NÛH (A. S.)
Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s.)'un, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s.)'un kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, insanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler" (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42). İbn Abbas (r.a.)'ın sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas (r.a.)'ın bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem (a.s.)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s.)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir" (Buhârî, Libâs, 89, 97).
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" (71/Nûh, 23). Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik" (71/Nûh, 1).
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (7/A'râf, 59); “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (11/Hûd, 25-26); “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” (23/Mü'minûn, 23); “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” (71/Nûh, 2-4).
Nûh (a.s.)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s.)'un da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi” (7/A'râf, 61-63).
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz” (11/Hûd, 27); "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" (23/Mü'minûn, 24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” (11/Hûd, 27); “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” (23/Mü’minûn, 25); “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti” (54/Kamer, 9).
Zenginlik ve riyâset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s.)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s.)'a mürâcaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım” (26/Şuarâ, 14-15).
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz" (11/Hûd, 38).
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum” (26/Şuarâ, 106-110, 135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler” (26/Şuarâ, 136). Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler" (26/Şuarâ, 116).
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (11/Hûd, 40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh (a.s.)'a şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler” (11/Hûd, 32). Onlar, Nûh (a.s.)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz” (11/Hûd, 33-34).
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi” (26/Şuarâ, 117-118); “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” (23/Mü'minûn, 26); “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı” (54/Kamer, 10).
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu” (11/Hûd, 36-37).
Nûh (a.s.), Cebrâil (a.s.)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi” (11/Hûd, 36-39).
Taberî, Nûh (a.s.)'ın, kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu” (Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180). Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı (a.g.e., I, 183).
Nûh (a.s.)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî, a.g.e., I, 182). Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik" (54/Kamer, 13). Nûh (a.s.) bu esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh (a.s.)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler” (71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27).
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı" (Taberî, a.g.e., I, 182).
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.” (11/Hûd, 40).
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır (Taberî, a.g.e., I, 187-189). Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı" (11/Hûd, 42-43).
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh (a.s.)'a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti" (54/Kamer, 11-12).
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi" (11/Hûd, 44).
Taberî'nin Resulullah (s.a.s.)'e dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e., I,190). Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in" (11/Hûd, 48). Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur" (54/Kamer, 15).
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık” (37/Saffât, 77). Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî, a.g.e., I, 192). Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).
Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı" (29/Ankebût, 14). Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a.)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir (Sabûnî, a.g.e., 154).
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı" (37/Sâffât, 81-82). Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı" (37/Sâffât, 83).
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (46/Ahkaf, 35). Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s.)'e ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır.[1]
Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira insan beşer olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan insanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.
Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı kollayan (hak yoldaki trafik canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte, peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris (a.s.)’den sonra tökezlenip bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah, Nuh (a.s.)’u gönderdi.
Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.
Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde bir insandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak kabul etmektedir. Halbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi. (11/Nûd, 27). Eğer Allah dileseydi melek indirirdi (23/Mü’minûn, 24). Eğer bu şahıs, Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu (11/Hûd, 31). Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.” (23/Mü’minûn, 25).
Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu vazife, bir insana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse, mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır.
Nuh (a.s.)’un kavmi, İbrâhim (a.s.)’ın kavmi, Şuayb (a.s.)’in kavmi... ve nihayet Muhammed (s.a.s.)’in kavminin ithamı, “ayaktakımı” ile bir mi olacağız?” Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.
O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa (a.s.)’nın kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış... Sanki bunlar tarihin başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok... [2]
[1] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 117-120
[2] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 28-33
Nûh Sûresi
Nûh Sûresi; Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci sûresidir. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibârettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh (a.s.)'un kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.
Nûh (as), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ insanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh (a.s.)'ı kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Rasûlünün dâvetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.
Nûh (a.s.), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş, onları, sürekli uyarısını yaptığı korkunç azaptan kurtaramamıştı. Sure, Nûh (a.s.)'un, mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor.
Sûreye, Nûh (a.s.)'un haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor: "Biz Nuh'u; ‘Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar’ diye vahyederek, kavmine peygamber olarak gönderdik” (1).
Nûh (a.s.) onları, Allah'a ibâdet, O'nun azabından korkma (takvâ) ve Rasûle itaate çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin" (3). Bu çağrıya uymak için insanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4). İnsana verilen zamanın kısıtlı olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu halde; insanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün çok yakında gelip çatacağını ona unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.
Nûh (a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için, yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan imana davet ettim " (5). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s.) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s.), kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikâyet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7).
Daha sonra, Nûh (a.s.)'un kavmini ne şekilde iman'a dâvet ettiği anlatılmaktadır. Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın hakikatini akıllarda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s.) da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken; maslahata uygun olarak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına geçip haykırmıştı. Nûh (a.s.)'ın böyle bir tebliğ metodu takip ettiği; "Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı tebliğ ettim" (9) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
İnkâr edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır. İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâfatlandırılacakları gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın nimetleri yağacaktır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde defalarca zikredilmektedir. Bunun içindir ki Nuh (a.s.), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken, iman edip af dilemeleri karşılığında, Allah tarafından nimetlerin bollaştırılması ile de ödüllendirileceklerini onlara bildirmekte idi: "Ve şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin, bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12).
Nûh (a.s.), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, insan aklına hayret verecek ve idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve insanoğlunun yeryüzünde yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün incelikleri, insan aklına durgunluk verecek ilâhî bir uslûpla bütün peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.
Kavmini ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s.), dokuz yüz elli yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21).
Kâfirlerin her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s.) kavmi de, onun tebliğinin insanlar üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular. Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ", "Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin dediler" (22-23).
İlâhî tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran insanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık, onların İslam'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri büyük zulümler karşılığında böylece cezalandırmaktadır. Nûh (a.s.), kavminden ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine şöyle seslenmişti: “Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!” (26). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: “Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet. Zalimlerin ise sadece helâkını artır” (28).
Ve neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s) kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir ibret vardır.[1]
[1] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s.)'un, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s.)'un kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, insanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler" (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42). İbn Abbas (r.a.)'ın sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas (r.a.)'ın bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem (a.s.)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s.)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir" (Buhârî, Libâs, 89, 97).
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" (71/Nûh, 23). Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik" (71/Nûh, 1).
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (7/A'râf, 59); “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (11/Hûd, 25-26); “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” (23/Mü'minûn, 23); “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” (71/Nûh, 2-4).
Nûh (a.s.)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s.)'un da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi” (7/A'râf, 61-63).
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz” (11/Hûd, 27); "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" (23/Mü'minûn, 24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” (11/Hûd, 27); “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” (23/Mü’minûn, 25); “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti” (54/Kamer, 9).
Zenginlik ve riyâset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s.)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s.)'a mürâcaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım” (26/Şuarâ, 14-15).
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz" (11/Hûd, 38).
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum” (26/Şuarâ, 106-110, 135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler” (26/Şuarâ, 136). Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler" (26/Şuarâ, 116).
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (11/Hûd, 40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh (a.s.)'a şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler” (11/Hûd, 32). Onlar, Nûh (a.s.)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz” (11/Hûd, 33-34).
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi” (26/Şuarâ, 117-118); “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” (23/Mü'minûn, 26); “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı” (54/Kamer, 10).
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu” (11/Hûd, 36-37).
Nûh (a.s.), Cebrâil (a.s.)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi” (11/Hûd, 36-39).
Taberî, Nûh (a.s.)'ın, kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu” (Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180). Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı (a.g.e., I, 183).
Nûh (a.s.)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî, a.g.e., I, 182). Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik" (54/Kamer, 13). Nûh (a.s.) bu esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh (a.s.)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler” (71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27).
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı" (Taberî, a.g.e., I, 182).
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.” (11/Hûd, 40).
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır (Taberî, a.g.e., I, 187-189). Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı" (11/Hûd, 42-43).
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh (a.s.)'a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti" (54/Kamer, 11-12).
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi" (11/Hûd, 44).
Taberî'nin Resulullah (s.a.s.)'e dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e., I,190). Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in" (11/Hûd, 48). Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur" (54/Kamer, 15).
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık” (37/Saffât, 77). Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî, a.g.e., I, 192). Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).
Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı" (29/Ankebût, 14). Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a.)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir (Sabûnî, a.g.e., 154).
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı" (37/Sâffât, 81-82). Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı" (37/Sâffât, 83).
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (46/Ahkaf, 35). Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s.)'e ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır.[1]
Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira insan beşer olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan insanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.
Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı kollayan (hak yoldaki trafik canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte, peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris (a.s.)’den sonra tökezlenip bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah, Nuh (a.s.)’u gönderdi.
Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.
Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde bir insandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak kabul etmektedir. Halbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi. (11/Nûd, 27). Eğer Allah dileseydi melek indirirdi (23/Mü’minûn, 24). Eğer bu şahıs, Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu (11/Hûd, 31). Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.” (23/Mü’minûn, 25).
Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu vazife, bir insana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse, mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır.
Nuh (a.s.)’un kavmi, İbrâhim (a.s.)’ın kavmi, Şuayb (a.s.)’in kavmi... ve nihayet Muhammed (s.a.s.)’in kavminin ithamı, “ayaktakımı” ile bir mi olacağız?” Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.
O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa (a.s.)’nın kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış... Sanki bunlar tarihin başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok... [2]
[1] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 117-120
[2] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 28-33
Nûh Sûresi
Nûh Sûresi; Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci sûresidir. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibârettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh (a.s.)'un kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.
Nûh (as), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ insanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh (a.s.)'ı kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Rasûlünün dâvetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.
Nûh (a.s.), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş, onları, sürekli uyarısını yaptığı korkunç azaptan kurtaramamıştı. Sure, Nûh (a.s.)'un, mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor.
Sûreye, Nûh (a.s.)'un haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor: "Biz Nuh'u; ‘Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar’ diye vahyederek, kavmine peygamber olarak gönderdik” (1).
Nûh (a.s.) onları, Allah'a ibâdet, O'nun azabından korkma (takvâ) ve Rasûle itaate çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin" (3). Bu çağrıya uymak için insanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4). İnsana verilen zamanın kısıtlı olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu halde; insanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün çok yakında gelip çatacağını ona unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.
Nûh (a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için, yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan imana davet ettim " (5). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s.) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s.), kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikâyet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7).
Daha sonra, Nûh (a.s.)'un kavmini ne şekilde iman'a dâvet ettiği anlatılmaktadır. Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın hakikatini akıllarda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s.) da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken; maslahata uygun olarak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına geçip haykırmıştı. Nûh (a.s.)'ın böyle bir tebliğ metodu takip ettiği; "Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı tebliğ ettim" (9) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
İnkâr edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır. İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâfatlandırılacakları gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın nimetleri yağacaktır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde defalarca zikredilmektedir. Bunun içindir ki Nuh (a.s.), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken, iman edip af dilemeleri karşılığında, Allah tarafından nimetlerin bollaştırılması ile de ödüllendirileceklerini onlara bildirmekte idi: "Ve şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin, bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12).
Nûh (a.s.), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, insan aklına hayret verecek ve idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve insanoğlunun yeryüzünde yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün incelikleri, insan aklına durgunluk verecek ilâhî bir uslûpla bütün peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.
Kavmini ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s.), dokuz yüz elli yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21).
Kâfirlerin her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s.) kavmi de, onun tebliğinin insanlar üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular. Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ", "Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin dediler" (22-23).
İlâhî tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran insanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık, onların İslam'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri büyük zulümler karşılığında böylece cezalandırmaktadır. Nûh (a.s.), kavminden ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine şöyle seslenmişti: “Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!” (26). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: “Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet. Zalimlerin ise sadece helâkını artır” (28).
Ve neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s) kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir ibret vardır.[1]
[1] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121