Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Gavs - Kutub Efsanesi

H Çevrimdışı

hayalihero

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Ya hu hayali hero olacağına 2 yorum ataydin o zaman farklı farklı?

Hayir ben bir de sizi anlamıyorum

Hem laf sokuyor hem zanda bulunuyor sonra neyse anlamazsin zaten diyorsun.

Bu da neyi kanitlar biliyor musun ?

Tarikat kafası taşıdığını ama tasavvufun T sini zerre bilmediğini.
Tarikat kafası taşımak suçsa o suç beni ilgilendirir, sizi değil, alevilik ile, şiilik ile, Sünnet tanımayanlar ile bir derdiniz kalmadı da bunlara mı kafa yoruyorsuunuz?


Ayrıca zanda bulunan sadece ben değilim demek ki "
Bu da neyi kanitlar biliyor musun ?Tarikat kafası taşıdığını ama tasavvufun T sini zerre bilmediğini" diyerek zanda bulunmuş oldun.
Ne diyecektin deyip de merak etmediğinize göre ben açıklayayım....

Farklı düşünenler, senin gibi gelib delilsizce zırvalayıb kapıyı dışarıdan suratlarına çarpıp gittiklerinden olabilir!
demek ki burada yorum yapanların yorumları siliniyor...
çünkü işine gelmeyen yorumları "bunlar geçersizdir" diye siliyorsun galiba. Neyse o beni ilgilendirmez, sonuçta sen de bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun iinsanlara... Fakat gördüm ki objektif olarak bilgi paylaşmamışsın; her paragrafta karşı tarafı kötüleyici cümleler kullanmışsın, fikirlere hiç empati ile yaklaşmamışsın, ve bu da sana "çamur at izi kalsın" taktiğinden başka bir şey sağlamaz.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
demek ki burada yorum yapanların yorumları siliniyor...
çünkü işine gelmeyen yorumları "bunlar geçersizdir" diye siliyorsun galiba. Neyse o beni ilgilendirmez, sonuçta sen de bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun iinsanlara... Fakat gördüm ki objektif olarak bilgi paylaşmamışsın; her paragrafta karşı tarafı kötüleyici cümleler kullanmışsın, fikirlere hiç empati ile yaklaşmamışsın, ve bu da sana "çamur at izi kalsın" taktiğinden başka bir şey sağlamaz.
Varsa delilin yaz yoksa bizi uğraştırma.
 
H Çevrimdışı

hayalihero

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Ayrıca zanda bulunan sadece ben değilim demek ki "
Bu da neyi kanitlar biliyor musun ?Tarikat kafası taşıdığını ama tasavvufun T sini zerre bilmediğini" diyerek zanda bulunmuş oldun.
Ne diyecektin deyip de merak etmediğinize göre ben açıklayayım....
uçmak kaçmak yok, ışınlanmak falan yok diyene cevabım, AYET i KERİME ile gelecek; Süleyman Peygambere Belkıs Annemizin tahtının nasıl geldiğini anlatan ayette şöyle yazar;
Neml/38. " Olayların gidişi içinde Süleyman, Sebe' melikesinin kendisine geleceğini öğrenince, çevresindekilere: “Siz ey seçkin görevliler!” dedi. “Hanginiz bana Sebe' melikesinin tahtını, daha O ve O'na bağlı olanlar, teslimiyet gösterip bana çıkıp gelmezden önce buraya getirebilir?”
Neml/39. " Cinlerden becerikli, kurnaz, gözüpek biri: “Daha oturduğun yerden kalkmadan, onu sana getirebilirim. Çünkü ben, bu konuda gerçekten güvenilir bir güce sahibim” dedi.
Neml/40. " Kitaba ait bir bilgiye sahib olansa ben dedi, gözünü yumup açmadan onu getiririm sana. Derken baktı ki taht yanında durmada, onu görünce bu dedi, Rabbimin lutfundan, ihsanından, şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor. Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnidir, onlara karşı lütuf ve kerem sahibidir.
 
S Çevrimdışı

simurg

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
bu sayfada hiç farklı kafadan bir yorum göremiyorum, bu da demek oluyor ki kendiniz çalıp kendiniz oynuyorsunuz. "Uçma kaçma ışınlanma falan yok " demişsin. fakat... neyse anlamazsın zaten . iftira atma yükümlülüğü altına girmek başka şeye benzemez.
Hayalihero biraderim insafsızca saldırmışsın, karşılığında maalesef sert bir tepkiyle karşılaşacaksın. Diyen demiş 'edeple gelen, lütufla gider'

fikirlerin farklı olsa dahi ben severim farklı fikirleri, anlatabilirsin uzun uzun. İkna ederek, delil getirerek.
 
H Çevrimdışı

hayalihero

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Farklı düşünenler, senin gibi gelib delilsizce zırvalayıb kapıyı dışarıdan suratlarına çarpıp gittiklerinden olabilir!
Ne oldu ! NEDEN sildin benim delilli yorumumu kardeşim? işine gelmeyen yorumu silme! Bırak bizler karar verelim delil geçerli mi değil mi diye.
Ayet ile verdiğim delili neden siliyorsun kardeşim? Beni de engellersen şaşırmam fakat o kadar da subjektif (yanlı düşünen) olamazsın diye düşünüyorum

Ne oldu ! NEDEN sildin benim delilli yorumumu kardeşim? işine gelmeyen yorumu silme! Bırak bizler karar verelim delil geçerli mi değil mi diye.
Ayet ile verdiğim delili neden siliyorsun kardeşim? Beni de engellersen şaşırmam fakat o kadar da subjektif (yanlı düşünen) olamazsın diye düşünüyorum
hakkınızı helal edin, silinmemiş yorumum, özür dilerim
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
ط Çevrimdışı

طالب القرآن

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
uçmak kaçmak yok, ışınlanmak falan yok diyene cevabım, AYET i KERİME ile gelecek; Süleyman Peygambere Belkıs Annemizin tahtının nasıl geldiğini anlatan ayette şöyle yazar;
Neml/38. " Olayların gidişi içinde Süleyman, Sebe' melikesinin kendisine geleceğini öğrenince, çevresindekilere: “Siz ey seçkin görevliler!” dedi. “Hanginiz bana Sebe' melikesinin tahtını, daha O ve O'na bağlı olanlar, teslimiyet gösterip bana çıkıp gelmezden önce buraya getirebilir?”
Neml/39. " Cinlerden becerikli, kurnaz, gözüpek biri: “Daha oturduğun yerden kalkmadan, onu sana getirebilirim. Çünkü ben, bu konuda gerçekten güvenilir bir güce sahibim” dedi.
Neml/40. " Kitaba ait bir bilgiye sahib olansa ben dedi, gözünü yumup açmadan onu getiririm sana. Derken baktı ki taht yanında durmada, onu görünce bu dedi, Rabbimin lutfundan, ihsanından, şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor. Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnidir, onlara karşı lütuf ve kerem sahibidir.
Bu konunun ilk mesajında bu dediklerinize cevap verilmiş:

https://www.islam-tr.org/konu/tayy-...aya-kacmaya-isinlanmaya-klonlanmaya-son.7145/

Ehl-i Sunnet Âlimlerine Göre; Taht Nasıl geldi :

Abdullah b. Şeddad dedi ki: Suleyman (a.s): "Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs bir fersahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, tahtı kırmızı yakut ve mucevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içice yedi odanın içinde bulunuyordu, onu korumak için de muhafızlar görevlendirmişti.

«Gözünü açıb kapamadan ben, onu sana getiririm. (Gözünü kaldır ve güç yetirebildiğin kadarıyla gözünün uzanabildiği yere kadar bak. Sen gözünü daha kendine çevirmeden tahtı yanında hazır bulacaksın.)»

Vehb îbn Munebbih burayı şöyle açıklıyor:
Gözünü açıb uzaklara bak. Gözlerin, ulaşabileceği en uzak yere ulaşmadan ben onu sana getireceğim. Anlattıklarına göre; o kişi Suleyman'a, istenilen tahtın bulunduğu Yemen tarafına bakmasını söylemiş, sonra kalkıp abdest alarak Allah Teâlâ'ya duâ etmiş.

İbn Atiyye der ki: İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur:
Bu kişi Âsaf b. Berhiyâ adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Rivayete göre iki rekat namaz kıldıktan sonra Suleyman (a.s)'a şöyle demiştir; Ey Allah'ın peygamberi, uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tahtı önünde buldu. Suleyman daha gözünü kırpmadan taht yanında idi.

Mucâhid, onun duasında; 'ey Celâl ve İkram sahibi (olan Allah)', dediğini nakleder.
Zuhrî'nin naklettiğine göre ise: 'Ey ilâhımız, ey her şeyin tek olan ilâhı. Senden başka ilâh yok. Onun tahtını bana getir' demiş, taht hemen önünde belirivermiş.

Mucâhid, Saîd ibn Cubeyr, Muhammed İbn İshâk, Zuheyr îbn Muhammed ve başkaları şöyle diyor:
O, Allah Teâlâ'ya duâ edip Belkîs'ın tahtını getirmesini istediğinde, —ki taht Yemen'de, Suleyman ise Beyt-i Makdis'te idiler— taht kaybolup yere batmış, sonra Suleyman (a.s.)'ın önünde ortaya çıkıvermiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki:
Suleyman nasıl taşındığını anlayamadan Belkîs'ın tahtının taşınıp önüne getiriliverdiğini görmüştür.(Suleyman (a.s.) orada olmasına rağmen nasıl taşındığını anlayamamasına rağmen, topal şeyhleri bile uçuranlar binlerce yıl sonrasından gördüklerini iddia edebilmekteler.)

Mufessirler, bu zatın "Kitabtan bildiği ilmin" ne olduğu hakkında da çeşitli rivayetler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu ilimden maksat, Allanın bir ismidir, onunla kendisine dua edildiğinde duayı kabul eder. Ancak bu ismin hangi isim olduğu bilinmemektedir.
Yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni verdiği, kendisi anılarak dua edildiğinde duayı kabui ettiği, yüce Allah'ın ism-i A'zam'ını biliyordu. Âişe (r.anha) dedi ki:
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Asaf b. Berhiya'nin kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i Â'zam'ıdır, Ya Hayyu, Ya Kayyum idi." (Taberi, XIX, 163, 164)

Mucahid, "Kendisine ilim verilen zat"ın, Allah'ın "Zulcela-i Vel İkram" isimleriyle dua ettiğini söylemiş Zuhrî ise: "Yâ İlahenâ Ve İlahe Kulli Şey'in İlahen Vahiden Lâ İlahe İlla Ente İ'tinî Bi Arşihâ" "Ey İlahımız ve herşeyin tek ilahı olan Ali ahım. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sen o kadının tahtını bana getir." diye dua ettiği nakledilmiştir. Hemen taht onun önüne getirildi.

el-Kuşeyrî (Tasavvuf ehlinden) dedi ki: Bu görüşü Vehb, Malik'ten de rivayet etmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Mucahid'in görüşüdür.
Suleyman ile taht arasında da, Kufe ile Hire arası kadar bir mesafe vardı. Malik dedi ki: Belkıs Yemen'de, Suleyman (a.s)'da Şam'da bulunuyordu.
Tefsirlerde kaydedildiğine göre Belkis'ın tahtı içinde bulunduğu yeri deldi, sonra da Suleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

Ayet'i kerimede geçen "Gözünü açıp kapamadan getireceğim." ifadesini, Said b. Cubeyr ve Ma'mar, göz görecek kadar bir mesafede bulunan bir kimsenin, sana gelmesinden önce ben onu sana getireceğim." şeklinde izah etmişledir.

Ayetten Çıkarılan Sonuç :

1- "Kitabtan ilmi olan zat" ayetiyle, tahtı getiren zatın, Allah'ın kitabı (muharref olmamış zamanki Tevrat) ilmine sahib olduğu Allah (c.c.) bildirmekte, tahtı getirerek, Suleyman (a.s.)ın yapmadığı bir iş ki, Hıdır ve Musa (a.s.) kıssasındaki gibi, Musa (a.s.)da bulunmayan bir ilim sebebiyle Hıdır (a.s.) ile buluşması buyrulmuştu.

2- İlim sahibi zat, tahtın gelmesi için Allah (c.c.) ismi azamıyla dua ediyor ve taht kendi yanında beliriyor. Kitabdan kendisine ilim verilmiş zat, tahtı getirmek için merdivenlerden inip, korumaları etkisiz hale getirip, anahtarları alıp, kilitleri açıp, tonlarca ağırlıktaki tahtı sırtına alıp gelmemiştir.

3- Kitabdan kendisine ilim verilmiş zatın bir ruhu bir kalbi olduğundan , Suleyman (a.s.)ın yanından hiç ayrılmamıştır, bir daha dışardan gelmemiştir.

4- Suleyman (a.s.) insanların Allah katında en değerlisi olduğu halde, Allah (c.c.)nin kendisine ruzgarı vesile kılmasıyla ancak gündüz bir aylık, gece bir aylık mesafeye gidebilirken, Tayy-i mekan ışınlanma safsatasına inananların uçurdukları kişiler, Peygamberleri sollayarak, 6 aylık, 1 senelik mesafeleri anında ışınlanarak Türkiye'de iken Kabe'de, Çeçenya'da, Pakistan'da, Almanya'da bulunabilmektedirler.

5- Ehl-i sunnet (Kur'an ve sunnetle amel eden) kaynaklarında , Belkıs'ın tahtının nasıl geldiği aşikardır, delilleriyle görmüş olduk. Buna rağmen delilsizce ışınlanıp gitti getirdi diyerek, Tayy-i mekan safsatasını uydurmaya çalışmak, sapkın cahillikten başka birşey değildir.
 
ruhisukut Çevrimdışı

ruhisukut

Önce tanı sonra bağlan!
İslam-TR Üyesi
Ne oldu ! NEDEN sildin benim delilli yorumumu kardeşim? işine gelmeyen yorumu silme! Bırak bizler karar verelim delil geçerli mi değil mi diye.
Ayet ile verdiğim delili neden siliyorsun kardeşim? Beni de engellersen şaşırmam fakat o kadar da subjektif (yanlı düşünen) olamazsın diye düşünüyorum

Yaş kaç bilmiyorum ama size abim diye seslenip sizden ricada bulunuyorum. Öncelikle ben ilim ehli biri değilim size iki üç sayfa delil dolu satırlarda yazmayacağım. Bu ilmi tarafını değerli Abdulmuizz hocaya bırakıyorum. Tasavvufa merak sarmak ve sevmek kötü bir şey değildir, böyle söylediğimizi yahut dile getirdiğimizi sanmayın. Ama günümüzdeki resmedilen tasavvufun ehli olduklarını iddia eden ve Allah'ın otoritesine göz koyanlardan da Allah'a sığındığımızı unutmayın. Sizden şunu rica ediyorum; değerli abim Allah için burada söylenenlere kalp gözünüzü açarak bakın. Bugüne kadar resmedilen şeyhleri kafanızdan silerek bakın. Otorite ve güç yetiren olarak olaylara sadece Allah azze ve cellenin hakim olduğunu kabul ederek bakın. Zira hak ilim insanı uysallaştırır. Yıllarca müçtehit kesilen insanları ilim cahil kılar bunu unutmayın. Hiç bir zaman unutmam medreseye başlayan bir kardeş yıllar sonra mezun olurken şu sözleri dile getirmişti: 'Ben bu medreseye başlarken müçtehit olarak başladım. Bugün mezun oluyorum ve cahil olarak mezun oluyorum' subhanAllah şu sözlerin doğruluğuna bakın. Bakın abim ilim bilmemek insana ilim hakkında konuşma azmi verir ve konuşur boş lafları sıralar. Ama ilim bilmek insana ehl-i sukut olmayı öğretir ve İmam Malik gibileri gibi 'La edri(Bilmiyorum)' demeyi öğretir. Şimdi sizden ricam bugüne kadar bildiklerinizi Allah ve Rasulü aleyhisalatu ve selleme sunun. İmamların yazmış olduğu sözlerle konuşmayın. Gözlerinizle gördüklerinizle konuşmayın(uçtu kaçtı suda yürüyor gitmeden de cihad ediyor vs vs). Zira çoğu illizyonist insanların gözleriyle insanları kandırmasını çok iyi bilir inanacaksanız da onlara inanın zira onlar evliya olduklarını dile getirmeden gözlerinizin yanıldığını söyleyerek doğruyu söylüyorlar. Unutmayın feraset ehli olun, basiret ehli olun ve batıldan Allah'ın hak dini İslam'a sığının. Ahiret gününde pişman olacağınız şeyler sarf etmeyin. Bu bataklıktan kurtulup gönlünü felaha ulaştıran çok kardeşim var elhamdulillah. Rabbim inşaAllah sizinde gönlünüzü felaha eriştirir ve hak olanı gönlünüze verir. Ve şüphesiz hidayet verende alanda alemlerin Rabbi Allah'tır. Bize sadece size dua etmek ve dilimiz kelamı döndükçe nasihat etmek düşer.
 
H Çevrimdışı

hayalihero

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Tahtın nasıl geldiğiyle alakalı nakli tam yazacaktım ki Vakar kardeş (Allah ondan razı olsun) benden hızlı silahşör çıktı. Sen yeter ki hakkı öğrenip tabii olmayı arzu et hayalihero kardeş, gücümüzün yettiğince konuşur münazara ederiz sıkıntı yok.
Evet iyi bir açıklama olmuş, teşekkürler. Fakat bu hemen ilk aklıma gelen bir duruma cevap idi.
Tahtın nasıl geldiğiyle alakalı nakli tam yazacaktım ki Vakar kardeş (Allah ondan razı olsun) benden hızlı silahşör çıktı. Sen yeter ki hakkı öğrenip tabii olmayı arzu et hayalihero kardeş, gücümüzün yettiğince konuşur münazara ederiz sıkıntı yok.
Evet iyi bir açıklama olmuş, teşekkürler. Fakat bu hemen ilk aklıma gelen bir duruma cevap idi. Ben bildiğim kadarıyla sizle yeni durumları paylaşacağım.

Yaş kaç bilmiyorum ama size abim diye seslenip sizden ricada bulunuyorum. Öncelikle ben ilim ehli biri değilim size iki üç sayfa delil dolu satırlarda yazmayacağım. Bu ilmi tarafını değerli Abdulmuizz hocaya bırakıyorum. Tasavvufa merak sarmak ve sevmek kötü bir şey değildir, böyle söylediğimizi yahut dile getirdiğimizi sanmayın. Ama günümüzdeki resmedilen tasavvufun ehli olduklarını iddia eden ve Allah'ın otoritesine göz koyanlardan da Allah'a sığındığımızı unutmayın. Sizden şunu rica ediyorum; değerli abim Allah için burada söylenenlere kalp gözünüzü açarak bakın. Bugüne kadar resmedilen şeyhleri kafanızdan silerek bakın. Otorite ve güç yetiren olarak olaylara sadece Allah azze ve cellenin hakim olduğunu kabul ederek bakın. Zira hak ilim insanı uysallaştırır. Yıllarca müçtehit kesilen insanları ilim cahil kılar bunu unutmayın. Hiç bir zaman unutmam medreseye başlayan bir kardeş yıllar sonra mezun olurken şu sözleri dile getirmişti: 'Ben bu medreseye başlarken müçtehit olarak başladım. Bugün mezun oluyorum ve cahil olarak mezun oluyorum' subhanAllah şu sözlerin doğruluğuna bakın. Bakın abim ilim bilmemek insana ilim hakkında konuşma azmi verir ve konuşur boş lafları sıralar. Ama ilim bilmek insana ehl-i sukut olmayı öğretir ve İmam Malik gibileri gibi 'La edri(Bilmiyorum)' demeyi öğretir. Şimdi sizden ricam bugüne kadar bildiklerinizi Allah ve Rasulü aleyhisalatu ve selleme sunun. İmamların yazmış olduğu sözlerle konuşmayın. Gözlerinizle gördüklerinizle konuşmayın(uçtu kaçtı suda yürüyor gitmeden de cihad ediyor vs vs). Zira çoğu illizyonist insanların gözleriyle insanları kandırmasını çok iyi bilir inanacaksanız da onlara inanın zira onlar evliya olduklarını dile getirmeden gözlerinizin yanıldığını söyleyerek doğruyu söylüyorlar. Unutmayın feraset ehli olun, basiret ehli olun ve batıldan Allah'ın hak dini İslam'a sığının. Ahiret gününde pişman olacağınız şeyler sarf etmeyin. Bu bataklıktan kurtulup gönlünü felaha ulaştıran çok kardeşim var elhamdulillah. Rabbim inşaAllah sizinde gönlünüzü felaha eriştirir ve hak olanı gönlünüze verir. Ve şüphesiz hidayet verende alanda alemlerin Rabbi Allah'tır. Bize sadece size dua etmek ve dilimiz kelamı döndükçe nasihat etmek düşer.
Bi şeyleri güzelce anlatmaya çalışıyorsun, fakat bazı yerlerde kullandığınız ifadeler dikkat çekici olup esas anlatmaya çalıştıklarını gölgede bırakıyor . Mesela bataklık demişsin ya, bu yanlış işte. Beni uzaklaştırıyorsun bu ifadelerle, tabii yaklaştırmaya çalışıyorsan diye bilgi veriyorum.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
ruhisukut Çevrimdışı

ruhisukut

Önce tanı sonra bağlan!
İslam-TR Üyesi
Bi şeyleri güzelce anlatmaya çalışıyorsun, fakat bazı yerlerde kullandığınız ifadeler dikkat çekici olup esas anlatmaya çalıştıklarını gölgede bırakıyor . Mesela bataklık demişsin ya, bu yanlış işte. Beni uzaklaştırıyorsun bu ifadelerle, tabii yaklaştırmaya çalışıyorsan diye bilgi veriyorum.
Hakkınızı helal edin o zman söyledikleri mi bir cahilin sözü olarak algılayıp kale almayın inşaAllah.
 
y0lcu34 HARİCİSİ Çevrimdışı

y0lcu34 HARİCİSİ

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Evet iyi bir açıklama olmuş, teşekkürler. Fakat bu hemen ilk aklıma gelen bir duruma cevap idi. Ben bildiğim kadarıyla sizle yeni durumları paylaşacağım.

Tabii kardeşim, cahili olduğumuz konular muhakkak çok. Zaten bu tür platformların kuruluş amacıda bilgi alış verişinde bulunup hakka ulaşmak. Yeter ki hakkı aramakta ve tabi olmakta samimi olalım, gerisi basit Allah'ın izniyle.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
demek ki burada yorum yapanların yorumları siliniyor...
çünkü işine gelmeyen yorumları "bunlar geçersizdir" diye siliyorsun galiba. Neyse o beni ilgilendirmez, sonuçta sen de bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun iinsanlara... Fakat gördüm ki objektif olarak bilgi paylaşmamışsın; her paragrafta karşı tarafı kötüleyici cümleler kullanmışsın, fikirlere hiç empati ile yaklaşmamışsın, ve bu da sana "çamur at izi kalsın" taktiğinden başka bir şey sağlamaz.
Bak kardeşim iftira ve zanda bulunmayı bırak ve konuya belgelerle gel, eğer Hakk'a teslim olacaksan, tüm delillerini al gel ortaya koy ve cevabımızı iste. Kur'an-ı Kerim ve sahih hadislere teslim olalım. Yoksa boş konuşma, burada konuların altına ilmi delil koyamayıb aksine taasub ile karşı çıkacaksan senle uğraşamayız.

Ne oldu ! NEDEN sildin benim delilli yorumumu kardeşim? işine gelmeyen yorumu silme! Bırak bizler karar verelim delil geçerli mi değil mi diye.
Ayet ile verdiğim delili neden siliyorsun kardeşim? Beni de engellersen şaşırmam fakat o kadar da subjektif (yanlı düşünen) olamazsın diye düşünüyorum
Hap mı aldın? Ne yazdın da silindi?
Böyle saçmalamaya devam edersen atılman yakındır. Kendini zorla attırmak istiyorsan iftira atmana gerek yok, özel mesaj at özlemine kavuş.
 
hamza01 Çevrimdışı

hamza01

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
TASAVVUF, İSLAM'DAN AYRI BIR ŞIRK DINIDIR

Tasavvufun içinde taşıdığı düşünce ve pratiklerle İslam'dan ayrı, din içinde bir din olduğunu kanıtlayan çok önemli bir yazı.


Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.

Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber'in şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir.


Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi Peygamber'in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle olduğu.

İslam "Lailahe illAllah" (Allah'tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan "La mevcude illAllah" (Allah'tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı "VAHDETİ VÜCUD" (Vücud Birliğidir)

Allah Kur'an'da: "Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez." (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah'ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı FüsüsulHikeminde: "Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik'tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır" (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: "Şu halde Firavnun iddia ettiği "Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk'ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir." diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı.

Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır.

Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler.

Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam’dan uzaklaştırmıştır.

Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan vareden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka birşey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah'ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah'ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan varediş değildir.

Vahdeti Vücud anlayışı, Anadoluda gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran'dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran'da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.

Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye'nin Ürdün'e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu hıristiyanlardan:"Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır" sorusuna aldıkları "Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah'a adar" cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.

Peygamber "Kitab nedir, iman nedir bilmezken" (42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından "Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten" (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.

İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İslam'da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir müslümanın hiçbir sebeble kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak müslümanın böylesi bir dünyadan eletek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak.


İslam’da sevap böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah'ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah'ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.

Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur'an'da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz!..." buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır.

Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır.

Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi, hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir.

Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini Peygamber'in hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur'an'dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi istenilmiştir.

Allah'a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna "Fahşa-aşırılık" diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah'a teslim olanın ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır.

Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık.

Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım.

İslam'da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir.

Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda "Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir" demektedirler.

Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela "mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır." Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır.

Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf "Ben Hakk'ım" diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe"Ben Allahım" diyebilmektedir. Bayezidi Bistami "Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir." derken, İbni Arabi "Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim" diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus "Bir ben vardır, bende, benden içeru..." diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek "Bana seni, gerek Seni..." diyenler de bunlardır.


Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki "Hatta 'Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye' isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi "hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar" demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami'de "Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar... Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin".

Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür . Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir.

Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira herşeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Madem ki bu başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam'da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik uzaktan yakından İslam’la ilglidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam'ı tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi. İstemişlerdir de.
 
hamza01 Çevrimdışı

hamza01

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
rabıta
Rabıtayla ne kastedildiğini kendi kaynaklarından öğrenelim:

Rabıta bir müridin, mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünen önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir.(Ruhu'l Furkan, c.II, s.64)


Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir. (Ruhu'l Furkan,c.II, s.79)


Kendi açıklamalarındanda anlaşıldığı üzere rabıta, müridin mürşidini yani Allah-u teala'nın velisi olarak kabul ettiği kişinin simasını, her zaman zihninde, hayalinde canlandırması, onu anması, zikretmesi, ihtiyaç anında ondan medet umması, duasında yani ibadetinde Allah-u teala'yla arasında aracı kılmasıdır. Bu apaçık bir şirktir.

Bu uygulama aynen Mekke müşriklerinin yaptıkları uygulamaya benzer.

Nitekim müşrikler; "Bu heykeller Nebilerin ve Salih kimselerin sembolleridir. Bunlar Allah'la bizim aramızda bir vasıtadırlar, bu vasıtalarla biz Allah'a yaklaşıyoruz" diyorlardı.

Allah-u teala şöyle buyuruyor:

"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dost edinen kimseler: Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz derler... (Zümer:3)


Görüldüğü üzere müşrikler iyi niyetleriyle Allah-u teala'ya daha çok yaklaşmak için, aracılar kılıyorlardı. Ama bu iyi niyet, onları şirkten kurtaramamıştır. Aslında Rabıta ve benzeri uygulamaların yapılmasında etkili olan tasavvufçularda bulunan "Kutup" ve "Gavs" inancıdır.

Tasavvufçulara göre Kutup en büyük velidir, bütün Erenlerin başı, Allah'ın izniyle kainatta tasarruf sahibidir. Gavs'sa darda kalındığında sığınılan ve istimlad edilen, yani yardım istenilen Kutuptur. Darda kalan Sulfiler "Yetiş ya Gavs" diye Gavs'a sığınırlar. Onlara göre Gavs istimlad edene yardım elini uzatır.

Tarikatçıların abartıp, ilahlaştırıp Gavs ilan ettikleri kişilerden biri de "Abdulkadir Geylani" dir.

"O Ebu Muhammed Kutbi Rabbani, İnsanların ve cinnilerin rehberi olan Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleridir. Tam 8 Asır'dan fazladır, insanların sığınağı, darda kalmışların imdadına yetişici olmaya devam etmiştir."


Evet, Yanlış okumadınız, onlara göre Abdulkadir Geylani öldüğü halde tam 8 Asır'dan fazladır, darda kalmışların imdadına yetişici olmaya devam ediyor. Bu nasıl bir inanç? Bu apaçık bir şirktir. İnsanların sığınağı, yardım istiyeceği sadece Allah-u teala'dır, aciz kullar değil.

Allah-u teala şöyle buyuruyor:

"Müşriklere de ki: Allah'tan başka ilah zannettiğiniz şeyleri çağırın. Onlar, zararı sizden ne uzaklaştırabilirler, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları da, Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar, Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur." (İsra: 56-57)

"O Gavs-ul Azam'dır. Ona bu ismi Cenabı Hak ihsan etmiştir. Bu cihanın güneşi, sevgiler hazinesi, taaaa arştan haber veren Geylani türbesidir. Feyiz şualarıyla ölü kalpler dirilten, bu binlerce velinin gönüller kubbesidir. Dilden dile dolaşan, kaf dağlarını aşan, çaresiz kalmışların gerçek mürebbisidir. İlmiyle, kemaliyle bizlere yol gösteren iman, islam ve dinin sarsılmaz kalesidir."


Bir insanın nasıl ilahlaştırıldığını ve türbesinin nasıl tapınak haline getirildiğini okudunuz. Onun Gavsul Azam olduğu, türbesininde taaaaa arştan haber verdiği inancı aynen Mekke Müşriklerinin inançlarına benzer.

Mekkeli Müşrikler Kâbe'yi tavaf ederken şöyle derlerdi:

"Emret Allah'ım. Senin hiçbir ortağın yoktur, yanlız bir ortağın vardır ki, onunda bütün yetkilerinin de sahibi sensin."

Müşriklerin kafası çok karışık olur, o ortağın ve tüm yetkilerinin sahibide Allah-u teala'dır demekle kendilerini kurtaracaklarını sanarlar. Kutup, Gavs gibi adlarla andıkları kişilere olağanüstü yetkiler yakıştıran kişilerde öyledir. Onlarda bu yetkiyi Allah-u teala'nın verdiğini söyleyince işin içinden sıyrılacaklarını sanarlar, bu onların gerçekte Allah-u teala'yı isimve sıfatlarıyla birlemediklerini gösterir.

Bunlar Allah-u teala'yı hakkıyla bilmedikleri için, yaptıkları şirkleri haklı göstermek için Allah'ı haşa dünya hükümdarlarına, yani kullara benzetirler. Oysa Allah-u teala onların bu benzetmelerinden münezzehtir.


Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"...Onun bezeri olan hiçbir şey yoktur.O, herşeyi işitir ve görür." (Şûrâ: 11)

Hükümdarlarla vatandaşları arasındaki aracılar gibi, Allah (c.c) ile kulları arasında aracılar olduğunu kabul ediyorsanız; nasıl ki vatandaşlar ya direkt olarak ihtiyaçlarını hükümdara aktarmayı saygıya aykırı gördüklerinden ya da aracıların, hükümdara kendileri için daha yararlı olur düşüncesiyle ihtiyaçlarını aracılara arzedin aracılar da bunları hükümdara iletiyorsa, Allah'la (c.c) kulları arasındaki aracıların da, kulların ihtiyaçlarını Allah'a (c.c) ilettiklerini, Allah'ın (c.c)'da ancak onların aracılığıyla kullarını hidayete erdirdiğini ve onlara rızık verdiğini; halkın, ihtiyaçlarını bu aracılardan isteyip onların da bunları Allah'tan (c.c) istediklerini söylüyorsanız, bunu söyleyen, kafir ve müşriktir.

(İbn Teymiyye-Tevessül s.160,161)

İşte bu şekilde vasıtalara gerek yoktur. Çünkü Allah (c.c) kuluna herkesten ve herşeyden yakındır.

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Kullarım sana Beni sorarlarsa, şüphesiz ki Ben onlara çok yakınım. Dua edenin duasını, Bana dua ettiği zaman kabul ederim. O halde onlarda Benim davetime uysunlar ve Bana inansınlar ki, doğru yolu bulmuş olsunlar. (Bakara: 186)


Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Her işinde yalnız Rabbine yönel, isteyeceğini O'ndan iste." (İnşirah: 8 )



Râbıtanın şartları ondur:

1. İnâbeli olmak:

Yani bir Nakşibendî şeyhine bağlanmak ve mürit sıfatını kazanmak.

Nakşibendî Tarikatı, örgütlenmeye en çok önem veren bir mistik akımdır. Tarih boyunca kaydettiği gelişmesini ve yaygınlaşmasını sıkı ve disiplinli örgütlenmeye borçludur. Tarikatın ilk ve en önemli kuralı şeyhe mal ve canla teslim olmak emir ve talimatını kayıtsız, şartsız ve itirazsız şekilde yerine getirmektir. Bunu peşin olarak kabul etmeyen zaten bu tarikata alınmaz. Bu örgüte mürid sıfatıyla giren her kes sıkı bir şekilde izlenir. Davranışlarında tarikat kurallarına aykırı en ufak bir hareket tespit edilirse (uzaklaştırılmasından zarar gelmeyeceğine inanıldığı taktirde) tard edilir, aksi halde başka şekilde kullanılır!


2. Abdestli olmak:

Bu şart râbıtaya, İslâm'a ait bir uygulama süsü vermek için öngörülmüştür. Çünkü ileride de görüleceği üzere râbıtanın kaynağı İslâm değildir.


3. Kapıyı kitlemek:

İslâm'da ibadetin gizli yapılmaması gerekir. Özellikle eğitici etki yapacağından farzların açık şekilde yapılması zorunludur. Çünkü İslâm bir cami ve mezarlık dini değildir. Sosyal ve toplumsal disiplinlere sahip bir yaşam ve yönetim biçimidir. Cami pencerelerine buzlu cam takılmasından amaç, içerideki görüntüyü gizlemek değil, tam tersine dışarıdaki görüntünün içeriye yansımasına ve namazdakilerin dikkatini dağıtmasına engel olmaktır.
Dolayısıyla rabıta yaparken tarikatçıların kapıyı kilitlemesi, Tarikat liderlerinin vaktiyle bir takım gizli ve tehlikeli amaçlar güttüğünü, bu maksatlarla yapılan toplantılara ibadet süsü verdiklerini akla getirmektedir.


4. Ortamı karartmak.

Gerek rabıta sırasında, gerekse Hatm-i Khuwajegân ve teveccüh ayinleri sırasında ışıkların söndürülmesi olayı da yine yukarıdaki noktayı hatırlatmaktadır.


5. Ters teverruk oturuşu ile oturmak.

Bu oturuş şekli, Buduzm'in teorisyenlerinden Rahip Patanjali'nin Sutralar adlı kitabında yoga için ön gördüğü oturuş biçimlerinden adapte edilmiştir. Meselenin içyüzünü gizlemek için biraz değiştirilmiştir.


6. Gözleri yummak.

Gözleri yummak da yine Budizm'in yogasından alınmıştır. Amaç şeyhin silueti üzerinde zihni yoğunlaştırmaktır.


7. Nefesi kontrol altına almak.

Bu kural da yine yogadan alınmıştır. Bundun maksat, konsantrasyonu sağlamaktır.


8. Sabit ve hareketsiz durmak.

Aynı şekilde bu kural da yine yogadan alınmadır. Konsantrasyonu kolaylaştırmak içindir.


9. Mürşidin şeklini zihinde canlandırmak.

Bu da yogadan alınmıştır. Şartlı refleks eğitimine yönelik bir uygulamadır.


10. Mürşidin rûhâniyetinden yardım dilemek.




Râbıta-Meditasyon-Yoga:

Rabıtayı, kısa da olsa yukarıda tanımlamıştık. Meditasyon sözcüğü ise Avrupa kaynaklıdır ve "bilinçli düşünme"anlamına gelmektedir. Yoga'ya gelince bu terim, Budizm'le ilgili kaynaklarda «Allah'la birleşme amacına yönelik bir zihinsel eğitim» olarak tanımlanmıştır. Bu üç terim arasındaki ilgiler araştırıldığında rabıtanın yoga'dan ilham alınarak düzenlenmiş bir meditasyon biçimi olduğu anlaşılmaktadır.
 
hamza01 Çevrimdışı

hamza01

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Allah ile Kul Arasında Vasıta Var Mıdır ?

"Her kim hükümdara yakın olan kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve ilim adamlarını veya şeyhleri Allah (c.c) ile kulları arasında bir vasıta olarak görürse, böyle itikad ederse... "

Şöyle ki; kulların ihtiyaçlarını Allah (c.c)'a onlar sunuyor ve Allah (c.c) ancak kullarına onların vasıtasıyla hidayet ediyor ve rızık veriyor...

Halk onlardan, onlar da Allah (c.c)'tan istiyorlar.Tıpkı, hükümdar nezdindeki vasıtaların hükümdara halktan daha yakın oldukları için, halkın taleplerini bizzat melikten istememek için, edeben onlardan istemeleri gibi.

Yahut da, vasıtalar hükümdara ihtiyaç sahibinden daha yakın olduğu için, vasıtalardan istek ve talepte bulunmayı daha faydalı buluyor. (Elbette ki halk isteklerini doğrudan doğruya hükümdardan istememek için, onun yakınlarını araya koyar.

İşte her kim bu şekil üzere, Allah (c.c)'la kulları arasında vasıtaların varlığını kabul ve itikat ederse, o kimse kâfir ve müşrik olur.

Böyle bir kimsenin Şer'an tevbe etmesini istemek vacib olur. Tevbe ederlerse kurtulur, etmezlerse katledilirler. Çünkü; bu teşbihçiler, Hâlık'ı mahlûka, Allah (c.c)'ı insanlara benzetmiş ve böylelikle Allah (c.c)'a şirk koşmuş olurlar.

Kur'an-ı Kerim'de bunları reddeden ayetler, bu risaleye sığmayacak kadar çoktur.

Meselâ şöyle olmaktadır:

Halk, kralın yakınlarından neden şefaat istemektedir? Şunun için...

Kral veya hükümdar, halkın ne istediklerini topyekün bilemeyecektir elbette...

Onun yanındaki memurlar ve hususi yakınları, halkla, kendisinden daha fazla içli dışlıdırlar. Yani, makam olarak halka daha yakındırlar. Halk hükümdarı ulaşılamıyacak kadar büyük kabul ettiği için, bu vasıtaları araya koymak zorunda kalırlar. Çünkü, kendileri bildirmedikçe, kral durumlarını bilememektedir. İşte burası mühim bir noktadır. Allah (c.c)'ı da (hâşâ) bir kral gibi bilgisiz kabul etmiş olmak ne büyük bir şirktir. Allah (c.c) herşeyi gören, işiten ve vasıtasız olarak bilen kudrettir. Onun için kulunun durumunu aracılardan daha iyi bilmektedir. Aksini kabul ve iddia etmek Allah (c.c)'a (hâşâ) eksiklik izafe etmek olur ki, işte bu yukarıda da belirtildiği gibi en büyük şirk olur.

Hükümdar ile teb'ası arasındaki vasıtaların varlığı şu üç şekilden birine dayanır:

Birinci şekil:

Hükümdarın bilmediği halkın bir kısım ihtiyaçlarını vasıtaların hükümdarlara haber vermesi şeklinde olur. (Hükümdar her şeyi bilmez. Onun için, halkın isteklerini bildirmesi ancak aracı ile olur. )

Halbuki Allah (c.c), gizli açık her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah (c.c)'a bilgisizlik izafe ederse şirke ve küfre düşmüş olur.

Melekler, Nebi ve Rasuller, Şeyhler ve başkaları haber verinceye kadar, Allah (c.c) kullarının durumundan haberdar olmaz, hallerini bilmez, gibi bir itikad sahibi, elbette ki küfrün en derin gayyasına düşer, (gerçekten kâfir olur.)

Allah (c.c) her türlü eksiklikten münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O herşeyi işitir, en küçük bir zerreyi bile görür. O, ayrı ayrı dillerden kendisine dua edip isteyen kullarının seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, öbürünü işitmekten uzak olmaz. İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O'nu asla yanıltmaz.

İkinci şekil:

Hükümdar güçsüz ve iktidarsız olduğundan, her şeyi bilecek kaabiliyet ve güçde olmadığından, vasıtalar olmaksızın halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve bilemediği için de, idare etmekten aciz kalır. İşte bundan ötürü hükümdar, bilgi edinmek için, yardımcılar edinir, onları halkla kendi arasında vasıta olarak kullanır.

Halbuki, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Allah (c.c)'ın haşa böyle bir eksikliği ve zaafı olmadığı için, yardımcıya ve kulları ile arasında bir vasıta kullanmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü o her şeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç yetirendir.

O, bütün mevcudatın, o mevcudad içindeki bütün külli sebeplerin yaratıcısı, maliki, hükmedici, Rabbidir. O yarattığı hiçbir mahlûka muhtaç değildir, fakat bütün mahlûkat ancak O'na muhtaçtır.

Yardımcı ve dayanaklarına muhtaç olan hükümdarlar böyle değildir. Hakikatte, hükümdarın yardımcıları ve vasıta olarak kullandıkları, onun mülk ve sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık haklarını bölüşenlerdir.

Halbuki Allah (c.c)'ın mahlûku üzerindeki hükümranlığında hiçbir şeriki ve ortağı yoktur. Allah (c.c) hiçbir şeriki ve ortağı olmayan sultandır, Mabud'dur ve mülk mutlak anlamda O'nundur. Hamdü sena yalnız O'nadır ve O her şeye (kadirdir) hükmedecek kudrettedir.

Üçüncü şekil:

Hükümdar, hariçten bir başkası tahrik ve teşvik etmedikçe, teb'asına (halkına) bir yardımda ve ihsanda bulunmayı arzulamaz ve düşünmez.

Ne zamanki, emrinden sakındığı ve desteğine muhtaç olduğu bir kimse hükümdara nasihat ve ikazda bulunur yol gösterirse; o zaman, ancak o zaman halkının ihtiyaçlarına çare bulmak üzere hükümdarın iradesi faaliyete geçer. Ama bu hareket, nasihat veren kişinin öğüdünden hükümdarın kalbinde hasıl olan bir merhamet de olabilir veya ona öğüt verenin ikazından meydana gelen bir korku da olabilir. Belki de sadece ikaz edenin hatırı...

Allah (c.c) ise herşeyin sahibi ve Rabbidir. O, kullarına annenin çocuğuna duyduğu şefkatten çok daha şefkatli ve çok daha merhametlidir.

Herşey O'nun dilemesi ile olur, ancak O'nun istediği şey olur, tahakkuk eder, istemediği hiçbir şey de olmaz.

Allah (c.c) kullarının bir kısmının diğerlerine faydalı olmasını irade ettiği zaman, falan, filana yardımda bulunur, ona dua eder ve şefkat gösterir ve daha birçok iyiliklerde bulunur. (Bütün yardımlar Allah (c.c)'ın isteği ile olur.Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi ancak Allah (c.c) izin verirse hükümdarın kalbini yumuşatır. )

Bütün bunların yaratıcısı Odur. O, yardım edenin, dua yapanın ve şefkat gösterenin kalbinde, yardım, dua ve şefkat etme iradesini yaratan Allah (c.c)'tır.

Kâinatta hiçbir kimsenin, Allah (c.c)'ı iradesinden başka bir şey yapmaya zorlaması veya Allah (c.c)'ın (hâşâ) bilmediği bir şeyi O'na öğretmesi mümkün olamaz.

Kâinatta Allah (c.c)'ın ümit beklediği veya (hâşâ) korktuğu hiçbir varlık mevcut değildir.

Bundan dolayıdır ki, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) :

"Sizden hiçbiriniz "Allahım beni istersen affet istersen bana rahmet eyle" demesin. Fakat istediğini kesin olarak söylesin, zira, Allah (c.c)'ı zorlayıcı hiçbir (kuvvet) kudret mevcut değildir" buyuruyor. (Buhari, Deavat: 21; Tevhid: 31; Müslim, Zikir: 7; Muvatta, Kur'an: 28 Tirmizi, Deavat: 79; Ebu Davud, Salat: 358; İbn Mace, Deavat: 8 )

Allah (c.c) katında şefaat edecek şeyler, sadece Allah (c.c)'ın izin verdiği şeylerdir ve ancak Allah (c.c)'ın izni ile şefaat edebilirler.

Cenab-ı Hakk buyuruyor:

"Allah, o Allah'dır ki, kendinden başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu olmayan diridir. Zatıyla ve kemaliyle kaimdir. O'nu uyuklama hali yakalamaz ve asla uyumaz O. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de ortaksız olarak O'nun. O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önünde ve ardında ne olduğunu kesin kes bilir. O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kabil değil kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bunların varlığı O'na ağır gelmez. O çok yüce ve büyüktür" (Bakara: 2/255) (İbn Teymiyye - Kulluk s: 104, 107)

"De ki: Allah'ı bırakıp da O'nun yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremiyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da değiştiremezler. Onların yardım istedikleri ve böylece kendilerine Rab edindikleri de, Allah'a daha yakın olmak için yol arayıp duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbin azabı ne kadar korkunç bir azabdır" (İsra: 17/56-57)

Naklettiğimiz son ayette, Yüce Allah, kendi dışındaki varlıklardan dua ve istimdat edilenlerin, (yardım istenenlerin, beklenenlerin), hiçbir zararı kaldıramayacaklarını, belayı defedemiyeceklerini, tebdil de edemeyeceklerini , böyle bir güçleri olmadığını açıklıyor.

O dua ve istimdat edilen (yardım beklenen) lerin de aynı kendileri gibi, yani dua ve istimdat edenler (yardım isteyenler) gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah (c.c)'ın azabından korktuklarını ve aynen isteyenler gibi, Allah (c.c)'a yaklaşmak ve sığınmak istediklerini beyan ediyor.

Böylece Cenab-ı Hakk müşriklerin melekler ve peygamberler hakkında ileri sürdükleri dua ve istimdat etmek ve onları şefaatçi edinmek telâkkisini red etmekte ve yasaklamaktadır. (Kendisinden başka hiç kimseyi duaya muhattab saymıyor Yüce Allah...)

Ancak izin verilen şefaat müstesnadır." (İbn Teyymiye - Kulluk s: 110)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
uçmak kaçmak yok, ışınlanmak falan yok diyene cevabım, AYET i KERİME ile gelecek; Süleyman Peygambere Belkıs Annemizin tahtının nasıl geldiğini anlatan ayette şöyle yazar;
Neml/38. " Olayların gidişi içinde Süleyman, Sebe' melikesinin kendisine geleceğini öğrenince, çevresindekilere: “Siz ey seçkin görevliler!” dedi. “Hanginiz bana Sebe' melikesinin tahtını, daha O ve O'na bağlı olanlar, teslimiyet gösterip bana çıkıp gelmezden önce buraya getirebilir?”
Neml/39. " Cinlerden becerikli, kurnaz, gözüpek biri: “Daha oturduğun yerden kalkmadan, onu sana getirebilirim. Çünkü ben, bu konuda gerçekten güvenilir bir güce sahibim” dedi.
Neml/40. " Kitaba ait bir bilgiye sahib olansa ben dedi, gözünü yumup açmadan onu getiririm sana. Derken baktı ki taht yanında durmada, onu görünce bu dedi, Rabbimin lutfundan, ihsanından, şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor. Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnidir, onlara karşı lütuf ve kerem sahibidir.

Tayy-i Mekan Safsatası :
Uçmaya Kaçmaya - Işınlanmaya Klonlanmaya Son

https://www.islam-tr.org/konu/tayy-...aya-kacmaya-isinlanmaya-klonlanmaya-son.7145/
Evet iyi bir açıklama olmuş, teşekkürler. Fakat bu hemen ilk aklıma gelen bir duruma cevap idi.

Evet iyi bir açıklama olmuş, teşekkürler. Fakat bu hemen ilk aklıma gelen bir duruma cevap idi. Ben bildiğim kadarıyla sizle yeni durumları paylaşacağım.[/QUOTE]

Bu konu kafanda çözüldü ise bir daha bu meseleyi delil diye getirmeyeceğine söz veriyor musun?

Şimdi istediğin konuyu sırayla buraya delillendir.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt