Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Alimlerin, Sufi'lerin ilk Kurucuları ve Sonradan Sapıtanlar Hakkındaki Düşünceleri

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Sufi'lerin İlk Kurucuları ve Sonradan Sapıtanlar!


gunumuze-isik-tutan-filozof-ibn-arabi.jpg
1695548707800.png
1695549153528.png
1695549353302.png


İmam Şatıbi : Suffe Ehli ile Tasavvufcuları Birbirinden Ayırmak
WhatsApp Image 2023-09-19 at 21.42.28.jpeg
Bu mesele üzerinde Allah'ın izniyle biraz ayrıntılı söz etmek gerekecektir. Tâ ki bu konuda insaf sahibi ve kendini aldatmaya çalışmayan kimseler için hakikat ortaya çıkmış olsun. Şimdi mesele şöyledir: Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği zaman Mekke'de ve diğer yerlerde bulunan bütün müminlere de hicret vâcib olmuştu. Bunlardan kimisi kendisi için bir tedbir olmak üzere maliyle birlikte hicret ediyordu, kimisi bir başka şeyiyle birlikte hicret ediyordu. Medine'ye geldiği zaman da ticaret veya başka bir meslekten ise o mesleğini kullanıyordu. Mesela Ebu Bekir (r.anh) bütün servetiyle birlikte hicret etmişti. Servetinin miktarı beşbin dinardı.

Onlardan kimisi de canını kurtarıyor, malından hiçbir şeyi kurtaramıyor ve Medine'ye elleri boş geliyordu.

Medinelilerin ekserisi bahçelerinde ve mallarında kendileri çalışıyorlardı. Başkalarına verecekleri fazladan bir işleri yoktu. Ensar, muhacirlerden bazılarını mallarına ortak etmişlerdi. Beni Nadir kıssasından anlaşıldığına göre bunlar çoğunluktaydı.
İbn Abbas (r.anhuma) bu kıssayı şöyle anlatır:
Peygamber (s.a.v.) Beni Nadir yurdunu fethedince Ensar'a dedi ki:
sterseniz bu ganimetleri muhacirler arasında taksim edeyim, sizler bundaki hissenizi onlara bırakmış olursunuz. Böylece muhacirler de sizin üzerinize yük olmaktan çıkmış olurlar. Çünkü onlar maişetlerinde (şimdiye kadar) hep size bağlı kaldılar."
Ensar , Peygamber'in bu teklifine "evet" dedi.
Peygamber de öyle yaptı. Yalnız ensar arasından sadece Ebu Ducâne ve Sehl ibn Huneyf'e ganimetten pay verdi. Onların fakir olduklarını zikretti.
(Ebu Ducâne: Ebû Dücane el-Ensâri- İsmi Semmak ibn Harşe ibn Levzan es-Sâidi. Hz. Peygamber'in ashabından, Pek çok defa Hz. Peygamber'in övgüsüne mazhar oldu. Yemame günü şehid oldu. (Siyeru Alami'n-Nubela. 1/243; Tabakat ibn Sa'd. 3/2/101; el-Mearif, 271; Usdu'l-Ğabe, 2/451.) Sehl İbn Huneyf: Büyük bir sahabidir. Künyesi Ebu Sabit el-Ensari el-Avfı. Bedirde ve pek çok önemli olayda bulundu. 38 yılında Kufe’de vefat etti. Namazını Hz. Ali kıldırdı. (Siyeru A'lamin-Nubelâ. 2/325; Tabakat ibn Sa'd. 6/15; 3/471; Usdu'l-Ğâbe. 2/470; Tehzib, 4/251; el-Isabe. 4/273; Şezerat. 1/48)

Muhacirler de Rasulullah'a (s.a.v.) şöyle demişlerdi:
Ey Allah'ın Rasulu! Yanlarına geldiğimiz kavmin -yani Ensar'ın emsalini görmedik. Ellerinde azıcık bir şey olsa, bizimle paylaşıyorlar. Bolluk içinde olurlarsa da bol bol veriyorlar. Onlar bizim sıkıntılarımızı giderdiler, kendi imkanlarına bizi de ortak ettiler. Hatta o kadar ki bütün sevabı ve mükafaatı onların alıb götürmesinden korkarız.
Peygamber (s.a.v.) bunun üzerine onlara dedi ki:
Hayır! Onları övdüğünüz ve onlara hayır dua ettiğiniz müddetçe siz de aynı sevaba mustehaksınız."

Muhacirlerden kimisi hurma çekirdeklerini topluyor, onları eziyor, deve yemi olarak satıyor ve geçimini bununla sağlıyordu.

Kimisi de yiyecek ve mesken temini için hiçbir kazanç yolu bulamamıştı. Rasulullah (s.a.v.) onları mescidindeki bir sofada (Suffede) topladı. Suffe, mescidin müştemilatından bir gölgelik idi. Bu insanlar oraya sığınmışlar ve orada oturuyorlardı. Çünkü kendilerinin ne malları, ne de aileleri vardı. Rasulullah (s.a.v.) insanları onlara yardıma ve iyilik yapmaya teşvik ediyordu. Allah kendisinden razı olsun, Ebû Hurayra onları bize anlattı. Çünkü kendisi de onlardan birisiydi ve insanların içinde onları en iyi tanıyandı.
Sahih'de dedi ki:
Ashab-ı suffe İslamın misafirleridirler. Hiçbir ailenin yanına sığınamamışlardı. Dayanacakları malları ve kimseleri yoktu. Peygamber'e (s.a.v.) bir sadaka geldiği zaman onlara gönderirdi. Ondan hiçbir şey almazdı. Bir hediye geldiği zaman da onlara gönderirdi. Yalnız hediyeden bir miktarını kendisi alır ve onlarla ortak olurdu.
[Bu hadisin tamamı şu kaynaklarda geçer: Buhari, K. Rikak, 11/241. B. Keyfe Kâne Iyşu'n Nebiyyi ve Ashabihi. 11/241 Ahmed. Musned, 5/515 Tirmizi. K. Sıfatu'l-Kıyame, no:2477. İbn Asakir. Târih. 19/111]


Onları İslamın misafirleri olarak tanımlar ve gördüğün gibi misafirlik hükmünü onlara uygulardı. Misafir ağırlamak genel bir zorunluluk idi. Çünkü çöle inen kimseler ne bir konaklama yeri bulabiliyorlardı, ne de satın alacakları bir yiyecek bulabiliyorlardı. Çünkü bedevilerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri çarşıları ve barınacakları hanları yoktu. Misafir/yolcu zengin de olsa zor durumda kalıyordu. Bu sebeple o bölgenin sakinlerinin gelen misafiri/yolcuyu tekrar yola koyuluncaya kadar ağırlaması gerekirdi. Yolcu mal mülk sahibi değilse bu ağırlamayı yapmak daha da isabetli bir davranış olurdu. Ashab-ı Suffe'nin durumu da böyle idi. Evleri bulunmadığı için onlar kendilerine bir ev buluncaya kadar Peygamber (s.a.v.) kendilerini Mescidde barındırdı. Ayrıca yiyecek bir şeyleri oluncaya kadar da onlara yardım edilmesini teşvik etti.

Allah'ın şu âyetleri onlar hakkında nazil oldu:
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden çıkardıklarımızdan hayra harcayın... Yapacağınız hayırlar kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeble yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun.”[Bakara 273]

Allah Teala onları birtakım vasıflarla tanıtmaktadır. Bu vasıflarından bazıları şunlardır: Onlar kendilerini Allah yoluna adamışlardır. Yani onlar Allah'ın Rasulü birlikte cihada yöneldiklerinde sanki düşman kendilerini muhasara etmiş de mesken ve maişet temini için yeryüzünde yürüyemez hale gelmiş kişiler gibidirler. Sanki düşman Medine'yi kuşatmış da bu sebeple ne ganimetleri kazanıncaya kadar cihad edebiliyorlar, ne de kafirlerin korkusu ve öncelikle zayıflıkları sebebiyle ticaret yapma veya başka bir şeye kendilerini verebiliyorlar. Böylece asla çalışma imkanı bulamıyorlar. Denildi ki:

"Yeryüzünde (kazanç için) dolaşamıyorlar" âyeti, Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte onlar yaralandılar da onulmaz bir hastalığa yakalandılar, demektir.

Yine onlar hakkında şu âyet inmiştir:
"(Allah'ın verdiği bu ganimet malları) yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan... fakir muhacirlerindir."[Haşr 8]
Görüyorsun ayet-i kerimede "çıkarıldılar" denildi de "çıktılar" denilmedi. Yani kendi istekleriyle çıktıkları zannedilmesin, onların yurtlarından çıkmaya zorlandıkları açıktır. Şayet çıkmamaya bir çare bulsalardı onu yaparlardı. Bu, malından mülkünden kendi isteğiyle uzaklaşmanın Şâriin maksadı olmadığının delilidir. Şer'i deliller bunu göstermektedir. Peygamber (s.a.v.) bunun için onları Suffe'de barındırmıştır.

Onlar bu esnada Kur'an ve sünneti öğrenmekle meşgul oluyorlardı. Ebu Hurayra bunların bir örneğidir. O kendisini buna adamıştır. Görmüyor musun bir hadiste o şöyle demektedir:

"Ben karın tokluğuna Peygamber'den hiç ayrılmıyordum. Arkadaşlarım bulunmadıkları zamanlar (onun her şeyine) şahid oluyor, onlar unuttukları zaman ben ezberliyordum."
[Bu hadisin tamamı aşağıdaki kaynaklarda geçmektedir Buhari, K. Buyu "Namaz biter bitmez yeryüzüne dağılın" âyeti hakkında gelen rivayetler babı. 4/247 Muslim. K. Fedâilu's-Sahabe, B. Fedâili Ebi Hureyre. İlin Sad. Tabakat. 4/330. İbn Asakir. 19/114 Zahebı, Siyer. dd2/595]

Onlardan kimisi de kendilerini Allah'ın zikrine, ibadete ve Kur'an okumaya veriyorlar, Peygamberle birlikte savaşa gidiyorlar, o kalktığı zaman onlar da onunla beraber kalkıyorlardı. Nihayet Allah Teala, yüce Peygamberine ve mûminlere fethi/zaferleri nasib ettiği zaman evi, barkı, maişet imkanı ve ailesi olan diğer mûminler gibi onlar da aynı imkanlara sahib kimseler haline geliyorlardı. Artık onları suffede kalmaya mecbur eden mazeret ortadan kalktığı için de sivil hayata dönüyorlardı.

Bütün bu verdiğimiz bilgilerden ortaya çıkan sonuç şudur:
Suffede kalmak, kişinin kendi kendine istediği kasıtlı bir davranış değildir. Veya kalabileceklerin orada kalmaları mendubdur denildiği için fakirler suffe binasında kalmayı istemiş değillerdir. Ya da çalışıp kazanmayı terk etmek, maldan mülkten uzaklaşıp zaviyelere çekilmek ehl-i suffenin durumuna benzemektir diye bir şey söylenmiş de bu olay meşru hale gelmiş de değildir. Bu yüce bir mertebedir, çünkü bu Peygamber'in (s.a.v.) Suffe Ashabına benzemektir, Ashab-ı Suffe'yi Allah teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatmaktadır:

"Rablerinin rıdasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma!"[En'am 52]

"Sabah akşam Rablerine O'nun rıdasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et..."[Kehf 28] denilerek tekke ve zaviyeleri mesken tutmanın meşruluğuna delil getirilemez. Bütün bunlar onların iddia ettikleri gibi değil, bilakis bizim daha önce ifade ettiğimiz gibidir.

Bunun ameli delili şudur: Onlar devamlı Suffe de kalmayı gaye edinmemişlerdir. Ne Ashab-ı Suffe, ne de diğerleri orada sürekli kalmamışlar ve Peygamber'in vefatından sonra orada ömür sürmemişlerdir. Şayet orada devamlı kalmayı Şârî kasdetmiş olsaydı öncelikle onlar bu kastı anlamaya, orada kalmaya ve her türlü meşguliyeti terk edip orada ikamet etmeye ve bulundukları yerleri yenilemeye layık kimselerdi. Fakat onlar kesinlikle bunu yapmadılar. O halde bu manada Ehl-i Suffe'ye benzemek ve bu manada tekkelerde ve zaviyelerde kalmak doğru değildir. Kişi, bu noktayı iyi anlamalıdır. Çünkü dinini selef'i sâlihten ve mütehassıs âlimlerden almayan kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır.

Akıllı bir kişi, çalışmayı bırakıp tekke ve zaviyelere çekilmenin mubah ya da mendub ve başka şeylerden daha faziletli bir davranış olduğu zannına kapılmaz. Çünkü bu doğru değildir. Bu ummetin sonraki nesilleri ilk nesillerden daha doğru bir hal üzere olamazlar. Sonraki şeyhlerin ameline aklanan miskinler, sufiler diye nitelenen bu cemaatin ilk kurucularına da muhalefet etmişlerdir. Çünkü Fudayl bin lyad, İbrahim ibn Edhem, Cuneyd, İbrahim el'Havvas, Haris el-Muhasibî ve Şiblî gibi bu meydanın öncüleri tekke ve zaviyelere kapanmamışlar, ibadet/zikir yapmak üzere toplanmak ve dünyadan el etek çekmek için Suffe'ye benzeyen binalar yapmamışlardır. Tekke ve zaviyelere kapanıp dünya ile ilgisini kesen bu kişiler hem Allah Rasulu'ne (s.a) hem selefi salihe, hem de mensub oldukları tarikat şeyhlerine muhalefet etmektedirler.

(İmam Şatıbi, el-İtisam , Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246 veya 209 - 242)


Tâbiundan Hasan-i Basri rahimehullah şöyle buyurmuştur;
"Vallahi, yetmiş Bedir’liye yetiştim, çoğu kez giydikleri sof (yün) idi. Eğer siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizin iyilerinizi görselerdi “bunların ahirette bir nâsibi yok” derlerdi. Kötülerinizi görselerdi, “bunlar hesab gününe inanmıyorlar” derlerdi." (Ebu Nuyam, Hilyetu’l-Evliya, Kahire, 1394-1974, 2/134)


Tasavvufun İncelikleri Hakkında Konuşmak Ve Bu Konuda Gerçeğin Yüzünü Ortaya Çıkarmak

dervisan_faustoZonaro.jpg

Tasavvufi incelikleri konuşmak mutlak manada bid'at değildir. Ve mutlak olarak delil ile sahih olan şeylerden de değildir. Bilakis konuyu bölümlere ayırıp, her konuyu ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.

Öncelikle tasavvuf kelimesinin açıklığa kavuşturulması gerekir ki hüküm anlaşılan bir şeyin üzerine bina edilmiş olsun. Çünkü konu bu sonrakiler nazarında mücmel/genel ve açıklanmaya muhtaç bir konudur. O halde bu konuda ilk dönem mutasavvıflarının söyledikleri sözlere muracaat edelim.

Özet olarak onlara göre tasavvuf kelimesi iki anlama gelir Bunlardan birisi her türlü iyi ahlak ile ahlâklanmak ve her türlü kötü ahlaktan sıyrılmak demektir. Diğeri ise nefsinden yok olup Rabb'i için beka bulmaktır. Gerçekte her ikisi de aynı manaya gelir. Ancak bunlardan birincisi başlangıçtaki durumu ifade etmeye uygundur. Diğeri sonundaki durumu ifade etmeye daha uygundur. Her ikisi de bir nitelemedir. Ancak birincisi onu bir hale bağlamaz, ikincisi bir hale bağlar. Bazen her ikisi de başka bir lafızla ifade edilebilir; birincisi teklifi bir amel/sorumlu olunan bir fiil, ikincisi ise onun sonucu ve semeresi olur. Birincisi zâhirin/dış görünüşün tanıtımıdır, ikincisi ise bâtının/iç görünüşün tanıtımıdır. İşte her ikisi birden tasavvuftur.

Bu sabit olduğuna göre birinci anlamıyla tasavvuf konusunda konuşmak bid'at değildir. Çünkü o, amellerin üzerine bina edildiği fıkha/derin bir anlayışa götürür. Onlardaki hastalıkları ve arızalan açıklar ve meydana gelen bozuklukların hangi yollarla ıslah ve tedavi edileceğini öğretir. Bu da sahih fıkıhtır. Kitab ve sünnette bunun benzerine bid'at denilmez. Ancak benzerleri selef-i sâlih zamanında bilinmeyen fıkhın furûuna bid'attir denilmesi bunun dışındadır. Meselâ onların zamanında bilinmeyen selem akitleri, icarlar, cerrahlık, dalgınlıkla ilgili meseleler, şahitliklerden dönme, veresiye satışlar ve benzeri şeyler böyledir.

Alimler selef zamanında bulunmayıp istinbat ile ortaya konulan furûu ne kadar ince ve güç meseleler de olsalar mutlak olarak bid'at diye isimlendirmezlerdi. Zahir ve bâtın ahlakının füruuna ait inceliklerine de bid'at denilmez. Çünkü hepsi de şer'i asıllara dayanırlar.

Tasavvufun ikinci anlamına gelince, bu konuda konuşmak da birkaç neviden olur:

Birincisi: Sâliklerin vicdanı tevhid nurunu üzerlerinde hissettikleri zaman karşılaştıkları arızalar ve problemlerle ilgilidir. Sâlik bu tür problemlerle karşılaştığı zaman içerisinde bulunduğu halin ve vaktin gereğine göre ve özel problemde ihtiyaç duyduğu şeyleri ve rahatsızlıklarını şeyhine müracaat ederek anlatır. O problemlerin sebeblerinin tesbiti konusunda şeyhin kendisine yapmış olduğu açıklamalar kendi durumuna ve problemin durumuna göre onun sâlik hakkındaki güvenilir önsezisine dayanır. Şeyhi onu kendisine uygun şer'i vazifelerle ve şer'i zikirlerle ya da sâlikin maksadına zararlı bir şey arız olmuşsa onu düzeltmek suretiyle tedavi eder. Bu tür arıza ve problemlerle sâlik ancak bazı şer'i kaideleri ihlal ettiği zaman çok nâdir olarak karşılaşır. Murid, sulûkunu başlangıcında bu kuralların üzerine bina eder. (Bu kuralların ihlali problemin sebebidir.) Bu sebeble şöyle demişlerdir: onlar ancak usûlü kaybetmeleri sebebiyle vuslattan mahrum kalırlar.

Buna benzer şeyler şer'i bir esasa/asla dayandığı için bid'at değildir: Çünkü Sahih'te Ebû Hurayra'den rivayet edilen bir hadise göre, Peygamber'in (s.a.v.) ashabından bazı kimseler Rasulullah'a gelerek şöyle dediler:


Ey Allah'ın Rasulü, biz nefsimizde öyle şeyler buluyoruz ki onları konuşmamız veya onların konuşulması bize ağır geliyor. Biz nefsimizden geçen şeylerin bizim olmasını ve onları konuşmayı istemiyoruz.

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
Gerçekten sizde böyle bir durum oluyor mu?
Dediler ki: Evet.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bu imanda samimiyettir."
[Muslim K İman. B. Beyanu’l-Vesveseli fil-İman, 132. Ebu Dâvud, K. Edeb, B. Fi Raddil-Vesvese, 5111. İbn Hıbban, K. Vahy, B. Teklif, 145, 148, 149, 150]

İbn Abbas (r.anhuma) dedi ki: Rasulullah'a (s.a.v.) bir adam geldi ve dedi ki:
Ey Allah'ın Rasulu, bizden birisinin içinden öyle şeyler geçiyor ki, ateşe atılmak onu konuşmaktan kendisine daha sevimlidir. Adam bununla bir şeyi/vesveseyi ima ediyordu.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: Allahu ekber, Allahu ekber. Şeytanın hilesini ves veseye çeviren Allah'a hamd olsun.”
[Ebu Davud, K. Edeb. B. Fi Raddi'l-Vesvese. 5112. Munziri bu rivayeti Nesâî'ye de nisbet etti. İbn Hıbban. K. Vahy. B. Teklif, 146. 147]

Başka bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kimin içinden böyle şeyler geçerse, ben Allah'a iman ettim, desin."

Yine İbn Abbas'dan benzeri bir konuda şöyle rivayet edilir. Sen içinden böyle bir şey/vesvese geçtiği zaman şöyle de:
O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.

Buna benzer başka rivayetler de vardır. Bu sahihtir ve çok hoştur.

İkincisi: Kerametler ve olağanüstü haller hakkında, olağanüstü olsun veya olmasın kerametlerle ilgili şeyler hakkında, bunlardan nefsanî ve şeytanî bir vesveseye dönüşen durumlar hakkında ya da benzeri şeylerin hükümleri hakkında düşünmek, inceleme ve araştırma yapmaktır. Bu inceleme ve araştırmaları yapmak bid'at, değildir. Nitekim mucizeler ve şartları konusunda, peygamber ve sahte peygamber arasındaki fark konusundaki inceleme ve araştırmalar da bid'at değildir. Bunlar ilm-i usûl'un bir konusudur ve hükmü de onun hükmü gibidir.

Üçüncüsü: Ruhların gayb âleminden elde ettikleri (iddia edilen) tasavvurlar/bilgiler, nefsî soyutlanma (kişinin beşeri özelliklerden sıyrılması) ile ilgili hükümler, ruhlar alemiyle ilgili ilimler, meleklerin, şeytanların, insanî ve hayvanî nefislerin zâtları ve benzeri şeyler hakkında düşünmek, konuşmak ve inceleme yapmaktır.

Bu konularda araştırma ve inceleme yapılırsa şubhesiz bu kötü bir bid'attir. Bu konuları, hakkında araştırma yapılacak bir ilim öğrenerek ve uygulayarak tahsiliyle meşgul olunacak bir sanat haline getirmek maksadıyla konuşmak da kötü bir bid'attir. Çünkü buna benzer şeyler selefi sâlih zamanında bilinmemektedir. Gerçekte bunlar felsefî bir nazariyedir. Bu ilimle meşgul olanlar ve ondan yararlanmak için rivayet yapanlar ancak sünnet dışındaki felsefecilerdir. Bunların sapık fırkaların içinde oldukları kabul edilir. Bunlara mensup olmak bir yana bunlar hakkında konuşmak bile mubah değildir.

Evet sâlike bazı şeyler arız olabilir ve terbiye edicisi kişi ile bunları konuşabilir. Hatta bu şeyler onu yolundan çıkarır ve kendisiyle cemaatinin arasını açar. Çünkü bunda, bu tür şeyleri araştırmak ve iltifat, etmek suretiyle doğru yolun dışına çıkmanın ötesinde sâlikin maksadını Allah'a riskli (vesveseli) bir ibadete doğru sevk etmek de vardır. Çünkü tarikat, samimi bir yönelişle ve tevhidin başka şeylere iltifattan soyutlanması suretiyle eksiksiz bir ihlasın üzerine bina edilir. Bu bölümde sözü edilen konular üzerinde konuşmak ise buna tamamen aykırıdır.

Dördüncüsü: İçerisine dahil olmak yönünden fenanın hakikati, onun vasıflarıyla vasıflanmak, ne kadar basit olursa olsun nefsin arzularını matlûbun/gayenin dışına çıkaracak her türlü şeyden alakayı kesmek gibi şeyler üzerinde düşünmek ve konuşmaktır. Çünkü nefsin arzuları çok sinsi ve amansızdır, bütün makamlarda sâlikin peşini tâkib eder ve onu bırakmaz. Onu kökünden atmakla ve kesin olarak boşamakla onun arzularına mâni olunabilir. Sözü edilen fena da işte budur.

Bu, nefislerin hevalarıyla ilgili fıkhın nevilerinden bir nevidir. Fıkıh cinsinin altına girmesi sebebiyle bid'atlerden sayılmaz. Çünkü ne kadar hassas da olsa fıkhın büyük bir bölümü bununla ilgilidir. Hassaslığı ve büyüklüğü izafidir. Hakikatte hepsi birdir.

Burada başka bölümler de vardır. Fakat bunların hepsi ya şer'î fıkıhla ilgilidir ve şer'an güzeldir, ya da bid'atçilikle ilgilidir ve şer'an kötüdür.

Tartışmak ve meseleleri müzakere etmek için tartışmalar düzenlemek konusuna gelince bu konudaki söz daha önce geçti.

Mekruh olan bid'atlerin örneklerine gelince, mescidleri ve mushafları süslemek, Kur'an'ı Arapça lafızlarının anlamlarını değiştirecek şekilde musiki ile okumak bu tür bid'atlerden sayılmıştır. Kişi bununla başka bir şeyi karıştırmaksızın sadece o fiilin kendisini kastetmişse onun bid'atliği kabul edilemez. Şayet o fiili teşriin asliyle birlikte kastetmişse o zaman- "Bir fiil ancak bu kasıtla birlikte işlenirse bid'at, olur." sözü geçerli olur (yani şeriat emrediyor diye veya şer'in bir gereğidir diye bunları yaparsa bid'at olur). Şayet bu tür şeyleri şer'î maksad gütmeksizin yaparsa bid'at olmayan bir yasağı işlemiş olur.

Mubah olan bid'atlerin örneklerine gelince sabah ve ikindi namazlarının akabinde musafaha yapmak bu tür bid'atlerden sayılmıştır. Bunların bid'at olması doğrudur, ancak mubah değil yasaktır. Çünkü musafahanın bu vakitlere tahsisine delâlet eden şer'î bir delil yoktur. Bilakis bu mekruhtur. Çünkü bu davranışın süreklilik kazanmasıyle birlikte söz konusu namazlara dâhil edilmesinden korkulur. Nitekim İmam Malik Şevval ayında tutulan altı gün orucunun Ramadana eklenmesinden korkmuştur. Çünkü bu orucun Ramadan'dan sayılma imkanı vardır. Nitekim öyle de olmuştur. (Yani insanların bunu kesintisiz tutmaları bu orucun Ramadanın bir parçası olduğu zannını uyandırmıştır.)

Karafî şöyle demiştir: Şeyh Zekiyuddin Abdulazim el-Muhaddis dedi ki:
[Şeyh Zekiyuddin Abdulazim : Büyük alim, hadisci, araştırmacı, şeyhu’l-İslam Zekiyyuddin Ebu Muhammed Abdulazim ibn Abdilkaviy İbn Abdillah İbn Selame el-Munziri, eş-Şami. Aslen mısırlı, Şafii. 581 yılında Gazze’de doğdu. el-Ertahi, Ömer İbn Teberzed, Yunus el-Haşimi ve daha pek çok kişiden hadis dinledi. Onlarla, Mekke, Medine, Mısır, Şam ve Cezire’de karşılaştı. 656 yılında vefat etti. el-Mu’cem, el-Muvafakat, Sahihi Muslim ve Sünen-i Ebi Davud gibi eserler üzerine çalışmaları vardır. (Siyaru A’lami’n-Nubela,23/319)]
İmam Mâlik'in korktuğu şey Acemlerde meydana geldi. Onlar sahurcuları korucuları ve Ramadan'ın diğer sembollerini Şevvalin altı gününün sonuna kadar âdetleri üzere bırakıyorlardı ve bayramın sembollerini de o altı günün sonunda ilan ediyorlardı, (yani davulcular ve zurnacılar Ramadandan sonra altı gün daha insanları sahura kaldırıyorlardı.) Şeyh Zekiyuddin sözünün devamında dedi ki:

Aynı şekilde Mısır halkı arasında sabah namazlarının cuma günleri üç rekat kılınması yaygınlaştı. Çünkü onlar Cuma günleri imamın sabah namazlarında devamlı secde sûresini okuduğunu ve namaz esnasında secde ettiğini gördüler. Bu sebeple onlar bunun farz olan diğer bir rekat olduğunu zannettiler. Şeyh Zekiyuddin Abdulazim dedi ki:

Dinde bu tür yanlışlığa sebebiyet veren şeylerin önünü kesmek (sedd-i zerâyi) vaciptir. İmam Mâlik sedd-i zerâyi konusunda büyük hassasiyet göstermiştir.

İzzuddin ibn Abdisselam zevk alanının genişletilmesini de mubah olan bid'atlerden saydı. Bu konu yukarıda geçmişti.

Bu konuda zikredilen şeylerin tamamından özet olarak su gerçek açığa çıkmıştır ki bid'atler bu şekilde bölümlere ayrılmazlar. Bilakis onlar ileride de inşeAllah anlatılacağı üzere ister mekruh cinsinden olsun, isterse haram cinsinden olsun hepsi de yasaklanmış şeyler kabilindendir.


Fasıl

Bazı mubalağacı fanatikler saplantı haline getirdikleri şu görüşü ileri sürerler: Tasavvufçular sünnete tâbi olan, selef-i salihin yolundan giden, sözleri ve fiillerinde sünnete tam bir bağlılığı ve ona aykırı şeylerden kaçmayı süreklilik haline getiren kişiler olarak şöhret bulmuşlardır. Bu sebeple 'onlar tarikatlerini helâl lokma, sünnete bağlılık ve ihlâs üzerine bina etmişlerdir.
Bu doğrudur. Ancak onlar Kitab ve sünnette olmayan ve benzerini selefi sâlihin yapmadığı pek çok şeyi güzel görüyorlar ve onların gereğine göre amel ediyorlar, bunda da ısrar ediyorlar. Onları kendileri için gidilecek bir yol ve muhalefet edilemez bir sünnet olarak iyice yerleştiriyorlar. Hatta zaman zaman bazı hallerde onları vâcib hale bile getiriyorlar. Şayet bunda bir ruhsat olmasaydı üzerine bina ettikleri sahih olmazdı.

Bundan dolayı onlar pek çok hükümde keşf ve muayeneye ve olağan dışı yöntemlere dayanıyorlar ve bununla bir şeyin haramlığına ve helalliğine hükmediyorlar ve buna göre bir şeyi yapıyorlar veya vazgeçiyorlar. Nitekim el-Muhasibî'den rivayet edildiğine göre o şubheli bir yiyeceği eline aldığı zaman parmağımdaki damarı hızlı hızlı atmaya başlarsa hemen onu yemekten vazgeçerdi.[Doğrusu bu fiil sahibine aittir. (Onu bağlar) Bu kimseye bir haramı helal, helali de haram yapmaz. Bu tür şeylerin hükümlere sokuşturulmasına gelince bu zorunlu olarak kötü bir şeydir.] Şiblî der ki:
[Şibli : Ebû Bekir eş-Şibli el-Bağdâdi. O bir tasavvuf şeyhidir. Cuneyd ve daha başkalarıyla arkadaşlık etmiş bu arkadaşlık onu derinden etkilemiş ve Şiblî o zaman Şiblî olmuştur. Fıkıhçıdır. Mâliki mezhebine âşinâdır. Bir cemaatten hadis yazmıştır. Şiirleri hikmetti sözleri, ilginç halleri vardır. 334 yılında Bağdat'ta 80 yaşlarında vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam,15/367. Hılyetul'Evliya,10/366, er-Risaletu'l-Kuşeyriyye. 25. 26. Şezerat. 2/338)]

Ben bir zamanlar helalden başka bir şey yemeyeceğim diye kendi kendime söz vermiştim. Çölleri dolaşıyordum. Bir incir ağacı gördüm ve yemek için ona elimi uzattım. Ağaç bana şöyle nida etti:
Verdiğin sözde dur ve benden yeme. Çünkü ben bir Yahudiye aitim
.

İbrahim el'Havvas dedi ki:
Mekke yolunda geceleyin yapmış olduğum yolculuklardan birinde bir harabeye girdim. Orada aniden karşıma yırtıcı bir hayvan çıkınca korktum. Bunun üzerine gâibten gelen bir ses bana dedi ki:
Yerinde sağlam dur. Çünkü senin etrafında seni koruyan yetmiş tane melek var
.

[Bu ve benzeri şeylerin şer'i hükümlerde hiçbir etkisi yoktur. Eğer bunları kabul edecek olsak şer'i hükümleri ibtal etmiş oluruz ve Allah korusun onları bırakıp, keşf, gizliden gelen sesler ve menkıbelerle amel ederiz.]

Buna benzer şeyler şeriatin kurallarına arz edildiği zaman üzerine herhangi bir hükmün bina edilemeyeceği gayet açıktır. Çünkü mukabele veya meçhulden gelen ses ya da bazı damarların hareketi, kişinin iç dünyasında mümkün şeyler olmaları sebebiyle bir şeyin helalliğine veya haramlığına delalet etmez. Aksi takdirde şayet bir hâkim veya başkasına bu haller arız olsaydı oradakiler arasından haksızlık yapan kimsenin elinden hakkı alıp hak sahibine hakkını vermesi için bu iç tecrübeyi devreye sokması kendisine vâcib veya mendub olur. Gaibden gelen bir ses şayet filan maktulun katili falan kişi demiş olsa veya filanın malını falan kişi almıştır veya zina etmiştir, hırsızlık yapmıştır dese onun sözüyle amel etmek hâkimin üzerine vâcib olur mu? Hatta bir ağaç veya taş böyle bir şeyi konuşsa onunla hükmolunur mu? Hâkim, böyle bir şeyin üzerine hüküm bina eder mi? Bunlar, şeriatte benzeri görülmemiş şeylerdendir. Bu sebeble âlimler dedi ki:
Peygamberlerden birisi peygamberlik iddiasında bulunsa ve dese ki:

Ben şu ağaca seslenirsem o benimle konuşur. Sonra ağacı çağırsa da ağaç gelse, onunla konuşsa ve: "Sen yalancısın" dese bu onun doğruluğunun delili olur, yalancılığına delil olmaz. Çünkü o bir şeyle meydan okumuştu ve iddiasına uygun olarak da o şey gerçekleşti. Ağacın sözünün tasdik veya tekzib mahiyetinde olması iddiasının gereğinin dışında bir durumdur. Onun bir hükmü yoktur. Bu meselede biz şöyle deriz:

Bir yiyeceğin haram olması için damarın rahatsızlanmasının gerekliliğini kabul etsek, buna dair şeriatte bilinen muteber bir delil bulunmadığı müddetçe damarın hareketlenmesi yemeğin engellenmesi hükmüne delâlet etmez.

İbrahim el-Havvas'ın meselesi de böyledir. Tehlikeli yerlerden sakınılması meşrudur. Buna aykırı davranışların meşru olana muhalefet olduğu gayet açıktır. Tarikat ehlinde bunlar mutat olan şeylerdir.

Ağacın Şiblı'ye konuşması da harikuladelikler cümlesindendir. Bunun üzerine hüküm bina etmek bilinen bir şey değildir.

Bu, onların takib ettikleri yolu bütün ruhsatlardan sakınma esası üzerine kurmuş olmalarından dolayıdır. Hatta tarikatı onlar için hazırlayan şeyhleri Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî, Risalesinin muridlere tavsiyeler bölümünde şöyle der:

"Murid Akıncıların fetvaları arasında farklılıklar görürse en ihtiyatlı olanı alır ve daima ihtilafın dışında kalmayı gaye edinir. Çünkü şeriattaki ruhsatlar zayıflar, ihtiyaç sahipleri ve meşguliyeti olanlar içindir. Bu cemaatin -yani sufilerin- Allah Teala'nın hakkını edâ etmekten başka bir meşguliyetleri yoktur. Bunun içindir ki şöyle denilmiştir. Fakirin derecesi hakikat makamından şer'i ruhsat makamına düştüğü zaman Allah ile kendisi arasındaki akdi bozmuş olur." [er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, sf: 315 ve devamı]

Bu söz, onların meşru ruhsatlardan faydalanmak gibi bir âdetlerinin olmadığını gösterir. Halbuki meşru ruhsatlardan hem Rasulullah (s.a.v.) hem de sahabe ve tabiinden meydana gelen sâlih selef yararlanırdı. Ruhsatlardaki mevcut zararlara rağmen Peygamberin (s.a.v.) azimetlere sarılmak hakkında söylediği şu söz bu konudaki gerçeğin ne olduğunu göstermektedir:

"Allah Tealâ azimetlerinin yerine getirilmesinden hoşlandığı gibi ruhsatlarının yerine getirilmesinden de hoşlanır." [Bu hadis muhtelif lafızlarla rivayet edilmiştir. Bunların en sahih olanı muellifin burada -zikrettiği İbn Hıbban rivayetidir. İbn Hıbban bu rivayeti c.I, sf: 274'de 355 numarada K. Birr ve’l-İhsan, B. Mâcâe fi't-Tâât ve Sevâbiha'da nakletmiştir. Ayrıca Ahmed'in Musned'i 3/108'de ve Beyhakinin Sunen-i Kubra'sı 3/139!da K. Salat, B: Kerahiyeti Terki't-Taksir'de geçmektedir]

Bu hadiste söylenmesi gereken şey söylenmiştir. Hadisin zahirinden ruhsatları tamamen terk etmenin bid'at olduğu anlaşılmaktadır. Onlar nefsin rahata ve kolaycılığa kaçmasını engellemek ve üzerine mucâhedeyi bina ettikleri davranış şeklini tercih etmek için bu bid'ati güzei görmektedirler.

Bundan dolayıdır ki Kuşeyrî'ye göre tarikate girmek isteyen kimsenin yapması gereken şeylerden birisi de mal ile ilişkiyi terk etmesidir. Çünkü mal onu haktan uzaklaştırır, kendisine meylettirir. Kendisinde dünya sevgisi olduğu halde bu işe (yani tarikate) giren kimseyi bu sevgi hakka yakınlıktan alır ve onun dışına doğru sürükler. [Risaletu'l-Kuşeyriyye, s.315 ve devamı]

Şeriatın zahiriyle' birlikte düşünüldüğünde Kuşeyri'nin bu sözünü anlamakta çok büyük güçlük vardır. Çünkü biz bu sözün doğru söz olup olmadığını anlamak için ilk duruma arz ederiz. Bu da Rasulullah'ın (s.a.v.) ashabıyla birlikte içinde bulundukları durumdur. O zaman Peygamber (s.a.v.) hiç kimseye malını terk etmesini, hiçbir sanatkâra sanatını terk etmesini ve hiçbir ticaret erbabına da ticaretini terk etmesini emretmemiştir. Halbuki onlar gerçekten Allah'ın velisi idiler ve samimiyetle hak yola girmenin peşindeydiler. Onlardan sonra gelen nesiller bin yıl boyunca o yolda gitseler onların mertebesine ulaşamazlar ve onların eriştikleri hidayet seviyesine erişemezler.

Sonra mal ve mülk sahibi olmak tarikatta maksada ulaşmayı nasıl engelliyorsa, maldan mülkten elin tamamen boş kalması da hedefe ulaşmanın önünde bir engeldir. Bunlardan birincisi, diğerinden daha itibarlı değildir. Sen de görüyorsun, selef-i Sâlih zamanında bulunmayan bu neviden bir şey tarikata girişte nasıl olur da bir esas olarak kabul edilebilir. Senin de gördüğün gibi bu bir bid'attir. Bunun ortaya çıkış sebebi de tasavvufçuların bunu güzel görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü hepsi aynı şeyi söylemektedirler.

Tasavvufçuların Kitab ve sünnete dayanmayan ve selefi sâlihte örneği görülmeyen görüşlerinden birisi de şudur:
Şeyhlerin muridlerinin ufak tefek hatalarını dahi affetmeleri doğru değildir. Çünkü bu, Allah'ın hukukunu zayi etmek demektir. [Bu ve benzeri sözler için bk: el-Kuşeyriyye, s.316 ve devamı]


Bu şekilde afv kapısını tamamen kapamak şer'i hükme aykırıdır. Görmüyor musun bir hadisinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Şer'i cezalar hariç, saygınlığı olan kişilerin ufak tefek yanılgılarına bakmayın."
[Ebu Davud. K. Hudud, B. Fi'l-Haddi Yuşfeu fihi. no:4375. Ancak hadis tenkitçileri bu rivayeti senedindeki Abdulmelik ibn Zeyd sebebiyle zayıf kabul ettiler. Fakat Avnu'l-Mâbud muellifi bu hadisi İbn Hıbban ve Nesâî'nin o şahsı güvenilir kabul etmeleri sebebiyle hasen derecesine yükseltmiştir. (Avnu'l-Ma'bûd. 12/39) İbn Hıbban. K.İlim, B. Zecr Ketebeti'l Mer'is's-Sunen. C:I, sf: 154, hadis no: 94; Beyhaki. K. Sirkati. C.VIII, sf: 267; Musned, Aişe r.anha'den. C.VI. sf: 181]

Şayet şeyhlerin müritlerinin ufak tefek hatalarını affetmeleri doğru olmasaydı bu delile ve affın fazileti konusunda gelen diğer delillere aykırı olurdu. Yine Allah Teala yumuşaklığı sever, ondan hoşlanır ve sertlikte göstermediği yardımını yumuşaklıkta gösterir. Ufak tefek hataları affetmek ve görmezlikten gelmek şer'î nezaket cümlesindendir. Çünkü hiçbir kul hata ve kusurdan beri değildir. Allah'ın koruduklarından başka hiç kimse de günahtan korunmuş değildir (Yani peygamberlerden başka hiç kimse masum değildir,)

Tasavvufçuların yaptıkları şeylerden birisi de; muridi az yemeğe zorlamalarıdır. Fakat bunu tedrici olarak, azar azar yaparlar, bir defada yapmazlar. Ayrıca sulûka devam ettikleri müddetçe muridi devamlı aç kalmaya ve oruç tutmaya ve bekârlığa teşvik ederler.
Bunların hepsi şer'an anlaşılması ve kabul edilmesi zor şeylerden sayılır. Hatta bu, ashabından bazılarının uygulamaya karar verip de Peygamberin (s.a.v.): "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." diye reddettiği ruhbanlığın bir benzeridir.

Beslenmenin tedricen terki hakkında onların söyledikleri şeyler üzerinde düşünüldüğünde bunun İslam'ın ilk asrında bilinmediği görülür. Halbuki o asır en faziletli asırdır.

Tasavvufçuların âdet haline getirdikleri şeylerden birisi de, semâ halindeyken muridi üstünü başını yırtıp atmaya zorlamalarıdır. (Onlara göre) Murid terk ettiği bir şeye artık bir daha kesinlikle dönmemelidir. Ancak şeyhin geri dönülmesine işaret ettiği şey bunun dışındadır. Onu da ödünç olduğuna kalbiyle niyet ederek almalıdır. Daha sonra şeyhin kalbini rahatsız etmeden onu da terk eder. [Kuşeyriyye, s.317]

Bu konuda onların uydurdukları daha pek çok şey vardır. Bunlar İslamın ilk dönemlerinde benzeri bilinmeyen şeylerdir. Ve onların icra ettikleri semâ meclislerinin bir sonucudur.

Tasavvuf yolunda görülen semânın ne bir şer'î delili vardır, ne de tasavvufun ilk temsilcilerine bir nisbeti vardır. Doğru yolun örneği olarak gösterilen seleften hiç kimse de bunu yapmamıştır. Sen bunun sadece tasavvuf yolunda ve diğer felsefî yollarda benimsendiğini görürsün.

İtiraz: Bu konuyu araştırırsan böyle meselelerin pek çok ve yaygın bir şekilde olduğunu görürsün. Öyle anlaşılıyor ki bunlar daha önce mevcud olmadığı halde sonradan güzel görülüp benimsenen şeylerdir. Senin de gördüğün gibi mutasavvıflar şeriate sıkı sıkı bağlı kimselerdir. Şayet bu gibi şeyler meşru olmasaydı mutasavvıflar bunlardan en çok uzak duran kişiler olurlardı. Bu da gösteriyor ki bid'atlerin içerisinde kötü olmayanlar da vardır. Hatta onlardan bazıları övülen ve yapılması tâleb edilen şeylerdir.


Cevab: Buna cevab olarak biz her şeyden önce şunu deriz: Bu konuda kendilerine itibar edilen mutasavvıfların yaptıkları her şeyin şeriatte bir delili ya vardır, ya da yoktur. Şayet şeriatte bir aslı/delili, dayanağı varsa bunu yapmaya en çok layık olan kişiler onlardır. Nitekim sahabe ve tabiinden teşekkül eden salih selef de buna lâyıktırlar. Şayet şeriatte bunun bir delili yoksa onunla amel edilmez. Çünkü sünnet bütün ümmet için geçerli bir delildir. Ummetten herhangi bir ferdin davranışı sünnetin aleyhine delil olamaz. Çünkü sünnet hatadan masumdur, sünnetin sahihi de masumdur/hatadan korunmuştur. Ummetin diğer fertlerinin yanılmazlıkları sabit değildir / isbatlanamaz. Ancak özellikle onların icmaları bunun dışındadır. Onlar bir meselede icma ettikleri zaman daha önce de işaret edildiği gibi bu şer'î bir delili ihtiva eder.

Mutasavvıfların da ümmetin diğer fertleri gibi yanılmazlıkları sabit değildir. Onlar da hata edebilirler, unutabilirler, büyük ve küçük günah işleyebilirler. Onların yaptıkları şeyler doğru da olabilir, yanlış da olabilir.

Bu sebeple âlimler şöyle demişlerdir:
Peygamber'in (s.a.v.) söylediği sözlerin dışındaki her söz alınabilir de, terk edilebilir de, Kuşeyrî bunu en güzel şekilde ifade etmiş ve şöyle demiştir:

Bir veli günahlarında ısrar etmediği için masum olur mu? diye sorulursa şöyle denilir: Peygamberlerde olduğu gibi onların da masum oldukları vâcibdir, denilecek olursa bu doğru değildir. Ancak -ufak tefek kusurları olsa da- günahlarda ısrar etmediği için veli günah işlemekten korunmuştur denilirse bu manada vasıflandırılmaları, caizdir.
Kuşeyrî der ki: Cuneyd'e denildi ki:
Arif olan kişi hata eder mi?
Cuneyd bir müddet sustu, sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:
"Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek yazılmış bir kaderdir." [el-Kıışeyriyye, s.276. Ahzab' 38]


İşte bu insaflı bir sözdür. Nasıl ki başkaları günah işleyebilirlerse, mutasavvıflar da günah ve bid'at işleyebilirler. Bizim, hata yapması imkansız olan kimselere uymamız gerekir. Hata yapmaları mümkün olan kimselerin peşinden giderken şüphe uyandıracak bir durum ortaya çıktığı zaman da onu araştırıp incelememiz gerekir. Hatta muctehid imamlardan gelen bilgileri bile Kitab ve Sünnete arz eder, bu ikisinin kabul ettiğini biz de kabul eder, kabul etmediğini de terk ederiz. Şeriate tâbi olmaya dair karşımıza bir delil çıktığı zaman bizim ona uymaktan başka yapacağımız bir şey yoktur.
Mutasavvıfların sözlerini ve fiillerini Kur'an ve sünnete arz etmeksizin kabul etmemiz gerektiğine dair hiçbir delilimiz yoktur. Onların şeyhleri de bize bunu tavsiye ettiler. İlim, anlayış ve hallerden zevk alan ve aşk sahibi bir kişi bir şey getirdiği zaman bunu Kitab ve sünnete arz etsin; onlar bunu kabul ederse doğrudur, kabul etmezse doğru değildir. Onların amel, mucahede ve bağlılık yönünden çizdikleri ve gösterdikleri yol budur.

İkinci olarak biz deriz ki: Onların çizdikleri resme ve başkalarından onları farklı hale getiren davranışlarına hüsnü zan nazariyle ve en uygun izah yolunu arayıp bulmak niyetiyle baksak ve bir izah şekli bulamazsak -onlar rehber edinilecek cinsten kimseler bile olsalar- böyle bir durumda bizim onları taklitten ve yaptıklarını yapmaktan uzak durmamız gerekir. Bunu onları reddetmek ve itiraz etmek için değil, belki onların yaptığı şeyin şer'î kurallara hangi yönden uygun olduğunu başka bir şeyi anladığımız gibi anlayamadığımızdan dolayı böyle yaparız.
Anlamakta ve yorumlamakta güçlük çektiğimiz hadisleri reddetmeksizin onlarla ameli askıya aldığımızı görmüyor musun? Daha sonra o hadislerle amel etmek için delillere uygun bir izah şekli ortaya çıkarsa onu kabul ederiz, yoksa o hadisle amel etmemiz istenmez. Burada tereddütlü durmakta bir zarar yoktur. Çünkü bu bekleyiş, saygısızca ret tavrı takınan kimsenin bekleyişi değil, doğrunun arayışı içinde olan kimsenin bekleyişidir. Burada hadisi reddetmeksizin onunla ameli terk etmek daha evladır, daha uygundur.

Üçüncü olarak deriz ki: Bu ve benzeri meseleler şeriatin zahiriyle sanki çelişkiliymiş gibi görünürler. Bu sebeble meselâ tasavvufçuların sözleri ve amelleri şer'i delillere dayanacak şekilde yorumlanır. Ancak şu farkla ki fıkıhçıların anlayışına ve muctehidlerin araştırmalarına göre nakli delillerin içinde mutasavvıfların dayandıkları delillerden daha açık, diğer âlimlerce bilinen şeylere daha uygun ve Şâriin lafızları içinde onların dayandıklarını zannettiğimiz delillerden daha munâsib başka deliller onlara aykırı düşmektedir.

Deliller birbiriyle çeliştiği zaman, bunlardan mensuh olanı da yoksa o zaman tercih yapmak gerekir. Böyle bir durumda tercih yapmanın gerekliliğinde usûlculer icma etmişlerdir veya icma gibi bir çoğunluk hasıl olmuştur. Başkalarının mezhebinde olduğu gibi tasavvufçuların mezhebinde de ihtiyatla amel etmek vâcibdir. Mutasavvıfların bakış açısına uygun olan akıma göre de onların şer'î delillere aykırı olarak gösterdikleri şeylerle amel etmemek gerekir. Biz böyle yapmakla da onların izinden gitmiş oluyoruz ve delillerden yüz çeviren, onlara göre de taklidi câiz olmayan şeylerde, onları körü körüne taklit edenlerin aksine yine onların ışığıyla yolumuzu bulmuş oluruz. Deliller, fıkhi araştırmalar ve tasavvufçuların ortaya koydukları fotoğraflar da körü körüne taklit edenleri ve şer'i delillere karşı gelenleri reddetmekte ve kötülemektedir; araştıranları, ihtiyatlı davrananları, şubheli şeylerden sakınanları, dinini ve iffetini koruyanları da övmektedir.

Bütün bunlardan sonra geride sadece mutasavvıfların sualde sözü edilen söz ve alışkanlıkları üzerinde tek tek söylenecek sözler ve bunların delillere göre nasıl izah edilip yorumlandığı meselesi kaldı ki bunları da burada anlatmamıza gerek yoktur. Çünkü bunların her biri el-Muvafakat isimli kitabımızda genişçe anlatılmıştır. Allah ömür verir ve lütfuyla yardımcı olursa bu konuyu ve onların yoluna sonradan sokuşturulan şeylerin açıklamasını Mezhebu Ehli't- Tasavvuf isimli kitabta da genişçe anlatacağız. Doğruya ulaştıracak olan Allah'tır.

Allah'a hamdolsun ki tasavvufçuların bid'ati olduğuna hükmedilen şeylerden hiçbirisinin bir delilinin olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.

[İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246 veya 215 - 224]
admin_4663659930.jpg
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Şehid Seyyid Kutub'dan Cihad ayetleri Tefsiri ve çok Nadir Olan Gerçek Tasavvuf Yorumu

54- Ey muminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Al!ah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.

55- Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren rukua varan muminlerdir.

56- kim Allah'ı, Peygamberi ve muminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur.


İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.


"Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir."


Allah'ın mumin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği ve gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere muminlerin seçilmiş olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.

Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.

" ..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."


Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.

Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir.
Kimdir Allah?
Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir?
Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır?
Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir?
Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir?
Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!


Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,


Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.

Seninle aramız iyi olduktan sonra

Alemler bozuk olsa ne çıkar.

Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.

Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.

Ulu Allah'tan, kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.

"İman edip salih ameller işleyenlere, Rahman; onlara bir sevgi kılacaktır." (Meryem Suresi, 96)


"...Kuşkusuz Rabbim merhametlidir, sevendir." (Hud Suresi, 90) "


"O, bağışlayandır, sevendir" (Buruç Suresi, 14)


"Eğer kullarım sana benden sorarlarsa, onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim." (Bakara Suresi, 186)


"...Muminler en çok Allah'ı severler." (Bakara Suresi, 165)


"De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin." (Al-i İmran Suresi, 31) Benzeri ayetler çoktur.


Bütün bunları gördükleri halde, "İslâm düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir. Allah ile insan arasındaki ilişkiyi, baskı, zor, azap, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir etmektedir. İsa-Mesih'i Allah'ın ve tanrısal unsurlardan biri kabul eden ve böylece sentezle Allah ile insanı birbirine bağlayan düşünce gibi değildir" diyenlere şaşmamak elde değildir.

Kuşkusuz İslâm düşüncesinde, ilahlığın gerçeği ile kulluğun gerçeğinin başkalığına ilişkin netlik, Allah ile kul arasındaki sevimli yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı bir ilişki olduğu gibi merhamete dayalı bir ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir, soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi ilişkisidir, Allah'ı tenzih etmeye dayalı bir ilişki olduğu gibi.

İşte bu, insan bünyesinin alemlerin Rabb'iyle ilişkisinde ihtiyaç duyduğu, herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.

Bu dine inanmış seçkin müminler topluluğunun sıfatları sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer almaktadır!

"Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."


Bu ifade, ağır yükün altında bükülen mümin gönlün ihtiyaç duyduğu bir hava estiriyor. Artık, mumin nimetleri veren yüce Allah tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini ve Rabbine yaklaştırıldığını anlıyor.

Ardından ayetin akışı, muminlerin, karakteristik özelliklerinden geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:

"...Bunlar muminlere karşı alçak gönüllüdürler."


Bu itaatkarlıktan, uysallık ve yumuşaklıktan kaynaklanan bir sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı, son derece alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz. Son derece rahat ve uysaldır. Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin ihtiyacını karşılamaya büyük özen gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.

Müminlere karşı alçak gönüllü olmada bir alçaklık, bir aşağılanmışlık söz konusu değildir. Bu kardeşliktir. Engellerin ortadan kalkması, zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle karışır, artık başkasına karşı serkeşlik ve ayrılık duygularına yer kalmamıştır.

Kişiyi inatçı, isyancı ve kardeşine karşı cimri kılan, toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın doğurduğu bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin topluluğun gönülleriyle birleştirince artık, kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan duygulardan kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer edebilir mi ki gönlünde?

Allah için kardeş olup bir araya gelmişler. Allah onları seviyor, onlar da Allah'ı. Bu yüce sevgi aralarında yayılmış, onu paylaşmışlardır.

"...Kafirlere karşı onurlu davranırlar."


Kafirlere karşı dirençli, yüz vermez ve üstün bir konumdadırlar. Bu özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor. İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın onurudur. Kafirlere karşı, altında birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu üstünlük, sahip oldukları inancın tamamen iyilik olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır. Görevlerinin, sahip oldukları iyiliğe! başkalarının boyun eğmesini sağlamak olduğunu biliyorlar. Başkalarının kendilerine boyun eğmesini sağlamak ya da kendilerinin başkalarına ve sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek değildir. Sonra bu üstünlük; Allah'ın dininin ihtirasların dinine, Allah'ın gücünün onların gücüne ve Allah'ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır. O halde yol boyunca kimi çarpışmalardan bozguna uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.

"...Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler."


Allah'ın sistemini yeryüzüne yerleştirmek, insanlar üzerinde Allah'ın otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik, doğruluk ve gelişme sağlamak için, O'nun şeriatını hayata egemen kılmak uğruna yapılan Allah yolunda cihad; onlar aracılığıyla yeryüzünde dilediğini gerçekleştirmek için, yüce Allah'ın seçtiği mümin topluluğun sıfatıdır.

Onlar Allah yolunda cihad ederler. Kendileri, ulusları, ülkeleri ve ırkları uğruna değil, Allah yolunda, O'nun sistemini gerçekleştirmek, O'nun otoritesini yerleştirmek, O'nun şeriatını uygulamak ve bu yolla tüm insanlık adına iyiliği gerçekleştirmek için... Bu işte kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar. Herşey tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O'nun yolunda yapılmaktadır.

Onlar Allah yolunda cihad ederler, bu yüzden kınayanın kınamasından korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından nasıl korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini garantilemişlerdir. Allah'ın kanununa uydukları ve O'nun sistemini hayata egemen kıldıklarına göre, insanların alışkanlıklarını, ulusal geleneklerini ve cahiliyenin genel geçer törelerini dikkate alırlar mı hiç?
Hayat ölçülerini ve hükümlerini insanların arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği insanlardan bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler. Ancak insanların arzularına, ihtiras ve değer yargılarına hakim olması için Allah'ın terazisine, kriter ve değerlerine başvuranları, gücünü ve onurunu Allah'ın gücünden ve O'nun verdiği onurdan alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları hiç ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun, realiteleri ne olursa olsun. Bu insanların uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa olsun, durum değişmeyecektir.

Biz insanların söylediklerini, yaptıklarını, sahip oldukları üzerinde uzlaşma sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde bulundururuz. Çünkü biz; ölçü, kriter ve değerlendirme konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah'ın sistemi, şeriatı ve hükmü olduğundan haberimiz yok. Oysa sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de batıldır, boştur. İsterse milyarların geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.

Sırf şu anda mevcuttur, realite budur, milyonlarca insan tarafından benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve hayatları için bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek ya da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul etmez. Herhangi bir durumun, gelenek ve göreneğin veya değer yargısının bir anlam ifade etmesi için, Allah'ın sisteminden bir temele dayanması gerekmektedir. Değer ve ölçülerin alındığı tek kaynak budur.

Bu yüzden, mümin topluluk, Allah yolunda cihad ederken kınayanların kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin karakteristik özellikleridir.

Sonra, Allah tarafından seçilmeleri, O'nunla seçkin muminler arasındaki karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler, onların gönlünde yer eden Allah'a güven duygusu, cihada girişirken O'nun yol göstericiliğine göre hareket etmeleri... Evet tüm bunlar Allah'ın lütfudur.

"Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir."


Bu lütfundan ve sınırsız bilgisinden verir. Yüce Allah'ın ilminden ve takdirinden dilediği için seçtiği bu bağıştan daha bol ne olabilir ki?

Yüce Allah, iman sıfatına uygun düşen tek dostluk yönünü de müminlere göstererek, dost olacakları kimseleri açıklamaktadır:

"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminlerdir."


Ayet bu şekilde kesin ifadelidir. Bir demogojiye ve tevile imkan bırakmamaktadır. İslâmî hareketin ya da İslâm düşüncesinin cıvıklaştırılmasına fırsat vermemektedir.

Gerçekte işin böyle olması zorunludur da. Çünkü sorun -dediğimiz gibi özünde inanç sorunudur, bu inanca göre hareket etme sorunudur. Dostluğun bütünüyle Allah'a özgü olması için, mutlak anlamda O'na güvenilmesi için, "din" olarak İslâm'ın benimsenmesi için, sorunun müslüman saf ile İslâm'ı din edinmeyen, onu hayat düzeni olarak benimsemeyen, diğer sıfatların ayrılığı sorunu olarak algılanması için ve İslâmî hareket, ciddiyet ve düzen bulunması için. Biricik önderlikten ve yegane sancaktan başka kimsenin dostluğu söz konusu değildir. Mumin topluluktan başkasıyla yardımlaşma mümkün değildir. Çünkü İslâm'ın hayat düzeninde işbirliği, inançtan kaynaklanmaktadır.

İslâm'ın sırf isimden ibaret olmaması, bir arma ve sembol olarak kalmaması, dille söylenen bir kelimeden, nesilden nesile geçen bir kültür mirasından ya da herhangi bir bölgede oturanlara özgü bir sıfattan ibaret olmaması için, ayetin akışı müminlerin belli başlı karakteristik özelliklerini açıklamaktadır:

"...Namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminler.."


Onların belirgin sıfatlarından biri namaz kılmaktır. -Sırf eda etmek değil namaz kılmaktan, eksiksiz eda edilmesi kastedilmektedir. Bu şekilde kılmaktan, yüce Allah'ın şu ayette belirlediği sonuçlar doğmaktadır:

"Kuşkusuz namaz, insanı kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoyar." (Ankebut Suresi, 45)


Kıldığı namaz kişiyi kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoymuyorsa bu, namaz dosdoğru kılınmamış demektir. Çünkü şayet Allah'ın söylediği şekilde kılınmış olsaydı, kuşkusuz onu bunlardan alıkoyardı.

Bir diğer sıfatları da zekat vermektir. Yani gönül hoşnutluğu ve isteğiyle Allah'ın emrine itaat etmek ve O'na yaklaşmak amacıyla malın hakkını vermektir. Kuşkusuz zekat yalnızca mâli bir vergi değildir. O, aynı zamanda ibrettir de. Ya da ibadettir. Bu da bir tarzda değişik hedefleri gözeten İslâm düzeninin belirgin bir özelliğidir. Bir hedefi gerçekleştirirken, birkaç hedefi göz ardı eden yeryüzü düzenlerinin hiçbiri böyle değildir.

Toplumun durumunu düzeltmek için, uygar anlamda ve malın vergisini toplamak veya devlet adına, ya da halk adına yahut herhangi bir yeryüzü mercii adına zenginlerden alıp fakirlere vermek yeterli değildir. Bu haliyle sadece bir tek hedef gerçekleştirilmiş olur; ihtiyaç sahiplerine mal ulaştırmak.

Zekat ise; ismi ve anlamı, amacını belirlemektir. Herşeyden önce zekat, temizlik ve gelişmedir. Allah'a yönelik bir kulluk şekli olmakla ve beraberinde fakir kardeşlerine karşı insana güzel duygular ilham ettirmekle, vicdan temizliğini sağlamaktadır. Allah için açılan bir kulluk olmasından dolayı, bu eylemi gerçekleştirende ahirette güzel bir mükafat alma ümidini doğurmaktadır. Bereketle ve bereketli ekonomik düzenle, malının dünya hayatında artacağını ummasını sağladığı gibi. Sonra, zekatı alan fakirlerin gönüllerinde güzel duygular uyandırır. Zenginlerin mallarında kendileri için bir hak belirlemekle yüce Allah'ın, kendilerine lütfettiğini anlarlar. Artık zengin kardeşlerine karşı kin ve çekemezlik duygularına kapılamazlar. -Bununla beraber İslâm düzeninde zenginlerin helal yollarla mal kazandığını, maldan paylarına düşeni toplarken hiç kimseye haksızlık etmediklerini de hatırlatalım. Son olarak bu hoşnut, iyi, güzel atmosferde; zekat, temizlik ve gelişme atmosferinde malî bir vergiyi de yerine getirmiş oluyor.

Zekat vermek, müminlerin hayatî işlerde Allah'ın şeriatına uyduklarını gösteren en belirgin özelliklerinden biridir. Bu, aynı zamanda her işlerinde, yüce Allah'ın otoritesini kabul ettiklerini de göstermektedir. İşte İslâm budur.

"...Rukua varan muminler.."


Bu onların karakteristik durumudur. Sanki sürekli olarak asıl durumları budur. Bu nedenle, "namaz kılanlar" sıfatıyla yekinilmemektedir. Bu yeni özellik, daha genel ve daha kapsayıcı bir özelliktir. Çünkü bu gönüllerde sürekli durumları buymuş gibi bir düşünce uyandırıyor. Onların en belirgin özellikleri ve onunla tanındıkları bu özelliktir.


Bu tür münasebetlerle, Kur'an'ın ifade tarzının uyandırdığı ilhamlar, ne kadar da etkileyicidir.

Yüce Allah, kendisine güvenmelerine, O'na sığınmalarına, sırasıyla yalnızca O'na, peygamberine ve müminlere dost olmalarına ve tamamen Allah için oluşmuş saffın dışında tüm saflardan bütünüyle ayrılmalarına karşılık, müminlere yardım ve galibiyet vaad etmektedir.

"Kim Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur."


Bu galibiyet sözü, imandan kaynaklanan bir kuralın açıklanmasından sonra yer almaktadır. Bu kural Allah'a, peygamberine ve müminlere yönelik dostluktur. Ayrıca bu, yahudi ve hristiyanları dost edinmemeye, bunun müslüman saftan ayrılıp yahudi ve hristiyanların safına katılmak olduğuna, aynı zamanda dinden dönmek anlamına geldiğine ilişkin bir uyarıdır.

Burada Kur'an'ın genel bir yaklaşımı göze çarpmaktadır. Yüce Allah, sadece İslâm daha iyidir diye teslim olmalarını istemektedir müslümanlardan. İleride galip geleceği, yeryüzüne egemen olacağı için değil. Bunlar zamanı gelince gerçekleşecek sonuçlardır. Sadece yüce Allah'ın, bu dini yerleştirmesine ilişkin takdirini gerçekleştirmek için meydana gelirler, insanları bu dine girmeye teşvik etmek için değil. Müslümanların galip gelmelerinde kendileri için herhangi birşey söz konusu değildir. Ne benlikleri ne de kişilikleri için bir pay çıkarmazlar. Bu, sadece onların eliyle gerçekleşen Allah'ın kaderidir. Bunu, akideleri için bahşetmiştir yüce Allah, şahıslardan dolayı değil. Elbette bu uğurda sarf ettikleri çabanın mükafatını alacaklardır. Bu dinin yeryüzüne yerleşmesinin ve bu yerleşmeden dolayı yeryüzünün ıslah olmasının doğurduğu sonuçların sevabını alacaklardır.

Aynı şekilde yüce Allah, kalplerini sağlamlaştırmak, onları karşılarına çıkan red engellerden kurtarmak için, müslümanlara galibiyet vaad etmektedir. -Bunlar çoğu zaman son derece çürük engellerdir- Sonuçtan emin olunca, sıkıntıları aşma ve zorlukları atlama konusunda kalpleri daha bir güçlenir. Allah'ın müslüman ümmete vaadettiği galibiyetin, kendi elleriyle gerçekleşmesini isterler. Böylece bu uğurda yaptıkları cihadın, Allah'ın dinini yeryüzüne yerleştirmenin ve bu yerleştirmenin doğurduğu sonuçların mükafatını hakketmiş olurlar.

Bu ayetin burada yer alması, o günkü müslüman kitlenin durumunu ve Allah'ın taraftarlarının oluşturduğu grubun galip geleceğine ilişkin kuralın hatırlatılması gibi müjdelere ne kadar ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Bunu da sûrenin bu bölümünün indiriliş tarihine ilişkin tercih ettiğimiz görüşten anlıyoruz.

Sonuçta zaman ve mekanla bir ilişkisi bulunmayan şu kuralı öğrenmiş oluyoruz. Bu kuralın, Allah'ın değişmez yasalarından biri olmasıyla güven duyuyoruz. Kimi çarpışmalarda ve bazı konumlarda mümin topluluk bozguna uğramış olsa da, durum değişmeyecektir. Hiçbir zaman değişmeyen yasa; Allah'ın hizbini (taraftarlarını)oluşturanların galip olacaklarıdır. Kuşkusuz Allah'ın kesin vaadi, yolun kimi aşamalarında beliren durumlardan daha doğrudur. Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinmek, yolun sonunda Allah'ın vaadinin yerine gelmesine bir araç konumundadır.

Sonra... Kur'an'ın sunuş tarzı, müminleri inançlarına karşı çıkan Kitap Ehli ve müşriklerin dostluğundan alıkoymak ve bu imana dayalı kuralı, vicdanlarına, duygu ve akıllarına yerleştirmek için, İslâm düşüncesinde ve İslâmî harekette, bu kuralın önemine işaret eden çeşitli yöntemlere başvurmuştu.

Birinci çağrıda; doğrudan yasaklama ve yüce Allah'ın katından bir fetih veya olayla münafıkları ortaya çıkarması şeklindeki korkutma yöntemine başvurmuştu. İkinci çağrıda; Allah'ın, peygamberinin ve müminlerin düşmanlarını dost edinmek suretiyle dinden dönmekten (irtidat) sakındırma ve Allah tarafından sevilen ve Allah'ı sevenlerin oluşturduğu seçkinler topluluğundan olmalarını teşvik etmek ve Allah'ın her zaman galip hizbine yardım vaad etme yöntemlerine başvurmuştu.

Şimdi ise; Kur'an-ı Kerim'in bu derste yeralan, müminlere yönelik üçüncü çağrıyla; gönüllerine, düşmanlarının eğlence ve alaya aldıkları dinlerini, ibadetlerini ve namazlarını koruma duygusunu serptiğini görüyoruz. Dostluklarından alıkoyma noktasında Ehli Kitap ile diğer kafirleri de bir tuttuğunu, bunu Allah'tan korkmaya bağladığını görüyoruz. Bu arada bu çağrıya kulak vermeyi, iman sıfatıyla irtibatlandırdığını, kafirlerin ve Ehli Kitab'ın marifetlerini kınadığını, onları akıl etmezler olarak nitelediğini görüyoruz:

(Seyyid Kutub; Fi Zilal il Kur'an, Maide Suresi 54- 55- 56 Tefsiri)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Yusuf el Karadavi

Tasavvufun İç Yüzü


Soru:

Sofilik ve tasavvufun iç yüzü, hakkikatı nedir? Tasavvufun islam'daki yeri nedir? Duyuyoruz ki sofilerden bazıları ilmiyle, ameliyle İslam'a hizmet etmektedir. Bununla beraber sofilerin diğer bir kısmının da İslamı bid'at ve dalaletlerle yıktığını duyuyoruz, bunlarla öbürlerinin arasındaki fark nedir?

Cevap:

Tasavvuf bir çalışma metodudur. Hemen hemen bütün dinlerde bulunur. Daha çok ruhani tarafa dalmayı esas alıp bu konularla fazla ilgilenmekten ibarettir.
Bu şekil bir çalışma diğer bir çok dinlerde bulunur.
Hintliler'de bu şekil bir çalışma vardır. Hindistan'da fakir insanlar güya kendilerine göre ruhlarını terbiye edip terakki(yükselme) amacıyla kendilerine türlü eziyetler ediyorlar. Hıristiyanlıkta da bu tür çalışma vardır. Rahiplik sisteminde ise daha çoktur.
Fârisilerde ruhu yüceltmek için Maniy mezhebi vardır. Yunanlılar da bu amaçla Revakiler mezhebi ortaya çıkmıştır. Daha birçok memleketlerde de insanların fiziki yapılarına verdikleri önemi ruhi yapılarına da vermeleri gerektiği konusunda bir sürü çekişmeler yaşanmıştır.
Ama İslam gelir gelmez ruh ile beden, akıl ile vücut hayatlarını eşit bir şekilde ölçüye koymuştur.
İslam'ın tasavvur ettiği manada insan: Beden, akıl, ve ruhtur. O halde bu cüzlerden her birinin hakkını vermek müslümanın görevidir.
Zira Peygamberimiz (s.a.v.) ashabı arasında bu cüzlerden birine daha fazla önem verenleri ikaz etmiştir.
Nitekim devamlı oruç tutup hiç yemeyen, devamlı ibadet edip hiç uyumayan ailevi ilişkilerini tamamen askıya alan Abdullah bin Amr İbni As'ın haberi Peygamberimiz'e ulaşınca Peygamber (sav) kendisine şöyle buyurmuştur:
"Ey Abdullah, şubhesiz gözlerinin, ailenin ve vücudunun senin üzerinde hakkı vardır, o halde her hak sahibine hakkını ver."

Aynı şekilde sahabelerden bir kısmı, Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarına onun ibadetinden sorduktan sonra sanki azımsayarak birbirlerine şöyle dediler: "Rasulullah (s.a.v.) nerde biz nerde. Zira onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir." Bunun üzerine içlerinden bir tanesi; "Ben bundan sonra devamlı oruç tutacağım. Bir günümü dahi yiyerek geçirmeyeceğini." Diğeri, "Ben de geceleri hep ibaretle geçireceğim, kesinlikle uyumayacağım." Bir başkası da, "Ben de kadınlardan kaçınacağım, kesinlikle evlenmeyeceğim" diyerek belli ibadetlere nezrettiler.
Onların bu sözleri Peygamber (s.a.v.)'e ulaşınca, onları derhal toplayarak şu konuşmayı yaptı: "Dikkat edin, içinizde Allah'ı en çok bileniniz, ondan en çok korkanınız benim. Buna rağmen ben gecenin bir kısmında kalkıp ibadet ediyor, diğer bir kısmında da uyuyorum. Bazen oruç tutuyor, bazen yiyorum, hem ben kadınlarla da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir."

İşte İslam'ın hayat ölçüsü bu noktadan hareketle başlamış ve her cüze kendi hakkını vermiştir. Ancak tasavvufçular insanların madde ve akla ehemmiyet verdikleri sırada kendilerini göstermişlerdir. İnsanların maddeyi önemsemeleri de fetihlerin yaygınlaşması neticesinde bazı insanların zenginleşmesi ve insanların iktisadi hayatlarının güllük gülistanlık olması neticesinde ortaya çıkmıştır. Maddeye aşırı derecede ağırlık veren insanlar her şeyi akıllarıyla halletmeye başladılar. Bunun neticesinde iman adeta felsefeye, kelam ilmine ve münakaşaya dönüşmüş gibi bir hal ortaya çıktı. Bunlar da ruhu doyurmuyorlardı. Hatta Fıkıh ilmi bile sanki azalarla yapılan ve insanın dış yüzüne ait kalble alakası bulunmayan, ibadetlerin zahiri görünümüyle ilgilenen bir ilimden ibaret olmaya yüz tutmuştu.
İşte tam bu sırada tasavvufçular bu boşluğu doldurmak ve ne fıkıhçıların ne de kelamcıların beceremediği bu işi becermek istediler. İnsanların dıştan önce iç yüzlerini temizlemeyi, kendilerini nefislerinin hastalıklarından kurtarmayı amaç edindiler. Kalb amellerine öncelik tanıyan ruhi ve ahlaki terbiye ile meşgul oldular, var güçleriyle parlak düşünceleriyle ruh ve ahlaki yapılarını temizlemeye yönelten tasavvufçular ortaya çıktı. Hatta bazı sofiler, "Tasavvuf ahlaktır, kim ahlakını artırırsa tasavvufunu artırmış olur", demişlerdir.
İlk sofiler kitab ve sünnete bağlı, Allah'ın belirlediği sınırlar önünde duran düşüncede ve sülükte bidat ve uydurukları kaldırıp atan insanlardır.
Tasavvuf önderlerinin eliyle bir çok insan İslam'a girmiş bir çok insan, hatta sayılmayacak sayıda günahkar tevbe etmiştir. Onlar ancak taassup ve kendini beğenenlerin inkar edebileceği, Ruhi marifet ve tecrübeler servetini geride bırakmışlardır.
Ne var ki tasavvufçulardan da bir çoğu bu konuda çok aşırı giderek işi aslından ve doğru yolundan çıkarttılar. Öyle ki bazılarının İslami olmayan sözler söyledikleri herkesçe bilinmektedir. Mesela, hakikat ve şeriat mefhumlarını ortaya atmaları gibi... Buna göre mahluka da kim şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur. Kim hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür. Tasavvufçuların bazılarına göre vicdanlar ve gönüller hükmün kaynağını oluşturabilmektedir. Yani kişi bir hükmü çıkartmak için kalbine ve vicdanına danışabilir. Yine bunların bazıları hadisçilerin, "bana filanca şahıs falanca şahıstan aktardı" dedikleri gibi, "bana Rabbimden aktarıldı" veya şöyle derler: "Siz ilminizi ölülerden alıyorsunuz, bizse ilmimizi hiç ölmeyen diriden (Allah'tan) alıyoruz" yani kendilerine göre direkt semadan vahiy almaktadırlar.

Bu taşkınlığın bir çeşididir. Yine buna benzer bir başka çeşidi de, terbiye yönüyle müridin şahsiyetini yok sayacak şekilde taşkınlık yapmaktır. Onların şu sözleri buna örnektir: "Şeyhinin huzurunda mürid, gasilin önündeki ölü gibi olmalıdır. Kim şeyhine "Niçin?" derse felah bulamaz, kim itiraz ederse dergahtan kovulur."
Bu tür hareketler müslüman çocuklarının bir çoğunun azimlerini katletmekte ve onlara olumsuz teslimiyet ruhunu oluşturmaktadır. Mesela onların: "Kullarına dilediğini yapıyor. Mülkünü sahibine bırak, yaratılanı yaratanla baş başa bırak" vs. sözleri buna örnektir.
Yani böyle demekle tüm değişimin fesat, zulüm ve diktatörlüğün önünde elpençe durulması gerektiğini ifade etmektedirler. Bu düşüncede öbürleri gibi sofilerin sayesinde ortaya çıkan bir uyduruktan ibarettir.
Fakat şunu ifade edelim ki, ehli sünnet ve selef ulemasının çoğu, tasavvuf ilimlerini kitap ve sünnetle tashih ederek onlarla bağdaşmayanları ortaya koymuşlardır. Özellikle selef ulemasının araştırmacıları bu konu üzerinde uyarıda bulunmuşlardır. Mesela İbni Kayyim gibi bir alimin, ne ifrata ne de tefride kaçmadan tasavvuf ilimlerini itidal içerisinde kitap ve sünnet terazisiyle tarttığını görüyoruz. Bu ölçü dahilinde tasavvuf konularını içeren değerli bir eser yazmıştır. Bu eserin adı "Midracussalikin İlame-nazilissairin"dır. Bu eser Hanbeli mezhebine mensub Şeyhülislam İsmail el-Harevi'nin "Menazilussairin ila mekamati iyyake nebudu ve iyyake nestein" adlı kitapçığının şerhi (açıklamasıdır.) Bahsettiğimiz kitap üç ciltten ibaret olup konuları tamamen kitab ve sünnet ışığı altında işlenmiştir. Biz bu kitabı rahatlıkla okuyup istifade edebiliriz.
Meselenin özü şudur: Her insanın söyledikleri doğru olacak, diye bir şey yok, söylediklerinin bazıları alınıp bazıları terkedilebilir. Hüküm hatadan masum olan, kitab ve sünnetten ibaret olan nastadır.
Dolayısıyla biz; tasavvufçuların, Allah (cc)'a itaat etmek insanların birbirlerini sevmeleri, nefsin kusurlarını, şeytanın tuzaklarını ve bunların ilacını öğrenmek ve kalpleri yumuşatacak ahireti hatırlatacak metodlarına önem vermek gibi aydınlatıcı taraflarını alabiliriz.
Biz kendimize lazım olan çoğu ilimleri onların kötü ve aşırı taraflarından sakınarak, kitap ve sünnet terazisiyle tartan bazı tasavvufçulardan (İmam Gazzali gibi) öğrenebiliriz. Tabii bunu yapabilmek için ilim ve marifet ehli olmak lazım, yoksa herkesin bu işe gücü yetmez.

Allah (cc) muvaffak etsin.

Tasavvuf

Soru

Biz, kültür ve meşrebleri değişik olan insanlar biraraya gelerek oturmuş bazı dini konularda tartışıyorduk. Bu sırada laf lafı açarak konuşma bizi tamamen görüş farklılığı içinde olduğumuz bir konuya getirdi.
İhtilaf içinde olduğumuz konu tasavvuf onun kitapları tarikatları fikri ve terbiyevi metotlarıdır.
Kimimiz tasavvufu tamamen silip atarak onu esas İslam'ın zıddı kabul ederken kimimiz de tasavvufun marifet zevk ve suluk bakımından islam'ın özüne ulaştıran tek yol olduğuna itibar ederek onu kayıtsız şartsız kabul etti.
Her birimizin düşünce yolunu çizen kültür yapısı değişik olduğu için hiç birimiz bu konuda ortak ve kesin bir görüşe varamadık.
Bu yüzden bizim sizden istediğimiz tasavvufun çerçevesini doğuşunu amacını, seçkin ve ayıp taraflarını açık ve net bir şekilde açıklamanızdır ki, biz de bu sayede lehine ve aleyhine hiç bir taassuba kapılmadan bir delile dayanarak tasavvuf konusunda tavrımızı belirleyelim.

Allah istediğiniz her konuda sizleri muvaffak etsin ve ilimlerinizle müslümanları faydalandırsın.

Cevab

Biz bundan önceki fetvamızda bu konuyu arz etmiştik. Ancak gerek övenlerin gerekse yerenlerin ifrat içinde olmaları; bu nedenle meselenin hakikatini ortaya koyamamaları sebebiyle, ehemmiyetine binaen konuya bir defa daha dönmemize bir mani yoktur. Zaten yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü konu biraz daha açıklamaya muhtaçtır.
Tasavvufa bilinçli bir şekilde yönelmek isteyenlerin yolunu biraz daha aydınlatmamızda bir beis görmüyorum.
Sahabe ve onların terbiyesi altında yetişen tabiin devrinde müslumanlar, İslam'ın tümünü kendi ölçüsünde eşit bir şekilde ifrata tefrite kaçmadan gerektiği kadar detay ve derinliğe dalarak hem öğreniyor, hem de öğretiyorlardı. Onlar bir tarafı diğer taraf üzerine tercih etmiyor. Hepsine eşit ölçüde değer veriyorlardı. Bedenin batınıyla (iç yüzüyle) ilgilenirken dış yüzünden gafil kalmıyor, dış yüzüyle ilgilenirken de, iç yüzünden gafil kalmıyorlardı. Bilakis onlar, akıl, ruh ve bedenle toptan ilgileniyor, aynı ehemmiyeti gösteriyorlardı. Toplumu fertle beraber değerlendiriyor, dünya ve ahiret maslahatlarını daima gözetiyorlardı.
Fıkıhçıların: "Kulların maslahatları hem dünyada hem de ahirettedir" sözlerinin en güzel örneği idiler. Ama dahili veya harici nedenlerle hayat gelişip zor şartlarla karşılaşılınca İslam toplumunda kimileri (Kelamcılar gibi) tüm maksadlarını akıl tarafına sığdırdı. Kimileri de, mesela fıkıhçılar gibi, büyük bir ağırlıkla zahiri amellerle ilgilendi. Bu arada kimilerini de dünyanın değersiz hayat ve madde sevgisi meşgul ederek onları madde ve geçim derdine boğdu. Örneğin zengin yöneticiler ve onların kafilesinde yürüyen dünyanın diğer talipleri gibi. Bu sırada tasavvufçular ortaya çıkarak çok önemli ve ihmal edilen, ne fıkıhçıların ne de kelamcıların dolduramadıkları boşluğu doldurmak ve insanlığı dünyanın eşya ve süslerinden kurtarmak için İslam hayatında ruh ve nefis taraflarını ilgilendiren tasavvuf mefhumunu gündeme getirdiler.
Selef uleması yukarda belirttiğimiz gibi İslam'ı bir bütün olarak kabul ediyor, dini oluşturan İslam iman ve ihsan mefhumlarını eşit ölçüde yaşıyorlardı. Daha sonra fıkıhçılar İslam'ın zahiri hükümlerini öğrenmekle tanındılar ve yalnızca bu tarafla ilgilendiler. Kelamcılarda itikadi konular ve bu konuların etrafında ihtisas yaptılar. Hal böyle iken geride yalnızca ihsan mefhumu kalmıştı, tasavvufçularda gelip biz de ihsan konusunda ihtisas sahibiyiz dediler. Tasavvuf insanı her şeyden çekip yaratılışın son gayesine ulaştırmaya çalışmaktadır. O gayede nefisle mücadele ve lüks hayatı terk etmek yoluyla insanı, Allah'ın gazabından ahiretin azabından kurtarıp şeriatın edebiyle edeplemek ve ona Allah'a saygıyı öğretmektir. Sonraları tasavvuf alimlerinden nefis terbiyecilerinden bazıları Allah'tan (korkmak ve korkutmak) tarafında çalışmıştır. Örneğin Hasan-i Basri Hazretleri gibi daha sonra bu mefhum yerini yavaş yavaş, hubbi ilahi (Allah'ı sevmek) adı altında yeni bir unsur almıştır. Bu unsur Rabiatu'l Adviyye (ö. hic. 180)'nin şiirinde, Ebu Süleyman ed Derani (ö. hic. 210)'nin Zinnu'l Mısri (ö: Hic. 245)'nin, Ebu Yezid el-Bestami ve diğer tasavvufçuların sözlerinde görülmektedir. Bu alimler Allah'a itaati ve farzları yerine getirmeyi ne cehennem azabı korkusuyla ne de cennet isteğiyle yapmadıklarını bilakis Allah'ı sevdikleri ve ona yaklaşmak istedikleri için yaptıklarını serahaten (açıkça) söylüyorlardı.

Hatta bu konuda Rabia'nın şu sözü, şöhret kazanmıştır: "Onların hepsi ateş korkusundan ibadet ediyorlar, ondan kurtulmayı büyük bir pay görüyorlar, veya cennet bahçelerine girip nimetlerden nasiplerini almak ve selsebil adındaki cennet çeşmesinden içebilmek amacıyla ibadet ediyorlar. Benimse cennet ve cehennemde payım yoktur, çünkü ben sevgimin yerine geçecek bir şey aramıyorum."
Daha sonra tasavvuf ruhi ve ahlaki terbiye olmaktan çıkıp İslam'ın temel prensiblerinden tamamen uzak garip kavramlara sahne olan bir felsefe halini almıştır. Bunun en bariz örneği, hulul ve vahdetü'l vücud mefhumunu savunmaktır. (Hulul ve vahdetu'l vucud, Allah'ın kainattaki tüm eşyanın suretine girmesi ve onda zuhur etmesi anlamında bir kavramdır, dileyen konuyu akaid ve kelam ilmine ait kitaplardan detayıyla öğrenebilir). Evet tasavvuf aldatıcının aldatmasına uğrayıp, ben Allahım diyen Hallacı Mansur'un eliyle epeyi bir değişiliğe uğramıştır ve bu söz yaratıcının (Allah'ın) yaratılanın suretine hulul ettiğini söyleyen bir mezhebin görüşüne göre söylenmiştir.
Hıristiyanlar da Mesih (İsa a.s.) hakkında böyle söylemişlerdi. Hallac'ın bu değişimi tüm fıkıhçıların gazabını kazanmasına neden oldu ve hicretin 309. senesinde katledildi tasavvufçuların bir çoğu kendilerinin Hallac'ın düşüncesinden uzak olduğunu söylemektedirler.
Daha soma "vahdeti vücud" felsefesinin bu değişiminin Muhyiddin Arabi'nin kendi mezhebi üzerine telif ettiği eserlerden anlaşıldığına göre, daha da arttığını görüyoruz. Muhyiddini Arabi (ö. Hic. 638) ve onun gibi, Allah'tan başka hiç bir varlığın olmadığını kainatta ikiliğin düşünülemeyeceğini iddia edenlere göre tasavvuf tamamen değişmiştir. Bunlara göre yaratan ve yaratılan Rabb ve merbub olayı ortadan kalkmıştır.
Ahlakın direği olan mesuliyeti tamamen ortadan kaldırıp iyilerle kötüler, muvahidlerle putperestler arasını eşit kabul eden bu felsefeye göre, her şey hakkın (Allah'ın) ekranıdır.

İbni Arabi bu amaçla şöyle demiştir:
"Andolsun ki benim kalbim her şekli kabul eder hale geldi. Benim kalbim rahiplere manastır, geyiklere mera (otlama yeridir) putlara ev, Kabe'ye örtü, Tevrat ve Kur'an mushaflarının kabıdır."

Gerçekte bu mezheb viraneler mezhebinden ibarettir.
Bu tasavvufi akımların ardından insanlar, tasavvuf konusunda farklı görüşleri taşımaya başladılar. Kimisi onların lehinde taassuba dalmış, onların daima iyiliklerini dile getirmiştir. Her konuda onların düşünceleri doğrultusunda kendini yönlendirerek hata bile olsa, onları himaye etmiştir. Hatta onların hata ile hükmedebileceklerini hiç bir zaman düşünmemiştir. Kimisi de tasavvufçuların aleyhinde bir taassuba kapılmış ve her konuda onları kötüleyerek, tasavvufun İslam'la alakası olmadığını hatta Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve diğer dinlerden alınıp İslam'a sokulduğunu iddia etmiştir.

Ama insafın gereği şunu söylememiz lazımdır ki; tasavvufun İslam'da inkar edilmiyecek kökü, kimseye gizli kalmıyacak derecede genel prensiplerini içeren özü vardır. Biz bu hakikati Kur'an'da, sünnette, Efendimizin ashabının sade hayatlarında muşahade ediyoruz. Örneğin Ömer (r.anh), Ali (r.anh), Selmani Farisi (r.anh), Ebu Zer Gıfari (r.anh) ve daha birçok sahabi.
Kur'an ve sünneti okuyan herkes, bu iki kaynağın birçok kere dünya hayatının fitne ve süslerinden sakındırıp tüm arzuları Allah'a ve ahirete yönlendirdiğini, kalpleri cennete ve içinde olan Allah'ın rıdasına, O'nun yüce cemaline bakmaya teşvik için tahrik ettiğini, cehennem ve içinde olan maddi ve manevi azabtan korkuttuğunu müşahade edecektir. Bununla birlikte Allah'ın kullarını sevdiğini ifade eden ayetlere de rastlayacaktır. Örneğin Allahu Teala'nın şu sözleri: "O, onları seviyor onlar da onu seviyor."
"İman edenler Allah'ı herşeyden daha çok seviyorlar."
"Allah ihsan sahiblerini sever."
"Allah sabredenleri sever."
"Şubhesiz Allah, onun yolunda tek bir sıra olarak kurşunla dökülmüş bina gibi sağlamca savaşanları sever."
Bütün bunlarla birlikte Kur'an ve birçok hadiste, Züht, tevekkül, tevbe, şükür, yakın, (tam teslimiyyet) takva, murakabe (yaptıklarını kontrol etmek) ve benzeri dini değerlerin varlığım görecektir. Bu değerlerle ilgili açıklanılan, yorumlan kendi aralarındaki düzenleme ve fazilet sıralamalarını tasavvufçuların haricinde kimsenin gerektiği kadar yapmadığını görüyoruz.
İşte bu yüzden tasavvufçular, ummetin taifeleri içinde nefsin ayıplarını daha iyi tanıyor, kalb hastalıklarını şeytanın tuzaklarını daha güzel biliyorlar. Aynı şekilde tasavvufçular suluk (tarikatte ilerleme) ve saliklerin (ilerleyenlerin) hallerine ve onları terbiye edilme metoduna daha çok yardımcı oluyorlar. Bu sayede nice isyankarlar onların yol göstermesiyle tevbe etmiş, nice kafirler de müslüman olmuştur. Fakat tasavvuf ilk devirde dini ibadetlerde ahlakı terbiye etmek ve ibadetleri yalnızca Allah'a yapmak amacını taşıyordu. İbnu'l Kayyim'inde dediği gibi, kıvamı kişinin iradesi altında idi. Ama daha sonra İslami ahlakın ilmi olmaktan çıkmış bir marifet nazariyesine dönüşmüş, nefsi temizleme yolundan yürüyerek keşif ve feyzi ilahi olmaya koşmuştur. Daha sonra da bildiğimiz değişiklikler meydana gelmiştir.

Bu yüzden yabancı etkenlerden bazı şeylerin tasavvufa sızdığını inkar etmek, kişiyi ifrat ve tefritin ortası olan İslam'da itidal vasfından çıkartıp rahiplerin uğradığı katılık gibi katılığa, Budistlerin uğradığı aşırılık gibi aşırılığa götüren mukaberet (büyüklük taslamak)tan ibaret olur.

Sofilerin yanında meydana gelen değişim görüntülerinin bazıları şöyledir:
1- İyiyi kötüden, doğruyu yalnıştan ayırabilecek bir seviyede şahsi zevk, vicdan veya ilhamın varlığına itibar etmek, hatta bu konuda tasavvufçuların bazıları daha da aşırı giderek, hadis ulemasının, "Falan hadisçi filancadan, o da Resulullah'tan bize aktarmıştır" sözlerine karşılık, "Kalbim bana Rabb'im'den aktarmıştır" gibi sözler sarfetmelerine sebep olmuştur..

2- Şeriat ile hakikati birbirinden ayırmaları ve şu sözleri: "Kim mahlukata şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur, kim de hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür." Bu söze göre ne kafirle harbedilir ne de inkar eden yadırganabilir.
3- Kur'an ve sünnetin metoduna uymayan bir tarzda dünya işini aşırı bir biçimde hakir görmeleri. "Ey Rabb'imiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver." "Ey Allah'ım kurtuluşumun bağlı olduğu dinimi güzelleştir. (Yani kurtulmamın temelini oluşturan dini konularda beni başarılı kıl) İçinde yaşadığım dünyamı da iyileştir (yani geçimimi güzelleştir)." Onların bu tutumu sahabenin metoduna da muhaliftir. Nitekim sahabenin tutulan ve diğer sahabilerce benimsenen şu sözü bu metodu ifade etmektedir. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."
4- Müslümanların genelini etkisi altına alan ve onlara, "insan belli bir yolda yürütülendir, seçenek hakkı yoktur" fikrini aşılayan, "yapılan yıkımlara karşı durmanın, batılla savaşmanın hiçbir faidesi yoktur," fikrinin temeli olan ve tasavvufçuların bir çoğunda bulunan iradesizlik ve zorunluluk fikri... Bu fikre göre Allah (cc) kullarını dilediği doğrultuda götürür kulların seçenek hakları yoktur. Hatta bu fikre binaen aralarında şu söz meşhur olmuştur: "Mülkünü sahibine, yarattığını halikine bırak." Bu fikir müslümanların bir çoğunda hezimet ve sürünmek ruhunun galip olmasına sebep olmaktadır.
5- Suluk ve düşünce terbiyesiyle müridin şahsiyetini inkar, itiraz bir yanda dursun, onun münakaşasını bile yapmayacak. Yok demek bir tarafta kalsın, "niçin" bile diyemeyecek derecede hiçe saymak. Bu fikre dayanarak şu kelimeleri sarf etmektedir ler: "Şeyhinin huzurunda mürid yıkayıcının önündeki ölü gibi olmalıdır" "Şeyhine "niçin?" diyen felah bulamaz."
Son zamanlarda bu tür fikirler yaygınlaşmış ve samimi olmalarına rağmen birçok müslüman da bu fikirleri kabul etmiştir. Bu yüzden müslüman ülkelerde yeniden İslami kalkınma hamlesinin sabahı yaklaşınca, birçok kültürlü insan bu olumsuz fikirlerin İslam olduğunu zannederek İslam'ın asıl evrensel hükümlerini bilmedikleri için ondan yüz çevirmiş çok azı geri dönmüştür.
Hem burada şunu da eklemeliyiz ki, ifrat ve tefritten uzak olan ve itidal içindeki ilk sofiler haktan uzaklaşmanın ve değişimin çok tehlikeli olduğunu belirterek, şeriatın yanılmaz ve sarsılmaz prensiplerine bağlı kalmanın gerekliliğini vurgulamışlardır.
İbnu'l Kayyim, değişime uğrayan bu sofilerin şeyhlerinden bu konuda birçok sözler nakletmektedir. Bunların arasında bu taifenin şeyhlerinden ve büyüklerinden olan Cüneydi Bağdadi de vardır (ö. hic. 297).

Mesela Cuneydi Bağdadi şöyle diyor: "Mahrukata bütün tarikatlar kapalıdır. Ancak Rasulullah (s.a.v.)'ın izlerini takip edenler hariç." Başka bir sözünde: "Kim Kur'an ezberlemiyor, hadis yazmıyorsa bu yolda imam olamaz, çünkü bizim ilmimiz kitab ve sünnete bağlıdır."

Ebu Hafs şöyle der: "Kim hal ve hareketini kitab ve sünnetle tartmaz kötülüklerini yermezse divani ricalden (meşayihten) sayılmaz."
Ebu Süleyman Ed-Derani der ki: "Bazen günlerce kalbime kavmin başına gelen nükteler düşmektedir. Ama ben bunları yalnız iki adil şahitle kabul ediyorum. O şahitlerde Allah'ın kitabı, Rasulü'nun sünnetidir."
Ebu Yezid el-Bestami der ki: "Kendisine havada uçacak kadar keramet verilen bir adam görseniz onun Allah'ın emir ve yasaklarına karşı tutumuna, sınırları korumasına, ve şeriatı harfiyyen yaşamasına bakmadan kerametlerine aldanmayın."
Umuyorum tasavvufçular hakkında yapılan yorumların en adaletlisi bir soru üzerine İbni Teymiye'nin verdiği cevaptır. Onun cevabı arasında şu cümleler yer almıştı: "Onların tarikatları konusunda insanlar çekişmişlerdir. Bir taife sofilik ve tasavvufu kötülemiş ve şöyle demiştir: "Onlar sünnetin dışına çıkan bidat ehlidirler." İmamlardan bir taifenin onları kötüleme konusunda malum sözler sarf ettikleri, kelam ve fıkıh ulemasından da bu taifenin görüşünü paylaşanlar olduğu nakledilmiştir. Başka bir taifede onları övme noktasında ileri gitmiş ve onların peygamberlerden sonra mahlukatın en faziletlileri olduklarını iddia etmişlerdir. Ama her iki tarafta kötüdür."

Doğru olan şudur: Tasavvuf alimleri de diğer alimler gibi Allah'a itaat için içtihat etmektedirler. Dolayısıyla içlerinden kimileri içtihadına göre ilerlemiş ve hakikate yaklaşmıştır. Kimileri de yine cennet ehlinden olmakla birlikte iktisatta kalmıştır. Her iki sınıfla da içtihad edip hata yapan günah işleyip tevbe eden veya etmeyen insanlar olabilir.
Bunlara intisab edenlerden de nefsine zulmeden, Rabbine isyan edenler vardır. Nitekim kendilerine bidat ve zındık ehlinden intisab eden taifeler vardır. Fakat araştırmacılara göre bu tür insanlar tasavvufçulardan değillerdir. Mesela Hallacı Mansur'u tarikatının efendisi Cüneydi Bağdadi gibi bu tarikatın birçok meşayihi, yadırgamış ve onu tarikattan çıkarmıştır.

Allah (cc) herşeyi daha iyi bilendir
(Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
HALLAC'IN ÖLDÜRÜLMESİ

images


Bayezid-i Bestami ve başkalarından halık-mahlûk birliğiyle, arada bir farkın olmayışıyla ilgili sözler aktarıp da bu hususta onları mazur görenler diyorlar ki:
Kişinin mahbubuna yönelik sevgisi ileri düzeye varıp kişiyi tamamen kuşatınca, ayrıca adamın da kalbi zayıfsa, duyduğu sevgisinden dolayı mahbubunda kaybolur. Mahbubunun varlığıyla kendi varlığını yitirir. Sürekli andığı sevgilisinden dolayı kendisini unutur. Derken hiç olmamış gibi yok olur, hep varmış gibi de baki olur. Anlatıldığına göre, bir adam kendisini suya atar. Sevgilisi de arkasından kendisini atar. Adam:
Ben kendimi attım; sen niçin atladın? deyince, sevgilisi şöyle der:

Kendimi sende kaybettim ve seni ben sandım.”
İşte bunun benzeri haller, kişinin rab ile kul, emredilen ile yasaklanan arasındaki farkı algılayamamasına, bilgi ya da hakkın bilincinde olmamasına neden olurlar. Hatta sonunda, şununla şunun farkını dahi bilmezler. Neticede mazur sayılırlar. Dolayısıyla bu gibi kimselerin sözlerinde bir gerçeklik aranmaz.
Ama tasavvuf ehlinden olduklarını iddia eden bir taife, bunu gerçek gibi algılıyor ve gerçek tevhidin bu olduğunu söylüyor.“Menazilu’s Sairin” yazarı ve İbn-i Arif gibiler bu kanaattedir. Öte yandan İbni Arabi et-Tai gibiler de genel varlık birliğinin bir gerçeklik olduğunu savunurlar.
Bir gruba göre Hallac da bunlardan biridir. Daha sonra Hallac’ın durumuyla ilgili iki görüş belirmiştir:
Birinci görüş: Hallac, böyle bir yokluğun girdabına düştü. Bu yüzden o, iç dünyası itibariyle mazurdur. Fakat zahire göre öldürülmesi vaciptir. Diyorlar ki:
Onu öldürenler mucahid, o da şehiddir. Bir şeyhin şöyle dediğini anlatırlar:
Hallac tökezledi. Eğer onun zamanında olsaydım, elinden tutardım.”

Bunlara göre Hallac’ın durumu, aşk ateşine yanan, yokluk girdabına düşen birinin durumudur.
İkinci görüş:
Bunlar, fena ehlinin rububiyet tevhidine ilişkin anlayışlarını doğru bulan kimselerdir. Diyorlar ki:
Asıl gaye budur. Ve şunu ekliyorlar:
Hallac, hakikatin ve tevhidin son noktasına gelmişti.
Sonra bu gruplar onun öldürülmesi hakkında da iki farklı görüş ileri sürmüşler:

Cevab:
Birincisi:
"Hallac haksız yere öldürüldü. Onu öldürmek caiz değildi..." Bu görüşte olanlar, Hallac’ın öldürülmesinden dolayı şeriata ve şeriat ehline düşmandırlar. Bu yüzden fakihlere ve ilim ehline düşman olanlar da var. Hallac’ın katilleridir bunlar, diyorlar...
Bu bakımdan şöyle diyenlere benziyorlar:
Bizim bir şeriatımız var, bir hakikatımız var, şeriattan farklı...
Bu sözü söyleyenler, Allah’ın kelâmında, Rasulullah’ın (s.a.v.) sözlerinde ve sair insanların konuşmalarında “şeriat”kavramıyla ne kastedildiğinin bilincinde değildirler. Yine Allah kelâmında, Rasulullah’ın (s.a.v.) sözlerinde ve sair insanların konuşmalarında hakikat, hak, zevk, vecd ve tevhid kavramlarının hangi anlamlarda kullanıldığını bilmiyorlar. Hatta bunların içinde şeriatın, kadı’nın verdiği hüküm olduğunu sananlar bile var.
Bazıları alim ve adil kadı ile cahil ve zalim kadıyı dahi birbirinden ayırmaz. Hakimin verdiği hüküm ne olursa olsun, ona şeriat adını verirler. Oysa, bir işte, hakimin verdiği hükme muhalif ve Allah ve Rasulu’nün sevdiği bir hakikat olabilir.
Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
Bana gelerek birbirinizden davacı oluyorsunuz. Kiminiz, kiminize göre kendi kanıtını daha etkili ortaya koyabilir. Ben ancak dinlediklerime göre hüküm veririm. Kardeşinin hakkından olmak üzere kimin lehine bir hüküm verirsem, onu almasın. Aksi taktirde, bu verdiğim hüküm onun için bir ateş parçası olur.” (Buhari, Şehadat, 27; Muslim, el-Akdiye, 4; Tirmizi, Ahkam, 11; Ebu Davud, Akdiye, 7)

Çünkü hakim, dinlediği belgelere ve ikrarlara göre hüküm verir. Karşı tarafın açıklayamadığı kanıtları olabilir. v.s.
Dolayısıyla şeriat, aynı zamanda batıni bir olgudur. Kadı’nın verdiği hüküm, zahiri bir uygulamadır. Birçok şeyin iç yüzü, insanlara görünen dış yüzünden farklı olabilir. Buna Musa ve Hızır kıssasını örnek verebiliriz. Çünkü Hızır’ın yaptığı maslahata uygundu ve o, Allah’ın kendisine emrettiği şeriattı. Allah’ın şeriatına muhalif uygulamalar değildi. Fakat Musa, iç yüzünü bilmediği için, görünürde bu, onun için caiz olmayan bir davranıştı. Fakat Hızır, ona bu işlerin iç yüzünü anlatınca, ona hak verdi, onu onayladı. Çünkü Hızır’ın yaptığı şeriata aykırı değildi.
Bu bağlamda:
Bir şey, iç yüzü itibariyle dış yüzünden farklı olabilir, denildiğinde, bu sahih bir değerlendirme olur. Ancak iç yüzün hakikat, dış yüzünse şeriat olarak isimlendirilmesi, tamamen ıstılahi bir isimlendirmedir.
Bazı insanlar, hakikatı mutlak olarak batıni olgu, şeriatı da zahir olgu olarak algılarlar. Aynı şekilde İslâm kavramı iman kavramıyla birlikte zikredildiğinde, bununla zahiri ameller, iman kavramıyla da kalpteki inanç kastedilir. Nitekim Cibril hadisinde de buna işaret edilmiştir. Bu bağlamda “İslâm hükümleri (yasaları) ve iman hakikatleri”denilirse, bu, doğru bir niteleme olur. Ancak bu kavramlardan hangisi yalnız başına kullanılırsa, diğerinin anlamını da kapsamış olur.

Dolayısıyla batıni hakikatı içermeyen bir şeriatın bağlısı gerçek mu’min olmadığı gibi, yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gönderdiği şeriata uygun olmayan bir hakikatin bağlısı da bırakın Allah’ın muttaki velisi olmasını, müslüman bile değildir.

Bazen “şeriat” kavramıyla fakihlerin içtihad yaparak çıkardıkları hükümler, “hakikat” kavramıyla da mutasavvıfların kalpleriyle algıladıkları manevi haz kastedilir. Hiç kuşkusuz, bu gruplara mensup müctehidler, bazen doğruyu bulurlar, bazen de yanılırlar. Ama hiçbirinin bilinçli olarak Rasulullah’a (s.a.v.) muhalefet etmeyi amaçladığı söylenemez. Şayet her iki grubun içtihadı örtüşürse, ne ala! Aksi taktirde, bu gruplardan biri, diğerini taklit etmek zorunda değildir. Ancak uymayı kaçınılmaz kılan şer'i bir kanıt getirilmesi başka.
Bazı insanlar, Hallac’ın, mutasavvıfların meşrebi olan zevksel hakikate aykırı olarak fıkhi içtihatla öldürüldüğünü ifade ediyorlar. Bu, birçok insanın zannıdır; ancak doğru değildir. Hallac, küfründen dolayı öldürülmüştür ve bu hususta fıkıhçılarla mutasavvıflar arasında görüş birliği oluşmuştur.

Örneğin Hallac, Kur’an’dan daha iyi bir kitap getirerek ona karşı çıkabileceğini iddia etmişti. Ayrıca hac ziyaretini kaçıran bir kimsenin, bir ev yaparak onu tavaf edebileceğini ve güç yetirdiği miktarda sadaka vererek hac yükümlülüğünü yerine getireceğini iddia etmişti. Bunun gibi daha birçok şey söylemişti ki, bunların tümü, Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehadet getiren alimiyle, abidiyle, fakihiyle, dervişiyle ve mutasavvıfıyla bütün müslümanların ittifakiyle öldürülmüştür.
Bazıları diyorlar ki:
Hallac öldürüldü, çünkü açıklanmaması gereken tevhid ve hakikat sırrını açığa vurdu. Oysa bu ancak seçkin, özel insanlara (havas) söylenecek sırlardandır. Böyle bir sırrın gizlenmesi ve açıklanmaması gerekir.”

Bu hususta bir de şiir inşad etmişler:
Sırrı ifşa edenin cezası ölümdür
Kim olursa ve intikamı alınmaz
Sırrı ifşa ettiler, bu yüzden kanları mübah oldu
Mübah görenlerin kanı böyle mübah olur.
Bunların sözü aslında şöyle demeye geliyor: Hıristiyanların İsa (a.s.) ile ilgili görüşleri haktır. Bu aynı zamanda onun dışındaki nebi ve veliler için de geçerlidir. Fakat bunu açıkça söylemek mümkün değildir. Çünkü şeriat sahibi buna izin vermemiştir. “Menazilu’s Sairin” yazarının ve başkalarının sözlerinden bunu anlamak mümkündür. Aşağıdaki şiirde tevhid anlayışını şöyle dile getiriyor:
Hiç kimse bir olanı birleyemez.
Çünkü onu birleyenler inkârcıdır.
Onun sıfatından söz edenin tevhidi
Çıplaktır ve bir olan bunu iptal etmiştir.
Onun kendisini birlemesi tevhididir.
Ama onun sıfatlarını sırlayanın sıfatlarının sonu yoktur.
Bu görüşte olanların demek istedikleri şudur:
“Birleyen birin kendisidir. Kulun dilinde tevhidi söyleyen hakkın kendisidir. Kendisinden başkası O’nu birleyemez. Birleyen yine kendisidir.”
Bu arada Firavun’un:
Ben sizin en yüce Rabbinizim (Naziat, 24) sözü ile Hallac’ın:

Ben Hakkım. Subhani (Kendimi tenzih ederim)sözünü birbirinden ayırıyorlar. Çünkü Firavun bunu söylerken kendini muşahede ediyordu ve bu sözü kendisi ile ilgili olarak söyledi. Fena ehli olanlar ise, kendilerini kaybetmişlerdir. Onların dilinden konuşan bir başkasıdır.
Son kuşak mutasavvıfların çoğu bu yanlışa düşmüştür. Bu yüzden Cuneyd-i Bağdadi -Allah ona rahmet etsin-, kendisine Tevhid’le ilgili bir soru sorulduğunda, bu anlayışı reddeder tarzda şu cevabı vermiştir:
“Tevhid; kadim (ezeli-öncesiz) olan ile muhdes (sonradan olma) olanı birbirinden ayırmaktır.”
Böylece Tasavvufun önderi -Seyyidu’t Taife- Cuneyd-i Bağdadi, Tevhidin, ancak öncesiz-ezeli rab ile sonradan olma kulu birbirinden ayrı tutmakla gerçekleşebileceğini vurguluyor. Kadim ile sonradan olmayı bir ve aynı gören anlayışın tevhid olmadığını ifade ediyor.
Bunlar özel ve kayıtlı Birlikçi (vahdet-i vücud), hululcu (tanrının insana hulul etmesi) taifedir.
Genel ve mutlak hulul ve birliğe inanlar ise şunu söylüyorlar:
O, bizzat her yerdedir. Ya da O, mahlûkatın varlığının kendisidir.”

Başka yerlerde bu görüşe ilişkin düşüncelerimizi geniş bir şekilde sunma imkânını bulmuştuk.
Şunu demek istiyoruz:
Hallac, bu tasniflerin hiçbirine dahil değildi. Bilakis, bütün müslüman grupların ittifakiyle küfrü ve öldürülmeyi gerektiren sözler söylüyordu. Ki biz birçok yerde onun bu tür sözlerine yer vermiştik. Nitekim Cuneyd, Ömer b. Osman el-Mekki ve Ebu Yakub en-Nehrcuri gibi şeyhlerin birçoğu da onun görüşlerini inkâr edip onu yermişlerdi.

Hallac’ın durumunu ve söylediklerinin gerçek anlamını kavrayamayanlar -mutlak veya muayyen hulula inananlar dışında-, bunun Hallac’ın sözü olduğunu sanıyorlar ve ondan kaçınıyorlar. Nitekim Hallac’ın da içinde yer aldığı İbni Seb’in taifesi zalim adamlardan oluşuyordu. Tasavvuf şeyhlerinin büyük çoğunluğu ve ilim ehli nazarında Hallac salih meşayihten biri değildi, bilakis zındık biriydi. Zahidliğininse çeşitli sebepleri vardı. Bunları detaylı olarak anlatmak uzun zaman alacaktır. Ayrıca o, rububiyet tevhidinde fena makamına ermiş biri de değildi. Tam tersine, sihir eğitimini almış bir büyücüydü. Hizmetinde birçok şeytan vardı. v.s. Başka yerlerde bunlar uzun uzadıya anlatılmıştır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye ; mecmuu'l Fetava Cilt : 8
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Rabia el-Adeviye, Abdulkadir Ceylani ve Cuneyd-i Bağdadi gibi ilk dönemin gerçek tasavvufi alimleri, İbn teymiyye, İbn kayyim ; Seyyid Kutub, Yusuf el Karadavi gibi alimler tarafından övülmüştür. İnsanlara kazandırdığı edeb, ahlak, zuhd, tevazu vb. gibi özelliklerden dolayı övmüş; fakat yine kendini tasavvufa nisbet etmesine rağmen; şirk üzere olan hem Hallacı Mansur'a sapık demekte hem de İbn Arabi'ye Şeyhi Ekfer demektedir.

Cuneyd-i Bağdadi ve Abdulkadir Ceylani isimli zatlar, bugünkü sapık sofilerin kitablarındaki iftiralarında anlatılan Medrano Sirki cambazlarından değildir. Aksine Kuran ve sunnete göre amel ederek, helal ve haramlardan sakınan, zuhd ve takva ehli zahiddlerdir. Bugün hayatta olsa bu iftiracıların yakasına yapışırdı.
Bu alimlerin isimlerinin güzelliğini bilen sapık sofiler; kendi sapkınlıklarının kabul edilip benimsenmesine alet etmekten çekinmemiş; insanların eleştirilip , reddedilmesine karşı da 'Abdulkadir Ceylani, Cuneyd-i Bağdadi bile böyle' diyor' diyerek saf insanları korkutup kandırmışlardır.
Bu şahısların isimlerine aldanan saf insanlarda, 'bu alimler doğru söyler' düşüncesiyle, tasavvufun mitolojik efsanelerini, İslam'dan sanarak şirk ve küfre inanır olmuşlardır.



Şeyhu'l İslam İbn Teymiyye'nin İlk Dönem Sufi'leri ve Bid'atçi Sufilere Eleştirisi

İbn Teymiyye, zuhd ve takva döneminin önde gelenlerinden olan, Fudayl b.İyaz (ö.249/863), Bişr-i Hafi (d.150/767- ö.227/841), Ahmed b. Ebu Hıvari (ö.246/860), Sehl b. Abdullah et-Tusteri (d.200/815-ö.283/896), Amr b. Osman el-Mekki (ö.296/908), Haris el-Muhasibi (d.164/781-ö.242/857), Şirazi (d.589/1193-ö.691/1292) ve Cuneyd el-Bağdadi (d.215/830-ö.297/910) gibi tasavvuf erbabını seleften saymakta, Kur'an ve sunnete bağlı olduklarını, onların ilhad vb. mezheblerden uzak durduklarını, sıfatları isbat edip Cehmiyye ve Hulûliyye vb.lerini eleştirdiklerini belirtmektedir. (İbn Teymiyye, Der’u Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl, 5/4-5)

Genel tutumu ele alındığında İbn Teymiyye’yi, kategorik anlamda bir tasavvuf düşmanı olarak nitelendirmek haksızlık olacaktır. Hiç kimse, onun eserlerinde tasavvufu kınayıcı en ufak bir ifade bulamayacaktır. İbn Teymiyye, tasavvuf düşüncesi içerisinde, İslâm’ın doğasına aykırı olan İttihadiyyenin panteistik tasavvuf anlayışına karşıdır. Öte yandan o, Cuneyd el-Bağdadî gibi mutasavvıfların eserlerine karşı duyduğu derin hayranlık ve takdir hislerini her zaman ortaya koymuştur. (Makdisi, Hanbeli Mezhebi ve Tasavvuf, s.303)

İbn Teymiyye, tarihsel olarak yedinci yüzyıla kadar gelip geçen sûfîlerden kesinlikle reddettiği kimse yoktur. Hepsine saygı duymuş, fikirlerine hürmet etmiştir. Bununla beraber genelde tasvip ettiği bu sûfîlerin bazı kanaatlerini tenkit etmekten de geri durmamıştır.
(Kara Mustafa, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî, Bursa-1980, s.32)

İbn Teymiyye’nin tasavuf anlayışı, ılımlı karakter taşımaktadır. Bu bağlamda onun amacı tasavvufun nass ile uyumlu yapısını ortaya koymak ve nasslara dayanmayan tasavvuf anlayışını ise reddetmektir. Onun tasavvufu; ilhamı, yüksek hukuki geçerliliğe sahip delil yerine koymasına neden olmuş ve yine ilhamın, tüm diğer kaynakların yetersiz kalması durumunda, bir fiilin diğerine tercih edilmesine temel teşkil edeceğini savunmuştur. Ona göre ilham, hukuk kaynağı olarak, ne mutlak olarak inkâr edilmeli ne de mutlak olarak tasdik edilmelidir. O, ancak bu kaynakların yetersiz kaldığı durumlarda işlev görebilir. Vahyin emir ve yasaklarını gözetmeden gerçeğe ulaştıkları iddiasında bulunanlar hata içindedir. Gerçek bilgi vahyedilmiş kutsal bilgi ile uyumlu olan bilgidir. Sahih irade, sûfînin Allah’ı arayışı, Allah aşkı/muhabbeti ve Allah’ın indirmiş olduğu emrin tasdiki ile uyumlu olanıdır. Allah’a dayanma ve tevekkül sadece Allah’ın emirlerine uyulduğunda geçerlidir. Diğer taraftan O’na tevekkül etmeden O’nun emrine uymak da kişinin mesuliyetten kaçması demektir.
(Makdisi, G, Kadiri Sufisi İbn Teymiyye, Çev: Vahit Göktaş,Tasavvuf Dergisi -2007, S.19 s.410)

İbn Teymiyye, sûfîler hakkında bir hüküm vereceği zaman ihtiyatlı davranmaktadır. İman, ilim, takva ve verâ sahibi sûfîler ve selefin önde gelen âlimlerinin tasavvuf anlayışı ile İslâm düşüncesine giren yabancı fikir ve felsefelerle İslâm’ı ilişkilendiren filozof sûfilerin tasavvuf anlayışını birbirinden ayırt etmektedir.
(Tıblavi, Mahmud Sa’d, İbn Teymiyye’de Tasavvuf, Çev: Ali Durusoy, İstanbul-1989 s.8)
İbn Teymiyye’nin kendi sûfîlik anlayışı, zamanındaki sûfîlik düşüncesinden etkilenmiştir. Bu amaçla o, zamanının sûfîleriyle bir araya gelerek fikir alış-verişi yapmıştır. Dahası sûfîlikle o kadar yakından ilgilidir ki tasavvuf erbabının kitap ve sünnet yolundan sapmaması için çeşitli mektup ve risaleler kaleme almış, ele aldığı konuları delilleriyle birlikte açıklayarak uyarılarda bulunmuştur. İbn Teymiyye, mutaassıb, tutucu ve sûfî çevrelerden uzak kalmadığı gibi sûfîlerin yanında bile her yerde ve her zaman doğruyu ve hakikati anlatan biri olmuştur. Genel olarak o, Kur'an ve sünnete bağlı sûfî şeyhlerine olumlu bakmaktadır. Onların eserlerini de titizlikle incelemiştir. (Tıblavi, İbn Teymiyye’de Tasavvuf, s.31)

İbn Teymiyye, tasavvuf çevrelerinde birçok insanın veli sandıkları sahtekârlara itaat ettiklerini ve böylece Allah’a ve Rasul’e uygun olmayan sözlere ve hareketlere uymakla da Allah’a ve Rasul’e isyan edenlerin durumuna düştüklerini söylemektedir. Sahtekârlara uymak, bid'at ve dalalete uymaktır. (Furkan, 27-29 ; Ahzab, 66-67)

İbn Teymiyye, bu gibi kimselerin Hristiyanlara benzediğini söylemektedir. (Tevbe 31)

O, bu durumu Rasul’un şu sözüyle açıklamaktadır: ‘Hristiyanlar bilginleri ve rahipleri, kendi cemaatlerine haram şeyleri helal, helal şeyleri de haram kıldılar. Halk onların bu emirlerini tutarak tavsiyelerine uymuş oldular. Onlara itaat ettiler. İşte halkın bu husustaki itaatleri körü körüne ibadet etme anlamı kazandı. Böylece helali haram kılışları, dini esasları bozduklarına işarettir.’ (İbn Teymiyye, Allah’ın Dostları ile Şeytanın Dostları Arasındaki Fark, s.71)

İbn Teymiyye, bu çerçeveden olarak; ‘Ben ancak zahiri ilimlerde Hz.Muhammed’e muhtacım, fakat bâtın ilminde ona muhtaç değilim!’, veya ‘sadece şeriat ilminde ona muhtacım, fakat hakikat ilminde ona muhtaç olamam!’ diyen bir kimsenin durumu, ‘Hz.Muhammed sadece ümmi cahillere gönderilmiş bir peygamberdir, bizim gibi ehl-i kitaba gönderilmiş değildir’ diyen Yahudi ve Hristiyanların durumuna benzetmekte ve onlarından daha kötü olduklarını söylemektedir. ‘Muhammed, zahiri bir ilimle gönderilmiştir, Bâtınî ilimle gönderilmemiştir’ diyenleri de bazı şeylere inanıp bazı şeylere inanmayan ve bu sebeple de kâfir sayılan topluluklardan saymaktadır.

İbn Teymiyye’nin saldırısının hedefinde felsefeciler ve bunlardan etkilenen sûfiler yer almaktadır. Ancak esas mücadelesi asır olarak kendisine yakın olan sûfilerle olmuştur. Akıl ve sezginin nakle müdahale ettiğini gördüğü her yerde ve herkes ile bu mücadelesinin en sert şekilde sürdürmüş, hürriyeti pahasına da olsa bundan vazgeçmemiştir. O, bu noktada yabancı tesirlere daha açık olan kelâm, felsefe ve tasavvuf ile daha uzun ve geniş hesaplaşmalara girmiş, bu ilim mensuplarının fikir ve kanaatlerini kendi anlayışıyla değerlendirerek reddetmiştir.
Bu konuda en çok bahsettiği sûfi İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239) olup aynı hizada görüp atıfda bulunduğu diğer sûfîler, İbn Farız (ö.632/1234), İbn Sebin (d.614/1218-ö.669/1270), Tilimsani (ö.690/1291) ve Konevîdir (d.607/1210-ö.673/1274)

(Kara, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî, s.32)

İbn Teymiyye, ömrünün uzun bir bölümünü geçirdiği halde sûfilerle kalem ve dil münakaşasına girmemiş, bu işe hicri sekizinci asrın başlarında Mısır’a gittikten sonra başlamıştır. Bunun muhtemel bir sebebi şudur. Kendisinin de ifade ettiği gibi uzun yıllar İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239) için hüsnü zan beslemiştir. Daha sonra ki yıllarda Fususu’l-Hikem’i bizzat okuduktan sonra bu kanaati değişmiştir.
(Kara, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî, sf: 38)

Bundan da anlıyoruz ki İbn Teymiyye, sadece tepki veren bir anlayış içinde olmayıp tenkit ettiği konularda çok ciddi araştırmalarda bulunmakta esaslı delillere ve sentezlere dayanmaktadır.
O, Vahdet-i vücûd sisteminin kurucusu ve önderi olarak İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239)’yi gördüğü için yönelttiği bütün tenkitlerinde onu ismen zikretmiştir. Bu görüş sahiplerinden pek çok kişiyle görüştüğünü ve onları açık oturuma davet ettiğini, çünkü problemlerin usûlü’d-dine ait olduğunu söylemektedir. (İbn Teymiyye, Nakzu’l-Mantık, sf: 69)
Bu tartışmanın esası, Allah-kul/Hâlık-mahlûk ilişkileri ve birbirlerine göre durumlarının ne olduğudur. Bu görüşe sahip olan sûfilerin sünnete ve selefe uyma konusunda çok az bilgiye sahip olduklarını söylemekte, onların bazıların bizzat, bazılarının da eserlerini gördüğünü, onların düşüncelerini dinlediğini ve Hâlık konusunda hepsini sapık bulduğunu söylemektedir. (İbn Teymiyye, Nakzu’l-Mantık, sf: 51)
Ehl-i sünnete karşı olma noktasında bu kişilerin Râfızî ve Karmatîlerle ortak yanlarının bulunduğunu kaydetmekte ve kendi aralarında da tartışmalar olduğunu söylemektedir. (İbn Teymiyye, Nakzu’l-Mantık, sf: 84,85, 88)
Hulûl ve itihadı esas alan bu kimselere göre kâinatın varlığı Allah’ın varlığının ta kendisidir, Hâlıkın varlığı ile mahlûkun varlığı arasında bir fark yoktur. (Kara, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî, sf: 49)
O, diğer bütün değerlendirmelerini de bu esas üzerine bina etmiştir. Bu düşünceye kaynaklık eden anlayışlar da ona göre, Cehmiyye, ‘Felsefe-i Zenadıka’ dediği ‘Yeni Eflatunculuk’, ‘Hermescilik’, ‘Orfeosculuk’ filozofları ve bunların tesirinde kalmış filozoflar ve mutasavvıfların sekr halindeki sözlerinin yaygınlık kazanmasıdır. (Kara, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî,sf: 50)


Vahdet-i vücûd iddiasında olanlara ve özellikle de İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239)’yle ilgili olarak birçok eser kaleme alan İbn Teymiyye, bunlara karşı ortaya koyduğu tenkitlerinde araştırmacı bir yapı sergilemektedir. İbn Teymiyye’nin, ‘Mecmu’atu’r-Resail ve’l-Mesail’ adlı kitabında yer alan ‘İbtalu Vahdet-i’l-Vucüd ve’r-Reddu ale’l Kailine Biha’ adlı risalesi, bu konuyla alakalı müstakil bir mahiyet göstermekte ve onun sûfîlere yönelttiği eleştirilerin esaslarını ortaya koymaktadır.

İbn Teymiyye bu eserinde Müslümanların içine giren, Yahudi ve Hristiyanların dinlerine, aklî ve naklî gerçeklere aykırı olduğu oranda aykırı olan iki batıl görüş olarak ele aldığı ‘hulûl-ittihad’ ve ‘vahdet-i vücûd’ görüşlerini tenkit etmektedir. Orada bu akımın önde gelen ismi İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239)’nin görüşlerini ve vahdet-i vücûdcuların görüşlerini de irdelemektedir.

İbn Arabî , bilgilerini Rasul’e vahiy getiren meleğin getirdiği kaynaktan aldığını söyler… Ona göre, vahiy meleğinin getirdiği haberlerin kaynağı, akıldır. Peygambere vahiy getiren melek olan Cebrail de, hayaldir, tasavvurdur. Hayal ise akla bağlı olduğundan daha aşağı bir yerdedir. Bu zatın insanı şaşırtan fasit zannına göre, peygamberler, bilgilerini bu hayalden alır. O, bilgilerini asli kaynak olan akıldan aldığı için kendisini peygamberlerden üstün görmüştür. İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239)’nin görüşleri bir yana, Allah Cebrail’in diri ve akıl sahibi varlıkların en üstünü ve yücesi olduğunu, O’nun Allah Rasul’unun hayalinde tasavvur ettiği bir varlık olmadığını apaçık bir biçimde ortaya koymaktadır. Kendisini, Allah’ın velisi ilan eden felsefecilerin söyledikleri gibi asla değildir. Böyle söyleyenlerin gerçek amacı, iman esaslarını inkâr etmektir. Allah’ı inkâr etmek çeşitli biçimlerde olur. Onlar da yaratıcının vucûdunu, yaratılanın vücûduyla birlemektedirler. Yaratılanın varlığını, yaratanın vücûdu olarak kabul ederek, vucûd birdir demektedirler.

İbn Teymiyye’ye göre, filozoflaşan bu kişilerin sözleri Firavun’unkinden daha ileri olup onlar, âlemin Allah olduğunu iddia etmektedirler. Hatta putlara tapanların da aslında Allah’a ibadet ettiğini söylemektedirler. Ayrıca, İbn Arabî’nin bilgisini aldığını söylediği kaynak, nübüvvetin kaynaklarından değildir. Peygamberlikle kıyaslayıp, onu üstün kabul etmek mümkün değildir. Peygamberlik çok üstün bir mertebedir, özelliği bakımından orjinaldir ve şahsa mahsustur. Onlar kendilerinin Rasul ve nebilerden daha yüce bir makamda bulunduklarını iddia etmektedirler. İbn Arabî ve onun yolunda olanlar, kendilerini ne kadar sûfilerden gösterirlerse göstersinler, felsefeci mulhid olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Bırakın İslâm sûfilerinden olmayı, onlar, ilim ehlinin sûfilerinden bile değildirler. Nerede kaldı, onlar kitap ve sünnetin beyan ettiği büyüklerden olsunlar…Onlar şeytanın dostları oldukları için her sözleri şeytani vasıflar taşımaktadır. Hakikat kapısı diye bir tekerlemeden bahsedip durmaktadırlar. Bu âlem hayal âlemiymiş! Zaten şeytanın görevi gerçekleri insanoğluna olduğundan başka türlü göstermektir. İbn Arabî’nin Fütühât adlı kitabını kendisine indirdiğini söylediği ruh, şeytani ruhlardandır. Bunların halleri de şeytani vasıflar taşıdığından dolayı Rasul ve nebilerle tezat halindedirler. (İbn Teymiyye, Allah’ın Dostları ile Şeytanın Dostları Arasındaki Fark, sf: 95-101)

İbn Arabî gibi ‘vücûd’ ile ‘sübut’ arasında fark görenler ‘ayn’lar yoklukta sabittir, özleri itibariyle Allah’a ihtiyaçları yoktur. Hakkın varlığı ise onların varlığı demektir ama yaratıcının bu aynlara varlıklarının zuhuru için ihtiyacı vardır. Çünkü bu aynlar ise yaratıcının varlığının kendisi olan varlıklarının husulü için O’na ihtiyacı vardır. Böyle diyen kimsenin sözleri ‘yok da bir şeydir’ diyenlerin sözlerinden terkip edilmiştir. Buna göre, mahlûkun varlığı Hâlık’ın varlığının ta kendisidir, diyenlerin görüşlerinden de etkilenmiştir. Yine der ki ‘ o halde yaratılmış varlık yaratıcı varlık ile aynı şeydir.’
(İbn Teymiyye, İbtalu Vahdet-i’l-Vucud ve’r-Reddu ale’l Kailine Biha, Çev: M.Beşir Eryarsoy, İstanbul-2007 sf: 36)

Nitekim İbn Arabî’ye göre; ‘madûm/yokluk bir şeydir ve Hakkın vücûdu bunun üzerine feyezan etmektir.’ demektedir. Böylelikle o, vücûdla sübut olanı birbirinden ayrı olarak görmektedir. İbn Arabî Allah’ın vücûdunun, yokluk üzerine taştığını söylemektedir. Bu yüzden yüce Allah’ın vucûdunun dışında bir vücûd yoktur kanaatindedir.
(İbn Teymiyye, Allah’ın Dostları ile Şeytanın Dostları Arasındaki Fark, sf: 108)

İbn Teymiyye, İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239)’nin Allah’ı yerici bütün sıfatlarlarla ve eksiklerle nitelenmesini uygun görmesini, büyük bir sapkınlık olarak değerlendirmiş ve bu görüşü benimseyenleri eleştirmiştir.
Varlığa ve ehline aşık olmayı bir hak görenleri de eleştirerek o kimselerin bu sözleriyle, iblise, firavuna, hâmâna, kafire, köpeklere, pisliğe ve her murdar şeye de aşık olmasını gerektirir. Oysa bu şer’an ve aklen batıl bir şeydir. Bu sözü söyleyen kimse yalancıdır ve çelişkiye düşmüştür. Bir kimse ona bir eziyet verse yahut ona ileri derecede bir acı verse şer’an haramdır ve tabiatı icabı ona aşık olmaktan da uzak durur.
İbn Seb’in (d.614/1218-ö.669/1270)’in, ‘gördüğünün aynı, görmediğinin zatıdır, görmediğin zât ise gördüğünün aynıdır’ sözü yanlıştır. İbn Arabî (d.560/1165-ö.637/1239)’nin; O’nun zahiri, O’nun yaratması, bâtını da O’nun hakkıdır, sözü de hulûlü kabul edenlerin sözüdür. O da bu sözleriyle çelişkiye düşmektedir. Çünkü o vahdet-i vucûdu kabul eder. Dolayısıyla ortalıkta biri bâtın diğeri zahir iki mevcut olamaz. Vücûd ile ayn arasında fark gözetmek ise hakikati olmayan bir ayırım olur. Böyle bir söz yalan ve iftiracıların sözlerindendir.
(İbn Teymiyye, İbtalu Vahdet-i’l-Vucud ve’r-Reddu ale’l Kailine, sf: 53)

İbn Teymiyye ‘çile ve erbain’ gibi mistik uygulama için sûfilerin delil olarak ele aldıkları ‘Bir de Musa’ya otuz gece vaat ettik. Sonra ona on gece daha ilave ettik.’ (A’raf 142) âyetinin geçerli olmayacağını söyleyerek bu durumun Musa’nın şeriatı ile ilgili bir konu olduğunu, peygamberin önceki bütün dinleri nesh etmesi sebebiyle mensuh bir dine uymanın doğru olmayacağını belirtmektedir. O, bu şekilde ibadette bulunanları, böylece hakikat ve şeriat geleceğinin zannedenleri şeytanın aldattığını, onlara vahiy yerine şeytanın etki alanına girdiklerini söylemektedir. Halvete girenlerin farzlara ilavede bulunmak ve Kur'an okumak vb. yerine bir takım tekrar zikirleri yapmalarını pek de doğru bulmamaktadır. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 10/394-395)
Bunun yanı sıra İbn Teymiyye, bunlara bağlı kalarak insanlarla bir arada yaşamamanın, insanlardan izole bir hayat sürmenin kitap ve sünnete aykırı bir yol olarak değerlendirmektedir. Bu nokta da o, cihad, cuma namazı ve hac gibi ibadetlerin cemaatle gerçekleştirilen uygulamalar olduğundan dolayı dikkat edilmesi gerektiğini söylemektedir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 11/612-614)
Bunun yanı sıra zaman zaman yalnız kalınması, namaz kılmak, tefekkure dalmakla nefsini muhasebeye çekip kalbini ıslah etmesini doğru bulan İbn Teymiyye, ölçü olarak aşırılığa kaçmamaya özen gösterilmesini ister. Ona göre mutlak inziva da hatalı olduğu gibi mutlak ihtılat da yanlıştır. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 10/426)

İbn Teymiyye, peygamberden gelenler hariç, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan ‘zikir’ kelime ve çeşitlerini doğru bulmayan İbn Teymiyye ‘Allah-Allah’, ‘hu-hu’ gibi kelimelerin zikir için kullanılmaması gerektiğini söylemektedir. Dolayısıyla, ‘lailahe illallah’, ‘amme’ için, ‘Allah Allah’ ‘hassa’ için, ‘hu-hu’ ‘hassatu’l hassa’ için olduğunu söylemenin yanlış olduğunu belirtmektedir. Oysa Nebiden gelen bilgilere göre, Kur’an’dan sonra en faziletli kelâm Kur'an’dan alınan şu dört kelimedir: ‘Subhanallah, Elhamdulillah, Lailahe illAllah ve Allahu Ekber’.
İbn Teymiyye, bir başka hadiste de sadece ‘lailahe illallah’ın tavsiye edildiğini belirterek bunların doğru olduğunu, tek başına isim zikrinin bid'at olup şeri olmadığını belirterek bunun daha sonrakiler tarafından ortaya konduğunda da zikir kasdı ile değil kalpleri belli bir şeyde birleştirmek niyetiyle yapıldığını, sonuç olarak bunun tekrarında kalplere şeytani hallerin arız olarak Hz. Muhammed’e verilmeyen bazı şeylerin bu kimselere verildiğine inanmaya götürdüğünü gibi durumların olduğunu söyleyerek kabul etmemektedir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, C. 10 , sf: 396-397)

Halvete giren kimseye namaz ve oruçtan daha çok bu tür şeylerin salık edilmesini asla doğru bulmamaktadır. ‘Kitabu’l Hu’ adlı risalenin sahibi İbn Arabî’yi de bu açıdan tenkit ederek bu çeşit zikrin sünnetten çok uzak olduğunu söylemektedir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 10/227)


İbn Teymiyye’ye göre böyle bir ibadet ve muhabbet içerisinde olan kişi, bu haliyle veli kullar kapsamına girer. Dolayısıyla, Allah’ın velisi olan kimse için Allah’a uygun olan şeylerde, O’nun muhabbetinde ve O’nun rızasını kazanmada, ona yakınlaşma da Allah’a itaatle emr olunduğu şeylerle yakınlık kurması gerekmektedir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 11/62)
Bunun için gerekli olan tek ölçü iman ve takvadır. Velilerin en büyükleri sahabedir. Gavs, kutub ve aktab gibi kelimeler velilere isim olamaz.
Allah’ın velileri olan kimseler, Hz. Muhammed’e uyarak ve onun emr ettiği her şeyi yaparak nehy ettiği her şeyden kaçınarak muttaki olanlardır. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 11/275)
İbn Teymiyye, keramet için elbette iman ve takvanın olmasını gerekli görmektedir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 11/302)
Ona göre mahlûkattan yardım dileyen, sema ve musiki meclislerinde bulunan, haram olan şeyleri yiyip içen, yabancı kadınlarla bir yerde bulunan kişilerin gösterdikleri şeyler ‘keramet-i şeytaniye’dir. Keramet ancak ve ancak namaz kılmakla, Kur'an okumakla, zikr etmekle, gece namazına kalkmakla ve dua ile meydana gelmekle gerçekleşebilecek bir şeydir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 11/286, 287, 302)
Allah’ın bazı mücahidlere açtığı bu keramet kapısı ile onların zühd anlayışları kuvvetlenir, heveslerine boyun eğmekten kurtulur, yakini keşfederler. Kalplerindeki perdeler kalkar. Ona göre, esas mesele de yakîni halin meydana gelmesidir. Bu noktaya ulaşan sûfi, artık keramet gibi şeylere iltifat etmez, bir şey olmamış gibi davranır. Bu durum daha mükemmeldir. Çünkü dinde esas olan şey ise keramet değil istikamettir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 11/302)
Dolayısıyla bir araç olarak kerametin amacı, doğruluğa sevk etmesidir. Kerametlerin iman ve takvaya dayanması şarttır. Küfür, fısk ve Allah’a isyan gibi sebeplere dayanan harikulade haller, Allah dostlarının kerametlerinden değil, şeytanın hallerindendir.
İbn Teymiyye, sema meselesini kelime anlamıyla ele alarak Kur'an dinlemek anlamında değerlendirmektedir. Bunu Hz. Muhammed, sahabe ile bir araya geldiklerinde zaman içlerinden birine Kur'an okumasını emreder. Emrettiği kimse Kur'an okur, diğerleri de dinlerdi. Bakıldığında Allah’ın Resul’u ve arkadaşlarının ibadeti namaz, kılmak, Kur'an okumak, zikretmek, dini toplantı ve sohbetlerde bulunmaktan ibarettir. Resul ve arkadaşları çalgı ve benzeri enstrümanları dinlemek şöyle dursun onların yapıldığı yerlerde bile bulunmamışlardır. Dolayısıyla Resul hiçbir zaman ‘sema’ yapmamıştır. Semayı bid’at olarak ele alan İbn Teymiyye, Resul’ün, sahabe, tabiin ve büyük din âlimlerinin de bu gibi şeyleri kesinlikle Allah’a yaklaştırıcı bir vesile olarak görmediklerini söylemektedir. İbn Teymiyye, semanın, içki mesabesinde olduğunu, hatta insan nefsi üzerinde içkiden de beter etkiler bıraktığını, bundan dolayı da semaya katılanların büyülenip kendilerinden geçtiklerini, sarhoş olduklarını, bu halde iken şeytanın da onlara indiğini ve onların dilinde konuştuğunu belirtmektedir. (İbn Teymiyye, Allah’ın Dostları ile Şeytanın Dostları Arasındaki Fark, sf: 176)
İmanî, Kur’an’î, Nebevî, dinî ve şer’î sema, peygamberleri, âlimleri, arifleri ve müminleri dinlemektir. (İbn Teymiyye, Mecmû’etu’l-Fetava, 10/78)
Sema meclislerinde Nebi ve meleklerin hazır bulunduğunu iddia etmenin yalan ve iftira olduğunu söyleyen İbn Teymiyye bu meclislerin şeytani olduğunu ifade etmektedir. (Kara, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî, sf: 27)
 
MuhacirSelman Çevrimdışı

MuhacirSelman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
vallahi gözlerim yandı ahi
Böyle uzun yazıları kağıt üzerinde bastırıp öyle okumak.. Özalitçiler baskı işini çok ucuza yapıyor.. Mesala kırtasiyede 50 krş yani eski para 500 bin lira olan baskı özalitçide 0,4--0,5 krş eski para 40--50bin liraolarak değişiyor bilgi amaçlı söyledim çoğu kişinin bu durumdan haberi yok.. Kağıt üzerinde hem daha iyi anlaşılır Allah'ın izniyle hemde gözler açısından iyi olur kanaatindeyim.. :)
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt