VI. Tasavvufun Kur'an Ve Sünnete Bağlı Olduğu İddiası
Tasavvufçularm sözleriyle büyülenmiş olanlar, onların "Bu sözlerimiz, Kur'an ve sünnetle kayıtlıdır" türünden ifadelerine bakarak şeriattan kılpa-yı sapmadıklarını düşünebilirler. Tasavvuf kitaplarında yer alan "şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o veli olamaz" gibi sözleri tasavvufun Kur'an ve sünnet çerçevesi içinde olduğuna delil gösterenler olabilir.
Gerçek şu ki, acıklı pratiği kamufle eden tatlı sözlere aldanan bilgisiz ve gerçeklerden habersiz yığınlardan kendisine taraftar bulmak için İslam toplumunda ortaya çıkan her fırka ve hizip bu gibi iddialarda bulunmuş, şeriatın ölçülerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu etrafına propaganda etmiştir. İmamlarım tanrılaştıran gulat-ı şia bunu söylemiş, Allah'ın kitaplarını işlevsiz kılan Muattala söylemiş, Allah'ı insan gibi cisim yapan Mücessime bunu söylemiş, sapıklıkları gün gibi açık olan Kadiyanilik ve Bahailik bunu iddia etmiştir. Bütün bu sapık fırkalar aynı şeyi iddia ettiği gibi, tasavvufçu-lar da iddia etmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından en-Nablusinin vahdet-i vücudun Kur'an ve sünnetten alındığını söylediği sözlerini daha önce nakletmiştik. Yeryüzünde ve alemdeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve sün-|, netten alındığını iddia edecek kadar yüzsüzlük yapan bir topluluk, sözlerinin Kur'an ve Sünnete bağlı olduğunu nasıl iddia etmesin?!
Hiçbir insanı dilediğini iddia etmekten alıkoyamazsınız. Ancak yapılabilecek birşey varsa, o da söylediği veya iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığını test etmek, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin hak terazisi ile Ölçmektir. O z,r -\an iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığına delil ve hüccet ile hükmetmek mümkündür. Şu ana kadar tasavvufçularm gerek nazari inançlarını ve gerekse ameli yanlarını sergilemeye çalıştık. Acaba bunların şeriata veya salim bir akla bağh olduklarını söylemek mümkün müdür? Tasavvufçularm tanrı ve liderleri hakkındaki inançlarının şeriat veya akılla bağdaşan bir yanı olduğunu söyleyebilir miyiz?
İşin gerçeğinin tasavvufçularm iddia ettiği gibi olmadığını bir örnekle göstermeye çalışalım: Gümüşhanevi'nin şu sözlerine bakalım:
"Şeriata muhalif olan tarikat, dalalettir, felakettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnete uymazsa, fasıkhk ve zındıklıktanbaşka birşey değildir.[401]
Bu ifadenin hemen üstünde Marifeti anlatırken söylediği şu sözlerle yukarıdaki ölçünün nasıl kaybolduğu ve şeriatın belirlediği hükümlerden nasıl ayrı hükümler koyduğunu görelim. Şöyle diyor:
"Ramazanda oruç tutan bir kimsenin orucu, şeriata göre yemek ve irmekle hükümsüz olur. Tarikata göre gıybet orucu bozar. Hakikatte ise oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesiyle orucu bozulmuşolur. [402]
Bu sözler dinde teşri yapmak, şeriatın hükümleri dışında hüküm belirlemekten başka neyi ifade etmektedir? Şeriatın helal ve haramı ile yetinmeyip kendinden hükümler koymaktan başka nedir?
Herşeyden önce İslam şeriata, tarikata ve hakikate göre oruç, diye birşey belirlemiş değildir. Şeriatın hükmü dışında tarikata ve hakikata göre oruç da olmaz. Orucun nasıl, ne zaman tutulacağını, nelerle bozulup bozulmayacağını şeriat belirlemiştir. Sofulara ayrı, sofu olmayanlara ayrı bir orucu da şeriat getirmemiştir.
"Oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesi ile orucu bozulmuş olur" sözünü İslam'ın hangi hükmü ve Ölçüsüyle bağdaştırmak mümkündür? Rasulullah da dahil, oruç tutan hangi müslümamn kalbine Allah'tan başka birşey gelmiyor? Bununla orucun bozulacağını şeriatın hangi hükmü söylemektedir? Şeriata göre, tarikata göre, hakikata göre oruç ayırımı dinde yapılan bir bidattan başka nedir? Kur'an-ı Kerim ve RasuluUah'ın sünnetinde tarikata ve hakikata göre oruç var mıdır?
"Şeriata bağlılık" kaydını kimi tasavvufçular, "Kişinin ermesiyle kendisinden şer'i teklif kalkar ve artık şeriatın hükümleriyle mükellef olmaz" diyen birtakım sapık tasavvufçulara karşı belirtine zaruretini gördükleri bir kayıttır. Şüphesiz böyle bir duyarlılığı ve tepkiyi takdirle karşılamamak mümkün değildir. Ama bu duyarlılığı gösteren ve sözkonusu sapıklıklara karşı böyle bir tepkiyi gösteren tasavvufçularm da kendilerini tasavvufun bid'atlarından nasıl kurtaramadıklarını görüyoruz. Bunun misalleri tasavvuf kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Onun için "şeriata bağlılık ve onun sınırları yanında durmak" gibi sözleri veya kayıtları bir yerde işlevsiz kalmakta ve iddiadan öteye geçememektedir.
Bir sonraki sayfada yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz: "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, marifet de servetin başıdır." Acaba şeriatı bu şekilde parselleyip bir kısmına tarikat, bir kısmına hakikat, bir kısınma da marifet diyen İslam mıdır, yoksa tasavvufçular mıdır? Sonra, şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? Yine, Rasulullah zamanında tasavvufçularm tarikatı nıı vardı ki,, şeriatı bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Çünkü yukarıda naklettiğimiz sözü tasavvufçular RasuluUah'ın bir hadisi olarak nakletmektedirler.
Yine şu sözlerine bakalım; "Şeriatın temizliği su ve toprak ile, tarikatın temizliği heva ve hevesi gönülden çıkarmak ile, hakikatin temizliği de kalpte Allah'tan başkasına yer vermemekle yapılır."
Düşünün, müslümanlar su ile abdest almakta ve gusletmektedir. Şeriata göre bu insanlar temiz olmakta ve Yüce Allah'ın huzuruna ibadet için çıkmaktadır. Tarikat ve hakikata göre bu temizlik değildir ve müslümanlar temizlenmeden Allah'ın huzuruna çıkmaktadır. Sonra, kişinin heva ve hevesi peşinde gitmemesi ve mümkün olduğu kadar Yüce Allah ile beraber olmasını şeriat öngörmemiş midir ki, bu marifet tarikata ve hakikata mal edilmektedir? »Şeriatın belirlediği hükümler dışında hükümler koyan ve dini Allah ve Rasulünün tasvip etmediği şekilde parselleyen kişilerin şeriatın ölçülerine bağlı kaldıklarını söyleyebilir miyiz? Kitaplarına yazsalar ve dilleriyle söyleseler bile, bu onların iddialarından öte bir değer ifade etmez.
Hemen belirtelim ki, bu kayıt ve ölçülerine rağmen tasavvuf meşhurlarının birçoğu İslam inancında ilk gerçeği, şeriatın kararlaştırdığı ve aklın hükmettiği ilk hakikati inkar etmişlerdir. O da Yüce Allah'ın zatında, sıfat ve fiillerinde bütün yaratıklarından ayrı olduğu gerçeğidir. Şimdiye kadar gördüklerimizden sonra tasavvufçularm bu gerçeğe İslam'ın istediği «şekilde inandıklarını nasıl söyleyebiliriz?
Bazı mutasavvıfların iddia ettiği gibi, tasavvufçular gerçekten Kuran ve sünnete bağlı kalarak onlarla mı amel ediyor? Söyedikleriyle yaptıkları birbirini tutuyor mu? Tasavvuf büyüsünden kurtulamayanlar, eleştirilen tasavvufçular için Rabia'mn şu sözünü cevap olarak getiriyorlar:
"Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim.[403]
Tasavvufçular] savunanlar bunu getirir ve "ilahi aşkın şehidi Rabia" içingözyaşı dökerler. Her türlü arzudan, sevgi ve rağbetten, korku ve istekten soyutlandığını iddia eden Rabia için esas duruşta dururlar! Ama diğer tarafta hiçbir peygamberin böyle bir sözü söylemediği veya böyle bir yolu izlemediğini akıllarına bile getirmezler. Hatta böyle bir sözün, salih amellere karşılık Yüce Allah'ın müminlere cenneti vaadettiği gerçeğiyle çatıştığını ve dine aykırı düştüğünü anlamaya çalışmazlar.
"Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki bu ayetlerle kendilerine Öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rabbleri-ni hamd ile teşbih ederler. Onların yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla rabblerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.[404] Allah'ı zikretmek ve anmak için gece karanlıklarında yataklarından kalkan, Allah'a korku ve umut içinde dua eden, vereceği nimetleri isteyerek ve azaptan kurtarmasını umarak yalvaranlardan Allah'ı daha çok kim sevebilir?! Durum böyle olunca acaba Rabia'nın iddiasını yaptığı sevgi de ne oluyor?
Birer insan olarak peygamberler de dahil insanın en belirgin özelliklerinden biri, korkması ve umut beslemesidir. Allah'tan korkması, insanlığın en yüce makamıdır. Egemen olan ve bütün varlığı kaplayan sevginin en açık delili, sevilen hakkında kalbin korku ve umutla dolmasıdır. Hoşnutluğunu kazanma arzusu ve cezasından kurtulma umudu ile kalbin dolup taşması-dır.
Ama gelin görün ki, Rabia ve onun eğri çizgisinde gidenler o tertemiz beşeriyetten, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmek için geceleri yataklarını terkeden azim sahibi peygamberlerin insanlığından sıyrılmış olduğunu iddia ediyorlar. Acaba böyle bir iddianın ardında ne var?
Böyle bir iddianın ardında }'atan şudur: Allah'ın seçkin peygamberleri bile bu zirveye ulaşamaz. İddia sahibi, bir beşer değil, bir ilahtır. Çünkü meleklerin kendileri bile Allah'ın azabından korkar ve mükafatını umarlar. Böyle bir iddianın altında yatan düşünce, Rabia'nın, Kur'an-ı Kerim'i indirirken kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce Allah'm yanlışlık yaptığı, bizi cennete teşvik etmek ve cehennemden sakmdıı-makla haksızlık ettiği iftirasıdır. Bunları bizden isteyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevkederek bizi aldattığı iftirasıdır. En büyük mükafat ve ihsan olarak cennet ümidi ve cehennem korkusu ile değil, de Allah'ın kendi zatı için çalışmak olduğu halde, Allah'ın bunu bizden gizlemesi ve peygamberin bizlere tebliğ etmemesi iftirası bunun altında yatmaktadır. Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz! Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız!
Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yonelip ibadet ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümalarm yöneldikleri Kabe'yi Rabia "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde ibadet edilen şu put[405] demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve cehennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul etmektedir.
Şu ayeti okuyunuz; "Allah, inananlara da Firavn'ın karısını misal gösterdi. O, "Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimler topluluğundan kurtar" demişti. [406]
Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'mda zikrettiği, sonra müminlere bir örnek olarak verdiği şu tertemiz yüce saliha kadın, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve dua ediyor. Firavn'ın eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Rabia ise, cenneti istemiyor.
Şu ayet-i kerimeyi de okuyunuz: "Allah müminlerden mallarını ve canlarını onlara verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir bu. [407]
Tasavvufçuları savunan ve eleştirilmelerine tahammül edemiyenler, Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'm sünnetinden alınmış birtakım dualarını da eleştirenlere karşı bir delil olarak gösterirler. Kimi tasavvufçularm gönülden ve tam bir yakarış ifadesi olan duaları olduğunu inkar etmek mümkün olmamakla beraber, bunun kişilerin iyi veya kötülüğünü ifade etmek için yeterli olmadığı bir gerçektir. Bunun açığa çıkması için başka din mensuplarından bazı dualarla bir karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır.
Tasavvufçularm eleştirilmelerine tahammül edemiyenler onların birtakım dualarını eleştirenlere karşı delil olarak gösteredursunlar, kendilerine
Brahmani arın[408] veya Budistlerin[409]ruhları esir eden, aşkın cilvelendirdiği ve sırılsıklam ettiği bir nefisten yankılanan şeffaf terennümlerle yaptıkları dua ve getirdikleri salavatları hatırlatmak istiyoruz.
Zerdüştiler[410]Manihaistler, Firavncılar, Yahudiler, Hristiyanlar, Baha-iler, [411]Kadiyaniler[412] de benzer şeyleri yapmışlardır. Onların duaları olduğunu bilmeden yaptıkları yalvarma ve yakarmaları okuduğunuz zaman göğün kendilerinden hoşnut olduğunu müjdelediği kıddislerin duaları olduğundan şüphe bile etmezsiniz. Acaba bu dualardan dolayı onları hakkın erleri ve İslam'ın askerleri mi sayacağız? Dua eden kişiye, rabbine ne ile ve nasıl dua ettiğini değil, dua ettiği rabbinin kim olduğunu ve sıfatlarını sorunuz Önce! Onun için tasavvuf çul arın aşk ve gözyaşları içinde yaptıkları dualarından önce, nasıl bir Allah'a inandıklarına ve hangi ilaha yalvardıkları-na bakmak lazımdır.
Örnek olarak ibn Arabi'nin şu tasavvufi duasına bakalım: "Allah'ım!, Bütünümü kendi bütünlüğünde yok et. Evveliyetimi evveliye-tinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batmlığmı batmlığımda, hüviyetini hüviyetimde, inniîiğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberligimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım.[413]
Vücut, zat ve hakikat olarak Allah'ın aynısı olması için Allah'a dua etmektedir. Acaba bu duaya müslümanca bir dua diyebilir miyiz?
Bir de Hz. Peygambere getirdiği salata bakalım: "Allah'ım, zatın tılsımlı görünümü,1 derya yağmuru, cemal (güzel)liğin lahutu (üahiliği) ve visal (ka-vuşma)'nın nasutu (insaniliği), hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye selat ve selam olsun. Allah'ım! Onunla ondan ve onun içinde ona selat kıl. [414]
İbn Arabi demek istiyor ki: "Allah'ım!, kendisinde Allah'ın tecessüd ettiği (maddi vücut kazandığı) Muhammed'e selat kıl. Allah'ım! Kainatın suretlerinden zahir olmuş ve olmaya devam eden kendine selat kıl." Hakkın karşısında bu tasavvufi duanın İslam'ın ilk hakikati olan tevhid hakikatine tamamen aykırı olduğunu görümüyor mu?
Tasavvufçular dua eder ve selat getirirken bunları Allah'a değil, Allah'ın ve Rasulünün reddettiği ve kendilerinin tasarladığı bir tanrıya yapmaktadırlar. Tasavvufçuların dua veya selat esnasında döktükleri gözyaşlarına müslümanlarm aldanacaklarını sanmıyoruz. Onların "Allah'ım" deyişleri sizleri aldatabilir. Ne var ki bu lafzı Budist, Yahudi, Hristiyan, Bahai ve diğer her türlü din sahibi insanlar da kullanmaktadır. Ama her biri inandığı tanrıya veya hevesinden uydurduğu ilaha seslenmektedir. Her din mensubu kendi dilinde bu kelimeyi kullanmakta ve mitolojisindeki tanrıya yalvarmaktadır. Onun için tasavvufçularm "Allah" demelerine aldanmamak lazımdır.
Yine onların "Allah'ım, Muhammed'e selat kıl" demelerine de aldanmamak gerekir. Çünkü aynı kelimeleri Bahailer de kullanmaktadır. Zira tasavvufçularm selat ve selam getirdikleri Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed değil, belki insanları aldatmak ve sempatilerini kazanmak için heva ve heveslerinden uydurdukları bir Muhammed'dir: Çünkü tasavvufçularm Muhammed'i, beşeri bir vücutta tecessüd eden ve tasavvufi ilahların ilahı olan Muhammed'dir. Nitekim tasavvvufçular bunu Hakikat-i Muhamriıediyye adıyla anarlar. Bununla da Allah'ın Muhammedsuretinde tecessüd eden muayyen bir hakikat olduğunu ifade ederler.
Yüce Allah, Hz. Muhammed'e hitap ederek: "De ki, Allah'ı seviyorsam? bana tabi olun" demektedir. Allah'ı sevmek Hz. Muhammed'e uymayı gerektirir. Şimdi söyler misiniz, Hz. Muhammed'in dininde bu saçmalıklardan hangisi mevcuttur? Hz. Muhammed'in dualarında, selat ve teşbihlerinde ibadet ve taatlarında bu şirk ve küfürlerin hangisi vardır? Hz. Muhammed'in insanlığa tebliğ ettiği dini değiştirenler, onun sünnetini ve yolunu çiğneyenler, Allah inancını tahrif edenler, helal ve haram olarak belirttiklerini altüst edenler, şirk ve küfür diye nitelediği şeyleri din ve iman olarak insanlara sunanlar hangi yüzle ona uyduklarını, ona selat ve selam okuduklarını, onu sevdiklerini ve örnek aldıklarını iddia edebilirler? İnanç olarak Grek felsefesini, takva olarak Hristiyan ve Hint mistisizmini, hayat tarzı olarak Sasani şirkini, şeriat ve nizam olarak ihvan-ı safa ve batıniyye mezhebini kendilerine din yapan bu insanların Hz. Muhammedi sevdiklerini w. onun yoluna bağlı bulunduklarını hangi akl-ı evvel iddia edebilir? "Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz ve yalandan başka söz de söylemezler.[415] "Hevasını (kötü duygularını) kendine tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştire-bilir? Hala ibret almayacak mısınız?" [416]
Tasavvufçular Allah'ın sevgili kullan olduklarını yahut Allah ve Rasulü-nü çok sevdiklerini iddia ederler. Bunu zarif ve latif bir sesle söyler, tevazu maskesine bürünürler ki görenler yeryüzünde yürüyen nurani melekler olduğunu sanır. Ama yahudi ve hristiyanlarm da aynı şeyi iddia ettiklerini, fakat yüce Allah'ın onları yalanladığım unutmamak lazımdır. Yüce Allah, buyuruyor: "Yahudiler ve hristiyanlar 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki, Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Gerçek şu ki siz de onun yarattığı insanlardansınız. [417] "Onun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve onu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. [418]
Şüphesiz Allah'ı sevmenin delili, ona itaat etmek, ondan korkmak ve bütün getirdiklerinde peygamberi Hz. Muhammed'e tabi olmaktır."De ki, Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sever. [419]
Kitaplarında bulunduğu şekliyle tasavvufçuların din anlayışlarını gözler önüne sermeye çalıştık. Acaba bu anlayışlarında onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları oldukları görülüyor mu? Gerçek şu ki onlar yahudi ve hristiyanlarm yaptıkları gibi, meşhurlarını Allah'tan başka tanrılar edinmiş ve Allah'ın dinine sırtlarını çevirmişlerdir. Böyleyken, onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları olduğuna nasıl inanılabilir?
Tekrar vurguluyoruz, bunların Rasulullah'ı ve ehl-i beytini sevdiklerinin delili, türlü türlü bid'atlarla süsledikleri ve hurafelerle doldurdukları iftiralar ve bilmecemsi dualardan başka nedir? bu sözler size tuhaf geliyorsa, Ticanilerin şeyhinin şu sözlerini dinleyiniz:
"Hz. Peygambere saiatu'l-Fatihi sordum. Seiâtu'l-Fatihi bir defa söylemenin altı defa Kur'an'a denk olduğunu söyledi. Sonra.her defasının kainatta meydana gelen bütün tesbihiere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur'an'ın altı bin . defasına denk olduğunu bildirdi."
Tasavvuf çul arın insanları Kuran-ı Kerimden uzaklaştırmak ve soğutmak için nasıl çalıştıkları görülüyor değil mi?
Salatu'l-Fatih, sözleri ve anlamı son derece bozuk kısa bir duadır. Lafızlarını buraya alıyoruz: "Allahümme sallı ala seyyidina Muhammedtn el-Fatih li ma uğfuka ve'l-hâtim li mâ sebeka, nasıru'l-hakki bi'l-hakki, el-hâdî ilâ sırâtike'f-Mustakim, ve afâ âlihi hakka kadrihi ve mikdarihi'l-azîm.[420]
Kitabın başında belirttiğimiz gibi kişinin yaptığı güzel amellerin geçerli ve yararlı olabilmesi için sahip olduğu inancın İslam'ın belirlediği bir inanç olması lazımdır. Bu sağlam inanca sahip olan kişilerin aynı şekilde salih amel olarak İslam'ın belirlediği şekilde ameller işlemesi gerekir. İşte bu sağlam inanç ve İslam'ın öngördüğü şekilde amel sahibi olan insanlar ancak İslam'ın tasvip ettiği mümin ve muttaki insan olabilirler.
Bildiğimiz gibi Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de kendini kutsal sıfatlarla. tavsif etmiş ve Esma-i Hüsna olarak bilinen güzel isimlerle adlandırmıştır.
Müslümanlar da onu kendini tanıttığı sıfatlar ve adlandırdığı isimlerle tanıtmış ve adlandırmıştır. Onun için sıfatlar uydurmamış ve isimler iftira etmemişlerdir. İsim ve sıfatlan için Kuranda belirtilen ve Arap dilinde kullanılan manalardan başka manalar uydurmamış ve çerçevesinden çıkarmamıştır. Bütün bunlar Allah'ın buyurmadığı bir şeyi ona söyletmemek yahut sevmediği bir şeyle onu tavsif etmemek veya hoşlanmadığı bir isimle adlandırmamak içindir.
Aynı şekilde yüce Allah, bize hidayete ileten ve doğruyu gösteren yüce bir şeriat göndermiş ve onunla bütün şeriatları sona erdirmiştir. Allah'ın emin Rasulü de onu insanlara tebliğ etmiştir. Müslümanlar Allah'ın şeriatına ondan olmayan şeyleri katmamış, şeriatını eksiklik veya noksanlıkla itham etmemiştir. Çünkü o, şeriatın sahibi ve onu tebliğ eden Rasulün maliki olarak her zaman ve her yer için neyin elverişli olacağını bilir. Zamanı ve o-nun içinde yaşayanları, kendileri için en hayırlı şeyin ne olduğunu sonsuz bilgisiyle bilir. Rasulüne indirdiği şeriat da kıyamete kadar insanlar için yeterli ve elverişlidir. Müslümanlar buna kesin olarak inanmakta ve yerine getirilmesinin farz olduğunu kabul etmektedir. Belirlediği çerçevenin dışına çıkmayı bidat ve dini değiştirmek olarak kabul etmektedir.
Ama tasavvufçular, Allah'ın kendini nitelediği şeylerle nitelemekle yetinmemekte, kendine verdiği isimleri değiştirmeye çalışmakta, böylece vahyi tahrif etmeye çalışmaktadırlar. Onun yerine, parçaları, gözün gördüğü ve aklın sezdiği bütün varlıklara bölünmüş bir ilaha inanmaya çağırmaktadırlar. Bildirdiklerinin yerine kuruntuları ve hurafeleri yaymakta, her meşhurdan bir yol gösterici ve her mezardan neredeyse bir tapınak edinmekte ve ondan medet ummaktadırlar. Allah'ın güzel isimlerini ve mukaddes sıfatlarını tahrif ederek zevklerine uydurmakta ve hurafelerden oluşturdukları bir inanca uydurmaya çalışmaktadırlar. "O gibilere "Allah'tan kork" denildiği zaman, işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurura kapılır (ve daha çok günah işler). Ceza ve azap olarak ona cehennem yeter. Ne kötü yataktıro![421]
VII. Tasavvufa Yönelişin Nedenleri
İnsanların tasavvufa yönelmelerinin birçok sebepleri vardır. Hepsini burada saymak belki mümkün değildir. Bize göre bunların önemlileri şunlardır:[422]
a. Yönetimlerin İslam'dan Sapmaları ve İslami Hayatı Engellemeleri
İnsanların tasavvufa yönelmelerinin sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, müslümanlarm başında bulunan yöneticilerin ve uyguladıkları yönetimlerin İslam'dan sapması ve İslam'ın öngördüğü şekilde kapsamlı bir İslami hayata meydan vermemeleridir. Hz. Ali ile Muaviye arasında başlayan anlaşmazlık ve savaşlar İslam toplumunda büyük tedirginliklere yolaç-mış ve birtakım insanlar bu savaşlardan uzak kalmak, bunları izleyen fitnelerden uzak durmak için toplumdan soyutlanmış ve kendilerini ferdi planda İslam'ı yaşamaya vermişlerdir. İslam toplumunda ilk sapmaların bu anormal şartlar altında başladığı ve fitnelerin birbirini kovaladığı söylenebilir. Tasavvufun da bu dönemden başlamak üzere toplumda meydana gelen fitnelerden ve hayatın zamanla beraber başka mecralara sürüklenmesinden tedirgin olan birtakım insanların hayatında bir sapma olarak başladığını, müslümanlara dinin özü imiş gibi yutturulmaya çalışılan zühdün de bu şartlar altında ve her türlü kargaşanın kol gezdiği Küfe ortamında ortaya çıktığını biliyoruz. Bu insanlar toplumu kaplayan fitnelerden ve fetihlerle sağlanan ganimetler sonunda toplumda artan maddi refahın baskılarından uzak kalmak için gayret etmiş, Hindistan ve İran'dan sızan zühd hayatım taklid ederek yaşamaya başlamışlardır. Ancak çok geçmeden bu hayatın yabancı birtakım unsurlarla boyandığı veya bütünleştiği, bu sapmanın alabildiğine büyüdüğü bilinen bir gerçektir.
Bunu izleyen dönemlerde de alimlerle yönetimlerin karşı karşıya geldikleri, hakkı ve Allah'ın dinini açıkça ve korkusuzca açıkladıkları, fitne ve sapmalara cesaretle karşı koydukları için yönetimler tarafından alimlerin türlü baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını biliyoruz. Toplum fertleriyle yönetimler arasında bir nevi sözcülük ve temsilcilik görevim yapan alimlerin yönetimler tarafından cezalandırıldıkları, işkencelere maruz kaldıkları, sürüldükleri ve hapsedildikleri, hatta şehid edildiklerini gören halkın gözü yılmış, tabir caizse, meydanı zorba yönetimlere bırakmak zorunda kalmıştır. Kimileri artık bu işlerin düzelemeyeceğini, elden birşey gelmediğini, insanların yoldan çıktıklarını, ahir zaman fitnesi diyerek kıyameti beklediğini yahut Allah'ın vereceği azabın her an gelip çatabileceğim, onun için Meh-di'nin gelişini beklemekten başka çare kalmadığını düşünerek köşelere çekilmiş, saatlerini münzevi ibadet ve zikirlerle geçirmeye koyulmuştur. Toplumda emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama), gittikçe ihmal edildiği için de kötülükler alabildiğine yayılmış ve iyilikler gittikçe işlenemez olmuştur. Böylece toplumda içki, kumar, fuhuş hile, yaltaklanma, dalkavukluk, jurnalcilik, fırkacılık, milliyetçilik, hırsızlık, haksızlık, zorbalık, aldatma ve yalan gibi İslam'ın tasvip etmediği kötü-lükler yayılmış ve samimi dindarları tedirgin etmiştir. Sultanların sarayları bu kötülüklerde Öncülük yapmıştır. Artık insanların dinlerini yaşamalarının zorlaşacağı, elde ateş tutmak kadar güçleşeceği, oturanların yürüyenlerden hayırlı olacağı, evlerine kapananların sahnede görünenlerden daha emin kalacakları, gibi telkinler insanları yönlendirici rolü oynamıştır.
Bütün bunlar insanların sahneden çekilmelerini, başlarının çaresine bakmalarını, kendilerini ibadete ve zikre vererek mücadele zemininden inzivaya çekilmelerini doğurmuş ve toplumda bu uygulamaların alabildiğine yayılmasını sağlamıştır. Tasavvufun bu şartlar altında bir nevi zühd hayatı olarak başladığını daha önce kaydetmiştik. Bu da İslam toplumunda Emevi Hanedanı ile birlikte hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra meydana gelen en büyük sapma olmuştur.
Bugün de insanlar İslam'ın öngördüğü şekilde parçalanmamış bir İslami hayat sürmek istiyorlar. Bütün emir ve yasakların yerine getirildiği, helal ve haramların gözetildiği, Kur'an ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru bir şekilde verildiği, insanların meşru bütün şekil ve yerlerde bir araya gelebildiği, Allah'ın dinini korkusuzca ve eksiksiz söyleyebildiği bir İslami hayatı yaşamak istiyorlar. Oysa şeytanların musallat olduğu, nefislerin azgınlaştı-ğı, kötülüklerin kol gezdiği, ahlaksızlığın caddeleri doldurduğu, yasakların aleni bir şekilde işlendiği, emirlerin yerine getirilemediği, İslam'ın şiarı olan birçok şeylerin yasaklandığı, horlandığı veya suç unsuru sayıldığı bir ortamla muhatap olmaktadırlar.
Haramlardan koruyacak, emirlerin yaşanış ve uygulanışını öğretecek, ahlaksızlıklardan tutup çekecek ve kötülüğe götüren sebepleri ortadan kaldıracak İslami otoriteye ve yetkili insanlara meydan verilmediği, İslam'ı bütün kapsam ve organlarıyla takdim etmenin önünde engeller dikildiği, faziletli bir İslam toplumunun oluşması ve yaşaması için çabaların kısıtlandığı bir ortamda insanlar dinlerini yaşamak ve kötülüklerden kurtulmak için sahnede boygösteren tarikat temsilcilerine gitmekten başka yol bulamamaktadır. Biraz imkanı olan birtakım alimler de ya bu imkanı kullanmasını bilmiyor, yahut kullanacak cesareti bulamıyor ya da böyle bir şeyin gerekliliğine doğru dürüst bir şekilde inanmıyor yahut rahatı, makamı, maaşı ve şöhreti emri bilmaruf, nehyi anilmünker yapmaya, bunun getireceği sıkıntılara, talim ve irşada, davet ve cihada tercih etmektedir. Zaten İslam'ı parselleyerek ancak bir kısmına hayat hakkı tanıyan, en yetkili ağızlardan "bize İslam'ın inanç, ibadet ve ahlakı yeter, şeriatını istemiyoruz" diyen, laiklik, ilkeler ve devrimler, çağdaşlık, modernizm ve pozitivizm gibi isimler arkasına sığınarak İslam'a karşı açık ve örtülü bir savaş ilan eden bir zihniyetin müsaade ettiği laik ve kişiliksiz bir eğitim sistemi ile yetişen bu aydınların büyük çoğunluğunda zaten İslami duyarlılık ve hamiyet körelmiş, başkalarına karşı sorumluluk duygusu ölmüş, dünyada işlenen amellerle ahiret hayatının şekilleneceği bilginin ötesine geçmemiş, neme lazımcı bir kafa ya-pısıyla yetişmekte ve görev yapmaktadır. Milli Eğitim sisteminin yönlendirdiği üniversite hiyerarşisinde, istisnalar dışında, aydınların ve akademisyenlerin böyle bir yetişme tarzı ile yetiştikleri ve ileride elde etmesi gereken bir unvan yahut yarar uğruna o günkü İslami sorumluluktan uzak iç dünyasına kapandığı yahut olduğundan farklı göründüğü, bunun da zamanla aydınların kalıcı kişiliği haline geldiği bilinen bir gerçektir. Zaten ilahiyat aydınlarının büyük bir kısmı tasavvuf kültürünü tasdik etmekte, meşhurlarını selat ve selam ile anmakta, hatta şehirleri yerin altından idare ettiğine ve bin yıl sonra olacak şeyleri bildiklerine inanmaktadır.
Onun için, bir alimin dediği gibi, bugün gençlik taşkınlık ve anormal davranışlar gösteriyorsa bunda onlar kadar onların elinden tutmayan ve İslam'ın öngördüğü şekilde yönlendirmeyen alimlerin de sorumluluğu vardır. Bunu tarikat ve tasavvuf çevrelerine insanların kapağı atmaları meselesine uygulayacak olursak, insanlar ve özellikle gençlik tarikat kapılarında ve şeyhlerin dizi dibinde yaşamaya yöneliyorsa, bunda onlara gereği gibi rehberlik yapmayan ve İslam'ı kapsamıyla takdim etmeyen alimlerin sorumluluğu vardır. Burada İslam şehidi, büyük davetçi merhum Hasan el-Ben-na'nın iki hatırasını nakletmek istiyorum. Onlardan biri, çevrelerinde İslam alimi olarak bilinen insanların İslam davetinden ve sorumluluktan ne kadar uzak yaşadıklarıyla ilgilidir. Diğeri davet sorumluluğunu kavrayan ve yerine getirmeye çalışan el-Benna'mn hayatından bir kesittir. Abdulmuteal el-Cabri anlatıyor:
"Daru'1-Ulum Fakültesinde öğrenci idi. Allah kendisine zeka ve yetenek vermişti. Onun için sorumlulukları olduğuna inanıyordu. Bu sorumlulukların başında da Islamla ilgilenen büyük şahsiyetleri uyandırmanın geldiğini düşünüyordu. Bir Ramazan günü iftardan sonra,"İslami Uyanış" derneğinin kurucusu ve Yüksek Alimler Birliği'nin üyesi (Ezher hocalarından) Yusuf ed-Decevi'nin evine gitti. Evinde tanınmış alimlerden ve kişilerden bir grup olduğunu gördü. Müslümanların içinde bulundukları acıklı durumu ve hem müslumanları, hem de İslam'ı kurtarmak için birşeyler yapmanın gerektiğini anlattı. Alim Decevi, müslümanların çok zayıf ve güçsüz olduklarını t lam düşmanlarının ise çok güçlü olduğunu, gösterilecek bütün çabaların h şa gideceğini, herkesin kendini kurtarmaya ve kendisi için çalışmaya bak ması gerektiğini söyledi ve "Kendim kurtulacaksam, ölen veya helak olanl ra aldırmam" beytini de ekledi. Genç yaşta olan Hasan el-Benna kızdı şöyle dedi:
"Beyefendi, bu söylediklerinizin hiçbirisine katılmıyorum.İnanıyorum ki bütün mesele, zayıflık, çalışmaktan korkmak ve sorumluluklardan kaçmak tan ibarettir. Neden korkuyorsunuz? wDevîetten mi, Ezher'den mi?
Maaşınız size yeter. Evinizde oturun ve İslam için çalışın.İnsanlarla yüze gelirseniz, bu halk sizinle beraberdir. Çünkü halk müslümandir. Bu halkı mescitlerde, kahvehanelerde ve sokaklarda tanıdım.İçinde iman közünün yanmakta olduğunu gördüm. Fakat bu din düşmanları ve ahlaksızlar tarafından, onların basın ve yayını tarafından ihmal edilmiş bir potansiyel olarak durmaktadır. Bu yıkıcı ve öldürücü güçler ancak gafletinizden dolayı işlevini yürütebilmektedir. Sizler uyanırsanız hepsi deliklerine girer ve yönlendirici olmaktan uzaklaşırlar.
Beyefendi, Allah için çalışmak istemiyorsanız, dünya için, yediğiniz ekmek için çalışınız. Çünkü bu ümmette İslam yok olursa Ezher de yok olacak I alimler de yok olacaktır. O zaman sizler yiyecek ve harcayacak bir şey bula-mıyacaksınız.İslam'ı savunmuyorsanız, varlığınızı savunun, ahiret için çalışmak istemiyorsaniz dünya için çalışınız. Aksi halde hem dünyanızı, heml ahiretinizi kaybedersiniz."
Orada bulunan ve alim geçinen bazı kişiler Decevi hazretlerine hakaret etmekle suçlayarak kendisine tepki gösterdiler. Fakat aralarından Ahmec Kamil Bey diye andıkları bir adam ortaya atıldı ve "Genç çok doğru söylüJ yor, çalışmak için evim emrinizdedir" dedi.
Decevi ekibi ile beraber oradan kalkıp Şeyh Muhammed Sa'd adında bir komşunun evine geçti.el-Benna da onlarla beraber gitti ve Decevi'nin yanına oturdu. Decevi onu görünce, bir daha mı geldin? dedi ve bir şeyler vererek, bunları al, inşaallah düşünelim, dedi.
el-Benna, "Evet geldim. Mesele bir şeyler almak olsaydı, onları birkaç kuruşa satın alırdım. Bir sonuca varıncaya kadar sizi bırakmayacağım. Konunun düşünmek için ertelenmeye tahammülü yoktur. Hemen ve ciddi bir çalışmayı gerektirmektedir. Sizler İslam'ın hamilerisiniz. Sizden başka imamlar ve İslam'ın hamilerini biliyorsanız, bana söyleyin ki onlara gideyim. Belki sizde bulamadığımı onlarda bulurum.
Beyefendi, kaybolmakta olan İslam'ı tekrar hakim kılmak için olumlu bir adım atmanızı istiyorum. İsi anı hilafeti kayboldu, İslam hukuku kayboldu, müslümanlar kayboluyor " dedi.
Bir an için sessizlik hakim oldu. Decevinin ve hazır olanlardan bazıların gözleri yaşardı. Arkasında Decevi ,"Hasan! Ne yapabilirim?İngiliz işgali bütün ağırlığıyla, düşünce ve terörü ile ülkenin üzerine çökmüş, kalplere korku salıyor" dedi.
el-Benna,"Efendim, konuyu görüşmek ve düşünüp taşınmak için hamiyet sahibi düşünürleri toplayabilirsiniz, konuşma ve konferanslarla halkı uya-dırmak, dinsizliğe ve ahlaksızlığa karsı kovmak için bir gazete çıkarabilirsiniz, gençlerin toplandığı bir cemaat oluşturabilirsiniz, va'z ve irşadla halkı aydınlatabilirsiniz" dedi.
Gerçekten orada bulunanlar halk arasındaki meşhurları ve alimleri tes-bit etmeye, el-Benna'mn davet ettiği işleri yapmak için isimlerini bir kağıda yazmaya başladılar.ed-Decevi, Ehram gazetesinde İslami yönetimin gerekliliği konusunda bir makale yayınladı. Nuru'l-İslam dergisi de aynı makaleyi yayınladı. Arkasından İslam davetini bayraklaştıran, edebi yazıları yanında İslam'ın üstünlüklerini anlatan Muhibbuddin el-Hatib'in el-Feth dergisi yayınlandı.[423]
"el-Benna 1927 yılında Haziran ayında Daru'1-Ulum Fakültesinden nu, zun oldu. Aynı yıl Eylül ayında İsmaliyye şehrinde öğretmen oldu. Bu ilk resmi görevi idi. Eylül yında İsmiliyye şehrine gitti. Orada yolu belirlemeyi başladı. Camiye gitti. Cami kendisi gibilerin doğal yeridir. Camide zikir halkaları ve taraftan tasavvuf cemaatları arasında, diğer taraftan tasavvufçu-larla başkaları arasında çatışmalar olduğunu gördü.şehir halkı ikiye bölünmüş, bir taraf Şeyh Musa'nın taraftarları, diğer taraf da Şeyh Abdussemi'in taraftarları olmuş.İnsanları yerli ve yabancı emperyalizme karşı mücadele etmekten alıkoyan birtakım tali meşeler üzerinde amansız bir bölünme olduğunu gördü. Mesela tevessül meseleleri, ezandan sonra Rasulullaha selat ve selam okuma, cuma günü camide Kehf suresini okuma, teşehhütte rasu-lullah için "Seyyidina" kelimesini kullanma, ahirette Hz. Peygamberin anne ve babasının yeri, okunan kuranın sevabının ölülere gidip gitmeyeceği, tarikat mensuplarının yaptıkları zikir halkalarının günah veya sevap olduğu gibi konular.
Caminin bir köşesinde kendilerine dini sevdirmek için bazı kişiler t konuşma yapmak istedi. Ama yaklaşık henüz yirmi üç yaşlarında o bir gencin yaptığı öğütlere karşı büyük şeyhler ayaklandılar ve aralarında düşman olanlar onu camiden çıkarma konusunda anlaştılar.
Kahvehaneye gitti. Kahvehanede bir adamın elindeki sazı ile Arslan Salim veya Antera İbn Şeddad hikayesini anlattığını gördü. Hayret bir şey! Kahvehanede adam saz çahp şarkı söylüyor, dansöz kadınlar da dans ediyor!
Kahvehanede oturacak bir sandalye buldu. Oturup halkın durumunu düşünmeye ve ne mizaçlarını kavramaya koyuldu. Adam konserini tamamlayınca, yeni öğretmen el-Benna halka konuşma yapmak için izin istedi. Okuduğu Cahiliyye edebiyatından o dönemin kahramanlarını hiç alışık olmadıkları bir şekilde anlattı, sonra yavaş yavaş İslam'a gelerek bu kahramanlardan İslam'ın nasıl daha büyük kahramanlar meydana getirdiğini, Halid İbn Velid, Amr İbn Ma'dikerib ve benzerlerini İslam'ın nasıl tarihin en büyük kahramanları yaptığını anlattı.
Bu şekilde İslam fetihlerinin kahramanlarından anlatmaya devam etti. O anlattıkça halk daha çok anlatmasını istedi. Saz sahibi adamın oturduğu sandalyeye Efendi'nin oturmasını istediler. Sonra ona da bir sandalye getirdiler. Böylece kahvehanede iki ders vermiş oldu.
Gün geçtikçe bu kahvehaneye gelenlerin sayısı arttı. Genç Öğretmen çok ilginç bir şeyin farkına vardı. Kitlelerin kalplerinde gizli saklı bir imanın bulunduğunu ve bu imanı araştırabileceğini anladı. Önünde umut belirmişti. Bu kahvehanede konuşmalara devam etti.
Başka bir kahvehane müşterilerinin azaldığım ve el-Benna'nm konuştuğu kahvehaneye gittiklerini farketti. Orada yaptığı konuşmalar gibi kahvehanelerinde de konuşmalar yapması için ona ücret teklif ettiler.el-Benna, ücret tekliflerini red ederek konuşma yapma isteklerini kabul etti. Çünkü onları da hoşnut etmek istiyordu. Böylece halktan binlerce kişinin geldiği üç kahvehanede üç konuşması oldu.
Yavaş yavaş konunun seviyesini yükseltti.İnsanlara iman, siyer ve ahlak konularında konuşmaya başladı. Felsefi nazariyeler ve mantık kıyaslamalarına girmeden, Önce Yüce Allah'tan, onun varlık ve niteliklerinden söz ederek akideyi tashih etmek, güçlendirmek ve yerleştirmek istedi. Hz. Peygamberden, onun yüce ahlak ve sebatından söz etti. Dine sempati duyduklarını ve ahirete inandıklarını gördükten sonra onlara İslam ahlak ve öğretilerini açıkladı.
Onlara namazdan söz ediyor ama Ezher hocalarının başladığı gibi suların yedi türünden başlayarak anlatmıyordu. Aksine, Rasulullahm abdest alanlara verilecek sevabı anlatan hadisini,"Kim güzelce abdest alırsa, günahları tırnaklarının altından çıkarak döküldüğünü" ,"Güzelce abdest alıp vücudu ve kalbi ile yönelerek iki rekat namaz kılan bir kişi için cennetin vacip olduğunu" anlatan hadislerinden başlayarak anlatıyordu.
Nihayet dini seven ve konuşmalarını dinleyenleri kahvehaneler almaz oldu. Onlara nerede namaz kılalım? Namaz kılmamız lazım, dedi. Ona yıkılmış bir mescidin yerini gösterdiler. Cübbesini çıkarıp işçilerle beraber o mescidi yeniden yaptılar[424]
Bunlar yakın tarihimizden iki örnek. Biri toplumda hoca ve alim olarak bilinen, ama çarpık bir din anlayışına sahip olan hoca efendileri anlatmakta ve istisnalar dışında, din adamları yahut ilahiyat alimlerinin neden toplumu yönlendirmekten, insanlara rehberlik yapmaktan, tarikat şeyhleri gibi cemaat oluşturmaktan aciz yahut başarısız kaldıklarını gözler önüne sererken, diğeri inancında samimi, azminde kararlı, İslam'ın davet metodunu ve Rasulullahın izlediği yolu bilen, ahiret cennetlerini dünya rahatına tercih e-den, müminlere karşı sorumluluğunu kavrayan, kısaca Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmenin bilincinde olan davetçi bir müslümamn Örneği.
Devletin ve tarikat çevrelerinin topluma sunduğu din anlayışına gelince;
Çarpık bir din eğitimi ve yönetimler tarafından maksatlı olarak İslam'ın birçok unsurunun öcü gibi gösterilmesi, tarikatlar tarafından manastır dini gibi bir dinin Öğretilmesi neticesinde zaten insanların din anlayışları gün geçtikçe bozulmakta ve artık İslam'ın nefis ıslahından ibaret ve toplumla ilgisi bulunmayan bir din olduğu kanaati zihinlere yerleşmektedir, bu çarpık ve şirke götüren sakıncalı eğitim neticesinde kimi insanlar şeriata inanmadan yahut şeriatı red ederken de müslüman olunabileceğine inanır hale gelmiştir. Batı taklitçiliği gereği, topluma hristiyanvari bir din anlayışı sunulması ve dinin bunlardan ibaret olduğunun sürekli işlenmesi sonucu insanlar artık dinin bu olduğuna inanmaktadır. Yaklaşık yüz yıla yakın bir zamandan beri topluma sunulan bu manastır din anlayışı dinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır.
Radyo ve televizyonlarda yayınlanan din programlarında telkin edilen din anlayışı bu çarpıklığın oluşmasında çok Önemli rol oynamıştır. Kur'an-ı Kerim'den okunan pasajların bile bu anlayışla seçildiği ve güya suya sabuna dokunmayan ayetlerin okunduğu gözönünde bulundurulursa, bu anlayışın oluşması için ne kadar çaba gösterildiği daha iyi anlaşılır. Okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi' gibi dini bilgiler veren kitaplarda dinin ancak bazı yönleri belirtilip anlatıldığı, İslam'ın laikçi, sucu bucu gösterilerek tahrif edilmesine çalışıldığı ve yayın organlarında din adına konuşan k mi ilahiyat aydınlarının çıkar ve şöhretleri için dini kitlelerin zevkine gör pazarlamaktan çekinmemesi dikkate alınırsa, bu anlayışın yerleşmesi nasıl gayret gösterildiği daha iyi idrak edilir.
Kültür emperyalizminden ve uygarlık adına saldırılardan kurtulmak için zaman zaman çaba gösteren birtakım insanların elleri ve kolları bağl narak toplumda birtakım çevreler ve güçler tarafından nasıl aforoz edildiğ-gözönüne getirilirse, Özlenen hedef daha iyi seçilir.
Bütün bunlarla insanlar din konusunda cahil bırakılmakta, yanlış bilm. lendirilmekte ve hurafe de olsa dindışı birtakım şeylere sarılmasına mecbur etmektedir. Dini bir hayat sürmek isteyen insanlar, kötülük ve haramlardan uzak yaşamak isteyen vatandaşlar, ister istemez soluğu tarikat ve tekke çevrelerinde almakta, bütün çarpıklıkları ve yanlışlıklarıyla oralarda dini yaşayışı aramaktadırlar. Çünkü kötülüklerin ve haramların alabildiğine serbest ve ortalığı doldurduğu bir ortamda insanlar kendilerini bu kötülüklerden ancak buralara sığınmakla koruyabileceklerine, ibadetlerini ancak bu gibi yerlerde yapabileceklerine inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bilerek veya bilmeyerek ister istemez buna inandırılmaktadırlar. İslam'ın bütünü için çalışacak birkaç kişi bir araya gelecek olsa, enselerinde statükonun nefesini hissettiği ve her türlü hiyanet ve suçlamalarla suçlandığı bir ortamda, ülkenin her tarafında tarikat ve tekke çevrelerinin mantar gibi bitmesine, türlü kılıklar ve biçimlerle ortalıkta görünmesine, insanların otobüslerle ve uzak diyarlardan akm akın tekkelere ve ayinlere gitmelerine göz yumulması, mukaddes çorbadan (!) içerek, şeyhlerin el ve ayaklarını öperek, eşiklerine yüz sürerek, hatta münferid olaylar da olsa, kimilerin iffetlerini ve namuslarını feda ederek bereketlenmelerine ses çıkarılmaması acaba bu maksatlı yönlendirmenin ürünü değil midir?
Sahih ve bütüncül bir İslam'ın önüne her türlü engeller çıkarılırken, sadece nefis ıslahı ve ayin için yapılan çabalara göz yumulması tasavvufa yönelişin en büyük etkenlerinden değil midir? İslam'ın egemenliğini amaçlayan bütün faliyetlere ve kuruluşlara statüko dünyayı zindan etmeye çalışnken, belirli ayinler için devletin başındaki kişilerin özellikle çaba göstermesi bu gerçeği anlatmıyor mu? En son örneğini Cezayir'de gördüğümüz bu uygulamalar bu hakikati ifade etmeye yeterli değil midir? Cezayir'de İslam devletini kurmaya çalışan müslümanları toplu halde zindanlara dolduran despot yöneticilerle tarikat şeyhlerinin işbirliği acaba neyin ifadesidir?
Din eğitiminin üretken ve ülkenin ekonomisine maddi bir katkısı olmayan bir eğitim olduğu iddiasını sürekli sakız gibi çiğneyen, ülkenin din adamma bu kadar ihtiyacı yoktur diyerek din eğitimi verilen kurumların varlığına bile tahammül edemeyen bir zihniyetin radyo ve televizyonunda insan-
|ları uyuşturan, miskinleştiren ve bir lokma bir hırka felsefesini yansıtan tasavvuf müziğine ve tasavvufi motiflere bağrını açması, acaba insanları bu
I gibi yerlere yöneltmek amacına yönelik değil midir? İnanıyoruz ki, İslam'ın tam olarak yaşanabildiği ve insanların bundan dolayı birtakım yasaklar ve engellerle karşılaşmadığı bir ortamda kişiler tasavvufa bu kadar yönelnıe-yecek, dinin yaşanabildiği ve haramlardan korundiığu tek yerler tarikat ve tekkeler olmayacak, ülkenin her yerinde mantar gibi şeyhler ve müridi ev bitmeyecektir.
Toplumu bir moda gibi saran ve sürekli revaçta tutulan tasavvuf akımının biteceğini ve insanların ona kaymayacaklarını elbette söylemek mümkün değildir. Çünkü her zaman ve her toplumda dengeli ve eğri insanlar bulunacak, hak üzere olanlar ve ondan sapanlar olacaktır. Ama İslam'ın net ve tam olarak anlatıldığı, serbestçe yaşandığı ve eğitiminin doğru bir şekilde verildiği bir ortamda elbette tasavvuf modası bu kadar revaçta olmayacak ve mensupları küçük azınlıklardan öteye geçenıiyecektir.
Tasavvufa insanların yönelmelerinin önemli sebeplerinden biri olarak bizlere intikal eden tarihi kültür mirasını ve din anlayışını da belirtmeden geçemeyeceğiz. Kur'an ve Sünnet eğitiminin insanları mezhepsiz yapacağı, evliyayı İnkar etmeye götüreceği, kerametleri ve şefaati tanımamaya sevke-deceği, kabir ziyaretini yasaklayacağı, şeklinde oluşmuş bir kültür ve anlayışın tasavvufun yayılmasında çok büyük rolü olduğu muhakkaktır. Kabit leri kutsallaştıran, ölülerle oturup kalkan, fetihlerin ve zaferlerin rüyalarla tesbit edildiğini söyleyen, hayat gerçeklerinden çok keramet ve olağanüstülüklere inanan toplumda, birtakım insanlara din adına imtiyazlar ve dokunulmazlık tanıyan, imamlarını masum saydığı için Şia'yı eleştirdiği halde, tasavvuf meşhurlarına masumiyet giydiren, sultanından[425] vatandaşına kadar tarikata bağlı bulunan, Hakikat-ı Muhammediyye, dinlerin birliği, gavs, aktab, ebdal, evtad, nukeba ve nuceba gibi gizli ülke hiyerarşisine inanan,
dini keşf ve feyizlere bağlayan, dinin naslarına apaçık aykırı olduğu halde bir tasavvuf ulusunun hatasını eleştirmeyi dine karşı gelmek veya çarpılmaya sebep olarak gören bir din anlayışının egemen olduğu bir toplumda tasavvufa yönelmeyi Önlemek elbette güçtür. İnsanlar Kur'an eğitiminden ve sahih bir şekilde sünnet eğitiminden geçirilmedikçe, onlara dinin kapsamlı-lığı ve bütünlüğü anlatılmadıkça, aradaki bu engelleyici ve uyuşturucu telkinler bir yana bırakılmadıkça bu moda daha çok sürecek gibi görünüyor. Çünkü insanların atalarından miras aldıkları şeyleri bir çırpıda bırakmaları mümkün olmadığı gibi, eğitime tabi tutmadan bunu onlardan istemek de haksızlıktır. Uzun çabalar ve sahih bir Kur'an eğitimi neticesinde ancak zamanla değişiklikler olabilir ve insanlar gün geçtikçe gerçekleri görebilirler. Bütün müslümanlar bu eğitimi sağlamak ve insanlara Allah'ın dinini net olarak sunmak için çaba göstermek zorundadır.[426]
b. Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik
Fıkhı mezhepçilik Müslümanların birliğinin çözülmesinde, aralarında ihtilaf edip çatışmaya girmelerinde oynadığı olumsuz rolün yanında, bağnaz fikhi mezhepçilik, duyguların donuklaşması, vicdani şuurun yitirilmesi ve manevi duyarlılığın köreltilmesinde de büyük rol oynamıştır. Ruhsuz ve faraziyelerle dolan kimi fikhi mezhep kitapları, duyguları harekete geçirmeyen, vicdanı okşamayan, ruhun susuzluğunu gidermeyen, nefsi tehzip ve. tezkiye etmeyen, heva ateşini söndürmeyen kuru bilgilerle dolup taşmıştır. Bu arada alabildiğine genişlemiş ve ucu bucağı görünmez bir umman halini almıştır. Hatta mesela bir mezhep fıkhının en az yirmi sene içinde Öğrenilebileceği yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Halbuki Rasulullah İslam fıkhını ümmete öğretmiş, davetini yaymış, oddular donatmış ve savaşlar yapmış, fethedeceği yerleri fethetmiş ve Arap müşriklerinin elinden her türlü mukavemet ve eziyet görmüş olmasına rağmen bu süre ancak buna yakm olmuştur. Kısaca Rasulullah bütün bunları yirmiüç sene gibi buna yakm bir zamanda gerçekleştirmiştir.
Sahih İslam kültürü ve hayatından uzak insanların tasavvufçuların kucağına atılmalarında bu bağnaz fikhi mezhepçiliğin büyük rolü olduğu muhakkaktır. Çünkü bu insanlar keşf ve riyazat, halvet ve fuyuzat yolu ile bu ilimlerin kendilerine en kısa zamanda öğreteceklerini vaadeden, kabuk mesabesinde saydıkları serî ilimlerle uğraşmak yerine, dinin Özü ve hakikati dedikleri şeffaf, duyarlı hayati ve ruhani zevki gerçekleştireceklerini söyleyen tasavvuf çul ara can kurtaran simidi gibi sarılmışlardır. Tıpkı ızdırap çekilen bir hastalıktan çok pahalıya patlayan ve uzun zaman doktor tedavisiyerine, işportacıların zaman zaman halk arasında reklamını yaptıkları ve her derde deva diyerek tanıttıkları birtakım ilaçlara ve yollara insanların peyletmesi ve ilgi duyması gibi... Zavallı cahil halk, dizginlerini bunların eline verir, onlar da bunları umman şeklini almış bağnaz fikhi mezhepçilikten daha geniş ve ucu karanlık olan tasavvufa götürürler.
Fikhi mezhepçiliğin donukluğundan, maneviyattan uzaklığından usanmış ve ruhaniyete susamış bu insanlar kendilerini tasavvufun kucağına atacakları yerde, Kur'an ve Sünnet fıkhına yönelselerdi bu ruhani hayatın lezzetini farkeder, ilim zevkini tadar, iman ve ihsan atmosferiyle ruhları dolardı. Her biri rabbini görürcesine ibadet ederek ihsan derecesine yükselmenin yolunu öğrenir ve bunun zevkine ererdi. Kur'an atmosferine girselerdi, Rasulullah ve ashabının nasıl iman ve ihsan derecelerinin zirvesinde bir hayat sürdüklerini öğrenir ve onların yolundan giderlerdi.[427]
c. Kelam Tartışmaları
Müslümanın vicdan ve duyarlılığını ihya etmede bağnaz fikhi mezhepçilik başarısız olduğu gibi, haksız bir şekilde tevhid ilmi diye isimlendirilen kelam ilmi de aynı şekilde başarısız kalmıştır. Çünkü kelam müslüman fertlerde ruhi duyarlılığı dondurmuş, duyguları öldürmüş, ruhi atmosferin dışına çıkarmış ve zaman zaman akidenin sapmasına, hatta inançsızlığa kadar götürmüştür. Başlangıçta İslam'ı savunmak amacıyla ortaya çıktığı söylenen kelam, zamanla kendini İslam'ın yerine koymuş, kurumlaşmış ve ekoller artık kendilerini savunmuşlardır. İslam'la uzaktan yakından ilgisi bulunmayan Hint felsefeleri, Yunan cedel ve safsataları bu ilmi manevi yapıdan uzaklaştırmıştır. [428]
Aynı şekilde sonu gelmeyen diyalektiklere çevirmiştir. Halbuki Kur'an'ın bu aleme bakıp teemmül etme yolu dışında, tevhidin ne bir kaynağı vardır ne de olması mümkündür. Zira Yüce Allah ancak, kitabında kendisini tavsif ettiği ve Kur'an'da bildirilen gayb haberlerine inanıp Kelam ilminde olduğu gibi gaybin bilgisine muttali olmadıkları konularda zanlarıyla hükmediyorlar, mevcut nasslarla yetinmiyorlardı.
Onların zamanında ne bağnaz mezhepçi fıkıh, ne de kültürlerin kompozisyonu haline gelmiş ve diyalektik metodu izlemiş kelam ilmi mevcuttur.
Buna rağmen, bu insanların herbirinin manevi hayatın ve ruhi cevvaliyer en mükemmel şeklini yaşadığı ve tasavvuf denilen çıkmazlara hiçbir zam-ihtiyaç duymadıkları bir gerçektir. Çünkü bu insanlar Kur'an ve Sünnet mosferi içinde yaşıyor, onu teneffüs ediyor, ruhi ve manevi bütün gıdalar onlardan alıyor, teorik ve pratik bütün ilimlerini" de onlardan elde ediyord Bunların dışında ne bir şeyhin elinde çile doldurma, ne de bir başkasının i çabukluğuyla kısa bir zamanda bütün ilimleri elde etme gibi bir temayü]]e .• olmuştur.
Kur'an-ı Kerim, cahiliyye müşriklerinin müşrik atalarını taklid edip Al lah'ın vahyine kulak vermemelerini şiddetle kınamış ve bu davranıştan sa-kındırmıştır. Yüce Allah buyuruyor;
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız' dediler.[429]
"Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Rasule gelin, denildiği zaman 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuz bize yeter' derler. [430]
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. [431]
"Hayır, sadece "biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden gidiyoruz.' dediler, [432] vd.
Biraz mantıklı ve naslara uygun düşündüğümüz zaman, şeriatı ve müs-lümanları tehdit eden en büyük tehlikenin insanları Allah'ın kitabından ve Rasululah'ın yolundan alıkoymak, dinlerini onlardan öğrenip yaşamalarını engellemek ve müctehid insanları Kur'aiy ve sünnetin yerine koyup onların sözlerini taklit etmeyi Kur'an ve sünnete sarılmak gibi vacip görmek yahut onları Kuran'm önüne engel yapmak değil midir? Şeriatı tehdit eden en büyük tehlike, "Biz Kur'an'ı anlamak ve uygulamak için değil, teberruken okuyoruz " diyen zihniyet değil midir? Bu zihniyet değil midir ki, müslümanla-rın gerileyip bugünkü acıklı duruma düşmelerine yol açmıştır? Bu anlayış değil midir ki, müslümanlarm hem din hem dünya ilimlerinde gerileyip emperyalizmin boyunduruğu altına girmelerini hazırlamıştır? Dinin yasakladığı ve kötülediği taklidin dinin yerine konulması değil midir müslümanlan Kur'an'm yabancısı yapan ve hayatlarını Allah'ın dini ile değil, beşeri kurallar ve kanunlarla düzenlemeye mecbur bırakan? Birtakım insanların kitaplarını okuyup ezberlediği, okuttuğu, şerh ve haşiyeler yazdığı ve ömrününlarla geçirdiği halde, Kur'an'm baştan sona kadar anlamını bir defa ol olunmamasının sebebi bu çarpık anlayış ve öldürücü taklid değil midir''
Bunları söylerken, hiçbir zaman alimleri küçümsemek veya bir tarafı kmak, söylediklerini yabana atmak, basit bilgilerle içtihad etmek mbi ,üş Unce taşımadığımızı belirtmek isteriz. Aksine bütün alimlere ve müct hidlere sonsuz saygı ve takdirimiz yanında onların gittikleri ve izledikleri
lu izlemeye davet ettiğimizi belirtmemiz lazımdır. Zira onların hiçbiri in sanların kendilerini körü körüne taklit etmelerini istememiştir.
İnsanlara, sınırlarını Kur'an'm çizdiği Kuran ve sünnet eğitimi verildin-' ve gerçekleştiği zaman, insanlar bağnaz taklitçilikten, bid'at ve hurafeler içinde yüzmekten, insanları putlaştırmaktan, tasavvuf ve benzeri sapmalardan kurtulabilecek, doğrudan doğruya ilhamını Kur'an'dan alacak ve asrın İdrakine İslam'ı sunacaktır. Bu eğitim esnasında alimlerin içtihad ve görüşlerinden yararlanılacak, örnek ahlak ve çalışmaları anlatılacak, ama hiçbir zaman insanlarla Allah'ın dini arasında bir set yahut bir engel telakki edilmeyecektir. Onların da rolü, insanları Allah'ın dini ile yüzyüze getirmek ve onu kavramaları için yardımcı olmaktan ibaret değil midir?[433]
[401] Gumüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul),, P;ımuk Yayınlan, istanbul 1977.
[402] Gütnüşhanevi, a.g.e., aynı sayfa
[403] Rabialu'l-Adeviyye, h. 195 yılında ölmüştür. Basralıdır. Önceleri şehvet düşkünü çalgıcı iken, sonr.ıtasavvufçu olmuş bir kadındır. Allah sevgisine dair şiirler söylemiştir. Tasavvufla aşk, sevgi terimlerini ilk
defa onun kullandığı söylenir. Dr. Abduİkadır Mahmııd, el-Felsefetü's-Sufiyye fi'l-İslanı, 16!}-170. Otum
bu görüşünü veya bid'atını daha sonra Ali ibn el-Muva(iak (öl. 26Vfi7îi) ve tasavvuf şain Yunus Emre
şöyle tekrarlayacaktır:
"Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/iîan.ı seni gerek seni."
Görüldüğü gibi, Rabi.ı olsun, Yunus Emre olsun, Allah'ın mü'minlere salih amelleri iğin vaadetti£i cen neti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine isr^iloj-ullarının Uz. Musa'yı "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (Bakara, 55) dedikleri gibi Allah'ın .calini görmek istiyor. I [albuki hiçbir peygamber ahiret için bövle bir istekte bulunmamış ve ümmetine böyle bir şeyi vadetmemiştir. Kaldı ki hayır ameller için mükafat olorak Kur'an ve Sünnet cenneti vadederken, onları islememek veya Allah'ın zatını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak anlamına gelir. Bid'at ve sapıklıklara d.ılan kimi tasavvufçu-ların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhıı'l-İslam lî-bussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemiyen, hem küçümseyen sözleri için "küfür" demektedir. Şüphesiz hu hüküm, aynı görüsü daha önce ve sonra söyleyenler için de geçerlidir. Bakınız, Ebussuud Efendi, Fetvalar, 87, Mesele, 353, İstanbul 1972, Aynı hükmü M. Zahiri Kotku'nıın ri.ı verdiğini yoruyoruz. Bakınız, Ehli Sünnet Akaidi, 137, madde, 23 İstanbul, 1984.
[404] Secde,15-16.
[405] Dr. Abdurrahman Bedevi, a.g.e., 26, Şehidetu'l-lşki'l-ilahi, 38, Yukarıdaki sözün devamı şöyledir: "Şüphesiz Allah ona (Kabe'ye) ne girmiş, ne odan hâlî olmuştur."
[406] Tahrim, 11.
[407] Tevbe, IH.
[408] Hinduların eski kutsal kitabı Vedalar'da adlandırıldığı gibi tek kişi olan Brahma'ya nisbettir. Bu din üç tanrılı bir inann benimser. En üstünü Brahma, diğeri Vişnu olup hayat lannsıdır. Üçüncüsü de Şiv.ı olup felaket tanrıssdır. Bu din mensupları din kahinlerinin kutsallığına inanırlar. Çünkü onlara göre bunlar tanrıların yanında kendilerine şefaat etme ve tanrıları etkileme gücüne sahiptirler. Şeyhleri kulsall.ı^ltr-mayı ve kurtarıcılıklarına inanmayı tasavvurdular bunlardan mı almışlardır dersiniz?
[409] Buda'ya nisbettir. Peygamber olduğunu iddia eden bir Hindistanlıdır. Milallan önce altıncı asırda doğmuştur. Daha sonra Budizm, Buda'nm insanların günahlarını yükîenmek üzere onları kurtarmak için vücut kazanmış bir ifah olduğuna inanacak kadar değişikliğe uğramıştır. (Hrisliy.ınl.ırm (esiis inancı ve Hiç. isa'nın insanların (güya) doğuştan getirdikleri günaha kefaret olmak üzere çarmıha serildiği inancım Budizm'in bu şeklinden aldıklarına inanılmaktadır.
[410] Zerdüşt'e nisbettir. Farisilerin yalancı peygamberidir. Milattan önce yaşarmşlır. MenMipl.ırtn.ı Avesla adında bir kitap bırakmıştır. Daha sonra yapılan şerhlerle beraber Zenâ Avesla adını almıştır. Hu din, (tu-alist bir inanca sahiptir. Tanrılardan biri hayır tanrısı olup adı Hürmüz, diğeri şer lannsı olup thrimen'dir. Zerdüşt, haynn şerre salip geleceğine inanır. Optimist bir düşünce sahihidir. Mani dininde olduğu gibi Pesimisl (kötümseri değildir.
[411] Baha lakabıyla anılan Mirza Hüseyin Ali'ye nisbettir. Dini inançlarına göre Allah /aman zaman peygamberler suretinde görünür ve Mirza Hüseyin Ali ilahi tecessüdün en mükemmel suretidir. Nuh Peygamberden Uz. Muhammed'e kadar peygamberlerin vahiylerini aldığı ve kaynaklandı^ kaynak olarak tanıtılır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıkan ve Sun Myunj; Moon adıyla yayılan Moon tarikatı bu inancın son şeklini yansıtıyor olsa gerektir. Çünkü bu larikat inancına göre Moon, lan-rının en son tecessüd elliği peygamberdir.
[412] Mirza Gulam Ahmed, el-Kadiyani'ye nisbettir. Mirza Gulam Ahıned 1908 yılında ölmüştür. Kıyamele yakın geleceği söylenen llz. Isa veya Mehdi olduğunu iddia etmiş ve Allah'ın kendisine vahiy indirdiğini söylemişlir. Taraftarları daha sonra ikiye ayrılmışlardır. Bir kolu Ahmediyye, diğer kolu Kadıyaniyye adıyla anılır. Ahmediler, Kadiyanilerden daha mutedildir. İkisi de Gulam Ahmed'in Mesih'in kendisi okluğuna i-nanmıyanları kafir sayar. Hinciistanı işgal eden İngilizlerle işbirliği yapmış ve Müslümanların aleyhine ellerinden gelen bütün yollara başvurmuşlardır. Bugün de İslam aleminin değişik yerlerinde islam'ın aleyhine çalışmaktadırlar.
[413] İbn Arabi, Mecmuatıı'l-Ahzab, 15 hicri 1298, istanbul.
Gerçeğin bizzat müşahade edilmesi için ibn Arabi'nin duasını kendi lafızlarıyla aşağıya alıyoruz: "İlahi, istehlik kulliyeti fi kultiyyetike ve emidde evveliyyeti bi evveliyyetike hatta eşhede evveliyyeteke li evveiiyyeti ve ahiriyyeteke fi ahiriyyeti ve zahiriyyeteke fi zahiriyyeti ve batınıyyeteke fi batınıyyeti ve k.ı-Ijiltyyeteke fi kabiliyyeti ve inniyyeleke fi inniyyeli ve hüviyyeteke fi hüviyeti ve maiyyeteke ti maiyyeli hetta ekune unvane ?.alike's-Sırri kullihi, bel şeklehu ve suretehu".
[414] İbn Arabi.a.g.e.14
[415] En'am,116
[416] Casiye,22.
[417] Muhammed,28.
[418] Aİ-! İmran,31.
[419] Aİ-! İmran,31.
[420] Abzab ve Evradu't-Ticıni, (ah. Muhammet) el-l i.ıft/, kitabından naklen.
Abdurrahman Abdulhalik, el-Pikru's-Sufi fi Davi'l-Kilab ve's-Sürtne, 353. Sahıtu'l-Fatih'in .ınl.mıı d.ı şudur: "Allah'ım! Hz. Muh.ımmed'e selal olsun, o kapalı bf.ını açmış, geçmişi sona erdirmiş, h.ıkkı hakla desteklemiş, sırat-r mııstakime ileimişiir. Kadri ve büyük mikdarı kadar a I i nede selal olsun" Kapatılıp d<ı Rasululfah'ın açtığı nedir? Önce geçen nedir? Görüldüğü gibi bir araya yetinmiş tekerlemelerden ibaret bir dua. Rtı iki satırlık bir du,ı nasıl Kur'an-ı Kerim'e denk veya üstün olabilir/ Uu'nurt da cevabını kendileri veriyorlar. Zira, Rimahıı Hizbt'r-Rahirn kitabının yazarı el-futi, bunun Allah'ın kelamı olduğuna inanmak gerekir, demiştir. A.g.e., 2/131, ed-Durretu'l-Haride'nin yazarı da aynı şeyi söylemektedir, a.g.e., 4/128. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Abdufhalik, a.g.e., 352-354, eş-Ş.ırani de velilere vahyin yazılı bir kağıt içinde geldiği ve ne taraftan okunursa değişmediğini söylememiş miydi? Bakını*, el-Yev.ıkit ve'l-Cevahir, 2/85,. Mısır, 1307 h.
[421] Bakara, 206. 386 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 377-386.
[422] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 386.
[423] Abdulmuteal e baskı, kahire 1978
[424] Abdulmuteal el-Cabrı>,u.e.29-3V
[425] Oluzallı Osmanlı padişahının tarikata ve tekkeye misil baRlı olduftunu girmek isleyenler Yasar Nuri Öztürk'ün "Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar" 249-250, kitabına bakabilirler. Ancak merak edenler için son dönemlerin padişahlarından bazılarının tarikaiını belirtelim:
Sultan 1. Mahmud (öl.174f>|-Halvetiyye, Sultan III. Osman (öl. I 757)-H,ılvetiyve-i Kaui'iyve, Sulun III. Mustafa (öl. I774)-Halvetiyye-İ Cerrahiyye,Sultan I. Abdulhamid (öl.1807)-Nak<jilw>ndiyye, Sultan III. Selim (öl. 1807)-Mevleviyye, Sultan IV. Mustafa (öl. 1808)-Nakşibendiyye, Sulun II. Mahmııd (öl.lHl't)-Halvetiyye-i Cerrahiyye ve Mevleviyye, Sultân Abdıtlmecid Çöl.1H(ı1)-l lalvetivye-i Cerrahiyye, Sulun Ab-dutaziz (öl.l876)-Bektaşiyye, V. Mur.ıd (öl.l 87r.)-I3.lhaiyye ve Masonluk, Sultan II. Abdulhamıd {öl.1909)-Şazeliyye, Sultan Mehmed Reşad (öl.T'JIÖ)-Mevleviyye, Türkiye Cıımluıriyelinin de başla I Kın Bayram olmak üzere diğer birtakım şeyhlerin himmetiyle nasıl kurulduğu ve başkenlin onların keşliyle nasıl belirlendiği hakkında bakını?: a.g.e., 250..
[426] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 387-396.
[427] Bagna2 fikhi mezhepçiliği hazırlayan ve doyuran sebepler ve bunların kötü sonuç hırı hakkında sieııiş bilyi için bakınız. Ahmecf Emin, Fecru'l-İslam, 2/53-56, Kahire, 1963,üçüm u baskı; Celalecfclin V<ıt<mcf.ış, Vahiyden Kültüre, 304-309, Pınar Yayınairı, isi, 1992.
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 396-397.
[428] Meşhıır isfam alimlerinden Takiyuddin İlin Dakikihyd "Felsefenin İslam .deminde üstünlük s,ıi>l.ım<ısı MoğolLıra karşı müsiümanların hezimetini hazırlamıştır" demektedir. Rf<z. İbn Teymiyye, I lakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 76, İdaretu't-Terceme ve't-Telif, Faysalabad, Pakistan.
[429] Bakara,170.
[430] Maide,IO4
[431] Lokman,21
[432] Zuhrul,22.
[433] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 397-399.
Tasavvufçularm sözleriyle büyülenmiş olanlar, onların "Bu sözlerimiz, Kur'an ve sünnetle kayıtlıdır" türünden ifadelerine bakarak şeriattan kılpa-yı sapmadıklarını düşünebilirler. Tasavvuf kitaplarında yer alan "şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o veli olamaz" gibi sözleri tasavvufun Kur'an ve sünnet çerçevesi içinde olduğuna delil gösterenler olabilir.
Gerçek şu ki, acıklı pratiği kamufle eden tatlı sözlere aldanan bilgisiz ve gerçeklerden habersiz yığınlardan kendisine taraftar bulmak için İslam toplumunda ortaya çıkan her fırka ve hizip bu gibi iddialarda bulunmuş, şeriatın ölçülerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu etrafına propaganda etmiştir. İmamlarım tanrılaştıran gulat-ı şia bunu söylemiş, Allah'ın kitaplarını işlevsiz kılan Muattala söylemiş, Allah'ı insan gibi cisim yapan Mücessime bunu söylemiş, sapıklıkları gün gibi açık olan Kadiyanilik ve Bahailik bunu iddia etmiştir. Bütün bu sapık fırkalar aynı şeyi iddia ettiği gibi, tasavvufçu-lar da iddia etmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından en-Nablusinin vahdet-i vücudun Kur'an ve sünnetten alındığını söylediği sözlerini daha önce nakletmiştik. Yeryüzünde ve alemdeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve sün-|, netten alındığını iddia edecek kadar yüzsüzlük yapan bir topluluk, sözlerinin Kur'an ve Sünnete bağlı olduğunu nasıl iddia etmesin?!
Hiçbir insanı dilediğini iddia etmekten alıkoyamazsınız. Ancak yapılabilecek birşey varsa, o da söylediği veya iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığını test etmek, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin hak terazisi ile Ölçmektir. O z,r -\an iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığına delil ve hüccet ile hükmetmek mümkündür. Şu ana kadar tasavvufçularm gerek nazari inançlarını ve gerekse ameli yanlarını sergilemeye çalıştık. Acaba bunların şeriata veya salim bir akla bağh olduklarını söylemek mümkün müdür? Tasavvufçularm tanrı ve liderleri hakkındaki inançlarının şeriat veya akılla bağdaşan bir yanı olduğunu söyleyebilir miyiz?
İşin gerçeğinin tasavvufçularm iddia ettiği gibi olmadığını bir örnekle göstermeye çalışalım: Gümüşhanevi'nin şu sözlerine bakalım:
"Şeriata muhalif olan tarikat, dalalettir, felakettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnete uymazsa, fasıkhk ve zındıklıktanbaşka birşey değildir.[401]
Bu ifadenin hemen üstünde Marifeti anlatırken söylediği şu sözlerle yukarıdaki ölçünün nasıl kaybolduğu ve şeriatın belirlediği hükümlerden nasıl ayrı hükümler koyduğunu görelim. Şöyle diyor:
"Ramazanda oruç tutan bir kimsenin orucu, şeriata göre yemek ve irmekle hükümsüz olur. Tarikata göre gıybet orucu bozar. Hakikatte ise oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesiyle orucu bozulmuşolur. [402]
Bu sözler dinde teşri yapmak, şeriatın hükümleri dışında hüküm belirlemekten başka neyi ifade etmektedir? Şeriatın helal ve haramı ile yetinmeyip kendinden hükümler koymaktan başka nedir?
Herşeyden önce İslam şeriata, tarikata ve hakikate göre oruç, diye birşey belirlemiş değildir. Şeriatın hükmü dışında tarikata ve hakikata göre oruç da olmaz. Orucun nasıl, ne zaman tutulacağını, nelerle bozulup bozulmayacağını şeriat belirlemiştir. Sofulara ayrı, sofu olmayanlara ayrı bir orucu da şeriat getirmemiştir.
"Oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesi ile orucu bozulmuş olur" sözünü İslam'ın hangi hükmü ve Ölçüsüyle bağdaştırmak mümkündür? Rasulullah da dahil, oruç tutan hangi müslümamn kalbine Allah'tan başka birşey gelmiyor? Bununla orucun bozulacağını şeriatın hangi hükmü söylemektedir? Şeriata göre, tarikata göre, hakikata göre oruç ayırımı dinde yapılan bir bidattan başka nedir? Kur'an-ı Kerim ve RasuluUah'ın sünnetinde tarikata ve hakikata göre oruç var mıdır?
"Şeriata bağlılık" kaydını kimi tasavvufçular, "Kişinin ermesiyle kendisinden şer'i teklif kalkar ve artık şeriatın hükümleriyle mükellef olmaz" diyen birtakım sapık tasavvufçulara karşı belirtine zaruretini gördükleri bir kayıttır. Şüphesiz böyle bir duyarlılığı ve tepkiyi takdirle karşılamamak mümkün değildir. Ama bu duyarlılığı gösteren ve sözkonusu sapıklıklara karşı böyle bir tepkiyi gösteren tasavvufçularm da kendilerini tasavvufun bid'atlarından nasıl kurtaramadıklarını görüyoruz. Bunun misalleri tasavvuf kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Onun için "şeriata bağlılık ve onun sınırları yanında durmak" gibi sözleri veya kayıtları bir yerde işlevsiz kalmakta ve iddiadan öteye geçememektedir.
Bir sonraki sayfada yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz: "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, marifet de servetin başıdır." Acaba şeriatı bu şekilde parselleyip bir kısmına tarikat, bir kısmına hakikat, bir kısınma da marifet diyen İslam mıdır, yoksa tasavvufçular mıdır? Sonra, şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? Yine, Rasulullah zamanında tasavvufçularm tarikatı nıı vardı ki,, şeriatı bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Çünkü yukarıda naklettiğimiz sözü tasavvufçular RasuluUah'ın bir hadisi olarak nakletmektedirler.
Yine şu sözlerine bakalım; "Şeriatın temizliği su ve toprak ile, tarikatın temizliği heva ve hevesi gönülden çıkarmak ile, hakikatin temizliği de kalpte Allah'tan başkasına yer vermemekle yapılır."
Düşünün, müslümanlar su ile abdest almakta ve gusletmektedir. Şeriata göre bu insanlar temiz olmakta ve Yüce Allah'ın huzuruna ibadet için çıkmaktadır. Tarikat ve hakikata göre bu temizlik değildir ve müslümanlar temizlenmeden Allah'ın huzuruna çıkmaktadır. Sonra, kişinin heva ve hevesi peşinde gitmemesi ve mümkün olduğu kadar Yüce Allah ile beraber olmasını şeriat öngörmemiş midir ki, bu marifet tarikata ve hakikata mal edilmektedir? »Şeriatın belirlediği hükümler dışında hükümler koyan ve dini Allah ve Rasulünün tasvip etmediği şekilde parselleyen kişilerin şeriatın ölçülerine bağlı kaldıklarını söyleyebilir miyiz? Kitaplarına yazsalar ve dilleriyle söyleseler bile, bu onların iddialarından öte bir değer ifade etmez.
Hemen belirtelim ki, bu kayıt ve ölçülerine rağmen tasavvuf meşhurlarının birçoğu İslam inancında ilk gerçeği, şeriatın kararlaştırdığı ve aklın hükmettiği ilk hakikati inkar etmişlerdir. O da Yüce Allah'ın zatında, sıfat ve fiillerinde bütün yaratıklarından ayrı olduğu gerçeğidir. Şimdiye kadar gördüklerimizden sonra tasavvufçularm bu gerçeğe İslam'ın istediği «şekilde inandıklarını nasıl söyleyebiliriz?
Bazı mutasavvıfların iddia ettiği gibi, tasavvufçular gerçekten Kuran ve sünnete bağlı kalarak onlarla mı amel ediyor? Söyedikleriyle yaptıkları birbirini tutuyor mu? Tasavvuf büyüsünden kurtulamayanlar, eleştirilen tasavvufçular için Rabia'mn şu sözünü cevap olarak getiriyorlar:
"Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim.[403]
Tasavvufçular] savunanlar bunu getirir ve "ilahi aşkın şehidi Rabia" içingözyaşı dökerler. Her türlü arzudan, sevgi ve rağbetten, korku ve istekten soyutlandığını iddia eden Rabia için esas duruşta dururlar! Ama diğer tarafta hiçbir peygamberin böyle bir sözü söylemediği veya böyle bir yolu izlemediğini akıllarına bile getirmezler. Hatta böyle bir sözün, salih amellere karşılık Yüce Allah'ın müminlere cenneti vaadettiği gerçeğiyle çatıştığını ve dine aykırı düştüğünü anlamaya çalışmazlar.
"Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki bu ayetlerle kendilerine Öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rabbleri-ni hamd ile teşbih ederler. Onların yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla rabblerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.[404] Allah'ı zikretmek ve anmak için gece karanlıklarında yataklarından kalkan, Allah'a korku ve umut içinde dua eden, vereceği nimetleri isteyerek ve azaptan kurtarmasını umarak yalvaranlardan Allah'ı daha çok kim sevebilir?! Durum böyle olunca acaba Rabia'nın iddiasını yaptığı sevgi de ne oluyor?
Birer insan olarak peygamberler de dahil insanın en belirgin özelliklerinden biri, korkması ve umut beslemesidir. Allah'tan korkması, insanlığın en yüce makamıdır. Egemen olan ve bütün varlığı kaplayan sevginin en açık delili, sevilen hakkında kalbin korku ve umutla dolmasıdır. Hoşnutluğunu kazanma arzusu ve cezasından kurtulma umudu ile kalbin dolup taşması-dır.
Ama gelin görün ki, Rabia ve onun eğri çizgisinde gidenler o tertemiz beşeriyetten, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmek için geceleri yataklarını terkeden azim sahibi peygamberlerin insanlığından sıyrılmış olduğunu iddia ediyorlar. Acaba böyle bir iddianın ardında ne var?
Böyle bir iddianın ardında }'atan şudur: Allah'ın seçkin peygamberleri bile bu zirveye ulaşamaz. İddia sahibi, bir beşer değil, bir ilahtır. Çünkü meleklerin kendileri bile Allah'ın azabından korkar ve mükafatını umarlar. Böyle bir iddianın altında yatan düşünce, Rabia'nın, Kur'an-ı Kerim'i indirirken kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce Allah'm yanlışlık yaptığı, bizi cennete teşvik etmek ve cehennemden sakmdıı-makla haksızlık ettiği iftirasıdır. Bunları bizden isteyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevkederek bizi aldattığı iftirasıdır. En büyük mükafat ve ihsan olarak cennet ümidi ve cehennem korkusu ile değil, de Allah'ın kendi zatı için çalışmak olduğu halde, Allah'ın bunu bizden gizlemesi ve peygamberin bizlere tebliğ etmemesi iftirası bunun altında yatmaktadır. Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz! Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız!
Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yonelip ibadet ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümalarm yöneldikleri Kabe'yi Rabia "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde ibadet edilen şu put[405] demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve cehennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul etmektedir.
Şu ayeti okuyunuz; "Allah, inananlara da Firavn'ın karısını misal gösterdi. O, "Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimler topluluğundan kurtar" demişti. [406]
Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'mda zikrettiği, sonra müminlere bir örnek olarak verdiği şu tertemiz yüce saliha kadın, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve dua ediyor. Firavn'ın eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Rabia ise, cenneti istemiyor.
Şu ayet-i kerimeyi de okuyunuz: "Allah müminlerden mallarını ve canlarını onlara verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir bu. [407]
Tasavvufçuları savunan ve eleştirilmelerine tahammül edemiyenler, Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'm sünnetinden alınmış birtakım dualarını da eleştirenlere karşı bir delil olarak gösterirler. Kimi tasavvufçularm gönülden ve tam bir yakarış ifadesi olan duaları olduğunu inkar etmek mümkün olmamakla beraber, bunun kişilerin iyi veya kötülüğünü ifade etmek için yeterli olmadığı bir gerçektir. Bunun açığa çıkması için başka din mensuplarından bazı dualarla bir karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır.
Tasavvufçularm eleştirilmelerine tahammül edemiyenler onların birtakım dualarını eleştirenlere karşı delil olarak gösteredursunlar, kendilerine
Brahmani arın[408] veya Budistlerin[409]ruhları esir eden, aşkın cilvelendirdiği ve sırılsıklam ettiği bir nefisten yankılanan şeffaf terennümlerle yaptıkları dua ve getirdikleri salavatları hatırlatmak istiyoruz.
Zerdüştiler[410]Manihaistler, Firavncılar, Yahudiler, Hristiyanlar, Baha-iler, [411]Kadiyaniler[412] de benzer şeyleri yapmışlardır. Onların duaları olduğunu bilmeden yaptıkları yalvarma ve yakarmaları okuduğunuz zaman göğün kendilerinden hoşnut olduğunu müjdelediği kıddislerin duaları olduğundan şüphe bile etmezsiniz. Acaba bu dualardan dolayı onları hakkın erleri ve İslam'ın askerleri mi sayacağız? Dua eden kişiye, rabbine ne ile ve nasıl dua ettiğini değil, dua ettiği rabbinin kim olduğunu ve sıfatlarını sorunuz Önce! Onun için tasavvuf çul arın aşk ve gözyaşları içinde yaptıkları dualarından önce, nasıl bir Allah'a inandıklarına ve hangi ilaha yalvardıkları-na bakmak lazımdır.
Örnek olarak ibn Arabi'nin şu tasavvufi duasına bakalım: "Allah'ım!, Bütünümü kendi bütünlüğünde yok et. Evveliyetimi evveliye-tinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batmlığmı batmlığımda, hüviyetini hüviyetimde, inniîiğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberligimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım.[413]
Vücut, zat ve hakikat olarak Allah'ın aynısı olması için Allah'a dua etmektedir. Acaba bu duaya müslümanca bir dua diyebilir miyiz?
Bir de Hz. Peygambere getirdiği salata bakalım: "Allah'ım, zatın tılsımlı görünümü,1 derya yağmuru, cemal (güzel)liğin lahutu (üahiliği) ve visal (ka-vuşma)'nın nasutu (insaniliği), hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye selat ve selam olsun. Allah'ım! Onunla ondan ve onun içinde ona selat kıl. [414]
İbn Arabi demek istiyor ki: "Allah'ım!, kendisinde Allah'ın tecessüd ettiği (maddi vücut kazandığı) Muhammed'e selat kıl. Allah'ım! Kainatın suretlerinden zahir olmuş ve olmaya devam eden kendine selat kıl." Hakkın karşısında bu tasavvufi duanın İslam'ın ilk hakikati olan tevhid hakikatine tamamen aykırı olduğunu görümüyor mu?
Tasavvufçular dua eder ve selat getirirken bunları Allah'a değil, Allah'ın ve Rasulünün reddettiği ve kendilerinin tasarladığı bir tanrıya yapmaktadırlar. Tasavvufçuların dua veya selat esnasında döktükleri gözyaşlarına müslümanlarm aldanacaklarını sanmıyoruz. Onların "Allah'ım" deyişleri sizleri aldatabilir. Ne var ki bu lafzı Budist, Yahudi, Hristiyan, Bahai ve diğer her türlü din sahibi insanlar da kullanmaktadır. Ama her biri inandığı tanrıya veya hevesinden uydurduğu ilaha seslenmektedir. Her din mensubu kendi dilinde bu kelimeyi kullanmakta ve mitolojisindeki tanrıya yalvarmaktadır. Onun için tasavvufçularm "Allah" demelerine aldanmamak lazımdır.
Yine onların "Allah'ım, Muhammed'e selat kıl" demelerine de aldanmamak gerekir. Çünkü aynı kelimeleri Bahailer de kullanmaktadır. Zira tasavvufçularm selat ve selam getirdikleri Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed değil, belki insanları aldatmak ve sempatilerini kazanmak için heva ve heveslerinden uydurdukları bir Muhammed'dir: Çünkü tasavvufçularm Muhammed'i, beşeri bir vücutta tecessüd eden ve tasavvufi ilahların ilahı olan Muhammed'dir. Nitekim tasavvvufçular bunu Hakikat-i Muhamriıediyye adıyla anarlar. Bununla da Allah'ın Muhammedsuretinde tecessüd eden muayyen bir hakikat olduğunu ifade ederler.
Yüce Allah, Hz. Muhammed'e hitap ederek: "De ki, Allah'ı seviyorsam? bana tabi olun" demektedir. Allah'ı sevmek Hz. Muhammed'e uymayı gerektirir. Şimdi söyler misiniz, Hz. Muhammed'in dininde bu saçmalıklardan hangisi mevcuttur? Hz. Muhammed'in dualarında, selat ve teşbihlerinde ibadet ve taatlarında bu şirk ve küfürlerin hangisi vardır? Hz. Muhammed'in insanlığa tebliğ ettiği dini değiştirenler, onun sünnetini ve yolunu çiğneyenler, Allah inancını tahrif edenler, helal ve haram olarak belirttiklerini altüst edenler, şirk ve küfür diye nitelediği şeyleri din ve iman olarak insanlara sunanlar hangi yüzle ona uyduklarını, ona selat ve selam okuduklarını, onu sevdiklerini ve örnek aldıklarını iddia edebilirler? İnanç olarak Grek felsefesini, takva olarak Hristiyan ve Hint mistisizmini, hayat tarzı olarak Sasani şirkini, şeriat ve nizam olarak ihvan-ı safa ve batıniyye mezhebini kendilerine din yapan bu insanların Hz. Muhammedi sevdiklerini w. onun yoluna bağlı bulunduklarını hangi akl-ı evvel iddia edebilir? "Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz ve yalandan başka söz de söylemezler.[415] "Hevasını (kötü duygularını) kendine tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştire-bilir? Hala ibret almayacak mısınız?" [416]
Tasavvufçular Allah'ın sevgili kullan olduklarını yahut Allah ve Rasulü-nü çok sevdiklerini iddia ederler. Bunu zarif ve latif bir sesle söyler, tevazu maskesine bürünürler ki görenler yeryüzünde yürüyen nurani melekler olduğunu sanır. Ama yahudi ve hristiyanlarm da aynı şeyi iddia ettiklerini, fakat yüce Allah'ın onları yalanladığım unutmamak lazımdır. Yüce Allah, buyuruyor: "Yahudiler ve hristiyanlar 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki, Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Gerçek şu ki siz de onun yarattığı insanlardansınız. [417] "Onun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve onu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. [418]
Şüphesiz Allah'ı sevmenin delili, ona itaat etmek, ondan korkmak ve bütün getirdiklerinde peygamberi Hz. Muhammed'e tabi olmaktır."De ki, Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sever. [419]
Kitaplarında bulunduğu şekliyle tasavvufçuların din anlayışlarını gözler önüne sermeye çalıştık. Acaba bu anlayışlarında onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları oldukları görülüyor mu? Gerçek şu ki onlar yahudi ve hristiyanlarm yaptıkları gibi, meşhurlarını Allah'tan başka tanrılar edinmiş ve Allah'ın dinine sırtlarını çevirmişlerdir. Böyleyken, onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları olduğuna nasıl inanılabilir?
Tekrar vurguluyoruz, bunların Rasulullah'ı ve ehl-i beytini sevdiklerinin delili, türlü türlü bid'atlarla süsledikleri ve hurafelerle doldurdukları iftiralar ve bilmecemsi dualardan başka nedir? bu sözler size tuhaf geliyorsa, Ticanilerin şeyhinin şu sözlerini dinleyiniz:
"Hz. Peygambere saiatu'l-Fatihi sordum. Seiâtu'l-Fatihi bir defa söylemenin altı defa Kur'an'a denk olduğunu söyledi. Sonra.her defasının kainatta meydana gelen bütün tesbihiere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur'an'ın altı bin . defasına denk olduğunu bildirdi."
Tasavvuf çul arın insanları Kuran-ı Kerimden uzaklaştırmak ve soğutmak için nasıl çalıştıkları görülüyor değil mi?
Salatu'l-Fatih, sözleri ve anlamı son derece bozuk kısa bir duadır. Lafızlarını buraya alıyoruz: "Allahümme sallı ala seyyidina Muhammedtn el-Fatih li ma uğfuka ve'l-hâtim li mâ sebeka, nasıru'l-hakki bi'l-hakki, el-hâdî ilâ sırâtike'f-Mustakim, ve afâ âlihi hakka kadrihi ve mikdarihi'l-azîm.[420]
Kitabın başında belirttiğimiz gibi kişinin yaptığı güzel amellerin geçerli ve yararlı olabilmesi için sahip olduğu inancın İslam'ın belirlediği bir inanç olması lazımdır. Bu sağlam inanca sahip olan kişilerin aynı şekilde salih amel olarak İslam'ın belirlediği şekilde ameller işlemesi gerekir. İşte bu sağlam inanç ve İslam'ın öngördüğü şekilde amel sahibi olan insanlar ancak İslam'ın tasvip ettiği mümin ve muttaki insan olabilirler.
Bildiğimiz gibi Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de kendini kutsal sıfatlarla. tavsif etmiş ve Esma-i Hüsna olarak bilinen güzel isimlerle adlandırmıştır.
Müslümanlar da onu kendini tanıttığı sıfatlar ve adlandırdığı isimlerle tanıtmış ve adlandırmıştır. Onun için sıfatlar uydurmamış ve isimler iftira etmemişlerdir. İsim ve sıfatlan için Kuranda belirtilen ve Arap dilinde kullanılan manalardan başka manalar uydurmamış ve çerçevesinden çıkarmamıştır. Bütün bunlar Allah'ın buyurmadığı bir şeyi ona söyletmemek yahut sevmediği bir şeyle onu tavsif etmemek veya hoşlanmadığı bir isimle adlandırmamak içindir.
Aynı şekilde yüce Allah, bize hidayete ileten ve doğruyu gösteren yüce bir şeriat göndermiş ve onunla bütün şeriatları sona erdirmiştir. Allah'ın emin Rasulü de onu insanlara tebliğ etmiştir. Müslümanlar Allah'ın şeriatına ondan olmayan şeyleri katmamış, şeriatını eksiklik veya noksanlıkla itham etmemiştir. Çünkü o, şeriatın sahibi ve onu tebliğ eden Rasulün maliki olarak her zaman ve her yer için neyin elverişli olacağını bilir. Zamanı ve o-nun içinde yaşayanları, kendileri için en hayırlı şeyin ne olduğunu sonsuz bilgisiyle bilir. Rasulüne indirdiği şeriat da kıyamete kadar insanlar için yeterli ve elverişlidir. Müslümanlar buna kesin olarak inanmakta ve yerine getirilmesinin farz olduğunu kabul etmektedir. Belirlediği çerçevenin dışına çıkmayı bidat ve dini değiştirmek olarak kabul etmektedir.
Ama tasavvufçular, Allah'ın kendini nitelediği şeylerle nitelemekle yetinmemekte, kendine verdiği isimleri değiştirmeye çalışmakta, böylece vahyi tahrif etmeye çalışmaktadırlar. Onun yerine, parçaları, gözün gördüğü ve aklın sezdiği bütün varlıklara bölünmüş bir ilaha inanmaya çağırmaktadırlar. Bildirdiklerinin yerine kuruntuları ve hurafeleri yaymakta, her meşhurdan bir yol gösterici ve her mezardan neredeyse bir tapınak edinmekte ve ondan medet ummaktadırlar. Allah'ın güzel isimlerini ve mukaddes sıfatlarını tahrif ederek zevklerine uydurmakta ve hurafelerden oluşturdukları bir inanca uydurmaya çalışmaktadırlar. "O gibilere "Allah'tan kork" denildiği zaman, işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurura kapılır (ve daha çok günah işler). Ceza ve azap olarak ona cehennem yeter. Ne kötü yataktıro![421]
VII. Tasavvufa Yönelişin Nedenleri
İnsanların tasavvufa yönelmelerinin birçok sebepleri vardır. Hepsini burada saymak belki mümkün değildir. Bize göre bunların önemlileri şunlardır:[422]
a. Yönetimlerin İslam'dan Sapmaları ve İslami Hayatı Engellemeleri
İnsanların tasavvufa yönelmelerinin sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, müslümanlarm başında bulunan yöneticilerin ve uyguladıkları yönetimlerin İslam'dan sapması ve İslam'ın öngördüğü şekilde kapsamlı bir İslami hayata meydan vermemeleridir. Hz. Ali ile Muaviye arasında başlayan anlaşmazlık ve savaşlar İslam toplumunda büyük tedirginliklere yolaç-mış ve birtakım insanlar bu savaşlardan uzak kalmak, bunları izleyen fitnelerden uzak durmak için toplumdan soyutlanmış ve kendilerini ferdi planda İslam'ı yaşamaya vermişlerdir. İslam toplumunda ilk sapmaların bu anormal şartlar altında başladığı ve fitnelerin birbirini kovaladığı söylenebilir. Tasavvufun da bu dönemden başlamak üzere toplumda meydana gelen fitnelerden ve hayatın zamanla beraber başka mecralara sürüklenmesinden tedirgin olan birtakım insanların hayatında bir sapma olarak başladığını, müslümanlara dinin özü imiş gibi yutturulmaya çalışılan zühdün de bu şartlar altında ve her türlü kargaşanın kol gezdiği Küfe ortamında ortaya çıktığını biliyoruz. Bu insanlar toplumu kaplayan fitnelerden ve fetihlerle sağlanan ganimetler sonunda toplumda artan maddi refahın baskılarından uzak kalmak için gayret etmiş, Hindistan ve İran'dan sızan zühd hayatım taklid ederek yaşamaya başlamışlardır. Ancak çok geçmeden bu hayatın yabancı birtakım unsurlarla boyandığı veya bütünleştiği, bu sapmanın alabildiğine büyüdüğü bilinen bir gerçektir.
Bunu izleyen dönemlerde de alimlerle yönetimlerin karşı karşıya geldikleri, hakkı ve Allah'ın dinini açıkça ve korkusuzca açıkladıkları, fitne ve sapmalara cesaretle karşı koydukları için yönetimler tarafından alimlerin türlü baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını biliyoruz. Toplum fertleriyle yönetimler arasında bir nevi sözcülük ve temsilcilik görevim yapan alimlerin yönetimler tarafından cezalandırıldıkları, işkencelere maruz kaldıkları, sürüldükleri ve hapsedildikleri, hatta şehid edildiklerini gören halkın gözü yılmış, tabir caizse, meydanı zorba yönetimlere bırakmak zorunda kalmıştır. Kimileri artık bu işlerin düzelemeyeceğini, elden birşey gelmediğini, insanların yoldan çıktıklarını, ahir zaman fitnesi diyerek kıyameti beklediğini yahut Allah'ın vereceği azabın her an gelip çatabileceğim, onun için Meh-di'nin gelişini beklemekten başka çare kalmadığını düşünerek köşelere çekilmiş, saatlerini münzevi ibadet ve zikirlerle geçirmeye koyulmuştur. Toplumda emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama), gittikçe ihmal edildiği için de kötülükler alabildiğine yayılmış ve iyilikler gittikçe işlenemez olmuştur. Böylece toplumda içki, kumar, fuhuş hile, yaltaklanma, dalkavukluk, jurnalcilik, fırkacılık, milliyetçilik, hırsızlık, haksızlık, zorbalık, aldatma ve yalan gibi İslam'ın tasvip etmediği kötü-lükler yayılmış ve samimi dindarları tedirgin etmiştir. Sultanların sarayları bu kötülüklerde Öncülük yapmıştır. Artık insanların dinlerini yaşamalarının zorlaşacağı, elde ateş tutmak kadar güçleşeceği, oturanların yürüyenlerden hayırlı olacağı, evlerine kapananların sahnede görünenlerden daha emin kalacakları, gibi telkinler insanları yönlendirici rolü oynamıştır.
Bütün bunlar insanların sahneden çekilmelerini, başlarının çaresine bakmalarını, kendilerini ibadete ve zikre vererek mücadele zemininden inzivaya çekilmelerini doğurmuş ve toplumda bu uygulamaların alabildiğine yayılmasını sağlamıştır. Tasavvufun bu şartlar altında bir nevi zühd hayatı olarak başladığını daha önce kaydetmiştik. Bu da İslam toplumunda Emevi Hanedanı ile birlikte hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra meydana gelen en büyük sapma olmuştur.
Bugün de insanlar İslam'ın öngördüğü şekilde parçalanmamış bir İslami hayat sürmek istiyorlar. Bütün emir ve yasakların yerine getirildiği, helal ve haramların gözetildiği, Kur'an ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru bir şekilde verildiği, insanların meşru bütün şekil ve yerlerde bir araya gelebildiği, Allah'ın dinini korkusuzca ve eksiksiz söyleyebildiği bir İslami hayatı yaşamak istiyorlar. Oysa şeytanların musallat olduğu, nefislerin azgınlaştı-ğı, kötülüklerin kol gezdiği, ahlaksızlığın caddeleri doldurduğu, yasakların aleni bir şekilde işlendiği, emirlerin yerine getirilemediği, İslam'ın şiarı olan birçok şeylerin yasaklandığı, horlandığı veya suç unsuru sayıldığı bir ortamla muhatap olmaktadırlar.
Haramlardan koruyacak, emirlerin yaşanış ve uygulanışını öğretecek, ahlaksızlıklardan tutup çekecek ve kötülüğe götüren sebepleri ortadan kaldıracak İslami otoriteye ve yetkili insanlara meydan verilmediği, İslam'ı bütün kapsam ve organlarıyla takdim etmenin önünde engeller dikildiği, faziletli bir İslam toplumunun oluşması ve yaşaması için çabaların kısıtlandığı bir ortamda insanlar dinlerini yaşamak ve kötülüklerden kurtulmak için sahnede boygösteren tarikat temsilcilerine gitmekten başka yol bulamamaktadır. Biraz imkanı olan birtakım alimler de ya bu imkanı kullanmasını bilmiyor, yahut kullanacak cesareti bulamıyor ya da böyle bir şeyin gerekliliğine doğru dürüst bir şekilde inanmıyor yahut rahatı, makamı, maaşı ve şöhreti emri bilmaruf, nehyi anilmünker yapmaya, bunun getireceği sıkıntılara, talim ve irşada, davet ve cihada tercih etmektedir. Zaten İslam'ı parselleyerek ancak bir kısmına hayat hakkı tanıyan, en yetkili ağızlardan "bize İslam'ın inanç, ibadet ve ahlakı yeter, şeriatını istemiyoruz" diyen, laiklik, ilkeler ve devrimler, çağdaşlık, modernizm ve pozitivizm gibi isimler arkasına sığınarak İslam'a karşı açık ve örtülü bir savaş ilan eden bir zihniyetin müsaade ettiği laik ve kişiliksiz bir eğitim sistemi ile yetişen bu aydınların büyük çoğunluğunda zaten İslami duyarlılık ve hamiyet körelmiş, başkalarına karşı sorumluluk duygusu ölmüş, dünyada işlenen amellerle ahiret hayatının şekilleneceği bilginin ötesine geçmemiş, neme lazımcı bir kafa ya-pısıyla yetişmekte ve görev yapmaktadır. Milli Eğitim sisteminin yönlendirdiği üniversite hiyerarşisinde, istisnalar dışında, aydınların ve akademisyenlerin böyle bir yetişme tarzı ile yetiştikleri ve ileride elde etmesi gereken bir unvan yahut yarar uğruna o günkü İslami sorumluluktan uzak iç dünyasına kapandığı yahut olduğundan farklı göründüğü, bunun da zamanla aydınların kalıcı kişiliği haline geldiği bilinen bir gerçektir. Zaten ilahiyat aydınlarının büyük bir kısmı tasavvuf kültürünü tasdik etmekte, meşhurlarını selat ve selam ile anmakta, hatta şehirleri yerin altından idare ettiğine ve bin yıl sonra olacak şeyleri bildiklerine inanmaktadır.
Onun için, bir alimin dediği gibi, bugün gençlik taşkınlık ve anormal davranışlar gösteriyorsa bunda onlar kadar onların elinden tutmayan ve İslam'ın öngördüğü şekilde yönlendirmeyen alimlerin de sorumluluğu vardır. Bunu tarikat ve tasavvuf çevrelerine insanların kapağı atmaları meselesine uygulayacak olursak, insanlar ve özellikle gençlik tarikat kapılarında ve şeyhlerin dizi dibinde yaşamaya yöneliyorsa, bunda onlara gereği gibi rehberlik yapmayan ve İslam'ı kapsamıyla takdim etmeyen alimlerin sorumluluğu vardır. Burada İslam şehidi, büyük davetçi merhum Hasan el-Ben-na'nın iki hatırasını nakletmek istiyorum. Onlardan biri, çevrelerinde İslam alimi olarak bilinen insanların İslam davetinden ve sorumluluktan ne kadar uzak yaşadıklarıyla ilgilidir. Diğeri davet sorumluluğunu kavrayan ve yerine getirmeye çalışan el-Benna'mn hayatından bir kesittir. Abdulmuteal el-Cabri anlatıyor:
"Daru'1-Ulum Fakültesinde öğrenci idi. Allah kendisine zeka ve yetenek vermişti. Onun için sorumlulukları olduğuna inanıyordu. Bu sorumlulukların başında da Islamla ilgilenen büyük şahsiyetleri uyandırmanın geldiğini düşünüyordu. Bir Ramazan günü iftardan sonra,"İslami Uyanış" derneğinin kurucusu ve Yüksek Alimler Birliği'nin üyesi (Ezher hocalarından) Yusuf ed-Decevi'nin evine gitti. Evinde tanınmış alimlerden ve kişilerden bir grup olduğunu gördü. Müslümanların içinde bulundukları acıklı durumu ve hem müslumanları, hem de İslam'ı kurtarmak için birşeyler yapmanın gerektiğini anlattı. Alim Decevi, müslümanların çok zayıf ve güçsüz olduklarını t lam düşmanlarının ise çok güçlü olduğunu, gösterilecek bütün çabaların h şa gideceğini, herkesin kendini kurtarmaya ve kendisi için çalışmaya bak ması gerektiğini söyledi ve "Kendim kurtulacaksam, ölen veya helak olanl ra aldırmam" beytini de ekledi. Genç yaşta olan Hasan el-Benna kızdı şöyle dedi:
"Beyefendi, bu söylediklerinizin hiçbirisine katılmıyorum.İnanıyorum ki bütün mesele, zayıflık, çalışmaktan korkmak ve sorumluluklardan kaçmak tan ibarettir. Neden korkuyorsunuz? wDevîetten mi, Ezher'den mi?
Maaşınız size yeter. Evinizde oturun ve İslam için çalışın.İnsanlarla yüze gelirseniz, bu halk sizinle beraberdir. Çünkü halk müslümandir. Bu halkı mescitlerde, kahvehanelerde ve sokaklarda tanıdım.İçinde iman közünün yanmakta olduğunu gördüm. Fakat bu din düşmanları ve ahlaksızlar tarafından, onların basın ve yayını tarafından ihmal edilmiş bir potansiyel olarak durmaktadır. Bu yıkıcı ve öldürücü güçler ancak gafletinizden dolayı işlevini yürütebilmektedir. Sizler uyanırsanız hepsi deliklerine girer ve yönlendirici olmaktan uzaklaşırlar.
Beyefendi, Allah için çalışmak istemiyorsanız, dünya için, yediğiniz ekmek için çalışınız. Çünkü bu ümmette İslam yok olursa Ezher de yok olacak I alimler de yok olacaktır. O zaman sizler yiyecek ve harcayacak bir şey bula-mıyacaksınız.İslam'ı savunmuyorsanız, varlığınızı savunun, ahiret için çalışmak istemiyorsaniz dünya için çalışınız. Aksi halde hem dünyanızı, heml ahiretinizi kaybedersiniz."
Orada bulunan ve alim geçinen bazı kişiler Decevi hazretlerine hakaret etmekle suçlayarak kendisine tepki gösterdiler. Fakat aralarından Ahmec Kamil Bey diye andıkları bir adam ortaya atıldı ve "Genç çok doğru söylüJ yor, çalışmak için evim emrinizdedir" dedi.
Decevi ekibi ile beraber oradan kalkıp Şeyh Muhammed Sa'd adında bir komşunun evine geçti.el-Benna da onlarla beraber gitti ve Decevi'nin yanına oturdu. Decevi onu görünce, bir daha mı geldin? dedi ve bir şeyler vererek, bunları al, inşaallah düşünelim, dedi.
el-Benna, "Evet geldim. Mesele bir şeyler almak olsaydı, onları birkaç kuruşa satın alırdım. Bir sonuca varıncaya kadar sizi bırakmayacağım. Konunun düşünmek için ertelenmeye tahammülü yoktur. Hemen ve ciddi bir çalışmayı gerektirmektedir. Sizler İslam'ın hamilerisiniz. Sizden başka imamlar ve İslam'ın hamilerini biliyorsanız, bana söyleyin ki onlara gideyim. Belki sizde bulamadığımı onlarda bulurum.
Beyefendi, kaybolmakta olan İslam'ı tekrar hakim kılmak için olumlu bir adım atmanızı istiyorum. İsi anı hilafeti kayboldu, İslam hukuku kayboldu, müslümanlar kayboluyor " dedi.
Bir an için sessizlik hakim oldu. Decevinin ve hazır olanlardan bazıların gözleri yaşardı. Arkasında Decevi ,"Hasan! Ne yapabilirim?İngiliz işgali bütün ağırlığıyla, düşünce ve terörü ile ülkenin üzerine çökmüş, kalplere korku salıyor" dedi.
el-Benna,"Efendim, konuyu görüşmek ve düşünüp taşınmak için hamiyet sahibi düşünürleri toplayabilirsiniz, konuşma ve konferanslarla halkı uya-dırmak, dinsizliğe ve ahlaksızlığa karsı kovmak için bir gazete çıkarabilirsiniz, gençlerin toplandığı bir cemaat oluşturabilirsiniz, va'z ve irşadla halkı aydınlatabilirsiniz" dedi.
Gerçekten orada bulunanlar halk arasındaki meşhurları ve alimleri tes-bit etmeye, el-Benna'mn davet ettiği işleri yapmak için isimlerini bir kağıda yazmaya başladılar.ed-Decevi, Ehram gazetesinde İslami yönetimin gerekliliği konusunda bir makale yayınladı. Nuru'l-İslam dergisi de aynı makaleyi yayınladı. Arkasından İslam davetini bayraklaştıran, edebi yazıları yanında İslam'ın üstünlüklerini anlatan Muhibbuddin el-Hatib'in el-Feth dergisi yayınlandı.[423]
"el-Benna 1927 yılında Haziran ayında Daru'1-Ulum Fakültesinden nu, zun oldu. Aynı yıl Eylül ayında İsmaliyye şehrinde öğretmen oldu. Bu ilk resmi görevi idi. Eylül yında İsmiliyye şehrine gitti. Orada yolu belirlemeyi başladı. Camiye gitti. Cami kendisi gibilerin doğal yeridir. Camide zikir halkaları ve taraftan tasavvuf cemaatları arasında, diğer taraftan tasavvufçu-larla başkaları arasında çatışmalar olduğunu gördü.şehir halkı ikiye bölünmüş, bir taraf Şeyh Musa'nın taraftarları, diğer taraf da Şeyh Abdussemi'in taraftarları olmuş.İnsanları yerli ve yabancı emperyalizme karşı mücadele etmekten alıkoyan birtakım tali meşeler üzerinde amansız bir bölünme olduğunu gördü. Mesela tevessül meseleleri, ezandan sonra Rasulullaha selat ve selam okuma, cuma günü camide Kehf suresini okuma, teşehhütte rasu-lullah için "Seyyidina" kelimesini kullanma, ahirette Hz. Peygamberin anne ve babasının yeri, okunan kuranın sevabının ölülere gidip gitmeyeceği, tarikat mensuplarının yaptıkları zikir halkalarının günah veya sevap olduğu gibi konular.
Caminin bir köşesinde kendilerine dini sevdirmek için bazı kişiler t konuşma yapmak istedi. Ama yaklaşık henüz yirmi üç yaşlarında o bir gencin yaptığı öğütlere karşı büyük şeyhler ayaklandılar ve aralarında düşman olanlar onu camiden çıkarma konusunda anlaştılar.
Kahvehaneye gitti. Kahvehanede bir adamın elindeki sazı ile Arslan Salim veya Antera İbn Şeddad hikayesini anlattığını gördü. Hayret bir şey! Kahvehanede adam saz çahp şarkı söylüyor, dansöz kadınlar da dans ediyor!
Kahvehanede oturacak bir sandalye buldu. Oturup halkın durumunu düşünmeye ve ne mizaçlarını kavramaya koyuldu. Adam konserini tamamlayınca, yeni öğretmen el-Benna halka konuşma yapmak için izin istedi. Okuduğu Cahiliyye edebiyatından o dönemin kahramanlarını hiç alışık olmadıkları bir şekilde anlattı, sonra yavaş yavaş İslam'a gelerek bu kahramanlardan İslam'ın nasıl daha büyük kahramanlar meydana getirdiğini, Halid İbn Velid, Amr İbn Ma'dikerib ve benzerlerini İslam'ın nasıl tarihin en büyük kahramanları yaptığını anlattı.
Bu şekilde İslam fetihlerinin kahramanlarından anlatmaya devam etti. O anlattıkça halk daha çok anlatmasını istedi. Saz sahibi adamın oturduğu sandalyeye Efendi'nin oturmasını istediler. Sonra ona da bir sandalye getirdiler. Böylece kahvehanede iki ders vermiş oldu.
Gün geçtikçe bu kahvehaneye gelenlerin sayısı arttı. Genç Öğretmen çok ilginç bir şeyin farkına vardı. Kitlelerin kalplerinde gizli saklı bir imanın bulunduğunu ve bu imanı araştırabileceğini anladı. Önünde umut belirmişti. Bu kahvehanede konuşmalara devam etti.
Başka bir kahvehane müşterilerinin azaldığım ve el-Benna'nm konuştuğu kahvehaneye gittiklerini farketti. Orada yaptığı konuşmalar gibi kahvehanelerinde de konuşmalar yapması için ona ücret teklif ettiler.el-Benna, ücret tekliflerini red ederek konuşma yapma isteklerini kabul etti. Çünkü onları da hoşnut etmek istiyordu. Böylece halktan binlerce kişinin geldiği üç kahvehanede üç konuşması oldu.
Yavaş yavaş konunun seviyesini yükseltti.İnsanlara iman, siyer ve ahlak konularında konuşmaya başladı. Felsefi nazariyeler ve mantık kıyaslamalarına girmeden, Önce Yüce Allah'tan, onun varlık ve niteliklerinden söz ederek akideyi tashih etmek, güçlendirmek ve yerleştirmek istedi. Hz. Peygamberden, onun yüce ahlak ve sebatından söz etti. Dine sempati duyduklarını ve ahirete inandıklarını gördükten sonra onlara İslam ahlak ve öğretilerini açıkladı.
Onlara namazdan söz ediyor ama Ezher hocalarının başladığı gibi suların yedi türünden başlayarak anlatmıyordu. Aksine, Rasulullahm abdest alanlara verilecek sevabı anlatan hadisini,"Kim güzelce abdest alırsa, günahları tırnaklarının altından çıkarak döküldüğünü" ,"Güzelce abdest alıp vücudu ve kalbi ile yönelerek iki rekat namaz kılan bir kişi için cennetin vacip olduğunu" anlatan hadislerinden başlayarak anlatıyordu.
Nihayet dini seven ve konuşmalarını dinleyenleri kahvehaneler almaz oldu. Onlara nerede namaz kılalım? Namaz kılmamız lazım, dedi. Ona yıkılmış bir mescidin yerini gösterdiler. Cübbesini çıkarıp işçilerle beraber o mescidi yeniden yaptılar[424]
Bunlar yakın tarihimizden iki örnek. Biri toplumda hoca ve alim olarak bilinen, ama çarpık bir din anlayışına sahip olan hoca efendileri anlatmakta ve istisnalar dışında, din adamları yahut ilahiyat alimlerinin neden toplumu yönlendirmekten, insanlara rehberlik yapmaktan, tarikat şeyhleri gibi cemaat oluşturmaktan aciz yahut başarısız kaldıklarını gözler önüne sererken, diğeri inancında samimi, azminde kararlı, İslam'ın davet metodunu ve Rasulullahın izlediği yolu bilen, ahiret cennetlerini dünya rahatına tercih e-den, müminlere karşı sorumluluğunu kavrayan, kısaca Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmenin bilincinde olan davetçi bir müslümamn Örneği.
Devletin ve tarikat çevrelerinin topluma sunduğu din anlayışına gelince;
Çarpık bir din eğitimi ve yönetimler tarafından maksatlı olarak İslam'ın birçok unsurunun öcü gibi gösterilmesi, tarikatlar tarafından manastır dini gibi bir dinin Öğretilmesi neticesinde zaten insanların din anlayışları gün geçtikçe bozulmakta ve artık İslam'ın nefis ıslahından ibaret ve toplumla ilgisi bulunmayan bir din olduğu kanaati zihinlere yerleşmektedir, bu çarpık ve şirke götüren sakıncalı eğitim neticesinde kimi insanlar şeriata inanmadan yahut şeriatı red ederken de müslüman olunabileceğine inanır hale gelmiştir. Batı taklitçiliği gereği, topluma hristiyanvari bir din anlayışı sunulması ve dinin bunlardan ibaret olduğunun sürekli işlenmesi sonucu insanlar artık dinin bu olduğuna inanmaktadır. Yaklaşık yüz yıla yakın bir zamandan beri topluma sunulan bu manastır din anlayışı dinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır.
Radyo ve televizyonlarda yayınlanan din programlarında telkin edilen din anlayışı bu çarpıklığın oluşmasında çok Önemli rol oynamıştır. Kur'an-ı Kerim'den okunan pasajların bile bu anlayışla seçildiği ve güya suya sabuna dokunmayan ayetlerin okunduğu gözönünde bulundurulursa, bu anlayışın oluşması için ne kadar çaba gösterildiği daha iyi anlaşılır. Okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi' gibi dini bilgiler veren kitaplarda dinin ancak bazı yönleri belirtilip anlatıldığı, İslam'ın laikçi, sucu bucu gösterilerek tahrif edilmesine çalışıldığı ve yayın organlarında din adına konuşan k mi ilahiyat aydınlarının çıkar ve şöhretleri için dini kitlelerin zevkine gör pazarlamaktan çekinmemesi dikkate alınırsa, bu anlayışın yerleşmesi nasıl gayret gösterildiği daha iyi idrak edilir.
Kültür emperyalizminden ve uygarlık adına saldırılardan kurtulmak için zaman zaman çaba gösteren birtakım insanların elleri ve kolları bağl narak toplumda birtakım çevreler ve güçler tarafından nasıl aforoz edildiğ-gözönüne getirilirse, Özlenen hedef daha iyi seçilir.
Bütün bunlarla insanlar din konusunda cahil bırakılmakta, yanlış bilm. lendirilmekte ve hurafe de olsa dindışı birtakım şeylere sarılmasına mecbur etmektedir. Dini bir hayat sürmek isteyen insanlar, kötülük ve haramlardan uzak yaşamak isteyen vatandaşlar, ister istemez soluğu tarikat ve tekke çevrelerinde almakta, bütün çarpıklıkları ve yanlışlıklarıyla oralarda dini yaşayışı aramaktadırlar. Çünkü kötülüklerin ve haramların alabildiğine serbest ve ortalığı doldurduğu bir ortamda insanlar kendilerini bu kötülüklerden ancak buralara sığınmakla koruyabileceklerine, ibadetlerini ancak bu gibi yerlerde yapabileceklerine inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bilerek veya bilmeyerek ister istemez buna inandırılmaktadırlar. İslam'ın bütünü için çalışacak birkaç kişi bir araya gelecek olsa, enselerinde statükonun nefesini hissettiği ve her türlü hiyanet ve suçlamalarla suçlandığı bir ortamda, ülkenin her tarafında tarikat ve tekke çevrelerinin mantar gibi bitmesine, türlü kılıklar ve biçimlerle ortalıkta görünmesine, insanların otobüslerle ve uzak diyarlardan akm akın tekkelere ve ayinlere gitmelerine göz yumulması, mukaddes çorbadan (!) içerek, şeyhlerin el ve ayaklarını öperek, eşiklerine yüz sürerek, hatta münferid olaylar da olsa, kimilerin iffetlerini ve namuslarını feda ederek bereketlenmelerine ses çıkarılmaması acaba bu maksatlı yönlendirmenin ürünü değil midir?
Sahih ve bütüncül bir İslam'ın önüne her türlü engeller çıkarılırken, sadece nefis ıslahı ve ayin için yapılan çabalara göz yumulması tasavvufa yönelişin en büyük etkenlerinden değil midir? İslam'ın egemenliğini amaçlayan bütün faliyetlere ve kuruluşlara statüko dünyayı zindan etmeye çalışnken, belirli ayinler için devletin başındaki kişilerin özellikle çaba göstermesi bu gerçeği anlatmıyor mu? En son örneğini Cezayir'de gördüğümüz bu uygulamalar bu hakikati ifade etmeye yeterli değil midir? Cezayir'de İslam devletini kurmaya çalışan müslümanları toplu halde zindanlara dolduran despot yöneticilerle tarikat şeyhlerinin işbirliği acaba neyin ifadesidir?
Din eğitiminin üretken ve ülkenin ekonomisine maddi bir katkısı olmayan bir eğitim olduğu iddiasını sürekli sakız gibi çiğneyen, ülkenin din adamma bu kadar ihtiyacı yoktur diyerek din eğitimi verilen kurumların varlığına bile tahammül edemeyen bir zihniyetin radyo ve televizyonunda insan-
|ları uyuşturan, miskinleştiren ve bir lokma bir hırka felsefesini yansıtan tasavvuf müziğine ve tasavvufi motiflere bağrını açması, acaba insanları bu
I gibi yerlere yöneltmek amacına yönelik değil midir? İnanıyoruz ki, İslam'ın tam olarak yaşanabildiği ve insanların bundan dolayı birtakım yasaklar ve engellerle karşılaşmadığı bir ortamda kişiler tasavvufa bu kadar yönelnıe-yecek, dinin yaşanabildiği ve haramlardan korundiığu tek yerler tarikat ve tekkeler olmayacak, ülkenin her yerinde mantar gibi şeyhler ve müridi ev bitmeyecektir.
Toplumu bir moda gibi saran ve sürekli revaçta tutulan tasavvuf akımının biteceğini ve insanların ona kaymayacaklarını elbette söylemek mümkün değildir. Çünkü her zaman ve her toplumda dengeli ve eğri insanlar bulunacak, hak üzere olanlar ve ondan sapanlar olacaktır. Ama İslam'ın net ve tam olarak anlatıldığı, serbestçe yaşandığı ve eğitiminin doğru bir şekilde verildiği bir ortamda elbette tasavvuf modası bu kadar revaçta olmayacak ve mensupları küçük azınlıklardan öteye geçenıiyecektir.
Tasavvufa insanların yönelmelerinin önemli sebeplerinden biri olarak bizlere intikal eden tarihi kültür mirasını ve din anlayışını da belirtmeden geçemeyeceğiz. Kur'an ve Sünnet eğitiminin insanları mezhepsiz yapacağı, evliyayı İnkar etmeye götüreceği, kerametleri ve şefaati tanımamaya sevke-deceği, kabir ziyaretini yasaklayacağı, şeklinde oluşmuş bir kültür ve anlayışın tasavvufun yayılmasında çok büyük rolü olduğu muhakkaktır. Kabit leri kutsallaştıran, ölülerle oturup kalkan, fetihlerin ve zaferlerin rüyalarla tesbit edildiğini söyleyen, hayat gerçeklerinden çok keramet ve olağanüstülüklere inanan toplumda, birtakım insanlara din adına imtiyazlar ve dokunulmazlık tanıyan, imamlarını masum saydığı için Şia'yı eleştirdiği halde, tasavvuf meşhurlarına masumiyet giydiren, sultanından[425] vatandaşına kadar tarikata bağlı bulunan, Hakikat-ı Muhammediyye, dinlerin birliği, gavs, aktab, ebdal, evtad, nukeba ve nuceba gibi gizli ülke hiyerarşisine inanan,
dini keşf ve feyizlere bağlayan, dinin naslarına apaçık aykırı olduğu halde bir tasavvuf ulusunun hatasını eleştirmeyi dine karşı gelmek veya çarpılmaya sebep olarak gören bir din anlayışının egemen olduğu bir toplumda tasavvufa yönelmeyi Önlemek elbette güçtür. İnsanlar Kur'an eğitiminden ve sahih bir şekilde sünnet eğitiminden geçirilmedikçe, onlara dinin kapsamlı-lığı ve bütünlüğü anlatılmadıkça, aradaki bu engelleyici ve uyuşturucu telkinler bir yana bırakılmadıkça bu moda daha çok sürecek gibi görünüyor. Çünkü insanların atalarından miras aldıkları şeyleri bir çırpıda bırakmaları mümkün olmadığı gibi, eğitime tabi tutmadan bunu onlardan istemek de haksızlıktır. Uzun çabalar ve sahih bir Kur'an eğitimi neticesinde ancak zamanla değişiklikler olabilir ve insanlar gün geçtikçe gerçekleri görebilirler. Bütün müslümanlar bu eğitimi sağlamak ve insanlara Allah'ın dinini net olarak sunmak için çaba göstermek zorundadır.[426]
b. Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik
Fıkhı mezhepçilik Müslümanların birliğinin çözülmesinde, aralarında ihtilaf edip çatışmaya girmelerinde oynadığı olumsuz rolün yanında, bağnaz fikhi mezhepçilik, duyguların donuklaşması, vicdani şuurun yitirilmesi ve manevi duyarlılığın köreltilmesinde de büyük rol oynamıştır. Ruhsuz ve faraziyelerle dolan kimi fikhi mezhep kitapları, duyguları harekete geçirmeyen, vicdanı okşamayan, ruhun susuzluğunu gidermeyen, nefsi tehzip ve. tezkiye etmeyen, heva ateşini söndürmeyen kuru bilgilerle dolup taşmıştır. Bu arada alabildiğine genişlemiş ve ucu bucağı görünmez bir umman halini almıştır. Hatta mesela bir mezhep fıkhının en az yirmi sene içinde Öğrenilebileceği yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Halbuki Rasulullah İslam fıkhını ümmete öğretmiş, davetini yaymış, oddular donatmış ve savaşlar yapmış, fethedeceği yerleri fethetmiş ve Arap müşriklerinin elinden her türlü mukavemet ve eziyet görmüş olmasına rağmen bu süre ancak buna yakm olmuştur. Kısaca Rasulullah bütün bunları yirmiüç sene gibi buna yakm bir zamanda gerçekleştirmiştir.
Sahih İslam kültürü ve hayatından uzak insanların tasavvufçuların kucağına atılmalarında bu bağnaz fikhi mezhepçiliğin büyük rolü olduğu muhakkaktır. Çünkü bu insanlar keşf ve riyazat, halvet ve fuyuzat yolu ile bu ilimlerin kendilerine en kısa zamanda öğreteceklerini vaadeden, kabuk mesabesinde saydıkları serî ilimlerle uğraşmak yerine, dinin Özü ve hakikati dedikleri şeffaf, duyarlı hayati ve ruhani zevki gerçekleştireceklerini söyleyen tasavvuf çul ara can kurtaran simidi gibi sarılmışlardır. Tıpkı ızdırap çekilen bir hastalıktan çok pahalıya patlayan ve uzun zaman doktor tedavisiyerine, işportacıların zaman zaman halk arasında reklamını yaptıkları ve her derde deva diyerek tanıttıkları birtakım ilaçlara ve yollara insanların peyletmesi ve ilgi duyması gibi... Zavallı cahil halk, dizginlerini bunların eline verir, onlar da bunları umman şeklini almış bağnaz fikhi mezhepçilikten daha geniş ve ucu karanlık olan tasavvufa götürürler.
Fikhi mezhepçiliğin donukluğundan, maneviyattan uzaklığından usanmış ve ruhaniyete susamış bu insanlar kendilerini tasavvufun kucağına atacakları yerde, Kur'an ve Sünnet fıkhına yönelselerdi bu ruhani hayatın lezzetini farkeder, ilim zevkini tadar, iman ve ihsan atmosferiyle ruhları dolardı. Her biri rabbini görürcesine ibadet ederek ihsan derecesine yükselmenin yolunu öğrenir ve bunun zevkine ererdi. Kur'an atmosferine girselerdi, Rasulullah ve ashabının nasıl iman ve ihsan derecelerinin zirvesinde bir hayat sürdüklerini öğrenir ve onların yolundan giderlerdi.[427]
c. Kelam Tartışmaları
Müslümanın vicdan ve duyarlılığını ihya etmede bağnaz fikhi mezhepçilik başarısız olduğu gibi, haksız bir şekilde tevhid ilmi diye isimlendirilen kelam ilmi de aynı şekilde başarısız kalmıştır. Çünkü kelam müslüman fertlerde ruhi duyarlılığı dondurmuş, duyguları öldürmüş, ruhi atmosferin dışına çıkarmış ve zaman zaman akidenin sapmasına, hatta inançsızlığa kadar götürmüştür. Başlangıçta İslam'ı savunmak amacıyla ortaya çıktığı söylenen kelam, zamanla kendini İslam'ın yerine koymuş, kurumlaşmış ve ekoller artık kendilerini savunmuşlardır. İslam'la uzaktan yakından ilgisi bulunmayan Hint felsefeleri, Yunan cedel ve safsataları bu ilmi manevi yapıdan uzaklaştırmıştır. [428]
Aynı şekilde sonu gelmeyen diyalektiklere çevirmiştir. Halbuki Kur'an'ın bu aleme bakıp teemmül etme yolu dışında, tevhidin ne bir kaynağı vardır ne de olması mümkündür. Zira Yüce Allah ancak, kitabında kendisini tavsif ettiği ve Kur'an'da bildirilen gayb haberlerine inanıp Kelam ilminde olduğu gibi gaybin bilgisine muttali olmadıkları konularda zanlarıyla hükmediyorlar, mevcut nasslarla yetinmiyorlardı.
Onların zamanında ne bağnaz mezhepçi fıkıh, ne de kültürlerin kompozisyonu haline gelmiş ve diyalektik metodu izlemiş kelam ilmi mevcuttur.
Buna rağmen, bu insanların herbirinin manevi hayatın ve ruhi cevvaliyer en mükemmel şeklini yaşadığı ve tasavvuf denilen çıkmazlara hiçbir zam-ihtiyaç duymadıkları bir gerçektir. Çünkü bu insanlar Kur'an ve Sünnet mosferi içinde yaşıyor, onu teneffüs ediyor, ruhi ve manevi bütün gıdalar onlardan alıyor, teorik ve pratik bütün ilimlerini" de onlardan elde ediyord Bunların dışında ne bir şeyhin elinde çile doldurma, ne de bir başkasının i çabukluğuyla kısa bir zamanda bütün ilimleri elde etme gibi bir temayü]]e .• olmuştur.
Kur'an-ı Kerim, cahiliyye müşriklerinin müşrik atalarını taklid edip Al lah'ın vahyine kulak vermemelerini şiddetle kınamış ve bu davranıştan sa-kındırmıştır. Yüce Allah buyuruyor;
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız' dediler.[429]
"Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Rasule gelin, denildiği zaman 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuz bize yeter' derler. [430]
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. [431]
"Hayır, sadece "biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden gidiyoruz.' dediler, [432] vd.
Biraz mantıklı ve naslara uygun düşündüğümüz zaman, şeriatı ve müs-lümanları tehdit eden en büyük tehlikenin insanları Allah'ın kitabından ve Rasululah'ın yolundan alıkoymak, dinlerini onlardan öğrenip yaşamalarını engellemek ve müctehid insanları Kur'aiy ve sünnetin yerine koyup onların sözlerini taklit etmeyi Kur'an ve sünnete sarılmak gibi vacip görmek yahut onları Kuran'm önüne engel yapmak değil midir? Şeriatı tehdit eden en büyük tehlike, "Biz Kur'an'ı anlamak ve uygulamak için değil, teberruken okuyoruz " diyen zihniyet değil midir? Bu zihniyet değil midir ki, müslümanla-rın gerileyip bugünkü acıklı duruma düşmelerine yol açmıştır? Bu anlayış değil midir ki, müslümanlarm hem din hem dünya ilimlerinde gerileyip emperyalizmin boyunduruğu altına girmelerini hazırlamıştır? Dinin yasakladığı ve kötülediği taklidin dinin yerine konulması değil midir müslümanlan Kur'an'm yabancısı yapan ve hayatlarını Allah'ın dini ile değil, beşeri kurallar ve kanunlarla düzenlemeye mecbur bırakan? Birtakım insanların kitaplarını okuyup ezberlediği, okuttuğu, şerh ve haşiyeler yazdığı ve ömrününlarla geçirdiği halde, Kur'an'm baştan sona kadar anlamını bir defa ol olunmamasının sebebi bu çarpık anlayış ve öldürücü taklid değil midir''
Bunları söylerken, hiçbir zaman alimleri küçümsemek veya bir tarafı kmak, söylediklerini yabana atmak, basit bilgilerle içtihad etmek mbi ,üş Unce taşımadığımızı belirtmek isteriz. Aksine bütün alimlere ve müct hidlere sonsuz saygı ve takdirimiz yanında onların gittikleri ve izledikleri
lu izlemeye davet ettiğimizi belirtmemiz lazımdır. Zira onların hiçbiri in sanların kendilerini körü körüne taklit etmelerini istememiştir.
İnsanlara, sınırlarını Kur'an'm çizdiği Kuran ve sünnet eğitimi verildin-' ve gerçekleştiği zaman, insanlar bağnaz taklitçilikten, bid'at ve hurafeler içinde yüzmekten, insanları putlaştırmaktan, tasavvuf ve benzeri sapmalardan kurtulabilecek, doğrudan doğruya ilhamını Kur'an'dan alacak ve asrın İdrakine İslam'ı sunacaktır. Bu eğitim esnasında alimlerin içtihad ve görüşlerinden yararlanılacak, örnek ahlak ve çalışmaları anlatılacak, ama hiçbir zaman insanlarla Allah'ın dini arasında bir set yahut bir engel telakki edilmeyecektir. Onların da rolü, insanları Allah'ın dini ile yüzyüze getirmek ve onu kavramaları için yardımcı olmaktan ibaret değil midir?[433]
[401] Gumüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul),, P;ımuk Yayınlan, istanbul 1977.
[402] Gütnüşhanevi, a.g.e., aynı sayfa
[403] Rabialu'l-Adeviyye, h. 195 yılında ölmüştür. Basralıdır. Önceleri şehvet düşkünü çalgıcı iken, sonr.ıtasavvufçu olmuş bir kadındır. Allah sevgisine dair şiirler söylemiştir. Tasavvufla aşk, sevgi terimlerini ilk
defa onun kullandığı söylenir. Dr. Abduİkadır Mahmııd, el-Felsefetü's-Sufiyye fi'l-İslanı, 16!}-170. Otum
bu görüşünü veya bid'atını daha sonra Ali ibn el-Muva(iak (öl. 26Vfi7îi) ve tasavvuf şain Yunus Emre
şöyle tekrarlayacaktır:
"Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/iîan.ı seni gerek seni."
Görüldüğü gibi, Rabi.ı olsun, Yunus Emre olsun, Allah'ın mü'minlere salih amelleri iğin vaadetti£i cen neti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine isr^iloj-ullarının Uz. Musa'yı "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (Bakara, 55) dedikleri gibi Allah'ın .calini görmek istiyor. I [albuki hiçbir peygamber ahiret için bövle bir istekte bulunmamış ve ümmetine böyle bir şeyi vadetmemiştir. Kaldı ki hayır ameller için mükafat olorak Kur'an ve Sünnet cenneti vadederken, onları islememek veya Allah'ın zatını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak anlamına gelir. Bid'at ve sapıklıklara d.ılan kimi tasavvufçu-ların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhıı'l-İslam lî-bussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemiyen, hem küçümseyen sözleri için "küfür" demektedir. Şüphesiz hu hüküm, aynı görüsü daha önce ve sonra söyleyenler için de geçerlidir. Bakınız, Ebussuud Efendi, Fetvalar, 87, Mesele, 353, İstanbul 1972, Aynı hükmü M. Zahiri Kotku'nıın ri.ı verdiğini yoruyoruz. Bakınız, Ehli Sünnet Akaidi, 137, madde, 23 İstanbul, 1984.
[404] Secde,15-16.
[405] Dr. Abdurrahman Bedevi, a.g.e., 26, Şehidetu'l-lşki'l-ilahi, 38, Yukarıdaki sözün devamı şöyledir: "Şüphesiz Allah ona (Kabe'ye) ne girmiş, ne odan hâlî olmuştur."
[406] Tahrim, 11.
[407] Tevbe, IH.
[408] Hinduların eski kutsal kitabı Vedalar'da adlandırıldığı gibi tek kişi olan Brahma'ya nisbettir. Bu din üç tanrılı bir inann benimser. En üstünü Brahma, diğeri Vişnu olup hayat lannsıdır. Üçüncüsü de Şiv.ı olup felaket tanrıssdır. Bu din mensupları din kahinlerinin kutsallığına inanırlar. Çünkü onlara göre bunlar tanrıların yanında kendilerine şefaat etme ve tanrıları etkileme gücüne sahiptirler. Şeyhleri kulsall.ı^ltr-mayı ve kurtarıcılıklarına inanmayı tasavvurdular bunlardan mı almışlardır dersiniz?
[409] Buda'ya nisbettir. Peygamber olduğunu iddia eden bir Hindistanlıdır. Milallan önce altıncı asırda doğmuştur. Daha sonra Budizm, Buda'nm insanların günahlarını yükîenmek üzere onları kurtarmak için vücut kazanmış bir ifah olduğuna inanacak kadar değişikliğe uğramıştır. (Hrisliy.ınl.ırm (esiis inancı ve Hiç. isa'nın insanların (güya) doğuştan getirdikleri günaha kefaret olmak üzere çarmıha serildiği inancım Budizm'in bu şeklinden aldıklarına inanılmaktadır.
[410] Zerdüşt'e nisbettir. Farisilerin yalancı peygamberidir. Milattan önce yaşarmşlır. MenMipl.ırtn.ı Avesla adında bir kitap bırakmıştır. Daha sonra yapılan şerhlerle beraber Zenâ Avesla adını almıştır. Hu din, (tu-alist bir inanca sahiptir. Tanrılardan biri hayır tanrısı olup adı Hürmüz, diğeri şer lannsı olup thrimen'dir. Zerdüşt, haynn şerre salip geleceğine inanır. Optimist bir düşünce sahihidir. Mani dininde olduğu gibi Pesimisl (kötümseri değildir.
[411] Baha lakabıyla anılan Mirza Hüseyin Ali'ye nisbettir. Dini inançlarına göre Allah /aman zaman peygamberler suretinde görünür ve Mirza Hüseyin Ali ilahi tecessüdün en mükemmel suretidir. Nuh Peygamberden Uz. Muhammed'e kadar peygamberlerin vahiylerini aldığı ve kaynaklandı^ kaynak olarak tanıtılır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıkan ve Sun Myunj; Moon adıyla yayılan Moon tarikatı bu inancın son şeklini yansıtıyor olsa gerektir. Çünkü bu larikat inancına göre Moon, lan-rının en son tecessüd elliği peygamberdir.
[412] Mirza Gulam Ahmed, el-Kadiyani'ye nisbettir. Mirza Gulam Ahıned 1908 yılında ölmüştür. Kıyamele yakın geleceği söylenen llz. Isa veya Mehdi olduğunu iddia etmiş ve Allah'ın kendisine vahiy indirdiğini söylemişlir. Taraftarları daha sonra ikiye ayrılmışlardır. Bir kolu Ahmediyye, diğer kolu Kadıyaniyye adıyla anılır. Ahmediler, Kadiyanilerden daha mutedildir. İkisi de Gulam Ahmed'in Mesih'in kendisi okluğuna i-nanmıyanları kafir sayar. Hinciistanı işgal eden İngilizlerle işbirliği yapmış ve Müslümanların aleyhine ellerinden gelen bütün yollara başvurmuşlardır. Bugün de İslam aleminin değişik yerlerinde islam'ın aleyhine çalışmaktadırlar.
[413] İbn Arabi, Mecmuatıı'l-Ahzab, 15 hicri 1298, istanbul.
Gerçeğin bizzat müşahade edilmesi için ibn Arabi'nin duasını kendi lafızlarıyla aşağıya alıyoruz: "İlahi, istehlik kulliyeti fi kultiyyetike ve emidde evveliyyeti bi evveliyyetike hatta eşhede evveliyyeteke li evveiiyyeti ve ahiriyyeteke fi ahiriyyeti ve zahiriyyeteke fi zahiriyyeti ve batınıyyeteke fi batınıyyeti ve k.ı-Ijiltyyeteke fi kabiliyyeti ve inniyyeleke fi inniyyeli ve hüviyyeteke fi hüviyeti ve maiyyeteke ti maiyyeli hetta ekune unvane ?.alike's-Sırri kullihi, bel şeklehu ve suretehu".
[414] İbn Arabi.a.g.e.14
[415] En'am,116
[416] Casiye,22.
[417] Muhammed,28.
[418] Aİ-! İmran,31.
[419] Aİ-! İmran,31.
[420] Abzab ve Evradu't-Ticıni, (ah. Muhammet) el-l i.ıft/, kitabından naklen.
Abdurrahman Abdulhalik, el-Pikru's-Sufi fi Davi'l-Kilab ve's-Sürtne, 353. Sahıtu'l-Fatih'in .ınl.mıı d.ı şudur: "Allah'ım! Hz. Muh.ımmed'e selal olsun, o kapalı bf.ını açmış, geçmişi sona erdirmiş, h.ıkkı hakla desteklemiş, sırat-r mııstakime ileimişiir. Kadri ve büyük mikdarı kadar a I i nede selal olsun" Kapatılıp d<ı Rasululfah'ın açtığı nedir? Önce geçen nedir? Görüldüğü gibi bir araya yetinmiş tekerlemelerden ibaret bir dua. Rtı iki satırlık bir du,ı nasıl Kur'an-ı Kerim'e denk veya üstün olabilir/ Uu'nurt da cevabını kendileri veriyorlar. Zira, Rimahıı Hizbt'r-Rahirn kitabının yazarı el-futi, bunun Allah'ın kelamı olduğuna inanmak gerekir, demiştir. A.g.e., 2/131, ed-Durretu'l-Haride'nin yazarı da aynı şeyi söylemektedir, a.g.e., 4/128. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Abdufhalik, a.g.e., 352-354, eş-Ş.ırani de velilere vahyin yazılı bir kağıt içinde geldiği ve ne taraftan okunursa değişmediğini söylememiş miydi? Bakını*, el-Yev.ıkit ve'l-Cevahir, 2/85,. Mısır, 1307 h.
[421] Bakara, 206. 386 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 377-386.
[422] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 386.
[423] Abdulmuteal e baskı, kahire 1978
[424] Abdulmuteal el-Cabrı>,u.e.29-3V
[425] Oluzallı Osmanlı padişahının tarikata ve tekkeye misil baRlı olduftunu girmek isleyenler Yasar Nuri Öztürk'ün "Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar" 249-250, kitabına bakabilirler. Ancak merak edenler için son dönemlerin padişahlarından bazılarının tarikaiını belirtelim:
Sultan 1. Mahmud (öl.174f>|-Halvetiyye, Sultan III. Osman (öl. I 757)-H,ılvetiyve-i Kaui'iyve, Sulun III. Mustafa (öl. I774)-Halvetiyye-İ Cerrahiyye,Sultan I. Abdulhamid (öl.1807)-Nak<jilw>ndiyye, Sultan III. Selim (öl. 1807)-Mevleviyye, Sultan IV. Mustafa (öl. 1808)-Nakşibendiyye, Sulun II. Mahmııd (öl.lHl't)-Halvetiyye-i Cerrahiyye ve Mevleviyye, Sultân Abdıtlmecid Çöl.1H(ı1)-l lalvetivye-i Cerrahiyye, Sulun Ab-dutaziz (öl.l876)-Bektaşiyye, V. Mur.ıd (öl.l 87r.)-I3.lhaiyye ve Masonluk, Sultan II. Abdulhamıd {öl.1909)-Şazeliyye, Sultan Mehmed Reşad (öl.T'JIÖ)-Mevleviyye, Türkiye Cıımluıriyelinin de başla I Kın Bayram olmak üzere diğer birtakım şeyhlerin himmetiyle nasıl kurulduğu ve başkenlin onların keşliyle nasıl belirlendiği hakkında bakını?: a.g.e., 250..
[426] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 387-396.
[427] Bagna2 fikhi mezhepçiliği hazırlayan ve doyuran sebepler ve bunların kötü sonuç hırı hakkında sieııiş bilyi için bakınız. Ahmecf Emin, Fecru'l-İslam, 2/53-56, Kahire, 1963,üçüm u baskı; Celalecfclin V<ıt<mcf.ış, Vahiyden Kültüre, 304-309, Pınar Yayınairı, isi, 1992.
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 396-397.
[428] Meşhıır isfam alimlerinden Takiyuddin İlin Dakikihyd "Felsefenin İslam .deminde üstünlük s,ıi>l.ım<ısı MoğolLıra karşı müsiümanların hezimetini hazırlamıştır" demektedir. Rf<z. İbn Teymiyye, I lakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 76, İdaretu't-Terceme ve't-Telif, Faysalabad, Pakistan.
[429] Bakara,170.
[430] Maide,IO4
[431] Lokman,21
[432] Zuhrul,22.
[433] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 397-399.