Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Ahmed Kalkan : Daru’l-Harb’de Cuma Namazı

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Dâru’l-Harb’te Cuma Namazı


ahmed-kalkan-jpg.62

Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?


1. Kur'an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur'anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara "niye falan muctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?" diye sormayacak, ama mutlaka Kur'an'ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır.
Kur'an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur'an'ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur'an'da çok net şekilde açıklanır.


Kur'an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma namazından bahsetmiş, hatta Kur'an'ın bir sûresi (62. sûre) bu isimle adlandırılmıştır. Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu belirtmiştir:
"Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Cumua 9-10)

Müslüman, her şeyden önce Kur'an'a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te'vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. "Sana bu Kitab'ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik."(Nahl 89) ; "...Bu Kur'an, her şeyin açıklanması ve mü'minler için bir kılavuz ve rahmettir." (Yusuf 111) Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah'a ve Rasûlu'ne arzetmekle mükelleftirler. (Nisa 59) "Biz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun."(Nahl 64); "İnsanlar için hidâyet rehberi olan Kur'an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât) olarak Ramazan ayında indirildi."(Bakara 185); "De ki: 'en üstün delil (hüccetü'l-bâliğa) Allah'ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi."(En am 147) Allah, Kur'an'da hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. (En am 38)
Bir müslüman, Kur'an varken, başka hakem arayamaz: "Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab'ı indirmiş iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi arayayım?" (En am 114); "Rabbiniz katından size indirilene uyun. O'ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?" (Araf 3)

İnsanlar, falan kişinin ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan değil; Kur'an'a uyup uymadıklarından hesaba çekileceklerdir: "Muhakkak ki o Kur'an, hem senin hem de ümmetin için bir şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz." (Zuhruf 44)

Kur'an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez. O, "apaçık" ve "anlaşılır" bir kitaptır. ( Hûd, 1-2; Hıcr, 1; Şuarâ, 2; Kasas, 2; Şûrâ, 2; Zuhruf, 2); "İşte bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik." (Yusuf 1-2) Allah, kullarına "kaldıramayacakları bir yük yüklememiş" (Bakara 286) , Kur'an'ı herkesin ve her seviyeden insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş, anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. "Tâ-hâ. Bu Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye değil, Allah'tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik."(Ta ha 1-3) ; "Yemin olsun! Bu Kur'an'ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?"(Kamer, 17, 22, 32, 40) Allah Teâlâ, kullarına, "ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler."(Bakara 285) Allah "dinde bir zorluk kılmamıştır." (Hacc 78) Kur'an'a muhâtap olan mu'minlerin özelliği, Kur'an'daki her İlâhî fermanı işittiklerinde "semi'nâ ve eta'nâ: İşittik ve itaat ettik" demeleridir. (Bakara 285) "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!"(Nur 51) Dünya ve âhiret felâketlerinin en büyük nedeni, Kur'an'ın emirlerini (önemsemeyerek, te'vil ederek veya herhangi bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. "O gün, haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip 'ah, ne olurdu, Rasûl'ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra beni ondan (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.' Ve Peygamber dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar." (Furkan 27 - 30)

Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirilir.(Maide 44, 45, 47) Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere müslümanların Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: "Sana da, önceki kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab'ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra, onların hevâlarına uyma... De ki: 'Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum."(Maide 48 - 49) Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: "Kendilerine Kitab'dan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitab'ı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir."(Ali İmran 23) ; "...Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin' denildiğinde, o münâfıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün."(Nisa 61)

Kimsenin Kur'an'ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa olsun Kur'an'la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler, Kur'an'da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma konusu olan "dâru'l-harp" yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor.
Birincisi, kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor. Biri, Kur'an'la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur'an'la sâbit bir farzı haram ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur'an'ı ve sahih sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur'an'daki çok net bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur'an'ın emrine uyup Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı: “Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?


2. Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zamanın Kur'an'a ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur'an'a uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur'an olmuş, Kur'an'ın mücmel âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz'in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele "şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!" gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.

Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından muhâsebe edilmelidir:
"Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar." ( Buhârî, İlim, 34, Muslim, İlim 13, Tirmizî, İlim 5; İbn Mâce, Mukaddime 8 )


Sahih-i Muslim'de “Cuma'yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok önemli bir uyarıdır: "Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da artık gâfillerden olurlar." ( Muslim, Cuma 40, hadis no: 865, c. 4, s. 2412-2413 )

Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin de “zayıf” dediği ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi delil olarak kullanıyorlar:

"Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum'ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek terkedecek olursa, Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin)." (İbn Mâce, Kitâbu İkameti's-Salât 78, hadis no: 1081; Râvîler arasında cerh edilen isimler olduğu için isnâdının zayıf olduğu belirtilir; )

Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için delil olarak kullanılamayacağını ifade etmek zorundayız.

Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar, uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz (s.a.v.)'in hadislerinde kesinlikle "sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma'yı kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz" veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur. O yüzden mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl anlayıp anlattıysa o hükmü Kur'an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah'ın emrini ve Rasûlu'nün kavlî ve fiilî açıklamasını tercih etmek zorundadırlar.

Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur'an'ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan bir farzı iptal edemez. "Allah'a ve Rasûlune itaat edin ki size rahmet edilsin." (Al-i İmran 132)

3. Temel kaynaklar Kur'an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade edilebilecek ikinci derecede kaynaktır.
Müslümanlar, kendileri Kur'an ve Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse, Kur'an'ın ve sünnetin kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur'an ve Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler: Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek, "benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır" dememek, farklı mezhepleri veya ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan ma'sûm/korunmuş değildir. Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı öne çıkaramaz. Zaten "Kur'an ve sünnet" vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve aşılamayacak şekilde en isâbetli tesbit ettiklerini iddia etmeyen (etmemesi gereken) bilinçtedir.
Eski muctehidler, kendilerine ulaşan deliller ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde, kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır." (Şuura 31)


Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. "Şek/şüphe ile yakîn zâil olmaz."
Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını ne halifenin kıldırma şartını ileri sürer, ne dâr-ı harple işkisini kurar. Elbette hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri sürmez. Mezhep bağnazı olmayan "Kur'an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!" diyen müslümanlar, Kur'an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir mezhebin görüşüyle amel eder, Kur'an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini ortadan uzaklaştırır.


Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait "şu şartlar yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!" diye net bir fetvâdan bile bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû Hanife'nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri, bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere "zuhr-ı âhir" adı verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir. Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde Cuma namazının terk edilmemesi, ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.

Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ dışında) âlimler gündeme getirmemiştir.
Bu konuda yüzlerce âlimden kimler Cuma namazı kılınmasına karşıdır?
"Bugünkü şartlarda Cuma namazı kılınmaz" diyen ne kadar âlim gösterilebilir?
Çağımızda dünya çapında kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu, Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi, Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu?
"Bu konuyu Türkiye'de ilk ortaya atanlar bile bu görüşlerinden vazgeçmiş, Cuma namazının kılınması için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve Cuma namazını kılmaya ve kılınmasını istemeye başlamıştır.
Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan fazla kralcılığı ise düşündürücüdür.
Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin Yüksel Hoca'dan başka Türkiye'de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir.
İhvân-ı Müslimin'den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru'l-harp kavramı için gerçek bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs'te, Filistin topraklarında da Cuma namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.


Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır.
Tâğutlara gönülden bağlı olmayan resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah'ın değil, tâğûtî devletin emrinde olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır. Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir.

Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan her kıble ehlini müslüman kabul ederiz.
Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te'vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli, alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz şartlarında bir sakınca yoktur.


Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur. Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mu’min bulunmaktadır.

Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa, toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.

"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik." (Yunus 87)

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi."
Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.


Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir.
Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür:
Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.


Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.

20. y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş'taki bir imamı, o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye'de ilk defa 1970'lerin sonlarına doğru Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) ve Sadrettin Yüksel tarafından ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye'de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma'yı terk, halkı şuurlandıracağına; terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.

Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler. Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla çelişen tavırlara girebilmektedirler.

Kur'an'dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da mâsum insan yoktur. Muctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki, hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur'an'ın emrini yasaklamak çok büyük bir cür'ettir. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?" (Şuura 21)

Kendisinin muctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.v.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur:
Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir. Kimine göre İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.


Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır.
Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...” (Tevbe 31)

Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) bunun üzerine şöyle buyurdu: Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?
Adiy: “Evet” dedi.
Efendimiz buyurdu ki: İşte bu, onlara ibâdettir, tapınmadır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)

Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.

Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun (daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir. ( Muslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20 )
Bu hadis, aynı zamanda alternatif göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek mescid-i dırardan bahsedilmesi (Tevbe 107- 109) konuya örnektir.
Takvâ Mescidleri oluşturmadan, diğer mescidlerin hangi mantıkla İslâm’ın mescidi olmadığını ilân edeceğiz?
Yine, bugünkü mescidlerin “dırar” olduğuna; illetin tümüyle benzediğine kim karar verecek, muctehid olmadığını ısrarla vurgulayan muctehid taslakları mı?
İctihad, ilgili nassla yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan, tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut beklemek gibidir. Allah aşkına bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu konularla mı uğraşıyor dersiniz?! Tabii, kabuklarından bir türlü çıkamayan, kapalı devre cemaatçilik oynayanlar, dünyadaki müslümanları tâkip etmek şöyle dursun, etraflarına bile doğru dürüst bakıyorlar mı ki...


Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz:
Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların câmiye, cumâya, hacca, teşkilatlanmaya din adına karşı çıktıklarını söylersin, onlar gerisini anlarlar...


Dâru'l-Harpte Cuma Namazı

Hanefîler'in Bu Hususla ilgili Görüşleri:

Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunları bulunmamaktadır. Hanefîler'e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve "Dâru'l-Harp Fıkhının gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir.

Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe'nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin birçoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle demektedir:
"Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır. (Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu's-Sağîr, s. 111)

Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, "el-Bedâî" adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başkanı, ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te'vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der:
"Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başkanı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişinin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim "El-Uyûn"da İmam Muhammed'den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edildiği zaman insanlar Hz. Ali'yi öne geçirmişler, o da onlara Cuma namazını kıldırmıştır. (Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî, 1/261 )

Kâsânî'nin "Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı (İslâm devleti ve halife) devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır." ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru'l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.

Bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanların halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki "Dâru'l-Harb"te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, sonuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart saymayan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harbte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastlamak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da anlamak istedikleri şekildeCuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle "kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!)" olarak görmediklerini isbâta kâfidir.

Tahânevî'nin de ifade ettiği gibi, "Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın musâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazından bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir." (Tahânevî, İ'lâu's-Sunen, 7/8)

Müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, daha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir.
Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının "olmazsa olmaz"ı gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına ait bir vazife sayılıyor, ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıldırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idarecilere ait bir vazifedir.


Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, (İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Muslim, 12/486; Ebû Dâvud, Sunen, 1/159; İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I. Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Musnedu’l-Humeydi, 1/217)sadece Cuma namazı değil, bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendisine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazının farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.

Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah'ın mutlak olarak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyeceği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu namazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyledir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şâyet Hanefî mezhebine göre devlet başkanı bu namazın meşrûiyyetinin bir sebebi ve "olmazsa olmaz"ı sayılmış olsaydı, bu âlimler "Dâru'l-Harb" olsun "Dâru'l-İslâm" olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak "kâfirlerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir" diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır (İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr Ale'd-Durri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr 'il-Ebsâr, 2/l) derler miydi?!

Gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terk etmek gibi bir yaklaşım, hiçbir ibâdet için hiçbir âlimin öngörmediği her yönüyle yanlış bir değerlendirmedir. İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah'ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde "helâl ve haram" kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî'i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah'ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber'in hiçbir şekilde Allah'ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber (s.a.v.)'in yetki ve nüfuz alanı Allah'ın rızâsıyla sınırlıdır.

Muctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir.Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edemeyecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar.
Nitekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade yoktur (Mecelle, Md. No: 14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidu'1-Fıkhiyye, s. 148) kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlu'nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olmadan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir?
Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlune apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklıktan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
Allah ve Rasûlu bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına , o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)


Hükümlerin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re'yimizle naslar ve şer'î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez. (Yunus 36)

O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur'an'ın "zikir" tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle "bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir" diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslüman her türlü hareket felsefesini Kur'an ve sünnetten almak zorundadır. Kur'an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir müctehide, hiçbir âlime rastlanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi kayıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.

Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.v.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlığından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine'de Müslümanlar Rasûlullah (s.a.v.)'in emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine'de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine'de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey'atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikti. Bu sebeple o gün Medine'de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayılıyordu. Mus'ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur'an öğreten bir muallim konumundaydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah (s.a.v.)’in kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiydi. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan.
O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şâyet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût'u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah (s.a.v.)'in İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şâyet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ'nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.


O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah'ın Rasûlu Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor?
Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah'ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsıtası olan bu ibâdeti layık-ı veçhiyle (hangi mekânda daha uygunsa orada) yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve buyüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebilecek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir yana İslâm’da "siyâsî tavırla herhangi bir namazı terketmek" diye bir ibâdet şekli yoktur.


Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunların bu tavrı, başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadır. Daha önce bu anlayışta olan nice Müslüman, bu konuda hataya düştüklerini de kabul etmektedir. Ancak bazılarının nefis ve "ene"leri geri adım atmalarına engel oluyor.

Netice itibariyle hiç bir ibâdet bu arada da Cuma namazı ne siyâsî tavırla ne de başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icmâ, ne de bir kıyas bulmak mümkündür.
(Hanefi fakihlerinin dâru’l-harpte, istilâ edilen ülkede, İslâm devlet başkanı yokken Cuma kılmaları gerektiği hakkında, geniş bilgi ve kaynaklar için bak. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, s. 350-364. Son birkaç sayfada küçük tasarruflarla alıntılar yaptığımız piyasada mevcudu kalmayan bu eserin yeni baskısının yapılmasının gerekli olduğu kanaatini taşıyor, (son bölümlerindeki bazı ifadelerine yüzde yüz katılmasak da) okuyuculara bu kitabı okumalarını ısrarla tavsiye ediyoruz)


Kur’ân-ı Kerim’de Cuma Namazı

Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cumua 9- 11)



Hadis-i Şeriflerde Cuma Namazı ve Terkinin Günahı

"Bazı insanlar ya Cum'a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar."
(Muslim, Cumua, 12, 40, hadis no: 865; Nesâî, Cumua 2; Ahmed bin Hanbel, 1/239, 254, 335, 2/84; Abdurrazzak, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/61; Beyhakî, Sunenu’l-Kubrâ, 3/171)


"Kim önemsemeyerek üç Cuma namazını (peş peşe) terkedecek olursa, Allah onun kalbini mühürler."
(Ebû Dâvud, Salât 204, 210, h. no: 1052; Tirmizî, Salât 359, h. no: 500, Cumua 7; Nesâî, Cuma 2, h. no: 3, 88; İbn Mâce, İkamet 93; Dârimî, Salât 205; İmam Mâlik, Muvatta, 1/111; Beyhakî, Sunenu’l-Kubrâ, 3/172; Taberâni, Cumua 20; Ahmed bin Hanbel, 58)


Kim Cuma ezanını işitir de icâbet etmezse, artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesna.” (Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165; Beyhakî, Sunen, 3/185 )

"İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimselerin evlerini üzerlerine yak4ereyim.” (Muslim, Mesâcid 251, 254; Ahmed bin Hanbel, 2/531, 539; Abdurrazzak b. Hemmam, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/62; Hâkim Ebû Abdillah, el-Mustedrek, 1/430; Beyhakî, Sunen'ul-Kubra, 3/172)

İbn Abbas (r.a.)'dan rivâyete göre şöyle demiştir:
"Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmışolur." (Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165-166)


Rasûlullah (s.a.v.)'den rivâyete göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse, artık o kimse münâfıktır." (Mevârid'iz-Zeman ilâ Zevâid-i İbn Hibban, s. 146)

"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır." (Ebû Dâvud, Salât 215, h. no: 1067, h. no: 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225)

Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnadır. Ve her kim bir oyun yahut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.” (Beyhakî, Sunen'ul-Kubra, 3/184)

"Cuma namazını özürsüz olarak kim terkedecek olursa bir dinâr para tasadduk etsin, (bu kadar) bulamazsa, yarım dinâr tasadduk etsin." (Ebû Dâvud, Salât 211, h. no: 1053-1054); Nesâî, Keffâret 3, h. no: 3, 89; İbn Mâce, İkamet 93, h. no: 1128)

"Ezanı her işitene cuma farzdır." ( Ebû Dâvud, Salât 212, h. no: 1056)

"Her ihtilâm olan erkeğe cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya her gidene de gusül vâcibtir." (Ebû Dâvud, Tahâret 129, h. no: 342; Nesâî, Cum’a 2, h. no: 3, 89)

"Cum'a, geceleyin ailesine dönebilen herkese farzdır." (Kelimeye bağlı tercümesi: "Gece, kimi âilesine sığındırırsa Cuma ona farzdır") (Tirmizî, Salât 360, h. no: 502)

"Cuma günü olunca şeytan çarşı ve pazara erkenden bayraklarıyla gider, insanlara binbir engel çıkararak mâni olmaya, onları cumadan (hiç olsun) geciktirmeye çalışır. Melekler de erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri birinci saatte gelenler, ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu hâl İmam (hutbeye) çıkıncaya kadar devam eder. Kişi mescidde, İmamı görüp, dinleyebileceği bir yere oturup, can kulağıyla dinledi ve konuşmadı mı, kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve İmamı dinleyemeyeceği bir yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir hisse sevap alır. Eğer, İmamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki hisse vebal yazılır. Eğer, dileme ve görme imkânı olmayan bir yere oturur ve boş konuşur ve sessiz kalmazsa, ona bir hisse vebal vardır. Kimde yanındaki arkadaşına cuma günü ‘sus!’ derse ‘boş konuşmuş’ olur. Kim de boş konuşur ise, o cumadaki sevaptan nasibsiz kalır." (Ebû Dâvud, Salât 209, h. no: 1051)

"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli yahutta zâlim bir İmamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah, onun tevbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe İmam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip İmam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye İmam olmasın."
(İbn Mâce, Sunen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no: 1081; İbn Mâce hadisin isnâdının zayıf olduğunu belirtir. Çok sayıda hadis âlimleri de bu hadisi zayıf kabul ederler. Hanefî fıkhına göre cumanın şartı sayılan devlet başkanının kıldırması konusunda tek delil bu zayıf hadistir. Kaldı ki, bu hadisten cumanın devlet başkanı yokken kılınmaması gerektiğini çıkarmak çok zordur)

"Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır." (Buhârî, Cum'a, 1; Muslim, Cum'a hadis no: 856. Muslim'in lafzı az farklıdı)


"Rasûlullah (s.a.v.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir:
"Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul olunur." (Ahmed bin Hanbel, 2/311)


"Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır." (Muslim Cumua 5, 18)

"Âdem (a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hâcetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin." (Muslim, Cumua 5. Hadisin baş tarafındaki ifade Muslim’de, diğer bölümü farklı hadis kitaplarında rivayet edilmiştir)

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur." (Buhari, Cumua 6)

"Kim cuma günü cenabet guslü ile gusül yapar, sonra cumaya giderse sanki bir deve kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim ikinci saatte giderse bir sığır kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim üçüncü saat giderse boynuzlu bir davar kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim dördüncü saat giderse bir tavuk kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim beşinci saatte giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi (sevaba nâil) olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri dinlerler." (Buhârî Cum’a 4, 19; Muslim, Cum’a 10, h. no: 850; Muvatta, Cum’a 1, h. no: 1, 101; Ebû Dâvud, Tahâret 129, h. no: 351; Tirmizî, Salât 358, h. no: 499; Nesâî, Cum’a 14, h. no: 3, 99; İbn Mâce, İkamet 82, h. no: 1092 )

"Cuma günü olunca, mescidin her bir kapısında melekler vardır. İlk gelenleri sırayla yazarlar. İmam (minbere) oturunca defterleri kapatıp, zikri dinlenmeye giderler." ( Muslim, Cuma 24, h. no: 850)

"Kim (cuma günü) yıkar ve yıkanırsa, kim erkenden (mescide) gider ve hutbenin başına yetişirse, yürür ve binmezse, İmama yakın durur, dinler, mâlâyâni söz etmezse ona her bir adım için bir yıllık amelin oruçları ve namazlarıyla sevabı yazılır." (Ebû Dâvud, Tahâret 129, h. no: 345, 346; Tirmizî, Salât 356, h. no: 496; Nesâî, Cuma 12, h. no: 3, 97; İbn Mâce, İkamet 80, h. no: 1027; Buhârî, Cuma 6)

"Cuma namazına üç (grup) insan katılır:
1) Kişi var, namaza katılır, boş konuşma yapar. Bunun namazdan hissesi, o konuşmasıdır.
2) Kişi var namaza gelir duâ eder. Bu kimse Allah'a duâda bulunmuştur, Allah dilerse onun istediğini hemen verir, dilerse vermez.

3) Kişi vardır, namaza gelir sadece dinler ve sükut eder, mü'-minlerin arasından yararak geçmez, kimseye eza vermez. Onun bu namazı, daha önce geçen cumaya ve fazladan da üç güne kadar (günahlarına) keffârettir. Bu hal Cenâb-ı Hakk'ın şu sözüne binaendir: "Kim bir hayır yaparsa bu kendisinden on misliyle kabul edilir." (Ebû Dâvud, Salât 235, h. no: 1113) (6/En'âm, 160)


İbn Abbâs (r.anhuma) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.)'ın mescidinde kılınan cumadan sonra ilk kılınan cuma namazı, Bahreyn köylerinden olan Cuvâsâ'daki Abdu'l-Kays mescidinde kılınan namazdı." (Buhârî, Cuma 11; Ebû Dâvud, Salât 216, h. no: 1068)


Özetleyecek olursak;
Kur'an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur'an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı Kur’an ve Sünnetin emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman tâbî olunabileceğini te'vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur'an ve sünnetin kat'î bir emrini terk etmesi hâlinde Allah'a karşı hiç bir mâzereti olamaz.

"Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar." (Nur 63)

Kur’an’ın her tavsiyesi gibi, şu tavsiyesi de çok önemlidir: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır." (Al-i İmran 105)
Peygamberimiz’in de Cuma konusundaki birçok uyarısı gibi, şu uyarısı da dikkate alınmalıdır:
"Bazı insanlar ya Cum'a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar." (Muslim, Cumua, 12, hadis no: 865)

Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler (bahâneler) aramak yerine; bu Kur'ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama, kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.

İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma imamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir.
Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur:
Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler.
Radikal (denilen muvahhid ve mucâhid) gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler.
Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye.

Onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar.
Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir.

Düzenin Cuma ve ibâdet düşmanlığının açığa çıkmasına sebep olacak, ılımlı Müslümanlığın gerçek Müslümanlığa nasıl tavır aldığını halkın da görmesi sağlanacaktır.


Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlu tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir. Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıtsız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.
 

Ekli dosyalar

  • ahmed-kalkan.jpg
    ahmed-kalkan.jpg
    65 KB · Görüntüleme: 306
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
CAMİ İMAMLARININ ARKASINDA NAMAZ KILMAK (Kılabilmek)
https://www.islam-tr.org/konu/cami-imamlarinin-arkasinda-namaz-kilmak-kilabilmek.19361/


Alıntı :

Şeyh'ul İslam İbni Teymiye der ki;
”Başkasının ardında kılma imkani varken, bidatçilerin ve heva ehlinin ardında namaz sahih olmaz. Bu konuda müslümanların halifesi ile başka imamların hükmü farklıdır.
Müslümanların halifesinin ardında namazı (halife bidatçi de olsa)ancak bidat ehli terk eder. Eğer bidatinden dolayı tekfir ediliyorsa ardında namaz kılınmaz.”
(Tecridul İhtiyarat (s.17))

Yine Şeyhulislam İbn Teymiyye şunları bildirmektedir:
Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakı ile, durumu kapalı olan her Müslümanın arkasında namaz kılınır. Kim, “Ben sadece batınî akidesini tanıdığım kimsenin arkasında Cuma yahut cemaat namazı kılarım” derse; sahabeye, onlara iyilikle uyanlara, Müslümanların dört imamına ve diğerlerine muhalefet eden bir bid’atçıdır. Allah en iyisini bilir.” (Mecmuu’l-Fetâvâ, 4/ 542)

Aynı konuda farklı yerde şöyle der:
Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakıyla, bid’atı ve fıskı bilinmeyen kimsenin arkasında beş vakit namaz, Cuma ve başka namazları kılmak caizdir. İmama uyan kimsenin, ne kendisine imamlık eden kimsenin itikadını bilmesi ve ne de onu sınayarak; “Senin itikadın nedir?” diye sorması imamlığın şartlarından değildir. Bilakis durumu kapalı olanın arkasında namaz kılınır.”(Mecmuu’l-Fetâvâ, 23/351)


Hatta durumu kapalı bir kimse, gerçekte bazı komünistler, laikler ve Allah ve Rasulü ile savaşanlar gibi kafir birisi de olsa; onda (namaz gibi) bir İslam alameti görülür ve bir kimse bu kişinin zahirî küfür ile kafir olduğunu ve gerçek durumunu bilmeyerek, zahiren İslam alameti gördüğü için Müslüman hükmü verip arkasında namaz kılarsa namazı sahihtir.

Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz kitabında şöyle demektedir :
İbn-i Kudame Rahimehullah şöyle demiştir:
“Bir kimse, Müslümanlığında yahut çift cinsiyetli (hunsa) olup olmadığı hususunda şüphe bulunan bir kimsenin arkasında namaz kılarsa, bu kişinin küfrü veya çift cinsiyetli olduğu açığa çıkmadığı müddetçe namazı sahihtir. Çünkü namaz kılan kimsenin (özellikle de bu kimse imam olursa) bu davranışından anlaşılan onun Müslüman olduğudur. Çift cinsiyetli olduğundan şüphelenilen kimse ise (özellikle erkeklere imamlık yapıyorsa) onun bu davranışından anlaşılan, böyle bir durumunun olmadığıdır. Ancak namazdan sonra kişinin kafir yahut çift cinsiyetli olduğu ortaya çıkarsa, onun arkasında namaz kılanın, açıkladığımız gibi namazını iade etmesi gerekir. Şayet imam İslam’a bir girip bir çıkıyorsa, onun hangi dinden olduğu öğrenilinceye dek arkasında namaz kılınmaz.”(El-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, 2/34)


Şu halde, kafir olabileceğine dair hakkında şüphe bulunan bir kimsenin arkasında kılanın namazı sahih oluyorsa, kafir olduğu bilinmeyen bir kimsenin arkasında kılanın namazının sahih olması daha uygundur.
(Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz; İman ve Kufur kitabı, Zahiri Halinden Müslüman Olduğu Anlaşılan Kimse babı )


Asrımızın alimlerinden Şeyh ebu Asım el Makdisi tağuti düzenlerin namaz memurları hakkında şöyle buyurmaktadır:

Tağutların görevlendirmiş olduğu imamları şöyle değerlendiririz:

Birinci Kısım: Tağutları dost edinenler.
Bunlar, tağutların askerleri gibidirler. Onların demokrasilerini meşru görerek, şirklerine yardım eder ve savunurlar. Bu türden olan imamların arkasında namaz kılmayı caiz görmüyoruz. Onların arkasında namaz kılmaktan nehyediyoruz ve onların arkasında kılınan namazın iade edilmesi gerektiğini söylüyoruz.
Çünkü bu imamlar bizden değil, tağutlardandır. Allahu Teala şöyle buyurur:
Allah kafirlere, iman edenler aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.” (Nisa/ 141)

İkinci Kısım: Dünyalık elde etmek ve maaş için tağutların kurumlarına ve batıl velayetlerine bağlı kalarak onlara yalakalık yapanlar.
Bu kimsenin arkasında kılınan namazı batıl olarak görmeyiz. Onların arkasında namaz kılmanın hükmü,
fasığın ya da küfre düşürmeyen bid’at ehlinin arkasında namaz kılmanın hükmü gibidir. Bu nedenle biz onların arkasında namaz kılmayı uygun görmemekle beraber, batıl saymayız. Şirk ehlinden uzak olan ve sünnete bağlılığını izhar eden sünnet ve Tevhid ehlinin arkasında namaz kılmak bize daha sevimlidir.

Kafir ya da Müslüman olsun, yöneticiler ve sultanlar için duada bulunmak bize göre cuma namazının bid’atlarından ve onların itaati altına girmenin işaretlerindendir. Biz bunu hoşgörmez ve reddederiz. Bu bid’ati terk edip Ehl-i Sünnet’e uyan bir kimse bize göre daha iyidir. Bununla birlikte, bu duadan dolayı namazı batıl saymayız. Dua, açık bir şekilde tağutlara ya da onların şirk olan dinine yardımı içermedikçe namazın iade edilmesini şart görmüyoruz. Açık bir şekilde tağutlara ya da onların şirk olan dinine yardım içerikli dua eden kimseler, tağutların yardımcıları ve orduları hükmündedir. Bu durumda, dili ile tağutlara destek olmuş olur.
Kanun koyucu tağutlara bey’at eden, onlara elini ve kalbini veren veya onlara yardım edip, onları dost edinen ve bu tağutların her işine olumlu fetva veren kişinin, kafir ve murted olduğuna inanırız.
Küfür hükümetlerinden görev alan alimler ve
şeyhler, tağutlardan aldıkları bu görevlerine göre değerlendirilirler.
Eğer bu görevin içeriğinde küfür bulunmakta ise veya küfre yardım varsa veya küfür kanunlarının çıkarılmasına katkıda bulunuluyorsa ya da muvahhidlere karşı müşriklere yardım gibi bir durum sözkonusu ise, bu görevin sahibi kafir olur. Bu kişinin sakalının uzun olması ya da sarığının büyüklüğü, hakkındaki bu hükmü değiştirmez. Kişinin almış olduğu bu görevin içeriğinde küfür bulunmuyor ancak batılın sayısını artırıyor ve hakkı bulandırıyorsa, bu kişi, sapan ve saptıran cehalet önderlerinden olarak kabul edilir.

(Şeyh Makdisi ; Akidemiz kitabı, Namaz babı, S: 50 - 51)

 
Moderatör tarafında düzenlendi:
B Çevrimdışı

buhari

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
ALAADDİN PALEVİ MÜHİM SORULARIN CEVABI ADLI KİTABINDAN



- Hocam söylediklerinizi çok iyi anladım. Benim size bu konuya paralel olarak bir başka sorum daha olacak. Hafta içinde arkadaşlarımızla aramızda konuştuğumuz bir konu vardı. Acaba bu şirk düzenlerinde görev almak ve özellikle camilerde resmi bir şekilde imamlık yapmak caiz midir? Şirk düzenlerinden alınan her türlü görev yukarıda bahsettiğiniz şirke itaat ve müşriklerle vela kapsamına girer mi?
— Evet bu da önemli bir konudur. Bakınız Allah (Subhanehu ve Tealâ) şöyle buyurur:
“Musa, Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere and olsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım, dedi.” ( 28, Kasas/17)
İmam Alusi bu ayetin tefsirinde şöyle der: “İlim ehli bu ayete dayanarak zalimlere yardım ve hizmet etmeyi caiz görmemişlerdir. İbn Ebi Hatim, Cabir bin Hanzala’dan şöyle dediğini nakletmiştir:
Birisi Amr’a “Ben bir kâtibim. Gireni çıkanı yazarım. Bunun karşılığında da mahrum kalmamak için maaş alırım. Siz bu konuda ne dersiniz?” dedi.
Ebu Amr, “Dökülen kanı da yazar mısın?’ deyince adam “hayır” dedi. “Zorla alınan malı da yazar mısın?” deyince adam “hayır” dedi. Ebu Amr adama “Acaba sen Musa (aleyhisselam)’ın şu sözünü işitmedin mi? diyerek "Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere and olsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım" ayetini okudu. Ayeti dinleyen bu kişi Ebu Amr’a “Vallahi çok güzel tebliğ ettin ya Ebu Amr! Bundan böyle ben bu kişilere bir satır

bile yazmam” dedi. Ebu Amr’da “Vallahi Allah (Subhanehu ve Tealâ) seni rızıksız bırakmaz” dedi. Görüleceği üzere selef âlimleri zalimlerin hizmetlerinden kaçıyorlardı.
Bir hadiste şöyle geçer: “Kıyamet gününde zalimler ve yardımcıları hatta onların kalemini açanlar çağırılır ve demirden tabutlara konularak cehenneme atılırlar.” Şayet bu hadis sahih ise zalimlerin yardımcıları korksunlar. Ölmeden evvel uyansınlar. Aslen en tehlikeli olan da budur. Allah bizleri cehennem ateşinden korusun. Allahumme Amin…
Terzinin biri alime “Ben zalimlerin elbisesini dikiyorum. Acaba ben Kasas Suresi’nin 17. ayeti gereği zalimlere yardım edenlerden olur muyum?” diye sorar. Alim şöyle cevap verir: “Hayır sen zalimlere yardım eden değilsin. Bilakis sana iğne satanlar zalimlere yardım edenlerdir. Sen ize bizzat zalim olmuşsun” diye cevap verir.[1]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Ahir zamanda zalim emirler, fasık bakanlar, hain kadılar, yalancı âlimler olacaktır. Kim onlara yetişirse onlara başkan, vergi toplama memuru, bekçi, polis olmasın.”[2]
Yine bir başka hadiste ise şöyle buyrulur:
“Bir takım zalim emirler gelecektir. Kim bunlara muhalefet ederse kurtulur. Kim bu emirler ile içli-dışlı olursa helak olur.”
Burada şu noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Bazı durumlarda tağutlardan görev almak aslen şirktir. Mesela daha önce açıkladığımız gibi tağutların yasama meclisinde bakan, milletvekili olmak ya da hakim, polis, istihbarat memuru, asker gibi tağuti düzeni ayakta tutan, tağuti sistemin küfrünü destekleyen kurum ve kuruluşlarda çalışmak sahibini İslam milletinden çıkarır. Tüm bu görevler kâfirlere itaat ve onlarla vela bağı kurmak kapsamındadır.
Bazen tağuttan görev almak onu meşru gösterdiğinden dolayı haramdır. Mesela şu anda tağuti düzenler tarafından görevlendirilmiş hocalar ve din adına kurulmuş olan diyanet teşkilatı gibi bu teşkilattan görev alan kişiler, hiçbir şirk ilkesini kabul etmeseler, 657 sayılı kanunun belirlediği sözleri söylemeseler bile toplumun nazarında tağutu meşrulaştırdıklarından dolayı en azından haram işlerler. Bazı âlimlerin fetvasına göre ise müşrik olurlar.
Allame Takiyyuddin çok değerli eseri Kifayetu-l Ahyar’da bu konu hakkında çok güzel tespitlerde bulunarak şöyle demiştir:
“Çağımızdaki bazı âlimler şöyle bir tahkikte bulunmuşlardır. Kim bir haram iş yaparak bu işin toplumda meşrulaştırılmasına sebeb olursa Kuran’ı pisliğe atanlar gibi kâfir olurlar. Ben Müslümanım demesi bu kişiye bir fayda sağlamaz. Zira bu yaptıkları İslam şeriatının yok olmasına neden olur. Aslen bu tür kişilerin tekfiri daha çok gereklidir. Çünkü bunların halini avam bilmez. Fakat Kur’an’ı pisliğe atan kişi böyle değildir. Şüphesiz bu hareketin küfür olduğu herkes tarafından bilinir. Zira bu konu oldukça açıktır.”[3]
Zalimlerden görev almayı mutlak olarak haram gören âlimlerin bazıları şunlardır:
Yusuf Erdebili, el-Envar, Hibe Babı (1/663).
İmam Gazali, İhyau Ulumuddin, (2/139-150).
Ebu-l Ferec İbn-i Cevzi, Telbisul İblis (sy: 118).
Hatta İmam Kurtubi tefsirinde şunu nakletmektedir: “İslam âlimleri şöyle demişlerdir: Kim zalimlerden imamlık görevini alırsa arkasında namaz kılınmaz. Ancak özrünü beyan etmesi veya tevbe etmesi durumu müstesnadır.”[4]
Dikkat ettiyseniz buraya kadar aktardığım fetvalarda âlimler kişinin haram bir fiili meşrulaştırması hakkında fetva vermişlerdi. Maalesef zamanımızda, özellikle diyanet işlerinde görev alan (sözüm ona) hocalar, haramı değil mutlak küfrü meşrulaştırmaktadırlar. Bu bölümün üstüne basa basa tekrar ediyorum. Çünkü bu nokta çok önemlidir kardeşler. Zamanımızdaki hoca geçinen kişiler mekruhu haramı değil, mutlak küfrü meşru göstermektedirler. İslam’a yaptıkları zarar bununla da bitmez. 657 sayılı kanunun tüm maddelerini kabul edip imzaladıktan sonra, yaşantılarını tağuti düzenin emirlerine göre tanzim ederler. Onların emirlerine göre oturup kalkarlar, onların istediği şekilde fetva verip, onların istedikleri (emrettikleri) hutbeleri okurlar. Tağutu meşru gösterip itaat ederler ve halka da tağuta itaat etmeleri için telkinde bulunurlar. Acaba Allame Takiyuddin’in bahsettiği âlimler zamanımızdaki bu kişileri görseydiler ne derlerdi? Bu hoca geçinen kişilerin küfründe icma etmezler miydi?
Ebul Ala el-Mevdudi’ye müşriklerden görev alınıp alınamayacağı sorulduğunda cevaben şöyle demiştir:
“Bireysel muameleler ile ilgili olarak bir Müslümanın, herhangi bir gayri müslim ile ücret ya da maaş karşılığında hizmette bulunmak üzere anlaşması durumunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak burada yapılacak olan hizmetin herhangi bir haram ile doğrudan ilişkisinin olmaması durumu aranır. Üzülerek belirtmeliyim ki bir kısım ulemanın bireysel muameleler ile ilgili bu fetvaya dayanarak küfür hükümetlerinde memurluk yapmayı caiz göstermeye kalkışmaları doğru değildir. Bu cevazı veren alimler gayri müslim birisinin şahsi işi ile gayri İslami bir rejimin toplumsal işi arasındaki temel farkı göz ardı etmektedirler. Gayri İslami rejim İslam yerine İslam dışı olanı, itaat yerine masiyeti, ilahi adalet yerine insan yaşamında Allah’a isyanı amaçlamakta ve icra ettiği tüm işlerde bu amaç saklı olmaktadır. Böyle bir şeyin haram olduğu ve hatta diğer bütün haramlardan daha da şiddetli bir haram olduğu açıktır. Bu yüzden böyle özelliklere sahip bir zulüm düzenini ayakta tutan ve yürüten bölümler arasında ‘falan bölümde iş yapmak caizdir. Falan bölümde iş yapmak caiz değildir’ gibi bir ayrım yapılamaz. Çünkü bütün bu bölümler birleşerek büyük bir masiyeti ortaya çıkarmaktadır. Bu meseleyi daha güzel bir şekilde anlamak için şu misal kâfi gelecektir. Herhangi bir kuruluşun kamuoyunda küfrün yayılması ve Müslümanların irtidadının sağlanması amacıyla kurulmuş olduğunu düşünelim. Bu kuruluşta haddi zatında helal olan ama bu kuruluşun güçlenmesi ve gelişmesine katkısı behemehal kaçınılmaz olan bir işte çalışmak hiçbir Müslümana caiz olmaz.





[1] Alusi, Ruhl Meanî (20/49).

[2] Ebu Hureyre’den, Mecmuus Sağir, 398.

[3] Kifayetu-l Ahyar, sy: 455.

[4] Kurtubi, Tevbe Suresi 108. ayetinin tefsiri.


 
Üst Ana Sayfa Alt