Şeyhulislam İbn Teymiyye : Tefrika ve Tekfir
Herkes bilir ki Hanbeliler ve Eş'ariler arasında bir uzlaşmazlık, bir uzaklaşma var. Ben mu'minlerin gönüllerinin dost olmasını, kelimelerinin birleşmesini en fazla isteyenlerden biriydim. Allah'ın (c.c.) ipine sımsıkı sarılıyor, emrine fazlasıyla ittiba ediyordum. Fiilen de gönüllerdeki uzlaşmazlığı giderdim ve onlara Eş'ari'nin, İmam Ahmed ve benzerlerine bağlı kelamcıların ve onun mezhebine destek olanların en büyüklerinden olduğunu açıkladım. Nitekim kitaplarında bunu Eş'ari'nin bizzat kendisi de söylüyordu.
Ebu İshak eş-Şirazi de böyle söylüyor ve diyordu ki:
Eş'ari'ler, Hanbeli'lere bağlı olmaları sebebiyledir ki, insanlar yanında revaç bulmuşlardır. Ebu Bekir Abdulaziz, Ebu'l-Hasen et-Temimi ve benzeri mütekaddim Hanbeli imamlar kitaplarında onun (Eş'ari'nin) sözlerini zikretmişlerdir. Hatta Eş'ari, mutekaddim Hanbeliler yanında, İbn Akirin muteahhir, Hanbeliler yanındaki yerine sahipti. Ancak İbn Akil'in fıkhı ve usulünü bilmesi özelliği vardır. Eş'ari ise İmam Ahmed'in usulune İbn Akil'den daha yakın ve daha çok tabidir. Şu sebeple ki, insan zaman açısından selefe ne kadar çok yakın ise, ma'kulu ve menkulu (onların dirayete ve nakle dayalı söz ve görüşlerini) o kadar iyi bilir.
Bunları Hanbelilere anlatıyor ve Eş'ari'nin her ne kadar önce Mutezililerin öğrencisi ise de, sonradan tevbe ettiğini açıklıyordum. Şöyle ki: Eş'ari, Cubbai'nin öğrencisiydi. İbn Kullab'ın yoluna eğilim gösterdi. Basra'da Zekeriyya es-Saci'den hadis usulü öğrendi. Sonra Bağdat'a geldi ve Bağdat'taki Hanbelilerden başka şeyler aldı. Onun ve ashabının kendi kitaplarında zikrettiğine göre, bu, ömrünün sonunda olmuştur.
Aynı şekilde İbn Akil de Mu'tezili olan İbnu'l-Velid ve İbn Tebban adındaki iki kişinin öğrencisiydi. Sonra bundan (Mutezili fikirlerden) tevbe etmiştir. Bu tevbesi meşhurdur ve olay Şerif Ebu Ca'fer'in huzurunda cereyan etmiştir. Gerçi İmam Ahmed'in ashabı içinde İbn Akil'e buğzeden ve onu yerenler vardır, fakat Eş'ari'yi yerenler sadece İmam Ahmed'in ashabı içinden değildir. Bilakis bütün gruplarda böyle kimseler vardır.
Eş'ari'nin sözlerini açığa çıkardığımı gören Hanbeliler "bu Şeyh Muvaffak'ın sözlerinden daha hayırlıdır." dediler. Kelimenin bir olması (ihtilafın kalkması) sebebiyle muslümanlar ferahladılar. îbn Asakir'in menakıbında zikrettiği üzere, Hanbelilerin ve Eşarilerin Kuşeyri'nin zamanına kadar ittifak halinde olduklarım, Bağdat'ta o fitnenin çıkması ile ayrılığın başgösterdiğini ve bütün gruplarda daima sapanların da, dosdoğru gidenlerin de bulunacağının malum olduğunu ortaya koydum.
Bu arada şu ana kadar ömrüm boyunca hiç kimseyi dinin esasları konusunda ne Hanbeli, ne de başka bir mezhebe ne davet ettim, ne bunun için çabaladım, ne de böyle bir söz söyledim.
Ben ancak selefin ve imamlarının üzerinde birleştikleri şeyleri zikrediyorum, zikrederim. Kendilerine defalarca şunu söylemişimdir:
Ben, bana muhalefet edene üç yıl muhlet veriyorum. İlk üç asrın imamlarının herhangi birinden, söylediklerime muhalif tek harf getiren olursa ben bunu ikrar ederim. Benim zikrettiklerim, ilk üç asır imamlarından kelimesi kelimesine ve bütün gruplardan onların icmalannı nakledenlerin ifadeleriyle zikrettiğim şeylerdir.
Bütün bunlarla birlikte ben daima -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmekten, fasık ve isyankar saymaktan (kafir, fasık ve asi damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmuşumdur. Ancak karşı çıkanın ya kafir, ya fasık veya asi olacağı peygamberi bir delilin aleyhine sabit olduğu bilinirse o başka. Ben Allah'ın (c.c.) bu ummetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af hem haberi, kavli meselelerde, hem de ameli meselelerde söz konusudur.
Selef bu meselelerden bir çoğunda ihtilaf etmiş, ancak hiçbiri bir başkasının kafir, fasık veya asi olduğuna şehadet etmemiştir. Nitekim Sureyh "Bel Acibtu ve Yesharun", yani "Ben (azimu'ş şan) hayret ettim, onlar alay ediyorlar." (Saffat: 12) şeklindeki kıraati reddetmiş ve "çünkü", demiş, "Allah hayret etmez."
Bu, İbrahim en-Nehai'ye ulaşmış, İbrahim en-Nehai, Şureyh sadece kendi ilmini beğenen bir şairden ibarettir. Abdullah İbn Mes'ud (r.anhuma) ise ondan daha alimdir ve o böyle okudu!" demiş.
Yine mesela Aişe (r.anha) ve başka sahabeler Muhammed'in(s.a.v.) Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişler.
Aişe (r.anha), "Kim Muhammed'in Rabbini gördüğünü iddia ederse Allah'a pek büyük iftira etmiş olur" demiştir. Bununla birlikte biz Aişe'ye (r.anha) muhalefet eden İbn Abbas'a (r.anhuma) ve benzeri sahabilere, Allah'a (c.c.) iftira etmişlerdir, demeyiz. Nitekim ölünün dirinin konuşmasını işittiği, ölünün ailesinin ağıtı sebebiyle azab çekmesi ve başka konulardaki Aişe'ye (r.anha) ait munazaalar da bu kabildendir.
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mumin olduğunda ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdi ki, bu savaşlar onların adaletine (iman ve ittikalanna) mani değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, muteevvildir. Te'vil ise fıska manidir. (İçtihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz.)
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakledildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin kim şöyle şöyle derse kafir olur şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gerekir. Bu mesele, yani "vaid" meselesi, ummetin ihtilaf ettiği büyük meselelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaid (tehdit) konusundaki ayetleri geneldir. Mesela buyrulur ki:
"Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisa: 10)
Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır şeklindeki ayetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.
Bu ayetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şeklindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, "keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gibi şeylerle hakkındaki vaid'in (tehdit) hükmü kalkar.
Tekfir de, vaid kabilindendir. Çünkü her ne kadar bir sözü Rasulullah'ın (s.a.v.) söylediğini yalanlama anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman olmuş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkar etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kişi bu nasları (ayet ve hadisleri) işitmemiş veya işitip de onca sabit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu tev'il durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir.
(Bu konuda) daima "Sahihayn" (Buhari ve Muslim)de geçen şu hadisi zikrederdim:
"(Eski ummetlerden bir zat oğullarına demiş ki ) "Ben öldüğüm zaman beni yakın, sonra kül ufak edin, sonra çöle savurun. Artık vallahi Allah'ın (beni toplamaya) gücü yeterse, alemlerde hiç kimseye yapmadığı azabı bana gösterecektir, varsın etsin." Adamın dediğini yaptılar. Sonra Allah ona dedi ki:
"Seni böyle yapmaya iten nedir? Adam:
"Haşyetin (korkun)" dedi. Bunun üzerine Allah onu bağışladı. (Buhari, Tevhid: 35, Enbiya: 54; Muslim, Tevbe: 25, 27)
İşte bu zat, Allah'ın (c.c.) kudretinden, kül ufak edilip savrulursa bir araya getirebileceğinden şüphe ediyor. Hatta şüphe etmiyor, tekrar toplayamayacağına inanıyor. Böyle bir inanç ise müslümanlann ittifakıyla küfürdür. Ancak o adam cahildi ve bunu bilmiyordu. Mu'mindi, Allah'ın (c.c.) kendisini cezalandıracağından korkuyordu. Bu sebeble Allah (c.c.) onu bağışladı.
Rasulullah'a (s.a.v.) azami ittiba için çırpınan içtihad ehli kimselerden bir te'vili bulunan (muteevvil)ler ise bağışlanmaya bu adamdan daha layıktırlar.
(İbn,i Teymiyye, Mecmuu Fetavaa, Cilt 3, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 19-23)
Herkes bilir ki Hanbeliler ve Eş'ariler arasında bir uzlaşmazlık, bir uzaklaşma var. Ben mu'minlerin gönüllerinin dost olmasını, kelimelerinin birleşmesini en fazla isteyenlerden biriydim. Allah'ın (c.c.) ipine sımsıkı sarılıyor, emrine fazlasıyla ittiba ediyordum. Fiilen de gönüllerdeki uzlaşmazlığı giderdim ve onlara Eş'ari'nin, İmam Ahmed ve benzerlerine bağlı kelamcıların ve onun mezhebine destek olanların en büyüklerinden olduğunu açıkladım. Nitekim kitaplarında bunu Eş'ari'nin bizzat kendisi de söylüyordu.
Ebu İshak eş-Şirazi de böyle söylüyor ve diyordu ki:
Eş'ari'ler, Hanbeli'lere bağlı olmaları sebebiyledir ki, insanlar yanında revaç bulmuşlardır. Ebu Bekir Abdulaziz, Ebu'l-Hasen et-Temimi ve benzeri mütekaddim Hanbeli imamlar kitaplarında onun (Eş'ari'nin) sözlerini zikretmişlerdir. Hatta Eş'ari, mutekaddim Hanbeliler yanında, İbn Akirin muteahhir, Hanbeliler yanındaki yerine sahipti. Ancak İbn Akil'in fıkhı ve usulünü bilmesi özelliği vardır. Eş'ari ise İmam Ahmed'in usulune İbn Akil'den daha yakın ve daha çok tabidir. Şu sebeple ki, insan zaman açısından selefe ne kadar çok yakın ise, ma'kulu ve menkulu (onların dirayete ve nakle dayalı söz ve görüşlerini) o kadar iyi bilir.
Bunları Hanbelilere anlatıyor ve Eş'ari'nin her ne kadar önce Mutezililerin öğrencisi ise de, sonradan tevbe ettiğini açıklıyordum. Şöyle ki: Eş'ari, Cubbai'nin öğrencisiydi. İbn Kullab'ın yoluna eğilim gösterdi. Basra'da Zekeriyya es-Saci'den hadis usulü öğrendi. Sonra Bağdat'a geldi ve Bağdat'taki Hanbelilerden başka şeyler aldı. Onun ve ashabının kendi kitaplarında zikrettiğine göre, bu, ömrünün sonunda olmuştur.
Aynı şekilde İbn Akil de Mu'tezili olan İbnu'l-Velid ve İbn Tebban adındaki iki kişinin öğrencisiydi. Sonra bundan (Mutezili fikirlerden) tevbe etmiştir. Bu tevbesi meşhurdur ve olay Şerif Ebu Ca'fer'in huzurunda cereyan etmiştir. Gerçi İmam Ahmed'in ashabı içinde İbn Akil'e buğzeden ve onu yerenler vardır, fakat Eş'ari'yi yerenler sadece İmam Ahmed'in ashabı içinden değildir. Bilakis bütün gruplarda böyle kimseler vardır.
Eş'ari'nin sözlerini açığa çıkardığımı gören Hanbeliler "bu Şeyh Muvaffak'ın sözlerinden daha hayırlıdır." dediler. Kelimenin bir olması (ihtilafın kalkması) sebebiyle muslümanlar ferahladılar. îbn Asakir'in menakıbında zikrettiği üzere, Hanbelilerin ve Eşarilerin Kuşeyri'nin zamanına kadar ittifak halinde olduklarım, Bağdat'ta o fitnenin çıkması ile ayrılığın başgösterdiğini ve bütün gruplarda daima sapanların da, dosdoğru gidenlerin de bulunacağının malum olduğunu ortaya koydum.
Bu arada şu ana kadar ömrüm boyunca hiç kimseyi dinin esasları konusunda ne Hanbeli, ne de başka bir mezhebe ne davet ettim, ne bunun için çabaladım, ne de böyle bir söz söyledim.
Ben ancak selefin ve imamlarının üzerinde birleştikleri şeyleri zikrediyorum, zikrederim. Kendilerine defalarca şunu söylemişimdir:
Ben, bana muhalefet edene üç yıl muhlet veriyorum. İlk üç asrın imamlarının herhangi birinden, söylediklerime muhalif tek harf getiren olursa ben bunu ikrar ederim. Benim zikrettiklerim, ilk üç asır imamlarından kelimesi kelimesine ve bütün gruplardan onların icmalannı nakledenlerin ifadeleriyle zikrettiğim şeylerdir.
Bütün bunlarla birlikte ben daima -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmekten, fasık ve isyankar saymaktan (kafir, fasık ve asi damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmuşumdur. Ancak karşı çıkanın ya kafir, ya fasık veya asi olacağı peygamberi bir delilin aleyhine sabit olduğu bilinirse o başka. Ben Allah'ın (c.c.) bu ummetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af hem haberi, kavli meselelerde, hem de ameli meselelerde söz konusudur.
Selef bu meselelerden bir çoğunda ihtilaf etmiş, ancak hiçbiri bir başkasının kafir, fasık veya asi olduğuna şehadet etmemiştir. Nitekim Sureyh "Bel Acibtu ve Yesharun", yani "Ben (azimu'ş şan) hayret ettim, onlar alay ediyorlar." (Saffat: 12) şeklindeki kıraati reddetmiş ve "çünkü", demiş, "Allah hayret etmez."
Bu, İbrahim en-Nehai'ye ulaşmış, İbrahim en-Nehai, Şureyh sadece kendi ilmini beğenen bir şairden ibarettir. Abdullah İbn Mes'ud (r.anhuma) ise ondan daha alimdir ve o böyle okudu!" demiş.
Yine mesela Aişe (r.anha) ve başka sahabeler Muhammed'in(s.a.v.) Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişler.
Aişe (r.anha), "Kim Muhammed'in Rabbini gördüğünü iddia ederse Allah'a pek büyük iftira etmiş olur" demiştir. Bununla birlikte biz Aişe'ye (r.anha) muhalefet eden İbn Abbas'a (r.anhuma) ve benzeri sahabilere, Allah'a (c.c.) iftira etmişlerdir, demeyiz. Nitekim ölünün dirinin konuşmasını işittiği, ölünün ailesinin ağıtı sebebiyle azab çekmesi ve başka konulardaki Aişe'ye (r.anha) ait munazaalar da bu kabildendir.
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mumin olduğunda ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdi ki, bu savaşlar onların adaletine (iman ve ittikalanna) mani değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, muteevvildir. Te'vil ise fıska manidir. (İçtihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz.)
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakledildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin kim şöyle şöyle derse kafir olur şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gerekir. Bu mesele, yani "vaid" meselesi, ummetin ihtilaf ettiği büyük meselelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaid (tehdit) konusundaki ayetleri geneldir. Mesela buyrulur ki:
"Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisa: 10)
Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır şeklindeki ayetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.
Bu ayetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şeklindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, "keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gibi şeylerle hakkındaki vaid'in (tehdit) hükmü kalkar.
Tekfir de, vaid kabilindendir. Çünkü her ne kadar bir sözü Rasulullah'ın (s.a.v.) söylediğini yalanlama anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman olmuş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkar etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kişi bu nasları (ayet ve hadisleri) işitmemiş veya işitip de onca sabit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu tev'il durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir.
(Bu konuda) daima "Sahihayn" (Buhari ve Muslim)de geçen şu hadisi zikrederdim:
"(Eski ummetlerden bir zat oğullarına demiş ki ) "Ben öldüğüm zaman beni yakın, sonra kül ufak edin, sonra çöle savurun. Artık vallahi Allah'ın (beni toplamaya) gücü yeterse, alemlerde hiç kimseye yapmadığı azabı bana gösterecektir, varsın etsin." Adamın dediğini yaptılar. Sonra Allah ona dedi ki:
"Seni böyle yapmaya iten nedir? Adam:
"Haşyetin (korkun)" dedi. Bunun üzerine Allah onu bağışladı. (Buhari, Tevhid: 35, Enbiya: 54; Muslim, Tevbe: 25, 27)
İşte bu zat, Allah'ın (c.c.) kudretinden, kül ufak edilip savrulursa bir araya getirebileceğinden şüphe ediyor. Hatta şüphe etmiyor, tekrar toplayamayacağına inanıyor. Böyle bir inanç ise müslümanlann ittifakıyla küfürdür. Ancak o adam cahildi ve bunu bilmiyordu. Mu'mindi, Allah'ın (c.c.) kendisini cezalandıracağından korkuyordu. Bu sebeble Allah (c.c.) onu bağışladı.
Rasulullah'a (s.a.v.) azami ittiba için çırpınan içtihad ehli kimselerden bir te'vili bulunan (muteevvil)ler ise bağışlanmaya bu adamdan daha layıktırlar.
(İbn,i Teymiyye, Mecmuu Fetavaa, Cilt 3, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 19-23)
Çözüldü - Küfründe İcma Olunan İbni Arabi'yi Tekfir Etmeyenin Hükmü?
Kardeşler benim kafam karıştı kimisi diyor ki ibni arabiyi tekfir etmeyen kafirdir. Öyle bir şey var mı? Delilleri de şu : Her kim icma ile kafir olan birisini tekfir etmezse kafirdir. bir delil de şu faruk furkan adlı yazar kullanmıştı kitabında (Tekfir meselesi adlı kitabında) 3) Âlimlerin...
islam-tr.org