Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

4-hicri 3. Yüzyil: Beyazîd Bistâmi, Cüneyd-i Bağdadi

KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
E-HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ

Hicri 3. yüzyıl Tasavvuf tarihinde önemli bir dönemi oluşturur. Çünkü bu dönemde öncekilere oranla daha büyük değişiklikler ve gelişmeler kaydedilmiştir. İlk iki asrın şeriatın sınırlarını pek zorlamayan zühd hareketi, artık büyük oranda geride kalmıştır. Sûfiler yollarının İslâm inancı içerisinde (!) genel eğilimden farklı bir yol olduğunun bilincine varırlar.Bunun etkisiyle farklı kültürlerden bazı inançlar alınarak tasavvufa dahil edilir. Bunların en önemlileri tenasuh ve hulul inançlarıdır.

Tenasuh iki biçimde anlaşılır : Bir ruhun değişik varlıkların vücutlarında dünya hayatına devam etmesi veya ilahi varlığın dünya varlıkları arasında taksimi. Bunun ikiside sonradan sistemleşip, gelişerek halk düzeyinde yaygınlık kazanacak tasavvuf düşüncesinin bazı bölümlerince hoşgörüyle benimsenir. Tenasuh inancının daha ileri safhasını oluşturan, ilahi varlığın dünya varlığının bünyesine girmesi veya ilahi varlığın dünya varlığı şeklinde görülmesi[1] zamanla kabul edilen asıl anlam olur. Diğeri büyük oranda unutulur.

Bu anlayışlar şath gibi yeni kavramların ve konumun oluşmasına yol açar. Artık bazı Sûfiler ilâhi varlığa ulaştıklarını, onunla bir olduklarını veya ilahî varlığın kendilerinde bulunduğunu iddia etmeye başlarlar. Bütün bunlar önceki yüzyıllara oranla tasavvuf açısından büyük değişiklik ve yeniliklerdir. Ancak değişiklikler bu kadar da değildir. Bu dönemde hûlul düşüncesinin kabul edilmesi daha sonraki dönemlerde oluşacak olan Vahdet-i vucûd inancına temel olur. Böylelikle varlığın birliği anlamına gelen, bütün var olanları bir, aynı kabul etme inancı oluşur.[2]

2. yüzyıl zahidlerinden Rabia`da anlam bulan İlahî sevgi kavramı bu yüzyılda iyice geliştirilir. İlahi aşk anlamına gelen ve felsefi bir temele sahip olan Aşk inancı oluşur. Tasavvufun temelinde yerini alır. Allah`ı çok sevmek, sadece onu sevmek anlayışı, Rasûlun fonksiyonlarıyla da geri plana itilmesinin örtüsü olur. Çünkü sevilecek tek varlık Allah`tır ve kul onunla bir olarak bilgisini ondan alır. Temel anlayış budur. Bu aracısız bilgidir ve peygamberin fonksiyonunu bile anlamsız (!) kılar. Bunun tasavvufi literatürde ismi Keşf`tir. [3]

Yunan, Fars, Hint kültü ürünlerini kapsayan kitapların Arapçaya tercüme edilmesi, zamanın bazı sûfileri için değerli bir fırsat olur. İlâhi sevgi, varlıkta birlik gibi inançları felsefî bir tarzda ifade edebilme şansı elde edilmiş olunur. [4]

Bu arada özellikle pagan toplumlardan öğrenilen sihir, tılsım, cifr, harflerin esrarı, simya, astroliji gibi şeyler de bazılarınca büyük bir şevkle kabullenilip uygulanır.[5]

3. Yüzyılda iki düşman kardeşde gelişme safhasındadır. Bunlardan birisi tasavvufken diğeri kelâmdır. İslâm inancı kelâm ile tasavvuf arasında parsellenir. Kelâmcılar itikadi konuları, Sûfîler ibadetler bölümünü ilgi alanları haline dönüştürürler. Böylelikle İslam`da yapay bir şekilde iman-amel ayrımı oluşturulur.

Bu ayrım Kültür İslâmı`nın oluşmasında hiçte küçümsenmeyecek bir fonksiyona sahip olur. Önemli roller üstlenir. Ancak zamanla kelâm tamamıyla felsefeleşirken, tasavvuf da yeni benimsediği ve oluşturduğu inançların etkisiyle biraz kelâmlaşır. Bu safhada ruh, nefs, kalb, keşf, marifet, fenâ, bekâ gibi kavramlar tasavvuf düşüncesinin şekillendiği önemli odak noktaları olur. [6]
Zâhir-Bâtın ayrımı iyice belirğinleşir. Bâtîni konuları kendilerine ihtisas alanı kabul eden sûfiler inançlarının doğruluğunu ispatlamak için zâhir dedikleri şeriatın Kitap ve Sünnet`te anlamını bulan sınırlarını değiştirir, ulemayı kendilerine saldırı alanı seçerler. Hareket, ekol haline gelir. Yeni fertler yeni inaçlar oluşturan düşünce ekolü oluşmuş olur. [7]
Ancak ilğililer tarafından İslâm`ın bazı ibadetleri hala uygulanmaktadır. Bu yüzyılda marifete erişince ibadet sorumluluğunun düştüğü inancı henüz oluşmamıştır. İlgili ibadetler reddedilmez ancak yeni yorum ve unsurlarla değişik ibadet biçimleri oluşturulur. Bunlar içerisinde en çok kabul gören zikir olur. Kur`an`da çok farklı anlamlarda kullanılan zikr, sûfiler tarafından sadece bazı kelime ve cümlelerin sürekli tekrarı biçiminde anlaşılır ve kabul edilir. Belirli sayılarda ifade edilen Allah, Sübhanallah, Allah-u Ekber gibi sözler diğer ibadetlerden (namaz, oruç, hacc vs.) daha çok rağbet gören tasavvufa özgü olan bir ibadet anlayışına dönüşür. [8]

Hicri 3. yüzyıl, tasavvufun en canlı dönemi durumundadır. Kişisel zühd hareketinden felsefî, itikadî bir sistem haline dönüşen hareket, bu yüzyılda asıl kimliğini kazanmaya başlar. Oluşan sistemi öğretecek şeyhler ve onlardan tasavvufu öğrenmek isteyen müridler görülmeye başlanır. Farklı kültür ve inançlardan birçok unsurlar ve özellikler alınarak hazmedilir, yeni bir kalıba dökülür. Artık hareket sadece toplumdan uzak durmak isteyen mistik ruhlu kişilerin değil, toplumu ilgilendiren bir düsünce akımı haline gelir; sistemleşir, olğunlaşır.
Öğretinin sağlıklı gelişmesi için şeyh-mürid ilişkisi kesin kurallara bağlanır. Sonradan hadis diye nitelenecek olan, aslında Beyazıd Bistâmi`nin sözü olan „Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır“ sözü bir nass muamelesi görür.

Bazıları Tanrıyla bir olacak kadar yüceldikleri iddiasını ileri sürerler. Bunlar kullar için farz olan ibadetlerin kendilerinden kalktığını iddia edenlerin bir anlamda ilkleri olurlar. Bu durum ileride büyük ilgi görecek ve İslamî yaşantıya sahip olmayanların sığınağı haline gelecek olan tasavvuf, belirli durumlarda ibadetlerden sorumlu olmama anlayışını oluşturacaktır.Şeyhlik iddiasında bulunanlar öğretilerini halka anlatmaya başlarlar. Bu inanç ve düşünceler halk açısından büyük ilgiyle karşılanır. Fazla geçmeden de kabul görür. [9]

Zaten İslâm`ı tam bilmeyen halâ eski inançları üzerinde müslüman kimliğiyle varlıklarını devam ettirenler bu vesileyle tasavvufu kendilerine sığınacak bir barınak olarak görürler. Çünkü genel kabul görmesi nedeniyle tasavvufun belirli meşrulaştırıcılığı söz konusu olmaya başlamıştır.

Önceleri sistemsiz olan tasavvufî düşünceyi, ilk defa sistemleştirme girişiminde bulunan kişı, Zün-Nun el-Mısrî olur. Kendinden önceki zahid ve sûfilerin düşüncelerini birleştirip, geliştirir, Halkın anlayacağı şekle sokar. Düşüncesinin en büyük iddiasını Allah`a ait bilginin ancak vecd yoluyla elde edilebileceği inancı oluşturur. Ona göre vecde sahip olmak için tasavvufa mensup olmak şarttır. Böylelikle o Allah`a ulaştıran bilgiyi elde etmenin safhalarını ve şartlarını belirler ve bunları belirli bir sistem halinde ifade eder.
Onun bütün bu çalmaları zındıklıkla suçlanacak kadar tepki çekerse de zamanla ortalık yatışır. Hatta başta onu suçlayanlar zamanla onu önder kabul ederler. [10]

KAYNAKLAR



[1] -Tenasuh 158, 158
-Louis Massignon, [Hulul , İA 5/1. cilt sayfa 584]

[2] Fahri 192 [ Prof. Dr. Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çev: Kasım Turhan, İklim yy. İst. 1987]

[3] İslam 170-171 [ Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam, Çev: Doç.Dr. Mehmet Dağ, Doç. Dr. Mehmet Aydın, Seçuk yy. ist. 1981]

[4] Diriliş 131,136 [Prof.Dr. Subhi Salih, Ölümden sonar diriliş, Çev Doç. Dr. Şerafeddin Gölcük, Kayıhan yy. 2. baskı. ist. 1981]

[5] Ibn Haldun, 68 (uludağın notu) [Ibn Haldun, Tasavvufun mahiyeti, Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yy. ist. 1984]

[6] İslam 167, 177

[7] İşari Tefsir 17 [ Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, AÜIF yy. Ank. 1974]

[8] - Pendnâme 27 [Feriduddin-i Attar, Pendnâme, Çev: M.Nuri Gençosman, MEB yy. Devlet Kitabları, ist. 1968]
-İslâm 191

[9] Çubukçu 175,176 [ Prof. Dr. İbrahim Agâh Çubukçu, İslam Düşüncesi hakkında araştırmalar, AÜİF yy. Ank.1972]

[10] İslam 169
-İslam Tarihi 4/139 [Prof. Dr. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Çev: Komisyon, Kayıhan yy. 6 cilt, ist. 1985]
-Hitti 2/669 [Prof.Dr. Philip K.Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev: Prof.Dr. Salih Tuğ, Bogaziçi yy. 1980]
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
1-E - HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ


Döneme ismini verecek kadar önemli olan diğer bir şahsiyet Beyâzid Bistâmî`dir. Horasan`ın Bestam şehrinde doğan ve Zerdüşt bir geçmişe sahip bir ailenin çocuğu olan Beyazîd, tasavvufa temel olacak bazı esaslar oluşturur, yeni inançlar getirir. Bunların en önemlisi Bir`de yok olma ve şathiyedir. Bir`de yok olma inancı Vahdet-i Vucûd inancının habercisi durumundadır. Hint okenli Bir`de yok olma inancını Beyâzıd, Ebû Ali el-Sındî`den alarak tasavvufa dahil eder. [1]

Buna göre kişi rhî ve bedenî bazı imtihanlara muhatap olur ve başarırsa Tanrı`yla bir olma durumuna erişir. Bu Kulun Tanrı katına çıkması biçiminde gerçekleşebileceği gibi, Tanrının kulun seviyesine inmesi biçiminde de gerçekleşir. Bu gerçekleştiğinde de Tanrı-kul ayrılığı kalkmış olur. (el-fenâ fi`t Tevhid)

Kendisini Tanrıyla bir olarak gören kişi de elbetteki normal insana oranla farklı özellikler taşıyacaktır. Bu özellikler, Bistamî`de nasslara tamamen aykırı şekilde açığa çıkan şathlar olur. Sûfînin kendi varlık ve benliğinden habersiz hale geldiği, sekr halinde iken söylediği ve nasslara ters görünen sözler anlamındaki şathlar, sonradan tamamıyla tasavvufun en önemli konu ve kavramlarından birisi olur. Sûfilerin iddiasına göre cezbe ve vecd haline erişen bir sûfi duyular aleminin dışına çıktığı için, o anda duyular alemiyle uyuşmayan sözler sarfeder.

Bu sözlerin sûfinin o andaki durumuyla ilgili olduğu, o hali yaşamayanların bu durumu bilemeyeceği iddia edilir. Tasavvuf mensubu olmayanlar tarafından en çok eleştiri konusu edilmiş olan bu şathlar sûfiler tarafından arzulanan ve ulaşılmaya çalışılan bir halin ifadesi olarak görülmüş ve savunulmuştur. Onlar bu durumu içkiyle sarhoş olan kişinin farklı aleme geçip, (öyle zannedip) sarhoş olmayanlara ters gelen şeyle ifade etmesine benzetirler ve böylelikle durumlarını açıklayıp meşrulaştırmaya çalışırlar. Ancak bu açıklamalar inandırıcı olmamıştır ki, şathlar bir çok sûfinin hayatına mal olmuştur.[2]

Çok sayıda sûfide şath açığa çıkmasına rağmen şath denildiğinde özellikle iki isim akla gelir, bunlardan birisi Beyâzıd iken, diğeri gelecek yüzyılın sûfilerinden Hallac-ı Mansur`dur.
Onların isimleri şathla bütünlük sağlayacak kadar tanınır olmuştur.

Beyâzıd`ın şathlarına örnek verecek olursak, o şunları söyler:
„Öyle bir deniz geçtim ki, Peygamberler onun kıyısında durdu. „
„Cehennem dediğin nedir ki?, Onu görsem hırkamın ucuyla söndürüveririm.“
„Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.“ Ne de büyük zuhurum var.“[3]

„ Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: „Ey Ebû Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar.“ Bunun üzerine ben dedim ki; „Beni vahdaniyetinle donat ve Sen`in benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki, yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: „Seni( yani Allah`ı ) gördük ve Sen O`sun“ Fakat Ben (Ebû Yezid) orada olmam“, Hak`kı Hak`la gördüm, ve bir zaman Hak`da Hak`la birlik oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak, ne başka birşey vardı. Vakta ki, Tanrı kendi nurundan bana göz verdi, o zaman O`na O`nun nuruyla baktım ve O`nu kendi bilgisiyle gördüm, O`nun lutfunun diliyle, kendisiyle görüştüm: „ Seninle benim hâlim nasıldır ?“ dedim. Bana „Ben seninle senim. Senden başka Allah yok“ dedi.[4]

Bayazidi Bestami’nin bazı söylevlerinden seçmeler :

“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (S.A.V)’in bayrağından daha büyüktür! Benim bayrağım nurdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor.”[5]
“Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de benim sıfatlarımın bir benzeri yeryüzünde bilinir!” [6]
“Musa Peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irade buyurdu!”[7]

Bu ve benzer sözler, o günlere kadar müslümanların arasında görülmemiş şeylerdi. Hele sahabe ve tabîunda hiç görülmemişti. Ancak dönemin sûfileri bütün bunları Allah`la bir olacak kadar yücelmiş kullar oldukları inancıyla dile getirirler. Karşı çıkanlara da, kendilerinin bâtınla uğraştıklarını ve aslın bu olduğunu, halbuki kendi dışındakilerin kabuğa (zâhir) takılıp kaldıklarını, zâhirle (şeriatla) kendilerini değerlendiremeyeceklerini iddia ederler.

3. yüzyılın en mûtedil sûfilerinden olan Cüneyd, nasslara bağlılıkla, yukarıda anlatılan düşünceler arasında gidip, gelir. Çağdaş bir araştırıcının ifadesiyle, Vahdet-i Vûcud çukurunun kenarında dönüp durur.[8]

O marifet bilgisini kabul eder ancak bir sınır getirir. Bu bilginin naslara aykırı olmaması gerektiğini savunur. Bid`at olarak nitelenen ve tasavvufn esaslarından olan tesbih, zikr gibi konulardan dolayı suçlandığında „ Ben Allah`a doğru götüren bir yolu reddetmem“[9] cevabını verir.

Beyazıd gibilerini, hayali güçlerine aldandıkları düşüncesiyle suçlar: „Kim sûlûktan önce Kur`an ezberlemez, hadis yazmaz ve fıkıh öğrenmezse ona iktida etmek caiz olmaz“ [10] diyerek Bestâmiler`in temsil ettiği anlayışa karşı çikar. O özelliklet tevhid inançı üzerinde durur ve bunu her türlü bozuk inanca karşı korumaya çalışır. Ancak bunu yaparken bir ayağı da tasavvuf üzerindedir. O bu özelliğiyle ileride isminden bahsedilecek olan fakat sınırları tam belirlenemeyen Sûnni sûfiliğinin temsilcisi durumundadır. Cüneyd, Beyâzıd`da en basit biçimde ifadesini bulan panteizme bir sınır çizme gayreti içinde olur. Fakat başaramaz. Dolayısıyla Cüneyd, inanç ve düşünceleriyle değil, sadece ismiyle yaşar. Onun, yaptığı en önemli iş tasavvufun sivri yönlerini törpülemek olur.

Aynı dönemde, İslâmî bir yapıyı temsil ettiği kadar sûsi de olan ve İslâm`ın sınırlarını taşmayan bir tasavvuf oluşturmaya çalışan Muhasibî`de vardır. O, tasavvufun temelinde yer alan ilahî aşk inancını tasavvufun bünyesine tamamen ayrılmayacak şekilde adapte eder.[11]
Onun temsil ettiği tasavvuf anlayışı Selefî, Felsefî, ehl-i Sünnet tasavvufu üçlüsünün sonuncusunda yer alır. Onun esaslarını belirler. Bunu yaparken de zamanın İslam dışı tasavvufuna çeki-düzen vermeye çalışır.

KAYNAKLAR



[1] Fahrî 192,193

[2] Mukaddime 2/259 [ Ibn Haldun, Çev: Zakir Kadiri Uğan, Devlet Kitapları, 3 cilt,ist 1970]
Ayrıntılı bilgi için bkz:
- İbn Haldun 133 [ Tasavvufun Mahiyet, Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yy. ist 1984]
- GölpInarlı 83-85 [Abdülhaki GölpInarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek yy. ist. 1985]
- Sülemi 12 [ Dr. Süleyman Ateş, Sülemi ve Tasavvufu Tefsiri, Sönmez Neş. ist. 1969]

[3] Gölpınarlı, 84 : Sülemi, 13 : İbn Haldun, 59, 121,153 : Fahri, 193

[4] Güngör 255, 256 [Prof. Dr. Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken yy. ist. 1982]

[5] ( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 263 ).

[6] (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa,sayfa 265 ).

[7] (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa 320 ).

[8] Fahri, 198

[9] Hitti. 2/675

[10] İşâri Tefsir, 73
-Corbin ,194 [Henry Corbin, İslâm Felsefesi Tarihi, Çev: Prof.Dr. Hüseyin Hatemi, İletişim yy. 1986]

[11] Güngör 70,72
 
I Çevrimdışı

imran111

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
allahın selamı uzeımıze olsun konuya hemen gıreyımkı sende bu dusuncenle seyh lıge burunmus oldun derım kardesım onu degıl bunu yapın gıbıcesınden o yanlıs bu dogru gıbıcesınden neyın dogru neyın yanlıs oldugunu allah bılır son zamanlarda bır evlıya dusmanlıgıdır gıdıyor sızın sorununuz neeeeee hedefınız neeeee bunu anlamıs degılım
 
Üst Ana Sayfa Alt