yani aynı yazıldığı halde değişik okunanlara misal olarak da Amr b. Zur'âre ve Ömer b. Zurâre misalleri verilebilir. İlk isimde bir hayli şahıs vardır. Müslim şeyhi Ebu Muhammed, en-Nisâbûrî bunlardandır. İkincisi ise el-Hadesî olarak tanınır.
Ubeydullah b. Ebî Abdillah ile Abdillah b. Ebî Abdillah isimleri de öyledir. Bu iki şahıstan birincisi Ebu Hureyre'den rivayetleri olan el-Eğar'ın oğludur. İkinci isimde bir kaç kişi daha vardır. Abdullah b. Ebî Abdullahi'l-Mukrî bunlardandır.
Hayyân el-Esedî ile Hanân el-Esedî de aynı kısımda yer alan müteşabih isimlerindendir. Bu iki şahıstan birincisi Ammâr b. Yâsir'den rivayetleri olan Tabiî Hayyân b. Husayn, ikincisi ise Buhâri şeyhi Museddid'in babası Muserhed'in amcasıdır. 918
İbnu's-Salâh bunlardan başka isim ve nesebe yönünden müteşabih oldukları halde kendi isimleriyle babalarının isimleri arasında takdim tehir yüzünden isimleri farklı olan kişilere de şu misalleri verir:
Yezid İbnu'l-Esved, el-Esved b. Yezid. Yezid İbnu'l-Esved sahâbi olup Hu-zaahdır. Bir de Yezîd İbnu'l-Esved el-Curesî vardır ki cahiliye devrini idrak etmiş; müslüman olduktan sonra Şam'da yerleşmiştir. Faziletli bir kişi olarak zikredilir. Öyle ki, Muaviye yağmur duasına yollamıştır. Dua üzerine derhal yağmur yağmış halk evlerine gidememiştir.
el-Velid b. Müslim ile Müslim İbnu'l-Velid de aynı şekilde müteşabih olan isimlerdendir. İlk isimde olanlardan Basralı Tabiî el-Velid b. Müslim vardır. el-Velid b. Müslim ismindeki şahıslardan biri Evzaf den rivayet eden meşhur el-Velid b. Müslim ed-Dimeşkî dir. 919
Maklub olan muteşabih isimler konusunda da kitaplar telif edilmiştir, el-Hatibul-Bağdâdî'nin Râfi'u'l-İrtiyâb fi'l-Maklûb mine'1-Esmâ ve'1-Ensâbı en meşhurudur.
Mutkin:
Bir işi sağlam yapmak manasında itkandan ismi fa'ildir.
Hadis Usulünde adalet ve zabt vasıflarını haiz olmakla beraber gerek hadîs tahammülünde gerekse rivayetinde az da olsa gafletten uzak, rivayet şartlarına büyük bir dikkat ve itina ile rivayet eden, işinin ehli, titiz ve böyle olduğu için itkan sahibi olduğunu belirtmekte kullanılan tabirlerdendir.
Mutkin vasfıyla nitelenen muhaddisler hadîs ilminin erbabı ve o ilimde belli bir yüksek mevkiye gelmiş kimselerdir.
Mutkin tabiri bir de ta'dil lafzı olarak kullanılır. İbn Ebî Hâtim'in tertibine göre tadilin birinci, Zehebî'nin tertibinde ikinci, İbn Haceri'l Askâlânî'nin tertibinde ise üçüncü derece ta'dile delalet eder.
Tadilin İbn Hacer'in tertibi esas olmak üzere en kuvvetlisinden itibaren ilk üç mertebesindeki lafızlarla adaletine hükmedilen ravilere pek ziyade güvenilir. Başka suretle hataları açığa çıkmadıkça - ki o da pek nadir vaki olur- rivayetleri dînî konularda gönül rahatlığı ile hüccet kabul edilir.
Muttasıl:
Kelime olarak ulaştırmak, eklemek manasına gelen “vasele” kök fiilinin iftial babında ism-i faili olan muttasıl, herbiri kendinden önceki ravi ile görüşüp ondan bizzat işiterek veya başka hadîs rivayet usulleriyle almak suretiyle rivayette bulunan ravilerden meydana gelen isnada denir. Böyle birbirleriyle bizzat görüşerek hadîs rivayet etmiş bulunan ravilerden meydana gelen isnadla rivayet edilen hadîse dendiği de olur.
Senedi teşkil eden ravilerden herbirinin hadîs rivayet ettiği şeyhiyle görüşerek ondan bizzat işitmek veya diğer hadîs rivayet usullerinden biriyle almak suretiyle rivayette bulunması isnadın kesiksiz olması demektir. İsnadın böyle kesiksiz olmasına ittisal denir. İttisalle hadîsin sıhhatine tesir eden sıhhat şartlarından biri gerçekleşmiş olmaktadır. Muttasıla mevsul diyenler de vardır.
Muttefekun Aleyh:
“Sözlük bakımından “üzerine birleşilmiş olan şey” manasına bir tabirdir. Buhâri ile Müslim'in her ikisinin ittifakla sahih kabul ederek sahihlerine aldıkları hadîslere denir.
Buhârî ile Müslim'in sahihleri, İslâm âlimlerinin tamamına yakın büyük çoğunluğu tarafından Kur'ân-ı Kerim'den sonra en sahih kitap olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan her ikisinde birden yeralan hadîsler sahihin en yüksek derecesini teşkil ederler.
Bununla birlikte muttefekun aleyh tabiri, az da olsa, hadîs alimlerinin sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadîs manasına da kullanılmıştır. Nitekim İbnu's-Salâh'a göre sahih hadîsler muttefekun aleyh ve muhtelefun fihi olarak iki kısma ayrılır. 920İlki sıhhatinde görüş birliğine varılan; ikincisi ise ihtilaf edilen hadîslerdir. Ancak, kaydetmek gerekir ki, bir hadîs hakkında muttefekun aleyh denildiğinde ilk manasına alınır ve Buhârî ile Müslim'in kitaplarında ittifakla naklettikleri sahihin ilk mertebesindeki hadîsler kasdedilmiş olur.
İbnu'l-Cevzi'nin kaydettiğine göre muttefekun aleyh hadîsler 2317 tanedir. 921Bunları bir araya toplayan iki kıymetli eser vardır. Bunlardan birincisi, Muhammed Habibullah eş-Şinkitî'nin Zâ'du'l-Muslim fime'ttefeka Aleyhi'l-Buhârî ve Muslimi: diğeri, Muhammed Fuad Abdulbâki'nin el-Lu'lu'u ve'1-Mercân fi me'ttefeka Aleyhi'ş-Şeyhân isimli eseridir. Sonuncusu Türkçeye de çevrilmiştir.
Muttehem:
İtham edilmiş manasınadır ve yalanla itham edilmiş olmayı ifade eder. ez-Zehebî'nin tasnifinde ikinci derecede cerhe delâlet eden lafızlar arasında yer alır. 922Hüküm açısından o mertebedeki öteki lafızlar gibidir.
Muttehem Bi'l-Kezib:
Yalan söylemekle itham edilen manasına cerh lafzıdır. Cerhin beşinci derecesine delâlet eder. Bu mertebede bulunan lafızlardan biriyle cerhedilmiş olan râvi ağır cerhe uğramış demektir. Bu yüzden metruk addedilir. Hadisleri yazılmaz. İ'tibar için dikkate alınmaz. İstişhada yarayışlı sayılmaz.
Muttehem Bi'l-Vad’:
Cerh lafızlarından olan bu tabir hadîs uydurmakla itham edilen manasınadır. Cerhin beşinci derecesine delalet eder. Hakkında muttehemun bi'l-vaz' denilerek cerh hükmü verilen râvi hadîs uydurmak gibi ağır bir ithama ma'ruz kalmış demektir. Kendisi terk edileceği gibi hadîsleri de yazılmaz. İ'tibar için dahi dikkate alınmaz. İstişhada yarayışlı sayılmaz. Kısacası hadîs uydurma ithamı ile cerhedilen ravi her yönden terk edilmiştir. Hadisleri de merduddur.
Muttefekun Alâ Terkihî:
“Terkinde ittifak vardır” manasına gelen cerh lafzıdır. Cerhin beşinci mertebesine delalet eder. Bu mertebede bulunan lafızlardan biriyle cerhedilen râvi ağır cerhe uğramıştır. Bu itibarla metruk addedilir. Hadisleri yazılmaz. İ'tibar için dikkate alınmaz. İstişhâde yarayışlı da sayılmaz.
Müttefik Ve Mufterik:
İsim künye ve nisbeleri yazılış ve okunuş bakımından aynı olup da kendileri ayrı olan raviler Hadîs Usulü ilminde bu başlık altında incelenirler. Bu bahis mu'telif ve muhtelif den farklıdır. O bahiste hat yönünden aynı yazıldığı halde okunuşu farklı isimler, lakablar, künyeler ve nisbetler ele alınır. Müttefik ve mufterik konusunun aslı ise isimleri, yerine göre baba isimleri aynı yazılıp okunduğu halde kendileri başka başka kimseler olan raviler konusunu ele alır.
İbnu's-Salâh'a göre müttefik ve mufterik konusu Usulü Fıkıhtaki müşterek gibidir. Birkaç kısma ayrılır. Bunlardan birincisi kendi isimleri ile babalarının isimleri aynı olanlardır. el-Halil b. Ahmed ismi buna misaldir; zira bu isimde altı kişi vardır. İlki Kitabu'1-Arûz sahibi Basralı Nahivci Halil b. Ahmed'dir. rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s)'in Ahmed ismini ilk defa o almıştır. İkincisi Ebu Bişr el-Muzenî'dir ki onun ismi de Halil b. Ahmed'dir. Üçüncüsü İsfahanlı Halil b. Ahmed'dir ki el-Abbâsu'1-Anberî ve diğer bazı raviler kendisinden hadîs almışlardır. Dördüncüsü Hanefî fakihle-rinden Kadı Ebu Saîdi's-Siczî'dir. İbn Hu-zeyme ve el-Beğâvî'den rivayeti vardır. Beşincisi ise Kadı Ebu Saidi'l-Bustî olup yukarıda adı geçen el-Halilu's-Siczî'den rivayeti vardır. Ahmed İbnu'l-Muzaffer el-Bekrî tarikıyla İbn Ebî Hayseme'nin tarîkini rivayet etmiştir. Altıncısı ise yine Ebu saidi'l-Bustî künyesiyle tanınan el-Halil b. Ahmed'dir. Bu zat Şafii olup birkaç ilimde behresi olan fazıl biridir. Endülüs'e giderek orada hadîs okutmuştur.
Müttefik ve mufterik isimlerin ikinci kısmını kendi isimleri, baba isimleri, dede isimleri bir olanlar teşkil eder. Ahmed b. Ca'fer b. Hamdan ismi gibi. Bu isimde hepsi de aynı asırda yaşamış dört şahıs vardır. Birincisi Bağdatlı Ebu-bekr'dir. Abdullah b. Ahmed b. Han-bel'den rivayet etmiştir. İkincisi es-Sakati'dir. Onun künyesi de Ebubekr olup Abdullah b. Ahmed b. İbrahim ed-Devrakî'den rivayette bulunmuştur. Üçüncüsü Dîneverî'dir. Abdullah b. Muhammed b. Sinan'dan rivayet etmiştir. Dördüncüsü ise Tarsûsî'dir. Abdullah b. Câbiri't-Tarsûsî'den Muhammed b. İsa't-Tabba’ın tarihini rivayet etmiştir.
Aynı şekilde Muhammed b. Yakub b. Yusuf en-Nîsâbûri isminde iki kişi vardır. İkisi de aynı asırda yaşamıştır. el-Hâkim ikisinden de rivayette bulunmuştur. Bunlardan birincisi ebu'l-Abbâsi'l-Esam’dır. İkincisi ise Ebu Abdillah eş-Şeybanî olup hadîs hafızı olarak bilinir.
Müttefik ve mufterik'in üçüncü kısmını künye ve nisbeti aynı olanlar oluştururlar. Misal olarak Ebu İmran el-Cevnî'yi verebiliriz. Bu künye ve nisbette iki kişi meşhurdur. Birisi tabii Abdulmelik b. Habîb, birisi de Musa b. Sehl'dir. Musa Basralı olup Da'lec b. Ahmed ve başkalarından hadîs rivayet etmiştir.
Bu kısma yakın bir misal de Ebu Bekr b. Ayyaş'dır. Bu künye ile bilinen üç kişi vardır. Birisi el-Karî, diğeri el-Himsî, üçüncüsü ise Kitâbu Garibî'l-Hadîs müellifi es-Sulemî el-Bâcuddâî’dir,
Dördüncü kısım, üçüncünün aksine kendi isimleri ile babalarının künyeleri müttefik olanlardır. Salih b. Ebî Salih gibi. Bu isimde dört kişi vardır. Hapsi de tabiî'dir. Birincisi Tev'eme bint Nureyye b. Halefin kölesi Salih; ikincisi babası Ebu Salih Zekvân es-Semmân; üçüncüsü Salih b. Ebî Salih'tir.
Beşinci kısım: İsimleri, baba isimleri ve nisbetleri aynı olanlardır. Muhammed b. Abdillahi'l-Ensâri gibi ki bu isimde birbirine yakın tabakadan iki kişi vardır. Birincisi Kadı Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Ensâri'dir. İkincisinin künyesi Ebu Seleme olup hadîste zayıftır.
Altıncı kısım: Sadece isimleri veya künyeleri iltifak edenlerdir. Böyle müttefik isimler pek çoktur. Bu kısımda sadece isim veya künye benzerliği söz konusu olduğundan isimleri veya künyeleri aynı olan ravilerin kim olduklarının tesbiti çok kere müşkilat doğurur. Fakat hadîs ravilerinin hal tercümelerini iyi bilen alimler bu müşkülü halletmişlerdir. Söz gelimi Arim'in ve Süleyman b. Harbin “Haddesenâ Hammâd” demeleri halinde bu Hammad, Hammad b. Zeyd'dir. et-Tebûzekî ve el-Haccâc b. Minhal'in “Haddesenâ Hammâd” demeleri halinde ise kasdettikleri Hammâd b. Seleme'dir. Affan b. Müslim'in “Haddesenâ Hammâd” dediğinde kasdettiği iki Hammad'dan biri olabilir. Bununla beraber Muhammed b. Yahya'z-Zuhli'den rivayete göre o, “Haddesenâ Hammâd” dediğinde Hammâd b. Seleme'yi kasdeder. Yine rivayet edildiğine göre Seleme b. Süleyman bir gün hadîs rivayet ederken “Ahberanâ Abdullah” demiştir. “Kimin oğlu Abdullah?” diye sorulduğunda şöyle demiştir. “Subhanallah! Size her hadîsi rivayet ederken Haddesenâ Abdullah İbnu'l-Mubârek, Ebu Abdurrahman el-Hanzalî; Evi de Mekke'de Suğd sokağında” dememi mi istiyorsunuz? Şunu iyi bilin ki Mekke'de “Haddesenâ Abdullah” denilirse bu Abdullah İbnu'z-Zubeyr'dir. Medine'de “Abdullah “ denildiğinde de Abdullah b. Ömer kasdedilir. Kufe'de “Abdullah” denilmesi halinde kasdedilen Abdullah b. Mes'ud'dur. Basra'da “Abdullah” denilirse maksad Abdullah b. Abbas'Ur. Ebu Ya'lâ'l-Halîlî de şöyle demiştir. “Mısırlı bir ravi nisbet etmeden “an Abdillah” dediğinde kasdettiği Abdullah b. Amr İbni'l-Abbas'dır.” Mekkeli biri isnadında “an Abdillah” derse maksadı Abdullah b. Abbas'ür.
Müttefik ve mufterik'in yedinci kısmı sadece nisbette müttefik ve müşterek olanlardır. Meselâ Âmûlî nisbeti hem Taberistan yöresinde bulunan Âmule, hem de Ceyhun taraflarındaki Âmûle mensup alimler için kullanılır. Hadis ravilerinin çoğu Taberistan yöresindeki Âmûle mensup oldukları halde Buharı şeyhlerinden Abdullah b. Hammâd el-Âmûlî Ceyhun Âmûlüne mensuptur. Dolayısiyle iki Mağribli alim, Ebu Ali elĞassânî ile Kadî İyad’ın, Abdullah b. Hammâd'ın Taberistan Âmûlüne mensup olduğunu söylemeleri yanlıştır.
el-Hanefî nisbesi de öyledir. Hem Benu Hanîfe kabilesine mensup olanlar, hem de Ebu Hanîfe'nin mezhebine mensup kişiler için kullanılır. Bununla birlikte alimlerin çoğu, bilhassa kimi hadîsciler Hanefî mezhebine mensup olanları ayırmak için el-Hanifî nisbesini kullanmışlardır.
Müttefik ve mufterik isimlerden bilhassa sadece isimleri aynı olanların kim oldukları çok kere isnadlarında açıklanmıştır. Bazen ravinin ve şeyhinin hallerinden belli olur; bazen de zanna dayanarak açıklanır. Nitekim el-Kasımu'1-Mutarriz bir gün “An Ebî Hemmâm ve ğayrihi -ani'l-Velîd b. Müslim - an Sufyân” isnadıyle bir hadîs rivayet eder. Hafız Ebu Tâlib b. Nasr
“İsnaddaki Sufyân kimdir?” diye sorunca
“Sufyanu's-Sevrî” cevabını verir. Ebu Tâlib
“Hayır, bu isnaddaki Sufyân b. Uyeynedir” diye itiraz eder. el-Mutarriz
“Nereden biliyorsun İbn Uyeyne olduğunu?” deyince de şöyle der:
“Çünkü el-Velîd b. Müslim'in Sufyanu's-Sevri'den rivayet ettiği hadîsler sayılıdır. Oysa el-Velid, İbn Uyeyne'nin hadîsleriyle doludur.” 923
el-Muttefik ve'1-Mufterik konusunda en önemli kitap el-Haübu'l-Bağdadî'ye aittir ve el Müttefik ve'1-Mufterik adını taşır. Konusunda en nefis eser odur. Hafız İbn Hacer bu kitabı kısaltmak istemiş ancak çalışması sonuçlanmamıştır. Ebu Abdillah Muhammed İbni'n-Neccâri'l-Bağdadî'nin ve Ebubekr el-Cevzakî'nin kitapları da anılmaya değer eserlerdir.924
Muvâfakat:
Sözlükte bir nesneyi bir nesneye uydurmak ve bir kimseye rastgelmek demektir. Hadis terimi olarak uluvvu nisbînin kısımlarından biridir. Bir hadîs kitabındaki hadîslerden birini, kitaptaki isnaddan başka bir isnadla müellifin şeyhi ile buluşmak üzere daha az sayıdaki raviden oluşan isnadla rivayet etmeye denir. Böyle bir rivayette müellifin şeyhine âlî isnadla ulaşmakla uluvv hasıl olur. Müellife de muvafakat edilmiş demektir. Bir diğer ifadeyle bir kitapta bulunan bir hadîsi bir başka muhaddis, müellifinin şeyhinden rivayet etmekle ona muvafakat etmiş sayılır.
Meselâ Buharî'nin en âlî isnadı olan sülâsî, isnadıyla rivayet “Ya Enes (b. Nadr), Kısas Allah'ın farz kıldığı bir hükümdür” 925hadîsini bir ravi Buhârî'ye varan tariktan başka bir tarikla Cuz'u'l-Ensâr kitabının tankından rivayet etmiş olsa Buhari ile muvafakat hasıl olur. 926
Burada işaret etmek yerinde olur ki uluvv-u nisbinin kısımlanndan sadece muvafakat ile ibdalde uluvv yani daha az sayıda ravi ile rivayet kaydı vardır. Bu İbnu's-Salah, ona tabi olarak en-Nevevîi, el-Irakî ve es-Suyûti’nin tarifleridir. Nitekim İbnu's-Salâh, “İsnadda uluvv olmazsa bunlara muvafakat veya ibdâl denmez. Gerçi isnad âli olmazsa da yine muvafakat ve ibdal bulunur. Fakat o takdirde de bunlara iltifat edilmeyeceğinden o isimler verilmez” der. 927Bununla birlikte ez-Zehebî ile diğer bazı usûl alimleri isnadda uluvv olmaksızın muvafakat ve bedel tabirlerini kullanmışlar ve isnad âli olduğu takdirde muvafakat -i âliye veya bedel-i âlî demişlerdir. Hatta ez-Zehebî'nin yerine göre “vâfaknâhu bi-nuzûlin” (Bu kitaba nüzul ile muvafakat etmiş olduk) tabirini kullanmıştır. Demek oluyor ki diğer alimler muvafakati isnadın âli olmasıyle sınırlandırdıkları halde o nüzul ile sınırlandırmıştır. 928
Muvâfakati Mukayyede:
Bk. İbdâl.
El-Muvatta’:
Kelime olarak tef’il babında “tavti'e” den ismi mef’ul olup düzenlenmiş, kolaylaştınlmış manasryle Medine hadis ekolünün büyük alimi İmam-Mâlik b. Enes el-Esbahî'nin meşhur hadîs kitabının adıdır.
Hadis tarihinde ilk derli toplu hadîs kitabı sayılan el-Muvatta, Abbasî halifesi Ebu Ca'feri'l Mansûr'un isteği üzerine tertiplenmiştir. Rivayete göre Halife, İmam-Malik'ten elinde bulunan sahih hadîsleri, müslümanların faydalanmaları için bir kitapta toplamasını istemiştir. Halife'nin bu isteğini yerine getiren İmam-Malik, eserini Medine'li 70 kadar fakihe göstermiş, onların kabul etmelerini üzerine ona beğenilen ve kullanışı kolay anlamına gelen el-Muvatta adını vermiştir. Daha önceki musannıflar kitaplarına câmî, musannef gibi isimler verdikleri halde o kitabına ilk defa böyle bir isim koymuştur. 929
el-Muvatta, bütünüyle Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait merfû hadîslerle sahabe sözlerinden (Mevkuf) ve tabiîn fetvalarından (maktu) oluşur. Merfû hadîsler büyük çoğunluk teşkil ederler. Ebu Bekr el-Ebhûrî'ye göre el-Muvatta'da 600 müsned, 222 mürsel, 613 mevkuf, 285 maktu olmak üzere 1720 hadîs mevcuttur. İbn Hazm'a göre beşyüz kusur müsned, üçyüz kusur mürsel hadîs vardır. 70 kusur hadîs de bizzat Malik'in amel etmediği zayıf hadîslerdir. Bu sayıların değişmesi nüshaları itibariyledir. 930
el-Muvatta'ın özelliklerinin en başta geleni, yukarıda da değinildiği gibi içinde Hz. Peygamber'in hadîsleri yanında sahabe ve tabiûna ait söz ve fetvaların da yer almış olmasıdır. Nakledildiğine göre hadîslerini on bin hadîsden seçmiştir. Her yıl gözden geçirmiş ve bir kaç hadîsi çıkarmıştır. Bu itibarla hadîslerinin hepsi seçme hadîs kabul edilmiştir. Ravilerinden Umer b. Abdilvahid el-Muvatta, Malik'e 40 günde arzettiğinde o, “kırk yılda telif ettiğim kitabı benden 40 günde aldınız. Onu ne kadar da az anlıyorsunuz!” demiştir.
el-Muvatta'ın bir ikinci özelliği mürsel rivayetlere yer vermesidir. es-Suyûtî'ye göre el-Muvatta'da yeralan bütün mürsel hadîslerin mutlaka birer veya daha fazla âdıdı vardır. Diğer taraftan İbn Abdilberri'1-Kurtubî, mürsellerinin olduğu gibi belağanî diyerek naklettiği belagatın; ani's-Sika lafzıyla ibham ettiği hadîsler de dahil olmak üzere isnadsız olarak sevkettiği 61 hadîsin dördü hariç mevsûl rivayetler olduğunu gösteren bir de kitap yazmıştır. İbnu's-Salâh da bu dört hadîsi savunan müstakil bir kitap telif etmiştir.
İmam Malik el-Muvatta'ını hadîs alimleri arasında yaygın olan ale'l-Ebvâb usulüne göre tertip etmiş; verdiği hadîsleri fıkıh konularına göre bir araya getirmiştir. Bunları önce Hz. Peygamber'e ait merfu rivayeti vermek, daha sonra sahâbî kavlini, en sonra da bazı tabiûn fetvalarını nakletmek suretiyle sıralamıştır. Naklettiği hadîs ve haberlerin hepsinin kaynağı Medîne'lilerdir. Aslında o, Medine'yi sünnetin kaynağı olarak görür, el-Muvatta'a aldığı hadîslerin Medîne'li ra-vilerin hadîsleri oluşu onun bu görüşünden kaynaklanmış olmalıdır.
İmam Malik, muhaddisler arasında, metni ve isnad tenkidi yönünden, şiddet, dikkat ve titizliğiyle tanınmış bir alimdir. Onun bu vasfı gözönünde tutulursa el-Muvatta'ın sıhhat derecesi kolayca anlaşılır. Gerçekte hadîs ve fıkıh alimleri el-Muvatta'ın sahih olduğunu söylemişlerdir. Söz gelişi İmam Şafiî “yeryüzünde Kur'ân-ı Kerim'den sonra Malik'in kitabından daha sahih bir kitap yoktur” demiştir. İbnu's-Salâh'a göre bu söz, Buharı ve Müslim'in kitaplarının tasnifinden önce söylenmiştir. 931
el-Irâkî'ye göre İmam Malik, kitabını sadece sahih hadîslere ayırmamış, aksine mürsel, munkatı ve belagat gibi senedi muttasıl olmayan rivayetleri de almıştır. Hatta İbn Abdilberr'in söylediğine bakılırsa belagatı içinde bilinmeyen rivayetler de vardır. 932Ne var ki Alauddin Moğoltay el-Irâkî'ye itiraz ederek bu görüşün doğru olmadığını, munkatı sayılabilecek hadîslerin Buharî sahihinde de bulunduğunu iddia etmiştir.933
İbn Hacer de el-Irâkî'nin görüşüne yakın bir görüş ileri sürmüş ve el-Muvatta'ın, Mürsel, Munkatı gibi hadîsleri hüccet olarak kullanmak konusunda Malik'in görüşünü kabul edenlere göre sahih olacağını söylemiştir. 934Onun nazarında Moğoltay'ın itirazı yersizdir; zira İmam Malik'in eserindeki munkatılarla Buhâri'nin kitabındaki munkatı'lar arasında fark vardır. Malik'in mun-katı'lan kendi işittikleridir ve onun nazarında hüccettir. Oysa Buhâri'nin munkatı sayılabilecek rivayetleri, kitabının başka bir yerinde mevsûl olarak zikredilmişlerse, isnadları kasden hazfedilmiş olanlardır. Onun şartına uymayanlar ise ya, şâhid olarak, ya bazı ayetlerin tefsirinde, yahutta başka maksatlarla zikredilmişlerdir. Bu bakımdan el-Muvatta'daki munkatı'1arın aksine Buhâri'nin munkatıları Sahih-i Buharı' yi mücerred sahih hadîsleri toplayan bir kitap olmaktan çıkarmaz. 935
es-Suyûtî'ye gelince ona göre ed el-Muvatta'daki mursellerin, yukarıda da söz konusu edildiği gibi hepsinin başka tanklardan rivayet edilen âdıdları vardır. Bu bakımdan hüccettir. 936
el-Muvatta'ın birbirinden az da olsa farklı otuz kadar nüshası vardır. İçlerinden ondördü muhafaza edilebilmiştir. Bunlar içinde en çok yaygın olanları şunlardır.
1. Yahya b. Yahya el-Leysî nüshası: Elde bulunan el-Muvatta nüshaları bu nüshadan neşredilenlerdir.
2. Ebu Mus'ab Ahmed b. Bekr nüshası: İmam Malik'e arzedilen son el-muvatta olan bu nüshanın diğerlerine nisbetle 100 kadar farklı hadîsi vardır.
3. Muhammed İbnu'l-Hasen eş-Şeybanî nüshası: Bu nüsha Yahya b. Yahya el-Leysî nüshasından oldukça farklıdır. Bunun sebebi Mâlik tarikından gelmeyen hayli rivayetlere yer vermesidir. Hindistan'da İran'da ve Mısır'da basılan eş-Şeybanî nüshası daha çok Irak havalisinde meşhur olmuştur.
Bilhassa Mağrib ve Endülüs taraflarında daha çok yayılmış bulunan el-Muvatta'ın pek çok şerhleri vardır. En mühim birkaçını zikretmek faydadan hali değildir.
1. et-Temhid li-mâ fı'1-Muvatta' mine'l-Me'âni ve'l-Esânid: İbn Abdilberri'l-Kurtubî,
2. Keşfu'l-Muğattâ fi Şerhi'l-Muvatta: es-Suyûtî.
3. Tenviru'l-Havâlik Şerhu Muvatta'i Mâlik es-Suyûtî'ye ait olup Keşfu'l-Muğatta'dan ihtisar edilmiştir.
4. Şerhu'z-Zurkânî,
5. et-Ta'liku'1-Mumecced ale'l-Muvatta'il-İmam Muhammed: Abdulhayy b. Muhammed el-Leknevî, eş-Şeybânî nüshasına göre şerhtir. 937
Muztarib:
İftial babında ıztırabdan ismi fail olan muztarib bir zayıf hadîs çeşididir. Bazen bir bazen de birden fazla ravilerden birbirine aykırı şekilde rivayet edilen ravileri adalet ve zabt yönünden yakın derecelerde olduklarından da aralarında herhangi birini tercih etme imkanı olmayan hadîslerdir.
Bu tarifi açıklamak gerekirse şunlar söylenebilir: Bir ravi bir sefer rivayet ettiği hadîsi bir başka sefer ilk rivayetinden farklı rivayet eder. Aynı hadisi başka raviler de birbirlerinden farklı naklederler. Bir başka deyişle bir hadîsin birbirine zıt birkaç şekli vardır. Böyle durumlarda aynı hadîsi değişik şekillerde rivayet eden ravilerin hepsi, adalet ve zabt bakımından birbirlerine yakın olduklarından bu rivayetlerden herhangi birini tercih etmek imkanı yoktur. Bu tercihi imkansız hale iztırab denir. Gerek senedinde gerek metninde iztırab olduğu halde rivayet edilen hadîse ise muztarib adı verilir.
Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi iztırab hadîsin isnadında veya metninde olur. İsnadında daha çoktur. Böyle isnadında iztırab bulunan nıuztaribe muztaribu'l-isnâd, metnindeki ıztırab yüzünden muztarib olana ise muztaribu'1-metn tabir edilir.
İsnad ve metinde olan iztırabın misalleri iztırab başlığı altında ayn ayn verilmiştir. Onun için burada tekrar etmeye hacet yoktur. Orada verilen misaller aynı zamanda gerek isnad, gerekse metin yönünden muztaribin de misallerini teşkil ederler.
Muztarib hadîsler ravinin vehmi veya zabt kusuru yüzünden hadîsi iyi zabtedememesi sonucu kendi durumundaki ravilere muhalefetinden doğar. Bu sebeple zayıf addedilirler. Bununla birlikte isnadında iztırab bulunan bazı hadîslerin metni sahih olabilir. Bu tıpkı isnadında bulunan illetin bazen hadîsin metninde tesir etmeyişi gibidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz. Sufyanu's-Sevri ile Sufyan b. Uyeyrıe'den hadîs rivayet eden raviler bellidir. Bunlardan riveyeti olan ravi isnadında bazen haddesenâ Sufyân der. Hangisi olduğu belli olmaz. Hadis de öylece kalır. Böyle olduğundan ravilerin isim, şöhret veya neseblerinden doğan ihtilafdan oluşan iztırabın hadîsin metnine zarar vermeyeceği prensip olarak kabul edilmiştir.
Muztarıbu'l-Hadîs:
“Hadisleri muztaribdir” manasına gelen bir tabir olup hadîs ravilerinin teenninde kullanılan lafızlardandır. Cerhin üçüncü derecesine delalet eder.
Kaide olarak cerhin bu mertebesinde bulunan lafızlardan biriyle cerh edilen ravinin hadîsleri ile ihticac edilmez. Ne var ki büsbütün yabana da atılmaz, i'tibar için yazılır.
Müfesser Cerh:
Cerh ve ta'dil ilminde kaide olarak ta'dilde sebep aranmazsa da cerh de aranır. Sebep gösterilmeden cerh makbul addedilmez. Bu kaide gereği bir cerh ve ta'dil aliminin bir raviyi sebebini de söyleyerek cerhetmesine müfesser cerh denilmiştir.
Mülakat:
Bk. Lika'
Mürsel:
“Ersele” fiilinden alınma ism-i mef’ul olan mürsel sözlük manası itibariyle ulaştırılmış, gönderilmiş, irsal edilmiş demektir. Hadis terimi olarak, sahabîden hadîs rivayet etmiş bulunan tabiînin isnadında sahabîyi atlayıp doğrudan doğruya Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği hadîslere denir.
Sahabe ile görüşüp onlardan ilim öğrenen tabiîler hadîs rivayet eden ikinci nesildir. Bazı tabiîler aslında hadîsi almış oldukları sahâbinin ismini isnadlarında atlar ve sanki kendileri bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)'den işitmiş ya da görmüşeesine “Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu, şunu yaptı” gibi ifadelerle hadîs rivayet ederler. Böyle rivayete irsal, tabiînin irsal yaparak rivayet ettiği hadîse mürsel adı verilmiştir. Bu manada mürsele mürsel-i zahir denildiği de olur. İsnadında irsal yapan tabiîye ise mursil tabir edilir. Mürselin çoğulu, merâsil gelir.
Yukarıdaki tarif hadîs alimlerinin üzerinde birleştiği tariftir. Nitekim el-Hakimu'n-Nisâbûri “mürsel hadîs tabiîye kadar muttasıl isnadla gelen, tabiînin Kale Resulullah (s.a.s) diyerek rivayet ettiği hadîsdir” demiştir938. Bununla birlikte bazı hadîseilerle usul ve fıkıh alimleri mürsel hadîsle munkatı ve mu'dal arasında fark olmadığına kail olmuşlardır. el-Hatibu'1-Bağdâdî bunlardandır. O mürselin manasına ayırdığı bölümde şunları söylemiştir: “Müdelles olmayan hadîsin irsali, Said İbnu'l-Müseyyeb, Ebu Seleme b. Abdirrahmân, Urvetubnu'z-Zubeyr, Muhammed İbnu'l-Munkedir, el-Hasenu'1-Basrî, Muhammed b. Şîrîn, Katâde ve diğer tabiîlerin Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayetleri gibi, ravinin muasır olmadığı veya aralarında mülkât olmayan kimseden rivayetleridir. Tâbi'înden olmayan İbn Cureyc'in Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe’den; Mâlik b. Enes'in el-Kasım b. Abdillah b. Ebî Bekr'den; Hammâd b. Süleyman'ın Alkame'den rivayetleri de ravinin muasır olmadığı kimseden rivayeti kabilindendir. Ravinin muasır olduğu halde mülâki olmadığı şeyhten rivayetine gelince bunun misalini de el-Haccâc İbnu'l-Ertât’ın, Sufyânu's-Sevrî'nin ve Şu'benin ez-Zuhri'den rivayetleri teşkil eder. Bize göre bunların hepsi hakkındaki hüküm birdir. Mülaki olduğu şeyhten hadîs aldığı halde işitmediği hadîsi irsal edenin hükmü de aynıdır.” 939
el-Hatîbul-Bağdâdî'nin bu ifadelerinden anlaşılıyor ki mürsel, daha umumidir ve tabiînin Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayetine denildiği gibi daha sonraki nesillerden bir ravinin muasırı olmadığı veya muasırı olduğu halde görüşmediği şeyhten rivayet ettiği hadîse de denilmektedir. Haliyle bu tarifin şümulüne mürsel yanında munkatı ve mu'dal de dahildir.
Bazı alimler mürseli, tabiînin Hz. peygamber (s.a.s)'den rivayeti olarak tarif etmekle birlikte tabiîlerin Kay s b. Ebi Hâzim, Ebu Osman en-Nehdi, Said İbnu'l-Museyyeb gibi yaşça büyük olanlarının rivayeti olarak alırlar. Buna göre İbn Şihâb ez-Zuhrî, Ebu Hâzim Seleme b. Dinar, Yahya b. Said el-Ensârî gibi yaşça küçük olanların Hz. Peygamberden rivayetlerini mürsel değil, munkatı' sayarlar; zira onlar, ancak birkaç sahabîye mülâki olabilmişlerdir. Rivayetlerinin çoğu tâbi'îndendir. 940
İbnu's-Salâh da mürseli sadece tabiînin rivayeti olarak görür. Ona göre bir tabiinin - ister yaşça büyük olsun isterse küçük - Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayeti mürseldir. Eğer tabiîye varmadan isnaddan bir ravi düşerse böyle rivayet edilen hadîs munkatı, tabiîden önceki mavilerde birden fazla düşme olrusa buna da mu'dal denir.941
İbn Haceri'l-Askalânî'ye gelince o da mürseli senedin sonunda tabiînden sonraki ravisi düşmüş olan haber olrak tarif eder. Ona göre ister büyüklerinden olsun isterse küçüklerinden, bir tabiînin Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle dedi, şöyle yaptı veya “huzurunda şöyle yapıldı” diyerek naklettiği hadîs mürsel'dir. 942
Görülüyor ki hadîs alimleri mürsel hadîsi sadece tabiîlerin Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayeti olarak kabul etmişlerdir. Aralarında usul ve Fıkıh âlimlerinin çoğunlukta olduğu kimi âlimler ise mürseli munkatı hadîsleri de dahil ederek daha umumî manada almışlardır.
Mürsele misâl olarak şu hadîsler verilebilir:
“Ata b. Yesâr'dan rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber buyurmuştur ki,
“Bir kul hastalandığında Allah ona iki melek gönderir.
“Bakın ziyaretçilerine ne diyor” buyurur. (Onlar bakarlar) ziyaretçileri geldiğinde Allah'a hamd ve sena ediyor. Allah en iyi bilen olduğu halde hemen O'na ulaştırırlar. O zaman Allah
“Kulumun ölmesini takdir etmişsem Cennete koymam onun üzerimdeki hakkıdır. Eğer sağlığına yeniden kavuşturursam beden ve kanını daha hayırlı beden ve kanla değiştirir ve günahlarını bağışlamam o kulumun üzerimdeki hakkıdır” buyurur.”943
“...Said İbnu'l-Museyyeb'den rivayet olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) canlı hayvan karşılığı et satışını yasakladı.” 944
“Mekhûl'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hz. Peygamebr (s.a.s) “Hac farizasını yerine getiren bir kimsenin (Allah yolunda) savaşa girmesi kırk (kere nafile) haccetmesinden daha efdaldir” buyurdu.”945
Mürsel hadîsin sıhhati ve dinî meselelerde delil olup olmıyacağı konusunda alimler arasında ihtilaf vardır. Bu konudaki görüşleri üç grupta toplamak mümkündür:
1. Hadis alimlerinin hepsine, fıkıh ve fıkıh usulü alimlerinin bir kısmına göre mürsel hadîs hükmen zayıftır. Bunun için dinî meselelerde hüccet sayılamazlar. Tanınmış hadîs alimi İmam Müslim “Bizim görüşümüzün aslına ve haberler ilmi ustalarının görüşüne göre mürsel rivayetler hüccet değildirler” derken 946bu görüşü dile getirmiştir.
Mürsel hadîslerin dinde hüccet olamayacağı görüşünde olanlar, mürsel ravilerinden adalet ve zabt durumu bilinmeyen bir ravinin düşmesini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Onlara göre isnaddan düşen ravi sahâbi olabileceği gibi tabiî de olabilir. Tabiî olduğu takdirde zayıf bir ravi olması ihtimali ortaya çıkar. Bir de isnaddan düşen ravinin adalet yahut zabt durumunu bilmemek gibi bir hale karşılaşırız. Bu ise doğru değildir. Buna karşı eğer mürsel hadîsler sadece sika ravilerden rivayet edilen hadîslerdir denilirse o takdirde denir ki mübhem bırakılan ravinin sika olduğuna hükmetmek, hadîsinin dinî konularda delil olabilmesi için yeterli görülmez. Bu mürsel hadîslerin genelde dînî meselelerde delil olamıyacaklannı ileri sürerken şunları söylemiştir: “İsnadda ismi anılan ancak adalet ve zabt bakımından hali bilinmeyen bir ravinin rivayeti adalet ve zabt durumunun bilinmeyişi yüzünden kabul edilmeyince mürsel öncelikle kabul edilemez; zira isnadda ismi anılmayan ravinin kendisi belli olmadığı gibi adalet ve zabt vasıflarını taşıyıp taşımadığı da belli değildir.” 947
2. İmam Azam Ebu Hanîfe, meşhur bir kavle göre İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve bunlara tabi hadîs, fıkıh usul alimleri ile Mu'tezileye göre mürsel hadîsler sahihdirler, dolayısıyle dinî konularda delil olabilirler.
Bu görüşte olanlar görüşlerine şunları delil getirirler:
Hadisi mürsel olarak rivayet eden tabiî, isnadında ismini söylemediği raviyi adaletine kanaat getirdiği için anmamıştır. Bu aynı zamanda tabiînin makbul sayılan tezkiyesi demektir. Ayrıca özellikle tabiîlerin rivayetlerinin çoğu sahabedendir. Böyle olunca mürsel hadîsler dinî konularda delil sayılmak icabeder.
Bununla birlikte Hz. Peygamber bir hadîsinde tabiîleri öğmüş ve:
“İnsanların en hayırlıları benim yaşadığım devirde yaşayanlardır. Sonra onları takip eden (tabiî)ler, sonra da onları takip eden (tebe'ut-tabim)ler gelir,” buyurmuştur. 948Hz. Peygamber'in bu sözünde tabiîlerin iyiliklerine şehadet vardır. Öyle olunca onlar hadîslerinde sahabî ismini atlamak suretiyle irsal yapmakla kötü bir iş yapmış sayılamazlar. Aslında onlardan fena işler beklenemez. Şu da var ki isnadında sahabînin ismini anmayan tabiî ya adaletli olur, ya olmaz. Eğer adaletli değilse rivayet ettiği mürsel hadîsle sırf irsal yaptığı için değil, adaletli olmadığı için amel edilemez. Yok, eğer adaleti tam ise kendisiyle Hz. Peygamber arasındaki rivayet vasıtası olan sahâbîyi adaletinde en ufak bir tereddüdü olmadığı için atlamıştır. Şu halde mürsel hadîsler öteki zayıf hadîslerden farklıdırlar. Ayrıca işaret etmek gerekir ki, mürsel hadîsler aslında sika ravilerin sika ravilerden rivayetleridir. O halde dinî konularda delil olmaları gerekir.
Sika olan tabiînin aynı şekilde sika olan sahâbîden rivayette bulunurken isnadında onun ismini anmaması başlıca üç sebepten ileri gelebilir:
a) Tabiî hadîsi, hepsi de sika olan çok sayıda kimseden rivayet etmiştir. Hadis kendisine göre sahihtir. Sihhatine güvendiği için isnadında sahâbîyi atlamış, hadîsi irsal yaparak rivayet ermiştir.
b) Hadisi kendisine kimin rivayet ettiğini unutmuştur; yalnızca metni bilmektedir. Esas itibariyle yalnızca sika ravilerden rivayette bulunmak adeti olduğundan hadîsi mürsel olarak rivayet etmekte bir mahzur görmemiştir.
c) Hadisi rivayet maksadıyla değil, müzakere etmek veya fetva vermek için söylemiştir. Böyle durumlarda senedden çok metin önemlidir. Onun için hadîsini, isnadında sahâbîyi atlamak suretiyle rivayet etmiştir. Bütün bunlar göz Önünde tutulduğunda mürsel hadîslerle amel edilebilceği. Onların dinî konularda delil olacağı sonucuna varılır.
3. İmam Şafiî mürsel hadîslerle ancak bazı şartlar altında amel edilebileceği, bir başka deyişle onların dinî konularda delil olabilmeleri için bazı şartların olması gerektiğini görüşündedir. Bu şartların önemlileri şunlardır:
a) Dînî bir konuda hüccet olacak hadîs-başka ravilerin yine mürsel olarak rivayet ettikelri hadîs bile olsa-ayrı vecihlerden irvayet edilmiş olmalıdır;
b) İsnadında hadîsi aslında almış olduğu sahabînin ismini söylemeyen tabiî ravi, güvenilir ravilerin muhalefet etmedikleri bir mertebede bulunmalıdır;
c) İsnadındaki sahâbîyi anmamak suretiyle irsal yapan ravi, hadîs işitmiş olduğu kimselerin isimlerini söylediğinde bu kimseler meçhul veya rivayetleri makbul olmayan raviler değil, sika raviler olmalıdır.
İslâmı ilimler içinde bir hayli tartışmalara sebep olmuş mürsel hadîse dair müstakil kitaplar tasnif edilmiştir. En önemli bir kaç tanesine burada işaret etmekle fayda vardır:
1. Kitâbu'l-Merâsîl: İbn Ebî Hatim er-Râzî.
2. Kitâbu'l-Merâsîl: Sünen Ebî Dâvud Sahibi Ebu Davud, Süleyman İbni'l-Eş'asi's-Sicistânî.
3. Câmi'u't-Tahsîl fi Ahkâmi'l-Merâsîl: Halil b. Keykeldi'l-Alâ'i.
Mürsel-i Hafî:
Mürsel hadîsler başlığı altında söz konusu edildiği gibi mürsel hadîsler umumiyetle tabiînin isnadında sahâbîyi atlayıp doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s) den rivayet ettiği hadîslerdir. Bu manadaki mürsel hadîslere mürsel-i zahir de denir. Bununla birlikte bazı alimler ravinin kendisinden hiçbir hadîs işitmediği veya mülaki olmadığı raviden rivayetine mürsel demişlerdir. 949İbn Haceri'1-Askalânîye göre mürsel-i hafi bir ravinin muasırı olan, ancak aralarında mülakat olduğu bilinmeyen bir şeyhten rivayetine denir. 950Bu tariflere göre mürsel-i hafi isnadın başında, ortasında veya sonunda ravinin kendisiyle aynı asırda yaşadığı halde görüştükleri bilinmeyen raviden rivayetine denir. Demek oluyor ki mürsel-i hafi senedde gizli irsalden meydana gelmektedir. Meselâ el-Avvâm b. Hûşeb'in Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivyaet ettiği şu hadîs hafi mürseldir.
“...Hz. Peygamber (s.a.s) Bilal Kamet ederken “kad kameti's-salatu” dediği zaman ayağa kalkar, tekbir alır (namaza başlar)dı. “Ahmed b. Hanbel'den rivayete göre el-Avvam, Abdillah b. Ebi Evfa'ya mülaki olmamıştır.951
Hafi mürselde esas arvinin rivayette bulunduğu kimse ile aynı asırda yaşadığı halde görüştüklerinin yahut ondan hadîs rivayet ettiğinin bilinmemesidir. Bu yönden mürsel-i hafi müdellese benzerse de aralarında fark vardır. Hafi mürsel tarif edildiği gibi ravlnin çağdaş olduğu ancak bir araya gelerek hadîs işitmediği bir başka raviden rivayet ettiği hadîs olduğu halde müdelles; maddesinde de soz konusu edildiği üzere- ravinin görüştüğü ve hadîs işittiği bir raviden işitmediği halde rivayet ettiği hadistir. Her ikisi ravinin diğer bir raviden işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi yönünden birbirlerine benzerlerse de mürsel hafi de hiç hadîs işitme olmayışı, müdelleste işitme söz konusu olduğu halde işitilmeyen hadîsin rivayet edilmesi açısından farklıdırlar.
el-Hatibu'1-Bağdâdî'nin hafi mürselleri toplayıp nerelerinde irsalin olduğunu açıkladığı Kitâbu't-Tafsîl li-Mubhemil-Merâsil adında bir kitabı vardır.
Mürsel-i Sahâbî:
Bk. Sahabe Mürseli.
Mürsel-i Zahir:
Bk. Mürsel.
Müslim:
Bk. Sahih-i Müslim.
Mütevâtir:
Sözlükte tefâul vezninde bir kaç iş birbiri ardınca gelmek, birbiri ardınca gelen şeyler arasında bir miktar fasıla ve fetret olarak peyderpey görünmek manasına 952 tevatürden ismi faildir. “Tevâtere'l-mataru” denir ki, aralıksız yağmur yağdı demektir.
Hadîs ilminde mütevâtir, her tabakada Hz. Peygamber (s.a.s) üzerine yalan söylemeleri aklen mümkün olmayan çok sayıda ravi tarafından görerek veya işiterek rivayet edilen habere (hadîse) denir. Bu tarife göre, şu hadîs mütevâtirdir denildiği zaman o hadîsin Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağzından yalan uydurmalarını aklın kabul etmediği kalabalık denebilecek sayıda sahâbî tarafından Allah Resulünden görülerek veya işitilerek rivayet edilmiş olması, aynı şekilde herbiri ayrı ülkelerden oldukları, sayılan da fazla olduğu için yalan söylemek üzere birleştiklerini aklın kabul etmediği tabiîlerden kalabalık bir grub tarafından sahâbîlerden rivayet edilmesi, onlardan da aynı vasfa sahip kalabalık bir cemaat tarafından nakledilen hadîs olduğu anlaşılır. İsnadı böyle olan ravilerin rivayet ettiği hadîslerin mütevâtir olabilmesi için tarif içindeki şartlann bir arada olması gerekir. Bunlara şurûtu'l-mutevâtir (mü'tevatirin şartlan) denir. (Bk. Şurûtu'l-Mutevâtir).
Mütevâtir hadîsler mutevatir-i lafzî (lafzen mütevâtir) ve mütevatir-i ma'nevi (ma'nen mütevâtir) olmak üzere iki kısma ayrılır. Lafzî mütevâtir, lafzında tevatür hasıl olan hadîslerdir. Ma'nen mütevâtir ise lafızları az çok birbirinden farklı olmak üzere manasında tevatür yoluyla rivayet edilen hadîstir. Mütevatirin bu iki kısmı şöyle bir misalle daha iyi anlaşılabilir. Diyelim ki bir kimsenin sadaka verdiğine dair çeşitli rivayetler gelse, bu rivayetlerin birinde o kimsenin deve sadaka ettiği, bir başkasında at, bir diğerinde koyun sadaka verdiği belirtilse bu haberin sadaka verme hususu ma'nen mütevâtir olur. 953Eğer böyle bir haber hep aynı sözlerle rivayet edilirse o zaman da lafzen mütevâtir adını alır.
Hem lafzı, hem manası mütevâtir olan tek eser Kur'ân-ı Kerim'dir. İbnu's-Salâh'a göre zarurî ilim ifâde edecek nitelikte mütevâtir hadîs bulmak zordur. Gerçek manada mütevatire ancak,
“Kim benim üzerime bilerek yalan uydurursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadîsi 954 misâl verilebilir. 955İbn Haceri'l-Askalânî buna itiraz ederek şöyle der:
“Gerek İbnu's-Salâh’ın bu şartları ihtiva eden mütevatirin nadir bulunduğu ve gerekse başkalarının hiç bulunmadığı yolundaki iddiaları yersizdir; çünkü bu gibi iddialar, isnadların çokluğuna ve adet olarak yalan üzerinde birleşmelerini yahut yalanın onlardan ittifakla sadır olmasını imkansız kılan ricalin hallerine ve özelliklerine gerektiği şekilde muttali olamamaktan doğmuştur. Hz. Peygamber'in hadîsleri arasında mütevatirin çok denecek kadar bulunduğunu ortaya koyan delillerin en güzeli, doğu ve batıda ilim ehlinin ellerinde dolaşan ve musannıflarına nisbetlerindeki doğruluğu kesinlikle bilinen birçok hadîs kitabı, bir hadîsin ihraç ve rivayetinde ittifak ettiği ve bu hadîs tarikları ile isnadları, diğer şartların tahakkuku ile birlikte yalan üzerinde ittifak etmelerini adeten imkansız kılacak şekilde çoğaldığı zaman, o hadîsin söyleyenine nisbetindeki doğruluk hakkında yakîn derecesinde ilim hasıl olur. Meşhur kitaplarda bu şekilde hadîsler pek çoktur.” 956
İbn Hacer'in çok olarak nitelediği mütevatirden en fazla meşhur olan birkaçı şunlardır:
Yukarıda nakledilen “men kezebe aleyye” hadîsi (yetmişbeş sahâbiden rivayet edilmiştir). 957“Mesh ale'l-huffeyn” (yetmiş kusur sahâbi); “havz” hadîsi (elli kusur); “Refu'l-yedeyn fis-Salât” hadîsi (elli sahâbi); “nezele”l-Kurânu'alâ Seb'ati ehrufin” hadîsi (yirmi yedi sahâbî); “Kabir azabı” hadîsi (otuziki sahâbî), “kabirde münker-nekir meleklerini ölüyü sorguya çekmeleri” hadîsi (yirmi altı); “İhlas suresinin Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine muadil olduğuna dair hadîs” yirmi sahâbî tarafından rivayet edilerek tevatür derecesine ulaşmıştır.
Mütevâtir hadîsleri toplayan eserler içinde en mühim olanlar şunlardır:
1. el-Fevâ'i'du'1-Mutekâsire fî'1-Ahbâri'l-Mutevatire: es-Suyûti.
2. el-Ezhâru'1-Mutenâsire fi'1-Ahbâri'l-Mutevâtire: Bu da es-Suyûti'nindir ve ilkinden derlemedir. Yüz mütevâtir hadîsi ihtiva eder.
3. el-Le'ali'1-Mutenâsire fî'1-Ahâdisi'l-Mutevâtire: Muhammed Murtaza'l-Huseynî.
4. el-Hırzu'1-Meknûn min Lafzi'l-Ma'sumi'l-Me’mûn: Sıddık b. Hasen b. Ali el-Kannûcî. 958
5. Nazmu'l-Mutenâsir mine'l-Hadîsi’1-Mutevâtir: Ca'feru'l-Hüseyni el-Kettâni. Bu eser es-Suyûti'nin el-Ezharı ile değişik kaynaklardan derlenmiş 310 mütevâtir hadîs ihtiva eder. Baş tarafında mütevatirle ilgili hayli kıymetli malumat vardır. 1327 de Fas'da basılmıştır. Diğer baskıları da vardır.
Mütevatir-i Lafzî:
Bk. Mütevâtir.
Mütevatir-i Ma'nevî:
Bk. Mütevâtir.
Müzâkere:
İki veya daha fazla sayıda insanın birbirlerine hatırlatması, aralarında bir şey müzakereleri manasına müfa'ale babından masdardır.
Hadis Usulü ilminde, bilhassa hadîs tarihinde müzâkere muzâkeretu'l-hadîs yerine kullanılır ve hadîs talihlerinin şeyhden yazdıkları hadîsleri aralannda birbirlerine okuyarak müzakere etmelerini ifade eder.
Denilebilir ki hadîs müzakeresi en sağlam hadîs öğrenme yollanndan biridir. Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz hayatta iken sahâbîlerin öğrendikleri hadîsleri birbirlerine anlatmalan müzakerenin temelini teşkil etmiştir. Hadisler Sahabe arasında bu yolla yayılmıştır. Bilinen tarihi bir gerçektir ki Sahâbilerin çoğu çarşıda-pazarda, mal ve mülklerinin, iş-güçlerinin başında idiler. Öyle olunca Hz. Peygamber bir şey söylediği veya yaptığı zaman onu ancak o anda yanında bulunan sahâbîler duyuyor veya görüyorlardı. Çeşitli vesilelerle bir araya geldiklerinde Hz. Peygamber ile beraber olanlar o gün için işitip gördüklerini diğerlerine de anlatıyorlardı. Tanınmış sahabi Enes b. Mâlik “Bizler Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında bulunur, ondan hadîs işitirdik. Yanından kalktıktan sonra ondan işittiklerimizi kendi aramızda iyice belleyinceye kadar müzâkere ederdik” diyor.959 Şu hale göre Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadîsleri önce sahabeden işitenlerin veya bir fiili haber veriyorsa görenlerin diğerlerine anlatmasıyle öğrenilmiş ve bu yolla sahâbiler arasında yayılma imkanı bulmuştur.
Sahabe ve Tâbi'înden müzâkerenin önemine işaret eden pek çok rivayet vardır. Bir kaçını kaydediyoruz:
Hz. Ali:
“Bu hadîsleri aranızda devrettirip müzakere ediniz. Bunu yapmazsanız hadîsler kaybolur.” Ebu Saidi'l-Hudrî:
“Hadisleri aranızda devrettirerek müzâkere ediniz; çünkü hadîs hadîsi hatırlatır.” 960 İbn Abbas:
“Benden bir hadîs işitirseniz onu aranızda müzakere ediniz; çünkü unutmamanız gereken bir şey varsa o da hadîstir. Ona göre hadîslerin bir saat müzakere edilmesi gecenin nafile ibadetle ihyasından daha hayırlıdır.” 961Ebu Saidi'l-Hudri'ye göre ise hadis müzakeresi Kur'ân okumaktan daha efdaldir. İbn Mes'ud müzakereyi hadîslerin hayatı saymıştır. Tanınmış tabiî İbn Şihâbi'z-Zuhrî de ilmin afetinin unutmak ve az müzakere etmek olduğunu söylemiştir.
İbnu's-Salâh müzâkereyi hadîs talibinin adabı arasında sayar ve hadîsleri müzâkere etmenin en sağlam hadîs öğrenme sebebi olduğunu söyler. 962
Şeyhten işitmeden müzakere sırasında hadîs öğrenmeye sema'u’l-muzakere diyener vardır. Böyle semâ' kasdı olmaksızın müzâkere edilirken alınan hadîslerin rivayeti konusunda ihtilaf çıkmıştır. Çoğunluk caiz olmadığı görüşündedir. Bununla birlikte bazı şartlarla rivayetinin caiz olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Caiz görenler, müzâkere yoluyla öğrenilen hadîslerin semâ'a delalet eden eda lafızlarıyla değil, enbe'enâ gibi daha aşağı lafızlarla rivayet edilmesi gerektiği görüşündedirler. Bu görüşte olanlar, enbe'enâ muzâkereten demenin daha doğru olacağını söylemişlerdir.
 
Üst Ana Sayfa Alt