Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Davud (a.s.) Askerini Öldürtüp Karısını Almış mıdır?

M Çevrimdışı

MUTEFEKKİR

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun Aleyküm
Sad suresinde 21-29 ayetlerinde Hz Davuda iki davacının gelmesi anlatılıyor. Okuduğum hikayede bu davacıların askerinin eşine aşık olan Hz Davudu uyarmak için geldiği yazıyor. Bu durum peygamberlerin ismet sıfatına ters değil mi ?
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Aleykum selam we rahmetullah;

Sâd suresinin ayetlerinden bahsediyor, sonra da okuduğum hikayede bu durum peygamberlerin ismet sıfatına aykırı değil mi diyorsun. Evvela hikayen ne derece doğru onu sormalısın!

"Sana şu hasımların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi. - (Birileri dedi ki): "Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz koyunu vardır. Benim ise bir koyunum var. O koyunu da bana ver, dedi ve söz söylemede beni yendi." - Dedi ki: "Andolsun ki o senin bir koyununu koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiş. Muhakkak katan (ortak)ların çoğu şubhesiz birbirlerine haksızlık ederler. İman edib salih amel işleyenler mustesna. Böyleleri ise ne de azdır!" Bunun üzerine Dâvûd bizim kendisini imtihan ettiğimizi sandığından hemen mağfiret istedi. Rukû ederek yere kapanıb döndü. - Biz de ona bunu mağfiret ettik. Şubhesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır." (Sa'd 21 - 25)


İbn Abbas'dan nakledilen:
Dâvûd (a.s) içinden eğer ilâhi bir imtihana tabi tutulacak olursam, kendimi yanlışlıktan koruyacağım, diye geçirmişti. Ona: Sen sınanacaksın ve sınanacağın günü de bileceksin. Onun için tedbirini al, denildi.
O da Zebur'u yanına alıb ibadet ettiği yere girdi, yanına kimsenin girmemesini istedi.
Zebur'u okumakta iken en güzel surette bir kuş geldi, onun önünde uçmaya başladı. Eliyle onu yakalamak istedi ve arkasından gitti. Kuş nihayet mihrabın aydınlanma deliğine kondu. Onu almak üzere ona yaklaşınca, yine kuş uçuverdi. Onu görmek için ileri uzanınca yıkanmakta olan bir kadını gördü. Kadın onu görünce vucudunu saçlarıyla örttü.

-es-Suddî dedi ki: Kadın Davud'un kalbinde yer etti.-
(Devamla) İbn Abbas dedi ki: Kocası Allah yolunda gazaya çıkmış, Oriya b. Hannan idi.
Dâvûd gaza kumandanına kocasını tabutu taşıyanlar arasına katması için emir yazdı. Tabutu taşıyanlara ise yüce Allah ya zafer nasib ederdi yahud öldürülürlerdi. Oriya'yı kumandan tabutu taşıyanlar arasına yerleştirdi ve öldürüldü. Kadının iddeti bitince Dâvûd ona talib oldu.
Kadın da, eğer bir oğlu olursa, ondan sonra hükümdarlığa o geçecek, diye şart koştu ve buna dair de bir belge düzenledi. İsrailoğullarından da elli kişiyi buna şahid tuttu. Suleyman dünyaya gelib delikanlılık yaşına gelinceye iki melek duvarı aşıb namaz kıldığı yere gelinceye ve yüce Allah'ın kitabında anlattığı durum meydana gelinceye kadar nefsi bir türlü karar kılmamıştı.


Bunu el-Maverdî ve başkaları zikretmiş ise de sahih değildir.
(Bu tür israiliyyatın dini hükümlerle ilgisini görmediğinden, İsrailoğullarından nakli mubah rivayetlerden kabul ettiği için zikretmiş olabilir. Hangisi olursa olsun, bunlarla hiçbir şekilde meşgul olmamak gerekirdi. Bu gibi rivayetlerin doğru olmadıklarına dikkat çekmek daha uygun olurdu. Vallahu âlem.
Tirmizî el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, II, 178)



Derim ki: Bu manasıyla bunu Tirmizî el-Hakim de Nevadiru'l-Usul'de peygambere merfu bir rivayet olarak zikretmiştir: Yezid er-Rukaşî'den, Enes b. Malik'i şöyle derken dinlemiş:
Rasûlullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Dâvûd peygamber (s.a.v.) kadını görüb onunla evlenmek isteyince, İsrailoğullarının bir askeri birlik çıkarıp göndermelerini emretti. Birliğin kumandanına da düşman ile karşılaştığınız vakit -ismini vererek- filanı öne geçir, dedi. O kişiyi tabutun önüne kattı. O dönemde o tabut ile zafer taleb edilirdi. Tabutun önüne geçirilen kimseler ise ya öldürülürdü yahud da savaştıkları ordu önlerinden dağılır gider, öyle geri dönebilirlerdi. Kadının kocası öne geçirildi ve öldürüldü. Her iki melek de Davud'a indi ve ona olayı anlattılar... "

Said, Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Belka şehri yakınındaki Amman kuşatması esnasında kocasına kapının halkasını yakalamalarını emretti. Bu da ölümün kendisi demekti. Bu maksadla kocası öne geçti ve öldürüldü.

es-Sa'lebî ile bir grub ilim adamı şöyle demişlerdir:
Yüce Allah Davud'u bu günah ile imtihan etti. Çünkü o bir gün Rabb'inden kendisini İbrahim, İshak ve Yakub'un mertebesine çıkarmasını temenni etti, onları sınadığı gibi kendisini de sınamasını, onlara verdiği şeyler gibi kendisine de bağışlamasını temenni etti. Dâvûd zamanı üçe ayırmıştı. Bu üç günün birisinde insanlar arasında hüküm veriyor, birisinde tek başına Rabb'ine ibadet için halvete çekiliyor, birisinde ise hanımlarıyla ve işleriyle meşgul oluyordu. Okuduğu kitablarda İbrahim, İshak ve Yakub'un faziletine dair şeyler okuyordu. Rabbim dedi, bütün hayırları benim atalarım alıp götürmüş. Bunun üzerine yüce Allah ona şunu vahyetti:
Onlar başkalarının maruz kalmadıkları belalar ile sınandılar ve bunlara sabrettiler. İbrahim, Nemrut, ateş ve oğlunu boğazlamakla; İshak boğazlanmakla, Yakub, Yusuf için üzülmekle ve gözlerini kaybetmekle sınandılar. Sen ise bu tür hiçbir şeyle sınanmış değilsin, denildi.

Bunun üzerine Dâvûd (a.s): Onları sınadığın gibi beni de sına ve onlara verdiğinin benzerini bana da ver, dedi. Yüce Allah da ona: Sen şu ayda cumua gününde sınanacaksın, diye vahyitti. O gün mihrabına girdi, kapısını üzerine kapattı, namaz kılmaya ve Zebur okumaya başladı. Aniden altından bir güvercin suretinde şeytan ona göründü. Bu güvercinde herbir güzel renk vardı. Güvercin gelib ayaklarının önünde durdu. Onu yakalayıp küçük oğluna vermek maksadıyla elini uzattı, uzak sayılmayan bir yere kadar uçarak, yakalanacağından yana Davud'un ümidini kesmedi. Yine onu yakalamak üzere uzandı, yine güvercin biraz daha geri çekildi. Güvercinin arkasından gitti ve nihayet bir pencereciğe uçup kondu. Oradan almak üzere gidince, güvercin uçtu, Dâvûd da onu yakalayacak kimse göndermek maksadıyla gözleri ile onu takib edip durdu. Bir havuzun kenarında bahçede yıkanmakta olan bir kadını görüverdi.
-Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır.- es-Suddî de: Evinin damı üzerinde çıplak olarak yıkanıyordu, demiştir.

Böyle güzel bir kadın görmemişti. Kadın onun gölgesini görünce, saçlarını çözdü ve saçları vücudunu örttü. Bundan dolayı kadını daha da beğendi. Kocası Orya b. Hannan ise Davud'un kız kardeşinin oğlu Eyyub b. Suriye ile birlikte bir gazada bulunuyordu.
Dâvûd, Eyyub'a: Orya'yı şu şu yere gönder ve onu tabutun önünde yerleştir, dedi. Tabutun önünden giden bir kimsenin zafer nasib olmadan ya da şehid düşmeden geri dönmesi helal değildi. Derken Eyyub onu tabutun önüne yerleştirdi, zafer nasib oldu. Davud'a durumu yazdığı bir mektubla haber verdi.

el-Kelbî dedi ki: Orya, Dâvûd döneminde Allah'ın yeryüzündeki kılıcı idi. Bir darbe indirip tekbir getirdi mi bu tekbiri dolayısıyla sağından Cebrail, solundan Mikail tekbir getirir, semadaki melekler tekbir getirir ve Arşa varıncaya kadar bu böylece sürerdi. Nihayet Arşın etrafındaki melekler de onun tekbiri ile tekbir getirirdi.
(el-Kelbî) dedi ki: Allah'ın kılıçları üç tane idi. Bunlar Musa döneminde Kalib b. Yufanna, Dâvûd zamanında Orya, Rasûlullah zamanında da Hamza b. Abdu'l-Muttalib idi.
Eyyub, Davud'a yüce Allah'ın Orya'ya zaferi nasib ettiğini haber vermek üzere mektub yazınca, bu sefer Dâvûd O'na: O'nu şu birlikle birlikte gönder ve yine tabutun önüne yerleştir.

Yine Alla, O'na zafer nasib etti, sonuncusunda da şehid düştü. Dâvûd da iddeti bittikten sonra o kadın ile evlendi. İşte Davud'un oğlu Suleyman'ın annesi o kadındır. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

Bir başka görüşe göre Dâvûd (a.s)'ın sınanmasının sebebi şudur:
O içinden kötü hiçbir şey yapmadan bir gün geçirebileceğini geçirdi. el-Hasen dedi ki: Dâvûd zamanını dörde bölmüştü. Bir bölümünü hanımlarına, bir bölümünü ibadete, bir bölümünü İsrailoğulları ile birbirlerine karşılıklı öğüt vermek ve birlikte ağlayıb ağlaşmak, bir bölümünü de hüküm vermek için ayırmıştı. Derken bir insanın hiçbir günah işlemeden bir gün geçirmesi olabilir mi? diye muzâkere ettiler. Dâvûd bu işin altından kalkabileceğini içinden geçirdi. İbadet ettiği günü kapıyı üzerine kapattı, yanına kimsenin girmemesini emretti. Zebur'u okumaya koyuldu ve derken altından bir güvercin önüne gelib düştü. Sonra da az önce geçenlere yakın rivayeti anlattı.


******

Davud (a.s.) hakkında ilgili bu rivayetler hakkında mufessir Fahraddin Razi şöyle der:

Ben derim ki: İnsanların, bu kıssa hakkında şu üç görüşleri var:

A) Kıssanın bu şekilde anlatılması, Dâvûd (a.s)'dan bir büyük günahın sâdır olduğunu gösterir.

B) Bu, ondan, bir küçük günahın sâdır olduğunu gösterir.

C) Bu kıssa, ondan, ne bir büyük günahın, ne bir küçük günahın sâdır olduğunu göstermeyecek bir biçimdedir.
....

A) Birinci görüştekilerin bu kıssa ile ilgili sözlerinin özü şudur:
Dâvûd (a.s), Ûriyâ'nın hanımına aşık olur. Çeşitli çarelere başvurur. Neticede kocasını öldürtür ve o kadınla evlenir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak kendisine, bu hâdiseye benzer bir hâdise hakkında, iki davalı adam kılığında iki melek gönderir. Melekler hâdiseyi hüküm vermesi için ona arzederler. Böylece Dâvûd (a.s), kendisinin günahkâr olduğunu itiraf edeceği bir biçimde hüküm verir ve sonra bunu anlayıp, Allah'a tevbe eder


Dâvûd (a.s)'a İftira

Bu husustaki inancım ve fikrim, anlatılan bu hikâyenin bâtıl olmasıdır Bunun delilleri şunlardır:

1) Bu hikâye, insanların en fâsık ve gunahkârına nisbet edilecek olsa, o bile bu tür şeylerden utanç duyar. Bu hikâyeyi anlatan o luzumsuz pis herifin kendisine, böylesine şeyler nisbet edilecek olsa, kendini bundan alabildiğine tenzih eder ve çoğu zaman, kendine böyle şeyler nisbet edene lânet eder. Durum böyle olunca, insana, mâsum olan bir peygambere böylesi bir şeyi nisbet etmesi nasıl uygun düşer?

2) Bu hikâyenin neticesi, Dâvûd (a.s)'un zulmederek bir müslümanı öldürtüp, hanımıyla evlenme gayretine girmesine varır.
Birinci husus, dinen kabul edilmez bir şeydir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): "Kim, isterse bir kelimenin yansıyla bile olsa, bir müslümanm kanı (öldürülmesi) için gayret gösterirse, Kıyamet günü, İki kaşının arasına, ''Bu, Allah'ın rahmetinden uzak kaldı" diye yazılı olarak gelir" (İbni Mâce, diyat, 1 (2/874) buyurmuştur.
İkinci husus da, gerçekten nahoş bir şeydir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), "Müslüman, diğer müslümanların dilinden ve elinden sâlim oldukları kimsedir" (Buhari, iman, 4, 5) buyurmuştur.
Bu hikâyeye göre ise, Ûriya, Dâvûd (a.s)'dan ne canı, ne hanımı hususunda sâlim olmuştur.

3) Allah Teâlâ, bu kıssadan önce, Dâvûd (a.s)'ı, biraz önce de anlattığımız gibi, on sıfatla nitelemiştir. Yine bu kıssadan sonra O'nu, pek çok sıfatlarla tavsif etmiştir. Bu sıfatların hepsi de, Dâvud (a.s)'un böylesi kötü bir fiil, çirkin bir işle nitelenmesine terstirler. Bu konuyu iyice anlatabilmemiz için, biraz önce bahsettiğimiz o sıfatları yeniden ele almamızda bir sakınca yok. Binâenaleyh diyoruz ki:

Dâvûd (a.s)'un Sekiz Sıfatı

Birinci Sıfat: Allah Teâlâ, Muhammed (s.a.v.)'e, sabırda üstün olma ve güçlüklere göğüs germe hususunda, Dâvûd (a.s)'un yolunca gitmesini emretmiştir. Şimdi kalkar da, Dâvûd (a.s)'un nefsinin muhalefetine (isteğine) dayanamayıb, şehvetini tatmin için bir müslümanın. kanını akıtmaya gayret ettiğini söylersek, Ahkemu'l-hâkimîn olan Allah'ın, taatlara sabır konusunda peygamberlerin en üstünü olan Muhammed (s.a.v.)'e, Dâvûd (a.s)'a uymasını emretmesi nasıl uygun düşer?

İkinci Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Dâvûd (a.s)'u, kendisinin "kulu" olarak vasfetmesidir. Bu şekilde vasfetmenin gayesinin, bu sıfata sahib kimsenin, kulluk noktasında kâmil olduğunu, taatları edada ve haramlardan sakınmada doruk noktaya ulaştığını anlatmak olduğunu açıklamıştık. Şimdi kalkar da Dâvûd (a.s)'un böyle bâtıl işlerle meşgul olduğunu söylersek, bu durumda o, Allah'a kullukta kemâle ermiş olmak şöyle dursun, aksine hevâ-u hevesine ve şehvetine uymada doruğa ulaşmış bir kimse olur.

Üçüncü Sıfat: Bu, ayetteki, "kuvvetli" kelimesiyle anlatılan sıfattır. Bu ifadeyle, dinî açıdan kuvvetli oluşun kastedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü dînin dışında kalan şeylerdeki kuvvet, kâfir krallarda da var. Dindeki kuvvetin manası ise, farzları yerine getirme ve haramlardan sakınma hususunda mükemmel kuvvettir. Kendisini adam öldürmekten ve bir din kardeşinin hanımına arzu duymaktan alamayan kimse için, böyle bir kuvvetten nasıl bahsedilebilir?

Dördüncü Sıfat: Bu, Dâvûd (a.s)'un Allah'a çokça rucû edişini anlatan sıfattır. Böylesi bir sıfat da, kalbi adam öldürmek ve fısk-u fucurla dopdolu olan birisi için nasıl uygun düşer?

Beşinci Sıfat: Bu, "Dağları ona musahhar kıldık" ayetinin ifade ettiği husustur. Şimdi sen, adam öldürmeye ve fısk-u fucura vesile edilmesi için, dağların onun emrine verildiğini söyleyebilir misin?

Altıncı Sıfat: Bu, "Toplanmış olarak kuşları (ona musahhar kıldık)" ayetinin ifade ettiği husustur. Rivayet edildiğine göre, Dâvûd (a.s)'a, kuşları avlamak haram kılınmıştı. Binâenaleyh kendisinden müslüman bir adamın canı ve hanımı hususunda emin olamadığı birisinden, kuşların emin olması nasıl düşünülebilir?

Yedinci Sıfat: Bu, "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik" ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla, Allah Teâlâ'nın dünyevî sebeb ve vasıtalarla, onun mülkünü kuvvetlendirmesi manasının kastedilmiş olması imkânsızdır. Aksine bununla kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın dini ve uhrevî saadetleri takviye eden şeylerle, onun mülkünü kuvvetlendirmeyidir. Şu halde bu ayetle, onun mülkünün hem dinî, hem de dünyevî hususlarda kuvvetlendirilmesi kastedilmiştir. Kendisini adam öldürmekten ve fısk-u fucurdan alıkoyamayan kimse için, bu nasıl münasib olur?

Sekizinci Sıfat: Bu, "Ona hikmet ve fasl-ı hitab verdik" ayetinin ifade ettiği husustur. Hikmet, bilme ve amel bakımından olması gereken herşeyi içine alan bir isimdir. Dolayısıyla Dâvûd (a.s)'un, pis şeytanın bile arkadaşlarının en seçkinine, canı ve hanımı hususunda eziyet çektirmekten utanç duyacağı bir işte ısrar etmesi durumunda, Cenâb-ı Hakk'ın onun için, "Ona hikmet verdik" demiş olması nasıl düşünülebilir? Binâenaleyh bu kıssanın anlatılmasından önce, Cenâb-ı Hakk'ın bu sıfatları zikretmesi, Dâvûd (a.s)'un sahasının, ırz ve namusunun, böylesi hikâyelerden ve yalanlardan uzak olduğuna delâlet eder.


Dâvûd (a.s)'un On Sıfatı

Ayette anlatılan kıssadan sonra, Dâvud (a.s) için zikredilen sıfatlar da on tanedir:

1) "Katımızda muhakkak onun bir yakınlığı ve akıbet güzelliği var" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadenin burada getirilmesi ancak, bundan önce anlatılan kıssanın, . Dâvûd (a.s)'un Allah'a itaat konusunda sebatlı olduğunu göstermesi halinde uygun düşer. Ama önceki kıssanın, Dâvûd (a.s)'un adam öldürmeye ve fısk-u fucura gayret gösterdiğine delâlet etmesi halinde, "Katımızda muhakkak onun bir yakınlığı ve akıbet güzelliği var" ayetinin zikredilmesi uygun düşmüş olmazdı.

2) Bu, "Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık" (Sâd, 26) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette de, o hikâyenin yalan ve düzmece olduğuna şu bakımlardan delalet eder:

a) Büyük bir padişah, adamlarının birinin, insanların canlarına, mallarına ve hanımlarına kastettiğini, musallat olduğunu anlatıp, bu durumu bir topluluğa anlatıp tamamladıktan sonra, o adamı için, "Ey kulum, ben halifeliğimi ve nâibliğimi sana havale ediyorum" demesi çok çirkin olur. Çünkü böylesi çirkin ve nahoş işlerin anlatılması, bunları yapanın kovulmasına ve icraattan men edilmesine yol açar. Ama bunun o padişah adına hareket ederek bir halife tarafından yapılması, kesinlikle uygun düşmeyecek bir iştir.

b) Fıkıh usûlünde şöyle bir kural vardır: "Bir sıfatın peşinden getirilen bu hükmün, o sıfata bağlı (dayalı) olduğuna delalet eder" Binaleneyh Cenab-ı Hak, Dâvûd (a.s) için, böyle bir çirkin işten bahsedip, sonra da "Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık” deyince, bu, halife yapmayı gerektiren şeyin, O kimsenin bu kötü fiilleri işlemiş olması olduğu hissini vermektedir. Böyle bir şeyin söz konusu olamayacağı ise malumdur. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın bu kıssayı, Dâvûd (a.s)'un ırz ve namusunun, günahlardan uzak olduğuna ve Allah'a taat konusunda olabildiğine sabırlı olduğuna delâlet etsin diye getirmiş olması halinde, bunun peşinden, "Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık" demesi uygun olur. Böylece tercih ettiğimiz görüşün daha evlâ olduğu sabit olur.

3) Hem bu kıssadan önceki, hem de sonraki ayetler Davûd (a.s)'un medhedildiğine, muhterem biri olduğuna delâlet edib, ortada kalanlar, birtakım çirkinliklere ve kusurlara delâlet etmiş olsaydı, bu, tıpkı "Falanca, Allah'a taat konusunda, derece ve mertebesi ulu bir kimsedir. Adam öldürür, zina eder, hırsızlık yapar. Allah onu, yeryüzünde halife kılmıştır. Verdiği hükümleri tasvib etmiştir" denilmesi gibi olur. Böylesi bir sözün, insan tarafından söylenilmesi bile uygun olmadığına göre, buradaki durum da aynıdır. Aşık olma ve adam öldürtme hususunda faaliyet göstermenin en büyük kusurlardan olduğu ise malumdur.

4) Bu görüşü ileri sürenler, bu rivayette, Dâvûd (a.s)'un, meselâ ateşe atılması, kesilecek olan oğluna mukabil kurban edilmek üzere koç verilmesi gibi şeylerin İbrahim (a.s) için büyük bir mukâfaatı gerektiren musibetlerin Yâkub (a.s) için meydana gelmesi gibi, önceki peygamberlerde bulunan bu yüce makamların, dinî konularda kendisi için de tahakkuk etmesini temenni ettiğini, derken Allah Teâlâ'nın, kendisine, "Onlar, belâya mubtelâ olduklarında sabrettikleri için bu dereceleri elde ettiler" diye vahy ettiğini; bunun üzerine de Dâvûd (a.s)'un, kendisine de bir belâ (imtihan vesilesi) vermesini istediğini; derken, Allah'ın ona, "Sen falanca gün bir belâya mubtela olacaksın" diye vahy ettiğini ve Dâvûd (a.s)'un bundan iyice sakındığını, derken o hâdisenin meydana geldiğini zikretmişlerdir.

Şimdi biz diyoruz ki: Onların bu anlattıkları şeyin başı, Cenâb-ı Hakk'ın, Dâvûd (a.s)'u, onun şerefini arttıracak, ihlasının derecesini mükemmetleştirecek bir belâ ile mubtelâ kıldığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh Dâvûd (a.s)'un, haksız yere adam öldürmeye çalışması ve aşk konusunda çok ileri gitmesi, onun bu önceki haline nasıl uygun düşer? Böylece, bu adamların anlattıkları bu hikâyenin başının, sonuna ters düştüğü sabit olmuş olur.

5) Dâvûd (a.s) "Gerçekten, ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de (...) mustesna" (Sâd, 24) demiş, iman edenleri, haksızlık yapmaktan istisna etmiştir. Şimdi biz kalkar da, onun haksızlık ile muttasıf olduğunu söylersek, bu durumda, "O, kendisinin imansız olduğuna hükmetmiştir" denilmesi gerekir ki, bu ise, olamaz ve bâtıldır.

6) Bir mecliste bulunuyordum. Derken orada, meliklerin büyüklerinden olan birisi de bulunuyordu ve bu melik, bunu gerektiren herhangi bir sebebden dolayı, bu fasid anlayışın ve bu çirkin kıssanın anlatılmasını içtenlikle istiyordu. Bunun üzerine ben, kendisine, "Dâvûd (a.s)'un nebilerin ve rasullerin ulularından olduğunda şubhe yoktur. Andolsun ki, Cenâb-ı Hak "Allah, peygamberliğini nereye (kime) vereceğini en iyi bilendir" (En'am, 124) buyurmuştur. Allah'ın, kendisini böylesi büyük övgüyle övdüğü kimseyi tenkit hususunda ileri gitmemiz, bizim için caiz değildir. Hem, bir an için, onun peygamber olmadığını farz edelim. Ama onun bir müslüman olduğunda şubhe yoktur. Andolsun ki, Peygamber (s.a.v.) "Ölülerinizi ancak hayırla anınız" (Tirmizi, Cevâiz, 34 (3/339) buyurmuştur.

Sonra, bizim bu delillerden herhangi birisine iltifat etmediğimizi düşünelim. Ancak ne var ki biz diyoruz ki, göz boyamak için bahsedilen bu kıssanın, bir an için doğru ve gerçek olduğunu düşünelim. Çünkü, bunu rivayet etmek ve bunu anlatmak, herhangi bir mukâfaatı gerektirmez. Çünkü, kötü şeyleri yaymak ikâb ve cezalandırılmayı gerektirmese bile, sevabı gerektirmeyeceğini de zorunlu olarak bilmekteyiz. Ama bu kıssanın bâtıl olması halinde, bunu anlatanların büyük bir cezaya mustehak olacakları da malûmdur. Durumu ve niteliği böyle olan bir hadise hakkında aktın sarih hükmü, susmayı gerektirir. Böylece, bizim benimsediğimiz tutumun isabetli olub, bu kıssanın anlatılmasının haram ve yasak olduğu kesinleşir" dedim. O hükümdar, bu sözleri duyunca sustu ve artık hiçbir şey söylemedi.

7) Hem bu kıssanın, hem de Yusuf (a.s) kıssasının anlatılması, kötü şeylerin yayılmasına vesîle olabilir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın "İman edenler içinde kötülüğün yayılmasını arzulayanlar..." (Nur, 19) ayetinin yasaklaması sebebiyle haram olması gerekir.

8) Dâvûd (a.s) şayet, o adamın öldürülmesine çalışmış olsaydı, o zaman o, Peygamber (s.a.v.)'in, "Kim, velev ki bir kelimenin yansıyla dahi, bir müslümanın kanını heder etme hususunda sa'y-u gayret gösterirse, o, Kıyamet gününde, iki kaşının arasına, "Allah'ın rahmetinden uzak kaldı"yazılmış olarak gelir" hadisinin hükmüne dahil olur. Hem, Dâvûd (a.s) şayet, böyle bir şey yapmış olsaydı, o zaman zalim olurdu. Bu seferde o, Cenâb-ı Hakk'ın, "İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir" (Hud, 18) ayetinin hükmüne girmiş olurdu.

9) Saîd İbnu'l-Museyyeb'den, Ali ibn Ebi Talib (r.anh)'ın, "Kim size, kıssâsın (hikaye anlatanların) anlattığı bir biçimde, Dâvûd (a.s)'un kıssasını anlatırsa, ona yüz altmış değnek vururum" dediği rivayet edilmiştir ki, bu, peygamberlere karşı yapılan iftiranın cezasıdır.
Şu husus da bunu desteklemektedir:
Sahabeden bazıları, "Muğîre İbn Şûbe zina etti" deyip, sahabenin adillerinden üç kimse de bunun böyle olduğuna şehâdet edip, dördüncüsü, "Ben, bu işi gördüm" demeyince, Ömer İbnu'l-Hattab. o üç kişiyi yalancı saymış, iftira ettikleri için, her birine seksen değnek vurmuştur. Sahabeden birisi hakkındaki durum böyle olunca, peygamberlerin ulularından olan Dâvûd (a.s)'a karşı takınılacak olan tavır nasıl olur?

10) Rivayet olunduğuna göre kimileri bu kıssayı, Allah'ın kitabında yer aldığı kadarıyla ele almış ve şöyle demişlerdir: "Bundan daha fazlasını söylemek uygun olmaz. Çünkü hâdise, bahsedildiği kadarıyla olup, Cenâb-ı Hak da, bu hadisenin, Dâvûd (a.s) üzerinde saklı kalması için, bundan bahsetmediğine göre, insanın, bin veya daha az veya daha çok yıldan sonra, bu perdeyi yeniden kaldırma hususunda gayret göstermesi câiz olmaz. Bunun üzerine Ömer "Benim bu sözü duymam, bana, üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimli geldi" dedi.

Yaptığımız bu izahlarla, masalcıların anlattıkları bu hikayenin, fasid ve bâtıl olduğu iyice anlaşıldı. İmdi şayet birisi, "Muhaddis ve mufessirlerin ileri gelenlerinden pek çoğu bu kıssayı nakletmişlerdir. O halde bu kıssa hakkındaki durum, nasıl çözülebilir?" diyecek olursa, buna karşı verilecek gerçek cevap şudur:
Katî deliller ile, âhâd haberlerden herhangi birisi arasında bir çelişki ve tearuz meydana geldiğinde, katî delillere dönmek ve onları benimsemek daha evlâdır. Hem aslolan, "berâet-i zimmet'tir. Yine, haram kılan delil ile, helâl kılan tearuz ettiğinde, haram kılan delili almak daha evlâ olur. İhtiyata tutunma metodu da, bizim görüşümüzün tercih edilmesini gerektirir. Yine biz, iki kere iki dört edercesine biliyoruz ki, bu hâdisenin olduğunun farz edilmesi durumunda, Allah Teâlâ Kıyamet gününde bize, 'Bu hâdisenin teşhiri hususunda niçin gayret göstermediniz?" demeyecektir. Ama, bu hâdisenin aslı ve esasının olmaması halinde, bunun anlatılması halinde ise, bize en büyük bir ceza terettub eder. Hem, Peygamber (s.a.v.) "(Bir meseleyi) güneş gibi berrak bir biçimde bildiğin zaman, şehâdette bulun" buyurmuştur. Halbuki, bu hikâyenin doğruluğu hususunda, ne bir ilim, ne de bir zann-ı gâlib bulunmamaktadır. Tam aksine bahsettiğimiz tarzda, (aleyhte) kesin deliller bulunur. Dolayısıyla bunun böyle olduğuna şehâdet etmenin caiz olmaması vâcib olur.

Hem, bütün mufessirler bu görüşte ittifak etmemişlerdir. Tam aksine, hakkı, hakikati araştıran büyük bir grup ulemâ, bunu reddetmiş ve bunun, yalan ve fasid olduğuna hükmetmişlerdir. Yine, mufessirlerin ve muhaddislerin görüşleri birbirleriyle tearuz ettiğinde, her iki tarafın görüşü de düşer, geriye, bizim bahsettiğimiz bu delillere sarılma kalır. Bizim bu hâdise hakkındaki sözümüzün tamamı bundan ibarettir.


B) Küçük Günah İhtimali


İkinci İhtimale, yani, bu kıssanın Dâvûd (a.s)'dan büyük günahın sâdır etmiş olmasını gerektirmeyip, küçük günahın sâdır olmuş olmasını gerektirdiği manasına hamledilmesi görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu duruma göre, bu kıssanın keyfiyeti hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Bu kadına, Uriya denilen zât dünürcü, talib oldu. Derken, kadının velileri bunu uygun buldular. Ama daha sonra, Dâvûd (a.s) da talib olunca, bu kadının ailesi, Dâvûd (a.s)'u tercih ettiler. Böylece, Dâvûd (a.s)'un hatası, onca karısı olmasına rağmen, mûmin kardeşinin talib olduğu kadına talib olması olmuş oldu.

2) Dâvûd (a.s)'un gözü o kadına ilişti; derken kalbi ona meyletti. Dâvûd (a.s)'un bu noktada, kesin olarak günahı yoktur. Çünkü, onun o kadına herhangi bir kastı olmaksızın gözünün ilişmesi bir günah değildir. Bu bakmanın peşinden onda böyle bir meylin meydana gelmesi de, yine günah sayılmaz. Çünkü bu meyi, onun gücü dahilinde değildir. Dolayısıyla, o bundan sorumlu olamaz. Daha doğrusu, o kadının kocası tesadüfen (dahli olmaksızın) ölünce, o kadınla evlenmeyi umduğu için, onun öldürülmesi sebebiyle kendisinde büyük bir üzüntü hissetmemiştir, işte böylece bu zelle, yani bu adamın öldürülüşünün ona zor gelmeyişi meydana gelmiştir.

3) Dâvûd (a.s) zamanındakiler, kendisi onunla evlenebilmesi için, birbirlerinden hanımını boşamasını isteyebiliyorlardı. İşte bu husustaki örfleri, alışılmış ve bilinen bir şey idi. Biz de, ensârın, bu manada muhacire eşit davrandıklarını görmekteyiz. Böylece, tesadüfen Dâvûd (a.s)'un gözünün o kadına ilişmiş olması, onu arzulaması, derken kocasından, o kadından vazgeçmesini istemiş olması, kocasının da, Dâvûd (a.s)'ın bu talebini reddetmekten utandığı, böyle bir şeyi yaptığı ihtimal dahilindedir. Bu kadın, (hâdise eğer böyleyse), Suleyman (a.s)'ın annesidir. Bunun üzerine Dâvûd (a.s)'un bu talebini reddetmekten utandığı, böyle bir şeyi yaptığı ihtimal dahilindedir, yakışmaz. Çünkü ebrâra (iyi kullara) göre güzel olan şeyler, mukarreblere göre günah sayılırlar" denilmiştir.

Bu, yapılmış olan üç izahtır. Şayet biz bu kıssayı, bunlardan herhangi birisine hamledersek, Dâvûd (a.s) hakkında söylenecek en fazla şeyin, onun terk-i evlâ (en efdal olanı terketme) yaptığıdır.



C) Kıssanın Ona Övgü Olması

Üçüncü İhtimale, yani bu hadisenin, Dâvûd (a.s) hakkında ne büyük ne de küçük günahı gerektirmeyip, tam aksine en büyük övgü ve medih çeşitlerini gerektirdiğine gelince biz diyoruz ki: Rivayet olunduğuna göre, bir grup düşman Allah'ın nebisi Dâvûd (a.s)'u öldürmek istediler. Bir gün onu, yalnız başına ve Rabbine taat ederken buldular da, o gün fırsatı değerlendirerek, mescidin duvarına tırmandılar. Yanına girince de, yanında, Dâvûd (a.s)'u onlardan koruyacak bir topluluğun olduğunu gördüler. Bunun üzerine çekinerek, hemen orada bir yalan uydurarak, "İki davacı(yız). Birimiz ötekinin hakkına tecâvüz etti" (Sa'd, 22) dediler.

Ku'ân'ın lafızlarında, Dâvûd (a.s)'un günaha girdiği hususunda şu dört lafız ve cümleden başka, huccet olabilecek hiçbir şey yoktur.:

a) "Dâvûd sandı ki, biz kendisine mutlaka bir âzab hazırladık" (Sa'd, 24) cümlesi;
b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun üzerine o, Rabb'inden bağışlanmasını diledi"(Sa'd, 24) cümlesi;
c) "(Allah'a) döndü" cümlesi,
d) Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz de bunu, onun için bağışladık" cümlesi... Biz diyoruz ki, bu lafızlardan hiçbiri, onların (birincilerin) ileri sürdükleri şeye delâlet etmemekte olub, bunu şu birkaç açıdan izah edebiliriz:

1) Onlar; Dâvûd (a.s)'u öldürmek maksadıyla, işte bu yolla, onun yanına girib, Dâvûd (a.s) da onların maksadlarını anlayınca, öfkesi, Dâvûd (a.s)'u, onlardan intikam alma düşüncesiyle meşgul etmeye şevketti. Ancak ne var ki, Allah'ın rıdasını elde etmek maksadıyla onları afvetmeye ve bağışlamaya yöneldi ve, "Bu hâdise, işte o fitnedir. Çünkü bu, bir deneme ve bir mubtelâ kılma gibidir" dedi, daha sonra da, Rabbinden, onlardan intikam almayı aklından geçirdiği için, bağışlanmasını istedi, bu düşüncesinden vazgeçti, Allah'a döndü ve Cenâb-ı Hak da, ondan kaynaklanan bu kadarcık azim ve niyyeti bağışladı.

2) Dâvûd (a.s) her ne kadar onların kendisini öldürmek için yanına girdiklerine zann-ı galibde bulunmuş ise de, ancak ne var ki o, bu zann-ı galibinden dolayı pişman olmuş ve "Durumun böyle olduğuna bir delâlet ve emare olmadığına göre, onlar hakkında böylesi kötü bir zanda bulunduğu için, onlar hakkında ne kötü davrandım!" demiştir ki, işte bu "Dâvûd sandı ki, biz kendisine mutlaka bir azab hazırladık.. Bunun üzerine o, Rabb'inden bağışlanmasını diledi, rukû ile yere kapanıb, bu zannından döndü" ayetinden kastedilendir. Böylece de Allah bunu, Dâvûd (a.s)'dan bağışladı.

3) Onların Dâvûd (a.s)'un yanına girmesi, Dâvûd (a.s) için bir fitne olmuştur. Ancak ne var ki Dâvûd (a.s), bu giren ve kendisini öldürmeye kasteden kimselerin bağışlanmasını Allah'dan istemiştir..." ki, bu tıpkı Muhammed (s.a.v.) hakkında Cenâb-ı Hakk'ın "Hem kendinin, hem erkek mûminlerle kadın mûminlerin günahının bağışlanmasını iste..." (Muhammed, 19) buyurmasına benzer. Binâenaleyh Dâvûd (a.s) onların bağışlanmasını istemiş, kendisini öldürmeyi kafalarına koyan ve içeri giren bu kimselerin bağışlanmasını isteme hususunda Allah'a yönelmiştir. Bu izaha göre ayetteki, cümlesinin manası da, "Davud'a duyulan saygı ve hürmetten dolayı biz, onun (bu girenin günahını) bağışladık" demek olur ki bu, bazı mufessirlerin, ayetinin "Allah Teâlâ, senin hatırın için ve senden dolayı, ummetinin geçmiş günahlarını bağışlar" anlamında olduğunu söylemesi gibidir.

4) Farzedelim ki, Dâvûd (a.s) kendisinden sudûr eden bir zelleden dolayı tevbe etmiştir. Ancak ne var ki biz, bu zellenin, o kadın sebebiyle meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Bu zellenin, davalı olan iki şahıstan diğerinin ifadesini almadan önce, birisinin lehine olarak hükmetmiş olmasından dolayı meydana gelmiş olduğunun söylenmesi niçin mümkün olmasın? Çünkü Dâvûd (a.s), "Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemesiyle sana zulmetmiştir" deyince, verdiği bu hüküm doğru olana uymadığı için, bir delil ve şâhid bulunmadan, karşı tarafın mucerred iddiasıyla, berikinin zalim olduğuna hükmetmiş oldu. İşte bu esnada, istiğfar ve tevbe ile meşgul oldu. Ancak ne var ki, Dâvûd (a.s)'un bu hareket tarzı terk-i evlâ (daha efdal ve uygun olanı terketmek) babındandır.

Yaptığımız bu izahlarla, ayetleri bu manaya hamlettiğimizde, Dâvûd (a.s)'a herhangi bir günahın isnad edilmesi şöyle dursun, tam aksine bu, taatların en büyüğünün ona isnad edilmesini gerektirir. Sonra biz diyoruz ki: Şu sebeblerden ötürü ayeti bu manaya hamletmek daha uygundur:

1) Müslümanın hareketleri hakkında, aslolan düşünce, o kimsenin menhiyyâttan uzak olduğunu düşünmektir. Hele de, bu kimse, nebi ve rasullerin ulularındansa...

2) Bu, daha ihtiyatlı olandır.

3) Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başlarında, Muhammed (s.a.v.)'e, "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla" (Sâd, 17) buyurmuştur. Çünkü Muhammed (s.a.v.)'in kavmi, "O, sihirbazdır, yalancıdır" dedikleri için, alçaklıklarını, adiliklerini, akılsız olduklarını ortaya koyduklarından, "Ey Rabbimiz, hesab gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver" (Sa'd, 16) diyerek, onunla alay ettiklerinden, Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başlarında, "Ey Muhammed, onların alçaklıklarına, beyinsizliklerine sabret, buna katlan. Akıllı ve sabırlı ol. Öfkeni ortaya koyma ve kulumuz Davud'u hatırla" demiştir. Binâenaleyh, Muhammed (s.a.v.)'in Dâvûd (a.s)'u hatırlaması, ancak, Dâvûd (a.s)'un, kendi kavminin eziyyetlerine sabretmiş olması, beyinsizliklerine katlanmış olması, akıllı davranmış olması, öfkesini ve duygularını ortaya koymamış olması durumunda mâkul olur. Böyle bir mana ise ancak, bizim, ayeti bahsettiğimiz manaya hamlettiğimizde mümkün olur. Ama, bu ayeti onların ileri sürdüğü manaya hamlettiğimizde, bu iki söz, çelişki arz eder ve fâsid olur.

4) Bu rivayet, ancak, biz o iki davalının melek olduğunu kabul etmemiz durumunda geçerli olur. O iki dâvâlı, meleklerden olub, aralarında herhangi bir husumet bulunmayıp, biri de diğerine tecâvüz etmemiş olduğuna göre, o iki şahsın, "Biz, birbirimize zulmetmiş iki dâvâlıyız" şeklindeki sözleri yalan olmuş olur. Dolayısıyla bu rivayet ancak şu iki şeyle tam olur:
a) O yalanın, meleklere isnad edilmesi;.
b) Meleklere yalan isnad etmeyi vasıta kılarak, kabahatlerin en adisini peygamberlerin ulularından olan büyük bir zâta isnad etme çabası. Ama biz ayeti, bahsettiğimiz manaya aldığımızda, o yalanı meleklere isnad etmekten ve bu çirkin işi peygamberlere mal etmekten kurtulmuş oluruz. Şu halde, bizim görüşümüz daha evladır. İşte bu konuda, yanımızda olan bilgiler bundan ibarettir. Allah, kendi kelâmının inceliklerini en iyi bilendir.
(Kurtubi, El-Cami' li Ahkami'l-Kur'an, 15/41-4 ; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb: 19/52)


Rivâyetle ilgili ;
İbn Kesir, ilgili âyetin tefsirinde, bu konuyla ilgili aktarılan kıssaların büyük çoğunluğu İsrailiyattan olduğunu, İbn Ebi Hatim’im bu konuda naklettiği bir hadis rivayetinin sahih olmadığını, Peygamber (s.a.v.)’den bu konuda sağlam hiçbir rivayetin bulunmadığını ifade etmiştir. Kuşkusuz, İbn Kesir’in bu ifadelerinin içerisinde Taberî’nin rivayetleri de dahildir.

Kadı Beydavî ve Alusî; Bu kıssaların tamamen bir uydurmadan ibaret olduğunu, bu konuda Ali (r.anh)’nin “Kim benim yanımda Davud ile ilgili bu kıssaları anlatsa, ona yüz yirmi kırbaç vuracağım.” şeklindeki sözlerine de yer vermişlerdir.
(İbn Kesir, Tefsir, VI, 53; İbn Kesir, el-Bidaye, II/14; Îbnul-Cevzi, Tefsir, VII/114, not.l; el-Kasimi, Tefsir, XIV/5089)

Bu kıssaların peygamberlik vasfıyla asla bağdaşmadığını, Davud (a.s.) gibi Kur’an ("... Ne güzel kul..." Sâd, 30) ve hadislerde , özellikle ibadet ve takvasıyla övülen bir peygamberin, böyle bir olayla yakından uzaktan ilişkisi olamaz!!


İlgili Konu :

 
Son düzenleme:
Üst Ana Sayfa Alt